Print Friendly and PDF

İhvân-ı Safâ Risâleleri 5

|

 

Aklî Nefsânîlerin/Nefıs ve Akla Dair Olan Şeylerin
(en-Nefsânîyyatu'l-akliyyâf) Altıncı -İhvân-ı Safâ Risâleleri’nin
Otuz YedinciRisâlesi: Aşkın Mahiyetine Dair[1]

Rahman ve Rahim Olan Allah’ın Adıyla!

Allah’a hamd, seçtiği kullarına selam olsun. “Allah mı daha hayırlıdır, yoksa onla­rın ortak koştukları mı?”1

Ey kardeş, bilmiş ol ki, kıymetli kardeşlerimizin âdeti olduğu üzere, kavuşum (konjonksiyon)’ların durumlarını açıkladığımız “Devirler ve Küresel Dönüşler Risalesi”™[2] [3] bitirdik. Şimdi bu risâlede aşkın mahiyeti, nefislerin sevgisi, ilahi bir hastalık, onun gerçek mahiyeti ile kaynağının ne olduğunu anlatmak istiyor ve di­yoruz ki:

Bilmiş ol ki, bilge kişiler (hukemâ), ilim dalları, bilgi yolları, ilahiyât, felsefe, mate­matik ve tabiî ilimlere ait hikmetlerin değişik yönleri hakkında “Dedi” ve “Denildi” (kıyl ü kal) tarzında çokça sözler söylemişlerdir. Fakat bu bilgi ve ilimlerin bir kısmı diğerinden daha hoş ve daha incedir. Öğrencileri okumaya ısındırmak ve ilim öğ­renmeğe başlayanlara kolaylık sağlamak için sözü edilen ilimlerin her biri hakkında giriş ve önbilgi (mukaddime) tarzında birer risâle hazırladık. Şimdi bu risâlede Bilge (hakim) ve filozofların aşkın mahiyeti, çeşitleri, meydana gelişi ve nasıl başladığı, âşık olmayı doğuran sebepler, aşkı davet eden şeyler ve aşktaki yüce gayeyi açıkla­mak üzere söylenilenlerin bir kısmını hatırlatmak istiyoruz. Zira aşk, âlemde mevcut yüce bir olgu, varlık devam ettikçe asla yok olmayacak ve daima her şeyin tabiatının merkezinde yer alan bir kavram olarak kalacaktır.

Ey kardeşim! Bilmiş ol ki, bilgelerden bazıları aşktan bahsedip onu kötülemişlerdir. Onlar, âşıkların kötü hâllerini ve aşkın sebeplerinin çirkinliklerini anlatıp aşkın bir rezillik olduğunu zannetmişlerdir. Bir kısım bilgeler ise diğerlerinin aksine aşkın şahsi bir fazilet olduğunu söyleyip aşkı övmüş ve âşıkların güzel hâllerini hatırlata­rak aşkın sebeplerini methetmişlerdir. Bazı bilgeler de aşkın illetlerine ve sebeplerine hakkıyla vâkıf olamamış ve bunların ince anlamlarını kavrayamamışlardır. Onlar, aşkın insana arız olan bir hastalık olduğunu zannetmişlerdir. Başka bilgeler de aşkı boş gezen insanların işi sanmışlardır.

And olsun ki, aşk, sevgilinin (maşukun) derdinden, onu sıkça anmaktan, her işin­de onu düşünmekten, ona yönelik gönül fırtınalarından, ona karşı delice aşkından ve ona ulaşma çabasından başka her şeyi âşığın kalbinden siler atar. Ancak gizli işler ve ince sırlardan haberi olmayan, yalnızca duygulara yansıyan ve duyulara görünen incelikleri bilmeyen insanların zannettiği gibi aşk tembel aylakların işi değildir. Zi­hin kuvveti yerinde, ayırt etme gücü yüksek, düşünce ve araştırması yoğun, bakışı dikkatli olanlar da aşkı anlamaktan uzaktır. Nitekim bunlar aşkın ruhsal (psikolojik) bir hastalık veya ilahi bir cinnet olduğunu söylemişlerdir. Bunların böyle bir kanaate varmalarının sebebi âşıklarda gördükleri ve ancak hastalarda bulunan gece uyuyamama, gözlerin kendiliğinden kapanması, bedenin zayıflaması, nabzın düşmesi ve nefeslerin zorlaşması gibi alâmetlerdir. Bu sebeple onlar aşkın ruhsal (psikolojik) bir hastalık olduğunu zannetmişlerdir.

Aşkın ilahi bir hastalık olduğunu iddia edenlere gelince; onların onu böyle ta­nımlamaları; onu tedavi edecek bir ilaç bulamamaları ve içirince ondan kaynaklanan sıkıntı ve belaları giderecek bir şerbetin olmamasından dolayıdır. Ancak onun ilacı, Allah rızası için namaz, sadaka, putların huzurunda kesilen kurbanlar, kâhinlerin rukyeleriyle[4] dua etmek vb şeylerdir.

Nitekim (câhiliye dönemi) şairlerinden olup aşk yüzünden ölen Urve b. Hizam (ö. 30/650) şöyle der:

Bana şifa bulsunlar diye Yemame ve Necd kâhinlerine gittim.

Bana içirmedikleri ilaç ve yapmadıkları rukye bırakmadılar.

Sonra dediler ki: “Allah sana şifa versin! 

Allaha yemin olsun ki, senden bu hastalığı giderecek el bizde yoktur.”

Bu anlamda âşıkların pek çok şiirleri vardır.

Yunan hekim ve tâbiplerine gelince, onlar bir hastanın ilacını bulmaktan ve teda­visinden aciz kalıp ondan ümit keserlerse, onu Jüpiter (Müşteri) heykelinin önüne götürür, onun için sadaka dağıtır, Allah'a dua ederler ve kurbanlar adarlardı. Sonra kâhinlerden şifa vermesi için Allah’a dua etmelerini isterlerdi. Eğer kurtulma gerçek­leşirse buna tıp (iyileştirme) ve hastalık ve “ilahi cinnet” adını verirlerdi.

Bilgelerden bazıları aşkın; varlıkların diğer çeşitlerini bırakıp bir çeşidine, diğer bütün şahısları bırakıp, çok anarak ve gereğinden f âzla önem vererek bir şahsa yahut diğer şeyleri bırakıp yalnız tek bir şeye aşırı meyil ve istek gösterme olduğunu iddia etmişlerdir. Aşk sadece bu hâl olsaydı insanlardan âşık olmayan kalmazdı. Çünkü diğer şeylere rağmen bir şeye aşırı meyli ve sevgisi olmayan hiçbir insan yoktur. Ta­biplerin çoğu bu hâle kara sevda (malihulya) adını verirler. Doktorlar bu hastalık (illet) hakkında ileri geri birçok şey söylemişler ve onun ilacını bulamamışlardır. Doğanların hükümlerine dair kitaplarda (kaynak tıp kitaplarında) bunun gerekçesi zikredilmiştir. Ancak biz sözü uzatmamak için bundan bahsetmeyeceğiz. Zira biz insanların çoğu tarafından bilinen aşk hakkında konuşmak istiyoruz. Zira onlar an­cak, erkek veya dişilerden olsun, cinse ait türlerden bir şahsa meyletmeye aşk derler.

Bilgelerin (hakim} bazıları ise “Aşk, ceset bakımından birbirine benzeyen tabiata yani kendi türüne benzeyen surete doğru nefiste baskın hale gelmiş/güçlü bir istektir’ demişlerdir. Bazılarına göre ise aşk, şiddetli birleşme arzusudur. Bu sebeple âşık han­gi durumda olursa olsun, ona yakın başka bir durumu temenni eder. Bundan dolayı şair şöyle demiştir:

Henüz gönül onu arzularken ona sarılıyorum, kucaklaşmaktan öte yakınlaşmak var mı?

Hasretimin dinmesi için onun ağzını öpüyorum, ama ona aşkım artıyor.

İki ruhun birleşmesi dışında, sanki gönlümün aşk ateşi sönmeyecek.

Şüphesiz bu görüş aşk hakkında söylenenlerin en tercihe şayan olanı ve aşkın ha­kikatine işaret eden sözlerin en hoşudur. Biz de bu bahsi aşkın hakikati anlaşılsın ve sebepleri iyice bilinsin diye açıklamak durumundayız. Ancak mademki “birleşme” nefisle alakalı şiddetli bir arzu ve ruhla ilgili bir etkidir, öyleyse nefislerin çeşitlerini, sevilenlerin türlerini, aşkın sebep ve gerekçelerini (illet) zikretmemiz gerekir. “İllet” kelimesi ile “sebep” kelimesi arasındaki anlam farkı şudur; illet nefsin tabiatında yer alır, sebep ise onun dışındadır. Bunun geniş izahını bu bölümden sonra yapacağız.

Ey kardeşim! Bil ki, bilge ve filozofların söylediği gibi madem insan bedeninde (cesede bürünmüş) üç çeşit nefis vardır, öyleyse sevilenler (maşûk) de üç çeşittir. Birincisi, bitkisel (nebatî) nefis olup bunun aşkı yiyecek, içecek ve üreme arzusu gibi şeylerdir. İkincisi, hayvansal nefis olup bunun aşkı öfke, düşmanına ve etrafına galip gelme hevesi, baş olma sevdası gibi şeylerdir. Üçüncü ve en yücesi, insana özel olan nefs-i nâtıka, yani düşünen nefistir. Bunun aşkı ise marifet ve fazilet kazanma sev­gisidir.

Allah seni ve bizi katından bir ruh ile desteklesin! Kardeşim! Bil ki, saydığımız bu üç türden birini kendisinde bulundurmayan veya az ya da çok hepsinden bir parça nasiplenmeyen hiçbir insan yoktur. Bunun nedeni şudur: Daha önce “Ahlak Risalesi”[5] ve “Spermin Düştüğü Yer Risalesi”[6] adlı risâlelerde de açıkladığımız üze­re nefisler fiilleri, huyları ve bilgilerini ortaya koyma hususunda bedenlerin mizaç­larına bilhassa bu mizaçta hâkim olan veya ana madenin yapısında en güçlü şekilde bulunan özelliklere bağlıdırlar. Böyle olunca doğumu esnasında Ay veya Zühre ve Zühal’in etkilediği insanın karakterinde şehvanî nefs’in yiyecek ve içeceklerle bunları toplama, biriktirme ve saklamaya yönelik kuvveti ağır basar. Eğer insan doğumu esnasında Merih ve Zühre ya da Ay’ın etkisinde kalırsa karakterinde cinsel birleşme ve cinsel eylemlere yönelik şehvet egemen olur. Güneş ve Merih’in hâkim olduğu dönemde doğan insanın karakterinde ezme, egemenlik kurma ve başkan olma arzu­suna yönelik kızgın nefsin (nefs-i gazabiyye) şehveti galip olur. Güneş Merkür (Utarid) ve Jüpiter (Müşterî)’in etkili olduğu dönemde dünyaya gelen kişinin karakterin­de bilgi ve kültüre, erdemleri elde etmeye ve adaletli olmaya yönelik olan düşünen nefsin(nefs-i natıka) şehvetleri baskın olur.

“Spermin Düştüğü Yer Risalesinde bu gök cisimlerinin etkilerinin ceninin ya­pısında ve çocuğun karakterinde nasıl yer ettiğini açıklamıştık. Aynı şekilde “Ah­lak Risalesinde[7] de insanın bu tabiatları ve söz konusu tabiatlardaki huyları kabul etmeye, onlara elverişli hale gelmeye ya da bunun aksi bir duruma nasıl alıştığını açıkladık. Belirtmemiz gereken bu hususları dile getirdiğimize göre şimdi filozof­lardan birinin “Aşk şiddetli bir birleşme özlemi ve arzusudur’ şeklindeki sözünün açıklamasına dönelim. Bize göre birleşme rûhânî durumlara ve nefsânî hâllere ait bir özelliktir. Çünkü cismânî durumlarda birleşme mümkün olmaz. Cismânî durumlar için sadece yan yana gelme, karışma ve birbirine temas etme söz konusu olabilir. Birleşmeye gelince, bu bölümlerde açıklayacağımız üzere nefsânî durumlar içinde gerçekleşebilir.

Ey kardeşim! Bil ki, aşkın başlangıcı ve temeli bir bakış yahut diğerlerini bırakıp yalnız bir şahsa yönelmektir. Böylece aşk, sanki toprağa atılan bir tane, henüz yeni dikilmiş bir fidan yahut rahime yeni düşmüş taze embriyo gibi bir şey olur. Bundan sonra gerçekleşen sevgiliye bakışlar ve onunla geçen zamanların hepsi bu yeni dikil­miş aşk fidanını sulamak mesabesindedir. Günler geçtikçe aşk, bir ağaç yahut cenin oluncaya kadar gelişir ve büyür. Bu esnada âşığın bütün maksadı ve gayreti sevgilisi­ne yaklaşmaya çalışmaktır. Eğer bunu başarırsa o zaman sevgilisiyle yalnız kalmayı ve onunla sohbet etmeyi temenni eder. Ancak bütün bu hâllerin hiçbiri onun sevgi­lisine duyduğu şevki ve arzuyu azaltmaz, aksine artırır ve yoğunlaştırır.

Henüz gönül onu arzularken ona sarılıyorum, kucaklaşmaktan öte yakınlaşmak var mı?

Hasretimin dinmesi için onu öpüyorum, ama ona aşkım artıyor.

İki ruhun birleşmesi dışında, sanki gönlümün aşk ateşi sönmeyecek.

Sonra bil ki, hayatın ruhu nemli bir buhardır. Bu buhar rutubetten ve kandan çıkar, bütün bedende doğar ve gelişir, bedenin ve vücudun canlılığı bundan kaynak­lanır. Bu ruhun maddesi kalpteki yapısal harâreti rahatlatmak için sürekli olarak te­neffüs ile içe çekilen havadan kaynaklanır. Âşık ile maşûk kucaklaştıklarında, öpüş­tüklerinde birbirlerinin ağızlarının suyunu emip yuttuklarında bu sıvılar midelerine girerek burada mevcut olan rutubetlerle karışır ve bu karışım oradan karaciğerin özüne ulaşır, burada kanın unsurlarıyla karışır, damarlar aracılığıyla bedenin bütün uç noktalarına kadar yayılır, bedenin bütün parçalarıyla karışarak ete, kana, yağa, damara, sinire ve bunlara benzer diğer bedensel unsurlara dönüşür.

Yine buna benzer bir şekilde âşıklardan her birinin nefesi diğerinin yüzüne değ­diğinde bu nefeslerden sahibinin ruhuna ait bir esinti çıkarak havanın unsurlarıyla karışır. Bu karışımı teneffüs ettiklerinde nefes yollarına dolan hava ile birlikte onun içinde bulunan ve maşûkunun ruhundan kopan esintinin parçalarını da içine almış olur. Bu parçaların bir kısmı onun dimağının ön kısmına kadar ulaşır ve bunlar ışı­ğın billurun yapısında yayıldığı gibi yayılır. Bu ruh esintisi solunumu durumundan her iki âşık da lezzet alırlar. Solunan bu havanın bir bölümü de göğüsteki akciğerlere, oradan kalbe ve nabızla birlikte bütün atar damarlar yoluyla vücudun her bölgesine yayılır. Oralarda et, kan ve benzeri vücut maddeleriyle karışır. Sonuçta âşıklardan birinin vücudundan kopup ayrılan şey diğerinin, onunki de berikinin vücuduna yer­leşmiş olur. Böylece çeşitler (türler) meydana gelir. Bu karışmaların oluşturduğu ka­rakterlerden karışım çeşitleri, bu karışım çeşitlerinden de karakter çeşitleri meydana gelir. Bütün bunlar bedenlerin karakterlerine göre olup biter.

Nefis, ahlâk ve fiillerini ortaya koymada bedenin mizacına uyar. Zira cesedin mi­zacı, bedenin organları ve eklemleri hikmet sahibi Yaratıcı için ahlâk ve fiillerini gös­teren alet ve araçlar gibidir. İşte bu zikrettiğimiz sebep ve ilintilerden dolayı sevgililer arasında aşk ve sevgi meydana gelip devam eden günlerde gelişir. Güçlendikten sonra sevginin bozulması ve değişmesi uzun açıklamalar gerektiren bir takım sebeplerden kaynaklanır. Ancak biz öncelikle kişinin diğerlerini bırakıp da birine âşık olmasının sebebinden bahsedeceğiz. Biz şöyle diyoruz: Bunun sebebi doğumları esnasında sev­gililerin burçlarının benzerliği veya birbirleriyle uzlaşmasıdır. O çok çeşitli olmasına karşın biz burada diğer sebeplere delil olması için bir kısmını zikredeceğiz. Onlar­dan biri sevgililerin doğumunun bir yıldızın aynı burcu veya iki burcunda, eşleşen iki burcun üçgen gibi iki tarafta uyumlu veya doğumlarının eşit, gündüz saatlerinin uyumlu olması gibi uzun açıklamalar gerektiren hususlardır. Bahsettiğimiz şeylerin hakikatini insanların doğumları hakkında uzman olanlar daha iyi anlar.

Uzun zaman geçtikten sonra aşkın değişmesi, insanların doğum yıllarındaki dö­nüşümler veya doğuş derecesinin hareketlenmesi, burçlar ve vecihlerin hadlerinde gezinmesi sebebiyledir. Böylece gelecek yıllarda intihaların burçlarındaki yıldızların parıltılarının gezinmesidir.

Ey kardeşim! Bil ki, ay yörüngesinin altındaki bütün varlıkların hâlleri göksel cisimlerin hareketlerine bağlıdır. Bunu “Tabiatın Mahiyeti Risalesi”[8], “Devirler ve Küresel Dönüşler Risalesi”[9] ve “Rûhânî Fiiller Risalesi”nde[10] açıklamıştık.

Bölüm

Âşık Olunan Şeylerin Çeşitliliğindeki Sebeplerin Mahiyetine Dair

Ey kardeşim! Bil ki, insanların çoğu yanlış algıyla yalnız güzel şeylere âşık olundu­ğunu zannederler. Hâlbuki iş onların sandığı gibi değildir. Bu hususta darb-ı mesel (atasözü) olarak söylendiği üzere, “ Gerçekte güzel olmadığı hâlde nice güzel görünen­ler vardır” Ancak bu durumun yani güzel olmasa da birini sevmenin sebebi seven ve sevilen arasında meydana gelen uyuşmalardır. Seven ve sevileni birbirine bağlayan ortak noktaların sayısı ancak Allah’ın bilebileceği kadar çoktur. Biz diğerlerine delil olması için onlardan birkaçını zikredeceğiz. Bunlardan biri bileşik şeylerin parçaları arasındaki ilişkiler sebebiyle meydana gelen uzlaşmalardır. Mesela duyu organları ile onların algıladığı şeyler arasındaki ilişkiler bunlardandır. Bundan dolayıdır ki, gör­me kuvveti ancak renkler ve şekilleri arzular. Daha üstün bir özelliği olmadığı sürece onları güzel görür. Duyması da böyledir. O, daha üstünü olmadıkça sadece lezzet aldığı sesler ve nameleri arzular. Biz bu konuyu “Musiki Risâlesi”nde[11] açıklamıştık.

Dış dünyada duyular ve algılar arasındaki üstün ilişki olduğu sürece her bir duyu kendi algıladıklarına âşık olur, onları güzel görür ve onlardan lezzet alır. Diğer du­yular da bu kıyasa göredir. Duyular ve algıların mizaç bileşimleri çok çeşitli ve değiş­kendir. Onlar tek bir hâlde kalmadığı sürece duyuların algıları algılamadaki gücü de çeşitli ve değişken olur. Bu sebeple sen bir insan veya canlının yenilen, içilen, kokla­nan ve duyulan şeyden lezzet alırken diğerinin öyle olmadığını görürsün. Belki di­ğeri onu kötü görüp ondan acı duyar. O nun bir dönem onu güzel görüp ondan lezzet aldığını, başka bir dönemde onu hoş görmeyip ondan acı duyduğunu tespit edersin. Bunların hepsi yapıların farklılığı ve mizaçların çeşitliliği ona sunulan, nefret edilen ve ilgilenilen şeylere göredir. Onun açıklaması uzundur.

Ey kardeşim! Bil ki, ilahi hikmet ve Rabbânî yardım (inayet) varlıkları bazı yönlerden birbirlerine bağlamış ve onları bir düzen ile tanzim etmiştir. Bunun nedeni şudur: Varlıkların bir kısmı sebep (illet) diğer bir kısmı sonuçtur (ma ’lûl), yine bir kısmı ilkler diğerleri ikincillerdir. İlahî hikmet ve yardım (inayet) sonuç­ların (ma’lûlât) tabiatına sebeplerine doğru bir yöneliş ve özlem koymuştur. Anne babaların çocuklarına, küçüklerin büyüklerin küçüklere, güçlülerin zayıflara karşı var olan duyguları gibi sebeplerine yönelik bir şefkat, merhamet ve özlem duyduk­ları gibi varlıklar da sebeplerine ihtiyaç duyarlar. Çünkü zayıflar güçlülerin yardı­mına, küçükler de büyüklerin yardımına şiddetle muhtaçtırlar. Kureyş’in reisi ve bilgesine Kisra’nın sorduğu, “Hangi çocuğunu daha çok seviyorsun?” sorusuna onun verdiği şu cevap buna örnektir: “Büyüyünceye kadar onların küçük olanı, iyileşinceye kadar hasta olanı ve dönüp gelinceye kadar uzakta olanını daha çok seviyorum.”

Bölüm

Sonra bil ki, bebekler ve çocuklar anne-babalarının terbiyesine (eğitim ve bakı­mına) ihtiyaç duymayacak hâle gelince bundan sonra da tamlık ve kemâle ulaşma­ları için hocaların onlara bilim ve sanatları öğretmelerine muhtaçtırlar. Bu nedenle olgun erkeklerde, çocuklara ve gençlere yönelik bir ilgi ve sevgi vardır. Bu ilgi ve sevgi onların çocuk ve gençleri amaçlarına ulaştırmak için terbiye etme, eğitme ve olgunlaştırmada bir etken olmaları içindir. Farslar, İraklılar, Şamlılar, Rumlar gibi bilim, sanat, edebiyat ve matematik aşkıyla dolu milletlerin tabiatında bu özellik mevcuttur. Ancak Kürtler, bedevi Araplar, zenciler ve Türkler gibi bilim, sanat ve edebiyatla pek uğraşmayan milletlerde ise bu özelliğe az rastlanır. Bunların tabiatla­rında eşcinselliğe rağbet yoktur.

Kadınların erkeklere yönelik sevgi ve aşklarına gelince; zâten çiftleşme özelliği taşıyan bütün canlıların tabiatında bu mevcuttur. Çünkü bu özelliğin onların yapı­sına konulması sayesinde onlar bir araya gelme ve çiftleşmeye davet edilmiş olurlar. Böylece onların üremeleri sağlanır. Bunlardan maksat neslin devamının sağlanması, heyûlâda(madde) suretin cins ve türüyle muhafaza edilmesidir. Çünkü şahıslar sü­rekli bir akış içindedirler. Bütün bunların amacı, akıl sahiplerinin çoğunun düşün­celerinden uzaktır. “İlkeler (el-Mebâdi)” ve “Yeniden Diriliş (el-Bas)” Risâleleri’nde bunu açıklamıştık.

Bölüm

Sevilenlerin Türleri ve Bunlardaki Hikmete Dair

Ey kardeşim! Allah seni ve bizi katından bir ruhla desteklesin! Bil ki, sevgi çeşit­lidir. Sevilen şeyler de sayısını Allah’tan başkasının bilemeyeceği kadar çoktur. Biz burada diğerleri için delil olması gayesiyle onlardan sadece bir kısmını zikredece­ğiz. Sevilen şeylerden biri neslin devamını sağladığı için canlıların çiftleşme, evlen­me ve cinsel birleşmeyi sevmeleridir. Bir diğeri anne-babaların çocuklarına yönelik sevgileri, küçüklere sevgiyle bağlanmaları, onları besleyip büyüterek yetiştirmeleri ve onlara şefkat göstermeleridir. Sanki bu sevgi küçüklerin büyüklere muhtaç ol­malarından dolayı onların tabiatlarına yaratılışta yerleştirilmiş ve ruhlarına işle­miştir. Başkanların baş olmayı sevmeleri, hırsla onun peşinden koşmaları, başkanı oldukları kişileri koruyup kollamaları, gözetmeleri ve onlara şefkat göstermeleri, övülme, yüceltilme ve teşekkür edilmeği sevmeleri de bunlardandır. Sanki bu özel­likler yaratılışta onların tabiatlarına yerleştirilmiş ve ruhlarına işlemiştir. Bir diğer sevgi türü sanatçıların sanatlarını sergilemeğe yönelik sevgileri ve onu tamamla­madaki hırsları, onu öğrenme ve uygulamadaki şiddetli arzularıdır. Sanki bu sevgi onların sanatlara şiddetle arzu duymalarından dolayı onların tabiatlarına yaratılışta yerleştirilmiş ve ruhlarına işlemiştir. Ticaret erbabının ticaretlerine yönelik sevgile­ri ve dünyayı arzulayanların arzuları, onu toplama, biriktirme ve saklamaya yönelik hırsları, yeryüzünü imar etme, daha mükemmel araç-gereç üretme, onları biriktirip saklama sevgisi de bu kabildendir. Kendilerinden başkalarına ve daha sonra gelecek nesillere de bunlarda yarar olduğu için sanki bu sevgi yaratılışta onların tabiatlarına yerleştirilmiş ve ruhlarına işlemiştir. Âlimler ve bilgelerin bilgi üretme, edebî eser­ler ortaya koyma, matematiği öğretme, kapalılıkları araştırıp bulguları test etme, bilgileri kitaplara yazarak nesilden nesile ve yüzyıldan yüzyıla aktarmaya yönelik sevgileri de bunlardandır. Bunda ruhları ihya, huyları ıslah, hem din hem de dün­yanın yararı olduğu için sanki bu sevgi yaratılışta onların tabiatlarına yerleştirilmiş ve ruhlarına işlemiştir. Diğer bir sevgi türü iyi olma ve iyilik yapmaya, bunlar hak­kında söylenen övgü ve yüceltme sözlerine duyulan sevgidir. Bu hususlarda güzel ahlâka teşvik söz konusu olduğu için sanki bu sevgi onlarına yaratılışta tabiatlarına yerleştirilmiş ve ruhlarına işlemiştir. İnsanın hemcinsine yönelik sevgisi, aşk denen şey, âşıkların kendileri ve âşık olduklarının (maşûkât) durumlarıyla ilgili tasvirleri, gönüllerinde hissettikleri düşünce, sıkıntı, üzüntü, neşe, sevinç ve coşkular, bu ko­nuda dile getirdikleri güzel huy ve övülen davranış biçimleri, yerdikleri kötü huy ve rezaletler de bu tür sevgilerdendir. Bilgeler şöyle demiştir: “ Yaratılışta aşk olmasay­dı bütün bu faziletler gizli kalır, ortaya çıkamaz ve bu rezaletler de anlaşılamazdı” Söylediğimiz bu şeylerden açıkça anlaşılmaktadır ki, sevgi ve aşk varlığın tabiatında ortaya çıkan bir fazilet, büyük bir hikmet, ilginç bir ruhsal özelliktir. Yüce Allah’ın yarattıklarının içine onu yerleştirmesi onlara bir ihsanı ve onların yararına olan şeylerdeki desteğidir. Onlara kendini tanıtıcı bir rehberlik ve emirlerini daha çok yerine getirmeğe bir teşviktir.

Kardeşim! Bil ki, ruhların sevdiği ve âşık olduğu şeyler çeşitlidir. Bunlar ilimler­deki mertebeler ve marifetteki derecelere göredir. Nitekim şehvanî nefse baş olma, üstün gelme, ezme sevgisi uygun değildir. Hayvânî nefse de ilim, marifet ve fazi­letleri kazanma sevgisi uygun olmaz. Melekî nefse de bedenlerin sevgisi, et ve ke­mikten oluşan bedenlerle beraber olma sevgisi uygun düşmez. Aksine melekî nefse uygun olan; bedenlerden ayrılma, semanın melekûtuna yükselme, felekler uzayının genişliğinde yüzme, Kur'anda zikredilen “ravh” ve “reyhan’ın kokusuna ve esintisine kavuşma sevgisidir.

Bu nefis mertebeleri ve onlara uygun olan sevgililer (maşûkât) hakkında zikret­tiğimiz şeylerden dolayı kendi cinsleri, kendisine benzeyen sevgililer ve maşûklar dışında başka bir varlığa sevgi duyan, âşık olan ve özlemle yanıp tutuşan bir ruh bu­lamaz ve göremezsin. Çocuklar ve zihinsel özürlü insanların ruhları bu duruma ör­nektir. Çünkü onlar nefislerinin mertebesiyle uyuşan süslü heykel şeklindeki oyun­caklardan başka bir şeyi sevmez ve âşık olmazlar. Akılları başlarına gelip bilgi sahibi oldukları ve eğitim aldıkları zaman ilgileri daha üst düzeye çıkar. Onların ruhları önceden uğraştıklarından daha gerçekçi başka şeylerle meşgul olur. Onların meşgul oldukları şey güzellikler ve şekillerin görüntüsüdür. İnsanlar ve hayvanlara ait etten oluşan bedenler ve şekillerdeki süstür. Akıllı ve ergen insanların çoğu için bunlar onlardaki sevilen, rağbet edilen, arzulanan ve âşıkolunan şeylerdir. Ruhlar İlahî ilimler ve rabbânî marifetler konusunda eğitildiği zaman et ve kanda mevcut olan bu çekici heykel ve görünümlerin üzerine çıkarak onlardan daha değerli ve üstün olan şeylere yükselirler. Bunlar, kurtuluşa ermiş nâtık nefislerin ruhlar âleminde gördüğü güzel­lik, değer, kemâl ve cemâl sahibi ruhlara ait suretlerdir.

Sonra bil ki, insanların birçoğunun anlayışı bunları tasavvur etmeğe yetmeyince onlar hakkındaki bilgileri az olur. Onlar et, kan ve irinden oluşan bu bedensel, şekil­se! olan hayal ve görüntülerle yetinirler. Onunla tatmin olur ve onda rahata ererler. Yüce Allah’ın şu âyette buyurduğu gibi ruhlarındaki yetersizlikten dolayı bunlarla ebedî olarak birlikte olmak isterler. “Şüphesiz bize kavuşacağını ummayan ve dün­ya hayatına razı olup onunla yetinerek tatmin olan kimseler ile âyetlerimizden gafil olanlar...”'[12] Kuran-ı Kerimde bu mealde birçok âyet vardır.

Ey kardeşim! Sonra bil ki, varlıkların tabiatında ve ruhların yapısında mükemmel olarak en üst düzeyde bâkî ve ebedî yaşama sevgisi yerleşik bir şekilde mevcuttur. Şehvetli (şehvanî) nefsin hâllerinin en tamı bir engelle karşılaşmaksızın ve herhangi bir sorun yaşamaksızın kendi varlığının maddesi olan şehvetleri elde edip lezzetler­den yararlanarak ebedî olarak var olmaktır.

Aynı şekilde hayvânî nefsin hâllerinin en mükemmeli ise bir engelle karşılaşmak­sam ve herhangi bir sorun yaşamaksızın başkalarına reislik yaparak, kendinin dı­şındakileri ezerek ve kendine eziyet edenlerden intikam alarak ebedî bir şekilde var olmaktır.

Aynı şekilde düşünen nefsin (nefs-i natıka} hâllerinin en mükemmeli, bir engel­le karşılaşmaksızın ve herhangi bir sorun yaşamaksızın eşyanın hakikatlerini idrâk edip bunların lezzetlerini alarak sevinç ve neşe içinde ebedî olarak var olmaktır.

Düşünen nefisler ilim ve marifetlerden lezzet alırlar. Çünkü bilgilerin suretleri onların tamamlayıcıları ve onların faziletlerini olgunlaştırıcıdır. Onların şanı yüce olan Yaratıcıları nezdindeki en yüksek amaç ve hedeflerine ulaştırıcıdır. Bu hu­susta Yüce Allah şöyle buyurmuştur: “Muktedir bir hükümdarın katında doğruluk meclisindedirler.”'3

Sonra bil ki, bu hâller şehvetli (şehvanî) ve kızgın (gazabî) nefse uygun değildir. Fakat gaflet ve cehalet uykusundan uyanır, basiret gözü açılır, kendi âlemini müşahe­de eder, kendinin başlangıç (mebde) ve sonunu (meâd) anlar, Rabbine özlem duyar, âşığın sevgilisine duyduğu türden bir iştiyak ve coşkuyla Yaratıcısına yönelirse bütün bu hâller düşünen nefse yaraşır. Yüce Allah şu âyetiyle bu duruma işaret etmiştir: ",.. Müminlerin Allaha olan sevgisi daha güçlü bir sevgidir.. .”[13] [14] Yani O’nun dışındaki her sevgiliden daha büyük bir sevgiyle severler.

Sonra bil ki, her nefis bir şeyi sevdiğinde ona özlem ve iştiyak duyar, onu ister, her neredeyse ona yönelir ve gözü onun dışında hiçbir şeyi görmez, ondan başkasına ilgi göstermez. Nitekim şair şöyle söylemiştir:

Bir tek sevgili seviyorum. Yaşadığım sürece asla onun yerine başkasını istemiyorum.

Eğer onu elde edebilirsem, zâten amacıma ulaşmış olurum. Şayet elimden kaçarsa başkasını yâr olarak istemem.

Sonra bil ki, her kim bir şeyi severse onu özler ve onun için deli divâne olur. Ancak her ne zaman ona ulaşır, ondan sevdiği şeyleri alır, ihtiyaç duyduğu şekilde ondan istifade eder ve ona kavuşmanın lezzetine doyarsa bir gün mutlaka ondan ay­rılır, usanır veya ona karşı tutumu değişir. Var olan tatlılık gider, sevimlilik ve güler yüz kaybolur, özlem ve coşkunun ateşi söner. Sadece Allah’ı seven müminler ve Ona özlem duyan sâlih kulları bu hâlden müstesnadır. Zira onlar ebediyete kadar her gün sevdiklerine yakınlaşırlar. Bu yakınlık sonsuza kadar artarak devam eder. Yüce Allah şu âyette kendisinden başkasını sevenlere şöyle işaret etmektedir: “İnkâr edenlere ge­lince; onların amelleri ıssız bir çöldeki serap gibidir. Susamış kimse onu su sanır. Yanı­na geldiğinde hiçbir şey bulamaz. (Tıpkı bunun gibi kâfir de hesap günü amellerinden bir şey bulamaz)...”[15] Bu âyetin ardından Yüce Allah kendisini sevenlere iltifat edip hâllerini zikretmektedir. Sonra onların zikrinden onların sözlerine kinâye yaparak şöyle buyurmaktadır: “...Ancak Allah’ı yanında bulur da Allah onun hesabını tasta­mam görür. Allah hesabı çabuk görendir."[16] Yani seven katında. Bu cümleden ola­rak Hz. Musa (a.s.)’dan şu haber rivayet edilmiştir. O Rabbine seslenerek: “Rabbim! Seni nerede bulabilirim?” dedi. Yüce Allah cevap olarak “Kalpleri Benim için kırık olanların yanında” buyurdu. Hz. Peygamber (salla'llâhü aleyhi ve sellem) de şöyle buyurmuştur: “Allah’ı görüyormuşçasına kulluk (ibadet) et. Zira sen O’nu görmüyorsan da O seni görüyor."

Sonra bil ki, Şanı yüce olan Allah’ın velilerinin görmesi, şahısların hayalleri, şe­killeri, cinsleri, türleri, cevherleri, arazları, sıfat ve mevsufları bir mekân ve boyut içinde görmeleri gibi değildir. Fakat velilerin görmesi bundan daha şerefli ve üstün bir görme olup her türlü cismânî niteliğin ve maddesel sıfatın üstündedir. O, nur için nur ile nuru nurda görmektir. Yüce Allah şöyle buyurmuştur: ‘ Allah göklerin ve yerin nurudur. O’nun nuru, içinde kandil bulunan ve içi oyuk bir kandil gibidir. Kandil bir sırça içindedir. Bu sırça da sanki incimsi parlak bir yıldızdır ki, ne doğuya ne batıya nispet edilmeyen bir zeytin ağacından yakılır.”[17] Yani şekilsel ve maddesel değildir.

Sonra bil ki, aşkın nefislerin yapısındaki varlığı, nefsin bedenleri ve onlara ait güzellikleri çekici bulması, cezbedici sevgilere duyduğu özlemin en üst amacı onları gaflet uykusu ve cehalet mahmurluğundan uyandırmaktır. Dahası onu terbiye et­mek, üst makamlara çıkarmak, duyulara ait cismânî işlerden akla ait manevi olanlara ve cisim rütbesinden ruhsal güzelliklere yükseltmektir. Onun (nefsin) kendi cevheri­ni tanıyabilmesine, kendi unsurunun değerine, âleminin güzelliklerine ve ulaşacağı yerin iyiliğine bir rehberliktir. Bütün bu güzellikler ve süsler, eşyanın dış yüzünde ve cisimlerin yüzeylerinde görünen, arzu uyandıran cezbedici şeylerin bütünü sadece küllî nefsin ilk heyûlâda şekillendirdiği nakış ve resimlerden ibarettir. Tümel (küllî) nefis bunlarla şeylerin zahirlerini ve cisimlerin yüzeylerini süslemiştir ki, cüzi ne­fisler onlara baktığında bir özlem duysun, onlara iştiyakla yönelsin, onlara bakarak, onları inceleyip düşünerek ve hâllerini göz önünde bulundurarak onları elde etme­ğe yönelsin. Bütün bunlar şekiller ve güzelliklerin nefislerin zâtında suretleşmesi ve nefislerin özüne yapışması içindir. Bunun sonucunda bu cismânî şahıslar duyuların algı alanından kayboldukları zaman âşık olunan ve sevilen resim ve suretler cüzi ne­fislerin gözlerinde saf ruhanî suretler olarak kalırlar. Böylece o, cüzi nefisler yanında sevgilileri kalmış ve onlarla birleşmiş olurlar. Onların ayrılığından ve yok olmasın­dan ebediyen korkusu kalmaz.

Bu anlattıklarımızın delili şudur: Birisi herhangi bir kişiye âşık olur. Sonra sevgi­lisiyle arasına bir engel girer veya onu kaybeder veya sevgilinin sevene ilgisi değişir. Aradan biraz zaman geçtikten sonra âşık sevgilisiyle karşılaşır. Sevgili eski hâlini kaybetmiş ve değişmiştir. Buna rağmen o kişi sevgilisini daha önce onun bedeninde gördüğü güzellikler, süsler ve çekiciliklerle birlikte görmeğe devam eder. Çünkü her ne zaman o eski duruma dönüp nefsinde bâkî olan o suret ve resimlere baksa; onları yine eski hâllerinde, değişme ve farklılaşma olmadan yerli yerinde duruyor gibi gö­rür. O durumda nefis daha önce görmüş olduğu güzellik, suret, resim ve boyaları hiç değişmemiş bir şekilde kendinde müşahede eder. Nefis daha önce kendi dışında ara­dığı şeyi kendi cevherinde bulur. Bu durumda âşık gerçekte sevdiği ve âşık olduğu şeyin “sevgilim” dediği şahsın üzerinde gördüğü resim ve suretlerden ibaret olduğu­nun farkına varır, anlar. Oysa bugün onları nefsine nakşedilmiş, cevherine işlenmiş, zâtına resmedilmiş olarak değişmeden bâkî olduğunu görür. Akıllı ve anlayışlı kişi bu anlattıklarımızı düşündüğü zaman gaflet uykusundan ve cehalet mahmurluğun­dan uyanır, kendine gelir, kendi cevherini kazanır, başkalarına muhtaç olmaktan kurtulur. Onun hâli âşığın şu şiirinde anlattığı duruma benzer:

Daha önce ben bir yere alışıktım. İnkâr edilemez bir yürek yangını içimi dostlara özlemle dolduruyordu.

Şimdi ise gittiğim yerden bir çıkışım yok. Zira kölelerin efendilerden kurtuluşu yoktur.

Bu durumda onun ruhu yorgunluklardan, sıkıntılardan ve başkalarıyla beraber olmanın acılarından kurtulur. Şairlerin şiirlerinde dile getirdikleri ve hâllerinden şikâyet ettikleri gibi cisimlere âşık olan ve bedenleri sevenlerin maruz kaldığı hasta­lıklardan nefis şifa bulur. Bazı şairler şöyle demiştir:

Aşkı çok lezzetli bulsa bile dünyada âşıktan daha zavallı kimse yoktur.

Her zaman onu ağlarken görürsün. Ziraya ayrılıktan korkar ya da özlem yüreğini yakar.

Uzakta olursa ona hasretinden ağlar. Yanında olursa ayrılık korkusundan ağlar. Bu durumda uzaklaşınca da yakınlaşınca da gözü kararır.

Bölüm

Sonra bil ki, herhangi bir şahsa âşık olan, bu sıkıntıları yaşayan, bütün bu hâllerle karşılaşan, sonra teselli olması ve aklı başına gelmesi için nefsi gaflet uykusundan uyanmayan veya bunları unutup ikinci bir şahsa âşık olan kişinin nefsi elbette körlü­ğe batmış ve cehalet içinde sarhoş olmuştur. Bu konuda şair şöyle demiştir:

Adamlar aşk körlüğünden kurtuldular

Senin cahilliğinin geçmediğini görüyorum.

Sonra bil ki, insanların havâs (özel/üstün) ve avâm (sıradan)’ı vardır. Avâm, olan insanlar güzel bir şey veya süslü bir kişi gördükleri zaman nefisleri ona bakmaya ve yakın olmaya, onu düşünmeye can atan kişilerdir. Havâsa gelince; onlar, muhkem bir sanat veya süslü bir şahıs gördükleri zaman nefisleri onu meydana getiren hik­metli zâta, onu yaratan ilim sahibine, onu şekillendiren merhametli zâta özlemle yönelen, ona bağlanan ve onda huzur bulan kişilerdir ki, bunlar ürettikleri şeylerde ona benzemeye sözlü, fiilî, İlmî ve amelî her türlü işlerinde onu örnek almaya ça­balarlar.

Sonra bil ki, eksik nefisler gayret açısından zayıftırlar. Dünya hayatının nimetin­den başka bir şeye gönül vermez, sadece orada ebedi yaşamayı arzu ederler. Çünkü onlar ondan başkasını bilmez ve düşünmezler. Ancak şerefli ve razı olunmuş nef­se gelince o dünyaya rağbete tenezzül etmez, aksine ondan yüz çevirir, âhireti ister ve onu arzular, hemcinslerine ve kendisine benzeyen meleklere kavuşmayı temenni eder. Semanın melekûtuna yükselmeyi ve felekler uzayının genişliğinde seyahat et­meği özler. Fakat bu “Öldükten Sonra Diriliş ve Kıyamet Risalesinde belirttiğimiz üzere ancak bedenden ayrıldıktan sonra ve belirli şartlarla mümkün olur.

Sonra bil ki, bilgelerin nefisleri fiilleri, marifetleri ve ahlâklarında tümel (küllî)felekî nefse benzemeğe gayret eder, ona katılmayı arzu ederler. Tümel (küllî) nefis de aynen böyledir. O da felekleri idare edişinde, yıldızları hareket ettirişinde ve kâinatı yaratmada Yaratıcıya benzeme gayreti içinde olur. Bütün bunları Yaratıcısına itaat, O’na kulluk olsun diye ve O’na duyduğu özlem nedeniyle yapar. Bu nedenle bilgeler şöyle demiştir: Şüphesiz Allah ilk maşûktur. Felek sadece O na duyduğu özlemden dolayı, en tama hâller, en mükemmel gayeler, en üstün sonlar üzere sürüp gidecek olan devamlılık ve beka sevgisiyle döner.

Sonra bil ki, tümel (küllî) nefsin feleği döndürmesi ve yıldızları yürütmesindeki etken; dillerin ifadede aciz kaldığı ve sadece özetini verebildiği ruhlar âlemindeki bu güzellikler, faziletler, lezzetler ve sevinçleri ortaya koyma özlemidir. Nitekim Yüce Allah şöyle buyurmuştur: “Orada nefislerin arzu ettikleri ve gözlerin hoşlandıkları bulunur.”'*

Sonra bil ki, bütün bu güzellikler, faziletler ve hayırların hepsi sadece Allah’ın feyzinden olup Allah’ın tümel (küllî) aklı aydınlatması, bu nurun küllî akıldan küllî nefse ve küllî nefisten maddeye (heyûlâ) yansımasından kaynaklanmaktadır. Heyûlâ (madde) feleğin çevresinden yerin merkezinin sonuna kadar uzanan alanda mevcut olan cisimler ve şahısların zâhirleri üzerinde bulunan cisimler âlemindeki cüzi ne­fisleri görünür hâle getiren surettir.

Sonra bil ki, başından sonuna kadar bu nurlar ve güzelliklerin hareketi dolunaylı bir gecede aydınlık ve ışığın ayın cevherinin cisminden çıkarak havaya yayılması gibidir.

Sonra bil ki, bu nurların ve güzelliklerin başından sonuna kadar yayılmasının/ sirayetinin örneği, dolunaylı bir gecedeki ışık ve aydınlığın ayın cevherinin cismin­den çıkarak havada, güneşten doğarak ayın cisminin üzerinde, tümel (küllî) nefsin aydınlatmasından doğarak güneşin ve diğer yıldızların tümünün üzerinde, tümel akıldan doğarak nefsi küllî üzerinde ve Yaratıcının feyzi ve aydınlatmasından do­ğarak aklı küllî üzerinde yayılmasıdır. Nitekim Yüce Allah “Allah göklerin ve yerin nurudur”[18] [19] buyurmuştur.

Belirttiğimiz bu hususlar ile Allah’ın ilk sevgili (maşûk) olduğu, bütün varlıkların ona özlem duyup yöneldiği ve her işin ona döndüğü açıkça ortaya çıkmıştır. Zira bü­tün varlıklar; varlıklarını, içinde bulundukları durumu, varlıklarını sürdürmelerini ve en iyi hâle gelmesini O’na borçludurlar. Çünkü mutlak varlık O’dur. Sonsuza ka­dar var olma (beka) ve ebedîlik de tamlık, mükemmellik ve eksiksizlik de O’na aittir. Yüce Allah zalimlerin ve cahillerin söylediklerinden çok yücedir. Ey kardeşim! Allah dost (veli) ve seçkin kullarına vaat ettiği gibi seni ona ulaştırsın ve nurunu tamam­lasın! Nitekim Yüce Allah şöyle buyuruyor: “Kıyamet gününde, erkek ve kadın tüm müminlerin nurları önlerinden ve sağlarından gider, işte o inananlar diyecekler ki: “Ey Rabbimiz! Nurumuzu tastamam yap, bağışla bizi. Şüphesiz sen her şeye kadirsin.»”[20] Allah seni, bizleri ve bütün değerli kardeşlerimizi sapasağlam yolda yürümeğe mu­vaffak kılsın, seni, bizleri ve bütün değerli kardeşlerimizi doğruluk ve olgunluk yolu­na iletsin. Şüphesiz ki o, kullarına karşı çok şefkatli ve merhametlidir.

“Aşkın Mahiyeti Risalesi” burada sona ermiştir, bunun devamında “Öldükten Son­ra Diriliş ve Kıyamet Risalesi”[21] vardır.

Aklî Nefsânîlerin/Nefis ve Akla Dair Olan Şeylerin
(en-Nefsânîyyâtul-akliyyât) Yedinci -İhvân-ı Safâ Risâleleri’nin
Otuz SekizinciRisâlesi: Öldükten Sonra Diriliş ve
Kıyâmete Dair[22]

Rahman ve Rahim Olan Allah’ın adıyla!

A

llah’a Hamd ve onun seçilmiş kullarına selam olsun. “Allah mı daha hayırlıdır yoksa Ona ortak koştukları varlıklar mı?”[23]

Ey kardeş bilmiş ol ki, biz aşkın mahiyeti ve nefislerin muhabbetine dair, en üs­tün, en güzel, en mükemmel, en estetik, en noksansız ve en devamlı olan hususları açıklamayı bitirdik. Şimdi bu risâlede öldükten sonra dirilmenin, kıyametin ve mi­racın niteliğini açıklamak istiyor ve diyoruz ki:

Allah seni ve bizi katından bir ruhla desteklesin! Bilmiş ol ki, ilimler çoktur ve hepsi de üstün ve değerlidir. Onların bilinmesi insana üstün güç (izzet) verir, tah­sil edilmeleri ise insanı felaketten kurtarır. Onları elde etmek nefisler için hayat ve kalpler için rahatlık verir. Onları öğrenmek doğru yola ve rehberliğe ulaştırıp cehâlet karanlıklarından kurtarır, hem dinin ve hem de dünyanın yararına olur. Ancak ilim­lerin bir kısmı diğerinden daha üstündür. Onları öğrenenler arasında da üstünlük farkı vardır. Buna göre bilginlerin en üstünü din ve tasavvuf (verâ) konusunda bilgi sahibi olanlardır. Zira bunlar, ahiret konusunda taklit ve rivayete değil kesin bilgi ve basirete sahiptirler.

Ey kardeş! Allah seni ve bizi katından bir ruhla desteklesin! Bilmiş ol ki, gözle görülmediği için, ahiretin hakikatini kavramak ve insanların sonuçta varacağı yeri (meâd) bilmek, şeytana ve onun inkârcı zürriyetlerine kapalı kalmıştır. Aynı şekilde, (delilsiz olarak sadece) dilleriyle tekrar (ikrar) eden taklitçiler de, ahiret, öldükten sonra dirilme, kıyamet, yeniden yaratılma ve haşredilme, hesaba çekilme, yaptıkları işlerin teraziye vurulması (mîzân), sırat köprüsü ve orada, dünyada iken iyilik yap­mışsa ödüllendirilme, kötülük yapmışsa cezaya çarptırılma şeklinde yaptıklarının sonucunu görme gibi hususların gerçek mahiyetini bilemezler. Çünkü bu bilgi, özle­rin özü ve başkalarına değil, sadece Allah’ın dostlarına (evliyâullah) özgü bir sırdır. Zira Allah dostları, seçilmiş hayırlı kimselerdir, onların şahsiyetleri ebediyet yurdunu sürekli hatıra tutacak şekilde arı durudur.[24] Biz, değeri üstün olan bu risâlede, Aziz ve Çelil olan Allah’ı isteyenler ve ahiret yurdunu arayanlar için, rumuzlu işaretlerle ve getirilmiş örneklerle bu ilimin bir kısmına işaret etmek istiyoruz. Çünkü bu ilmin gerçek mahiyetini bildirmek açıklanamayacak kadar zor, fikirlerle düşünülmekten ve algılarla hayal etmekten uzaktı. O bilgiyi ancak arınmış nefisler, temiz ruhlar, bilinç­li kalpler ve duyarlı kulaklar algılayabilir. Fakat bu ilme dair açıklamayı yapmadan önce, nefsi, ruhu, onların gerçek durumlarını, mahiyetlerini ve fonksiyonlarını açık­lamaya ihtiyaç duymaktayız. Zira ahiretin hakikatini ve işlerin en sonunda varacağı yerin (meâd) durumunu bilmek yeniden diriliş ve kıyameti; nefis ve ruhu bilmekten sonradır. Bunun bir başka sebebi de şudur: Bir grup İslâm bilgini, ilimlerle (ulûm), kelamla ve cedelle ilgilenir, ancak nefsin durumunu ve varlığını inkâr eder, ruhun hakikatinden ve onun durumlarına dair fonksiyonlarından bilgisiz kalırlar. Bu se­beple öncelikle nefsin varlığına, özünün (cevher) mahiyetine ve fonksiyonlarına dair nakil yoluyla, haberler kanalıyla, rivâyetlerde yer alan bilgilerle ve peygamberlere indirilmiş olan kitaplarda yer alan verilerle delil getirmek istiyoruz. Daha sonra da aklî-felsefî kanıtlar zikredeceğiz. Çünkü bu bilginlerin bu konularda tartışma yapan­ları, nefislerinde şüpheler ve kalplerinde kuşkular bulunduğu için, sadece nakil ve rivayetlerle yetinmez ve bu kanallarla gelen bilgiler onları ikna etmez. Aksine onlar, aklî deliller ve felsefî kanıtlar isterler. O halde diyoruz ki:

Ey kardeş! Allah seni ve bizi katından bir ruhla desteklesin! Bilmiş ol ki, hukemâ ve filozoflar, kitap ve notlarında “nefısler’i çok zikrettiler, öğrencilerini ve evlatlarını nefsin ilmini (psikoloji) ve nefsin cevherini öğrenmeye teşvik ettiler. Zira psikoloji ilmini ve nefsin cevherini bilmek, rûhânî şeylerin başlangıç ve sonuç bakımından gerçek mahiyetlerini, Aziz ve Çelil olan Yüce Yaratıcıyı (Bârî Teâlâ), meleklerini bil­meyi, özellikle de, yeniden dirilme, kıyametin, öldükten sonra kabirlerden çıkma (neşr), bir meydanda toplanma (haşr), hesap, ceza, iyilerin sevap ve kötülerin azap görmesinin gerçek mahiyetini bilmeyi sağlayacaktır.

Buna göre, nefsini tanımayan, zâtını, nefis ve ceset arasında ne fark olduğunu bil­meyen her insan, sonunun nereye varacağını ve ahiretin gerçek mahiyetini unutarak, gayretini, cesedin durumunu düzeltmeye ve bedenin, yaşama zevki, dünya nimetle­rinden yararlanma ve dünyada ebedi kalma gibi faydalarını sağlamaya yöneltecektir! İnsan, nefsini ve onun cevherinin gerçek mahiyetini tanıdığı zaman genelde onun gay­reti, nefsinin durumuyla, düşüncesi de durumunu düzeltmeyle, öldükten sonra duru­munun nasıl olacağıyla, varacağı son durumu kesin olarak bilmeyle, dünyadan ahirete doğru yapacağı yolculuğa hazırlanmayla, ahiret için azık edinmeyle, hayırlı işlere koş­mayla, tövbeyle, şerden, çirkin şeylerden ve günahlardan kaçınmayla alakalı olur.

Bunu yaptığı zaman, ölüm korkusu ondan gider ve çoğu kere Allah’a kavuşmayı temenni eder. Allah’a kavuşmayı temenni etmek, Allah dostlarının ve O’nun sâlih kullarının niteliğidir. Nitekim Yüce Allah, insanları dışlayarak sadece kendilerinin Allah’ın dostları olduklarını iddia eden Yahudileri azarlarken Kur’ân-ı Kerimde Peygamber i Hz. Muhammed’in diliyle Allah’a kavuşmayı temenni etme meselesini zikretmiş ve “Eğer söylediğiniz doğru ise haydi ölümü temenni edin bakayım”[25] diye­rek onlara işaret etmiştir. Yani, ey Yahudiler! İnsanları dışlayarak sadece kendini­zin Allah’ın dostları olduğunu iddia ediyorsunuz, halbuki Allah’ın dostları, O’nun kendilerine vaat ettiği şeyleri ve onlar için hazırladığı esenliği ve hoş geldin karşı­lamasını hatırladıkları zaman (bunlara bir an önce kavuşmak için) ölümü temenni ederler, şayet siz de Allah’ın dostları iseniz ölümü temenni edin. Övgüsü yüce olan Allah bu konuda şöyle buyurmuştur: “Allaha kavuşacakları gün, (müminlere) hoş geldin karşılaması olarak ‘selâm sizlerefne mutlu size, girin cennete) denilecek. (Çün­kü Allah), onlara muhteşem bir ödül hazırlamıştır!”[26], “Allah’ın lütfedip kendilerine bağışladığı(şehitlik ve cennet nimetleri) ile sevinç duyarlar. Ve henüz kendilerine katıl­mamış olan kardeşlerine,(hesap gününde) herhangi bir korku ve üzüntü duymayacak­ları müjdesini vermek isterler.”[27] Aklı olan herkes kesin bir bilgi ile bilir ki, bunların (şehitlerin) cesetleri toprakta çürümüştür. Bu ikram, bağışlanan bu üstünlük, karşı­lama selamı ve esenlik ruhlarına ve pak, temiz nefislerine yöneliktir. Nitekim övgüsü yüce olan Allah bunu şöyle ifade etmiştir: “Ey gönlü (Allaha kullukla) huzura ermiş kişi (nefis)!O’ndan memnun olmuş ve Onu memnun etmiş olarak Rabbine dön. Haydi sen de (seçkin) kullarımın arasına katıl!”[28] [29], “ Ve andolsun insan benliğine (nefse) ve dü­zenleyen, sonra da kendisi için neyin iyi, neyin kötü olduğunu öğreten Rabb’e! Benliğini (nefsini) arındıran kesinlikle kurtulmuştur! Karartan ise felakete uğramıştır'”*, “O gün her insan (nefs) kendi canının derdine düşmüş bir halde (Allah’ın huzuruna) gelecek ve herkese, yaptıklarının karşılığı eksiksiz verilecek ve onlara haksızlık edilmeyecektir”[30], “Gerçi ben (bu sözlerle) kendimi (nefsimi) temize çıkarıyor değilim. Çünkü, Rabb’imin rahmet edip esirgemesi hariç, arzu ve ihtiraslar (nefs) insanı daima kötülüğe çağırır... ”[31] [32], “Ölümleri anında ruhları alan, ölmemiş olanlara ise uykuda alan yalnız Allah’tır. Böylece ölümüne hükmettiklerini (katında) tutar diğerlerini ise belli bir süreye kadar serbest bırakır...”1' Daha bunlar gibi Kuranda nefsi konu alan pek çok âyet vardır. Nefse dişil bir kalıpla hitap edilmesi, aklı olan herkesin onun cesetten ayrı/farklı bir şey olduğunu bilmesi içindir. Zira ceset eril bir kalıp olup ona dişil kalıpla hitap edil­mez. Nefis ve ceset arasındaki farkı açıklamak için bu fark yeterlidir.

Aklı olan herkes, cesedin durumunu düşünüp taşındığı zaman onun, et, kan, da­marlar, sinirler, kemikler ve buna benzer şeylerden oluştuğunu bilir. Cesedin aslı (başlangıcı) sperma ve cansız kandır. Sonra süt, gıda, yiyecek ve meşrubat olur, son merhalesi ölümdür. Nefis cesedi terk ettikten sonra ceset çürür ve toprak olur, sonra, övgüsü yüce olan Allah vadettiği gibi, dilerse o yeniden bir yaratık olarak diriltilir.

Nefse yani ruha gelince; o, göksel (yüce), nuranî, canlı, çok bilgi sahibi, tabiatı ge­reği fâal, duyulayıcı (hassas), anlayış sahibi, ölüp fâni olmayan aksine, ya lezzet alan veya ızdırap duyan ve ebedi olarak kalan bir cevherdir. Allah’ın ermiş ve sâlih kulla­rı gibi mümin kimselerin ruhları öldükten sonra göklerin melekutuna ve feleklerin geniş alanına yükseltilir ve oraya çekilir. Ruhun boşluğunda ve nurdan oluşan bir geniş alanda, rahat ve huzur içinde kıyamete yani muazzam olaya/dehşet anına(etTâmmetu'l-kübrâ) kadar yüzer. Cesetleri açıldığı zaman ruhlar, hesaba çekilmeleri, iyiliğe karşılık iyilik görmeleri ve kötülüklerine de bağışlanma ile karşılık verilmesi için o cesetlere geri döndürülür.

İnkârcı, günahkâr ve şerli kimselerin nefisleri ise, körlükleri ve cehaletleri içeri­sinde azapla kıvranarak, ızdırap çekerek, gamlı, hüzünlü, korkulu ve ürkek bir şekil­de kıyamete kadar beklerler. Sonra, hesaba çekilip yaptıkları kötülüklerin karşılığını görmeleri için içlerinden çıktıkları cesetlere geri döndürülürler.

Söylediğimizin doğruluğunun kanıtı ve betimlemesini yaptığımız şeyin gerçekliği noksanlıklardan beri olan Yüce Allah’ın şu âyetleridir: “(O mahkum oldukları azap) bir ateştir ki, onlar sabah ve akşam o ateşe sunulacaklar ve son saat gelip çattığında (Al­lah şöyle buyuracak:) Firavun ailesine en şiddetli cezayı verin!”[33], “. ..Keşke o zalimleri, ölümün pençeleri arasında çırpınırlarken bir görseydin! O zaman melekler, yakarlına yapışarak (diyecekler ki: ‘Haydi,) çıkarın bakalım canlarınızı! Allah adına gerçek dışı sözler söylediğiniz ve Onun âyetlerine karşı kibirlenerek yüz çevirdiğiniz için, bugün küçük düşürücü bir azapla cezalandırılacaksınız!”[34], “...’Haksız olduğumuza bizzât kendimiz şâhidiz!’ diyecekler...”'4, “(Ve hesap gününde Allah,) o halde, sizden önce ateşe girmiş cin ve insan toplulukları arasında siz de yerinizi alın!’ diyecek”'5, “Onlar hesap günü oraya atılacak ve bir daha oradan asla kurtulamayacaklar!”'6 Kuranda bu anlama gelen birçok âyet öldükten sonra nefsin ya lezzet duyarak veya ızdırap ve azap çekerek var olacağını (ölmeyeceğini) göstermektedir.

Aklını hakkıyla ve insaflı bir şekilde kullanan, nefsine öğüt veren, ölümden son­raki hayatı önemseyen, akibet/ahiret (meâd) konusunda düşünen, yolculuğa hazır­lanan, sefer için azık edinen, dünyaya gereğinden fazla değer vermeyen, ömür bitip ecel yaklaşmadan önce ahirete yönelen kimse için, belirttiğimiz şeylerde yeterli (bil­gi) vardır. Ey kardeş! Allah seni doğruya ulaşma konusunda başarılı kılsın, hangi memlekette olurlarsa olsunlar, Allah sana, bize ve bütün kardeşlerimize doğruyu buldursun.

Allah seni ve bizi katından bir ruhla desteklesin, bilmiş ol ki, yeniden dirilme, kıyamet, kabirlerin açılması ve insanların kabirlerinden çıkarılması (neşr), dirilme­den sonra bütün yaratıların (arasat meydanında) bir araya toplanması (haşr), orada bekleme, hesaba çekilme, iyilik ve kötülükleri tartmak için terazilerin kurulması, sırat köprüsünden geçme ve bunlar gibi peygamberlerin kitaplarında geçen husus­ları inkâr edenlerin inkârı, nefislerindeki şüphelerden ve kalplerindeki hayretten kaynaklanmaktadır. Bunun sebebi, onların, kendi nefislerini, onun cevherinin asıl mahiyetini, nasıl cesetle birlikte olduğunu, herhangi bir zamanda neden ona bağ­landığını ve herhangi başka bir zamanda neden ondan ayrılmadığını, başlangıcının nerden olup cesedi terk ettikten sonra da neticede nereye varacağını bilmeden, nef­sin gerçek bilgisini, nasıl olduğunu, yapılarını, mahiyet ve niceliğini bilmek isteme­leridir. Bütün bu konular kapalı bir bilgi ve ince (latif) bir sır olup felsefi (hikemî) ilimlere yeni başlayanların bunlar karşısında yapacağı tek şey, bu bilgiyi övgüsü yüce olan Allah’ın desteği ve onayı ile meleklerden vahiy ve ilham yoluyla alanlara ve onu Allah’tan doğru bir şeklide haber verenlere teslim olmak, iman etmek ve onları doğ­rulamaktır.

Bu ilmi teslim (kabul) ve doğruluğunu onaylama (tasdik) yoluyla almaya razı ol­mayıp kesin aklî kanıtlar (berâhiri) ve felsefi deliller (hucec) isteyenlerin pâk/arınmış nefislere, arı-duru kalplere, alıcı kulaklara ve temiz ahlâka sahip olmaları gere­kir. Aynı zamanda bunlar farklı mezhep ve görüşler konusunda taassup içerisinde olmamalıdırlar. Bununla birlikte onların, sayı, geometri, mantık ve doğal bilimler (tabiiyyât) gibi felsefi ilimlerde (er-riyâzâtu'l-felsefiyye) uzman, deneyimli ve ilahiyât ilimlerinden de haberdar olmaları gerekir. Risâlelerimizde bunların bir kısmını an­lattık, bu bilgilerden kardeşlerimizin ihtiyaç duydukları ve bilmeleri gereken mikta­rını açıkladık. Ey kardeş sen ilgili yerlere bak, değerlendir ve düşün inşallah doğruya ulaştırılırsın.

Sonra Ey kardeşim, bilmiş ol ki, “kıyâmet” kelimesinin anlamı Arapça “kâme/ yekûmu/kıyâmen” (ayağa kalkmak) kelimesinden türemiştir. Kelimenin sonunda bulunan “hâ” harfi mübalağa (abartılı anlatım) içindir. Kıyâmet kelimesi, nefsin düştüğü beladan ayağa kalkması anlamına gelmektedir. Öldükten sonra diriliş, nefsin gaflet uykusundan ve cehâlet uyuklamasından uyanması canlanıp/silkinip tam anlamıyla doğrularak kendine gelmesidir. Farsça ifadesiyle, tam anlamıy­la doğrulmasıdır.

Ey kardeşim, Allah seni ve bizi katından bir ruhla desteklesin, bilmiş ol ki, dünya konusunda tefekküre dalan, içindekilerle birlikte onun geçirdiği oluş, bozuluş, deği­şim, dönüşüm gibi farklılaşan durumlarını, özellikle bütün canlıların mecbur oldu­ğu yaşam ve ölümü düşünen ve geçmiş asırlarda geçip gitmiş olanların durumlarını değerlendiren her akıllı ve zeki kimse, ölümün kaçınılmaz olduğunu ve kendisinin de öncekilerin gittiği yere gideceğini kesin olarak bilir. Bu sebeple o, hakkında kesin bilgi elde etmek için ahiretin gerçek durumunu doğru ve açık bir şekilde bilmeyi arzular ve temenni eder.

Ey kardeşim, bilmiş ol ki, ahiretin durumu konusunda insanların iki farklı görüş ve yaklaşımı vardır: Bir kısmı ahireti kabul etmekte bir kısmı ise inkâr etmektedir. Ahireti inkâr edenler, insanın öldükten sonra bitki ve hayvanların hükmünde ol­duğunu sanmaktadırlar. Buna göre onlar, bitkilerin durumuna bakar, onların her birinin oluşma ve bozulma gibi durumlarını düşünür, durumlarını değerlendirir ve görürler ki, bitkiler oluşur, ortaya çıkar, belli bir kıvama gelir sonra çürür ve bozulur. Hayvanlar da böyledir; onların her biri doğar, büyütülür/eğitilir, belli bir yaşa gelir, sonra ölür, çürür ve yok olur, bitki ve hayvanların durumunun bu anlattığımız şe­kilde olduğunu görenler bunu insanın durumunda ölçü alırlar ve derler ki: “Bu dün­yada yaşadığımız hayattan başka (bir hayat) yoktur! Biz ölür ve diriliriz, bizi öldüren zaman(ın akışm)dan başka bir şey değildir!”'7 Halbuki Allah onlarla ilgili olarak di­yor ki, “Onlar bu konuda herhangi bir (delile veya güvenilir) bilgiye sahip değiller, tek dayanakları kuruntularıdır.’’[35] [36] Zira onlara “zaman/dehr” nedir diye sorulsa zamanı açıklayamaz ve onun ne olduğunu bilemezler.

Ey kardeşim, bilmiş ol ki, ahireti kabul edenler de (kendi aralarında) iki grup­tur. Bunların bir kısmı, kalpleriyle düşünmeden ve akıllarıyla gerçek mahiyetini bilmeden onu sadece dilleriyle kabul ederler ve kabul ettiklerini bu yolla söylerler. Onların bu kabulü, peygamberlerin (onlara selam olsun) sözlerini kabul etmekten, ona inanmaktan ve,ahiret konusunda söyleyip haber verdiklerini taklitten ibaret­tir. Diğer grup ise, peygamberlerin söylediklerini kabul edip doğrulamakla birlikte kalpleriyle ârireti düşünmekte ve akıllarıyla onun gerçek mahiyetini bilmektedirler. Yüce Allah şu âyetiyle her iki grubu da methetmiş ve onlara övgüde bulunmuştur: “...Böylece Allah içinizden iman edenleri ve kendilerine ilim bahşedilmiş olanları (bu fedakârlıkları sayesinde) yüce makamlara eriştirecektir...”'[37] Fakat Allah bunların da bir kısmını diğerinden daha üstün tutmuş ve şöyle buyurmuştur: “De ki, hiç bilenler­le bilmeyenler bir olur mu?”[38]

Ey kardeşim, bilmiş ol ki, ilim/bilgi, bir şeyi gerçek mahiyeti ve doğruluğu ile bil­mektir. İman ise, bu şeyi kabul etmek ve düşünmeden onu haber verenlerin sözünü doğrulamaktır. Halbuki peygamberler (onlara selam olsun) ve ermiş kullar (evliyâ), ahireti haber vermekte, onu kalpleriyle düşünmekte ve gerçek mahiyetini akıllarıyla bilmektedirler. Müminler ise dilleriyle ahireti kabul etmekte, verdikleri haberlerde peygamberleri doğrulamakta ve onların ahirete dair keşiflerini gözetlemektedirler.

Ey kardeşim, bilmiş ol ki, ahiretin durumunu gözetleyenler iki gruptur: Bunlar­dan biri, yer ve göklerin düzeninin bozulması anında ahiretin oluşumunu ve gele­cekte meydana gelişini gözetlemektedirler. Bunlar ancak duyularla algılanan şeyleri ve cisimlerden de ancak cevherleri, bunların durumlarından da ancak dışa yansıyanı bilirler. Diğer grup ise, ahiretin durumunu keşif, açıklama ve hakkında bilgi sahi­bi olma yoluyla gözetlemektedir. Onlar, akılla bilinen şeyleri, rûhânî cevherleri ve nefsânî durumları bilmektedirler.

Ey kardeşim! Ahiretin gerçek durumunu bilmek dünyayı bilmeye bağlıdır. Çün­kü bu ikisi birbirine muzâf (bağlı) cinslerdir. Muzaf cinslerin özelliklerinden biri, birinin bilinmesiyle diğerinin bilinmesidir. “Dünya” kelimesi isim olarak başka bir ismi gösterir. Dünya, “yakınlık” anlamına gelen “dünüvv” kökünden, ahiret ise “ge­cikme” anlamına gelen “teehhur’dan türemiştir. Dünya, bizim ilk bilgi edindiğimiz şey, onun durumları duyularla ilk algıladığımız, cesetlerimizden ilk hissettiğimiz, cisimlerimizin ve cinsimize ait türlerin durumlarına dair ilk gözlemlerimizdir. Bü­tün bunlar nefislerimizi tanımadan, onların âlemini gözlemlemeden, cinsimize ait türleri bilmeden ve akılla bilinenlerin bizzât kendisini bulup hissetmeden öncedir. Zira bunlar, cesetlerimizi terk ettikten sonra nefislerimizin elde ettiği şeylerdir. Nite­kim biz bunları cesetlerimizin doğmasından sonra elde ederiz. Zira, nasıl ki ceninin ana rahminden ayrılması (ona ait) cesedin doğması ise, nefsin cesetten ayrılması da onun doğması demektir.

Ey kardeşim, bilmiş ol ki, dünya hayatı nefsin cesetle beraber cisimler âleminde ayrılık vakti olan ölüme kadar kalma süresidir. Ahiret yurdu ise, şayet dünyadakiler bilirse, canlı olan ruhlar âlemdir. Ahiret, nefsin cesedi terk ettikten sonra yer ve gök durdukça kendi âleminde olmasıdır. Nitekim Yüce Allah bu hususu şöyle açıkla­mıştır: “Bedbaht olanlar (dünyadayken yaptıklarından ötürü) ateşte (yaşayacak) ve orada ah çekip inleyecekler. (Ve) Rabbin aksini dilemedikçe, gökler ve yer yerinde dur­duğu sürece orada kalacaklar: çünkü, dilediğini yapan (Allah)’tır, senin Rabbin. Bah­tiyar olanlara gelince, onlar (da dünyada yaptıklarından ötürü) cennette (yaşayacak) ve Rabbin bunun aksini dilemedikçe, gökler ve yer yerinde durduğu sürece -bitmeyen bir lütfün sonucu olarakorada kalacaklar.”2' Biz “Elemler Risalesinde[39] [40] ahirette bedbaht olanların azaplarının, bahtiyar olanların ise lezzetlerinin nasıl olacağını açıkladık.

Ey kardeşim, bilmiş ol ki, ölüm, nefsin cesedi kullanmayı bırakmasından başka bir şey değildir. Nefis cesedi kullanmayı iki sebepten dolayı bırakır: Bunlardan biri tabiî/doğal, diğeri ise arazî/sonradandır. Tabiî sebep, uzun zaman geçmesi sebebiyle cesedin yaşlanması, bünyenin zayıflaması, duyu organlarının tembelleşmesi, organ­ları harekete geçiren sinir ve kasların gevşemesi, bedeni besleyen nemin kuruması ve, yağın tükenmesi sonucu kandilin sönmesi gibi, içgüdüsel hararetin sönmesidir. Bu durumda insanın yaşaması mümkün olmaz, eylem ve işlerinden hiçbirini yapa­maz. Zira nefis için beden sanatkârın dükkanı gibi, organlar da âlet ve edevat gibidir. Sanatkârın âletleri yorgun düştüğü, kırıldığı veya dükkan tahribe uğrayıp yıkıldığı zaman sanatkâr, başka bir dükkan ve yeni aletler edinmeden sanatına ait hiçbir iş yapamaz.

Nefsin arazî bir sebepten dolayı cesedi kullanmayı terk etmesi çok çeşittir. Fakat bunları iki sebepte toplanır: Bunların bir kısmı, hastalıklar ve cesedi telef eden vi­rüsler (a’lâl) gibi, tercih hakkı bulunmayan cesedin dahilinden gelen sebeplerdir. Bir kısım sebepler ise hariçten kaynaklanır. Boğazlamak ve öldürmek böyledir. Öldür­me, bir insanın kast edip başka bir insanın ev veya dükkanını yıkması gibi, bozucu ve tahrip edici bir darbe ile kasıtlı birinin vücuda kast ederek onun bünyesini/yapısım yıkmasından başka bir şey değildir.

Ey kardeşim, bilmiş ol ki, hikmetle iş yapan her sanatkâr yapacağı iş hakkında düşünüp sonuçlarını dikkate aldığı zaman günün birinde dükkanının harap olaca­ğını, aletlerinin iş görmez hale geleceğini, beden gücünün zayıflayacağını ve gençlik günlerinin gideceğini bilir. Kim hızlı hareket eder ve dükkan harap olmadan, âletler iş görmez duruma gelmeden ve güç gitmeden çalışırsa, dükkanın da sanatıyla mal kazanır, sonra da çalışmaya ihtiyacı kalmaz, zira bundan sonra başka dükkana ve yeni alet ve edevata ihtiyaç duymaz. Aksine işten emekli olur ve daha önce kazandığı şeylerden yararlanma ve tadını çıkarmakla meşgul olur, işte cesedin harap olmasın­dan sonra nefsin durumu da aynen böyle olur.

Ey kardeşim, bak, düşün, acele et ve bu dükkan harap olmadan ve bu bünye yıkıl­madan azık edin. Şüphesiz azığın en iyisi takva (sorumluluk bilinci)dır.

Ey kardeşim, Allah seni ve bizi katından bir ruhla desteklesin, bilmiş ol ki, Allah’ın kullarına verdiği nimetler çok olup onların sayısını Allah’tan başka kimse bilmez. O’nun insana bahşettiği en değerli bağışlarından, en büyük nimetlerinden, en bol nimet ve ihsanlarından biri, gerçek ilimlerin sonuçlarını veren, rûhânî marifetleri ve Rabbânî Tanrılığı bulduran üstün (ayırt edici) akıl, sağlam görü ş(re’y) ve doğru ayırma yetisi (temyiz)dir.

Ey kardeşim, Allah seni ve bizi katından bir ruhla desteklesin, bilmiş ol ki, aklın en değerli sonuçlarından ve en üstün bulgularından biri, iyi görüşler, insanların ne­fislerini ve inançlarını düzelten doğru inançlardır. Zira iyi görüşler ve doğru (sahih) inançlar, sahiplerinin gaflet ve cehâlet uykusundan uyanmasına yardımcı olur, onları hatanın sebep olduğu ölümden diriltir, oluş ve bozuluş âlemi olan hâviye’nin (dipsiz cehennem) azabından ve cehennem ateşinden kurtarır, feleklerin ve göklerin geniş­liğinin bulunduğu canlılar âlemindeki cennet nimetlerine ulaştırır, onu yaratıcısına, ortaya çıkaranına, tamamlayıcısına, mükemmel hale getirenine ve ebedilik diyarın­da bulunan Yaratıcısının katındaki en yüce gayelerine, en mükemmel sonuçlarına ve orada bulunan makama ulaştırır. Oraya ulaşan devamlı olarak nimetlerden ya­rarlanmakta, lezzetlerden istifade etmekte, sonsuzluk hayatına ulaşanların sevincini yaşamakta en güzel yol arkadaşları olan peygamberlerle, sıddiklerle[41], şehitherle ve sâlihlerle[42] beraber olmaktadır. Bu, Allah’ın bir lütfudur.

Sonra bilmiş ol ki, doğru görüşlerden ve inananlarının nefislerini kurtaracak gö­rüşlerden biri, Allah’ı birleyenlerin (muvahhid) inancıdır. Bunların inancına göre, âlem (evren) sonradan yaratılmıştır, icat edilmiştir, Yaratıcısının avucunun içinde dürülmüştür, varlığında ve devamında O’na muhtaçtır, göz açıp kapayıncaya kadar bile O’na olan ihtiyacı ve anbe an feyzini ona ulaştırması bitmez. Şayet yaratıcı bu âlemden feyzini, tutmasını ve korumasını bir an keserse gökler çöker, felekler tah­rip olur, yıldızlar yere düşüşür, ana unsurlar (erkân) yok olur, yaratıklar helak olur, zamansız olarak âlem bir kerede silinir ve unutulur. Nitekim Yüce Allah bu durumu şöyle anlatmıştır: “Gerçek şu ki, semavi varlıkları ve yeri (yörüngelerinden) sapma­maları için tutan (yalnızca) Allah’tır. Bir kere sapınca da, Onun müdahale etmemesi halinde başka hiçbir güç onları tutamaz. (Fakat) Allah halimdir, çok bağışlayıcıdır!”[43], “Onlar, (O ndan başkasına kulluk edenler,) Allah hakkında doğru bir anlayışa sahip değiller; çünkü bütün yeryüzü, Kıyamet Günü O’nun için avuç içi kadar bir şey ola­caktır, gökler de O’nun sağ elinde dürülmüş hale gelecek. O kudret ve egemenliğinde sınırsızdır ve onların ortak koştukları her şeyin kat kat üstündedir!”[44]

Ey kardeş bilmiş ol ki, kim bu görüşe inanır, yer ve gökler konusunda bu inancı gerçekleştirirse devamlı olarak o kimse kalbi Rabbine bağlı, O nun ipine sıkıca sa­rılmış, bütün hallerinde Ona dayanmış, bütün tasarruflarında sırtını O na dayamış, her zaman Ona dua eden, bütün ihtiyaçlarını Ondan isteyen ve diğer işlerini O’na havale eden birisi olur, bu inanç sayılan bu niteliklerle onun için Rabbine yakınlık vesilesi, nefsi için hayat, kalbi için huzur ve felaketlerden/tehlikeli şeylerden kurtu­luş olur. Nitekim Yüce Allah, firavunla ilgili olan uzun bir hitabın sonunda, firavun âilesinden olup da mümin olan ancak imanını gizleyen bir kulunun durumu üze­rinden şöyle anlatmıştır: “Ve işte o zaman (şimdi) söylediklerimi (ister istemez) hatır­layacaksınız. (Bana gelince,) ben kendimi Allaha adıyorum; çünkü Allah, kullarının (kalbinde olan) her şeyi mutlaka görür. Allah onu (kavminin) şeytani tuzaklarından korudu, Firavun un ailesi ise şiddetli bir azabın pençesine düştü.”[45]

Âlemin kendi başına bağımsız, maddesi, varlığını sürdürmesi, korunması ve tu­tulması gibi hususlarda yaratıcısının feyzine ihtiyaç duymadan var olacağını sanan kimse Rabbinden yüz çevirmiş, Onu hatırlamayı unutmuş, O’na dua etmekten gaf­lete düşmüş, dünyaya ait ve orada kendine ait olan arazlarla meşgul olmuş olur. Böy­le birisi Rabbini ancak gaflet içinde hatırlar, O’na umursamaz bir şekilde dua eder, O ndan şımarık tarzda ve gösteriş olsun diye veya sıkıntı, bela, darlık ve musibet anlarında mecbur kaldığı için, zorlanarak, şüpheler taşıyarak, şaşkınlık ve sapkınlık içinde bir şey ister. Neden imtihan edildiğini ve nasıl affedileceğini bilmez, Rabbi­ni tam anlamıyla tanımaktan câhil olur, böylece dünya hayatı boyunca Rabbinden mahrum (arasına engel koymuş olarak) kalır. “Bu dünyada (kalp) gözü kör olan kim­se ahirette de kör olacak; öyle ki, yolunu büsbütün kaybedecektir.”[46]

İnananlarının nefisleri için iyi, gaflet ve cehâlet uykusundan uyanmasına ve kalk­masına yardım eden, hata ölümünden dirilten, oluş ve bozuluş âlemi olan dipsiz ce­hennem (hâviye) ateşinden kurtaran, felekler ve göklerin genişliği olan cennete ulaştı­ran ve O’nun katında aracı olarak onu yaratıcısına yaklaştıran, görüşlerden ve faydalı inançlardan, biri de, akıllı insanın Rabbine yöneldiğine ve onu yerleşeceği rahimde yer tutan bir sperm (nutfe) olarak yarattığı günden beri O’na doğru eğilim gösterdiğine inanması ve bunu kesin olarak bilmesidir. Rabbi ve yaratıcısı onu, durumdan duruma yani daha noksan durumdan daha tam ve mükemmel olana, daha alt seviyede bulu­nandan daha üstün olana nakleder. Rabbine kavuşup O’nu görüp müşahede edene ve hesabını eksiksiz olarak verene kadar bu durum devam eder. Nitekim bu durumu Yüce Allah şöyle anlatmıştır: “Artık kim Rabbine kavuşmayı umuyorsa, işte o Allah’ı razı eden imanına layık işler yapsın ve Rabbine kulluk ederken hiç kimseyi O’na ortak koşmasın!”[47] Kuranda bu anlamda daha pek çok âyet vardır. Bu görüşe inanmayanı tehdit etmek, azarlamak ve ayıplamak için şöyle buyurmuştur: “Şimdi Bizim sizi boş yere ve amaçsız yarattığımızı; dahası (hesap vermek için) Bize döndürülmeyeceğinizi sanıyorsunuz, öyle mi?’[48], “Beri yandan, er geç Bizim karşımıza çıkacaklarına inanmayıp kendilerini bu dünya hayatıyla hoşnut kılmaya çalışanlara, onun ötesini gözetmeyenlere ve (böylece) Bi­zim ayetlerimizi umursamayanlara gelince: yapageldikleri (bütün o kötülüklerden) ötürü onların varacağı yer ateştir’[49] Kur anda bu anlamda daha pek çok âyet vardır.

Ey kardeşim, Allah seni ve bizi katından bir ruh ile desteklesin, bilmiş ol ki, ahi­retin durumunun nişanı ve varılacak son yerin (meâd) dizgini yeniden dirilme ve kıyametin gerçek mahiyetini bilmeye bağlıdır. Bunların tamamı ise insanın nefsini ve onun cevherinin hakikatini bilmesine bağlıdır. Zira nefsini tanımayan ve onunla ceset arasındaki farkı ayırt edemeyen her kesin gayesinin ve gayretinin çoğu cesede ve onun durumunu düzeltmeye, dünyada ebedi kalmaya ve onun şehvetinin lezze­tiyle yararlanmaya yönelik olur. Ancak nefsinin gerçek mahiyetini bilen herkesin gayesinin ve gayretinin çoğu, nefsin durumuna, onu ıslah etmeye, en son varacağı ve karar kılacağı yeri düşünmeye, dünyadan yapılan göçe hazırlanmaya, ahiret için azıklanmaya, Yüce Allah’a kesin olarak kavuşmaya ve ölümden az korkmaya yöne­lik olur. İşte bu, Yüce Allah’ın dostlarının özelliği ve niteliğidir. Nitekim Yüce Allah Yahudileri azarladığı bir bağlamda şöyle buyurmuştur: “De ki: Siz Eğer Allah’ı sevi­yorsanız beni izleyin ki Allah da sizi sevsin... ”[50], “De ki: “Siz ey Yahudi akidesine men­sup olanlar! Diğer bütün insanları dışlayıp (yalnız) kendinizin Allahayakın olduğunu iddia ediyorsanız, hadi o zaman ölümü isteyin bakalım. Eğer söylediğinizde samimi iseniz bunu yapın!”[51] Yani, “Bizler Allah’n çocukları ve can dostlarıyız”[52] [53] şeklindeki sözünüzde samimi iseniz bunu yapın.

Ey kardeşim, Allah seni ve bizi katından bir ruh ile desteklesin, bilmiş ol ki, kıl­lıların en seçkin özelliklerinden biri ilim ve maariflerinin çok olmasıdır. Akıl sahibi âlimlerin ulaşacağı en üstün ilimlerden ve en kıymetli maariflerden biri, yeniden dirilme, kıyametin gerçek mahiyeti ve durumlarının nasıl değişip idare edildiğine dair olan bilgidir, ki Allah bunu ancak gerçek müminler içerisinde bulunan dostları­na gösterir ve bildirir. Noksanlıklardan Yüce olan Allah Kur anda bin yediyüz kadar âyette kıyametin durumlarının nasıl değişip idare edildiğini ifade etmiş ve onlara farklı niteliklerle ve çeşitli şekillerde işarette bulunmuştur. Meselâ kıyametle ilgili şu nitelemeleri yapmıştır: “Yeniden dirilecekleri gün”, “ceza/mükâfaat günü”, “ayırt etme günü”, “hesap günü”, “dehşet günü”, “imdâd günü”, “toplanma günü”, “haşr günü”, “kabirlerden çıkacakları gün”, “kıyametin kopacağı gün”. Daha buna benzer nice ni­telikler ve işaretler zikredilmiştir ki, kıyametin gerçekliklerini arama ve öğrenme ve bütün nitelikleriyle nasıl olduğunu düşünme konusunda bilginlerinin çoğunun aklı doğruyu bulamamış ve isabet edememiştir. Zira onun yorumunu ancak Allah ve ilimde derinleşip: “tümü Rabbimizin kalındandır”33 diyen Allah’ın seçkin kulları ve dostları bilir. Kıyamet ilmi konusunda Yüce Allah ayrıca şöyle buyurmuştur: . .oysa onlar, Allah dilemedikçe Onun ilminden hiçbir şey kavrayamazlar.. .”[54], “.. .O, kimseye bütünüyle gaybmı bildirmez’[55], “razı olduğu elçiler müstesna’[56], “Onlar O nun yüceliği karşısında derin bir saygıyla titrerler.”[57]

Ey kardeşim, Allah seni ve bizi katından bir ruh ile desteklesin, bilmiş ol ki, yeni­den dirilme ve kıyametin gerçek bilgisi, iblise, onun cin ve insan şeytanlarından olan zürriyetine, peşinden gidenlere ve askerlerine/ordularına kapalıdır. Bu bilgi Allah’ın en büyük sırrı olup yaratıkları içerisinden onu ancak razı olduğu dostlarına, seçkin kullarına, Adem’in, Nuh’un, İbrahim’in, İsrâil’in zürriyetinden sevdiklerine ve doğ­ruya iletip seçtiği kimselerin zürriyetlerine bildirir. Onlar hakkında Allah şöyle bu­yurmuştur: “İşte bunlar Allah’ın kutlu, onurlandırıcı bağışlarda bulunduğu nebilerden bazıları Adem’in soyundan, Nuh’la birlikte (o gemide) taşıdığımız kimselerin soyun­dan, İbrahim ve İsrail’in soyundan gelen ve (hepsi de) doğru yolu gösterdiğimiz ve seçtiğimiz kimselerden bazıları: Ne zaman kendilerine O sınırsız rahmet Sahibinin mesajları okunsa ağlayarak (Onun huzurunda) yere kapanan kimseler.”[58] Ey karde­şim, Allah merhametiyle sizi ve bizi onlardan eylesin. Zira O Allah, kullarına aşırı düşkün, şefkati ve merhameti bol olandır.

Biz, Aziz ve Çelil olan Allah’ın kanununa uyarak bu sırrın bir kısmını açıklamak ve ona bir şekilde işaret etmek istiyoruz. Zira onu tam olarak açıklamak câiz olmaz. “Allah dilediğini yolun doğrusuna iletir.”[59]' Hz. Peygamber de, bu kavim gibi nefisle­rine zulmedenlere işaret ederek şöyle buyurmuştur: “Allah’ım kavmime doğru yolu göster, zira onlar bilmiyorlar.”

Ey kardeşim, Allah seni ve bizi katından bir ruh ile desteklesin, bilmiş ol ki, akıllılar nefislerinin zekası, zihinlerinin saflığı, ayırt etme güçlerinin kalitesi bakımından farklı derecelerde oldukları gibi ilim ve marifet (maarif) konularında da farklı derecelere sa­hiptirler. Nitekim bunu “Görüşler ve Mezhepler Risâlesi”nde[60] açıkladık. Durum anlat­tığımız şekilde olunca akıllılar açık hakikatlerle tek bir hitapla değil de birden çok ma­naya gelen (müşterek) lafızlarla muhatap olmuşlardır. Bunun sebebi, akıl, zeka ve ayırt etme gücü olan her kesin gücü ve imkânı oranında ve ilim ve marifetleri yüklenmesi­dir. Nitekim övgüsü yüce olan Allah örnek kabilinden şöyle buyurmuştur: “O gökten su indirdiğinde ve (kurumuş) nehir yataklarından her biri) kendi hacimlerine göre dolup taştıklarında, akıntı yüzeydeki çerçöpü, tortuyu alır götürür...”[61] Kuran yorumcuları (müfessir) demişlerdir ki, bu âyetin manası ve yorumu şöyledir: Allah, buluttan yağ­muru indirdiği gibi, Kuranı gökten yere indirmiştir. Nasıl ki vadiler, genişliklerine ve akım miktarına göre sel yağmurundan yüklenirlerse kalpler de, Kuran ilminden, ilim­lerden ve marifetlerden elde ettikleri oranda ve nefislerinin cevherinin saflığına göre yüklendiler. Sonra anlaşıldı ki, “kalp” lafzı, canlıların bir çoğunda bulunan göğse bağlı koza şeklinde bir et parçası değildir. Buradaki “kalp ’ten maksat o et parçası değildin Aksine, kardeşlerimizin bundan kast ettikleri bunun ötesinde bir şey olup o da nefistir.

Ey kardeşim, bilmiş ol ki, “bas’Vdirilme sözcüğü Arap dilinde birden çok mana arasında ortak bir kelime olup üç anlama ihtimali vardır: 1. Gönderme anlamına ge­lir. Arapça ifadesiyle: “Ba’astü: Gönderdim” demektir. Nitekim Yüce Allah peygam­berleri gönderdiğini ifade ederken “ba’ase” kelimesini kullanmış ve “Ba’asellahu’nnebîyyîn”, yani “Allah peygamberleri gönderdi” demiştir. 2. Ölü cesetleri kabirlerden diriltip kaldırmak ve bedenleri topraktan çıkarmak anlamına gelir. Nitekim Allah’ın: ““Ne? Ölüp toprak ve kemik yığını haline geldikten sonra sahiden yeniden dirilecek miyiz? Yani eski atalarımız da mı?”[62] diyen kâfir ve inkârcılara “De ki: “Elbette, hem de en perişan ve zavallı şekilde!”[63] diyerek vaatte bulunduğu gibi. 3. Câhil nefisleri gaflet uykusundan uyandırmak ve cehâlet ölümünden diriltmek anlamına gelir. Öv­güsü yüce olan Allah bu anlamı ifade etmek için şöyle buyurmuştur: “(Ruhen) ölü iken hayata kavuşturduğumuz ve insanlararasındayolunu bulması için kendisine ışık tuttuğumuz kimse, hiç içinden çıkamayacağı derin karanlığın içine (gömülüp kalmış) biri gibi olur mu? (Ama) böyle: hakikati inkâr edenlere yaptıkları güzel görünür”[64], “Ama ölü (bir toplum) haline geldikten sonra belki şükredenlerden olursunuz diye sizi tekrar dirilttik.”[65] Hz. Muhammed (a.s.)’e yönelik olarak da şöyle buyurmuştur: “Ve gecenin bir vaktinde kalkıp, kendi isteğinle yaptığın ilave bir eylem olarak namaz kıl: ki böylece Rabbin seni belki (ahirette) övgüye değer bir konuma yükseltir.”[66]

Ey kardeşim, bilmiş ol ki, cesetlerin diriltileceğini kesin olarak bilmeyene ve düşünemeyene nefislerin diriltileceğini söylemek hikmete uygun düşmez. Zira cesetle­rin diriltilmesi tasavvuru mümkün ve anlaşılıp bilinmesi zihne yakın olan bir şeydir. Bunu kabul etmeyen ve tasavvur etmeyen/edemeyen nefislerin yeniden dirileceğini daha çok inkâr eder, o konuda daha cahil ve onu tasavvur etmekten daha uzak olur. Zira nefislerin yeniden dirilmesi, özel (havas) kişilere ait bilgilerdendir. Onu ancak ilahı ilimlerle ve Rabbânî marifetlerle barışık olanlar/onlara âşinâ bulunanlar tasav­vur edebilir. Allah’ın kâfirlerin cesetlerini yeniden diriltmeyi vaat etmesinin sebebi, yalanlamalarını onlara kanıtlayıp (inananlarla) hem fikir olmalarını sağlamak ve kötü eylemlerinden dolayı onları cezalandırmak içindir. İnananlara nefislerine can vermeyi ve ruhlarını yeniden diriltmeyi vaat etmesinin sebebi ise, iyi işlerinden do­layı onları ödüllendirmek ve eylemlerinden dolayı kendilerine sevap vermektir. Ey kardeşim, cesetlerin yeniden dirilmesini bekleyenlerden ve bedenlerin kabirlerden çıkarılmasını/açılmasım düşünenlerden olma. Çünkü bu kesin olmayan düşünceye kapılırsan bu senin hakkında büyük bir zulüm olur. Fakat imkânın varsa/dengeli düşünebiliyorsan nefislerin yeniden dirileceğini bekleyenlerden ve onların canlılık­larını devam ettirip rûhânî âlemlerine ve canlı olan yerleşme yurtlarına ulaşacakla­rını, nebiler, sıddikler, şehitler ve sâlihlerle beraber ebedi olarak nimetler diyarında kalacaklarını düşünenlerden ol. Bunlar ne güzel arkadaştırlar.

Bölüm

Cesetlerin Yeniden Diriltilmesine Dair

Ey kardeşim, bilmiş ol ki, cesetlerin viran olup kaybolmuş kabirlerden diriltilmesi ve topraktan kalkması, ancak geçmiş zamanda her herhangi bir vakitte kendileri­ne bağlı bulunan bu nefis ve ruhların o cesetlere geri döndürülmesiyle olur. Ruhlar onlara geri dönünce cesetler canlılık kazanır, bu bedenler dirilir, harekete geçer ve donmuş bir vaziyet aldıktan sonra duyulamaya başlarlar. Sonra bir yerde toplanır (haşr), hesaba çekilir ve ceza/mükâfat görürler. Çünkü yeniden dirilişin amacı ceza ve mükâfattır.

Ey kardeşim, bilmiş ol ki, aştan toprakta çürümüş olan cisimlere kurtarıcı nefsin yeniden döndürülmesi, çoğu kere cehâlet içinde onu öldürmek, cisimlerin karan­lıklarına daldırmak, tabiatın esaretine hapsetmek ve madde denizinde boğmaktır. Fakat nefislerin yeniden diriltilmesi ve ruhların faal hale getirilmesi, gaflet ve cehâlet gafletinden ve uykusundan uyanması, marifetlerin ruhuyla hayat bulması, tâbiî ci­simler âleminin karanlıklarından çıkması, madde denizinden ve tabiat esaretinden kurtulması, ruhlar âleminin derecelerine yükselmesi, nefsin rûhânî âlemine, nûrânî yerine ve canlı hayatına dönmesidir. Nitekim Yüce Allah şöyle buyurmuştur: “ Çünkü (akıllarını kullansalardı bilirlerdi ki) bu dünya hayatı geçici bir zevk ve eğlenceden baş­ka bir şey değildir; oysa ahiret hayatı, tek (gerçek) hayattır: Keşke bunu bilselerdi!”[67] Yani dünyada yaşayanlar keşke bunu bilseydi. Gerçek hayat ahiret hayatı olunca bu ahiret yurdunun sâkinleri hakkında ne düşünürsün ey kardeşim, onların nitelikleri, nimetleri ve lezzetleri nasıl olur acaba? Bu, ancak Yüce Allah’ın şu ifadesindeki gibi olur: “(Orada) altın tepsiler ve kadehler ile karşılanacaklar ve canlarının istediği ve hoş­lanacağı her şeyi orada bulacaklar. Ve siz orada oturup kalacaksınız (ey inananlar!)”[68] Orada ne ölür ne de hastalanırlar.

Ey kardeşim, Allah seni ve bizi katından bir ruh ile desteklesin, bilmiş ol ki, bütün ilimler üstün ve şereflidir, onları elde etmek sahipleri için güç ve üstünlüktür, onları bilmek, bilenlerin kalplerine ışıktır, nefisleri için hidayet ve hayattır, kalplerine şi­fadır, onları gaflet ve cehalet uykusundan uyandırmaktır, ruhlara lezzettir, cesetlere çekidüzen vermektir, cisimleri tamamlamak ve mükemmelleştirmektir, âlemi ayakta tutmaktır, yaratıklara düzen vermektir, varlıklara tertibe sokmaktır ve kâinat için süstür. Fakat şöyle denilmiştir: Bazı ilimler daha faziletli, daha üstün, daha kıymet­lidir. Yükümlülük sahibi olan akıllıların elde ettiği ilimlerin en üstünü ve en kıy­metlisi, övgüsü yüce olan Allah’ı tanımak, birliğine ait sıfatları ve şanına layık olan niteliklerini bilmektir. Bundan sonra nefsin cevherini ve bütün geçmiş, gelecek ve şimdiki zamanlarda durumlarının nasıl değişip idare edildiğini bilmek gelir. Sonra nefsin cisimlerle ilişkisinin nasıl olduğunu, onları idare etmesini ve bir süre beden­leri kullanmasını bilmek gelir. Sonra nefsin bedeni nasıl terk ettiğini, ondan nasıl ayrılıp tek başına kaldığını, kendi âlemine, unsuruna ve tümel cevherine katılışını bilmek, sonra yeniden dirilmeyi, kıyameti, toplanmayı, hesabı, amellerin tartılmasini, sırat köprüsünü, cennetlere girmeyi, Celal ve ikram sahibi Rahmana (Allah’a) komşu olmayı bilmek gelir.

Ey kardeşim, bilmiş ol ki, ilimlerin bu çeşidi özlerin özüdür. İşte bu ilme, diğer in­sanlar değil de, üstün, ayırt edici ve felsefî hikmete âşinâ akıl sahipleri teşvik edilmiş­tir. Çünkü ilmin ve maarifin bu çeşidi, meleklerin rütbesini takip eden marifetlere insanın ulaştığı en son mertebedir. Bundan dolayı bu ilmi kaldıracak akla sahip olan kimse, Allah’ın kendisini yarattığı günden Allah’a kavuşup hesap verinceye kadar bu­nunla yükümlüdür, onu uygulamalıdır ve ona doğru yönelmelidir. Nefsin varlığının ve cesede bağlanmasının, onunla beraber yaşamasının, onu tamamlayıp mükemmel hale getirmesinin en üstün gayesi de budur.

Ey kardeşim, Allah seni ve bizi katından bir ruh ile desteklesin, bilmiş ol ki, bu üstün ilme dikkat bakıp onu düşünmek istediğin ve bu gizli/ince sırrı araştırdığın zaman, tıpkı diğer ilim ve sanatlar hakkında onlara sahip olanlara yönelindiği gibi, onun ehline yönelme ve onlara bu ilimden sorma ihtiyacı duyarsın. Nitekim şöyle denilmiştir: Her sanat için ona sahip ve ehil olandan yardım isteyin.

Ey kardeşim, bilmiş ol ki, bu sanatın ehli olanlar ve bu sırları bilenler ancak bizim erdemli ve kıymetli kardeşlerimizdir. Ey kardeşim, onların söylediklerine bak, kabul edip dilinle ifade ettiğin, kalbinle inandığın eşyanın gerçek mahiyetine dair onla­rın anlattıklarını düşün, sonra duyduğunu tefekkür et, sana anlatılan şeyin üzerinde dur, basiretinle onu ayırt et, onu Allah’ın şendeki en güçlü kanıtı (hüccet), seninle hemcinslerin arasında yargıç olan aklına vur. Şayet duyduğun şeyin gerçek mahiyeti senin için ortaya çıkarsa, sana anlattıklarını tasavvur edersen ve sana haber verdik­lerini kesin olarak bilirsen şüphesiz bu, Allah’ın başarıya ulaştırması ve O’nun yol göstermesiyle olmuştur. Şayet bunun tersi olursan, elinden gelen gayreti sarfetmiş ve yükümlü olduğun konuda mazereti ortadan kaldırmış olursun. “Allah dilediğini doğru yola iletir”.

Ey kardeşim, bu sırrın hakikatini sorman, aradığını ve bilmek istediğini sana tarif etmesi için bu sanatın ehli olanlarla yolun kesişmezse, kendi gayretin, aklın, basi­retin ve ayırt etme gücünle bunu araştırma ve tefekkür yolunda şerefli filozofların yoluna gir, Mantık ilminde anlatıldığı gibi, akılların ölçüsü olan “burhânî kıyas’ı kul­lan. Biz mantık ilminden birkaç risâlede giriş ve öncü bilgiler mahiyetinde yetecek kadar açıklamada bulunduk. Fakat bu bölümde, seni kaynağına yaklaştırması için bir örnek vereceğiz.

Ey kardeşim, Allah seni ve bizi katından bir ruh ile desteklesin, bilmiş ol ki, in­san bilinebilecek şeylerin bir kısmını duyular yoluyla, bir kısmını duyma, rivayet ve haberler kanalıyla, bir kısmını düşünüp taşınma ve içgüdüsel akıl vasıtasıyla, bir kısmını ise vahiy ve ilham vasıtasıyla bilir. Bu ilim, insanın kendi kazanmasıyla ve tercihiyle olmaz aksine Allah’ın bir bağışıdır. Bu ilmin bir kısmı da kıyas ve kanıta dayalı akıl yürütme ve çıkarım (istidlâl) yoluyladır. Bu da kazanılmış akılla olur. İşte bu akılla akıllılar iftihar eder ve bununla feylosof ve felsefeciler üstünlük taslarlar.

Ey kardeşim, Allah seni ve bizi katından bir ruh ile desteklesin, bilmiş ol ki, yeni­den dirilme ilmini aradığın zaman ve kıyametin gerçek mahiyetini ve onun hallerine dair anlatılanları bilmek istediğinde bunun bilinmesi, anlatılan bu yolların dışında değildir. Bu bilgiyi kıyas ve burhân yoluyla öğrenmek istersen, bu konuda yani ye­niden dirilme ve kıyametin gerçek mahiyetini öğrenme konusunu kast ediyorum, el-Mecisti’nin arkadaşlarının güneşin hacminin büyüklüğünü/gücünü öğrenmek için çalıştığı gibi çalış. Mecisti’nin arkadaşları demişlerdir ki, güneşin hacmi miktar olarak ya yerinkine eşit, ya ondan büyük veya ondan küçüktür. Çünkü akla dayalı taksimde bunun dışında bir şey yoktur. Sonra onlar, kitaplarında genişçe açıklandığı üzere, gerçeğini öğreninceye kadar bu üç kısmı teker teker araştırdılar. Ey kardeşim, Allah seni ve bizi katından bir ruh ile desteklesin, bu kimselerin kendi meselesine ça­lıştığı gibi sen de bu meseleye çalış. Sonunda şunu söyleyeceksin: Yeniden dirilme ve kıyametin anlamı nefislerin değil cesetlerin yeniden dirilmesi veya cesetlerin değil nefislerin yeniden dirilmesi ya da her ikisidir. Zira taksimde bu üçün dışında bir şey yoktur. Sonra, bu bölümde açıklayacağımız üzere, bu üç kısmı tekere teker araştır.

Ey kardeşim, Allah seni ve bizi katından bir ruh ile desteklesin, bilmiş ol ki, in­sanın sadece bu görünen şekilden yani et, kan, kemik ve sinirlerden ve buna benzer olup tamamı uzun, geniş ve derin cisimler olan şeylerden ve insan sureti olan özel bünyeye sonrada gelen giren arazlardan oluşan bir varlık olduğunu sanan kimse, yeniden dirilme olgusunu gerçekleştiremez ve kıyametin asıl mahiyetini tasavvur edemez. Onun düşüncesine göre yeniden dirilme ve kıyamet ancak şöyle olabilir: Bu cesetler tamamıyla, bu cirimler ve arazlar aynıyla şu anda bulundukları haliyle iade edilecek, sonra bir meydanda toplanıp (haşredilip) hesaba çekilecekler. Açlık, susuzluk, gıda, sıcaklık, soğukluk, elemler, ağrılar, hastalıklar, hüzünler, belalar, ko­nuşma, sultan zulmü, kardeşlerin çekememezliği, komşuların düşmanlığı, akranla­rın kininden kaynaklanan ve katlanılan acılar, şeytan vesveseleri, yükümlü olunan ibâdet ve itaatların ağırlıklarını taşıma, oruç ve namaz gibi ibadetleri yapmaya gay­ret etme, tabiatta var olan âdetlerden ve insanın aslında yerleşik bulunan şehvetler­den nefsi engelleme ve tamamının şiddetli olmasıyla birlikte bedende nefse düşen bütünlük(ana unsurla/külliyât) gibi zorunlu sebeplere onu çekip götüren cisme ait şeyler ve eğilimler de geri gelecek. Ve bu düşüncede olan kimse insanın bu dünya­da bilinen bir vakte kadar hapsedilmiş olduğunu düşünür ve böyle inanır. Nitekim Hz. Peygamber şöyle buyurmuştur: “Dünya müminin zindanı ve kâfirin cennetidir” Çünkü gerçek mümin, dünyanın kendileri sebebiyle arzulandığı şehvet ve lezzet­lerden nefsini engelleyerek onu hapsetmiştir. Dünya hayatının bu şekilde olduğunu düşünen ve inanan kimse yeniden diriliş olgusunu tasavvur edemez ve kıyamet ol­gusunu gerçekleştiremez. Ona göre yeniden diriliş ve kıyamet ancak, nefsin bizzât bağımsızlık kazandıktan sonra cesedi terk etmesi, cevheriyle tek başına kalması ve kendi âlemini seyretmesidir. Böyle bir kimse Rabbinden ancak sâlih kullar, nebiler, sıddîkler, şehitler ve sâlihler gibi kendi cinsinden olan kimselere katılmayı/ulaşmayı ister. Nitekim Allah’ın dostu olan Hz. İbrâhim Rabbinden duasının sonunda, “Beni sâlihlere kavuştur”5' diyerek, Hz. Yusuf, “Beni Müslüman olarak öldür ve sâlihlere [69] kavuştur”[70] diyerek, ölümden sonrasını kast etmek suretiyle aynı şeyi istemişlerdir. Yüce Allah Peygamberi Hz. Muhammede ve bütün peygamberlerine şunu söylemiş­tir: “Senin için ahiret dünyadan daha hayırlıdır.”[71] Hz. Muhammed (a.s.) de şöyle bu­yurmuştur: “Allah dostlarının (evliya) dünyada ebedi olarak kalmasını asla istemedi.”

Görüşü ve inancı bu şekilde olan kimse yeniden diriliş olgusunu ve kıyameti an­cak nefsin cesetten ayrılması olarak tasavvur eder. Nitekim Hz. Muhammed (a.s.)’in şöyle dediği nakledilmiştir: “Ölen kimsenin kıyameti kopmuştur.”

Bu görüşe inananların bazısından nakledildiğine göre, bu kimse kendi görüşün­de olan bir kardeşiyle karşılaşmış ve ona demiş ki: Nasıl sabahladın ve dünyadaki durumun nasıldır? O da ona şöyle cevap vermiş: İyidir, bundan daha iyisi olarak in­şallah dünyanın âfetlerinden ve belalarından kurtulmayı umuyoruz. Ya sen nasılsın, durumun nasıl? O da şöyle dedi: Gurbet diyarında esir ve fakir, umduğu faydayı elde etmeye ve hoşlanmadığı zararı defet etmeye gücü yetmeden sabahlayanın durumu nasıl olur? Bunun üzerine kardeşi dedi ki: Bu nasıl olur? O da şöyle cevap verdi: Çünkü onlar bazen işledikleri hayır veya şerrin, irfan (Allah’ı tanıma) veya inkârın karşılığını görürler. Ey kardeşim, bilmiş ol ki, şüphesiz bu görüş ve inanç, kadın, çocuk, câhil, sıradan insanlar ve ilimlerin gerçek mahiyetini düşünemeyen ve onları bilmeyen kimseler için iyidir. Çünkü onlar bu görüşe inandıkları ve bu inancı ger­çekleştirdikleri zaman bu inanç onları iyilik yapmaya, kötülükleri terk etmeye, gü­nahlardan uzak durmaya, emirleri/ibâdetleri yapmaya, emânetleri yerine getirmeye, hıyanetleri terk etmeye, verilen sözlere sâdık kalmaya, sağlıklı ilişkiler kurmaya, o konuda samimi olmaya, güzel ahlâka ve bunun peşinden gelen pek çok güzel özelliğe teşvik eder, bu da hem onların hem de bu dünyada ölünceye kadar onlar gibi davra­nan ve onlarla yakın ilişki içinde olanların hayrına olur.

Fakat ilim ve maarifte bu grupların üstünde olanlar şu görüşte ve inançtadır­lar: Bu cesetlerle beraber, onlardan daha üstün ve faziletli başka cevherler vardır. Bunlar “ruh” veya “nefis” olarak adlandırılan cisimler değildir. Bu görüşte olan ise yeniden dirilme olgusunu ancak şöyle tasavvur edebilir ve kıyamet meselesi­nin ancak şöyle gerçekleşeceğini düşünebilir: Bu nefisler ve ruhlar olduğu gibi bu cesetlere veya onların yerine geçecek başka cesetlere geri dönecek, sonra yeniden diriltilip bir araya toplanacaklar, yaptıkları hayır veya şerden dolayı hesaba çekile­cek ve bunların karşılığını görecekler. Bu görüş, daha iyi ve doğruya daha yakındır. Daha önce ifade edildiği gibi, bunların inancında hem kendilerine hem de başka­larına fayda vardır.

İlim, maarif ve akıl yürütme (dirâyet)de bu grubun üstünde olanlar şöyle inanır­lar: Bu nefislerin ve ruhların dünyada bir süre bu cesetlerle beraber olmasının sebe­bi, zâtlarının düzgünlük (istikâmet) bulması, suretlerinin tamamlanması, potansiyel varlık durumundan fiili varlık durumuna çıkıp görünür olmaları, duyularla algıla­nanların durumunu öğrenme ve akılla bilinenlerin şekillerini (rüsûm) hayal etme gibi üstün özelliklerini mükemmelleştirmedir. Bu da, âdab, nefis terbiyesi (riyâzât), tabîî (doğal) ve İlâhî ilimlere âşinâ olmakla, değerlendirme, tecrübe, düşünme ve siyasetlerle elde edilir. Ruhların cesetle beraber olmasının bir sebebi de, nefisleri gaflet ve cehâlet uykusundan uyandırmak, maarif ruhuyla diriltmek ve onlar için basiret gözünün açılmasıdır. Basiret gözü açılmalıdır ki, nefis rûhânî âlemine bak­sın, hayvânî diyarını seyretsin, gurbet âleminde, sınav ve mihnet yerinde olduğunu, madde denizinde boğulduğunu, tabiatın esaretine tutulduğunu anlasın. Ki, orada kalpleri de saran tutuşturulmuş en derin cehennem (hâviye) e ait şehvetlerden kay­naklanan ateş yanmaktadır. Böylece biz dünyada nimetlerden yararlananlar şeklinde görülmekle birlikte aslında azap görenler, tercih hakkı varmış gibi gözükmekle bir­likte baskı altında kalanlar, imrenilenler şeklinde gözüksek de aldanmışlar ve aşağı­lanmış köleler şeklinde olsak da değerli özgür kimseler haline geldik. Bizim üzeri­mizde beş kral/yönetici baskıya dayalı otorite kurdu. Bunlar bizi en kötü işkenceye sürüklüyor ve istesek de istemesek de hükümlerini bizim üzerimizde uyguluyorlar. Ölünceye kadar onların hükümlerinden kurtulmaya, saltanatlarını defetmeye ve zu­lümlerinden yakamızı kurtarmaya çaremiz yoktur.

Bu görüşü benimseyene aynı görüşte olan kardeşi dedi ki: Bana söyle, bu yöne­ticiler kim? O da dedi ki: Evet, bunlardan birincisi, boşluğunda hapsolunduğumuz dönen felek (galaksi), gece ve gündüz durmadan üzerimizde dönüp dolaşan yıldızla­rı. Bunlar bazen bize gece ve onun karanlığını, bazen gündüz ve onun sıcağını, bazen yaz ve onun kavurucu sıcağını, bazen kış ve onun dondurucu soğuğunu, şiddetli savurucu rüzgarlarını, bazen bulutları ve onların yağmurlarını, bazen şimşekleri, yıl­dırımları ve onların çarpışlarını, bazen kuraklık, pahalılık ve toplu ölümleri, bazen savaş ve fitneleri (kargaşaları) ve bazen de üzüntü ve tasaları getirir. Bunlardan kur­tulmanın yolu ancak, ölünceye kadar ciddiyetle gayret göstermek, belaya uğramak, kederlenmek, zorluğa katlanmak, korku ve ümittir. Sonra dedi ki, o yöneticilerden birincisi budur.

Bir diğeri ise, bu tabiat ve onun aslında bulunan açlığın harareti, susuzluğun ya­kıcılığı, şehvetin azgınlığı ve yakıcılığı, ızdıraplar, hastalıklar, dertler ve ihtiyaçların çokluğudur! Bizim gece gündüz işimiz, ancak menfaat elde etmek veya bir an bile tek bir durumda durmayıp değişen bu cesetlerden gelecek zararı defetmektir! Bundan dolayı nefislerimiz bir gayret ve bela, yorgunluk ve zorluk, sıkıntı ve güçlük içerisin­dedir. Ölünceye kadar bize rahat yoktur. Bu da İkincisidir.

Üçüncüsü, bu İlâhî kanun (nâmûs), onun hükümleri, çizdiği sınırları, emirle­ri, yasakları, tehditleri, engellemeleri ve azarlamalarıdır. Şayet onun hükümleri­nin dışına çıkarsak boynumuz vurulur. İlâhî kanunun çizdiği sınırlardan kaçarsak yaşama lezzetini ve birlikteki (vahdet) varlığı bulamayız. Onun hükümleri altına girersek, bu sınırları yerine getirirken sayılamayacak kadar gayret ve sıkıntıya daya­namayız. Mesela, oruçlu iken açlık ızdırabı, namaz kılarken beden yorgunluğu, abdest ve gusül gibi temizliklerde suyun soğukluğundan kaynaklanan zorluklar, zekât, sadaka ve mali yükümlülükleri yerine getirirken nefislerin cimriliğinden kurtul­ma mücadelesi, hac ve cihadı yerine getirirken yolculuktan kaynaklanan zorluk­lar, haram olan lezzet ve şehvetleri terk ederken katlandığımız sıkıntılar böyledir!

Emirleri yerine getirmeyip yasaklardan kaçınmazsak işlenen suçlara karşı cezalar ve hükümler vardır. Bütün bunlarla birlikte Yüce Allah şöyle buyurmaktadır: “Ama, zamanı geldiğinde anlayacaksınız! Evet, evet! Zamanı geldiğinde anlayacaksınız! Ha­yır, (onu) tartışılmaz bir kesinlikle anlasaydınız, (cehennemin) yakıcı ateşini mutlaka görürdünüz! Sonunda onu keskin bir gözle mutlaka göreceksiniz: ve o Gün hayatın nimetlerine karşı yaptıklarınız) için mutlaka sorguya çekileceksiniz!”[72] İşte durumu­muz budur. Ölünceye kadar bundan yakamızı kurtarmamız ve kurtuluşumuz yok­tur. Bu da üçüncüsüdür.

Dördüncüsü, bu, üzerimizde baskı otoritesi kuran, zâlim sultandır. Bu, baskı ku­rarak ve mağlup ederek insanları hakimiyetine altına almış, zorbalıkla ve tehditle onları kendine itaat ettirmek istemiş, dilediği gibi onları yargılayıp ifadesini almak­ta, kendisine hizmet ve itaat edenlerden, emri ve kontrolü altında bulunup emri­ne ve yasaklarına uyanlardan istediğine ikramda bulunup onu yüceltmekte, karşı çıkanı alçaltıp uzaklaştırmakta, ihanet ve hilekârlık yapanı ve aldatanı ise işken­ceye maruz bırakıp öldürmektedir! Onun memleketinden çıktığımızda ve baskıcı otoritesinden kaçtığımızda bu dünya hayatındaki varlıklar arasında çileli bir hayat yaşamaktan başka şansımız yoktur. Zira biz yaşamanın lezzeti ve hayatın faydala­rını elde etme konusunda, yaşamın düzenlenmesi ve iyileştirilmesi için şehir ve köylerde birbirine yardımcı olan büyük bir topluluğa ihtiyaç duyarız. Bu topluluk için de, onlara sahip olup reislik yapacak, ayrılığa düşüp çekiştikleri konularda ka­rar verecek, güçlü ve zâlim olanın mazlum ve zayıf olana tecavüz etmesini engel­leyecek, yolları korkudan güvenilir hale getirecek, herkesin kurtuluş ve faydasının ayakta tutulmasında ve korunmasında olduğu, ilahi yasanın yoluna sıkıca sarılma­ları ve onun emredici kesin yükümlülüklerini yerine getirme konusunda insanları sorumlu tutacak bir sultan/otorite gereklidir. Bu sebep ve gerekçeden dolayı bizim memleketten çıkmamız ve onun otoritesinden kaçmamız imkânsızdır. Şayet ona hizmet eder ve ona itaat etmenin gereğini yerine getirirsek, bedenlerin yorulma­sı, nefislerin gam çekmesi, ruhların zorluğa maruz kalması, cesetlerin telef olması, aşağılanma ihtimali ve çekemeyenlerin alay etmesi, kardeşlerin siyasi davranması/ dalkavukluğu, akranların düşmanlığı, yolculukların çilesi, savaşların saldığı korku­lar, yükümlü tutulup katlanılmak durumunda olunan hayvanlardan, silahlardan, teçhizâttan ve bunların ihtiyaç gösterdiği şeylerden oluşan bütün âletlerde ve mo­bilyalarda bulunan yorgunluk ve zorluklar gibi sayılamayacak kadar çok olan gayret ve sıkıntıya katlanmak durumunda kalacağız. Bundan da ölene kadar bize rahat yok. Bu da dördüncüsüdür.

Beşincisi, bu vücut şeklinin ayakta durması için şiddetle ihtiyaç duyduğu yeme, içme, elbise, ev, binek, mobilya, dünya hayatını devam ettirmek için zorunlu olan şeyler, elde etmek için gece gündüz sıkıntıya girip gayret gösterdiğimiz yorucu sanat ve ticâretlere ait eğitim, bitkin düşüren kazanç yolları olan çiftçilik ve ziraatçilik, alışveriş, hesap konusunda münakaşa, hırs ve aç gözlülük, mal biriktirme, malları hırsızların hilesinden, haydutların diretmesinden ve sultanın baskı ve zulümle al­masından korumak ve sayılamayacak âfetlerden gözetlemektir. Bütün bunlar bitkin düşmekle, zorluğa katlanmakla, üzüntü ve gam çekmekle, bedenleri yormak ve ruh­larda ızdırap duymakla ve nefislerin acı çekmesiyle olur ki ölene kadar bizim bunlar­dan da rahata kavuşacağımız yoktur.

Ey kardeşim, işte bizim ve bizim cinsimizden olup bu dünyada yaşayanların ço­ğunun durumu budur. Bütün bu âfetlere rağmen dünyada kalmak ve orada ebedîlik isteyen kimse ki özellikten biri sebebiyle bunu istemektedir: Ya o ahirete inanma­makta, ölümden sonra gidilecek son yeri (meâd) tasdik etmemekte, varlığı ancak bu haliyle düşünmekte, ölümden sonrasının ya yok veya sadece şer olduğunu zan­netmektedir! Bu görüş ve inancı sebebiyle de dünyada kalmak ve bütün bu âfetlerle birlikte ebedîlik istemektedir. O, bu temennisinde ve ebedilik isteğinde mazur sayılır. Zira yaratılmışların aslında ve varlıkların tabiatlarında ebedi kalma arzu ve sevgisi ve yokluktan hoşlanmama duygusu vardır. Bu zikredilmiştir. Bu özellik ve şartlardan dolayı dünyada yaşayanların çoğu orada kalmaktan hoşnut olur ve ebedilik temenni ederler.

Âhiret yurdunun nasıl olduğunu düşünen, ölümden sonra gidilecek son yerin (meâd) olgusunu gerçekleştiren, onun üstünlük ve kıymetini, sevinç, lezzet ve ni­metlerini bilen kimseye gelince, âfetlerini, şerlerini, üzüntülerini, bela ve sıkıntıları­nı bildiği halde dünyada ebedi olarak kalması için ne gibi mazereti olabilir? O halde ey kardeşim, dünyadan ayrıldıktan sonra ailenle birlikte gruplar halinde nefsinin oraya yollanması için sen ahiret yurdunu tanımaya çalış. Nitekim övgüsü yüce olan Allah şöyle buyurmuştur: “Rablerine karşı sorumluluklarının bilincinde olanlar ise gruplar halinde cennete yollanacaklardır.”[73]

Ey kardeşim, Allah seni ve bizi katından bir ruhla desteklesin, bilmiş ol ki, eğer sen ahiret yurdunu bilmez ve ölmeden önce ölümden sonra gidilecek son yerin (meâd) olgusunu gerçekleştirmezsen ve nefsin bu dünyada kör olursa, o ahirette de kör ve yolunu şaşırmış olur. Ey kardeşim, inşallah sen bundan uzak olursun.

Ey kardeşim, bilmiş ol ki, ahireti kabul eden, ölümden sonra gidilecek son yerin (meâd) varlığına inanan ve bunu tasdik eden ancak, gaflet uykusundan uyandıktan, cehalet ölümünden maarif ruhuyla dirildikten ve basiret gözü açıldıktan sonra bunu tasavvur edebilir ve gerçek mahiyetini bilebilir. Basiret gözü açılınca bu durumda hidayet nuruyla kabul ve tasdik ettiğini görür ve o zaman “Arâf ehli’ nden[74] olur. Ni­tekim kendisine nasıl sabahladığı sorulan bir müjdeci (mübeşşir)'den nakledildiğine gör o şöyle demiştir: “Gerçek mümin olarak sabahladım!” Ona “îmanının hakika­ti nedir?” denilince de şöyle cevap vermiştir: “Sanki kıyametin koptuğunu görüyor gibi oluyorum, sanki Rabbimin arşını apaçık fark ediyorum, sanki yaratıklar hesap vermekteler, sanki cennetliklerle beraber nimetler içerisindeyim, cehennemlikler ise orada azap görüyorlar. Ona denildi ki: Sen isabet ettin o zaman aynı yolu ayrıl­madan tut!” Nitekim övgüsü YüceAllah buna ve bunun benzerine şöylece işarette bulunmuştur: “(Yine) A’râf ehli simalarından tanıdıkları birtakım adamlara seslene­rek derler ki: Ne çokluğunuz ne de taslamakta olduğunuz büyüklük size hiçbir yarar sağlamadı.”[75] “Gözleri cehennem ehli tarafına döndürülünce de: ‘Ey Rabbimiz! Bizi zalimler topluluğu ile beraber bulundurma!’ derler.”[76] “İçlerinde (yalnız) kendi ismi anılsın diye Allah’ın yükseltilmelerine izin verdiği evlerde Onun kudret ve yüceliğini sabah akşam dile getiren (öyle) kimseler (vardır ki,) bunları ne ticaret ne de kazanma hırsı Allah’ı anmaktan, salatta devamlı ve duyarlı olmaktan, arınmak için verilmesi ge­rekeni vermekten alıkoyabilir; böyleleri kalplerin ve gözlerin dehşetle döneceği Gün’den korkarlar.”[77]

Ey kardeşim, sen de, ekollerini (mezhep) tanımak, görüşlerine inanmak ve onla­rın yaptıkları gibi yapmak için onlarla arkadaşlığa ilgi duymaya, yollarına girmeye, yöntemlerini aramaya, ahlâklarıyla ahlâklanmaya, yaşadıkları gibi yaşamaya ve öğ­rendikleri ilimleri incelemeye var mısın? Şayet bunu yaparsan belki onlarla beraber haşredilir ve onlar gibi sen de kurtuluşa erersin. “Ama Allah, kendisine karşı sorum­luluk bilinci duyanları koruyacak ve (iç dünyalarında) ulaştıkları üstün mertebeler­den dolayı (onlara mutluluk bağışlayacaktır); ne bir kötülük dokunacak onlara, ne de üzüntüye kapılacaklar.”[78] Bunlar Allah’ın dostları ve sâlih kullarıdır. Allah onları İblis olayını (kıssa) anlatırken şu ifadesiyle istisna etmiştir: “Aslında, (zâten) yoldan çıkmış olup da (kendi iradeleriyle) senin peşine takılanların dışında, Benim kullarım üzerinde senin bir nüfuzun olmayacaktır.”[79] “(Bunun üzerine İblis): “Senin kudretine andolsun ki, onların tümünü şiddetli bir sapıklığa sürükleyeceğim!” dedi, “Senin ihlaslı kulların dışında (tümünü).”[80]

Ey kardeşim, sen de Allah’ın bu kullarından mısın, yoksa başkalarından mısın, bunu bilmek ve öğrenmek istiyorsan bilmiş ol ki, onların tanınmalarını sağlayan alametleri ve kendilerini gösteren nişanları vardır. Allah’ın, cehâlet ölümünden di­rilmiş, gaflet uykusundan uyandırılmış, kesinlik (yakîn) gözüyle ve hidayet nuruyla bakan, eşyanın gerçek mahiyetini bilen, kıyamet gününün hesabını seyreden dost­larının alametlerinden birisi şudur: Onlar, öyle bir topluluktur ki onlar için yer ve zamanlar, işlerin (olguların) değişmesi ve hallerin farklılaşması eşittir. Onlara göre bütün günler tek bir bayram ve tek bir cuma haline gelmiştir. Mekânlar ise onlar için tek mescit, bütün yönler kıble ve mihrap olmuştur. Nereye dönseler Allah’ın yüzü/ zâtı oradadır. Bütün hareketleri Allah’a kulluk ve sükut etmeleri de Allah’a itaattir. Övenlerin övmesi ve yerenlerin yermesinin onlara göre farkı yoktur ikisi de eşittir. Allah uğrunda yaptıkları konusunda kınayanların kınamasından etkilenmezler. Al­lah için adaleti yerine getirir, Allah için gerçek şahitlik yaparlar ve onlar namazlarını devamlı kılarlar.

Onlara göre bütün mekânlar aynı olup hepsi tek bir mescit, kıble ve mihrap ol­muştur. Çünkü onlar Yüce Allah’ın şu âyetini tasdik etmişlerdir: “Nereye dönerseniz dönün orası da Allah’ın yönüdür(Allah’ın yüzü oradadır).”[81] Allah’ın yönünü seyret­meleri ve şu sözünü tasdik etmeleri sebebiyle şâhitler olmuşlardır: “(Ey İnsanoğlu!) Göklerde ve yerde olan her şeyi Allah’ın bildiğinden haberin yok mu? Aralarında gizli gizli konuşan her üç kişinin dördüncüsü mutlaka O’dur ve her beş kişinin altıncısı; ister daha az isterse çok olsunlar ve nerede bulunurlarsa bulunsunlar O’nsuz olamazlar. Ama sonunda, Kıyamet Günü, Allah, yaptıklarını onlara gösterecektir çünkü Allah her şeyi hakkıyla bilendir.”[82]

Onlara göre günler eşit olup hepsi cuma ve bayram olmuştur. Çünkü onlar, kı­yamet gününü seyretmişlerdir. Kıyamet günü de Allah’ın Hz. Muhammed’i (a.s.) peygamber olarak gönderdiği günün evvelinden bin senenin tamamlanmasına ka­dardır. Nitekim Hz. Peygamber şöyle buyurmuştur: “Ben peygamber olarak gönderil­diğimde kıyamet bu ikisi gibiydi (baş parmak ve orta parmağını birbirine yaklaştırıp gösterdi).”[83]

Yine onlara göre, zamanların değişmesi ve durumların farklı oluşu aynıdır. Çünkü onlar Yüce Allah’ın şu sözünü tasdik etmişlerdir: “Hiçbir musibet, daha önce buyru­ğumuzda (öngörülmüş) olmadıkça ne yeryüzünün ne de sizin başınıza gelmez, şüphe­siz bu Allah için kolay (bir iş)tir. (Bunu bilin ki,) elinizden kaçan (iyi ve güzel) şeyle­re üzülmeyesiniz ve elinize geçen (iyi ve güzel) şeylerle de (boş yere) şımarmayasınız. Çünkü Allah, kendini beğenip küstahça davrananları sevmez.”[84] Bunların duası kabul olmuştur. Çünkü onlar Allah’tan ancak olanı ve geçmiş ilminde takdir edileni ister­ler. Onların kalpleri sebeplere ağlı kalmaktan kurtulmuş, bedenleri gereksiz şeyleri yüklenmekten kendilerini boşa çıkarmış, nefisleri vesveselerden durulmuştur. Onlar nefislerine bağlı kalmaktan da kurtulmuş olup, insanlar onlara karşı rahat ve güven­dedir; kimseye kötülük düşünmez, ister dost ister düşman ve ister muhalif ister aynı fikri paylaştıkları kimseler olsun, yaratıklardan hiç birine gizli kötülük planlamazlar.

Bu da diğer bir hikâyedir. Bunlar iki kişi arasında geçen diyaloglardır. Bunlardan biri, Allah dostlarından ve Allah’ın cehennem azabından kurtardığı, cehenneme esir olmaktan özgürlüğe kavuşturduğu, nefislerini ehline düşmanlık etmekten kurtardığı ve kalplerini cehennemde azap görenlerin ıstırabından rahata erdirdiği sâlih kullarındandır. Diğeri ise, cehennemde türlü azaplar görüp helak olanlardan, kalpleri ehline düşmanlık ateşiyle yananlardan ve nefisleri cehennem azaplarıyla ıstırap du­yanlardandır. Kurtulan helak olana dedi ki: Ey falanca nasıl sabahladın?

Dedi ki: Allah’tan gelen bir nimet içerisinde, onun artmasını isteyerek, ona istek duyarak, onu toplamaya hırs göstererek, Allah’ın dinine yardım ederek, Allah düş­manlarına düşmanlık ederek ve onlarla savaşarak sabahladım.

Kurtulan dedi ki: Allah düşmanları kimlerdir?

O da dedi ki: mezhebimde ve inancımda bana aykırı davranan herkestir.

Kurtulan dedi ki: “Lâilahe illallah” (Allah’tan başka ilah yoktur) diyenlerden olsa da mı?

O dedi ki: Evet

Kurtulan dedi ki: Onlara galip gelir ve yakalarsan onlara ne yaparsın?

O dedi ki: Onları kendi mezhebime, inancıma ve görüşüme çağırırım.

Kurtulan dedi ki: Ya dediğini kabul etmezlerse?

O da dedi ki: Onlarla savaşırım, kanlarını, mallarını helal sayar çoluk çocuklarını esir alırım.

Kurtulan dedi ki: Buna gücün yetmezse ne yaparsın?

O da dedi ki: Gece gündüz onlara beddua eder ve namazda lanet okurum. Bunla­rın tamamı Allaha yakın olmak içindir.

Kurtulan dedi ki: Onlara beddua edip lanet okuduğunda onlara bir şey isabet edeceğini biliyor musun?

O da dedi ki: Bilmiyorum! Fakat sana anlattığımı yaptığım zaman kalbimde ra­hatlık, nefsimde lezzet ve göğsümde şifa hissettim.

Kurtulan ona dedi ki: bunun neden olduğunu biliyor musun?

O da dedi ki: Hayır, fakat sen söyle bakalım.

Kurtulan dedi ki: Çünkü sen nefsi hasta, kalbi azap gören, ruhu ceza çeken bir adamsın. Zira lezzet ancak ıstıraplardan kurtulmaktır. Sonra bilmiş ol ki, sen ce­hennem tabakalarından birine hapsedilmiş durumdasın. O da “hutame tabakası’dır. Hutame, Allah’ın kalpleri saran tutuşturulmuş ateşidir. Bu cehennem hapsinden kurtulana ve Allah’a kavuşup onun azabından nefsin kurtulana kadar sen oradasın. Nitekim Yüce Allah şu vaade bulunmuştur: “Bir kere daha (hatırlatalım ki): Biz, Bize karşı sorumluluk bilinci taşıyanları (cehennemden) kurtaracağız; ama zalimleri onun içinde diz üstü bırakacağız.”[85]

Sonra helak olan kurtulana dedi ki: Hadi şimdi de sen bana görüşün, mezhebin ve nefsinin durumu hakkında bilgi ver bakayım o nasılmış?

Kurtulan dedi ki: Evet, bana gelince, ben, Allah’tan gelen ve sayısını bilemediğim, şükrünü yerine getiremediğim nimet ve iyilik içinde, Allah’ın benim için takdir ve taksim ettiğine razı olarak, hükümlerine sabrederek sabahladığımı düşünüyorum. Yaratıklardan hiçbirine kötülük düşünmüyorum, onlardan hiçbiri için içimde hâinlik gizlemiyorum ve onlar için kötülük yapmaya niyetlenmiyorum. Nefsim rahat, kal­bim genişlik içinde, benden yana halk güvende! Mezhebimi Rabbime teslim ettim, dinimse Hz. İbrahim (a.s.)’in dinidir! Ben de onun şu sözünü söylüyorum: “Bunun içindir ki, (yalnızca tebliğ ettiğim dinde) bana uyan kimse gerçekten bendendir; bana baş kaldırana gelince, şüphesiz Sen çok acıyan, esirgeyen gerçek bağışlayıcısın."[86] “Şa­yet onları azaba çarptırırsan şüphesiz onlar Senin kullarındır; ve eğer onları bağışlar­san şüphesiz yalnız Şensin kudret sahibi, hikmet sahibi!"[87]

Bölüm

Sonra bilmiş ol ki, cehennemin birçok tabakası vardır. Bunlar farklı heva ve he­vesler ve üst üste yığılmış cehaletlerdir ki, nefisler onların içinde hapsedilmiş ve on­larla beraber durdurulmuştur. Bunlara sahip olanların kalpleri onlardan dolayı çe­şitli ıstıraplarla azap çekmektedirler ve onlar azapta ortaktırlar. Ne zaman onlardan bir ümmet çekip gitse nesli tükenir, onların peşinden aynı mezhep ve görüşte olan öğrenci ve takipçilerinden başka bir topluluk gelir. Ne zaman farklı görüşlerden bir grup (cehenneme) gelse, Yüce Allah’ın pek çok surede ifade ettiği gibi, ondan farklı düşünen kardeşine lanet okur. Mesela Allah Araf suresinde şöyle buyurmuştur: “(Ve) bir güruh (ateşe) girerken her seferinde kendi yandaşlarına lanet edecek”[88] Başka bir surede de, “Bazılarınız diğerlerine lanet okur”[89]' demiştir. (Bu cehenneme girenler) birbirlerini ayıplarlar, birbirlerine hikâyeler anlatır ve kin güderler. Onlar azapta or­taktırlar. Onların dünyadaki durumu budur, ahiretteki durumları da, şayet bilirlerse buna eşit ve daha kötüdür. Allah seni ve bizi rahmetiyle onların şerrinden korusun!

Psikoloji (ilmun-nefs) ve tabiat ilmi ile meşgul olma/ilgilenme konusunda söyle­nenler hakkında görüşün nedir?[90] Ne dersin ey kardeşim, bu şehri yani insan cese­dini yapan bu saatte veya başka bir saatte orada iskân eden ve onu kullanan mıdır? Şayet bu saatte onu kullanan onu yapan ise onu nasıl yaptığını neden bilmiyor ve nasıl olduğunu neden anlatmıyor? Biz cerrahların ancak yıkıp, bozup tahrip ettik­ten sonra bu cesedin yapısının nasıl olduklarını anladıklarını görüyoruz. Eğer cesedi yapan şu anda onu kullanandan başkası ise onu yapanlar acaba kendi başlarına mı yaptılar yoksa başkalarının eliyle yapıp onu, içinde olanlar hariç, kullanana teslim mi ettiler. Acaba bu bünyeyi kullanan ve bu şehri yapanın öğrencisi veya oğlu olan kimse yapılma anında câhil bir çocuktu da kullandığı saatte erken, akıllı ve bilge mi oldu? Yoksa o zaman potansiyel olarak vardı da şu anda fiilî ve görünür duruma mı geldi?! Allah seni desteklesin, bu konuda bize bilgi ver ve bizi mükâfat alarak yolun en doğrusuna ilet.

Bölüm

Anlatıldığına göre, şanı büyük, saltanatı güçlü, memleketi geniş, askerleri ve kö­leleri çok olan bir kralın bir erkek çocuğu oldu. Çocuk yaratılış olarak babasına çok yakın ve benzer iken tabiat ve ahlâk olarak da ana-babasına benzemekte idi. Yetiştiri­lip büyüdüğünde ve olgunluk çağına geldiğinde babası onu memleketinin bir yerine yönetici olarak atadı. Askerlerine ve kölelerine ona itaat etmelerini emretti. Oğluna da onları güzel yönetmesini önerdi. Ona bütün nimetleri serbest bırakırken sadece kendi mertebesine (makamına) çıkmasını (krala ait en üstün yetkiyi kullanmasını) yasakladı. Oğlu uzun zaman yarım gün kadar nimetlerden yararlanarak ve lezzetleri tadarak bekledi. Ancak gâfıl ve dalgındı. Babasının kölelerinden olup da kendisin­den önce reis olan birisi onu kıskanıp şöyle dedi: Sen (esas) nimeti bilmedin ve esas lezzeti bulamadın. Çünkü en üstün lezzet ve nimete karşı yasaklısın, en lezzetli şeh­vetten engellenmiş durumdasın. Şayet elini çabuk tutar ve krallığı talep edersen bir an önce ona kavuşursun. Kralın oğlu olan bu kimse de bu kölenin sözüne aldandı. Çünkü çok gâfıl ve câhil birisiydi. Böylece vakti gelmeden önce elde etmemesi ge­reken şeyi talep etti. Vakti gelmeden önce onu talep edince mertebesi düştü. Babası katında derecesi alçaldı. Foyası meydana çıktı. Yanlışı ortaya döküldü. Babasından korkarak ve âdeta gizlenircesine memleketinden kaçarak gitti. Zorluklarla yüzyüze geldi. Başına zorluklar ve sıkıntılar isabet etti. Gayret ve belaya katlanmak durumun­da kaldı. Günün birinde babasının kendisine sağladığı nimeti hatırladı. Kaçırdığı fırsata üzüldü, üzülerek ağladı, sonra uyku tuttu ve uyudu. Onu yüklenip babasına getirdiler ve babası dedi ki: Onu bırakın cumaya kadar uyusun.

İkinci gün, insanlar içinde kardeşine en çok benzeyen bir oğlu daha oldu. Yetiş­tirilip büyüdü, olgunluk çağma geldi. Uysal, vakarlı, şükreden, sabırlı bir kimse idi. Onu da babası memleketinin bir yerine yönetici olarak atadı, oranın halkına bu oğ­luna itaat etmelerini emretti. Oğluna da onları (iyi) idare etmesini tavsiye etti. Oğlu da onları çağırdı, onlara emirler verdi yasaklar koydu fakat onu dinleyip emrine itaat etmediler. Zira o âdeta Zühal (Satürn) gezegeni gibiydi! Aksine ona eziyet ettiler. O ise bir süre onlara sabretti, ancak sonra babasına şikâyette bulundu. Babası bunun üzerine onlara sinirlendi ve çoğunu suya attı. Oğlu onların başına geleni görünce üzüldü/kederlendi uykusu geldi ve uyudu. Bu durumda iken babasına götürüldü, babası dedi ki: Bırakın cumaya kadar uyusun.

Sonra üçüncü gün Allah ona bir erkek çocuk daha verdi. Bu da insanlar içerisin­de daha önce anlatılan iki kardeşine en çok benzeyen kimse idi. Yetiştirilip büyüdü, olgunluk çağma geldi. Hayırlı, faziletli, bilgili ve ikna kabiliyeti olan birisi idi. Babası onu diğer kardeşlerinin yerine tayin etti. Halka ona itaat etmelerini, oğluna ise di­ğer iki kardeşine yaptığı tavsiyeleri yaptı. Bu oğlu da onları çağırdı, onlara emirler verdi yasaklar koydu fakat onu dinleyip emrine itaat etmediler. Zira o âdeta Müşteri (jüpiter) gezegeni gibiydi! Onu ateşle korkuttular. O da babasına gitti. Onun için bir heykel yaptırdı. Onun adına kurban adadı, ibadet (ve kurban kesme) yerleri yaptırdı ve insanlara şu çağrıda bulundu: Görmediğinizi görmek ve duymadığınızı duymak için gelin. Daha sonra uyudu ve babasına götürüldü. Babası da dedi ki: Bırakın cu­maya kadar uyusun. Onun çağrısı insanların kulaklarında kaldı duymadıkları halde birbirlerine aktarmaya başladılar. Heykelinin bulunduğu yere gidip esas görülmesi gereken yerleri göremediklerinden dışını görüyor, ibadethanesinin kurallarını ma­nasını anlamadan yerine getiriyorlardı. Çünkü onlar aklı kesmeyen kör, sağır ve dil­siz kimselerdi. Ey kardeş, onlardan olmaktan seni sakındırırım. Sen rûhânîlerin fiil­lerine ait risâleye aklının ışığıyla bak, belki söylediğimizi öğrenir ve işaret ettiğimiz şeyi anlarsın.

Sonra bu kralın dördüncü gün bir oğlu daha oldu. Yetiştirilip büyüdü, olgunluk çağma geldi. Bu, sabırlı, güçlü, gözü pek ve atılgan birisiydi. Babası kardeşlerinin yerine onu idareci olarak atadı. Halka ona itaat etmelerini, oğluna ise diğer iki karde­şine yaptığı tavsiyeleri yaptı. Bu oğlu da onları çağırdı, onlara emirler verdi yasaklar koydu fakat onu dinleyip emrine itaat etmediler. Zira o âdeta Merih (Mars) gezegeni gibiydi! Onlar onunla o da onlarla mücadele etti ve çarpıştı. Babasının desteğini al­mıştı. Bu sebeple onları mağlup etti güçlerini dağıttı, birliklerini parçaladı, araların­daki kaynaşmayı darmadağın etti, karaya ve denize savurdu. Sonra tek başına, garip olarak kaldı, çağrısına cevap verilmeyen, emrine aldırış edilmeyen birisi haline gel­di! Kederlendi, üzüldü, uykusu geldi, uyudu ve babasına götürüldü. Babası da dedi ki: Bırakın cumaya kadar uyusun.

Sonra beşinci gün Allah ona bir erkek çocuk daha verdi. Buda insanlar içerisinde ilk kardeşine en çok benzeyen kimse idi. Yetiştirilip büyüdü, olgunluk çağma geldi. Doğru yolda, olgun, güzel ve dost birisiydi. Babası kardeşlerinin yerine onu idareci olarak atadı. Halka ona itaat etmelerini, oğluna ise diğer iki kardeşine yaptığı tavsi­yeleri yaptı. Bu oğlu da onları çağırdı, onlara emirler verdi yasaklar koydu fakat ona çok az uydular ve pek az itaat ettiler. Zira o âdeta Zühre (Venüs) gezegeni gibiydi! Sonra onun üzerine sıçrayıp annesinin diktiği gömleği sırtından aldılar. O da ba­basına gitti. Babasını ordularıyla onlara karşı savaşmaya çağırdı. O da kendisinden bir güçle onu destekledi. Sonra, onların ona ait insan yapısına baskı yapmalarına karşılık o da onların nefislerine nüfuz etti (işledi) ve utsal yönlerine baskı kurdu! Ve baştan inmek istedi. Babası dedi ki: Cumaya kadar sabredin.

Sonra altıncı babası yıldızlara dedi ki: Utarid (Merkür)’e benzeyen oğlum[91] için bir gün seçin, oluş ve bozuluş âlemine insin, uyumakta olan kardeşlerini uyandırsın ve onları hakkına çağırsın. Ben onlardan razıyım. Namaza hazırlanmaları için on­lara emir versin. Çünkü bayram günü olan cumadır. Kadılar/yargıçlar ortaya çıksın ve anlaşmazlığa düştükleri konularda bunlar arasında hüküm versinler. Yıldızların önde gelenleri ve yıldızların reisleri Mars gezegeninin evinde toplanıp aralarında fikir alışverişinde (müşavere) bulundular. Yıldızların reisi ve kralı olan güneş dedi ki: Ben gücümden onun için seçimde bulunuyor ve üstünlüklerimden ululuk, reislik, otorite, güç, yücelik, güzellik, parlaklık, övgü, medh, fedâkârlık ve vermeyi ona azık olarak veriyorum.

Yıldızların şeyhi olan Zühal (Satürn) dedi ki: Ben gücümden onun için uysallık, vakar, kararlılık, derinlik, yüce himmet, koruma/korunma, emânet/güven, düşünme ve taşınmayı tercih ediyorum.

Adaletli yargıç olan Müşteri (Jüpiter) dedi ki: Ben gücümden onun için tercihte bulunuyor ve ona azık olarak, din/dindarlık, kötülüklerden sakınma(vera), hayır, düzgünlük/fayda, adalet, insaf, hak, doğruluk, sadakat, vefa, korunma ve kişiliği ve­riyorum.

Ordu komutanı Merih (Mars) şöyle dedi: Ben gücümden onun için tercihte bulu­nuyor ve ona azık olarak üstünlüklerimden, azim, tavizsizlik, cesaret, şecaat, gayret, zafer, galibiyet, fedakarlık, cömertlik ve uyanıklığı veriyorum.

Yıldızların kız kardeşi olan Nâhid (iri göğüslü kadın) dedi ki: Ben gücümden onun için tercihte bulunuyor ve ona azık olarak üstünlüklerimden, güzellik, estetik, kusursuzluk, olgunluk, şefkat, merhamet, süs/ziynet, temizlik, sevgi, aşk, sevinç ve lezzeti veriyorum.

En küçük kardeşleri ki, görüntü olarak en gizli, istihbarat olarak en üstün, sanat olarak en açık, bilgileri en çok, şaşırtıcı/imrendirici yönleri en meşhur ve parlak ola­nı budur, dedi ki: Ben gücümden onun için tercihte bulunuyor ve ona azık olarak üstünlüklerimden veriyor ve menkıbelerimden edebî konuşmayı (fesâhat), hatipliği (nutk), ayırt etmeyi, zekiliği, değerlendirmeyi/dikkati, inceliği, okumayı, nağmeyi, ilimleri ve hikmeti bağışlıyorum.

Yıldızların annesi olan ay dedi ki: Ben onu emziriyor ve büyütüyorum, gücümden onun için tercihte bulunuyor ve ona azık olarak üstünlüklerimden nur/ışık, parlak­lık, fazlahk/ziyade, artma, üç kıtada hareket, seferlerde yolculuk, arzulara, yaşayış ve haberlere ulaşma ve ecellerin zamanını bilmeyi veriyorum.

Sonra felekler döndü, rûhânîlerin güçleri çalkalandı, gök ehli müjdelendi ve sura üflemek için ölülerin kabirlerinden kalkmasını sağlamakla görevli olan melek fecir doğmadan önce kadir gecesinde oluş âlemine indi. Bu çocuk anasının rahminde kırk güneş günü bekledi, yirmi gün emdi, nihayet büyütüldü, gelişti ve olgunlaştı. İnsan­lar içerisinde üçüncü kardeşine en çok benzeyen o idi. Zira o, aralarında karşılaşma/ buluşma olması, ikisinin de dört kat olması ve feleklerinin karşılıklı olması sebebiyle, jüpiterin kardeşi olan merküre benziyordu. O zaman bu çocuk diğer kardeşleri ara­sında cüsse olarak en kusursuz ve şekil (suret) olarak en mükemmeli oldu. Bu çocuk, edîb, âlim, bilge, kral, aziz (güçlü), adaletli bir önder ve gönderilmiş bir peygamber oldu. Babası onu hem kendi memleketine hem de kardeşlerinin memleketlerinin tamamına idareci olarak atadı. O, halka üstünlük sağladı ve kendisine karşı çıkanı mahvedip, uyumlu olanı yüceltip onurlandırdı. Memleketinde yaklaşık otuz güneç günü kadar hüküm sürdü. Sonra kendini beğendi, göze geldi (nazar aldı), hastalandı, cismi rahat/bolluk içinde, (fakat) nefsi hasta olarak bin ay günü yatakta kaldı. Sonra başka bir eve taşındı, yataktan kısa bir süre kurtuldu, yürüdü, güç kazandı, dinçleş­ti, mutlu oldu, dünya sevgisinden, gururundan, arzularından içercesine yararlandı, şehvetlerinin şarabından sarhoş oldu, babasının mağarasına girdi, kardeşleriyle be­raber uyudu ve uzun zaman orada kaldılar. Uyuma devri bitip sonuç vakti yakla­şınca babaları onları şöyle diyerek çağırdı: Uykunuzdan ve gafletinizden uyanma, başlangıç olgunuza ait olan şeyden unuttuğunuzu hatırlama ve yolculuklarınızdan gideceğiniz son noktaya (meâd) dönme vakti gelmedi mi? Çünkü her başlangıcın bir sonucu, her hayatın bir bitişi ve her ölümün ve uyuyanın bir uyanışı vardır. Gur­betinizden (ayrılıp) gideceğiniz son noktaya (meâd) gitmek için acele ediniz. Yedi kat göğün yaratılışı altı günde tamamlandı. Yarın cuma günüdür ve Rabbiniz arşın üzerinde hâkimiyetini kuracaktır. O gün O nun hükümranlık makamını sekiz (me­lek) taşıyacaktır![92]

İşte sen şu kardeşlere dikkatle bak. Denildiğine göre onlar (Ashab-ı Kehf) yedi kişi olup sekizincisi köpekleridir. Bunlar, ay hesabıyla ve güneş günlerine göre üçyüz sene ve ellidört gün sonra uyanmışlardı. Mağaralarında ne kadar kaldıklarını ara­larında tartışıyorlardı! Babaları kardeşlerine dedi ki: “O halde artık onlar hakkında olayın görünen boyutunun dışına taşan bir tartışmaya girme; yine onlar hakkında (bilinmeyen hakkında atıp tutan) kimselere itibar edip de soru sorma!”[93]

Onlar (Ashab-ı Kehfi gizlendi ve sırlarını korudular. Çünkü “(Ey İnsanoğlu!) Göklerde ve yerde olan her şeyi Allah’ın bildiğinden haberin yok mu? Aralarında gizli gizli konuşan her üç kişinin dördüncüsü mutlaka O’dur ve her beş kişinin altmcısı; ister daha az isterse çok olsunlar ve nerede bulunurlarsa bulunsunlar Onsuz olamazlar. Ama sonunda, Kıyamet Günü, Allah, yaptıklarını onlara gösterecektir çünkü Allah her şeyi hakkıyla bilendir.”[94]

Ey kardeşim, bu işaret ve uyarıları anla, benzerlerini bunlara kıyasla ve sırları açı­ğa vurma, belki, sura üflenmeden, cuma günü çağında bulunan cumaya çağırırken: “Cuma günü namaz için çağrıldığınızda her türlü dünyevî alışverişi bırakıp Allah’ı anmaya koşun! Eğer bilseniz, bu sizin yarar mizadır”[95] demeden ve günahkârlar cehenneme bir sürü gibi sürülüp orada toplanmadan önce gaflet ve cehâlet uyku­sundan uyanırsın. Azığını dünyadan al, çünkü sen yolcusun. “Ve kendiniz için azık edinin -ama şüphesiz, tüm azıkların en güzeli, Allaha karşı sorumluluk bilincine sa­hip olmaktır. Öyleyse siz ey derin kavrayış sahipleri Bana karşı sorumluluğunuzun bilincinde olun!”[96], “Yeryüzünde bozgunculuk, karışıklık çıkarmaya çalışma”[97], “Her kim (benliğini) arındırırsa, kesinlikle mutluluğa erişecektir, onu (karanlığa) gömen ise hüsrandadır.”[98]

Allah, seni, bizi ve bütün kardeşlerimizi doğru yola ulaşma konusunda başarıya ulaştırsın. Zira O, kullarına karşı çok merhametlidir.

“Öldükten Sonra Dirilme ve Kıyamet Risalesi” tamamlandı. Bunu “Hareketlerin Cinslerinin Niceliği Risalesi” takip edecektir.

Aklî Nefsânîlerin/Nefis ve Akla Dair Olan Şeylerin
(en-Nefsânîyyâtu'l-Akliyyâf) Sekizinci -İhvân-ı Safâ Risâleleri’nin
Otuz DokuzuncuRisâlesi: Hareketlerin Cinslerinin

Niceliği Hakkında[99]

Rahman ve Rahim Olan Allah’ın Adıyla!

H

amd Allah’a, selam O’nun seçilmiş kulları üzerine olsun. “Allah mı daha hayır­lıdır, yoksa O’na ortak koştukları varlıklar mı?’[100]

Ey kardeş, bil ki, “Öldükten sonra Diriliş ve Kıyamet Risâlesi”[101]ni bitirdik. Bun­dan önce de cisimlerin mahiyetini ve çeşitlerinin miktarını açıklamıştık. Ayrıca ci­simlerin hareket ve durağanlıktan (sükûn) ayrılmadığını izah etmiştik. Cisimlerin hareket ettiricisinin ve durağanlaştırıcısının nefis olduğunu “Tabiiyyat ve İlahiyat Risâlesi”[102] [103]nde açıklamıştık. Şimdi, bu risâlede, hareketin mahiyetini, çeşitlerinin miktarını ve hareketlilerin (müteharrik), kendisinde ve kendisine doğru hareket et­tikleri yönleri açıklamak istiyor ve diyoruz ki:

İlk olarak, “hareket” nedir ve “durağanlık” nedir? Âlimler ve bilgeler hareket ve durağanlığın mahiyet ve hakikati konusunda ihtilafa düşmüşler ve bunun üzerine onlardan bazıları [hareket ve durağanlığın] ikisini kabul etmiş, bazıları ikisini de inkâr ederek “İkisinin hakikat ve manası yoktur” demişlerdir. Bazıları, “Hareket, an­cak diri ve kâdir olandan ortaya çıkar” demişlerdir. Bazıları da “Hareket, canlılığın ta kendisidir.” demişlerdir. Şayet sözlerindeki ve kanıtlamalarındaki ihtilafları açık­larsak söz uzar gider, fakat [şimdilik] diyoruz ki:

Hareket, ruhanî bir suret olup, onu cisimlere nefis yerleştirmiş ve onunla cisimler hareketli olmuştur; tıpkı şekilleri, nakışları, suretleri ve renkleri cisimlere yerleştirip, onlarla cisimlerin suretli, nakışlı, şekilli ve hareketli olmaları gibi. “Madde ve Sûret Risalesinde açıkladığımız üzere, nefisler cisimlerin hareket ettiricisidirler, cisimler de nefislerin kendilerini hareket ettirmesi ve durağanlaştırmasıyla hareket ettirilen ve durağanlaştırılanlardır. Hareket ettirme (tahrik) nefsin bir fiilidir, hareket de nefsin cisme yerleştirdiği bir suret olup onunla cisim hareketli olmuştur. Durağanlaştırma (teskin) da nefsin fiillerinden biri olup, nefs bazen cismi hareket ettirir bazen de onu durağanlaştırır. Örneğin insan bazen elini hareket ettirir, bazen de durdurur.

Öyleyse anlattıklarımızdan, hareketin ve durağanlığın ne olduğu açıklanmış oldu. Şimdi de bunların çeşitlerinin miktarını ve her bir çeşidinin mahiyetini anlat­mak istiyoruz.

Bil ki, ileride açıklayacağımız üzere, hareket cisimsel ve rûhânî olmak üzere iki çeşittir. Cisimsel hareket altı çeşit olup bunlar; oluş ve bozuluş (kevn-fesâd), artma ve eksilme (ziyade-noksân), değişim ve yer değiştirmedir. İlkin yer değiştirme olarak nitelenen hareketler hakkında bilgi vermek istiyoruz. Çünkü duyular için en açık ve en belirgin olanı budur. Sonra geriye kalan beşini anlatacağız, zira bunlar daha hassas ve daha naziktir. Dolayısıyla deriz ki: Yer değiştirme olarak nitelenen hareket üç çeşittir: Doğrusal, dairesel ve bu ikisinin birleşiminden olan. Doğrusal hareket iki çeşittir: Merkezden çevreye ve çevreden merkeze; yani âlemin merkezine ve âlemin çevresine veya bunların arasında. Dairesel [hareket] ise merkezin etrafında olur.

Öyleyse anlattıklarımızdan, yer değiştirme olarak nitelenen hareketin çeşitlerinin miktarı açıklanmış oldu. [Şimdi] de hareket ettirilenleri anlatmak istiyoruz. Çünkü duyular için en açık ve en belirgin olanı budur. Dolayısıyla deriz ki:

Hareket ettirilenler ne eksik ne de fazla [olmak üzere] on iki çeşitten ibarettir. Do­kuz feleğin hareketleri; gezinen yıldızların [yani gezegenlerin] hareketleri; kuyruklu yıldızların hareketleri; meteorların (şihâb) hareketleri; hava ve rüzgârların hareket­leri; atmosfer, bulut ve sis olaylarının hareketleri; denizlerin, nehirlerin ve yağmur­ların sularının hareketleri; deprem ve çöküntüler gibi yerin içinde meydana gelen hareketler; yerin içindeki maden cevherleri gibi oluşumsal varlıkların hareketleri; yer yüzeyindeki bitkiler ve ağaçların hareketleri; deniz, kara ve havadaki altı yön­de bulunan hayvanların hareketleri bu on iki harekettendir. Hareketlerin yönlerine gelince, [bunlar] gerçekten de farklı farklı olup çeşitleri ve biçimleri çok sayıdadır. Fakat bunların hepsi ya âlemin merkezinden çevresine doğru ya çevreden merkeze doğru ya merkezin etrafında ya da bunların arasında eğik [bir şekilde] olmaktan başka türlü değildir.

Bölüm

Bunların Ayrıntılarına Dair

Deriz ki: Dokuz feleğin hareketlerinin hepsi yerin etrafındadır, çünkü yer onların merkezidir ve yer âlemin bütününün merkezidir. Aynı şekilde sabit yıldızların hare­ketleri de âlemin merkezinin etrafındadır. Ancak dokuz gezinen yıldızın hareketleri, dairesel feleklerinin merkezi etrafındadır. Feleklerin hareketleri ise taşıyıcı felekler olarak isimlendirilen başka feleklerin merkezinin etrafındadır. Bu [taşıyıcı] felekle­rin hareketleri de merkezi yer merkezinin dışında olan feleklerin [yani dışmerkezli feleklerin] merkezi etrafındadır. Nitekim bunlar el-Mecisti’de (Almagest) zorunlu ge­ometrik kanıtlarla uzun açıklamalar eşliğinde açıklanmıştır.

Burçlar feleği sırası üzerinde, eğimle, enine, geri dönmeyle, düz [gidişle] vb şe­kilde gezinen yıldızlarda görülen hareketlere gelince; bunların hakikatlerini “Semâ ve Âlem Risâlesı'nde[104] anlattığımız örneklerle açıkladık. Bunların ayrıntılarını ise Almagest’te bulursun. Bu hareketlerin miktarı söz konusu olunca, kırk dokuz hareket gezinenlere ait olup [gezinenlerin] her birinin yedi hareketi vardır. Sabit yıldızla­rın başkaca yedi [hareketi] vardır, burçlar feleğinin bir hareketi vardır, dolayısıyla bunların [hepsi] elli yedi hareket eder. Kuyruklu olarak isimlendirilen yıldızlar ise yıldız değildirler aksine ay feleğinin üstünde esir küresinde görünen ışıklı cisimler­dir (neyyirât). Bunların hareketleri ise farklı farklıdır, bazen kuşatıcı feleğin (felekulmuhît) dönüşüyle beraber batı küresine doğru olur, bazen burçlar feleği sırası üze­rinde doğuya doğru olur, ya da feleğin şeklinin ve yıldızların hükümlerinin gerektir­diği şekilde eğimle, boyuna ve enine olur. Bu [kuyruklu yıldızların] ortaya çıkışı, ay feleğinin üstünde esir küresinde olur; benzer şekilde meteorların ortaya çıkışları esir küresiyle “zemherîr” küresi arasında olur ve şimşek olayı da “zemherîr" küresinin altında “nesim” küresinde meydana gelir.[105] Tüm bu olaylar, gök cisimlerinin (nücûm) hükümlerinin gereklerine göre oluş ve bozuluş âleminde olur. Bunlara dair nasıl, kaç, ne zaman ve niçin [gibi sorularla] ilgili söz uzar gider.

Rüzgârın hareketlerinin çeşitlerinin miktarına gelince; bunlar altıdır. Şöyle ki: rüzgâr havanın dalgalanmasından başka bir şey değildir. Çünkü hava gök ile yer ara­sında bulunan şef fafbir deniz [gibidir]. Dolayısıyla doğudan batıya doğru dalgalanır­sa doğu rüzgârı (sebâj olarak isimlendirilir, [bunun] tersine dalgalanırsa batı rüzgârı (debûr) olarak adlandırılır, şayet güneyden kuzeye doğru dalgalanırsa güney rüzgârı (et-tiymen) olarak isimlendirilir, [bunun] tersine dalgalanırsa kuzey rüzgârıdır (elcirbiya), şayet aşağıdan yukarıya doğru dalgalanırsa bora (ez-zevâiğ) olarak isimlen­dirilir, [bunun] tersine dalgalanırsa “zemherîr”, Farsçada ise “ebâdideme” olarak ad­landırılır. Bu rüzgârla, Âd [kavmi] helak edilmiştir, [bu rüzgâr] zemherîr küresinden onların üzerine üflenmiştir: “Allah onu kesintisiz olarak yedi gece, sekiz gün onların üzerine musallat etti.”[106] [107]

Bu yönlerin dışında hareket edenler ise yön değiştiren [veya ara] rüzgârlar (nukebâ) olarak isimlendirilir ve bunların yönleri çoktur. Bunların bilinenleri dört tanedir: Kuzey rüzgârının yön değiştireni, güney rüzgârının yön değiştireni, doğu rüzgârının yön değiştireni ve batı rüzgârının yön değiştireni.

Havayı hareket ettiren ve onu dalgalandıran sebeplere gelince, yıldızlardan gelen ışınların düştüğü yer, ayın yirmi sekizdeki konumuna inmesi ve yıldızlarla peş peşe gelmesi bakımından [meydana gelen durumlar] bunlardandır. Bunun nasıl olduğu­na dair bir bölümü “Meteoroloji Risalesinde anlattık, oradan öğrenilebilir.

Meteorların hareketleri de yıldızların ışınlarının düştüğü yerlerden [kaynakla­nan] kendilerine ait itici güç (el-kuvvetud-dâfia} ölçüşünce, dört yöne veya bu yön­lerin aralarına doğrudur. Onların hareketleri yıldızların feleklerindeki hareketlerin­den daha hızlı değildir, fakat bize yakınlıklarından dolayı onları yıldızlardan hare­ketçe daha hızlı görmekteyiz.

Bulutlar ve pusların hareketleri de söz konusu dört yöne ve onların aralarına doğ­rudur. Bunlar, (bulutları ve sisleri) denizlerin, sazlıkların ve nehirlerin sahillerinden, ister dik isterse de eğimli olsun, stepler, çöller ve dağların zirveleri olarak kabul edi­len yerlere doğru sürükleyen rüzgârların estiği yere göredir.

Yağmurların damlalarının hareketlerine gelince bunların hepsi hava boşluğun­dan, dik ya da eğimli olsun, yere ve denizlere doğru olur.

Yerin hareketleri ise üç çeşittir: Bunlar, deprem, çökme ve eğilmedir. Depremin sebebi, yerin içinde toplanan buhardır, [buhar] dışarı çıkmak isteyince yerin bir bölgesinin bir kısmı sallanır, ileri geri gider ve titrer. Bu durum ateşi olan birinin ateşinin yüksek olduğu anda titremesi gibidir. Bunun sebebi vücutların boşlukla­rında bulunan bozulmuş rutubettir, bundan ârızî bir hararet alevlenir ve rutubeti eritir ve çözer, onu dumana ve buhara çevirir ve o da vücutların boşluklarının gö­zeneklerinden dışarı çıkar, bundan dolayı bedenin tümü ya da bir uzvu sallanır ve titrer. O buharlar ve dumanlar oradan dışarı çıktığından, [kötü rutubetin] maddesi bittiğinden dolayı vücut böylece zarar görmez, ateşi azalır ve durur. Deprem anında yerin bir bölgesinin hareketleri de aynen böyledir. Bazen yerin dışı yarılır, sıkışmış ve hapsolmuş bu rüzgârlar, dumanlar ve buharlar bir defada dışarı çıkar, o yer ve bölge çöker ve evin çatısının çöküp zemine düşmesi gibi [yarıkla oluşmuş] o çukura düşer.

Eğilme hareketlerine[108] [109] gelince, bilgelere göre o [yani yer] bazen güneyden kuzeye doğru eğilir, bazen de tersine. Fakat yerin büyüklük ve azametinden dolayı insanlar onu hissetmezler. Tıpkı rüzgârın gemileri şiddetli sevkiyatı esnasında gemilerin yol­cularının denizde onun hareketini hissetmemeleri gibi. Bu bilge11 anlatmıştır ki, bu hareketin sebebi güneşin bazen güneysel burçlardan kuzeysel burçlara doğru, bazen dekuzeysel [burçlardan] güney [burçlara] doğru olan geçişidir ve [güneş] kendisiyle birlikte döndüğü yere ve yönelme biçimine doğru onu [yani yeri] çeker. Tıpkı [yerin] bitkisini [yerin] içinden dışına doğru çekmesi ve bitkinin kökünü ve dallarını havaya doğru çekmesi gibi. Almagest’te anlatıldığı üzere, bilgelerden bazıları demiştir ki, bunun sebebi, güneşin yerin üstünde yazın altı ay kuzey yönündeki dönüşleridir; [bu durumda] bu yerlerin havaları ve suları ısınır, bu yerlerin nemi çözülür ve bu taraf boşalır ve yer hareket eder, eğilir; diğer taraf ise ağırlaşır ve yer hareket eder; uzaklık ve ağırlık birlikte merkeze taşınır ve yer eğilir fakat yerin büyüklüğünden dolayı bu hareket hissedilmez. Bilgelerin bu konuda açıklanması uzayıp giden kanıtlamaları, sözleri ve anlatımları vardır.

Fakat bilgelerden bunu inkâr edenler ve yerin eğilmediğini[110] kabul edenler de­mişlerdir ki; eğer durum anlatıldığı ve zannedildiği gibi olsaydı, yaz ve kışın yerin bir parçası için sabit yıldızların karşılaşmalarının farklılık göstermesi, iki kutbun ba­zen yükselmesi bazen de alçalması ve ekvator dairesinin altındaki ekvatorun yerinin farklı farklı olması gerekirdi. Fakat durumun böyle olmadığını görüyoruz. Dolayı­sıyla [bu] onların “yerin eğilmesi” olarak anlattıkları şeyin olmadığına kanıttır. Bir haberde rivayet edilmiştir ki; söz konusu bilgelerin söyledikleri gibi yer, yaratımın başlangıcında eğiliyordu, Yüce Allah onu ağır dağlara bağlayıp dikince, ağır olmuş (dengelenmiş) ve hareketi durmuştur.

Yerin parçalarının içindeki hareketin hükmüne gelince, bunun bir kısmını “Madenler Risalesinde'3 sunmuştuk, fakat bu bölümde bundan gerekli olanını anlattık.

Bölüm

Bil ki, yer, üzerindeki dağlar, denizler, yapılar ve yıkıntıların hepsiyle küresel bir cisimdir. O, âlemin merkezinde durmaktadır, pürüzsüz bir yuvarlak olmadığı gibi oyuksuz ve deliksiz de değildir; aksine dağlar, tepelikler, vadiler ve çukurlardan olu­şan çokça yükseklikler ve alçaklıklar; çok sayıda çözülmeler, oyuklar, inler, mağa­ralar, geçitler, açıklıklar ve gizliliklere sahiptir. Bütün bunlar sularla, rutubetlerle, kendisinde madeni cevherlerin biriktiği yağlı ve kükürtlü buharlarla doludur. Bu buharlar, dumanlar ve rutubetler her zaman dönüşüm, değişim, oluş ve bozuluş içe­risindedir.

İşte yerin görüntüsünün durumu böyledir. Yerde çokça denizler, ırmaklar, va­diler, dereler, geniş yataklı vadiler, sazlıklar, göletler olup orada bazısının bazısına her zaman aktığı geçitler ve kanallar bulunur. Denizlerin dalgaları her zaman gece ve gündüz devamlıdır, durmaz ve yatışmaz. Rüzgârların yönlendirilmesi de benzer şekildedir. Puslar, yağmurlar, bulutlar ve sisler oluş ve bozuluşun değişmezleridir. Yağmurlar doğu, batı, güney, kuzey olsun farklı yerlerin beldelerinde her zaman de­vamlıdır [devir daim halindedir]. Çeşitli beldelerde [belli] vakitlerde var olan gece­nin, gündüzün, kışın ve yazın durumuna gelince, [bunlar] bütün yönlerden yerin bir kısmında bir biri ardına gelir. Bitkiler, hayvanlar, madenler, oluş ve bozuluş içeri­sinde olup devamlıdır, kesintiye uğramaz. Çiftleşmek, evlenmek, üremek/çoğalmak, duyum, hareket, uyku, uyanıklık, ölüm ve yaşam yaratılmışlarda devamlıdır!

Yerin, az ya da çok, küçük ya da büyük, farklı cinslerde, türlerde, karakterlerde, şekillerde, suretlerde, doğalarda, huylarda, ahlâklarda, renklerde, seslerde de olsa, maden, bitki veya hayvanlar bulunmayan bir karışlık bölgesi bile yoktur. Bunların içyüzünü, sayısını ve ayrıntılarını, dilediği ve istediği tarzda onları yaratan, onlara suret veren, onları tasarlayan (tedbîr) yüce Allah’tan başka kimse bilemez. Âlemlerin Rabbi olan Allah ne yücedir'.

Ey kardeşim! Eğer âlemdeki hareketlerin ve hareketlilerin hallerinden açıkladık­larımızı düşünür ve [onlardan] ibret alırsan, âlemin durumunun bütün parçaları ve işlerinin akışlarıyla, bütünüyle ya da bir kısmıyla hareket ve durağanlıktan ayrılma­yan bir şehir veya bir hayvan veya bir insan mesabesinde olduğunu bilirsin ve bu sana apaçık olur.

“Tabiatın Mahiyeti Risalesi" ile “Sema ve Âlem Risalesinde açıkladığımız üze­re, unsurların ve onlardan türeyenlerin hareketinin sebebi yıldızların hareketleridir. Yıldızların hareketinin sebebi feleklerin dönüşleridir. Feleklerin hareket ettiricisi ve yöneticisi felekî-küllî (tümel) nefistir. Felekî külli nefis, (Allah'a) yakın (mukarreb) meleklerinden, onun askerlerinden ve yardımcılarından bir melektir. Ona, yüce Allah’ın “Ogün Ruh ve melekler sıra sıra dururlar. Rahmanın izin verdikleri dışında hiç kimse konuşamaz"'4 âyeti ve “Sizin yaratılmanız da tekrar diriltilmeniz de tek bir nefis gibidir"'5 ifadesiyle işaret edilmiştir. Yüce Allah bu meleği; felekleri, yıldızların hareketlerini, unsurları ve tüm madenler, bitkiler ve hayvanlar gibi (bu unsurlardan) türeyenlerin hepsini içeren ay feleğinin altındaki şeyleri idare etmekle görevlendir­miştir. Bu melek, felekten daha büyük ve ondan daha kuvvetli olup, diğer cismânî varlıklardan daha büyük, zaman olarak daha eski (kadîm), daha şerefli, daha yüce ve daha uludur. O, felekler ve yıldızları hareket ettirmeye güç yetirebildiği gibi durağanlaştırmaya da güç yetirebilir, çünkü durağanlaştırma, hareket ettirmekten daha kolaydır; bunu akıllı olarak nitelenmiş her akıllı bilir.

Hayvan bireylerinin hareketlerine gelince, bunun yönleri, şekilleri, durumları ve suretleri farklı farklı olup bunların sayısını ancak bir ve kahhâr (kahredici) olan Al­lah bilir; bunların ayrıntısına O ndan başka kimse güç yetiremez. Fakat bunlardan, diğer hayvanların bedenlerinin ve hepsi farklı şekiller ve suretlerde olan organla­rının hareketlerine işaret etmesi için, insan bedeninin organlarının ve vücudunun eklemlerinin hareketlerinin çeşitleriyle ilgili bir kısmını anlatacağız.

Bölüm

Dolayısıyla deriz ki; bil ki, bedenin organlarının hareketleri “doğal” ve “iradeli” olmak üzere iki çeşittir. Doğal olanı, irade ve tercih olmaksızın [insanın] uykuda ve uyanıkken havayı alması ve vermesi esnasında atardamarların atması, göğüs kafesi­nin, kalbinin, akciğerlerinin ve boğazının hareketi gibidir.

İradeli ve tercihli hareket ise kalkmak, oturmak, gitmek, gelmek, yapmalar, et­meler, konuşmak, bedeninin organlarıyla işaret etmeler gibidir. Bunlar ancak irade ve tercihle olabilir. Bunlar yüz yirmi küsür hareket olup, göz kapağının açma ve ka­patma [biçimindeki] hareketleri bunlardandır. İki göz bebeğini üst, alt, sağ ve sol gibi dört yöne çevirme hareketi de bu hareketlerdendir. [İnsan], bunu beyinden göz organına doğru döşenmiş sinirler ve göze bağlı olan kaslarla hareket ettirir. Böylece insan, tıpkı binicinin atının gemini sağa ve sola çekmesi gibi, tüm yönlere (bakmak) istediğinde bu kaslar ve sinirlerle gözünü çevirir ve gözünü çevirmede (bu kasları) istediği biçimde kullanır ve bakmak istediği yere bu sinirlerle (gözünü) hareket etti­rir. Yine dilin, yemeği çiğnemek, onu kesmek, parçalamak, uf altmak ve öğütmek için altı yöne olan hareketi de bu hareketlerdendir. Kesme ön orta kesici dişlerle, parça­lamak yan kesici dişler ve köpek dişleriyle, ufaltmak ve öğütmek de azı ve öğütme [küçük azı ve büyük azı] dişleriyle olur.

14.    Ncbe, 78/38.

15.    Lokman, 31/28.

Dilin konuşma anındaki hareketlerine gelince, bunu başka bir bölümde anlatırız: Yolu, dilin üstü olan harflerin ortaya çıkışı için dudakları ayırma esnasındaki dilin hareketleri de bu hareketlerdendir. Bunlar Arapça lisanında on dört harftir. Bunlar te, se, dal, zal, re, ze, sin, şin, sad, dad, tı, zı, lam, mimdir. Diğer on dört harfin çıkış yerleri ise farklı farklı olup dilin bu konuda bir müdahalesi yoktur.

Sonra şunu da bil ki, başka bir bölümde açıladığımız üzere, bu harfler ancak ha­vadan alınmış nefesin gönderilmesi ve bırakılmasıyla ve de onların çıkış yerleri ve yollarında dilin onu kesmesiyle ortaya çıkabilir.

Bu hareketlerden bazıları şunlardır: Üstün (fetha) ve ötre (damme)[111] ile olan iki dudağın iki hareketi, havanın ve kokuların burun delikleriyle alınması esnasında burun kaslarının hareketleri, yiyecek ve içecekleri çekmek, yutmak ve mideye ulaş­masını sağlamak için yemek borusunun hareketleri, alt çenenin dört yöne doğru olan hareketleri, başın ve boynun dört yöne olan hareketleri, iki avucun dört yöne doğru olan hareketleri, iki pazunun buna benzer hareketleri, kolun (arşın/zira) iki yöne olan hareketi, bilek kemiğinin dört yöne olan hareketleri, başparmak dışında -çünkü o dört yöne doğru da hareket ederdört parmağın her birinin iki yöne olan hareketleri, sırtın dört yöne olan hareketi, iki baldırın dört yöne olan hareketi, iki bacağın iki yöne olan hareketi, ayak parmaklarının iki yöne olan hareketleri, idrar ve gaitanın atılmasındaki iki yolun hareketleri. Bunlar, insan bedeninin organlarının sayılarının bir özetidir. Bunların sebeplerine gelince bunun izahı uzar, bunların bir kısmı anatomi kitaplarında, bir kısmı da Galenin Başkaca Organların Faydaları ki­tabında zikredilmiştir.

Diğer hayvanların beden organlarının hareketlerine gelince, organlarının fark­lılıkları, suretleri ve şekillerinin çokluğu nedeniyle bunların açıklanması uzun sü­rer. Bunların bir kısmını “Hayvanlar Risâlesi”'[112]nde hitabet konusunda cin kralının huzurunda elçilik yapan bal arısının diliyle anlattık. Sanatkârların ve meslek sahip­lerinin sanatları ve işleriyle ilgili hareketlerinin bir kısmını “Pratik/Amelî Sanatlar Risâlesı’nde'[113] anlattık. Beş duyunun, duyulurlarını idrâk ederkenki hareketlerinin bir kısmını da ”Duyu ve Duyulur Risâlesi’nde'[114] anlattık. Beynin ön, orta ve arka kıs­mının sinirlerinin hareketlerini “Görüşler, Mezhepler ve Fırkalar Risâlesi”[115]nde an­lattık. Bitkilerin hareketlerinin bir kısmını “Bitkiler Risâlesı’nde[116]' açıkladık. Maden cevherlerinin hareketleri ise başka bir risâlede bulunmaktadır. Atmosfer ve havanın hareketleri de “Meteoroloji Risâlesi”ndedir.[117] Dört unsurun hareketlerini ise “Oluş ve Bozuluş Risâlesi”nde[118] açıkladık. Felekler ve yıldızların hareketleri ise “Sema ve Âlem

Risalesinde[119] bulunmaktadır. Seslerin hareketleri de “Musiki Risâlesı'nde[120] yer alır. Elem ve bazların hareketleri başka bir risâlede bulunmaktadır. [Bunları] her risâlede ölçüsüne uygun olarak anlattık, ancak hareketlerin anlatımını uzattık ve açıklama­sını artırdık; çünkü hareket âlemin canlılığıdır: Şöyle ki: bitkiler ve hayvanlar olmak üzere her şeyin canlılığı su iledir, suyun canlılığı ise hareketledir, bedenlerin canlılığı nefis iledir, nefsin canlılığı düşüncelerle, gezinip dolaşmayla ve içe doğan seslerledir (havâtır). “İman Risalesinde[121] bir kısmını anlattığımız üzere, o, yani nefis, ne uyku­da ne de uyanıkken hareketler ve gezinip dolaşmalardan uzak durmaz.

Bölüm

Sonra bil ki, âlemin hareketlerini, külli ve cüzî parçalarının hareketlerini ve bun­ların değişimlerinin (tasrîfât) çeşitlerini anlatmaktan kastımız, âlemin kadîm/ezelî olduğunu iddia edenin sözünün geçersizliğini açıklamaktır. Şöyle ki: farklı farklı hareketler âlemin farklılığına delalet eder, hareketli ve durumu farklı farklı olan da kadîm olamaz. Zira kadîm, tek bir durum üzere olup değişmez, dönüşmez, kendisi için her hangi bir durum meydana çıkmaz. Durumu böyle olan varlık sadece tek ve bir olan Allah’tır, Yüce Allah’ın dışında hiçbir şey bu durumla var olamaz.

Sonra bil ki, âlemin kadîm olduğunu iddia edenler, durağanın durumu farklı­lık göstermediği [için] âlemin durağan olduğunu sanırlar. Ancak durum, onların âlemin durağanlığıyla ilgili zannetmeleri ve vehimde bulunmaları gibi değildir. Ni­tekim daha önce, selim akılların inkâr edemeyeceği şekilde, bütünü ve parçalarıyla âlemin hareketinin çokluğunu açıklamıştık: Yıldızların hareketleri, feleklerin dönüş­leri, unsurların dönüşümleri ve yaratılmışların oluşumu gibi malum şeylerin hare­ketleri (âlemdeki hareketler)’dendir.

Hayatım üzerine yemin ederim ki, kuşatıcı felek, dairesel bir cisim olup diğer şeyleri ve felekleri kuşatır; o, yerinde durağan olup oradan ayrılmaz, ama bütün parçaların hareket ettiricisidir. Bütün felekler, dairesel feleklerden olsun dışmerkezli feleklerden olsun, her biri, kendisine özgü merkezinin etrafında döner, bir an bile yerleşik olmaz ve durmaz. Hareketlerinin hızı ancak şu anlatacağımız şey­le tasavvur edilebilir: Girdap, hareket bakımından gördüğümüz en hızlı şeydir, elMecisti( Almagest)'nin kitabındaki bilgilere sahip olanlar, feleklerin ve yıldızların ha­reketlerinin bundan daha hızlı olduğunu söylemişler ve bunu zorunlu geometrik ka­nıtlarla açıklamışlardır: Bunlardan biri, güneşin hareketi hakkında söyledikleridir: Güneş, insanın bir adımı için ayağını kaldırıp yere koyması ve yürümesi miktarınca hareket etmektedir, [işte] bunu anla.

Sonra bil ki, hareketlideki her hareket, hareketli için hareket ettirendir[122] ve bu, başka bir şeyin sebebidir. Dolayısıyla ne zaman bu hareket ortadan kaldırılırsa, o sebep de ortadan kalkar. Bunun örneği, kendisini çeviren hayvan veya sudan kaynakli olan değirmen hareketidir ve bu (hareket) öğütmenin sebebidir; dolayısıyla ne zaman hayvan dursa ve/ya su kesilse, değirmen durur ve öğütme işlemi ortadan kalkar! Su dolabının durumu da böyledir, ne zaman (dolabı döndüren) hayvan dursa dolabın dönüşü durur ve su alma işlemi ortadan kalkar. Rüzgârın durumu ve onun gemileri, tekneleri ve suları hareket ettirmesi de böyledir, rüzgâr ne zaman dursa de­nizdeki gemilerin gidişi de durur ve dalgalar kesilir. Nehir gemilerinin ve teknelerin (simariyyât) gidişindeki durum da böyledir. Ne zaman suyun yokluğu, durması ve nehrin akışının [ortadan kalkması] düşünülürse gemiler, tekneler ve sefinelerin de süzülme ve ilerlemeleri biter.[123] Aynı şekilde hayvanların ayaklarının hareketi dur­duğunda ölür, benzer şekilde bedenlerinin ve organlarının nabız ve teneffüs hare­ketleri durduğunda ölür ve hayatları ortadan kalkar. Benzer şekilde burçlarda dönen yedi gezinen yıldızın dönüşü durduğunda, bitki ve hayvanlar gibi oluş ve bozuluş âleminin altındaki işlerin hareket ve oluşumları durur; astrolojide (smaatu n-nücûm) uzman olan ve bu konuda söz sahibi olan bunun hakikatini bilir. Bunun örneği revaha(?) gibidir [ki o], hareketliyken ayakta ve dik olduğu halde durduktan sonra dönüşü durunca düşer. Âlemin durumu da böyledir, kuşatıcı feleğin dönüşü durdu­ğunda, yıldızların gezinmesi ve hareketi de durur ve bu durumda gece ve gündüz, yaz ve kışın gidişatı durur. Dolayısıyla bu durumda oluş ve bozuluş ortadan kalkar, âlemin düzeni ortadan kalkar, yaratılmışlar yok olur, külli nefis külli cisimden ayrılır ve büyük kıyamet kopar. Şöyle ki: âlem büyük insandır, âlemin nefsi külli cisimden ayrılırsa büyük insan ölür ve büyük kıyamet kopar. Benzer şekilde her insanın nefsi bedeninden ayrıldığında küçük âlem olan insan ölür ve kıyameti kopar, çünkü iki kıyamet vardır: Büyük kıyamet ve küçük kıyamet. Nitekim Peygamber (salla'llâhü aleyhi ve sellem) şöyle demiştir: “Kim ölürse onun kıyameti kopmuştur’ Ve bundan sonra inkârcılar için vaat edildikleri şey açıkça ortaya çıkar!

Bölüm

Âlemin Sonradan Yaratılmış ve Yapılmış Olduğuna İşaret Eden
Zorunlu Aklî Öncüllerin İzahı Hakkında

Deriz ki; bil ki, bilgelerin âlem dedikleri [şeyin] anlamı, kuşatıcı feleğe ve içermiş olduğu diğer felekler, yıldızlar, burçlar, dört unsur ve türeyenlerine -ki bunlar da hayvanlar ve madenlerdirişaret eder. Sonra deriz ki: Bil ki, kuşatıcı felek ve anla­tılan bütün içerdikleriyle hepsi cisimdirler; bilgelere göre şüphe götürmeyen şeyler­den biri de cismin uzun, geniş ve derin bir “şey’den ibaret olduğudur. Onların “şey” ifadesi ise maddeye (heyûlâ) işaret eder ki o da cevherdir; uzunluk, genişlik ve derin­lik de heyûlânm kendisiyle uzun, geniş ve derin bir cisim olduğu surete işaret eder. Sonra bil ki, cisimlerden sürekli hareketli olanı vardır ki bu, felekler ve yıldızlardır; bütünlüğüyle durağan parçalarıyla hareketli olanı vardır ki bu da dört unsurdur. Şöyle ki: ay feleğinin üstünde bulunan ateş, mekânından ayrılmaz ve o “esir” olarak isimlendirilip sıcak, şeffaf hava olup ışığı yoktur. Onun [yani esirin] altında soğuk hava bulunup zemherir olarak isimlendirilir, bu da mekânından ayrılmaz. Bunun da altında yer ve denizleri kuşatan nesim vardır ve bu, sıcaklık ve soğukluk arasında mutedil bir havadır. Bu kürelerin hiçbiri mekânından ayrılmaz fakat parçalarıyla ha­reketlidirler; onlardan bazen bütünlükleriyle ve parçalarıyla hareketli olanı, bazen de bütünlükleri ve parçalarıyla durağan olanı vardır; bunlar hayvan ve bitki gibi oluş­turulmuş türeyenlerdir. Tüm bu hareketli ve durağan cisimler, bir hareket ettiren ve durağanlaştıranı gerektirir. Bunun izahı şöyledir; felek küresel, dairesel, şeffaf, bazısı bazısını kuşatan, küçüğü büyüğün içinde, büyüğü kendisinden daha büyük olanın içinde, ta ki şekilce kuşatıcı dokuzuncu felekte sonlanıncaya kadar giden [özellikler­de] olan bir cisimdir.

Tüm bu felekler, hızlılık ve yavaşlık, doğu, batı, güney, kuzey gibi farklı yönler­den ve uzunluk ve genişlik bakımından farklı dairesel hareketlerle hareket eder­ler. Yıldızların hareketlerinin durumu da böyledir, zira onların tümü, farklı dai­resel hareketlerle küresel, dairesel ve ışık veren cisimlerdir. Nitekim [bu durum] Almagest’te zorunlu aklî geometrik kanıtlarla açıklanmıştır ki bu kanıtlar, küçük­lük, büyüklük, yavaşlık, hızlılık ve bunların dışındaki gibi muhtelif şekillerdeki du­rumları bakımından, onların (feleklerin) bir kast edenin kastı, bir yapıcının yapıtı, bir Yaratıcının yaratması, hâkim, kâdir ve âlim bir Fail’in fiiliyle var olduklarına işaret etmektedir.

Dört unsur ile durumlarının farklılığı, suretlerinin çeşitliliği, özelliklerinin de­ğişikliğiyle hayvan, bitki ve madenler gibi (dört unsurdan) türeyenlerin durumu da böyledir. [Bu durum] bunların tümünün gören, kâdir ve hakim bir yapıcının -ki o da kahhar, aziz ve gaffar olan tek bir Allah’tıryapıtı olduğunu gösterir.

Bu durumda astrologların (müneccim'), varlıkların zorunluluk altında bırakıl­dıkları ve baskılandıktan, zira zorunluluk altında olanın fiilinin olmadığı, fiilin onu zorlayana ve kudretini onun üzerine hâkim kılana ait olduğu şeklindeki kanıtların bulunmasından dolayı, yıldızların etkisi gibi iddialarıyla ilgili sözleri geçersiz olmak­tadır. Kim bu hükme karşı çıkarsa zulmetmiş olur, ancak bilinmeyeni savunan zalim, Allah’tan uzaklaştırır.

Bölüm

Âlemin Yapıcısını Basiret Gözüyle Gören Allah’ın Seçilmiş
Evliyaları Otan ve Hakikati Görebilen Ârif-Bilge Âlimlerin
Müşahedelerinin İzahı Hakkında

Bunun üzerine deriz ki: Bil ki, cismin yönleri vardır, onun bir defada her yöne doğru hareket etmesi mümkün değildir. Onun, yönlerin uygun otanma doğru otan hareketi ancak kendisine ilişen bir sebep veya illetle olur [ki] bu hareket, cismi, ken­disinden başkasının hareket ettirmesinden ileri gelir. Bil ki, âlemin yapıcısı (sâni’), kendisini bilmeyen bakıcıların gözlerine gizli kalsa da yaptıklarındaki sanat izi, açık, ayan beyan olup hiçbir akıllıya ve aklının hakkını verene gizli kalmaz; her ne kadar [bakan kişi] yapıtın kim için olduğunu, kimin yaptığını, onu ne zaman biçimlendir­diğini, hangi şey için yarattığını, nasıl biçimlendirdiğini ve onu bir kişinin mi yoksa çok kişinin mi yaptığını bilmezse de [bu böyledir]. Şayet bu [yapılan] iş, birine ait olup (bu biri) fiiliyle kendisini taklit ettiği örneğe göre yaptıysa veya işinin örneğini biliyorsa, fiilin oluşmamasından sonra niçin eylemde bulundu?! Onların, yapıtta­ki sanatın izini -ki, bunların farklı durumlarını zikretmiştikseyretmeleri, bunla­rın hepsinin, bir kast edenin kastı, yapıcının yapması, hâkim ve kâdir olanın fiili olduğuna işaret eder; her ne kadar O'nu görmeseler, Onu bilmemeleri ve Onunla ilgili bilgi eksiklikleri nedeniyle idrâk etmeseler de [durum böyledir]. Çünkü (bu bilgisizlik) Allah ile onlar arasında bir perdedir. Nitekim Yüce Allah onları yererken şöyle buyurmuştur: “Hayır, şüphesiz onlar, o gün Rablerinden perdelenmiş olanlardır (mahcûbûn)”[124] Buradaki “perde/hicâb” onların Allah ile ilgili cahillikleri ve bilgi eksiklikleri demektir.

Fakat Allah’ın evliyaları, arınmış dostları (asfiyâ) ve basiretli arif âlimleri, her hal­lerinde ve davranışlarında, gecelerinde ve gündüzlerinde O nu görürler ve müşahede ederler; Allah’ın yapıtlarının, yaratıklarının, biçimlendirdiklerinin, bakanların göz­lerine gizli kalmaması gibi onlardan da bir an bile gizli kalmaz. Zira Yüce Allah on­ları: “Allah, melekler ve ilim sahipleri, O ndan başka ilah olmadığına adaletle şahitlik ettiler”[125] sözüyle ve “Ancak bilerek hakka şahitlik edenler..[126] ifadesiyle nitelemiş­tir. Onlar her hallerinde Allah’ı müşahede ettikleri için Allah onları tanıklar/şâhitler (şüheda) olarak isimlendirmiştir. Zira yüce Allah: “Nereye dönerseniz Allah’ın yüzü işte oradadır”[127] buyurmuş ve “O, evveldir ve ahirdir, zahirdir ve batındır”[128] demiş­tir. Yerde ve göklerde zerre miktarınca bir şey bile O’na gizli kalmaz. Bundan daha küçük ve bundan daha büyük ne varsa ve her neredeyse Allah onlarla birliktedir. Nitekim Yüce Allah şöyle buyurmuştur: “Üç kişi gizlice konuşmaz ki dördüncüsü O olmasın. Beş kişi gizlice konuşmaz ki altıncısı O olmasın”[129], “Çünkü biz ona şah da­marından daha yakınız.”[130]

Yüce Allah’ın evliyaları bu ayetlerin anlamını derinlemesine araştırıp (tahkik) edip bunları hakkıyla bilirse, Allah onların kalplerini açar ve bakışlarını nurlandırır, onlardan perdeyi kaldırır ki, kendisini kalpleriyle bildikleri gibi gözleriyle de görsünler ve müşahede etsinler. Nitekim Allah’ın yeryüzündeki Aslan’ı[131] şunu ileri sürmüştür: “Perde kaldırılınca, ona dair olan kesin bilgimde bir artış elde etmedim” Bununla şunu anlatmak istemiştir: Ben O’nu ahirette göreceğim gibi şu vakitte gö­rüyorum.

Bölüm

Âlemin Varlığının Allah’tan Oluşu Hakkında

Deriz ki: Bil ki, âlemin varlığının Yaradandan (el-Bârî) olması; evin, yapıcısından olması veya kitabın, yazarından olması gibi sabit ve kendinden bağımsız, yazarın yazım işlemini bitirmesinden sonra ona ihtiyaç duymayan ve/ya yapıcının evin ya­pımını bitirmesinden sonra ona ihtiyaç duymayan bir şekilde değildir. Aksine ko­nuşmanın varlığının konuşandan olması gibidir ki, konuşan susunca konuşmanın varlığı ortadan kalkar. Konuşan kendisiyle konuştuğu sürece konuşma var olur ve sustuğunda da varlığı ortadan kalkar. Veya [âlemin varlığının Allah’tan olması], lambanın ışığının havadaki varlığı gibidir. Lamba var olduğu sürece ışık da var ve kalıcı olacaktır. Veya güneşin ışığının havadaki varlığı gibidir. Güneş batarsa ışığın havadaki mevcudiyeti ortadan kalkar. Veya ateşlenmiş şeydeki ısının ateş cismindeki varlığı gibidir. Eğer o söndürülürse ışığı ve ısısı ortadan kalkar. Veyahut da “Aritme­tik Risâlesf'nde[132] açıkladığımız üzere sayının varlığının, ikiden önce olan “birden çıkması gibidir.

Sonra bil ki, konuşanın konuşması, konuşanın bir parçası değildir, aksine yap­tığı bir fiil veya gerçekleştirdiği bir iş olup [daha önce] varlığı söz konusu değilken [onu konuşan kimse] açığa çıkarmıştır. Güneşin cisminden çıkıp havada görülen ışığın durumu da böyledir ve ışık güneşin bir parçası değildir, aksine ondan ortaya çıkan görünmeler/varlıklar(e;/ıûs), taşma (feyiz) ve fazlalıktır (fazl). Ateşten etra­fına yayılan sıcaklık da ateşten bir parça değildir, aksine ondan taşan bir taşmadır. Benzer durum ve örnek, âlemin varlığının Yaradandan olması konusunda geçerlidir. Şöyle ki; âlem Allah’tan bir parça olmayıp O’nun bahşettiği bir lütuf, Onun akıttığı bir feyiz ve cömertliktir; fiil [önceden] yokken O’nun yaptığı bir fiildir. Tıpkı konuşma yokken daha sonra konuşanın konuşmayı açığa çıkarması gibi. Ko­nuşma da konuşanın bir parçası değil aksine yaptığı bir fiil, açığa çıkardığı bir iştir. Öyleyse sunulan bu örneklerden, âlemin varlığının nasıl olup da Yüce Allah’tan olmadığı açıklanmış oldu. Yine âlemin varlığının, Yüce Allah’tan olmasının, güneş ışığının havadaki varlığının güneşten iradesiz olarak doğal bir biçimde olması gibi, iradesiz ve doğal bir biçimde olduğu zannedilmemeli ve [böyle de] düşünülemez; güneşin ışığını ve feyzini engellemeye gücü yetmez, zira onun ışığı ve feyzi onun üzerine Âlemlerin Rabbi tarafından mühürlenmiştir. Oysaki yüce Yaradan, fiilin­de özgürdür (muhtar), dilerse yapar, dilerse fiilini yapmaz ve terk eder. Konuşanın konuşmasına hâkim olması gibi, isterse konuşur, isterse konuşmaz ve susar. Yüce Yaradan’ın var etmesi ve yaratmasındaki durum da bu şekildedir. Dilerse cömert­liğini, lütfunu, nimetini, ihsanını ve rahmeti ile hikmetinin ortaya çıkışını akıtır, isterse bu fiilinden vazgeçer, terk eder; dilerse bir yapıt olarak fiilini var etmekten kaçınmaz; zira O, fiili yapmaya ve terk etmeye özgürce kâdirdir. Nitekim Kitabın­da bu durumu şöyle hatırlatmaktadır: “Şüphesiz Allah, gökleri ve yeri, yok olup git­mesinler diye tutuyor. Andolsun, eğer onlar yok olur giderse, O ndan başka hiç kimse onları tutamaz.”[133] Ayrıca şöyle de buyurmuştur: “O her an yeni bir iştedir.”[134] Onu bir iş başka bir işten alıkoymaz.

Öyleyse âlemin sonradan olması (hudûs) ve onun sonradan oluşunun Yüce Allah’tan nasıl kaynaklandığı anlattıklarımızla açıklandı. Şimdi de âlemin yok ol­ması, feleklerin harap olması, kitapların sayfalarının dürülmesi gibi, gökyüzünün dürülmesinin nasıl olacağını, âlemin yok olması ve feleklerin harap olmasıyla ilgili anlattıklarımızın kendisi vasıtasıyla açığa çıkacağı zorunlu ve doğru aklî öncüllerle anlatmak ve açıklamak istiyoruz.

Bölüm

Deriz ki: Bil ki, özgür fâil/özne, istediği zaman fiili [yapmaya] ve onu terk etmeye güç yetirendir. Bu olumlu doğru bir öncüldür. Diğer öncül şudur: Hikmetli iş yapan her özgür fâilin fiilinin bir amacı vardır. Bu da olumlu doğru [bir öncül] dür. Diğer öncülü şöyle açıklarız: Fiilin yapılmasındaki amaç, yapıtını (sanat) açığa çıkarmadan önce yapıcının bilgisinde önceden bulunan endişe, ilgi ve takdirdir (inayet), bunun için yapacağını yapar. Amacına ulaşınca ise fiilini keser ve işi bırakır.

Bu üç öncül de olumlu doğrudur. Diğer öncül şudur: Hikmetli iş yapan her fail/ özne, fiilinde amacına ulaşmayacağını kesin bir bilgiyle bilirse, bir şey yapmaz ve talep etmez. Bu ise tümel olumlu doğru bir öncüldür. Beşinci öncül şudur: Feleklerin ve yıldızların hareket ettiricisi, özgür, hikmet sahibi, kudretli bir fâildir. Bu, olumlu bir öncüldür.

Bu öncüllerden âlemin bir gün harap olacağı sonucu çıkar. Bunun açıklaması şu şekildedir: Şayet feleklerin hareket ettiricisi, hareket ettirmedeki amacına bazen ulaşıyorsa bunun sebebi hareket ettirmesini ve kontrol etmesini bırakmasıdır; eğer amaca ulaşmıyorsa bundaki gaye, amaca ulaşmaktır; şayet amacına ve isteğine ulaş­mayacağını biliyorsa bunun yolu, hikmet sahibiyse şayet, fiilini bırakmasıdır. Eğer ona (amacına) ulaşacağını biliyorsa, amacına ve isteğine ulaşınca da, fiili keser ve işi bırakır. Feleklerin hareket ettiricisi onlar için olan hareket ettirmesini bırakırsa, fe­leklerin dönüşleri durur, yıldızların burçlardaki seyirleri durur, gece, gündüz, kış ve yazın akışları durur, zamanın düzeni ortadan kalkar, üç türemişteki oluş ve bozuluş durur ve düzen bozulur. Bu durumda âlemin ortadan kalkması ve her şeyin ölümü gerçekleşir. Çünkü bundan önceki bölümde âlemin varlığını sürdürmesinin ve yara­tılmışların yerli yerinde olmasının, âlemin yaşamı ve yerli yerinde olması anlamına gelen hareketle [söz konusu] olduğunu ve hareketle tüm hayır ve şer, iyilikler ve güzelliklerin hepsinin oluştuğunu açıklamıştık.

Anlattıklarımızla, büyük kıyamet anlamına gelen âlemin ölümünün, göklerin ve iki yerin dürülmesinin nasıl olacağı açıklanmış oldu. Ancak ruhlar âleminin ortaya çıkması, varlığını devam ettirmesi (bekâ), devamı ve ruh sahibi varlıkların davranış­larının nasıl olduğuna gelince, bununla ilgili bir bölümü “Öldükten Sonra Yeniden Diriliş ve Kıyamet Risalesinde ayrıntılarıyla anlatmıştık.

Bölüm

Âlemin Yapılmış Olmayıp Kadîm/Ezelî Olduğuna İnananların
Zararda Olduklarının Açıklanması Hakkında

Deriz ki: Âlemin yapılmış olmayıp kadîm/ezelî olduğuna inanan veya böyle zan­neden kişinin nefsi, gaflet uykusuyla uykudadır ve cehalet ölümüyle ölmektedir. Zira o, âlemin yapılışının ve oluşumunun nasıllığını aklına getirmemekte, kalbini ve düşüncesini [bununla] meşgul etmemektedir. Âlemin yapıcısının kim olduğu, onu kimin yarattığı, ne zaman ortaya çıkardığı, neyden yarattığı, nasıl biçimlendirdiği, herhangi bir fiil yapmadıktan sonra niçin bir fiilde bulunduğu, onu yapmakla ne irade ettiği... vb konular ve sorular hakkında da [bir şey] sormamaktadır. Halbuki bu sorularda ve cevaplarında nefsi gaflet uykusundan uyandıracak uyarılar, onu sı­kıntı ve zorluklardan uzaklaştıracak bir kurtuluş ve ferahlık bulunmaktadır. [Böyle şeyleri] aklına getirmeyince bunlarla ilgili sorular sormamakta, bununla ilgili soru­lar sormayınca cevap vermemekte, cevap veremeyince bilmemekte, bilmeyince nefsi kendi gafletinde uyumakta, gözlemlerinden ibret çıkarma noktasında kör olmakta, hatırlatma ve hitaplara kulak vermekte sağır olmakta, birbirlerinin üstüne binmiş karanlıklar şeklindeki cehalet karanlıklarında ölmekte; o zaman da yeme, içme, seks, bedensel şehvetler ve cismânî bazları arzulamakla meşgul olmaktadır. Çünkü [ar­tık] o, nefsini bilmemekte, kötü fiillerinde ısrar etmekte, ölümüne kadar hayatında böbürlenmektedir. Sonra, kendisine rağmen, istemeden, üzülerek ve ziyan etmiş bir şekilde, ölümden sonra kendisinden sevap beklenmeden, kendisinden herhangi bir iyilik umulmadan dünyadan ayrılmaktadır. Zira onun, kendisine karşılığı verilecek bir iyiliği yoktur. Bu durum âyette şöyle ifade edilmiştir: “O, dünyayı da kaybetmiştir ahireti de. İşte bu apaçık ziyanın ta kendisidir’[135]

Fakat, bunun tersine inananlara gelince, bunlar âlemin sonradan yaratıldığına, onu yapmayı kast eden bir varlığın kastı ve hikmetli fiili ile yapılmış olduğuna inanırlar. Çünkü bu durumda inanan kimse(nin benliğin)de, içe doğan ilginç ses­ler (havâtır), düşünce (fikr), düşünme (reviyye), değerlendirme (ibret alma) ba­siret, kıymetli ilimler hakkında acaip sorular ve hoş/ince konular meydana gelir. Bu durumda nefsin gaflet uykusundan uyanması için kurtuluş ve sebep oluşur ve onun için basiret/bilinç gözü açılır, âlimlerin hayatını yaşar, dünya ve ahiretin ikisinde de mutluların yaşamını sürer. Zira şunları araştırmak ve sormak onun aklına gelmiş, düşüncesinde ortaya çıkmış ve “Bu âlemi yaratan yapıcı kimdir, ne zaman yaratmıştır, hangi şeyden yapmıştır, nasıl yapmış ve biçimlendirmiştir, yaptığını daha önce yapmamışken sonra neden yapmıştır, ne ve niçin böyle irade etmiştir?” vb konu ve soruları ortaya atmıştır ki, bunların cevaplarında nefsi ceha­let ölümünden alıkoyacak bir yaşam, gafletlerden alıkoyacak bir uyanıklık, hatalı karanlıklardan kurtaracak çıkış yolu vardır. Şayet onu anlamayı Yüce Allah’tan gelen bir ilhamla başarırsa işte onu kurtuluşa götürecek ve bu soruların gerçek cevabını bulduracak olan şey, vahiy ve nübüvvettir. Eğer bu durum ona ağır gelir­se, onun bilgelerin meclislerinde bulunması ve onlarla görüşmelerde bulunması gerekir. Eğer onların dediklerini anlarsa -bize ait “İlahiyat Risalesi”nde[136] açıkla­dığımıza göreonun nefsi onların nefisleri gibi olur ve onların ruh derecelerin­deki halleriyle bir arada olur, nefsi gaflet uykusundan uyanır, âlimlerin hayatını yaşar, mutluların yaşamını sürer, semadaki meleklere yükselir ve ahiret yurdu düşüncesiyle arınıp ihlâslı kılınmış[137] enbiyâlar zümresinde bulunur, nefsi nimet cennetinin varislerinden, semaların sakinlerinden, feleklerin mukimlerinden olur. Orada ebediyen, ebedi olmuş şekilde, sonsuza kadar nimetlerden yararlanarak ve lezzetlenerek kalacaktır.

Bölüm

Sonra bil ki, varlıkların her biri için mutluluktan az ya da çok bir pay vardır. Bu da mutluluğun, en iyi şekilde ve en mükemmel sonuca sahip olarak, mümkün olan en uzun şekilde var olmasıdır. Fakat Allah’ın, seçkin kulları ve sevgisinin ehli olan dostlarının ulaştığı mutlulukların en yücesi, sonuçların en mükemmeli, makamların en yükseği üç özellikten ibarettir: Birincisi, Rablerini bilmeleri, İkincisi, kararlılıkla­rıyla Onu amaçlamaları, üçüncüsü, çaba ve işleriyle O’nun rızasını talep etmeleridir.

Onların Rablerini bilmeleri, her tikel/cüzî nefsin tümel/küllî neftsen akan, taşan bir güç olduğunu; küllî nefsin de küllî akıldan akan ve taşan bir güç olduğunu, küllî aklın da yüce Yaradan’ın varlığından taşan bir nur olduğunu bilmek, Yüce Allah’ın da nurların nuru, sırf varlık, cömertliğin kaynağı, faziletleri, iyilikleri ve mutlulukları veren, bâkî, ebedi ve ezelî olduğunu ve yine cüzî nefsin küllî nefsten taşan ve ondan âleme saçılan nurlar, ışıklar ve aydınlıklar olduğunu, kuşatıcı felekten yer merkezi­nin bittiği yere kadar cisimlere aktığını bilmektir. İşte bu Yüce Allah’ın evliyalarının bilgisinin ve Rablerini bilmelerinin temel kuralıdır.

Nefislerinin kararlılığıyla Allah’ı amaçlamaları ise şöyle olur: Onlar gece boyun­ca ve gündüz süresince Allah’ın yapıtlarının ilginçliklerini, yaratıklarının acaipliklerini, mahlûkatının çeşitlerini düşünür, dikkatlerini onların değişik durumlarına, onlara ve onların yapıcısına ve yaratıcısına nasıl ulaşılacağına yöneltir. Allah’a olan sevgileri ise, Allah’ın kendileri ve tüm varlıkları üzerindeki ihsanını ve nimetlerini çokça görmelerinden dolayı O na olan iştiyakları ve sevgileridir; [zira] kalpler ken­disine ihsanda bulunanın sevgisi üzere biçimlenir. Çaba ve işleriyle O’nun rızasını talep etmelerine gelince, bu, nebilerin ve resullerin (a.s.) getirdikleri Yüce Rablerinin emirlerini kabul etmeleri, gecelerinde ve gündüzlerinde bunlardan gafil kalma­dan, kalkmalarında ve oturmalarında, gitmelerinde ve gelmelerinde, yemelerinde ve içmelerinde, fiil ve işlerinde bunların sırlarını unutmadan onların (nebilerin ve resullerin) işret ettikleri her şeyi yapmak, durumlarının ve davranışlarının hepsinde değişimde bulunmaktır. Onlar tüm işlerinde şeksiz ve şüphesiz olarak sanki Rableri­ni kalp gözüyle görmektedirler. Nitekim Elçilerin Efendisine (a.s.) “ihsan” hakkında sorulduğunda şöyle demiştir: İhsan, “Allah’ı görürcesine O’na kulluk etmendir, her ne kadar sen Onu görmesen de O seni görmektedir.” Ve Allah en iyi işleri yapanların ödülünü zayi etmez. O, şöyle buyurmuştur: “Şüphesiz Allah kendisine karşı gelmek­ten sakınanlar ve iyilik yapanlarla (muhsinûn) beraberdir ", “Allah iyilik edenlerin mükâfatını zayi etmez.”[138]

Allah bizleri ve tüm kardeşlerimizi doğru yola ulaştırsın, seni, bizi ve tüm kardeş­lerimizi doğru yola iletsin, O, kullarına çok şefkatli olandır.

“Hareketin Çeşitlerinin Miktarı Risalesi"[139] bitti, bunu “Nedenler ve Nedenlilere Dair Risale”[140] takip edecektir.

Aklî Nefsânîlerin/Nefıs ve Akla Dair Olan Şeylerin
(en-Nefsâniyyâtul-akliyyât) Dokuzuncu -İhvân-ı Safâ Risâleleri’nin
KırkıncıRisâlesi: Nedenler ve Nedenlilere Dair[141]

Rahman ve Rahim Olan Allah’ın Adıyla!

“ _/\jlah’a hamd ve seçilmiş kullarına selam olsun! “Allah mı daha hayırlıdır, yoksa O’na ortak koştukları varlıklar mı?”[142]

Ey kardeşim, bil ki, şüphesiz biz kaç cins hareket olduğunu ve onların birbirle­rinden nasıl ayrıldıklarını açıklamış ve âlemin sonradan yaratılmış olduğuna işaret etmiş olduk. İmdi bu risâlede ise illetleri ve malulleri anlatmak istiyoruz. Bize göre:

Yüce Allah’ın kullarına verdiği nimetler tükenmeyecek ve sayılamayacak ka­dar çoktur. Fakat Allah’ın bu nimetleri büyük ve çok olmasına rağmen bir kısmı bir kısmından üstündür. Allah’ın şu ya da bu topluluk içindeki bir kısım kullarına özgü kıldığı bol ve güzel nimet ve bağışlarından biri de -“Kime hikmet verilmiş ise şüphesiz ona pek çok hayır verilmiştir”[143] sözü ile anlattığı gibiyüce hikmettir (elhikmetü’l-baliğa). Yüce Allah bu âyetteki “hikmet” ile özellikle Kuran ilmini, Kuran ayetlerinin tefsirini, Kur anın gizli manalarını, Allah ve Allah’ın ayetleri hakkında ancak yalan söylemek, günah işlemek ve kusur yapmaktan arınmış kişilerin bile­bileceği Kur an ayetlerinin ince işaretlerini anlatmak istemiştir. Zira bir topluluk Allah’ın ayetlerini manalarının akisne yorumluyor. Nitekim söz konusu bu topluluk “Allah arş üzerine istifa etti”[144] ayetindeki “istiva” lafzını, arş üzerine oturmak ve arş üzerine yerleşmek ve Allah’ın görülmesi anlamındaki “ru’yet” lafzını, işaret edile­bilen bir cisme bakmak/nazar etmek şeklinde tefsir ediyorlar. Keza onlar, Allah’ın işitmesini ve görmesini ilahi uzuvlar, konuşmasını söz ve harfler ile ve Allah’ın ini­şini (nuzül) yedinci gökten dünya semâsına intikal etmekle açıkladılar. Yorumunu ancak Allah ve ilimde derinleşmiş olanların bileceği pek çok ayeti de yanlış yorum­ladılar. İşte bu ilimde derinleşmiş olanlar (râsihler) Allah’ın ayetlerinin yorumlarını ve sırlarını bilen ve anlayanlardır. Bu kimseler “Allaha inandık, her şer Rabbimiz katindadır”[145] derler. İşte bu söz, Rabbânî olan bilge kişilerin (hakim) ve felsefe bilen âlimlerin sözüdür.

Sonra bil ki, “feylesof” lafzının Yunanlılar nezdindeki manası bilge (hakim) de­mektir. Felsefeye ise “hikmet” adı verilir. Hakim (bilge kişi) fiilleri muhkem, sanatı sağlam, sözleri doğru, bilgileri, görüşleri düzgün (sahih), amelleri temiz ve ilimleri gerçek (hakikat) olan kişidir. Bilge kişinin bildiği bilgiler (ulûm), eşyanın (şeylerin) gerçek mahiyetine, cinslerinin sayısına, bu cinslerin türlerinin ve birer birer her tü­rün özelliklerine dair olan bigidir. Eşyanın illet (neden)lerinin araştırılması şöyledir: Eşyanın hakikatleri var mıdır? Eşyanın hakikatleri nedir? Bu hakikatler kaç tanedir? Onlar hangi hakikatlerdir? Nasıl hakikatlerdir? Nerede ve ne zaman hakikattirler? Niçin hakikattirler? Bu hakikatler kimlerdir? Zira bilge kişi bu tarz soruları en iyi şekilde soran, sorulduğu zaman doğru cevab veren ve düşünüp araştırdığı zaman bu soruların manalarını en iyi şekilde anlayıp kavrayan kişidir. Nitekim bu konuyu “İlimlerin Cinslerine Dair Risâle”[146]de anlattık.

Sonra bil ki, bu dokuz sorunun cevaplanması en zor olanı; “niçin” (limmiyye) sorusunun cevabıdır. Çünkü niçin sorusu illetleri (nedenleri) soran bir sorudur. Ay­rıca illetler, güçlü bir araştırmayı, doğru bir kavrayışı, arı duru bir zihni, dikkatli bir incelemeyi gerektirecek kadar çok çetrefil ve kapalıdırlar.

Sonra bil ki eşyanın (şeylerin) hakikatlerinin bilgisine dair araştırma soruları do­kuz çeşittir:

Bu soruların ilki, o var mıdır? İkincisi, o nedir? Üçüncüsü, o niçin vardır? Dördün­cüsü, o nicedir? Beşincisi, o hangi şeydir? Altıncısı, o nasıldır? Yedincisi, o nerededir? Sekizincisi, o ne zamandır? Dokuzuncusu, o kimdir? Ve bu sorulardan her birinin diğerinin cevabına benzemeyen özel bir cevabı vardır. Buna göre her kim ki eşyanın hakikatlerinin gerçek bilgisini (marifet) elde etmek ve onların illet ve sebeplerini haber vermek isterse önceden hakkıyla ve doğru olarak tek tek bu dokuz araştırma sorusunun her birini ve bunlara verilen cevapları bilmiş olması gerekir.

Sonra bil ki, niteliğin bilgisi, niceliğin bilgisinden önce gelir. Dolayısıyla kim ki eşyanın niteliğini, sıralanışını ve düzenini bilmez ise onun bu şeylerin illet ve sebep­lerine dair bilgi olarak haber verdiği sözüne güvenilmez. Aksine onun verdiği bu bilgi başkasının haber verişini anlatmaktan ibarettir. Zira o, yalnızca bir ileticidir. Çünkü eşyanın hakikatlerini bilmek, illet ve sebeplerini araştırmak isteyen kişinin öncelikle usullerin (temel prensiplerin), kanunların ve tümel cinslerin bilgisiyle işe başlaması gerekir. Sonra da aslın dallarını, türleri ve harfler olan şahısları araştırması gerekir.

Sonra bil ki eşyanın hakikatlerinin bilgisi konusunda işin özü ve temeli, insanın âlemin sonradan(hâdis) oluşunu, Yaratıcı mn (Bari) âlemi nasıl eşsiz şekilde yarat­tığını (ibdâ’) ve icat (ihtira) ettiğini, varlıkları nasıl düzene koyduğunu, kainâtı şu andaki nizamını ve bu nizamın niçin böyle olduğunu tasavvur etmesinde yatar.

Sonra bil ki her akıllı kişi âlemin hâdis olmasına dair âlimlerin kelamını ve Yüce Yaratıcı nın âlemi henüz yok iken nasıl eşsiz şekilde yarattığını (ibda) ve icat (ihtira) ettiğine dair bilgelerin sözlerini işitip onların söylediklerini düşündüğünde Tanrının âlemi nasıl yarattığını, ne zaman yarattığını, daha önce yok iken niçin bu zamanda bu işi yaptığını bilmiş olmayı arzular ve temenni eder. Doğrusu her akıllı kişi bu üç konuyu düşünür, zorluğu ve çetrefilli oluşundan dolayı bu konuların nasıl, ne zaman ve niçin olduğunu tasavvur edemezse çoğu kez aklı karışır, filozofların söyledikleri konusunda şüphelenip kuşkulanır ve aptallaşıp apışıp kalır.

Sonra bil ki, âlemin sonradan olduğunu ve Yüce Yaratıcının onu hiçbir şeysiz na­sıl var ettiğini tasavvur etmenin zor oluşunun nedeni şudur: Öteden beri gözlemlenegelmektedir ki, her yapılmış şeyin yapıcısı onu, herhangi bir maddeden, herhangi bir zaman ve mekânda, bir takım hareketlerle ve aletlerle yapmaktadır (Buna göre nasıl olur da âlem bunlar olmadan var edilmiş olur?!).

Âlemin sonradan oluşu (hudûs), yapılışı ve Yüce Yaratıcının onu var etmesi ise bu şekilde değildir. Oysa Yüce Yaratıcı bu şeylerin hepsini yani maddeyi, zamanı, mekanı, hareketleri, aletleri ve arazları yokluktan varlığa çıkarandır. İşte bu yüzden âlemin nasıl meydana getirildiği ve var edildiği tasavvur edilemez.

Bölüm

Bil ki, âlemin nasıl sonradan olduğunu düşünüp zorluğu nedeniyle bu yolla mey­dana gelmeyi tasavvur edemedikleri zaman, akıllı kişilerde bu kuşku ve şaşkınlıkla­rın ortaya çıktığını şüphesiz Yüce Allah bilir ve buna göre sonradan oluşun tasavvu­ru için bu yoldan daha kolay ve daha kestirme bir yol açar ve bu yolu onların nefis­lerine (zihin) iyice yerleştirir. Sanki (bu) yol, onların nefislerinde İlâhi bir kitab gibi yazılmıştır. Bu yol aklının insafına sığındığında hiçbir akıllı kimsenin inkâr etmesi mümkün olmayan bir yoldur. Çünkü akıllı kişi bu yolun doğruluğuna kendi nefsin­de bir yol ile şehâdet eder. Ve işte bu yol sayıların sûretinin niteliğidir. Ve “Aritmatik Risâlesı”nde görüldüğü gibi, sayının kökeni, “iki”den önce gelen “bir” sayısındandır.

Sonra bil ki bilgeler ve âlimler peygamberlerin vârisleridirler. Peygamberler ise, Allah’dan aldıkları mânâları, anlama ihtimali ölçüsünde her ümmetin anladığı ve tanıdığı şeylerle insanlara farklı dillerle açıklayan ve anlatan Allah ile yaratıkları ara­sındaki elçilerdir. Peygamberler, kendi yollarından geçip gidince, âlimler ve bilgeler onların halifesi olup, onların makamına geçtiler ve söyledikleri, yaptıkları ve insan­lara dini öğreti, ahiret yolu ve dünya düzeni nevinden öğrettikleri şeyler konusun­da Peygamberlerin görevlerini devraldılar. Dolayısıyla kim âlimlerin ve bilgelerin söylediklerini kabul eder ve emrettiklerini yaparsa o kişi mutluluk ve kurtuluş yo­luna girmiştir. Kim onların söylediklerini kabul etmekten kaçınır ve inkâr ederse büyük bir tehlike ve yok olma korkusuyla karşı karşıyadır. Ey kardeşim, bilgelere karşı çıkmaktan ve âlimlerle inatlaşmaktan sakın! Aksine senin için uygun olduğun­da âlimlerden ol. Kendi nefsinden, ilimde ve hikmette üstün bir mertebede olmanın dışında bir şey istememelisin. Allah’ın “De ki bilenler ile bilmeyenler bir olur mu? Allah’ı ancak akıl sahipleri zikreder”[147] sözü ile anlattığı gibi, Allah’a yakınlık ancak ilim ve hikmetle olur.

Şüphesiz anlattıklarımızdan, âlimlerin, erdemlerinin ve bilgelerin menkıbelerinin bir yönü ortaya çıkmış oldu. Şimdi şöyle diyoruz: Şüphesiz bilgeler tümel ve doğru bir kelime söylediler. Bu kelime ise onların şu sözüdür: “Tabiat boş yere bir şey yapmaz.” Bu sözün mânâsı şudur: Varlıklar içinde faydası ve yararı olmayan hiçbir şey yoktur. Dahası, varlıklar içinde olan her bir şey ya bir yararın elde edilmesi veya bir zararın savuşturulması içindir. Durum anlattığım gibi olunca; hikmeti bildiğini veya doğru bilgiyi araştırmaya giriştiğini iddia eden herkesin kendisine her varlığın sebebi/illeti, niçini ve nasılı, var oluşundaki hikmeti, varlığındaki yararı sorulduğunda -şayet bu konularda iyi bilgiye sahip isebunlardan haber vermesi gerekir. Aksi takdirde, “Allah ve Rasûl’ü daha iyi bilir” demeli ve “Ben bilmiyorum” demekten kaçınmamalıdır. Bize göre eşyanın hakikatlerini ve illetlerini araştırıp incelemek isteyen, onların sebeple­rini, niçinini, nedenini, nasılını, onlardaki hikmetin ne olduğunu soruşturan kişinin, her şeyden önce dünya ilgilerinden ve işlerinden arınmış bir kalbe, arınmış bir nefse, ince bir anlayışa, açık bir akla, temiz bir ahlâka, boş ve bozuk düşüncelerden arınmış bir gönüle sahip olması, dört matematiksel hikmeti (aritmetik, geometri, musiki, ast­ronomi) öğrenmiş olması, mantık ve doğal bilimler (tabiiyyât) konularında araştırma yapmış olması, “İlimlerin Cinsleri Risâlesı’nde açıkladığımız gibi, bu konulara dair so­ruları ve cevapları bilmiş olması gerekir. Sonra da, “peygamberlerin ilmi” adı verilen ve “ilahiyât ilmi” diye nitelenen bu ilimde araştırma yapması gerekir. Çünkü bu ilim, insanın bilgilerinin gelip dayandığı en yüce gayedir. Bundan sonra semâların sâkini, feleklerin sahibi en yüce topluluk olan meleklerin rütbesi gelir.

Bölüm

Sonra bil ki, eşya (şeyler), gözle görünen varlıklar (ayınlar) ve nesnelerdir. Yani Yüce Yaratıcı’nın varlığından akıtması (feyz) ve yaratması (ibda') ile var ettiği baş­ka başka olan suretlerdir. Nitekim sayılar da somut nesnelerdir yani başka başka suretlerdir. Bunlar tekrar yoluyla nefislerin düşüncesinde “bir” sayısından akarlar (feyezan). Eşya, Yüce Allah onları yaratıp icad etmeden önce onlar Yüce Yaratıcı nın ilminde vardırlar. Nitekim bir sayısı da nefislerin düşüncelerinde kendinden sayılar ortaya çıkmadan önce olduğu hal üzere değişmeden kalır.

Yüce Yaratıcının en özel vasıflarından biri, Ohun varlıktan başka olmasıdır. Zirâ o, varlıkların aslı ve sebebi (illet)’dir. Nitekim bir sayısı da, sayıların aslı, ilkesi ve kay­nağıdır. Şayet Yüce Yaratıcının (bir) zıddı olmuş olsaydı o “yokluk” ( adem) olurdu. Fakat yokluk bir şey değildir. Oysa Yüce Yaratıcı, eşya ile bir karışım ve kaynaşma (imtizaç) içine girmeksizin, her şeydedir ve her şeyle beraberdir. Nitekim bir sayısı da her sayı ve sayılanda bulunur. Dolayısıyla her bir varlıktan bir sayısı kalkınca tümsayıların ortadan kalkmasını zannederiz. Oysa sayılar ortadan kalkınca bir or­tadan kalkmaz. Tıpkı bunun gibi Yüce Yaratıcı olmamış olsaydı asla hiçbir şey var olmazdı. Oysa eşya yok olmuş olsaydı onların yok olmasıyla Yüce Yaratıcı yok ol­mazdı. Varlıkların bir kısmı rütbeve konumca Yüce Yaratıcı ya çok yakındır. Bu çok yakın olan varlık akıldır. Nitekim sayılardan biri de rütbe ve oran olarak bir sayısına daha yakındır. Ki bu, iki sayısıdır. Sonra üç, sonra da dört gelir. Daha sonra da artırılabildiği kadar artırılır. İşte Yüce Allah’tan başlayarak varlıkların sıralanışı ve dü­zenlenişi tıpkı; sayılar ve “ Aklî İlkeler Risâlesı’nde açıkladığımız gibi, sayların dizilişi ve düzenlenişi gibidir.

Sonra bil ki, eşyanın ilkelerini araştıran ve düşünenlerin pek çoğu Allah’ın ilmin­deki malûmatın ezelî olduğunu zann ve vehm ettiler; tıpkı açığa çıkmadan ve sanat­larında bilinen maddeye onları koymadan önce sanatçıların nefislerinde yaptıkları şeylerin (masnûât) suretlerinin bulunması gibi veya aklını kullananların nefislerinde akledilenlerin suretinin bulunması ve akledenlerin de onları tasavvur etmesi gibi. Oysa durum onların zannettikleri ve vehm ettikleri gibi değildir. Aksine Allah’ın ilminde eşyanın bilgisi, daha önce açıkladığımız gibi, sayıların “bir” sayısında bu­lunduğu gibi bulunur. Çünkü yapılan şeylerin sureti, onları yapan sanatkârların nefislerinde, hocaların yaptıklarını araştırıp, tefekkür edip, düşünüp yorumladık­tan sonra meydan gelir. Onların hocalarının nefislerinde bulunup da yaratıp icat ettikleri sanatlar, onların nefislerinde, tabiî yapıtları araştırıp düşünüp ve tefekkür ettikten sonra ortaya çıkar. Yapıtları (masnû’ât) araştırıp düşünüp ve tefekkür ettik­ten sonra akledenlerin nefislerinde hâsıl olan akledilir şeylerin suretinin hükmü de böyledir. Oysa Yüce Allah’ın ilminin hükmü böyle değildir. Aksine sayılar “bir” sayı­sının zâtından (aslından) olduğu gibi, Onun ilmi de kendi zâtındandır. Zira örneğin, örnek verilene, azında değil çoğu manâsında uygun olması gerekir. Yüce Yaratıcı nın sayılarla ortaya çıkmış olan şeylere nisbetinde “bir” sayısı ile örnek/misal olması, Yüce Yaratıcı ya başka örneklerden daha çok uygun düşer.

Sonra bil ki, her yetkin varlık, kendisinden kendi altındakine bir çeşit feyz verir ve bu feyz verme onun kendi cevherinden yani onun zâtını ayakta tutan suretinden olur. Bu konudaki örnek, ateşin sıcaklığıdır. Şüphesiz ateş kendi çevresinde olan ci­simlere bir sıcaklık ve ısıtma akıtır/transfer eder (feyezan). Sıcaklık, ateşin cevherselliği olup onu ayakta tutan suretidir. Aynı şekilde sudan da çevresinde bulunan ci­simlere bir sıcaklık ve ıslatma transfer olur. Zira “ıslaklık” suda bulunan cevherliktir ki, bu da suyun zâtını ayakta tutan surettir. Yine aynı şekilde güneşten, feleklere ve hava üzerine ışık ve aydınlık akar. Çünkü ışık, güneşte var olan cevhersel bir şeydir. Bu ışık, güneşin zâtını ayakta tutan güneşin suretidir. Yine aynı şekilde nefisten de cisimlere hayat akara. Çünkü hayat, nefse ait cevhersel bir şeydir. Hayat nefsin zâtını ayakta tutan surettir.

Bölüm

Bil ki, feyz, feyiz verenden kesintisiz ve biteviye devam ettiği sürece feyz verilen şey de devam eder. Feyz aynı vetire üzere kesintisiz devam etmediği sürece kendisi­ne feyz verilenin varlığı geçersiz (bâtıl) ve yok olur. Çünkü feyz veren ilk varlık yok olmuştur. Bunun örneği havadaki aydınlıktır. Şimşek çakıp kesintisiz devam ettiği sürece tıpkı gündüz vaktinde olduğu gibi, hava aydınlanmış olarak bâkî kalır. Çün­kü güneş, havaya feyzini tek düze ve kesintisiz olarak verir. Güneş ile hava arasına bir engel girince havanın aydınlığı yok olur. Zira aydınlık saat saat bozulmakta ve havaya verilen aydınlık feyzi devam etmemektedir. Aynı şekilde nefisten cisimlere verilen hayat feyzi de kesintisiz devam ettiği sürece cisimlerdeki hayat devam eder. Nefis cesetten ayrılınca cesetin zenginliği olan hayat hükümsüz olup yok olur. Yüce Yaratıcıdan dolayı (var) olan âlemden varlığı ve devam etmesinin hükmü de böyledir. Buna göre Yüce Yaratıcı nın feyzi, cömertliği, vergisi biteviye ve kesintisiz olduğu sürece âlemin, Yüce Allah’dan dolayı olan varlığı daimi olur.

Bil ki, âkil kimselerin çoğu, Yüce Allah’dan meydana gelen âlemin varlığının, kendi başına müstakil var olduktan sonra ustasına gerek duymayan, ustanın inşa ettiği evin varlığı gibi olduğunu zann ve vehm ettiler. Oysa durum, onların zan ve vehm ettikleri gibi değildir. Çünkü evin yapılışı; toprak, su, taş, tuğla, kireç, kiremit, tahta ve bunlara benzeyen şeyler gibi, kendi başlarına ayakta duran ve dışarıda mev­cut olan bir takım şeylerden yapılan bir bileşik (terkib) ve karışımdır. Oysa (Yüce Allah’ın var etmesi demek olan) yaratma ve icat, bileşik ve karışım değildir. Aksine yokluktan varlığa olan bir ortaya çıkarma ve icat etme işidir. Bu konunun örneği; konuşanın sözü ve yazı yazanın yazmasıdır. Bunlardan birincisi olan konuşmak ya­ratmaya (ibdâ), diğeri olan yazma ise bileşime (terkib) benzer. İşte bu yüzden konu­şan susunca kelâmın (söz) varlığı yok olur. Yazan yazmasını bırakınca var olan yazı yok olmaz. Dolayısıyla âlemin Yüce Allah’dan olan varlığı, sözün konuşandan olan varlığı gibidir. Konuşma kesilince sözün varlığı yok olur. Söylediğimiz şeyin delili ve anlattığımız şeyin hakikati; Yüce Allah’ın şu sözüdür: “Şu bir gerçek ki, gökleri ve yeri yok olmamaları için (yörüngede) tutan sadece Allah’tır; eğer (yörüngeden) sap­malarına (izin verirse), bunun ardından hiçbir güç onları tutamaz...”[148] Ve başka bir ayette “O, her an (gün hayata ve varlığa dair) bir işe müdahale etmektedir”[149] şeklinde buyrulmaktadır. Zira bir iş, Yüce Allah’ı başka bir işten alıkoyamaz.

Sonra bil ki, her akıllı kişi, âlemin nasıl sonradan olduğunu, Yüce Yaratıcı mn onu nasıl yoktan yarattığını, gök tabakalarını ve arzı nasıl var ettiğini, felek kürelerini na­sıl bir araya getirdiğini (terkib), basit yıldızları ve dört öğeyi nasıl döndürüp idare et­tiğini ve bu dört öğeden doğan üç şeyi nasıl var ettiğini düşündüğünde bu konularda şu üç görüşten birine inanması gerekir. Ya bunların bir defâda yoktan var edildiğini, Yüce Yaratıcı mn onları yokluktan varlığa şimdi oldukları hali üzere çıkardığını zan ve vehm eder. Ya da bunların aşamalı olarak (tedrici) yaratıldığını, zamanların ve asırların (dehr) geçmesiyle, ilkten başlayıp en sonuna kadar bir sıraya göre yokluk­tan varlığa çıkarıldığını zan ve vehm eder. Veya bu eşyanın bir kısmının bir defada, bir kısmının ise tedrici olarak yaratılıp var edildiğini zan ve vehm eder. Zira aklî bir taksimde (bölümlemede), bu üçünün dışında bir ihtimal yoktur. Bu şeylerin tek bir defada zamansız olarak var edildiğini zannedip söyleyen ise söylediği bu söze görü­nen âlemden bir delil bulamaz. Dolayısıyla söylediği konuda kendisi de kuşkuludur.

Bu şeylerin yokluktan varlığa bir düzen ve sıraya göre aşamah/tedrici olarak çıka­rılıp var edildiğini söyleyen kişi ise söylediği bu şeye tek bir tümevarım (istikra) ile varlıklardan pek çok şâhid/delil bulabilir.

“Bu şeylerin bir kısmı bir çırpıda bir kısmı ise tedricen var edilip meydana getiril­miştir” diyenin ise bu sözünü ve iddiasını açıklaması, şerhetmesi ve detaylandırması gerekir.

Bölüm

Bize göre tabiî şeyler, süre (asır/dehr) ve zamanın akışı içinde aşamalı olarak ya­ratılıp var edilirler. Bu durum şundan dolayıdır: Tümel madde (heyûlâ} yani mutlak cisim; salt cisim olup sıvısı, katisından ayrılıncaya, saydam küresel felek şekillerini kabul edip uzay boşluğunda birbirleriyle birleşinceye, gezegen yıldızları olarak dön­meye başlayıp kendi merkezlerini edininceye ve dört öğe (erkân) birbirinden ayırıcı niteliklerini kazanıp birbirleriyle sıra ve düzen oluşturana kadar hiç şüphe yok ki üzerlerinden uzun bir süre geçmiştir. Bu iddianın delilli, Yüce Allah’ın “Allah gökleri ve yeri altı günde (aşamada) yarattı’[150] [151] ve “Ve Allah nezdinde bir gün sizin saydıkları­nızdan bin sene gibidir”" şeklindeki sözleridir.

İlâhi ve rûhâni şeylerin meydana gelişi ise, zaman, mekân, oluş ve bozuluşa konu olan madde olmaksızın bir defada sıralı ve düzenli olarak olmuştur. Dahası bunlar Yüce Allah’ın “Ol” sözü ile olurlar (künfeyekün). Rûhânî ve İlahî şeyler ise etkin (faal) akıl, küllî nefs, ilk madde (heyûlâ) ve sadece suretlerdir. Akıl, Yüce Yaratıcı nın ışığı ve ondan ilk akan (feyezan eden) şeydir. Nefis ise aklın ışığıdır ve Yaratıcı, onu akıldan transfer ettirmiştir. İlk madde, nefsin yayılan gölgesidir. Sadece suretler ise Yüce Allah’ın izni ve O’nun akıl ile nefsi desteklemesi ile nefsin maddeye giydirdiği nakışlar, boyalar ve şekillerdir. Bütün bu şeyler, zaman ve mekân içinde olmaksızın Yüce Allah’ın “Künfeyekün” (“Ol” der ve o da oluverir) sözüyle olur. Nitekim Yüce Allah şöyle der: “Bizim emrimiz ise, sadece göz kırpması gibi, bir anlık iştir.[152] Bunun örneği, şimşek çakmasının meydana gelmesi, zaman olmaksızın güneşin doğması, gözlerin aydınlanması ve eşyanın görülmesidir.

Sonra bil ki, dört öğenin varlığı, günler, aylar ve seneler itibariyle kendilerinden meydana gelenlerden (müvelledât) önce gelirler. Nitekim zamanlar, devirler ve çağ­lar itibariyle feleklerin varlığı dört öğeden önce gelir. Sonu gelmeyen uzun zamanlar itibariyle ruhlar âleminin varlığı, felekler âleminin varlığından önce gelir. Bütün sa­yılardan önce gelmesi gibi, Yüce Yaratıcı da varlıkça bütün varlıklardan önce gelir.

Sonra bil ki, şüphesiz boyutları olan cisim ile ilişkisi olmadan önce nefsin üze­rinden uzun bir zaman geçmiştir. Nefis, kendi rûhâni âleminde, nûrâni yerinde, hayvânî yurdunda kendi sebebi/illeti olan etkin/faal akıldan gelecek feyzi, erdemleri ve iyilikleri kabul etmeye yönelmiş olarak durmaktadır. Nefis, nimetlenmiş, lezzet­lenmiş, dinlenmiş, sevinmiş ve gönenmiştir. Nefis, bu erdem ve iyiliklerle dolunca onu havuz gibi bir şey ele almıştır. Böylece o da bu havuza taşan iyilikleri ve erdemle­ri taleb etmeye yönelir. Halbuki bundan önce cisim, şekiller, suretler ve nakışlardan hiçbirini taşımıyordu. Sonra nefis, maddeye yöneldi ve cismin katisı, seyreğinden ayrıldı ve cismin üzerine bu erdemler ve iyilikler aktı/feyezan etti. Yüce Yaratıcı, nef­sin bu durumunu görünce cismi ona mekân kıldı ve cismi onun için hazırladı. Son­ra da Yüce Allah, bu cisimden felekler âlemini ve en dıştaki felekten başlayıp arzın merkezinde son bulana kadar gök tabakalarını yarattı. Hava boşluğunda felekleri birbiriyle bileşik hale getirdi ve gezegenleri merkezlerine yerleştirdi, şimdi olduğu üzere en güzel nizam ve tertib üzere öğelerini de kendi sıralarına göre tertib etti. Yüce Yaratıcı bütün bunları, nefsin gezegenleri idare etmeye ve onları seyrü sefer et­tirmeye güç yetirmesi için ve nef sin kendi fiillerini, erdemlerini ve faal akıldan kabul ettiği iyilikleri kolayca ortaya çıkarması için yaptı.

İşte âlemin yani cisimler âleminin yok iken var olmasının sebebi budur. Kim maddenin nasıl özleştiğini, cismin ince (latif) cüzlerinin yoğun (kesif) cüzlerinden nasıl ayrıldığını, saydam türevin felekî şekilleri nasıl kabul ettiğini, mertebe ve devir­leri içinde bu cüzlerin hava boşluğunda birbirleriyle nasıl bileşime girdiğini, aydınla­tıcı yıldızların cisimlerinin nasıl dairesel h areket ettiğini seyrüseferlerine ve felekler­deki merkezlerine nasıl yerleştiklerini ve dört unsurun parçalarının birbiriyle nasıl özümsendiğini, bunların birbirinden nasıl ayrıldığını, şekillerinin çeşitli ve suretleri­nin muhtelif olmasına rağmen, cisimsel olması bakımında şu anda olduğu hal üzere bütün bunların tek bir maddeden nasıl düzenlendiğini tasavvur etmek isterse, kendi cesetinin ana rahmindeki kandan özümsenip ayırt edilerek nasıl bir araya getirildi­ğine, bir kısmının nasıl beyaz ve sert kemik, bir kısmının nasıl sapsarı yağ olduğuna, bir kısmının nasıl içi boş damarlar olduğuna, bir kısmının nasıl bedensel organlar olduğuna, bir kısmının parçalarının nasıl birbirine benzediğine, bir kısmının nasıl kalp olduğuna, karaciğerin ve akciğerin cürmünü oluşturduğuna bakıp anlamaya ve açıklamaya çalışsın. Mide, dalak, beyin ve omuriliğin durumu da böyledir. Bunların bazısı nasıl deri, kıl, tırnak ve şekiller, sûretler, renkler, tatlar, kokular ve tabiatları muhtelif bu organlara benzeyen şeyler oldu. Eğer kişi bedenin bölümlerinin hayız kanı ve nutfeden meydana gelişini ve bedenin bu kandan oluşturulduğunu kendisine en yakın ve bilgisi kendisine en kolay gelen, bu spermin bu suretleri, şekilleri, tatları ve renkleri nasıl kabul ettiğini tasavvur etmekten acizolursa, kendisine en uzak olan, en cahili olduğu ve en az anladığı felekleri, tabaka tabaka göklerin ve yerlerin nasıl yaratıldığını kavramaktan da aciz olur.

Bölüm

Sonra bil ki, tümel/küllî nefis, kendi rûhâni âlemine, nurâni mahalline ve cisimle ilişkiye geçmeden önceki ilk haline geri dönecektir. Nitekim Yüce Allah şöyle der: “Yaratılmışlar (evrenini) ilk defa nasıl yaratmışsak, onu öylece tekrar yaratacağız.”'[153] Fakat bu durum uzun zamanlar, devirler ve dehirlerin geçmesinden sonra olur. Nefis cismâniâlemden ayrılınca cismâni âlem harap olacaktır. Feleklerin dönmesi, yıldız­ların seyri, öğelerin karışım ve birleşmesi duracak, bitkiler, hayvanlar ve madenler çürüyecek ve cisim suretler, şekiller ve nakışlardan soyunacak, âlem, ilk başta olduğu gibi, bunlardan boş kalarak bakî kalacaktır. Zira nefis, cisimden yüz çevirmiş, ken­di âlemine yönelmiştir. İlk sebebine/illetine kavuşmuş, O’nun yanında yer almış ve O nunla birlik olmuştur. Nefsin kendi âlemindeki illetine yönelip O ndan erdemleri ve iyilik feyzlerini aldıktan sonra cisme yönelmesi ve cismin durumunun düzeltilmesiyle ilgilenmesinin örneği; hocasını seven ve ona yönelen akıllı ve iyi bir adamın örneği gibidir. Bu adam, ilim, hikmet, meârifı öğrenmeyi, uzun zaman boyunca ho­casının güzel ahlâkı ve düzgün edebiyle edeblenip ahlâklanmayı isteyen ve sevendir. Öyle ki bu adam iyilikler, erdemler, ilimler ve hikmetlerle dolunca bu sırada feyz kaynağına benzemeye başlar. Kendisinden bu iyilik ve erdemlerin alacağı ve onlarla kendisine faydalı olacağı birisini ister, temenni ve talep eder. Böylece terbiye etme­sini, hikmet ve ilmini kabul edeceğini bildiği bir öğrenci bulunca onu öğretmeyi isteyerek, onu eğitmeyi arzulayarak, fiillerinde ve sanatlarında hocasına benzemeyi umarak bu öğrenciye feyz ve fayda verecek şey ile yönelir. Tıpkı hocasının da kendi hocasına, muallimine, onu potansiyel durumdan (kuvveden) fiile çıkaran, onun cev­herini damıtan, unsurunu saflaştıran ilk hocasına benzeyerek yaptığı gibi.

İşte bu hoca, öğrencinin talim, ahlâklanma ve eğitimini bitirdikten sonra Rabbine ibâdet etmeye yönelir. Yaratıcı sına yakarmak yalnızlıkları talep eder, kendinden önceki hocalarına, akrabalarına kavuşmayı ve melekler zümresine girmeyi temenni eder. Allah’ın rahmeti onlara olsun, peygamberlerin sureti de böyledir. Yine aynı şe­kilde bilgelerin ve kadîm rabbanilerin suretleri de böyledir. Bütün bunlar, hikmetini açık etme ve erdemleri yarattıklarına akıtma/transfer etme bakımından Yüce Allah’a benzemek içindir. Zira Allah onları yok iken var etmiştir. Sonra da sayısını sadece Allah’ın bileceği çeşitli nimetler, türlü türlü iyilikleri ve bereketleri kullarına akıtmış­tır. Öyle ise ey kardeşim, bu işaretleri ve uyarıları iyi anla! Umulur ki senin nefsin, gaflet ve cehalet uykusundan uyanır.

Bölüm

Bazı haberlerde anlatıldığına göre, Yüce Allah’ın peygamberlerinden biri Rabbine yakarışı (münacat) sırasında şöyle dedi: Yarabbi yok iken yarattığın bu şeyi niçin ya­rattın? Rabbi de ona remiz yoluyla şöyle dedi: “Ben, erdemleri ve iyilikleri gizli olan ve bilinmeyen bir hazine idim. Sonra bilinmek istedim.” Bu sözün manası şudur: Ben bu yaratma işini yapmamış olsaydım, (insanların) hakikatleriyle özünü bilmeye akıllarının ulaşmaktan hayrete düştüğü, dillerinin niteliklerinin aslını anlatmaktan yorulup aciz kaldığı, yaptığım ve yarattığım ilginç ve muhkem şeyler türünden orta­ya koyduğum ve transfer ettiğim (feyezan) bu iyilikler ve erdemler gizli kalırdı.

Ey kardeşim! Âkil kişilerin ve bilgelerin kelamını, onların sözlerinin inceliklerini ve derin mânâlara işaretlerini art niyetli olarak anlamaktan kaçın. Art niyetli anla­yış, sahibini bilgelere karşı kötü zanna götürür. Pek çok insanın bilgeler hakkında, onların “âlemin kadim ve ezelî olduğunu” söylediklerine dair vehm ettiği şey, bu tür art niyetli/yanlış anlayışlardandır. İşte bu onların sözlerini ve işaretlerini yanlış anla­maktan kaynaklanan kötü zanlardır. Bunun sebebi şudur: İnsanlar bilgelerin, “âlem, zaman ve mekân içinde yaratılmamıştır” sözünü duyunca onların bu sözünü işiten zannetti ki onlar, âlemin kadim/ezelî (öncesiz ve sonradan yaratılmamış) olduğunu söylüyorlar. Çünkü bu kişi, bilgelerin bu sözle neyi kast ettiğini anlayamadı. Oysa onlar, “zamanda ve mekânda değil” sözleriyle ancak yaratmanın en değerli olanını kast ettiler. Çünkü zaman, feleğin hareketlerinin sayısı, mekan ise feleğin dış yüzeyi­dir. Dolayısıyla felek olmayınca ne zaman ne de mekân var olur. Aksine Yüce Yaratıcı feleği yoktan var edip ona dairesel (devrâni) bir hareket verince feleğin varlığından sonra mekânı ve zamanı beraberce var etti.

Yine onların, “Cevher, kendisinden dolayı cevher ve araz kendisinden dolayı arazdır” sözleri de yanlış anlaşılan sözlerindendir. Dolayısıyla bu sözü işiten ve ne demek istediklerini anlamayan kişi onların şöyle dediğini zanneder: “Cevher ve araz, bir yaratıcının yaratması veya bir yapıcının yapmasıyla var olmuş değildir.” Zira cev­her kendisinden dolayı vardır. Oysa durum onların zannedip vehme kapıldıkları gibi değildir. Çünkü bilgeler, ancak varlıkları düşünüp, hallerini araştırıp varlıkların bir kısmını sıfatlar, bir kısmını farklı farklı mevsuflar (nitelenenler) olarak bulunca ve nitelenenlerin farklı oluşunun illetinin/sebebinin sıfatlarının farklılığından dolayı olduklarını bilince (cevher ve arazla ilgili) bu sözü söylemişlerdir. Sıfatların farklı oluşu ise kendilerinden dolayıdır. Çünkü Yüce Allah, sıfatların kendisinde bulunan bir illetten dolayı değil de, onları kendi kendileri ile farklı olarak yaratmıştır. Bu ko­nunun örneği, ak ve karanın durumunun farklı oluşudur. Bu durum başka bir illet­ten dolayı değil, ak ve karanın kendi zâtlarında/özlerinde farklı olmasından dolayı­dır. Kim ak ve karanın başka bir illeti olduğunu zannederse bu illet sonsuzca sürüp gider. Bu şundandır: Kara, nitelenmiş olandır ve o ancak kendisinde karalığın bu­lunmasından dolayı karadır. Ak’ın durumu da böyledir. O ancak kendisinde aklığın bulunmasından dolayı aktır. Karalık ve aklık ise onlarda bulunan bir yapısal özellik­ten (sınaat) dolayı değil, aksine kendi zâtlarından dolayı kendiliklerinde farklıdırlar. Çünkü Yüce Allah böylece onları iki farklı zât olarak yaratmıştır. Bilgelerin sözünün manası ise şudur: Karalık, kendisindeki bir sıfattan dolayı değil, kendi kendisinden dolayı karalıktır. Oysa onlar; hikmet eğitimi almamış ve şeriatı kötülememiş pek çok insanın zannettiği gibi; karalığın bir icat edicinin icadı ve bir yapıcının yapmasıyla olmadığını söylemek istemediler.

Sonra bil ki, fâilin fiillerini açığa çıkarmasına ve yapıcının yaptığını sağlam olarak yapmasına engel olan sebeplerden biri de güçsüz olmaktır. Fakat bazen bu güçsüz­lük, fâilin kuvvetinin zayıflığından ve bilgisinin azlığından olur. Bazen de bu güçsüz­lük, âciz kalmak, yapıcının işini sağlam olarak yapması için gereken âlet ve edevatın yokluğundan veya zaman, mekân, hareketler ve benzerlerinin yokluğundan kaynak­lanır. Bazen de bu âciz oluş, madde yönünden ve hikmetli iş yapan sanatkârın verdiği sureti, maddenin zorla kabul etmesinden kaynaklanır. Bunun örneği, soğuk demirin demircinin elinde, kendinden bükülen bir ip gibi; uzun bir ip olarak bükülmeyi zorla kabul etmesidir. Burada âciz olma, demirciden kaynaklanmaz fakat demirin bir ip gibi bükülmeyi zorla kabul etmesinden kaynaklanır. Unsurunun akıcı olmasından dolayı üzerine yazı yazanın yazısını kabul havanın etmemesi de böyledir. Marango­zun âcziyetinden dolayı değil ama kerestenin yokluğundan dolayı göğe yükselerek bir merdiven yapamaması da böyledir. Yine bilge bir insanın bebeği öğretememesi, bilgedeki acziyetten dolayı olmaması da buna örnektir. Çünkü bebek, bebeklik ha­linde iken bu eğitimi almaya yatkın değildir. Bu kıyasa (prensibe) göre aciz olmak maddeden ve onun suretleri zorla kabul etmesinden kaynaklanır, yoksa hikmetli iş yapan sanatkârın (Sâni-i Hakim) âciz olmasından dolayı değildir.

Sonra bil ki, âlimlerin pek çoğu, maddeden kaynaklanan acziyeti bilmiyorlar ve maddenin durumunu değerlendiremiyorlar. Böylece acziyetin tümünü güçlü ve hik­metli iş yapan fâile/özneye ait kılıyorlar. Bundan dolayı çoğu kez onlar bu acziyeti Yüce Allah hakkında (da) zan ve vehim yoluyla düşünüyorlar. Bunun üzerine, “Yüce Allah pek çok şeyi yaratmaktan âcizdir” diyorlar. Tıpkı onların “Yüce Allah, iblisi ken­di memleketinden çıkarmaya kadir değildir” demeleri gibi. Oysa onlar aczin, onun memleketinde olmayan şeyin yokluğundan kaynaklandığını düşünemiyorlar, yoksa acziyet Yüce Allah’ın kudretinin yokluğundan değildir. Diyorlar ki, Yüce Allah deve­yi, iğnenin deliğinden geçirebilecek kadar güçlü değildir. Oysa aczin, iğneden kay­naklandığını düşünmüyorlar. Diyorlar ki, Allah, bir kişiyi tek bir zaman içinde hem oturan hem de ayak duran vaziyette yapamaz. Oysa onlar bilmiyorlar ki bu aciz oluş, Allah’tan değil bizden kaynaklanmaktadır. Zira oturmak ve ayakta durmak, tek bir zaman içinde birlikte var olamaz. Sonra da şöyle söylüyorlar, bütün bunların Allah’ın kudreti dairesinde olduğunu söylemek doğru olmaz. Onlara, “ Allah her şeye kadirdir’ sözünün manası nedir? diye sorulduğunda, Yüce Allah’ın söylediğinin aksine, bu sö­zün genellik değil özellik ifade ettiğini söylerler. Çünkü Yüce Allah mutlak olarak bu sözü genel anlamda zikredip “her şeye kâdirdir” dedi. Sonra da: “Biliyor musun? Allah kendi mislini (kendi gibisini) yaratmaya kâdirdir (yaratâbilir)” sözleriyle, “O, her şeye kâdirdir” sözünün genel olduğunu söyleyenin bu sözüne şüphe sokmuşlardır[154]. Oysa onlar bu aczin Allah’ın mislinin bulunmamasından kaynaklandığını, yoksa onun kud­retinden kaynaklanmadığını bilmiyorlar. Zira acziyet yokluktur, varlık değildir.

Bölüm

İllet nedir? İllet, başka bir şeyin olmasını gerektiren sebepdir. Ma’lûl nedir? Ol­ması için bir sebebi bulunan şeydir.

İllet kaçtır? İllet dört nevidir. Bunlar fâil(etkin) illet, maddî illet, sûrî (şekilsel) illet vegâi (amaçsal/tamâmi) illettir.

Ma’lûl (illetli/sebepli) kaç tanedir? Malûl dört nevidir ve bunların hepsi yaratıl­mıştır. Bunların bir kısmı beşerî-hayvânî[155] olarak, bir kısmı ise tabiî olarak yaratıl­mıştır. Tabiî olarak yapılmış olanlar ise madenler, bitkiler ve canlılardır. Yaratılmışla­rın bir kısmı basit ve nefsânî olanlardır. Bunlar felekler yıldızlar ve erkân (öğeier)’dır. Bu yaratılmışların bir kısmı İlâhi ve rûhâni olanlardır. Bunlar ise madde, sırf (mücerred) suret, nefis ve akıldır.

Yaratma (sanat) nedir? Yaratıcının kendi nefsinde bulunan suret ve nakışları maddede ortaya çıkarmasıdır. Hikmetle iş yapan her yaratıcının (sanatkâr) yaratma­sında bir çeşit amacı vardır. Bu amaç ise, bilginin ilminde veya yaratıcının düşünce­sinde o şeyi yaratmadan önce vardır. Âlim veya yaratıcı yaptığını bu amaçtan dolayı yapar. Fâil amaca ulaşınca fiil sona erer ve fail yapmayı durdurur.

Sonra bil ki, her yaratılmışın dört nedeni (illet) vardır. Bunlar, fail (etkin) neden, maddî neden, sûrî (şekilsel) neden ve tamamî (amaçsal/gâî) nedendir. Bunların ör­neği, (üzerine oturulan) divandır. Divanın fail illeti marangoz, maddî illeti kereste, sûrî illeti dikdörtgen şeklinin verilmesi, gâî illeti ise divanın üzerine oturmaktır. Her beşerî yaratıcı, yaratmasının tamamlanması için şu altı şeye muhtaçtır: Herhangi bir madde, belli bir zaman, belli bir mekân, el ve ayak gibi edevat, keser ve burgu gibi birtakım âletler ve birtakım hareketler. Her tabiî yaratıcı ise bunlardan dört tanesine muhtaçtır. Bunlar ise madde, mekan, zaman ve harekettir. Her nefsânî yaratıcıya bunlardan iki tanesi yeterlidir. Bu ikisi ise madde ve bir takım belli hareketlerdir. Yüce Yaratıcı ise bunlardan hiçbirine muhtaç değildir. Çünkü Onun fiili bu şeyle­rin, yani madde, zaman, hareketler, âlet edevatın yoktan yaratılması (ibda) ve icat (ihdirâ) edilmesidir.

Bil ki, her beşerî yaratıcı ve hikmetle iş yapan (hakim) kişi, güç yetirebildiği öl­çüde yaptığını en sağlam ve en güzel şekilde yapmaya çalışır. Fakat çoğu kez onun önüne, ya maddî illetten veya maddenin sureti zorla kabul etmesinden veya âlet ve edevâtların yokluğundan veya gücün zayıflığı unutma, dalgınlık ve yanılmadan veya işinin uzmanlığı konusundaki bilgisinin azlığından dolayı bir takım engeller çıkar. Oysa Allah bütün bunların hepsinden münezzehdir.16

Bölüm

Sonra bil ki, varlıkların tümü iki nevidir. Bunlar tümeller/küllî ve tikeller (cüzi) dir. Tümelleri, Yüce Yaratıcı en değerlisinden başlayıp en değersizine doğru sırala­mıştır. Nitekim bunu “İlkeler RisâlesTnde açıklamıştık. Tikelleri ise Yüce Yaratıcı, en değersizinden başlayarak en tam ve yetkin olana doğru sıralamıştır. Nitekim bunları “Tabiat Risâlesi”nde açıklamıştık.

Sonra bil ki, tek bir sorunun birçok cevabı olabilir. Fakat her cevap, her soru için uygun düşmez. Bunun nedeni insanların içinde avâm (sıradan) ve havâsın (seçkin insanların) bulunmasıdır. Âlemin yaratılması (hudûs) ve yaratılmasını gerektiren illeti/sebep sorulduğunda seçkin kişinin cevabı daha sonra anlatacağımız veya açıkla­yacağımız gibidir. Âlem yok iken Allah’ın onu niçin yarattığı sorulduğunda sıradan insanın cevabı, “Allah’ın âlemi yaratmasında bir hayır ve hikmet vardır ve hakîm olanın hikmetli bir iş yapması zorunlur!” şeklinde olur. Şayet Yüce Allah âlemi ya­ratmamış olsaydı hikmeti ve iyilik yapma fiilini terk etmiş olurdu. İşte avâmın cevabı budur. Şayet biri, “Allah âlemi niçin şu değil de bu vakitte yaratmıştır?” derse ona, “Çünkü Allah yarattığı vakitte yaratacağını bilendir» denir. Şayet daha önce yaratmış olsaydı Allah’ın fiili, ilmine aykırı olurdu. Allah, böyle olmaktan yüce ve büyüktür. Eğer, “Allah neden âlemi şu anda olduğu suret/şekil üzere yaratmıştır da bundan başka suretler üzere yaratmamıştır?” denilirse, cevap olarak şöyle denir: Çünkü bu

16.    Allah hakkında bunlar düşünülemez.

suret daha sağlam ve düzgündür. Eğer, “Başka suret de sağlam ve düzgündür”, deni­lirse ona “Bunun nasıl böyle olduğunu açıkla” denir. Doğrusu rabbânî bilgeler (elhukemâu r-rabbâniyyûn}, âlemin şimdiki bu suretinden daha sağlam ve daha düz­gün bir suretin olmasının câiz ve mümkün olmadığını söylüyorlar. Eğer biri “Kro­nik hasta olan Zeyd’in şimdi olduğundan daha sağlam bir yapı ve daha iyi/güzel bir surette olması mümkün değil miydi?” derse ona, “Sen bize bir bütün olarak âlemin suretini sordun, yoksa onun tek tek parçalarının suretini sormadın” denir. Dahası senin “insan olmanın sureti” (insan şekli) hakkındaki görüşün nedir? insan olmanın suretinin şu anda olduğundan daha sağlam ve düzgün olması câiz midir?

Sonra bil ki, Yüce Allah insanı ilk kasıtla en güzel kıvamda yaratmıştır, kronik hasta olan Zeyd’in ve felç olan Amr’ın sureti ise felekî sebeplerden ve tabiî illetlerden dolayıdır. Bu konunun açıklanması ise uzar gider. Bu şundandır: Bilgeler eşyanın illetlerini araştırdılar ve eşyanın sebeblerini haber verdiler. Öyle ise bu illetler, an­cak tümellerin illetlerindendir. Tikellerin illetlerini anlamaya ve bilmeye ise insanın bilgisi yetmez. Dahası insanların akılları, tikellerin illetlerini onların çetrefil ve gizli olan illetlerini ve sebeplerini bilmeye yetmez.

Biz dikkatli ve yoğun araştırmaları, güzel düşünce ve inançları ile bilgelerin kav­radıkları bu sebep ve illetlerin bir yönünü geri kalanlarına delil olması, bu konuyu araştırmak, incelemek, yorumlamak istediğimiz şeye kıyas olması, bilgelere benze­miş ve onların izinden gitmiş olmak için anlatmak istiyoruz.

Bölüm

Şu sorulara nasıl cevap verilir: “Yüce Allah, âlem yok iken onu niçin yarattı?” dendiğinde şöyle denir: Çünkü Allah hikmet sahibidir, âlemi yaratması hikmettir ve hâkimin hikmetli iş yapması zorunludur, o zaman Allah, hikmetin gereği olarak âlemi yarattı. “Allah âlemi, bundan önceki vakitte değil de niçin bu vakitte yarattı?” dendiğinde, buna şöyle cevap verilir: Allah’ın önce değil de bu vakitte yaratacağını önceden bildiği için. Eğer, “Niçin Allah âlemi şimdiki olan sureti üzere yarattı da bundan başkabir surette yaratmadı?” denirse, şöyledenir: Bu suretin daha sağlam ve dayanıklı olduğunu bildiği ve fiilinin ilmine uygun olması için bildiğini yaptı. “Allah âlemi nasıl yarattı ve yaratma nasıl başladı, nasıl sona erdi?” denirse, buna şöyle cevap verilir: Şüphesiz biz âlem konusunda dört risâle ortaya koyduk. Bu risâlelerin ikisi “ilkeler” ve ikisi “âlem” konusundadır. Biz bu risâlelerde, Yüce Allah’ın varlıkları ve bütün kâinatı nasıl var ettiğini, varlık ve bekâ açısından; tıpkı “bir”in “iki’den önce geldiği sayıların sıralanması gibi; bir kısmı bir kısmını izleyecek şekilde varlık­ları nasıl tertib ve tanzim ettiğini açıkladık. Bu risâleyi incelemek isteyenin bundan önce anlatılan dört risâleyi inceleyip araştırması gerekir. Çünkü, “O nasıldır?” soru­sunun cevabını bilmek, “Niçin böyledir?” sorusunun cevabını bilmekten önce gelir. Nitekim biz bunu, bilgelere ait dokuz cins sorular ve bu sorulara verilen cevapları açıkladığımız risâlelerde anlattık.

Sonra bil ki, Yüce Allah için iki âlem vardır. Bu iki âlemden biri cismâni diğeri ise rûhânîdir. Buna göre cismâni âlem, muhit feleği, bu feleğin kapsadığı diğer felekler, yıldızlar, öğeler (erkân) ve öğelerden meydana gelenlerden ibarettir. Rûhânî âlem ise akıl âlemi ve aklın ihtiva ettiği nefis ve üç boyutlu cisimler olmayıp üç sureti gölgeler olan suretlerden ibarettir.

Bil ki, felekler âlemi, ayfeleğinin altında bulunan öğeler âlemini kuşattığı gibi, rûhâni âlem de felekler âlemini kuşatır. Şüphesiz Yüce Allah, felekler âlemini şekille­rini küresel, hareketlerini döngüsel olarak yaratmıştır. Çünkü pek çok sebep ve mana bakımından küresel şekil, şekillerin en üstünüdür ve döngüsel hareket de değişik açılardan hareketlerin en üstünüdür. Yüce Allah, feleği on iki bölüme ayırdı çünkü on iki sayısı sayıların en değerlisidir. Bunun nedeni onun ilk artık sayı olmasıdır. Fe­leklerin sayısını da karekökü olan ilk sayıya uygun olması için dokuz olarak belirledi. İlk mükemmel tek sayıya uygun olması için seyrüseferden yıldızların sayısını yedi yaptı. Bu yedinin ikisini ışık veren (güneş ve ay), ikisini uğurlu, ikisini uğursuz ve birini de uğurlu uğursuz karışımı yaptı. Ve yine feleğin içinde iki düğüm yarattı ve bazı burçları ters şekilde (münkalib), bazılarını iki cesetli, bazılarını sabit, bazılarını ateş ve bazılarını da toprak tabiatlı kıldı. Bütün bunların böyle olması, içinde pek çok hikmetler bulunduğu ve Allah’ın sanatının bu şekilde daha sağlam olduğu içindir. Bu hikmetlerin bilgisinin özüne beşerin (insanın) anlayışı ulaşamaz. Ancak Yüce Allah’ın bu hikmeti kendisine ilham ettiği ve kalbini doğruya (hidayet) erdirilmiş ve gönlünü hikmet nuruyla aydınlatmış olduğu kişi hariç. Nitekim, O, şu sözü ile bunu anlatır: “O, dilemedikçe Allah’ın ilminden bir şeyi kavrayamazlar.”[156]

Eğer, “Yüce Yaratıcı cisimler âlemini, biri, felekler âlemini, küreleri ve yıldızlar sınıfını içine alan ulvî (yüce), diğerini de, rükünler âlemini ve yaratıkların cinslerini içine alan süfli (alt seviyede) olmak üzere iki kısım olarak neden yarattı?” denince ona cevap olarak şöyle denir: Bunun pek çok sebepleri ve farklı farklı illetleri vardır. Ayrıca, bunun içinde sebep olarak, beşerin bilgisinin özünü/künhünü yeterli düzey­de anlayamayacağı hikmetin kusursuzluğu ve sanatı muhkem yapılması da vardır. Fakat biz burada, akıl sahihleri için bir basiret (öngörü) ve basiret sahipleri için ise bir açıklama olması için bu hikmetlerden bir kısmını anlatacağız. Doğrusu Allah’ın iki tane yurdu vardır. Biri, cisimlerin âlemi ve cisimlerin meskeni olan dünya yurdu­dur. Diğeri ise ruhların âlemi ve nefislerin mahalli olan ahiret yurdudur.

Şayet, “Yüce Yaratıcı, felekler âleminde niçin iki aydınlatıcı, iki uğurlu, iki uğur­suz yıldız ve iki düğüm yarattı, birer tanesi yeterli değil miydi?” denirse, buna şöyle cevap verilir: Bu, âhiret ve dünyadan ibaret iki yurdu olana, anlattığımız şeyin doğ­ruluğuna ve söylediğimiz şeyin gerçek olduğuna işaret etmesi içindir. Bu şundandır: İki ışık verici yıldızdan birinin durumları dünya işlerinin ve bu işlerin sahihlerinin durumlarına benzer ve aydınlık veren bu iki yıldızdan biri Ay’dır. Diğer aydınlatıcı yıldızın halleri ise âhiretin ve onun çocuklarının hallerine benzer ve en büyük aydın­latıcı olan bu yıldız ise Güneştir. İşte bu nedenle dünya işleri ve onun çocuklarının durumları yönlerin en eksiğinden ve en tam ve en mükemmele doğru sıralanan mer­tebelerin en aşağısından sayılır. Sıralanmalar gayelerine ulaşınca bozulur, mertebeler çürüyene kadar aşağıya doğru inmeye ve noksanlaşmaya başlar. İşte ayın başındaki, sonra ortasına doğru, sonra ayın ortasından sonuna doğru olan bu durumu her sene on iki kez izlenir. İşte iki uğurlu yıldızın sonucu/hükmü budur. Bu yıldızlardan biri dünyanın çocuklarının mutluluğuna, diğeri ise ahiretin çocuklarının saadetine işaret eder. Bunun sebebi şudur: En küçük uğur olan Zühre (Venüs) yıldızı dünya çocukla­rının doğum zamanlarına hâkim olunca onlara, rütbenin, izzetin, kerametin, sevin­cin, lezzetin, nimetin, refahın, oyun, eğlence ve zenginliğin ve dünyalıların yarıştık­ları niteliklerin güzel şeyler olduğuna işaret eder. Dünyalılar bu nitelikleri mutluluk kabul ederler. Oysa bunlar gerçek anlamda mutluluk değil, tam tersine sıkıntı veren, mutsuzluk ve belâ olan şeylerdir. İnsanların doğumlarına en büyük uğurlu yıldız olan Müşteri (Jüpiter) yıldızı hâkim olduğunda ise bu yıldız onlara güzel ahlâkı, zi­hin (nefis) parlaklığını, iyiyi sevme ve yapmayı, toplumsal ilişkilerde adalet ve insafı, dine dört elle sarılmayı varılacak en son yeri (meâd) hatırlamayı, dünyevî lezzet ve şehvetleri terk etmeyi, ahiretin durumunu tefekkür etmeyi, ölümden sonraki dönüşü ve ahiret çocuklarının işaret ettiği ve [dünya çocuklarının işaret ettiğine][157] zıt olan bu özelliklere benzeyen şeyleri işaret eder ve onlara yol gösterir. İki uğursuz yıldızın hükmü de böyledir. Bunun nedeni bu ikiden biri sıkıntıya ve dünya çocuklarının uğursuzluğuna işaret eder. İşte bu Zühal yıldızıdır. Bu yıldız doğum zamanlarını is­tila edince yoksulluğa, sefâlete, darlıklara, zillete, zayıflıklara, illete, hastalıklara, yor­gunluklara, sıkıntılara, musibetlere, kederlere, hüzünlere, sayılamayacak kadar peş peşe gelen belalara işaret eder. Çünkü dünya çocuklarının hiçbirinin kendinden kur­tulamadığı bu belaların elinde rehin kalmıştır. Merih (Mars) yıldızı doğum zaman­larını istila edip güçlenince şerrin bütün türlerine işaret eder. Günahkârlığa (fıs/c), ahlâksızlığa (fücur), nefislerin öldürülmesine, akrabalık ilişkilerinin (sday-t rahim) kesilmesine, kanların dökülmesine, ar perdesinin yırtılmasına, mahremlerin ortaya dökülmesine ve itaatin dışına çıkılmasına, cahiliyye onuruna (veya hakikate karşı emek harcanmasına), hızlılığa, aceleciliğe, işlerin sonunu araştırmayı terk etmeye, verânın ve takvanın (haram ve yasak işlemekten kaçınmanın) azlığına, âhiretin du­rumunun ve ölümden sonra dönülecek yerin inkârına işaret eder. Öyle ise dünyada durumu böyle olanın âhiretteki nasibi ancak azapdır. Merkür’ün yıldızlarla karışık olmasında ise dünya işlerinin ahiret işleriyle ilgisi olmasına, onlara katıldığına işaret vardır. Müstakil olan burçların hükmü de böyledir, onlar da dünya işlerinin dönüşü­müne ve dünya ehlinin durumlarına işaret eder. Sabit burçlar ise ahiret işlerinin de­vamlılığına ve ahiret ehlinin hallerine işaret eder. İki cesetli burçlar dünya işlerinin ahiret işleriyle bitişikliğine ve onlarla kaynaştıklarına işaret eder. Biri ayın konakları­nın başı, diğeri kuyruğu olan felekte iki düğümün bulunması -ki bu ikisinin feleğin içindeki varlığı gizli ve felekteki etkileri açıktırâlemde zâtları gizli ve latif, fiilleri ve tesirleri açık olan cevherlerin olduğuna işaret eder ki, bunlar meleklerin cinsleri, cinlerin kabileleri, şeytanların orduları, canlıların ruhları ve nefisleridir. “Neden ay ve güneş tutulması var da diğer yıldızların tutulması yok?” denirse, cevap olarak şöyle denir: Güneş ve ayın iki tanrı olduğunu zanneden şüphecilerin kalplerindeki kuşkuların yok olması için. Doğrusu güneş ve ay birer tanrı olmuş olsaydı güneş ve ay tutulması meydana gelmezdi.

Sonra bil ki, Yüce Allah, canlının doğasında elemleri/ızdırapları, bedenlerini öldü­ren hastalıkları, nefislerinin mutsuzluğunu ve bedenlerinin helak olmasının sebeple­rini dört çeşit olarak belirledi. Bu sebepler: Açlık, susuzluk, türlü türlü şehvetler ve aşağılayıcı lezzetlerdir. Hâkim (hikmetli) olan Yaratıcı nın bütün bunları yapmakta­ki amacı ise canlıların neslinin etmesi ve yaşamlarının düzgün olmasıdır. Canlılar­da ortaya çıkan elemler/ızdıraplar ve belâlar ise birincil amaç değildir. Fakat mad­dede bulunan eksiklikten dolayı (bu elemler ve belalar) dolaylı olarak (arizî olarak) amaç olur. Bundan dolayı Yüce Allah, yemeyi-içmeyi gerektirsin ve bedenlerinden boşalanın yerini sindirilmiş besinler alsın diye canlılar için açlık ve susuzluk hissini yaratmıştır. Çünkü iç ve dış sebeplerden dolayı sürekli bedenden bir şeyler boşalır. Şehvetler ise bedenlerinin mizâclarına uygun muhtelif besinleri ve tabiatlarının ihti­yaç duyduğu şeyleri arzulamak içindir. Lezzet ise; ne artık ne eksik; canlının gereken ölçüde yemesi içindir. “Niçin cesetlerinde ortaya çıkan âfetler sırasında nefisler için bir takım acı, ağrı korku ve elem hisleri var edilmiştir?” denirse, şöyle cevap veri­lir: Belli bir vakte kadar, bedenlerde ortaya çıkan bu elemlerden nefislerin cesetlerini koruma tutkusuna sahip olması içindir. Zira cesetler ne bir yararı elde etmeye ve ne de bir zararı kendisinden uzaklaştırmaya güç yetirebilir. “Niçin bazı canlılar, diğer bazılarının etini yiyen özellikte yaratılmıştır?” denirse, şöyle cevap verilir: Allah’ın yaratıklarından hiçbirinin yararsız yok olmaması içindir. Bundan dolayı canlıların birbirini yemesinin sebep/illet ve hikmetini bilme konusunda âlimlerin zanna dayalı düşünceleri doğruyu yakalayamadı ve akılları karıştı. Zira Yaratıcı, bu durumu can­lıların doğasında köklü bir özellik olarak yarattı ve onları bu durumu mümkün kılan bir takım alet ve edevatlarla donattı. Köpek dişleri, pençeler, tırnaklar ve demirler bu aletlerden bazılarıdır. Canlılar bu aletlerle yakalamaya, yere sermeye, tutmaya, parça­lamaya, ısırmaya, yemeye, güç yetirirler. Her ne kadar yenilecek (canlılara) kesme, öl­dürme ve hastalanma sırasında elemler, acılar ve ıstıraplar ilişse de, onlar için şehvet, lezzet, açlık ve benzerleri şeyler yaratmıştır. Dolayısıyla âlimler bu konuları düşünüp kendilerine illetin durumu, illet ve hikmet yönünün ne olduğu aydınlanmayınca bu konuyla ilgili değişik görüşlere sahip oldular ve görüşleri birbirine karıştı. Öyle ki onlardan bazıları, canlıların birbirine baskı kurması ve birbirlerini yemesi; Hikmetli iş yapanın fiilinden değil, aksine rahmeti çok az olan şerli kimsenin fıilindendir de­diler. İşte bu yüzden onlar, âlemin biri iyi ve diğeri kötü iki fâili vardır dediler. Bir kısmı bu durumu yıldızlara ait kıldılar. Bir kısmı da bu durumlar, canlıların geçmiş kozmik devirlerdeki günahlarının cezalarıdır dediler. Bunlar reenkarnasyonculardır (ehl-i tenasüh). Bir kısım âlimler, bu durumlar geçici olarak böyledir dediler. Bir kıs­mı da, en uygun olan durumun bu olduğunu söyledi. Bir kısmı ise bu konuda yorum yapmaktan âciz olduğunu itiraf etti ve şöyle dedi: Canlıların birbirini yemesindeki sebebin/illetin ne olduğunu bilmiyor ve bu konuda hikmetin tarzını anlamıyorum. Ancak şu var ki Hâkim olan Yaratıcı, hikmeti olmayan hiçbir şeyi yapmaz. Bir kısmı da, daha ileri gidip, “Yaratıcının bu fiilinde hiçbir hikmet yoktur” dediler.

Bütün bu sözler, onların hikmet ve illeti arama/talep konusunda söyledikleri söz­lerdir. Ancak onlar yine de hikmeti tam olarak anlamadılar. Çünkü onların araştır­maları tikel ve eşyanın illetlerini incelemeleri özeldir. Oysa tümel şeylerin illetleri, tikel araştırmayla bilinmez. Çünkü Yaratıcı nın fiillerindeki amaç ancak tümel olan yarar ve genelin salahıdır. Her ne kadar bu amaca sonradan ve bazen tikel zararlar ve istenmeyen özel şeyler gelse de bu böyledir. Çünkü tümel şeylerin illetleri bazı kereler bilinmeyebilir. Bu konudaki örnek; peygamberler aracılığıyla gelen dînî hü­kümler ve bu hükümlere dair cezalardır. Bu durum öldürmenin cezası olan kısas hükmünde görülür. Kısasın uygulandığı kişide ölüm ve ızdırap/elem olmakla birlik­te, Yüce Allah: “Ey akıl sahipleri! Kısasta sizin için hayat vardır”[158] demiştir. Hırsızın elinin kesilmesi hükmü de böyledir. Her ne kadar hırsıza bir elem ve hüzün ilişse de, el kesmede kamunun yararı ve tüm insanların yararı vardır. Güneşin batıp doğması ve yağmurların yağması da böyledir. Bunların yararı genel ve yararı tümeldir. Her ne kadar bu fiillerden, bazı insanlara, canlılara ve bitkilere tikel zararlar gelse de durum böyledir. Yine aynı şekilde bazen şeriatın yasalarını anlatma ve dini orta koyma ko­nusunda nebilere, sâlihlere ve onların yolundan gidenlere bir takım sıkıntılı belalar/ cihad etme durumları ve ıstıraplar ilişir. Fakat Yüce Yaratıcı nın şeriatın yasalarını/ yollarını açıklamadaki amacı; genel yarar ve kıyamete kadar peygamberlerden sonra gelen ve sayıları bilinmeyen tüm varlıkların, yararları ve faydaları olunca, Yüce Ya­ratıcı, işin bu zorluk yönünü kolaylaştırdı ve müşriklerden gelen eziyeti ve düşman­larıyla cihad etmeyi, çarpışmalarda onu karşılayan savaşı, seferlerin yorgunluğunu, gece namaz kılmayı, gündüz oruç tutmayı, farzları yerine getirmeyi ve farzlar ko­nusunda nefislere karşı cihad etmeyi ve bedenlerin yorulmasını kolaylaştırdı ve bu durumları Peygamber’in gözünde küçük işlerden gösterdi.

İşin (vahyin) gelişi, genelin yararı ve tümelin faydasına dönük olunca bu konu­daki şiddetli sıkıntılar, cihad etmeler ve belâlar; küçük ve tikel bir iş olur. Öyle ise bu konudaki sebebin/illetin ne olduğunu, hayvanların birbirini yemelerindeki hikmet tarzının ne olduğunu ortaya koymak ve kendisine gerçeğin ve doğrunun açıklan­masını isteyen kişi, bu örnek ve prensibe/kıyasa göre yorum yapmalıdır. Oysa biz, varlığın tümündeki ve canlıların birbirini yemesi konusundaki illetin ne olduğunu ve hikmet yönünün ne olduğunu açıklamak istiyoruz. Fakat anlatılması gereken bir takım şeyleri daha önceden anlatmalıyız.

Bölüm

Biz diyoruz ki, bil ki, kavmin akıllıları kesme ve öldürme sırasında hayvanlara ilişen elem ve acılardan dolayı hayvanların etini yemeyi kabul etmediler (yadırgadı­lar). Halbuki bu durumlar olmasaydı, hayvanların bitkileri yemesini yadırgamadık­ları gibi, hayvanları yemeyi de yadırgamayacakları. Zira bitkilere, elemler ve acılar ilişmez. Bize göre hayvanların acıya duyarlı tabiatta yaratılmaları ve onlara gelen âfetler sırasında nefislerine ilişen acılardaki Allah’ın kastı ve garazı; reenkarnasyoncuların zannettiği gibi, hayvanların cezalandırılması ve onlara işkence etmek değil­dir. Aksine onların nefislerini, kendilerine gelen âfetlerden dolayı ceset ve heykelle­rini korumaya, kollamaya teşvik içindir. Zira cesetler, ne yarar vereni elde etmeye ve ne de zarar vereni kendinden uzaklaştırmaya güç yetirebilirler. Eğer böyle olmamış olsaydı nefisler, cesetleri küçümser, cesetlerin ömürleri bitmeden ve ecelleri gelme­den önce nefisler bedenleri terk eder ve onları yok olmaya teslim ederdi ve en kısa sürede ve bir def ada cesetlerin hepsi helak olurdu.

İşte bu sebepten dolayı elemler ve acılar, bitkiler için değil de hayvanlar için var kılındı ve öldürme ya da savaşla veya kaçma, firar ya da sakınmayla meydana gelen âfetlerden cüsselerini koruması için hayvanlarda ebedi olma/yaşama isteği sevgisi var kılındı. Hayvanların eceli geldiğinde ne savaşmak ne kaçmak ne de sakınmak onlara fayda verir. Aksine, onlara bazı elemler ve acılar ilişmiş olsa bile, teslim olmak ve boyun eğmek fayda verir.

Şüphesiz, hatırlarsan biz gerekli olan şeyi anlatmıştık. Bize göre şimdi Yüce Allah yeryüzündeki canlı cinslerini yaratınca ve onların ebedi olarak zâtlarıyla daimi ola­mayacaklarını da bilince canlıların her bir türü için mümkün olan en çok sayıda tabiî bir ömür belirledi. Sonra da Allah isterse onu öldüğü halde diriltir, isterse diriltmez. Şüphesiz Yüce Allah bilir ki, her gün canlılardan sayısını ancak Allah’ın bilebileceği kadarı denizde, karada, ovada ve dağda ölür. Sonra Allah, onların ölü ve kokmuş bedenlerini, hikmetinin gereği olarak, yarattıklarından hiçbiri fayda ve yarar ver­meden zayi olmasın diye, geride kalan canlıların besinleri ve hayatta kalmalarının maddesi yapmıştır. Ölmüşlerin bedenlerinde, ölmüşlere asla zarar vermeyen fakat canlıların bedenine yarar veren bir şey vardır. Ayrıca bu konuda başka nitelikler de vardır. Canlılar ölülerin leşlerini yemese de leşler geride kalsaydı ve günlerce, asır­larca leşler birikseydi, yeryüzü ve denizlerin dibi bu leşlerle dolup taşsaydı, bunlar çürüyüp kötü kokularıyla havayı ve suyu kirletselerdi, işte bu durum canlıların he­lak olmasına sebep olurdu. Canlıların hepsinin yararlanması ve kendilerine gelecek zarardan korunması için Yüce Yaratıcının canlıları birbirlerini yiyen olarak yarat­masında bundan daha büyük hangi hikmet vardır? Her ne kadar kesme ve öldürme sırasında bazı canlılara bir takım elemler ve acılar ilişse de durum böyledir. Öldüre­nin canlıyı yakalayıp öldürme ve kesmesindeki amaç, canlılara elem ve acı vermek değildir. Aksine canlılara yararın ulaşması ve onlardan zararın giderilmesi içindir.

Bölüm

Sonra bil ki, Yüce Allah varlıkları var edip, kainatı icat edince onları tümeller ve tikeller olarak iki kısma böldü. Bunların hepsini, “İlkeler (Mebâdi) Risalesinde açıkladığımız gibi, tekil sayıların sıralanışı gibi, sıra ve düzene koydu. Tümellerin sıralanışı, bunların en şereflisi, bir altındakinin illeti/sebebi, varlığını devam ettir­mesinin nedeni, tamamlayıcısı, en yüce gayelerine ve en son olgunluğuna ulaştıra­cak tarzda oldu. Tikellerin sıralanışı ise, noksan olanı tam olan için illet/sebep, tam olanın varlığını devam ettirmesinin nedeni, aşağıda olan şerefli olanın hizmetçisi, yardımcısı ve ona boyun eğmiş olarak yaratılmakla olur. Bu durumun açıklanışı tikel bitkilerden yapılır: Bitkiler mertebe bakımından tikel canlıdan daha aşağı ve özelliği hayvanın özelliğinden daha eksik olunca Allah, bitkilerin cisimlerini canlıların cismi için besin ve canlıların bekası için madde yaptı. Bu konuda (Allah) bitkisel (nebatî) nefsi, hayvânî nefsin hizmetçisi yapıp onu onun emrine verdi. Aynı şekilde hayvânî nefsin rütbesi de insani nefsin rütbesinden daha aşağı ve eksik olunca hayvânî nefsi, İnsanî nâtık (düşünen) nefse hizmetçi yaptı ve onun emrine verdi. İşte anlattığımız bu hikmet, sağduyu sahipleri için tümel, apaçık ve açıktır. Bu hüküm ve kıyasa/kurala göre şöyle diyoruz: Daha önce de açıkladığımız gibi, bazı canlılar yaratılış bakı­mından daha tamam ve suretçe daha mükemmel olunca noksan olan nefis, tamam ve kâmil olan nefse hizmetçi kılınmış ve emrine verilmiştir. Bu nefislerin cesetleri nâtık nefislerin cesetleri için besin ve madde, varlıklarını devam ettirmeleri için se­bep kılındı, ki böylece nâtık nefisler en tam olan gayelerine ve nihaî olgunluklarına ulaşsın. Nitekim nebâtî/bitkisel nefis, rütbece hayvânî nefsin altında olunca o kendi rütbesinde hayvânî nefse hizmetçi kılındı, emrine verildi ve hayvânî nefsin besini ve cesetlerinin maddesi kılındı. Noksan hayvânî nefislerin hükmü de böyledir. Bunlar da yaratılışı tam olan hayvânî nefislere hizmetçi kılınmış ve emrine verilmiştir. Bu olgun/kâmil hayvânî nefislerin cisimlerinin büyüyüp gelişmesi, kendilerinden daha şerefli ve mükemmel nefislere cisimlerini teslim etmesi içindir. Bu durum ise bu cisimlerin, kâmil nefislerin cesetlerinin besini olması, bedenlerinin maddesi olması, şahıslarının mümkün olan en uzun süre hayatta kalmasına sebebi olması ve nesil­lerinin üremesinin ve suretinin var olarak kalmasının illeti olması içindir. Çünkü şahısların maddesi daimi olarak erime ve çözülme içindedir. Dolayısıyla şahıslar­dan çözülüp kopan şeyin yerine geçecek olana gerek duyulur. Öyle ise anlattıkları­mızdan hayvanların birbirini yemesindeki illetin ne olduğu apaçık ortaya çıkmıştır. Canlıların birbirini yemesindeki genel menfaat ve tümel fayda ise şudur: Eğer böyle olmamış olsaydı asırların geçip giden her gününde yeryüzü, denizlerin dibi ve ne­hirlerin içi hayvanların çürümüş leşleriyle dolup taşardı, havalar bozulur, bundan dolayı yaşayanlara hastalık bulaşırdı ve bir def ada bütün canlılar helak olurdu. Diğer bir sebep/illet de şudur: Allah, yaşayan şeyleri ya bir yararı elde eden veya bir zararlı şeyi defeden olarak yaratınca hiçbir şeyi yararsız ve faydasız bırakmadı. Şayet Yüce Allah canlıları birbirlerini yiyen özellikte yaratmamış olsaydı bazı hayvanlar faydasız ve boş yere yaratılmış olurdu. Az önce anlattığımız gibi, onlara genel bir zarar isabet eder ve tümel/tümden yok olurlardı. Boynunu kesme, öldürme, ölme ve hastalıklar sırasında hayvanların başına gelen elemler, acılar ve sıkıntılar ise, reenkarnasyoncuların zannettiği gibi, Yaratıcı bunları, onların nefislerine azap etmek ve onlara ver­diği bir ceza olarak yapmamıştır. Aksine Yüce Allah, bu durumu, onların cesetlerini gelecek âfetlerden belli bir vakte kadar korumaya teşvik etmek için yapmıştır. Çünkü böyle olmadığında nefis, cesetleri değersiz bulur, bedenleri bu âfetlere bırakır ve be­denleri helak edici şeylere ve telef olmaya terk ederdi. Canlılar, ecelleri gelmeden, ömürleri son bulmadan, tamama ve kemâle ermeden önce topluca helak olurlardı. “Canlıların yaşamayı sevip ölümden tiksinmelerindeki illet/sebep nedir?” dendiğin­de, şöyle denir: Bunun değişik illetleri ve pek çok sebebi vardır. Bu illetlerin birin­cisi şudur: Hayat bâkî kalmaya, ölüm ise fâni olmaya benzer. Bâkî olma sevgisi tüm yaratıkların doğasında bulunur. Zira bâkî kalmak varlığın, fâni olmak ise yokluğun arkadaşıdır. Yokluk ve varlık birbirinin zıddıdır. Allah, bütün varlıkların illeti olduğu için ebediyyen bâkî kalan odur. Varlıkların tümü bâkî kalmayı sever ve öyle olmayı arzular. İşte bu yüzden bilgeler “Allah, ilk âşık olunan (maşuk) ve Allah’ın dışındaki yaratıkların arzuladığı varlıktır” demişlerdir. Bir diğer illet ise canlıların nefislerinin ölümden tiksinmeleridir. Bu tiksinti, nefislerin cesetlerini terk ettiği sırada, nefislere ilişen elemler, acılar ve sızılardan dolayı olan şeydir. Başka bir illet de canlıların ne­fislerinin, cesetlerinin dışında bir varlıklarının olduğunu bilmemeleridir. “Canlıların nefisleri, cisimlerden başka olan bir varlıklarının olduğunu niçin bilmiyorlar?” de­nirse, cevaben şöyle denir: Bu manâları onların bilmesi uygun düşmez deriz. Çünkü şayet kendilerinin cisimlerden ayrı bir varlığının olduğunu bilmiş olsalardı nefisler tamama ve kemâle ermeden cesetlerden ayrılırlardı. Nefisler kemâle ermeden ceset­lerden ayrılınca da bir fiil ve bir amel yapmaksızın boş ve âtıl kalırlardı. Oysa böyle olmak hikmetten değildir. Oysa onların (aynı zamanda) yaratıcısı olan illeti (yani Yüce Yaratıcı), kesinlikle bir fiili olmadan boş kalması için herhangi bir işten geri kalmaz. Tam tersine “O, her gün bir iştedir”

Bölüm

Sonra bil ki, tam ve kâmil nefisler, bu destekle, ceset sahibi nefisler tamamlansın, kemâle ersin, noksanlık halinden kurtulsun kemâl haline ulaşsın diye cesetlerden ayrılınca cesetlerdeki eksik nefisleri desteklemekle meşgul olurlar. Yine desteklen­miş nefis, en mükemmel, en şerefli ve en yüce hale ilerler. “Doğrusu, (varlık bilgisi­nin) en son sınırı Rabbine aittir.”[159] [160] Bu durumun örneği, şefkatli olan baba ve merha­metli olan hocadır. Çünkü onlar, tamam olmaları için öğrencilerine ve çocuklarına bilgi öğretme ve onları cehâletin karanlıklarından bilimlerin ve bilgilerin rahatlatıcı aydınlığına çıkarmak bakımından örnektirler. Zira babalar ve hocalar Yüce Allah’a uyarak ve hikmetinde O’na benzeyerek nefislerinde potansiyel olarak bulunan ilim­leri, marifletleri, sanatları ve hikmetleri fiile çıkarmak ve izhar etmekle kemâle/olgunluğa ererler. Zira Yüce Allah, varlıkların potansiyel durumdan işler hale (fiile) çıkmasının ve görünür olmalarının illeti, sebebi ve mebdeidir (esası/ilkesidir). İlmi çok olan, sanatları sağlam olan ve ameli güzel olan her nefis, Rabbine en yakın ve en çok benzemeye çalışandır. İşte kemalin bu düzeyi, Allah’ın kendilerine emrettiği şeyi koruyan ve emredildikleri şeyleri de yapan meleklerin mertebesidir. “Onların kendi­lerine yalvarıp yakardıkları kimseler var ya; (Allaha) en yakın sandıkları hangileriyse, işte onlar bile Rablerine yakın olmak için var güçleriyle çaba gösterirler.”2' İşte bu ma­nadan dolayı bilgeler şöyle der: “Hikmet, beşerin gücü ölçüsünde Allah’a benzemeye çalışmaktadır.” Bunun manası bu kişinin ilimlerinin hakiki, sanatının muhkem/sağlam, amellerinin sâlih, ahlâkının güzel, görüşlerinin doğru, ilişki ve davranışlarının dürüst ve başkasına verdiği feyzin kesintisiz olması demektir. İşte noksanlıklardan uzak ve yüce olan Allah da böyledir.

Sonra bil ki, şüphesiz bilgeler, insanın mahiyeti ve manasının hakikati konusun­da pek çok görüş ayrılığına düşmüşlerdir. Zira bu konudaki araştırma dedikodudan (kıyl u kâlden) ibarettir. Fakat bütün bunların hepsi üç görüşte toplanır. Onlardan bazıları, insan et, kan, kemik ve benzerlerinden özel bir yapıda yapılmış olarak gö­rünen şeyin bütünüdür, bunların dışında başka bir şey değildir dediler. Bazısı, insan, cismâniolan cesetve nefsânî yani toplama yakın duran rûhânî olan ruhun toplamın­dan ibaret olan bir bütündür, dediler. Onlardan biri de şöyle dedi: Hakiki manâda insan düşünen nefis (nefs-i nâtıka)’tir. Onun için ceset, düşünen nefisin üzerine örtülmüş bir gömlek veya onu sarıp örten bir örtü yerindedir. İnsanın mahiyetine ilişkin bilgelerin sözlerine dair olan üç görüş budur. Onların nefsin mahiyetine dair farklı görüşlerini ise açıklayacağız. Çünkü bu ihtilaflar üç görüşte toplanır. Bu gö­rüşler şunlardır. Onlardan bir kısmı, “Nefis; duyularla hissedilmeyen ve görülmeyen latif bir cisimdir” dediler. Bir kısmı, “Nefis; ancak cisim olmayan ve hissedilmeyen rûhânî, akledilir (ma'kûl) ve ölümden sonra bâkî kalan bir cevherdir” dediler. On­ların bir kısmı da “Nefis, bedenin mizâcı ve cesedin karışımından doğan ve ölüm sırasında da; ceset çürüyüp beden telef olunca; bozulup yok olan ve ancak ve ancak kesinlikle yalnızca cisimle beraber varlığı olan bir arazdır” dediler. Bunlar kendileri­ne “cismiyyûn” (cisimciler) denilen bir topluluktur. Bu topluluk, duyularla algılanan cisimler, en-boy derinlik gibi üç boyutlu olan arazlar, renkler, kokular, tatlar gibi cisimlere hulûl etmiş arazlar ve açık, çaplı, kuturlu türünden kenarlı şekillerden baş­ka bir şey bilmezler. Zira bunlara göre, rûhânî cevherlere, aklî suretlere, fiillerini ve etkilerini yalnızca cisimde gösteren cisimlere geçmiş nefsânî güçlere dair hiçbir bilgi yoktur.

Bölüm

Sonra bil ki, değerli ve güzel bilgilerden biri de insanın kendi nefsini bilmesi­dir. Çünkü hikmetle uğraştığı halde, eşyanın hakikatlerini bildiğini iddia eden her âlimin kendi nefisini bilmiyor olması ve kendi zâtının hakikatından cahil kalması çok çirkin bir şeydir. Çünkü böyle birinin benzeri; kendisi aç iken başkasını yediren, kendisi çıplak iken başkasını giydiren veya kendisi yolunu şaşırmışken başkasına yol yordam gösteren kişi gibidir. Şüphesiz bu şeyler konusunda kendi zâtını akleden her kişi bilir ki insan öncelikle kendi nefisini bilmek daha sonra da başkasını bilmekle işe başlamalı.

Sonra bil ki, insanın kendi nefisini ancak araştırma ve incelemeyle bilmesi müm­kün olur. Bu araştırma ve inceleme de üç açıdan olur: Birincisi, nefisten soyutlanmış olarak yalnızca cesedin araştırılıp incelenmesidir. İkincisi, cesetten soyutlanmış ola­rak yalnızca nefsin durumunun ve cevherinin araştırılıp incelenmesidir. Üçüncüsü ise, nefis ve cesedin topluca bir arada araştırılıp incelenmesidir. Biz bu üç konuyu daha önce uzun uzun “Bedenin oluşumu Risâlesi’ nde[161] açıklamıştık. Fakat biz şimdi bu konuların gerekli olan tarafını burada anlatacağız. Bize göre ceset, et, kemikler, damarlar, sinirler ve benzerlerinden oluşturulmuş bir cisimdir. Bütün bunların hep­si, uzunluğu, derinliği ve genişliği olan cisimlerdir, duyularla idrâk edilir ve akıl­lı kişi bunların varlığında asla şüphe etmez. Nefis ise bizâtihi diri olan, potansiyel olarak (bilkuvve) idrâk eden ve bilen, tabiî olarak faâl/etkin olan, var olduğu sürece durup dinlenmeden dönüp dolaşan göksel/semâvi ve rûhânî bir cevherdir. Rabbi, nefsi yarattığı zaman böyle yaratmış ve böyle var kılmıştır. Söylediğimizin delili ve anlattığımızın doğruluğunu bilmek için az önce nefsin durumuna dair yaptığımız açıklama yeterlidir. Keza aynı durum, bundan sonraki konuda da açıklanacaktır. Ce­set ve nefis birleştiğinde ise, yaşadığı sürece gözlemlenen, muhatab olunan, konuşan, soran, cevap veren, âlim ve ârif olan ve duyularla algılanan bu şey ortaya çıkar. Bu gözlemlenip duyumlanan şey ölünce artık bu şeyler ondan ortaya çıkmaz. Çünkü ölüm, nefsin cesetten ayrılmasından başka bir şey değildir. İşte bu sırada ilimler, sa­natlar, konuşmalar, hareketler, duyumlar ve benzeri türünden cesetten ortaya çıkan faziletlerin hepsi yok olur.

Sonra bil ki, akıllıların ve âlimlerin büyük çoğunluğu nefsin varlığını kabul eden­lerdendir. Veya nefisin durumu hakkında söz söyleyip onu cesedin mizacından do­ğan bir şey olarak zann ve vehmedenlerdendir. Oysa durum hiç de onların zannet­tikleri ve vehmettikleri gibi değildir. Çünkü bir şeyden doğan, o şeyin cevherinden meydana gelir. Oysa hiç şüphesiz cisim, cisimdir. Halbuki nefis ne bir cisimdir ne de herhangi bir arazdır. Nefsin cisim olmadığının delili şudur: Cisim ancak hareket eden veya hareketsiz olan olarak akledilir. Buna göre cisim, cisim olması bakımın­dan hareketli olmuş olsaydı her cismin hareketli olması gerekirdi. Şayet cisim, cisim olması bakımından hareketsiz olsaydı her cismin hareketsiz olması gerekirdi. Oysa durum böyle değildir. Aksine bazı cisimler daima hareketlidir ve bazıları ise bazen hareketli, bazen hareketsizdir. Hava, su, ateş, canlı ve bitkiler gibi. Bu durum bize gösteriyor ki burada cismi hareket ettiren ve durduran başka bir şey vardır.

Nefis ne cisimdir ve ne de cisimden meydana gelmiş cisimle ayakta duran veya cismin içinde bulunan herhangi bir arazdır. Çünkü araz kendi başına ayakta durma­yan ve hali cisimden daha eksik olan bir şeydir. Oysa bir şeyi hareket ettirip durdu­ran arazdan daha güçlü ve daha değerlidir. Diğer bir delil ise arazın hiçbir fiilinin olmamasıdır. Çünkü fiil de arazlardan bir arazdır ve fâili ile ayakta durandır. Arazın bir fiili olmuş olsaydı onun kendi başına var olması gerekirdi. Oysa o, kendi başına ayakta duran değildir ki, başkası onunla nasıl ayakta dursun. Öyle ise işte bu durum, arazın hiçbir fiilinin olmadığının delilidir.

Yine açıkladık ki, cismin hiçbir fiili yoktur. Çünkü gerçek anlamda fâil, fiil edin­meye ve terkine güç yetirendir. Çünkü fiili terk etmek, fiilde bulunmaktan daha ko­laydır. Şayet arazın bir fiili olmuş olsaydı, araz fiili yapmaya güç yetirdiği gibi, onu terk etmeye de güç yetirirdi. Her kim, fâil, hisseden, âlim, anlayan, yapıcı, hâkim, ârif (bilen), mütekellim (konuşan), feleklerin terkibinden, burçların kısımlarından, hare­ketlerden, hayvan ve bitkilerden oluşmuş olarak doğan şeylerden, madenlerden, ma­denlerin tür ve özelliklerinden, bütün bunların yarar ve zararlarından soyutlanmış olan düşünen nefsin; iddia edildiği üzere bir delil olmaksızın veya zannedilenn şeyi gerektiren apaçık bir kanıt olmaksızın; ancak bir araz veya bedenin karışımından doğmuş bir mizaç olduğunu zannederse, o, kendi nefsinin durumundan câhil olan ve kendi zâtının hakikatim bilmeyen biridir. Öyle ise böyle birinin “Ben eşyanın ha­kikatini biliyorum ve bu duyularla algılanamayan varlıkların illetlerini açıklıyorum” sözüne nasıl güvenilir? Dahası ancak aklî bir delil, felsefî burhânlar, mantıkî veya geometrik öncül ve sonuçlarla bilinebilen gizli varlıkların sebeplerini bildiğine dair sözüne nasıl güvenilir? Bilen, düşünen, yapıcı/yaratıcı (sâni) ve hâkim olan nefsinin, cisim veya mizâc (karışım) veya kendi başına ayakta duramayan, hissi, hareketi ve şuuru olmayan herhangi bir araz olduğunu zanneden kimse gerçekten çok uzaktır. “Size vaat edilen şey uzak hem de çok uzaktır"[162], “Uzak bir yerden ona çağrı yapılır."[163] Nefsinin böyle olduğunu zanneden doğru yoldan sapmıştır. “Allah’ı hakkıyla takdir edemediler."[164] Zira kendi nefsini bilemeyen kişi için Allah’ın bilinmesi nasıl kolay olabilir? Nitekim Hz. Peygamber (salla'llâhü aleyhi ve sellem) “Nefsini bilen şüphesiz Rabbini bilir ve sizin nefsini en iyi bileniniz Rabbini en iyi bileninizdir." Ve Allah Teâlâ da şöyle buyurmuş­tur: “Bilakis insan kendi nefsine karşı basiret sahibidir"[165], ve “Kendi nefisleriniz hak­kında basiret sahibi değil misiniz?"[166], “Onları kendi nefislerine şâhid tutup ben sizin Rabbiniz değil miyim?" dedi, onlarda “Evet sen bizim Rabbimizsin" dediler”[167] ve “Ben onları ne göklerin ve yerin ve ne de kendi nefislerinin yaratılışına şahit kıldım."[168] Bilgi (marifet) ehli, Allah’ın “Allah, kendisinden başka ilah olmadığına yalnızca meleklerin ilim sahiplerinin şehâdet ettiğine şahadet eder"[169] sözüyle buna işaret ettiğini söyler. Burada “ilim sahipleri” ile, cahili gaflet uykusundan uyandırmak için nefislerini bi­len ârifler kast edilir.

“Bitki türlerinin, yapraklarının meyvelerinin, çeşitlerinin, renklerinin, tatlarının, kokularının ve tabiatlarının farklı farklı olmalarındaki hikmet nedir?” denirse, şöy­le denilir: Suretleri farklı, doğaları değişik ve türlü türlü huyları olan canlılar için pek çok menfaatler ve tasarruflar olduğu içindir. “Niçin bazı canlıların doğalarında ve yaratılışlarında ülfet, ünsiyet ve sevgi vardır?” denirse, şöyle cevap verilir: Pek çok menfaat ve yararları için yardımlaşmak üzere bir araya gelmelerini sağlamak içindir. “Bazı canlıların doğalarında nefret, düşmanlık ve vahşetin var olmasının hikmeti nedir?” denirse, şöyle denir: Kendi yararları ve âfetlerden kurtulmaları için zak mekanlara, bölgelere gidip dağılmalarının gerekli olduğu ve belli mekanlarda yığılmamaları, yaşama çabalarının ve eylemlerinin sıkışık olmaması içindir. Sonra da insanlar kentlerde ve köylerde bir araya geldiler ve birbirleriyle yardımlaşmaya olan şiddetli ihtiyaçlarından dolayı kümeler ve gruplar oluşturdular. Çünkü insan tek başına yaşamaya güç yetiremez, güç yetirmeye çalışsa bile çok zor yaşar.

Bölüm

İnsanların dilleri, renkleri, huyları ve suretlerinin farklı olmasındaki illet/sebep nedir? Halbuki hepsinin ataları birdir. Bize göre farklı yerlerde yaşamalar, renkle­rinin ve topraklarının farklı farklı olması, soludukları havaların, doğan burçları ve batan yıldızlarının bambaşka olması, düşününce konularında düşmanlıklarının çok olmasına rağmen görüşlerinin çeşit çeşit olmasının nedeni, çeşitli bilimleri bulup ortaya çıkarmak, nefsin eğitilmesi konusunda çalışmak veya nefsi gaflet uykusundan uyandırmak, cehaletin karanlığından sıyrılıp çıkmak, tam ve kâmil olmaya ulaşmak, mümkün ve eşit olabilecek en tam olan haller üzere bâkî kalmak içindir. Ve yine en tam, en kâmil ve üstün bir hale geçmek için bütün canlıların nefislerinin ölmesine hükmedilmiştir.

Sonra bil ki, eşyanın hakikatlerini bilmek isteyen bir kişinin öncelikle varlıkların illetlerini ve yaratılmışların sebeplerini araştırması, üzüntü, keder ve dünyevî işler­den boş olan bir kalbe sahip olması, kötü huylardan arınmış ve temizlenmiş bir nef­sinin ve yanlış inançlardan kurtulmuş bir gönlünün olması, herhangi bir mezhebin lehinde veya aleyhinde taassup içinde olmaması gerekir. Çünkü asabiyet/taassup öl­çüsüz arzu/hevâdır, hevâ da akıl gözünü kör eder, hakikatlerin anlaşılmasını engeller ve nefsin basiretini, eşyayı hakikatleriyle tasavvur etmemesi için kör eder. Böylece bu kişi, nefsini hevâdan alıkoyar ve doğru yola yönelir.

İşte biz bu risâlede varlıkların illetlerini ve sebeplerini incelemek istiyoruz ve in­celemeyi, yalnızca kardeşlerimizin geleneği ve Allah’ın bize verdiği hidayetteki gü­cümüz ve çalışmamıza göre biraz arttırmak istiyoruz. Fakat öncelikle açıklamak is­tediğimiz bu illetleri ve sırları zorunlu olarak sonuç veren bir takım öncülleri ilkeler (asıllar) olarak ortaya koymakla işe başlayalım.

Bize göre ilimde derinleşmiş (râsih) olan âlimler ve rabbâni olan bilgeler dediler ki, Yüce Allah varlıkları yoktan var edip yaratıkları icat edince onları peş peşe gelen sayıların sırası gibi tertip etti ve orantılı sayılara doğru varlıklarda birbirini izleyen bir düzene göre düzenledi. Zira sayılara göre yapılan bu tertip ve tanzim daha sağlam ve daha dayanıklıdır. Nitekim biz bu konuyu “Aklî İlkeler Risâlest’nde açıklamıştık.

Yüce Yaratıcının fiili ise sadece bizim anladığımız gibidir. Bunun sebebi şudur: Yüce Allah nicelik veya nitelik olarak varlıkların her bir cinsini, birbirine uygun dü­şen özel sayılara göre var kıldı. Yüce Yaratıcı bunu, araştırdıkları, açık ve görüneni, gizli ve gâip olana getirerek yorumladıkları zaman âlimler için bir delil ve akıl sahip­leri içinse bir açıklama olsun diye yaptı. Böylece bu durum onlar için açıklanır ve on­lar bilirler ki, varlıkların tümü hakîm olan Yaratıcı nın yaratmasındandır. Dolayısıyla iştiyakla Allah ile buluşacakları ana kadar basiret ve kesin inanç ve bilgileri (yakîn) artar ve gece-gündüz Rablerine ibadet ederler.

Sonra bil ki, var olan şeylerin bir kısmı özel sayılara göre var olan şeylerdir. Bir kısmı burçlarda ve feleklerde, bir kısmı temel öğelerde, bir kısmı yaratılışında, bir kısmı canlıların bedenlerinin bileşiminde, bir kısmı farz kılınmış dînî/şer’î yasalar­da ve bir kısmı da konuşmalarda ve tartışmalarda var olan şeylerdir. Yüce Allah’ın Kuranı en fasîh (edebî) olan bir dil ile indirmesi ve bu kitabı ondan daha önce in­dirdiği her kitaptan daha kolay ve bereketli kılması, bu (İslâm) şeriatını, şeriatla­rın en tam ve en mükemmeli kılması, bu var olan şeylerin başlıcalarındandır. Yüce Allah, farz kılınmış yasalar içinde, ikili, üçlü, dörtlü, beşli, altılı, yedili, sekizli ve ulaşabildiği kadar artan bir takım şeylerin varlığına hükmetmiştir ki, böylece akıl ve basiret sahipleri bu konuları düşünüp tefekkür edip yorumladıklarından şeriatın yasalarında ve hükümlerinde riyâziyât, tabiiyyât ve ilahiyyât konularıyla uyumlu bir takım sayılı şeyler bulsunlar. İnsanlar kesin olarak bilsinler ki, bu Kuran yaratıkla­rın sanatkârı ve varlıkların yaratıcısı olan Hakim ve Sâni olan Allah’ın kalındandır. Yine bilsinler ki, bu şeriat, Yaratıcı nın koyduğu ve açıkladığı bir şeriattır. Böylece bu sayılan şeylerin hikmetini araştırmaya girişenlerin kalplerine gelen kuşku yok olur. Kurandaki sûrelerin başında bulunan bu harfler, yirmi sekiz olarak gelen alfabe harflerinin yalnızca on dört tanesidir. Yüce Allah’ın hiçbir ilave yapmadığı on dört harf şunlardır: Elif (ı), ha (c), ra (_>), sin (^), sad (j=), tı (i), ayın (^), kâf (j), kef (u), lâm (j), mim (?), nûn (j), lâmelif (ıj) ve Ye (l$)’dir. Allah, bazı sûrelerin başında bun­lardan birer harf, bazılarında iki harf, üç harf, dört harf ve beş harf koymuş ve bunun üzerine artırma yapmamıştır.

Sonra bil ki, tefsir âlimleri Kuran sûrelerinin başında yer alan bu harflerin ma­naları hakkında tartışmaya ve “Öyle denildi, böyle denildi” gibi sözler etmeye (kîylu kâl) başlamışlardır. Şöyle ki: Bu harflerin tefsirinin hakikati nedir? Bu harflerden istenilen araç nedir? Kur anın pek çok sûresinin başlarında bulunan bu harfler şun­lardır: “Elif Lâm Mim bu kitapta asla şüphe yoktur”3', “Elif Lâm Mim, Allah’tan başka ilah yoktur”32, “Elif, Lam, Mim, Sad”33, “Elif, Lâm, Râ bunlar hakim olan kita­bın ayetleridir”34, “Elif, Lâm Râ, bu, hikmet sahibi ev her şeyden haberdar olan Allah tarafından ayetleri sağlam (muhkem) kılınmış bir kitaptır”35, “Elif Lâm Râ, bunlar apaçık olan kitabın ayetleridir”36, “Elif Lâm Mim Râ, (bunlar) kitabın ayetleridir”37, “Elif Lâm Râ, bu indirdiğimiz kitaptır”313, “Elif Lâm Râ, bunlar, kitabın ve apaçık Kuranın âyetleridir”39, “Kef, he, ye, ayın, sâd"40, “Tâ, hâ, biz Kuranı sana sıkıntıya düşesin diye indirmedik”4' “Tâ, sin, mim”42, “Tâ, sin”43, “Tâ, sin mim”44 “Elif, lâm, mim, insanlar imtihandan geçirilmeden sadece”iman ettik” demekle bırakılacaklarını mı zannederler?”45, “Elif, lâm, mim, Rûmlar en yakın yerde yenildiler”46, “Elif, lâm,

31.    Bakara, 2/2.

32.    Âl-i İmrân, 3/2.

33.    A’râf, 7/1.

34.    Yûnûs, 10/1.

35.    Hûd, 11/1.

36.    Yûsuf, 12/1.

37.    Ra’d, 13/1.

38.    İbrahim, 14/1.

39.    Hicr, 15/1.

40.    Meryem, 19/1.

41.    Tâhâ, 20/1.

42.    Şuarâ, 26/1.

43.    Nemi, 27/1.

44.    Kasas, 28/1.

45.    Ankebût, 29/1-2.

46.    Rûm, 30/1-2.

mim, bunlar hikmet dolu kitabın âyetleridir”[170], “Elif, lam, mim, kendisinde şüphe ol­mayan bu kitabı, âlemlerin Rabbi olan Allah indirmektedir”[171] “Yâ, Sin, kikmetlerle dolu olan Kurana ant olsun”[172], “Sad, zikir (şeref) sahibi Kurana ant olsun”[173], “Ha, mim, bu kitap mutlak gâlip ve hakkıyla bilen Allah tarafından indirilmiştir”[174], “Ham, mim, bu kitap Rahmet ve merhametin kaynağı olan Allah tarafından indirilmiştir”[175], “Ha, mim, ayın, sin kaf’[176], “Ham, mim, apaçık olan kitaba andolsun”[177], “Ha, mim, apaçık olan kitaba andolsun”[178] “Ha, mim, apaçık olan kitaba andolsun”[179], “Ham, mim, bu kitap üstün ve hikmet sahibi olan Allah tarafından indirilmiştir”[180], “Kaf, şe­refli Kurana ant olsun”[181], “Nun, kaleme ve yazdığına ant olsun.”[182] Bunların hepsi yir­mi dokuz sûredir. Sâd, kâf ve nûn örneklerinde görüldüğü gibi bir kısım sûrelerin başında tek bir harf olarak gelmiştir. Ta-ha, Yas-in, Ha mim örneklerindeki gibi bazı sûrelerin başında iki harf gelmiştir. Elif-lam-mim, tı-sin-mim, elif-lam-mim ve eliflam-ra örneklerindeki gibi bazı sûrelerin başında üç harf gelmiştir. Elif-lam-mim-râ, elif-lam-mim-sad örneklerindeki gibi bazılarının başında dört harf gelmiştir. Kafhe-ye-ayın-sad ve ha-mim-ayın-sin-kaf örneklerindeki gibi bazılarının başında beş harf gelmiştir. Beş harfe bir ilâve daha yapılmamıştır.

Âlimlerin bir kısmı bu harflerin, Yüce Allah’ın yemin ettiği yemin etme harfleri ol­duklarını söylemişlerdir. Bazıları da “Bu harflerin her biri kendi başına varlığı olan bi­rer kelimedir” dedi; tıpkı “Elif’in Allah, “Lâm”ın Cebrail, “Mim”in Muhammed (salla'llâhü aleyhi ve sellem) olması örneğinde olduğu gibi. Bir kısım âlimler de “Bunlar ebced (cümel) hesabının harfleridir” dedi. Cebir bilimi konusunda gelen şu rivâyette, Yahudi reisleri Medine’de toplandılar ve ebced hesabı yoluyla bu (İslâm) ümmetinin sınırının (hadd) ne kadar olduğunu bildiklerini iddia ettiler. Çünkü bu olayın, bizim anlatmaktan vazgeçtiği­miz meşhûr ve bilinen bir hikâyesi vardır. Bir kısım âlimler de bu harfler, Kur’an’ın sırrıdır ve bunların tevilini ancak Allah bilir dediler. Bazı âlimler de, Yüce Allah’ın “O, dilemedikçe Allah’ın ilminden bir şeyi kavrayamazlar”[183] ve “Oysa onların gerçek yoru­munu ancak Allah ve ilimde derinleşmiş(râsih) olanlar bilir”[184] sözleriyle anlattığı gibi, ilimde râsih olanlar, Allah’ın kendilerine öğrettiği bilgiden dolayı bu harflerin tefsirini bilir dediler. Bazı âlimler, bu harflerin bilgisi bir takım sırlardır ki bunları herkesin değil, Allah’ın sâlih kullarından özel olanların (havas) bilmesi uygundur, dediler.

Sonra bil ki, harflerle ilgili bu görüşlerin her biri bu kavimlerin birini ikna eder­ken diğerini ikna etmemektedir. Bunun nedeni: İnsanlar arasında taklide rıza göster­meyen, aksine burhânî (felsefi) kanıtlar getirmek, hakikatleri keşfetmek ve niçinin, nedenin ve nasılın illetini taleb etmek isteyen akıllı bir topluluğun bulunmasıdır. Çünkü bu manâya dair yapılan tefsir ve yorumlar onların merakını (bilgi açlığını) gidermez. Aksine onlar bu yorumların ötesindeki en güzel yorumu ve en açık tef­siri elde etmek istiyorlar. Şimdi biz bu yorumların bir kısmını anlatalım ve yalnızca onların akıllarının en çok meyletme ihtimali olan bir kısmına da işaret etmekle ye­tinelim.

Bölüm

Bil ki, bize göre “niçin’i bilmek isteyen yirmi sekiz harfin tümünü değil, yalnızca on dördünü bilmek ve bu on dört harften de beşli olanlara daha fazlasını eklemek istemiyor. O, bu konuda (ilahi) maksadın ve hikmetin ne olduğunu bilmek istiyor. Öyle ise onun, şeriatın yasalarında zorunlu/farz kılınan ve duyuyla algılanan şey­lerin hepsini incelemesi ve yorumlaması gerekir. Tıpkı namazların beş vakit oluşu, zekâtların beş olması[185], imanın şartlarının beş olması gibi. Zira İslâm beş şey üzerine bina edilmiştir ve Hz. Peygamber’in ehl-i beytinin erdemlileri beştir, şeriat vazeden­ler beştir, Hz. Peygamber’in minberinin basamakları beştir, şeriat ve din işlerinde ve hükümlerinde beşlilere benzeyen başka şeyler de böyledir. Beşli olarak sayılan şey­lerden araştırılan/gerçekleştirilen şeyler de böyledir; tıpkı geri dönüşü ve ileri gidişi olan beş seyyare yıldızı (gezegen), yaratılışı tam olan canlılardaki beş duyu, bitkilerin yaratılışındaki beşliler ve haftanın yedi günündeki beş günün isimlerinde olan gibi. Ya da senenin tüm günlerinden çalınan beş gün gibi[186] ve bir kısmı bir kısmına uy­gun olan varlıklardaki beşlilere benzeyen şeyler gibi. Ve yine beş sayısının özelliği­nin yorumlanması gerekir. Çünkü beş sayısı küresel bir sayıdır. Beşe dairesel sayı da denir ve beş sayısı kendisini ve kendinden meydana gelen sayıları da korur. Nitekim bu konuları “Aritmetik Risâlesi”nde açıkladık. Öklid’in kitabında beş erdemli şekil ve musiki kitabında beş erdemli oran/nispet ve bu beşlilere benzeyen şeyler anlatılmış­tır. Öyle ise aklı başında olan kişi, bizim anlattığımız şeyleri değerlendirip düşün­düğünde umulur ki, Allah onun kalbine bilgi verir ve gönlünü aydınlatır. Böylece, varlıkların ve yaratılmışların illetlerini ve şu anda oldukları hal üzere olmasındaki hikmetin ne olduğunu bilme yolunda onu başarılı kılar.

Yine aynı şekilde sûrelerin başındaki bu harflerin sırlarını ve bunların niçin yir­mi sekiz harfin sadece on dördü olduğunu bilmek isteyen kişinin, sayısı yirmi sekiz olan varlıkları yorumlaması gerekir. Böylece o, onların bulundukları yerde iki kıs­ma ayrıldığını bilir. İnsanın iki elinin oynaklarının toplamının yirmi sekiz olması bunlardandır. Doğrusu sağ elde on dört ve sol elde on dört oynak (mafsal) vardır. Oynakların sayısı, insanın sırt omurgasındaki yirmi sekiz halkanın sayısına uygun­dur. Bu halkaların on dördü alt omurgada, on dördü üst omurgadadır. Bu omurga halkaları aynı şekilde inek, deve, eşek ve aslan gibi yaratılışı tam olan canlılarda kı­sacası, emziren ve doğuran her canlıda bulunur. Bu halkaların on dördü omurganın gerisinde ve on dördü bedenin ön yönündedir. Keza kuşların uçarken kullandıkları kanatlarındaki teleklerin sayısı da böyledir. Doğrusu her kanatta on dört telek vardır ve uzun kuyruklu her şeyde olduğu gibi uzun kuyruklu canlıların kuyruklarındaki omur halkalarının sayısının varlığı da böyledir. Balık, yılan ve bazı böcekler gibi uzun boylu olarak yaratılmış canlıların omurgalarındaki halkaların sayısının varlığı da böyledir. Dillerin en edebî ve güzel (fasih) ve en mükemmeli olan Arap dilindeki harflerin sayısı da yirmi sekizdir. Bu harflerden on dördünün başına “el takısı”(lâm-ı tarif) getirilir ve on dördünün başına getirilmez. Başına “el takısı”(lâm-ı tarif) geti­rilenler şunlardır: (1) et-Tâu, (2) es-Sâu, (3) ed-dâl, (4) ez-zâl, (5) er-Râu, (6) ez-Zây, (7) es-Sîn, (8) eş-Şîn, (9) es-Sâd, (10) ed-Dâd, (11) et-Tâu, (12) ez-Zâu, (13) el-Lâmu ve (14) en-Nunu.64 Başına lâmu tarif gelmeyen harfler şunlardır: Elif, Bâ, Cim, Ha, Hı, Ayın, Gayın, Fâ, Kaf, Kef, Mim, He, Vâv ve Yâ.65 Aynı şekilde kalemle yazılan harflerin hükmü de iki kısımdır. Bunların on dördü noktalıdır. Bunlar ba, ta, se, cim, ha, zel, za, şın, dad, za, gayın, fe, kaf, nun ve yadır.66 On dördü ise noktasızdır. Bunlar elif, ha, dal, râ, sin, sad, ta, ayın, kef, mim, vav, he, lam’dır.67 Arap yazısını vazeden bilge kişinin kararı da böyledir. Doğrusu o, Arap yazısını vazederken Bârî’nin (Yüce Yaratıcı) hikmetine uydu. Zira Arap yazısını vazeden bilge ve filozoftur. Şüphesiz “Hikmet, beşerin gücü ölçüsünde Tanrı ya benzemesidir” denilmiştir. Bu kelimenin manası; insanın yaptıklarında bilge, bilgilerinde araştırmacı ve fiillerinde çok çok iyi olmasıdır. Felekteki ayın menzillerinin sayısı da yirmi sekiz olan şeylerdendir. Doğ­rusu bu menzillerin sayısı yirmi sekizdir. Bu menzillerin on dördü kuzey burçların­da, on dördü güney burçlarındadır. Şüphesiz anlattıklarımızdan ve söylediklerimiz­den bilinmekte ve doğrulanmaktadır ki, nerede var olursa olsun sayısı yirmi sekiz olan varlıklar iki kısma bölünmektedir. Her bir on dördün hükmü diğer on dördün hükmünden başkadır. İşte bu illetten dolayı harfleri var eden yirmi sekiz harfin on dördünü ebced (cümel) hesabının harfleri olarak getirdi de, diğer on dördünü böyle yapmadı. Çünkü bu on dördün, diğer on dörtte bulunmayan bir hükmü vardır. Zira bu harfler, yalnızca Allah’ın samimi (muhlis) kulları olan özel kimselerin (havâs) bilmesi uygun olan gizlenmiş bir sırdır.

Daha önce bu harflere birazcık işaret ettiğimizi ve bunların Kur'anın sırrı oldu­ğuna delil getirdiğimizi hatırla. Bu harflerin sırlarını açıklamak caiz değildir. Zira bilgeler ve peygamberler (a.s.) bize izin vermemiştir. Temiz bir kalbi, arınmış bir nefsi ve temiz bir ahlâkı olan kişi için anlattıklarımız yeterlidir. Şimdi biraz da yirmi sekiz sayısının öteki sayılara olan üstünlüğünü anlatalım.

Bil ki, bize göre yaratılmış her sayının, kendinden başkasında bulunmayan kendi­ne özgü bir üstünlüğü (fazilet) vardır. Şüphesiz biz “Aritmetik Risalesinde sayıların üstünlüklerini biraz anlatmıştık. Tam sayı olması yirmi sekiz sayısının erdemlerin­

di -.P'Pnv              AJ'-M

dendir. Tam sayılar eksik ve artık sayılardan veya varlığı az olan sayılardan daha değerlidir. Bu şundandır: Sayı dizisinin her bir basamağında yalnızca tek bir sayı bulunur; tıpkı birler basamağındaki altı, onlar basamağındaki yirmi sekiz, yüzler ba­samağındaki dört yüz doksan altı ve binler basamağındaki sekiz bin yüz yirmi gibi.

Yine bize göre iki çift sayıların ilki, üç tek sayıların ilki ve dört köklü sayıların ilki olunca bunlar arasında toplama yapılır ve tam sayı olan yedi elde edilir. Zira seyyâre olan yıldızların (gezegenlerin) sayısı yediye uygundur. Sonra da üç ile dört çarpılır ve ilk artık sayı olan on iki elde edilir. Zira felek burcu buna uygun olarak on iki yaratılmıştır. Sonra yedi ile dört çarpılır ve tam sayı olan yirmi sekiz elde edilir. Ve ayın konakları bu sayıya uygun kılınmıştır. Sair varlıklar ise on iki sayısına uygun kılınmıştır; tıpkı insanın deliklerinin on iki, uzuvlarının on iki ve senenin aylarının on iki olması gibi.

Bu kıyasa göre birbirine uygun düşen daha pek çok on ikili, yedili, altılı, beş­li, dörtlü, üçlü ve ikili şeyler vardır. Bütün bunlarla, bunların hepsinin Yüce bir Yaratıcının (Kerim Sâni) yaratması olduğuna delil getirilmek istenmiştir. Nitekim Yüce Allah da “Basiret sahipleri için bunlarda bir ibret vardır"[187] şeklinde buyurur. Allah seni, bizi ve bütün kardeşlerimizi doğru yola ulaşmakta başarılı kılsın, seni ve bizi engin doğru yola iletsin. Zira O, kullarına son derece merhametlidir.

“İlletler ve Malûller Risalesi” tamamlandı, bunu “Tanımlar ve Resimler Risalesi”[188] izleyecektir.

Aklî Nefsânîlerin/Nefis ve Akla Dair Olan Şeylerin
(en-Nefsânîyyâtu’l-Akliyyât) Onuncu
-İhvân-ı Safâ Risâleleri’nin Kırk BirinciRisâlesi:
Tanımlar ve Resimlere Dair[189]

Rahman ve Rahim Olan Allah’ın Adıyla!

A

llah’a hamd, seçtiği kullarına (peygamberlerine) selam olsun. “Allah mı daha hayırlıdır yoksa O’na ortak koştukları varlıklar mı?”

Ey kardeş! Bil ki, nedenleri (‘ilel} ve nedenlileri (ma’lûlâf) bitirdik. Kardeşlerimi­zin yaptığı gibi, orada bütün bilgelerin (hukemâ) sözlerini açıkladık. Şimdi de bu risâlede “tanımlar ve resimler”! anlatmak istiyor ve diyoruz ki:

Şüphesiz Peygamberler (onlara selam olsun), Allah ve O’nun yarattıkları arasında elçidirler. Bilginler (ulema) ise peygamberlerin mirasçılarıdır. Bilgeler de bilginlerin en faziletli olanlarıdır. Bilgede yedi övülmüş özelliğin bulunduğu söylenmiştir. Bun­lar da, onların eylemlerinin (ef’âl} sağlam, sanatlarının kusursuz, sözlerinin doğru, ahlâklarının güzel, görüşlerinin isabetli, işlerinin (a’mâl) pâk ve bilgilerinin gerçek olmasıdır.

Bil ki, eşyanın hakikatini bilmek, onların tanımlarını (hudûd) ve resimlerini bil­mektir. Buna göre bütün eşya iki çeşittir: Bileşikler (mürekkeb) ve basitler. Bileşikle­rin hakikati, kendisinden meydana getiren bileşenlerin (öğe) bilinmesiyle, basitlerin hakikati ise ona özgü olan niteliklerin bilinmesiyle bilinir.

Bunun örneği şudur: Sana “Çamurun hakikati nedir?” denildiğinde, bu soruya cevap olarak “O, su ve toprak karışımıdır” denilir. “Sirkeli bal şerbeti nedir?” diye sorulunca; “Sirke ve bal karışımıdır” denilir. “Yatak nedir?” “Odun ve suretin bileş­mesidir.” “Söz (kelam) nedir?” “Lafız ve mananın bir araya gelmesidir.” “Ezgi (lahn) nedir?” “Yüksek perdeli ve kalın nağmelerin birleşmesidir.” “Canlı nedir?” “Ruh (ne­fis) ve bedenin birbirine bağlanmasıdır” denilir. Bunlara kıyasla söz konusu bileşik­lerin (ne olduğu) sorulduğunda, cevap olarak, onları oluşturan ve meydana getiren şeylerin söylenmesi gerekir.

Basitlerin gerçek mahiyeti ise onlara özgü olan niteliklerin bilinmesiyle bilinir. Bunun örneği şudur: Sana “Heyûlâ (şekilsiz madde) nedir?” diye sorulduğunda, “Su­rete (şekle) girebilen basit cevherdir” denir. “Suret nedir?” denildiğinde “Bir şeyin mahiyetidir, onun ismi, eylemi ve ayakta durma (kıyâme) özelliği vardır” denilir. “Cevher nedir?” denirse “Kendi başına varlığı olan ve nitelikleri (sıfat) bulunan şey­dir” denir. “Sıfat nedir?” denirse “Cevherin bir parçası gibi olmayan ve cevherden ay­rılan arazdır” denir. “Şey nedir?” denirse “Bilinen ve kendisinden haber verilen ma­nadır” denir. “Varlık (mevcût) nedir?” denirse “O, duyulardan birinin hissettiği veya aklın tasavvur ettiği ya da bir delilin işaret ettiği şeydir” denir. “Yokluk (ma'dum) nedir?” denirse “Zikredilen bu şeylerin varlıklarının karşılığının olmamasıdır” de­nir. “Varoluş (vücûd) nedir?” denirse “Var olandır” denir. “Yok oluş (‘adem) nedir?” denirse “Var olmamadır” denir. “Ezelî (kadim) nedir?” denirse “Var olmamanın ol­mamasıdır” denir. “Yaratılmış (muhdes) nedir?” denirse “Bir başkasının kendisini meydana getirdiği şeydir” denir. “Yaratma/meydana getirme (ihdâs) nedir?” denirse “Oluşun (tekvin), meydana getirilmesidir” denir. “Neden/delil (illet) nedir?” denir­se “Başka bir şeyin meydana gelmesinin sebebidir” denir. Nedenli/delillendirilen (malûl) nedir?” denirse “Onun var olması için sebeplerden bir sebebin bulunduğu şeydir” denir.

“Âlim nedir?” denirse şöyle denir: “O, eşyayı sahip oldukları gerçeklik üzere kav­rayandır.” “îlim nedir?” denirse şöyle denir: “Bilinen şeyin (malûmun) âlimdeki ta­savvurudur.” “Canlı nedir?” denirse şöyle denir: “Bizzâtihi (özsel olarak) hareketli olandır (müteharrik).” “Güç yetiren (kâdir) nedir?” denirse şöyle denir: “Bir işi yap­mak istediğinde o iş kendisine imkansız olmayan kimsedir.” “Eylem (fiil) nedir?” denirse şöyle denir: “İşi yapanın (müessir) işi/eserdir.” “Yaratıcı (Bâri) ne demektir?” denirse şöyle denir: “Her şeyin nedenidir (illet), bütün varlığın sebebidir (sebep), yaratılmış olanların yaratıcısıdır (mübdi); bunlardan her birini yerine getirmesi se­bebiyle kainatı meydana getirendir (muhteri’), onu eksiksiz yapandır, onun tamam­layıcısıdır, onu mükemmel yapandır ve nihaî noktası ve amacı bakımından en yük­sek noktaya ulaştırandır.” “Güç (kudret) nedir?” denirse şöyle söylenir: “Bir eylemi (fiil) ortaya çıkarma imkânıdır.” “Sanat nedir?” denirse şöyle denilir: “O, sanatçının düşüncesinden ürettiği ve şekilsiz maddeden (heyûlâ) üretip ortaya koyduğu şeydir.” “Sanat eseri nedir?” denirse şöyle denilir: “Şekilsiz madde (heyûlâ) ve biçimin bir araya gelmesidir.”

“Etkin akıl (el-aklu’l-faâl) nedir?” denirse şöyle denilir: “O, Allah’ın yarattıkları içerisinde ilk yaratılmış olandır ve kendisinde her şeyin suretinin bulunduğu nurlu (nûrânî) basit cevherdir.” “Nefis nedir?” denirse şöyle denir: “İşareti (alamet) etkin­lik olan canlı, psişik (rûhânî), basit cevherdir ve o, etkin aklın suretlerinden biridir.” “İrade nedir?” denirse şöyle denir: “Mümkün bir işin olmasına ve olmamasına şüp­heli şekilde (vehm) işaret etmektir.” “İnsanî akıl nedir?” denirse şöyle denir: “Diğer canlılarda olmaksızın, (insan) bireylerinden her birine özel olan ayırt etme gücüdür.” “Cins nedir?” denirse şöyle denir: “Genel bir manası olan, suretinde bir topluluğun ittifak ettiği niteliktir.” “Şahıs nedir?” denirse şöyle denir: “Başkası olmaksızın ken­disine işaret edilen her topluluktur. O, fiiller ve suretler aracılığıyla kendisi dışında­kilerden ayrılır.” “Hassa (özellik) nedir?” denirse şöyle denir: “Kendisi dışındakilere ait olmayan özel niteliktir, kaybolması yavaştır.”

“Işık nedir?” denirse şöyle denir: “Kendisiyle başka şeylerin görüldüğü, doğrudan (zâtî olarak) aydınlatıcı olan ve görünen cevherdir.” “Karanlık nedir?” denirse şöyle denir: “Işık olması mümkün olan şeyde ışığın yokluğudur.” “Gündüz nedir?” denir­se şöyle denir: “O, güneşin aydınlatmasıdır.” “Gece nedir?” denirse şöyle denir: “O, yeryüzünün gölgelenmesidir.”

“Sıcaklık nedir?” denirse şöyle denir: “Maddenin (heyula) parçalarının kaynama­sıdır.” “Soğukluk nedir?” denirse şöyle denir: “Maddenin parçalarının donmasıdır.” “Nemlilik nedir?” denirse şöyle denir: “Maddenin parçalarının akışkanlaşmasıdır.” “Kuruluk nedir?” denirse şöyle denir: “Maddenin parçalarının birbirine kenetlen­mesidir.”

“Renk nedir?” denirse şöyle denir: “Cisimlerin ışınlarının parıltısıdır.” “Koku nedir?” denirse şöyle denir: “Bileşik cisimleri ayıran, niteliklere sahip buharlardır.” “Ses nedir?” denirse şöyle denir: “Cisimlerin çarpışmasından havada oluşan vuruştur/titreşimdir.”

“Hareket kaç tanedir?” denirse şöyle denir: “Altı çeşittir: O, oluştur (kevn), bozu­luştur (fesad), artmadır, eksilmedir, değişimdir ve yer değiştirme (intikal)’dın “On­ların fiillerdeki durumları nedir?” denirse şöyle denir:” Oluş, (bir şeyin) maddeyi ve şekli kabul etmesidir ve onun yokluk (‘adem) dairesinden çıkmasıdır. Bozuluş, şek­lin ortaya konulması ve bu şeklin maddeden ayrılmasıdır. Artma, bir şeyin sınırları­nın uzaklaşmasıdır. Azalma o şeyin sınırlarının yakınlaşmasıdır. Değişim, nitelenen (şey) üzerinde sıfatların yer değiştirmesidir. İntikal, bir yerden bir yere gitmektir.”

“Mekân nedir?” denirse şöyle denir: “Yerleşenin yerleştiği her yerdir ve o cismin sınırlarıdır (nihâyât)” “Zaman nedir?” denirse şöyle denir: “Feleğin hareketlerinin sayısı, gece ve gündüzün tekrarıdır.”

“Felek nedir?” denirse şöyle denir: “Şeffaf, küre şeklinde, âlemi kuşatan cisimdir.” “Âlem nedir?” denirse şöyle denir: “Feleğin içine aldığı var edilmiş bütün varlıklar­dır.” “Yıldızlar nedir?” denirse şöyle denir: “Bilinen bir konumda sabitliğinin sürek­liliği sebebiyle hareketsiz (gibi görünen) ve ışık saçan cisimlerdir.” “Cisim nedir?” de­nirse şöyle denir: “Uzunluğu, genişliği ve derinliği olan şeydir.” “Şeffaf cisim nedir?” denirse şöyle denir: “Arkası görünen her cisimdir.”

“Ateş nedir?” denirse şöyle denir: “Eşyayı bölen, onu parçalarına ayıran ve basit şekline dönüştüren parlak ve sıcak (şeydir).” “Hava nedir?” denirse şöyle denir: “Üst, alt, batı, doğu, güney ve kuzey olmak üzere altı yöne; latif, hafif, akıcı, şeffaf, hızla hareket eden cisimdir”. “Su nedir?” denirse şöyle denir: “Yeryüzünü kuşatan akıcı cisimdir.” “Yeryüzü (arz) nedir?” denirse şöyle denir: “Cisimlerin en ağırı olan ve âlemin merkezinde bulunan ağır bir cisimdir.”

“Yönler nedir?” denirse şöyle denir: “Altı çeşittir: Doğu, batı, güney, kuzey, üst (fevk) ve alt (taht). Böylece doğu, güneşin doğduğu yer; batı, (güneşin) battığı yer; kuzey, kuzey yıldızının (cedy) yörüngesi; güney, süheyl yıldızının yörüngesi; üst, ok­yanusa yakın olan; alt yeryüzüne yakın olandır.”

“Çamur nedir?” denirse şöyle denir: “Su ve topraktır.” “Köpük (zebed) nedir?” denirse şöyle denir: “Su ve havadır.” “Buhar nedir?” denirse şöyle denir: “Su ve ateş­tir.” “Duman nedir?” denirse şöyle denir: “Ateş ve topraktır.” “Şimşek nedir?” denirse şöyle denir: “Ateş ve havadır.”

“Madenler nedir?” denirse şöyle denir: “Toprak özelliğinin (turâbiyye) galip oldu­ğu şeydir.” “Bitki nedir?” denirse şöyle denir: “Su özelliğinin (maiyye) galip olduğu şeydir.” Canlı (hayvan) nedir?” denirse şöyle denir: “Hava özelliğinin (hevaiyye) galip olduğu şeydir.” “însan nedir?” denirse şöyle denir: “Ateş özelliğinin (nariyye) galip ol­duğu şeydir.” “Melekler nedir?” denirse şöyle denir: “Feleğin tabiatının galip olduğu şeydir.” “Cin nedir?” denirse şöyle denir: “Ateş ve hava özelliğinin galip olduğu şeydir.” “Şeytanlar nedir?” denirse şöyle denir: “Toprak ve ateş özelliğinin galip olduğu şeydir.”

“Rüzgar(lar) nedir?” denirse şöyle denir: “Havanın dalgalanması ve yönlerden birine doğru akmasıdır.” “Etkin tabiat (et-tabiatu'l-fâile) nedir?” denirse şöyle denir: Temel bileşenlere (erkân) nüfuz eden (sâri) tümel/küllî felekî nefsin kuvvetlerinden biridir.” “Esir nedir?” denirse şöyle denir: “Ay yörüngesine (felek) yakın olan sıcak havadır.” “Meltem nedir?” denirse şöyle denir: “Yeryüzüne yakın olan ılık havadır.” “Şiddetli soğuk (zemherîr) nedir?” denirse şöyle denir: “Meltem küresinin üstünde, esirin dışında ve son derece soğuk olan havadır.”

“Işın (şua*) nedir?” denirse şöyle denir: “Güneşin, ayın ve gök yüzünden (hava) dünyanın merkezine doğru hareket eden yıldızların ışığıdır.” “Işığın yansıması (in ikas) nedir?” denirse şöyle denir: “Bu ışıkların hava içinde yeryüzünden, deniz­lerden, nehirlerden ve dağlardan geri dönmesidir.”

“Buhar nedir?” denirse şöyle denir: “Su yüzeylerinden geri dönen bu ışınlarla be­raber havada yükselen nemli su parçacıklarıdır.” “Duman nedir?” denirse şöyle denir: “Sıcakla beraber havada yükselen ince toz parçacıklarıdır.” “Bulut ve ince bulut ne­dir?” denirse şöyle denir: “Su ve toprak parçacıkları havada çoğaldığında ve kümelen­diğinde bulut oluşur. Bulutun incesine ‘gaym’, yoğun olanına ‘sehâb’ adı verilir.”

“Yağmur nedir?” denirse şöyle denir: “Su parçacıklarının birbiriyle birleşmesi, soğuması, ağırlaşması ve yeryüzüne geri dönmesidir.” “Rüzgar(lar) nedir?” denirse şöyle denir: “Toz parçacıklarının soğuması ve merkeze geri dönmesidir.” “Şimşek nedir?” denirse şöyle denir: “Dumansı (duhânî) parçacıkların bulutun içinde birbi­rine sürtünmesiyle kıvılcımlanan ateştir.” “Gök gürültüsü nedir?” denirse şöyle de­nir: “Bulutların içinde dönen ve dışarı çıkmak isteyen sestir.” “Yıldırım nedir?” de­nirse şöyle denir: “Şimşeklerle beraber rüzgarların bir anda dışarı çıkmasıyla ortaya çıkan sestir.” “Ses nedir?” denirse şöyle denir: “Cisimlerin birbiriyle çarpışmasından kaynaklanan ve havada meydana gelen titreşimdir (gar’/vuruş).”

“Sis nedir?” denirse şöyle denir: “Yağmurdan sonra yeryüzünde beliren nemli buhardır.” Işık halkası (hale) nedir?” denirse şöyle denir: “Güneş, ay ve yıldız ışınla­rının yansımasıyla ince bulutun (gaym) üstünde meydana gelen dairedir.” “Gökku­şağı nedir?” denirse şöyle denir: “Gökkuşağı; ışık halkası (hale), meltem küresinde dik konumda olarak ortaya çıktığında (oluşan) bu dairenin kuşatıcısının (muhit) yarısıdır.” “Gök kuşağının renkleriyle boyanan renklerin nihai olarak sayısı kaçtır?” denirse şöyle denir: “Dörttür: kırmızı en üstte, sarı onun altında, yeşil sarının altın­da, mavi yeşilin altında.” Biz bu türlü şeylerin nasıl ortaya çıktıklarının bir kısmını “Meteoroloji Risalesinde[190] açıkladık.

“Kar nedir?” denirse şöyle denir: “înce bulutların arasında donan ve yumuşak bir şekilde (yeryüzüne) inen küçük taneciklerdir.” “Dolu nedir?” denirse şöyle denir: “Yoğun bulut (sehâb) kümesinden çıktıktan sonra havada donan taneciklerdir.” “înce bulut (gaym) nedir?” denirse şöyle denir: “Basit ve ince olan şeye ince bulut (gaym) denir.” “Pamuktan dağlar gibi birbiri üstüne kümelenmiş olan şeye bulut (sehâb) de­nir.” “Sel nedir?” denirse şöyle denir: “Yağmurların çok (yağması) sebebiyle akan, vadileri (dolduran) sudur.” “Nehirlerin kabarması nedir?” denirse şöyle denir: “Dağ yamaçlarından inen kaynak sularının vadilere akıp oraları doldurmasıyla sellerin artmasıdır.” “Akan nehirlerin hepsi hangi kaynaktan doğar?” denirse şöyle denir: “Dağların ve çöllerdeki tepelerin zirvesinden ve eteğinden kaynamaya başlar ve or­manlara, göletlere ve vadilere doğru akar.”

“Deprem (zelzele) nedir?” denirse şöyle denir: “Bir kısım arazi parçasının yeryü­zü içinde hapsolmuş rüzgar/enerji sebebiyle hareket etmesidir.” “Çöküntü (husûf) nedir?” denirse şöyle denir: “Yeryüzü parçası yüzeyinin (yerin altındaki) hava boş­luğuna kaymasıdır, (bu parça) yarıldığında hapsolmuş enerjinin ortaya çıkmasıdır.”

“Dağ/dağlar nedir?” denirse şöyle denir: “Yeryüzünün direkleridir, rüzgarların ve denizlerin setleridir.” “Ada/yarımada nedir?” denirse şöyle denir: “Denizlerin or­tasındaki kara parçasıdır.” “Çöl nedir?” denirse şöyle denir: “Bitki ve binanın olma­dığı kara parçasıdır.” “Sulak vadi nedir?” denirse şöyle denir: “Su ve bitkinin olduğu yerdir.” “Gölet nedir?” denirse söyle denir: “Yağmur sularının toplandığı yerlerdir.” “Yeryüzü (arz) nedir?” denirse şöyle denir: “Üzerindeki bütün dağlar ve denizlerle beraber Allah’ın izniyle havada duran küre şeklindeki cisimdir.”

“Hava nedir?” denirse şöyle denir: “Bütün yönlerden yeryüzünü kuşatan şeydir.” “Felek nedir?” denirse şöyle denir: “Bunun gibi hava ile kuşatılan şeydir.” “Dünyanın merkezi nedir?” denirse şöyle denir: “Yerin dibinin orta noktasıdır ve bu noktanın yerin merkezinden yüzeyine olan uzaklığı muhitin (kuşatıcı felek/yörünge/çekirdek) 3.5/22(yirmi ikide üçbuçuk) katıdır.”[191] “Deniz/denizler nedir?” denirse şöyle denir: “Yeryüzünde sadece suların toplamasıyla oluşan birikintidir.” “Denizlerin artması nedir?” denirse şöyle denir: “Nehir ve vadi sularının denizlere boşalmasıdır.” “Gece ve gündüz, denizdeki gel-git (med-cezr) olayının sebebi nedir?” denirse şöyle denir: “Ayın doğuşu esnasında gelmenin (meddin) sebebi (illet), ayın, denizin derinlikle­rindeki su parçacıklarının kaynamasına etki etmesi, denizin kabarmasını harekete geçirmesi ve dökülen bu nehirlerin geriye dönmesidir. Böylece gelme (med) ayın etkisini/eylemini (denizin hareketinde) ortaya çıkarmış olur. Ayın batması esnasında gitmenin (cezrin) sebebi ise, ayın batışı ve bu parçacıkların denizin derinliklerine geri dönmesidir. Ayın batışı, kaynamanın yok olmasına etki eder. Bu kaynama; kö­pürme, kabarma ve sakinliktir. Böylece gitme (cezr) de (ayın bu faaliyetini) ortaya çıkarmış olur.” “Deniz suyunun tamamının tuzlu, acı ve ağır; yağmur, nehir ve çoğu kuyu suyunun ise tatlı ve hoş olmasının sebebi (illet) nedir?” denirse şöyle denir: “Onun illetlerini ve sebeplerini daha önce bahsi geçmiş olan risâlemizde anlattık.”

“Dört tabiat nedir?” denilirse şöyle denir: “Soğukluk, sıcaklık, nemlilik ve ku­ruluk.” “Dört erkân (unsur) nedir?” denilirse şöyle denir: “Ateş, hava, su ve toprak.” “Dört karışım (ahlat) nedir?” denilirse şöyle denir: “Sarı, siyah, kan ve balgam.” “Do­ğumlu varlıklar nelerdir?” denilirse şöyle denir: “Madenlerdir, bitkilerdir ve canlılar (hayvanlar)dır.”

“Madenler nedir?” denilirse şöyle denir: “Cevher ve onun dışında toprağın de­rinliklerinde bulunan cansız şeydir.” “Bitki nedir?” denilirse şöyle denir: “O, orta­ya çıkan şeydir ki, toprağın üstünde ağaç gibi şeylerin belirmesidir.” “Canlı nedir?” denilirse şöyle denir: “Canlı nefsin ve ölü bedenin bir araya geldiği hareket eden ve hisseden her cisimdir. Onun meydana gelmesi iki türlüdür: Onlardan biri rahimde oluşma ve diğeri yumurtadan çıkar. Biri eşyadan, diğeri ise doğurtan ve doğuran olarak iki tarafın bir araya gelmesinden meydana gelir.”

“îrade nedir?” denilirse şöyle denir: “Herhangi bir şeyin meydana gelmesine zan/ vehim ile işarettir. Onun ya da başka bir şeyin olması imkân dâhilindedir.” “Güç (kudret) nedir?” denilirse şöyle denir: “Seçme (ihtiyar) hakkı olan eylemlerden bir şeyi seçme imkânıdır.” “Seçme (ihtiyar) nedir?” denilirse şöyle denir: “Duyuya da­yalı olarak kapalı ve açık iki durumdan birini zan (vehim) ile kabuldür.” “Bilgisizlik (cehl) nedir?” denilirse şöyle denir: “Sureti olmadan bir şeyin tasavvurudur.” “İtikat nedir?” denilirse şöyle denir: “Bir şeyin kesin olarak gerçekleşeceğine ihtimal ver­mektir.” “Vehim nedir?” denilirse şöyle denir: “O, hayvânî nefsin kendisiyle eşyayı hayal ettiği kuvvetlerinden biridir.”

“îman nedir?” denilirse şöyle denir: “Haber verenin (muhbir) haber verdiği şeyi doğrulamak (tasdik)’tır.” “İslâm nedir?” denilirse şöyle denir: “İtiraz etmeden teslim olmaktır.” “Din nedir?” denilirse şöyle denir: “Bir topluluğun kendisinden ödül ve ceza gelmesi beklenen bir başkana (reis) itaatidir.” “Küfür nedir?” denilirse şöyle de­nir: “Bir şeyin üzerini kapamak/örtmektir.” “Şirk nedir?” denilirse şöyle denir: “Rabliğin (rubûbiyyet) iki olduğunu ispat etmektir.” “İnkâr nedir?” denilirse şöyle denir: “Hakkı inkar/reddetmektir.” “Günah (masiyet) nedir?” denilirse şöyle denir: “İtaatin dışına çıkmaktır.” “İtaat nedir?” denirse şöyle denir: “Emredenin emrine ve yasakla­yanın yasaklamasına (nehiy) uymaktır.” “Dönüş yeri/ahiret (meâd) nedir?” denilir­se şöyle denir: “Tikel/cüzî nefislerin tümel/küllî nefse dönmesidir.” “Sevap nedir?” denilirse şöyle denir: “Her nefsin bedenden ayrıldıktan sonra rahat, lezzet, sevinç, mutluluk bulduğu şeydir.” “Ceza (ikap) nedir?” denilirse şöyle denir: “O, (eşyanın) cisimlerden ayrıldıktan sonra korku, hüzün ve acı yaşamasıdır. Her nefis kazandığı şeye göre eğer hayır kazanmışsa hayır, şer kazanmışsa şer elde eder.” “İyilik (marûf) nedir?” denilirse şöyle denir: “Âdet olduğu üzere devam eden herhangi bir fiildir. Şeriat ve sünnet onu yasaklamaz.” “Kötülük (münker) nedir?” denilirse şöyle denir: “Âdet üzere devam etmeyen, sünnette ve şeriatta yer almayan herhangi bir fiildir.” “İşçinin ücreti nedir?” denilirse şöyle denir: “Her çalışanın yaptığı iş için hak ettiği karşılıktır.”

Bölüm

Şekil cisimsel surettir, renk rûhânî surettir. Bu ikisi birlikte eşyanın tamamında bulunur. Düşünen biri bunu düşündüğünde o ikisinin, meyvelerin cinsinde (oldu­ğunu bilir). Yani o ikisi, olgunlaşması ve hoş, ince nemin (meyveye) dönüşmesi için meyvelerin şeklinde mevcuttur. Bu da ya akışkan (seyyâl) ya da yoğunlaşmış nem (şeklinde olur). Akışkanlık, aynen ağacın zarını koruyan parça gibi nemi korumak ve onun bozulmasını engellemek için önce gelmiştir. Meyvenin (oluş) düzeninde yağ cinsi varlıklarının bulunmasının sebebi şudur: Meyvenin bizzât kendisi (nefsi) bu yağlı (unsurları) kabul eder ve bozulmaması için onları korur. Nitekim âyette şöyle buyurulmuştur: “İşte bu, aziz ve âlim (Allah’ın) takdiridir.[192] Ayrıca bu yağ un­surlarının meyvelerde bulunmasının bir sebebi de, bütün meyvelerde bulunan doğal sıcaklığın oluşması ve onlara ulaşmasıdır, böylece meyve faydasız bir biçimden fay­dalı bir biçime geçmiş olur. Çünkü tabiatın amacı, kendisinden beklenen faydaları vermesi için İlahi düzendeki sırasına uygun olarak, maddesel (heyûlâî) nem meyda­na getirmek için her şeyi doğal sıcaklığında pişirerek olgunlaştırmaktır.

Eğer meydana gelen (ve aşağıda belirtilecek) dışsal bir sebepten (araz) ötürü bunu gerçekleştiremezse şu olur: Bir şeye ya nem galip gelir ki, bu durum o şeyde küflenmeyi doğurur ve bu bozulmaya işarettir ya da nemin azlığı söz konusu olur ki, bu da kuruluğu ve sertliği ortaya çıkarır. Bunun sonucu olarak bitki, ağaç ve zira­at tohumlarında bozulmalar ortaya çıkar, hepsi (ya çok) sıcak (ya da çok) nemli olur. Çünkü bu durumda sıcaklık nemden daha fazladır ve nem de sıcaklığı engelleyicidir. Böylece işin başında yumuşaklık/tazelik/yaşlık (tarâvet) ortaya çıkar.

Sen (peynir ya da yoğurt mayası yapma/mayalama (el-infaha)[193]) işine bakmaz mısın? Bu işlemde, inek sütü fâzla sıcak sebebiyle katılaşır ve sütün sıcaklığı (ve ma­yayı) takip etmesi onu kabul ettiği anlamına gelir. Çünkü aşırı sıcaklıkta, kendisiyle beslenmesi ve ondan kaynaklanan bu madde var oldukça (sütün içindeki) geri ka­lan maddelerin yaşaması için nemi kendine doğru çeken çekici bir güç vardır. Eğer ondaki soğukluk ve nem artırılırsa cisimlerin içindeki sıcaklık gözden kaybolur ve böylece onu yakarak yok etmiş olur. Çünkü sıcaklık etkin (fâil) sebep nem ise sureti kabul eden maddî sebeptir. Aynı şekilde sıcaklık yukarı doğru yayılma hareketi ya­par. Onun yayılması, çıkış yerinden sağa, öne ve kalpten (merkezden) yukarı doğru­dur. Çünkü kalp b ?denin en önemli parçasıdır ancak bedenden daha önemli değil­dir. Nitekim ağacın kökleri ağacın en önemli parçasıdır fakat ağaçtan daha önemli değildir. Bu durumda büyükler az ve küçükler çok olduğu için küçükler büyükler karşısında direnç gösterir. Âleme ilk hareketi veren (el-muharrikul-evvel) tek/bir ol­duğundan dolayı, fiili O nunki gibi ilk olan her varlığın fiili O’nun fiili gibi olmuştur. Canlının (hayvan) bedenindeki kalpten ilk ortaya çıkan her bir yaratıcı (güç/damar) ilk meydana gelen şeydir. Bu ilk yaratıcıdan iki damar meydana gelir: Bunlardan biri bedenin en yukarısında, diğeri ise onun en aşağısındadır. Bitkilerin bedeninden de iki damar (kök) ortaya çıkar: Bunlardan birisi en aşağıya iner ve yaşamın sebebi olması bakımında yerden ve sudan madde elde eder; diğeri beslenmek için yukarı çıkar. Bedenin, yaprağın ve meyvenin beslenmesi (gelişmesi) bu damardan olur.

Bölüm

Sonra bil ki, sayı, matematiksel (riyazi) hikmetlerden biridir. Buna göre, hayale (mevhûm) dayalı “bir”de var olduğu düşünülen birlik, sayının aslı ve kaynağıdır ve onun (birin) parçası yoktur. Sayı, bir araya getirilmiş birlerin çokluğudur. O, sayanın nefsinde birin tekrarlanmasıyla kalıp haline gelen bir surettir. Sayılanlar (madûdât) sayımı yapılan şeylerdir. Hesap, sayının toplanması ve bölünmesidir. Hesaplananlar (mahsûbât), ölçüleri (miktarları) bilinen şeylerdir.

Sayı çift ve tektir. Tam (sahih) yarısı sayı olan her sayı çifttir. Çiftin üzerine bir eklenen her sayı tektir. Sayıların tamı ve kesirli (küsûr) olanı vardır. On bir temel sözcük ile kendisine işaret edilen her sayı tam sayıdır. Bu temel sözcükler, iki, üç, dört, beş, altı, yedi, sekiz, dokuz, on, yüz, bindir. Bunların birleşmesiyle oluşanlar şunlardır: Yirmi, otuz, kırk, elli, altmış, yetmiş, seksen, doksan, yüz, iki yüz, üç yüz, dört yüz, beş yüz, altı yüz, yedi yüz, sekiz yüz, dokuz yüz, bin, iki bin, üç bin, dört bin, beş bin, altı bin, yedi bin, sekiz bin, dokuz bin. Tekrar eden bu terimler gidebil­diği yere kadar götürülebilir.

Kesirli sayılar, kendilerinden türetilen dokuz terimle işaret edilen her sayıdır. Bunlar: Yarım, üçte bir, dörtte bir, beşte bir, altıda bir, yedide bir, sekizde bir, dokuz­da bir, onda bir. Ya da bunların benzeri sayıların birleşmesiyle oluşanlardır: Yarımın yarısı, üçte birin üçte biri, dörtte birin dörtte biri, beşte birin beşte biri, yedide birin yedide biri gibi. Bu dokuzundan oluşan bunlara benzer sayılar da böyledir. Her türlü durumunda “1” ile başlayıp “4” ile biten sayıların sureti (rakamı), 1 2 3 4’tür. Bu dört (rakam) asildir, bunlardan sonra bunlardan türeyenler, daha sonra diğerleri gelir. Nitekim bunu “Aritmetik Risalesinde açıkladık. Sayıların dört basamağı vardır: Bir­ler basamağı, onlar basamağı, yüzler basamağı ve binler basamağı. Bunun da aynı şekilde çeşitli sırası ve düzeni vardır. Bunu da incelediğinde öğrenirsin.

Bu sıralamaların bir kısmı doğal olup şöyledir: 12 345678910

Çift sayıların peş peşe sırası örneğin şöyledir: 2 468101214161820

Tek sayıların peş peşe sırası örneğin şöyledir: 1 3 5 7 9 11

Tekin çifti olanların sırası örneğin şöyledir: 6 10 14 18

Çiftin çifti ve tek olanların sırası örneğin şöyledir: 12 25 28[194]

İlk tek sayıların sırası örneğin şöyledir: 3 5 7 9

Köklü sayılar örneğin şunlardır: 4 9 16 25

Küplü sayıların sırası örneğin şöyledir: 6 2 2 4 6

Köklü olmayıp kareli olan sayıların sırası örneğin şöyledir: 6 15 14 18 25 62

Bu niteliklerden (keyfiyet) her türe ait çeşitli nicelik türeyişler vardır. Bu türlerin de kendilerine ait özellikleri vardır. Bunların bir kısmını “Sayılar Risâlesi”nde[195] açık­ladık.

Oran, iki sayıdan birinin diğerine göre değeridir. Bileşik oran, birinci sayının ikinci sayıya göre değeridir, mesela, İkincinin üçüncüye göre değeri gibi. Basit oran, birincinin İkinciye göre değeridir, örneğin, üçün dörde göre değeri gibi. Çarpma, iki sayıdan birinin, ilk sayıdaki birlerin değerine göre katını almaktır.[196] Bölme, çarpma­nın tersidir. Kök içine almak, sayının kendisiyle çarpılmasıdır. Köklü sayı bunların bir araya gelmesinden oluşur. Küplü sayı, köklü sayıların köklerinin çarpılıp bir ara­ya gelmesidir.

Sonra bil ki, geometri (hendese), matematiksel hikmetin aslıdır. Geometri bi­limi, boyutların ve miktarların (derecelerin, değerlerin, niceliklerin) bilinmesidir. Boyutlar üç türlüdür: Uzunluk, genişlik ve derinlik. Miktarlar da üç türlüdür: Çiz­giler (hutût), yüzeyler/düzlemler ve cisimler. Çizgi, tek boyuta sahip olan değerdir (miktar). Yüzey/düzlem, iki boyutlu değerdir. Cisim ise üç boyutludur. Çizgiler üç türlüdür: Doğru, kavisli, ve bu ikisinden oluşan eğri. Yüzeyler/düzlemler üç türdür: Basit, basık/içbükey/konkav, kubbeli/dışbükey/konveks. Cisimlerin birçok türü var­dır: Bunlardan bazıları yüzeylerin/düzlemlerin çokluğu yönüyle, bazıları şekillerin çokluğu yönüyle, bazıları da bunların her ikisi açısındandır.

Yüzeylerin/düzlemlerin çokluğuna göre farklılaşanların sekiz türünü burada zik­redelim: Bunlardan birincisi küredir. O, kendisiyle tek bir yüzeyin çevrelendiği ci­simdir. Kürenin yarısı iki yüzeyle çevrilidir, kürenin dörtte biri üç yüzeyle çevrilidir. Ateşküre dört yüzeyle çevrilidir, yerküre kübiktir ve altı yüzeyle çevrilidir, gökküre sekiz yüzeyle çevrilidir, suküre yirmi yüzeyle çevrilidir ve felekküre on iki yüzeyle çevrilidir.

Yüzeylerin birçok türü vardır: Bazen üçgenlerin kenarları yönünden, bazen açı­lar, bazen de bunların hepisi açısından ortaya çıkar. Fakat bunların hepsi şu dört türde birleşir: Üçgen, kare, daire ve çok açılı yüzey. Üçgenin yüzeyi, üç çizgiyle çev­rilidir ve onun üç açısı vardır. Karenin yüzeyi dört çizgiyle çevrelenmiştir ve dört açısı vardır. Daire, tek bir çizgiyle çevrelenmiş, içinde tek nokta olan, doğrusal ve o noktadan çıkan tüm çizgilerin kendisine yöneldiği bir yüzeydir. Bu çizgilerin mer­kezden çevreye uzaklığı eşit olduğu gibi, onların birinin diğerine göre (uzunlukları da) eşittir. Çok açılı şekil, aynen beşgen, altıgen, yedigen ve bu şekilde gittiği yere kadar götürülebilecek örnekler gibidir. Açılar, dik açı, dar açı ve geniş açı olmak üze­re üç türlüdür. Dik açı, yanındaki açının aynısı olan açıdır. Dar açı, dik açıdan daha küçük olandır. Geniş açı, dik açıdan daha büyük olandır.

Bölüm

Bitki, beslenen ve büyüyen her cisimdir. Hareket eden ve hisseden her cisim canlı (hayvan)’dır. İnsan, canlıdır, konuşandır ve ölümlüdür. O, düşünen nefis ve ölümlü bedenin bileşkesidir. Cisim latif/ince, uzun, geniş ve derin cevherdir. Ses, cisimle­rin çarpışmasıyla havada meydana gelen vuruştur/titreşimdir. Hecesi olan her ses lafızdır, bir manayı gösteren her lafız ise kelamdır/sözdür. “Doğruluk (sıdk) nedir?” denilirse şöyle denir: “Kendisine ait olan nitelikleri kabul etme/alma; kendisine ait olmayan sıfatları reddetmedir.” “Yalan nedir?” “Yalan bunun tersidir.” Yine şöyle de­nir: “ Doğru ve yalan sözlerde, doğruluk ve yanlış gönüllerde, hayır ve şer fiillerde, hak ve batıl hükümlerde/yargılarda, fayda ve zarar hissedilen şeylerdedir’.’

Dünya, ölüm diye isimlendirilen ayrılık zamanına kadar nefsin cesetle kaldığı süredir. Ölüm, nef sin bedeni kullanmayı terk etmesidir. Ahiret, ölümden sonra ikinci dirilmedir. Aynı zamanda denir ki, ölüm cesetten ayrıldıktan sonra nefsin varlığını devam ettirmesi ve cesedi kendi âleminde bırakmasıdır. Cennet, ruhlar âlemidir. Ce­hennem, cisimler âlemidir. Cennet aynı zamanda en yüksek mertebedir. Cehennem de en düşük mertebedir. Bu yüzden bitkisel nefsin cenneti, hayvansal surettir. Hay­vansal nefsin cenneti, insansal surettir. İnsansal surete ait nefsin cenneti, melekle­rin suretidir. Meleklerin suretinin Allah katında makamları ve dereceleri vardır. Bu yüzden bazıları bazılarından daha şereflidir. Mesela, onlardan bazıları Allah’a daha yakın(mukarreb) iken bazıları böyle değildir.

Yeniden dirilme (bas), nefislerin gaflet ve cehalet uykusundan uyanmasıdır. Uyku, nefsin, vücudu yardımıyla kuşatmakla birlikte ondan başkasıyla meşgul ol­masıdır. Kıyamet, (kabirde) cesetten uzaklaşan ve ayrılan nefsin (cesetle birleşerek) kabrinden kalkmasıdır. Haşr, tikel/cüz’î nefislerin tümel/küllî nefse doğru toplan­ması ve birbirleriyle birleşmesidir. Çünkü tikel/cüz’ tümelin/küllün parçalarından biri ve tümel de kendisinden ayrılan parçaların toplamıdır; birleşme (ittihat), rûhânî cevherlerin karışmadır, (müzikteki) ince (zir) ve kalın (bam) seslerin karışımı gibi. Hesap, cesetlerle bir arada iken, tümel nefsin bildiği şeyler konusunda tikel nefislere itiraz etmemesidir (muvâfakat). Sırat, Yüce Allah’a götüren dosdoğru yoldur.

Bölüm

Başlıca renkler beyaz, siyah, kırmızı, sarı, yeşil, mavi ve kararmış renktir. Beyaz şeyleri üç sebepten dolayı beyaz olarak görürsün: Birincisi, nem fazla olduğundan beyaz olan şeylerde ışık hapsolunmuştur. Nemin (rutubet) rengi ise süt gibidir. İkin­cisi, ışığın birçok şeye tuz gibi seyrelerek girmesidir. Üçüncüsü, ışık, neminin donma­sı sebebiyle beyaz olan şeylerde hapsolunmuştur. Mesela gümüşte durum b öyledir.

Halbuki ışık, şeffaf cisimlerin arkasından beyaz görülür. Şayet ona sonradan bir şey ilişirse (ârız olursa) bu durumda sarı gözükür. Sarı olan şeyler, ışığın saf bir şekil­de görülmesini engelleyen sebeplerden dolayı, ateşin sarı görülmesi gibi sarı olarak görülür. Çünkü onun sıcaklığı, gözün gözeneklerini kapatır. Böylece görme gücü, onu tam olarak algılayamaz. Şeffaf cisimlerin bir kısmı sarı gözükür. Çünkü sıcaklık (gözün) gözeneklerini kapatır. Mesela, beyaz şeylerin pişirildiklerinde sarılaşmala­rında durum böyledir.

Eşyanın kırmızı görünmesinin iki sebebi vardır: Bunlardan biri, çürütücü, diğe­ri ise eritici sebeplerdir. Çürütücülerin sebebi nemin fazlalığı, eriticilerinki ise aşırı sıcaklıktır. Mesela, bütün sulardan ve nemden kendisine yükselen buharın çokluğu sırasında ve eritici şiddetli sıcağın bulunması sebebiyle meyvelerin olgunlaşması ve çiçek açması esnasında güneşi kırmızı olarak görürsün. Bu bilgiyle ortaya çıkmıştır ki, göz, şeffaf cisimlerin ardından ışığı görüp bu üç sebepten biri ona baskın geldi­ğinde ışığı kırmızı olarak görür.

Yeşile gelince, yersel (karasal/topraksal) nemin ışığa galip gelmesi, gözün sadece onu görmesinin engellenmesi ya da saf bir şekilde ışığın görmeye engel olmasıyla oluşur.

Siyah ise (karasal/topraksal) nemin, ışığın göze veya gözün ışığa ulaşmasını en­gellemesidir. Çünkü siyah gözü/bakışı/bakış açısını toplar, beyaz ise ayırır.

Geriye kalan bütün renkler bu iki taraf (siyah-beyaz) arasındadır. Bunlar üzerine gözün yaptığı iş, bu ikisinden birinin diğerine baskın gelmesine göre şekillenir.

Tatlar dokuz çeşittir: Tatlılık, acılık, tuzluluk, yağlılık, ekşilik, keskinlik, keskin (şarap vb) koku, tatlılık ve tatsızlık. Tatlılık dili yumuşatır. Acılık dilin parçaları­nı ayırır ve sertleştirir. Keskinlik bunu artırır. Tuzluluk ayırır ve kurutur. Keskinlik, toplar ve büzer. Ekşilik ayırır ve büzer.

Sonra bil ki ey kardeş! Sen, rahimde sperm (nutfe) olarak yaratıldığından beri Rabbine yönelensin ve nefsinle (öz) ona bağlısın. Her gün O’nun düzenlediği bir halden başka bir hale daha tam, daha mükemmel, daha şerefli olarak geçmektesin. Düşük olan bir mertebeden daha üstün ve şerefli başka bir mertebeye, daha yüksek bir menzile, Rabbinle karşılaşacağın ve O’nu müşahede edeceğin bir yere yüksel­mektesin. (Rabbin) hesabını tamamlasın (hakkını tam olarak versin), ondan geriye senin nefsine kalan sevinç ve eğlence olsun. Bu sevinç, peygamberlerle, (Allah’a ver­diği) söze sâdık kalanlarla (sıdık), şehitlerle, sâlihlerle -ki, bunlar ne güzel dostlar­dırberaber sonsuza kadar, ezelden ebede kadar devam etsin. Allah seni, bizleri ve bütün kardeşlerimizi doğruya ulaşma konusunda başarılı kılsın. Allah sana, bizlere ve tüm kardeşlerimize doğru düşünme/akıl yolunu (sebîlu'r-reşâd) göstersin, zira O, kullarına çok merhamet edendir.

İhvânus-Safâ ve Hullânul-Vefâ kitabının üçüncü bölümü olan Aklî Nefsânîler/ Nefis ve Akla Dair Olan Şeyler (en-Nefsânîyyâtu'l-Akliyyâf) bölümü tamamlandı. Bunu dördüncü bölüm olan “İlahî ve Dinî Yasalar" (en-Nâmûsiyyâtu’l-îlahiyyâf) ta­kip etmektedir. Bunun birinci risâlesi “Mezhepler ve Dinler e dairdir.

İlahî ve Dînî Yasalara (el-Ulûmun-nâmûsiyyetul-ilâhiyye
ve'ş-şer’iyye)
Dair İlimlerin Birinci -İhvân-ı Safâ Risâleleri’nin
Kırk İkinciRisâlesi: Mezheplere ve Dinlere Dair[197]

Rahman ve Rahim Olan Allah’ın Adıyla!

A

llah’a Hamd ve O'nun seçilmiş kullarına selam olsun. “Allah mı daha hayırlıdır yoksa O’na ortak koştukları varlıklar mı?”1

Ey kardeş! Bil ki, biz kitabımızın başında sunduğumuz fihristte belirttiğimiz üzere, psikolojiye ve aklî ilimlere dair risâlelerimizin sonuncusu olan tanımlar (elHudûd ver-Rusûni) risâlesini bitirdik. Şimdi ise bu dördüncü bölümde ilahiyâta dair konuları ele almak istiyoruz. İlahiyattan söz etmek, en yüce maksat ve en yüce ga­yedir. Bu konuya dair ilk risâlemiz olan mezheplerden ve dinlerden söz edeceğimiz risâlemize başlıyor ve diyoruz ki:

Bil ki, insanlar, bedenlerinin biçim ve suretleri, ahlâk ve huyları, işleri ve zanaatları bakımından farklı oldukları gibi görüşleri ve mezhepleri bakımından da farklıdırlar.

Bil ki, onların ahlâk ve huylarının farklı olmasının sebebi, dört açıdan ele alına­bilir: Birincisi, bedenlerinin bileşimi (terkip) ve mizaçlarının karışımı; İkincisi, bel­delerinin toprağı, havasındaki değişim ve yetiştikleri zaman dilimi; üçüncüsü, dînî yaşantı tarzlarında babalarının ve onları terbiye edip büyüten kimselerin âdetleri üzerine yetişmeleri ve dördüncüsü de, doğdukları ve ana rahmine düştükleri anda, feleğin konakları ve yıldızların konumlarıdır.

“Ahlâk Risâlesfnde bu ilmin bir boyutunu açıklamıştık. Bu risâlede ise görüş ve mezheplerin asıllarım ortaya koyup, onlardan çeşitli öğretiler ve hükümler çıkaran âlimlerin ihtilaflarını konu edinen ilim dallarını ele alacağız. Bu görüş ve mezhep­lerin miktarından, âlimleri ihtilafa sürükleyen sebeplerden ve bunların niceliğinden bahsedeceğiz. Ancak bundan önce âlimlerin ne tür konularda ihtilaf ettikleri, onla­rın nicelikleri ve mahiyetleri hakkında söz etmeyi gerekli buluyoruz.

Üzerinde ihtilaf edilen konular üç kısımdır: Bunlar sırasıyla, duyularla algılanan­lar, aklî olanlar ve kanıtlanmış İlahî meselelerdir.

Duyularla algılanan konular, “Duyu ve Duyulur Risalesinde açıkladığımız üzere, maddenin (heyûlâ) aldığı suretlerdir. Doğrudan onlarla temas halinde olan duyular, onları algılar ve onlardan etkilenirler.

2. Nemi, 27/59.

Aklî konular ise, “Akıl ve Akledilenler Risalesinde açıkladığımız gibi, algılanan bu nesnelerin resimleridir. Duyular bunları, kendileriyle doğrudan kurdukları temasın ortadan kalkmasından sonra vehimlerde bir tasavvurun oluştuğu anda hayâl gücüne iletir.

Kanıtlanmış İlahî meselelere gelince; bunlar duyularla algılanamayan ve vehimler tarafından tasavvur edilemeyen (zihinde şekillendirilemeyen) şeylerdir. Geometri­ye ve mantığa dair kitaplarda açıkladığımız gibi, ancak delil ve kesin kanıtlar, akıl­ları bunları onaylamaya ve kabule zorlar. Örneğin, Öklid’in kitabında, kesin kanıt (burhân) şunu ortaya koymuştur: İster cisim, ister düzlem, ister çizgi türünden ol­sun, sonlu olan her miktarın ki, burada onun da hangi ölçüde olduğu fark etmez; sonsuza dek bir benzerinin (misi) bulunması mümkündür. Bu elbette duyularla algı­lanması ve vehimler aracılığıyla tasavvur edilmesi mümkün olmayan bir hikmettir. Söz konusu hikmetlerin örnekleri bu tür kitaplarda ve daha başka geometri eserle­rinde çoktur.

Yine felsefeye ve hikmete dair eserlerde, kesin kanıt, mantık aracılığıyla şunu da ortaya koymuştur: Âlemin dışında ne boşluk ne de doluluk söz konusudur. Bu hik­meti de duyuların algılaması ve vehimlerin tasavvur etmesi mümkün değildir. Bu tür şeylerin âlimler nazarında örnekleri çoktur.

Özellikle Allah’ı bir olarak kabul edip Onu iyi tanıyan bilginler; Allah’ı diri (hayy), kâdir, âlim, hakîm (sözlerinde ve fiillerinde isabetli olan) ve yaratıcı (hâlık) olarak kabul etmişler; Onun ayakta durmakla, oturmakla, girmekle, çıkmakla, hareket ve sükûnla vb şeylerle nitelenemeyeceğini onaylamışlardır. Bu tür niteliklerle ancak ne­fis, etkin/faal akıl, melekler ve rûhânîler olarak isimlendirilen basit cevherler gibi heyûlâdan soyutlanmış suretler nitelenebilirler. Ne var ki bunların hiçbirisi, herhan­gi bir suret ve şekilde duyular tarafından algılanıp vehimler aracılığıyla tasavvur edi­lemez.

Cahillerin Allah’ı nitelemelerine gelince; “Allah onların nitelemelerinden münez­zehtir. Ancak onlar, yine de Allah’ın, ihlâs sahibi kulları müstesna [onlar bu tür ni­telendirmelerden uzaktır]”[198] buyurmak suretiyle kendi zâtını tenzih etmiş olması­na rağmen O’nu yaratılmışların nitelikleriyle nitelendirmişlerdir. Öyleyse yukarıda anlattıklarımızdan anlaşıldığı üzere; beş duyu ve vehim gücünün algılayıp tasavvur etmekten aciz kaldığı türden kesin kanıta dayalı konular, yalnızca zorunlu kanıt ve kesin delilin akılları onaylamaya mecbur kıldığı hususlardandır.

Sonra bil ki, kile, arşın vb şeylerin beş duyuya ait ölçü birimleri olması gibi, ke­sin kanıtlar da akılların ölçüleridir. Nasıl ki, insanlar beş duyu ile algılanan şeyle­rin değerini ve ölçüsünü takdir ve tahmin etme konusunda ihtilafa düştüklerinde, kile ve arşın gibi ölçü birimlerine başvuruyor ve onların sonuçlarına rıza göstererek aralarındaki anlaşmazlıkları çözüyorlarsa, aynı şekilde zorunlu kanıtları bilen akıl sahibi kimseler de, beş duyu ve vehim gücü ile algılanıp tasavvur edilmesi mümkün olmayan hususlarda ihtilaf ettiklerinde, delile, kesin kanıta/burhâna ve zorunlu ola­rak bilinen önermelerden elde edilen sonuçlara başvururlar. Herne kadar beş duyu ve vehim gücü ile algılayıp tasavvur edemeseler de onları onaylayıp kabul ederler. Çünkü onlar, hakkı onaylamanın batılda diretmekten hayırlı olduğunu bilirler. Yine anlattığımız hususlardan şu da açık olarak ortaya çıkmıştır ki farklı konular, hisle, akılla ve kanıtla bilinenler olmak üzere üç cinsten ibarettirler. Dolayısıyla şimdi in­sanların hangi sebeplerden ihtilaf ettiklerini ortaya koymak istiyoruz.

Bölüm

Bilinenlerin Kavranması Konusundaki İhtilafların

Ortaya Çıkış Nedenlerine Dair

Bil ki, bize göre, insanların bilinen ve tanınan bu üç konuyu kavramada ihtilaf etmelerinin sebepleri şu üç kısımdan ibarettir: Birincisi, anlamların inceliği, soyut­luğu ve gizliliğidir. İkincisi, bu anlamlara götüren çeşitli yöntemlerin, onların kav­ranmasına yardımcı olan sebepler olmasıdır. Üçüncüsü ise, insanların bu anlamları kavrayan zihinsel güçlerinin kalitesi ve kalitesizliği bakımından farklı olmasıdır. İşte insanların görüş ve mezheplerinin farklı olmasının aslı ve sebebi budur. Diğerleri bunlara ilave edilen detaylardan ibarettir. Şimdi bu konuyu açmamız gerekirse şöyle söyleyebiliriz:

İnsan, yalnızca cisimsel bir bedenin ve rûhânî bir nefsin toplamından ibaret olun­ca; o, cisimsel bedeninin uzuvlarıyla sanatları icra ettiği gibi, rûhânî nefsini de, akılla bilinenleri (ma'kulât) kavramak suretiyle takviye eder. Bu bakımdan tüm beşerî sa­natların, bütün insanların bedensel güçlerinin bir karşılığı olarak konulmuş olma­ları gibi, tümel/küllî ilimler de bütün insanların zihinsel kuvvetlerinin bir karşılığı olarak konulmuşlardır. Çünkü tek bir insanın sımrlı(cüzi) gücüyle tüm ilimleri or­taya koyması ve tüm sanatları icra etmesi mümkün değildir. Bununla birlikte insan nefsinin pek çok gücü vardır ve bu güçlerden her biri için şaşırtıcı fiiller söz konu­sudur. Nitekim bedeninin de çok sayıda oynakları ve nadir organları bulunmaktadır. Dolayısıyla bedeninin her bir organı için de çeşitli hareketler vardır. Biz, “Bedenin oluşumu’na dair risâlemizde bu ilmin bir boyutuna temas etmiştik.

Ancak burada ona dair sekiz türden söz etmek istiyoruz: Bunlar bilinenleri kav­ramaya dair güçler/kuvvetlerdir. Öncelikle beş duyu algısından söz edeceğiz. Çünkü onlar, insanın kendileriyle ilimlere ve tanımlara ulaştıkları nefsin ilk kuvvetleridir. Ardından beynin ön kısmında yer alan hayal kuvvetini ele alacağız. Sonra, beynin ortasında bulunan tefekkür kuvvetine ve nihayet beynin arka kısmında yer alan ha­fıza kuvvetine değineceğiz.

Şunu bil ki, insanlar bilinenleri kavramada, bu kuvvetlerinin kalitesi ve kalite­sizliği bakımından birbirlerinden son derece farklılık arz etmektedirler. Bu onların mezhep ve görüş ayrılıklarının sebeplerinden birisidir. Nitekim insanlardan bazı­ları keskin bir görme yetisine sahiptir. Onlar uzaktaki küçük cisimleri dahi görebi­lirler. Bir kısmı daha az görürken, diğer bir kısmı ise hiç görmez. Onların durumu, işitme duyusu bakımından da farklı değildir. Aynı şekilde onlardan bir kısmı çok hafif sesleri bile işitip, ritimli ve ritimsiz nağmeleri birbirinden ayırt edebilirken, bir kısmı bu konuda aruz kalıplarına muhtaçtır. Diğer bir kısmı ise bu tür konu­larda hiçbir şeyden anlamaz. Onların tatma, dokunma ve koklama gibi diğer duyu kuvvetlerine dair hükümlerini de bunlara kıyas edebilirsin. Onların zekâlarına, sez­gilerinin kalitesine ve zihinlerinin berraklığına ilişkin hükümler de bunlara ben­zer. Nitekim sen, insanlardan bazılarının çok iyi bir hayal, hassas bir ayırt etme ve süratli bir tasavvur, hatırlama ve ezberleme kuvvetine sahip olduğunu görürsün. Hâlbuki onların bir kısmının ise anlayışı kıt, zihni hantal, kalbi kör ve unutkandır. Bu da aynı şekilde âlimlerin mezhep ve görüş ayrılıklarının sebeplerinden biridir. Çünkü onların kavrayışları farklı olunca, görüşleri ve inançları da buna paralel ola­rak farklılık arz eder.

Bölüm

Bilgi Kuvvetlerindeki Kavrayış Farklılığının Sebebine Dair

Şunu bil ki, bize göre, bilme ve kavrama kuvvetlerine dair dile getirdiğimiz fark­lılıkların sebebi, onların bizzât kalitesi ve kalitesizliği bakımından farklı olmaları de­ğildir. Bunun nedeni, ancak onların bilinenlerin suretlerini kavramadaki hallerinin farklı olmasıdır. Dolayısıyla onların fiillerindeki farklılık da kullandıkları alet ve ede­vatların kalite ve kalitesizlik bakımından farklı oluşları yüzündendir. Bunun nedeni ise, bedenin her bir organının nefsin kuvvetlerinden birisinin alet ve edevatı olma­sıdır. Bedenin uzuvları, bazı insanlarda ya da bazı zamanlarda kalite ve kalitesizlik yönünden farklı durumlarda olunca, söz konusu kuvvetlerin fiilleri de onlara bağlı olarak farklı olacaktır. Örneğin, iki gözbebeği, bedenin iki organıdır. Bu ikisi, görme duyusunun aletleridir. Onlar sonradan oluşan (arızî) âfetlerden arınmış, sağlıklı, arı ve duru bir şekilde görme kapasitesine sahip olunca, onlarda, karşılarındaki şeylerin suretleri, tıpkı aynalarda, karşılarındaki şeylerin suretleri göründüğü gibi görünür. Dolayısıyla bu görme duyusu, söz konusu görünen nesneleri oldukları gibi görür. Ancak onlar, maruz kaldıkları herhangi bir afetten dolayı anlattığımız hususlardan yoksun kalırlarsa, görme duyusu, görülen nesneleri algılama konusunda engelli olur. İşitme duyusu için de aynı şey söz konusudur. Nitekim onun aletleri olan işitme kanalları açık ve kirlerden arınmış olurlar ve herhangi bir arızî afete maruz kalmaz­larsa, sesler o kanallarda olduğu gibi tınılar ve böylece işitme duyusu onları oldukları gibi algılar. Ancak o da herhangi bir arızî sebepten dolayı zikrettiğimiz hususlardan yoksun kalırsa, işitilen nesneleri algılama konusunda engelli olur. Koklama duyusu için de benzer şeyler söylenebilir. O da burun delikleri açık, yoğun akıntıdan ve her­hangi bir arızî engelden arınmış olduğunda kokuları algılar. Onları birbirinden ayırt eder ve tanır. Burunda akıntı, nezle veya herhangi bir arızî engel bulunursa, algılama ve ayırt etme yeteneğinden engelli olur. Tatma duyusunun durumu da bundan farklı değildir. Dilin oylumunda bulunan yaşlık, yeterli olup herhangi bir afetten arınmış olduğunda, tat alma duyusu, tadılan şeyleri oldukları gibi tadar ve hepsini birbirin­den ayırt ederek tanır. Ancak ne zaman bu yaşlık herhangi bir karışımla ortadan kalkar ya da onun mizacındaki denge bozulursa, tatları oldukları gibi algılama ve onları birbirlerinden ayırt etme konusunda engelli olur. Dokunma duyusunun du­rumu da aynıdır. O da, deri ile kaslar arasındaki hücrelerde dokunmuş olan sinirler ne zaman bir afete maruz kalırsa, dokunma hissini algılamaktan engelli olur. Hayal gücünün durumu için de benzer şeyleri söyleyebiliriz. Beynin ön kısmı normal ve afetlerden arınmış olduğunda, algılama kuvvetinin oraya gönderdiği algıların resim­lerini orada oldukları gibi hayal eder; onların görünümlerini içine alır. Ne zaman ki o da, tıp kitaplarında anlatıldığı üzere aşırı hastalıklardan birisine maruz kalırsa, göğüs zarı iltihabı (zâtülcenb) ve karasevda (malihulya) hastalarının durumunda ol­duğu gibi, fiilini gerçekleştirmeye algılanan resimleri hayal etme konusunda engelli olur. Beynin ortasına yerleşmiş olan tefekkür gücünün hükmü de bunun gibidir. O da ne zaman ölçülü ve normal olup herhangi bir afete maruz kalmazsa, insanın fikri, görüşü, ayırt etme ve anlama kapasitesi gerektiği gibi olur. Orası da herhangi bir afete veya anormal bir duruma maruz kalırsa, zihin, fikir yürütme, ayırt etme, görüş belirtme ve bir neticeye gitme gibi fiillerini ve durumlarını denetleme bakımından engelli olur. Nitekim beyin, kalpten sonra gelen en değerli organdır. Beynin arka kısmına yerleşmiş olan hafıza kuvvetinin hatırlama ve unutma bakımından hükmü de bu şekildedir.

Bu bölümde anlattıklarımızın hepsini, söz konusu kuvvetlerin tüm hayvanların bilgi kaynakları oldukları için zikrettik. Bu kuvvetlerin, kullandıkları araçların uy­gun yardımlarda bulunmasıyla da kuvvetleri artar. Onların farklı olması durumun­da, kalite ve zekânın az ya da çok olması bakımından bilgileri de farklı olur. Bütün ilimlerde ve bilgilerde asıl olan budur. İnsanların bilgilerinde ihtilafın çoğalması ve âlimlerin görüş ve mezheplerinde çekişmeleri, bu güçlerin eylemlerinin (fiil) farklı olmalarından dolayıdır.

Diğer bir husus da şudur: Nefse/ruha dair ilimlerle ilgilenen ve onun durumları hakkında söz eden âlimlerin çoğu, nefsin çeşitli kuvvetleri, fiilleri ve kendileriyle farklı davranışlar gösterdiği huyları bulunduğu kanaatindedirler. Daha önce an­lattığımız üzere, onlar nefsin hallerinin ve huylarının farklılığının ancak onun her biri bedenin bir uzvu olan aletlerinin biçim, kalite ve kalitesizlik yönünden farklı oluşlarından kaynaklandığını düşünüyorlar. Bir başka husus da; “nefsin bedenin bir mizacı olduğu” şeklinde ifade ettiğimiz görüşe katılan tabiat ve mantık bilginlerinin, organların mizacının değişmesi ve biçimlerinin farklılaşması durumunda, canlıların fiillerinin ve huylarının ve özellikle de insanın hastalık anında ve organlarının teker teker mizacının değişmesi durumunda, fiillerinin ve huylarının değiştiğini fark et­meleridir.

İlahiyatçılara gelince; onlar bu konuda farklı düşünüyorlar. Onların görüşlerini “Ellibirinci Bölürn’de yer alan risâleler içinde zikrettik. İlahiyatçıların bu konudaki görüşlerine ilişkin kesin kanıtlarını ise (bütün risâleelrin özetini bir araya getiren) “er-Risâle el-Câmia”da ifade ettik. Bu bölümde zikrettiğimiz husus ise, insanların, görüş ve fikirlerinde farklı olmalarına sebep olan bilgileri ve ilimleri bakımından farklı oluşlarının sebeplerinden bir tanesidir.

İkinci sebebe gelince; o anlamların inceliği, letafeti, açıklığı ve görünüşü yönün­den ortaya çıkmaktadır. Bu tıpkı daha önce anlattığımız gibi, beş duyuyla algıla nan açık cisimsel olgularla beş duyuyla algılanamayan; yalnızca aklî deliller ve kesin kanıtlar neticesinde bilinebilen gizli ruhsal olgular arasındaki farklılığa benzer. Bu kısım, âlimlerin görüşleri ve mezhepleri arasındaki farklılıkların sebeplerinin ço­ğunluğunu oluşturmaktadır.

İnsanları bilgilerinde ihtilaf etmeye sevk eden sebeplerden üçüncüsüne gelince; bu onların farklı kıyas türlerini ve istidlal yöntemlerini kullanmalarıdır. Bu kısım da dalları ve şubeleriyle ihtilafların çoğunluğunu oluşturur. Ayrıca o, insanların kazanımlarıdır. Bundan dolayı onlar kınanırlar ya da övülürler; sevap veya cezayı hak ederler. İlk iki kısma gelince; bunlar onların iradesiyle değildir; dolayısıyla onların kazanından da değildir.

Bölüm

Bilme/Allâme Kuvvetlerinin Sayısına Dair

İnsanların muhtelif konuları kavrayış bakımından farklı oluşlarının sebepleri­nin sayısına ilişkin anlattıklarımızdan açıkça ortaya çıkmıştır ki, bunlardan birisi, duyu/hassase, hayal, düşünme ve hafıza olmak üzere dört türden ibaret olan bilme ve kavrama kuvvetlerinin farklılığıdır. Bu kuvvetlerde kalite ve kalitesizlik yönün­den bulunan farklılıklara dair açıklamalara daha önce değinildiğinden, bu bağlamda onların kavramları kavramalarını sağlayan belli sebepler ve bu konuda onlara engel olan hususlar üzerinde durmak istiyoruz. Öncelikle duyu kuvvetlerinden söz ede­cek, ardından da hayal kuvvetleri bahsine geçeceğiz. Sonra da düşünme ve hafıza kuvvetlerini ele alacağız.

Her duyu gücünün (kuvve) duyumsadığı şeyleri algılamasında ihtiyaç duyduğu şartların açıklanmasına gelince; burada söylediğimiz hususlardan ibarettir. Şüphe­siz beş duyu organlarından her biri, duyumsadıklarını algılamasında, ne fazla ne de eksik, belli şartların oluşmasına muhtaçtır. Bu şartlardan birisi ya da bazısı yok olduğunda yahut gerekli olan miktardan fazla veya eksik bulunduğunda, bu durum onun algıladıklarım hakikatlerine uygun olarak algılamasına engel olur. Örneğin görme kuvveti, kuşkusuz gördüğü şeyleri görmesinde belli bir ışığa, uzaklığa, hizaya ve konuma muhtaçtır. Bunlardan birisi yok olduğunda, bu onun görülen şeyleri ha­kikatlerine uygun olarak görmesini engeller. Çünkü görme kuvvetinin, görülenleri zifiri karanlıkta algılaması mümkün olmadığı gibi, aşırığı ışık ve parlak nurda da al­gılaması mümkün değildir. Nitekim insanın, zifiri karanlıkta küçük şeyleri görmesi mümkün olmadığı gibi açık bir havada, gün ortasında güneşe bakması da mümkün olmaz. Yine insanın çok uzaktaki ve çok yakındaki küçük şeyleri de görmesi müm­kün değildir. Mesela insan, elini göz kapaklarının üzerine yada göz hizasının dışında bir yere koyduğunda, onu göremez. Çok kuvvetli bir yaydan fırlatılan ok gibi çok hızlı hareket eden cisimler de görülemezler.

Diğer duyu organlarının durumu da bunun gibidir. Onlar da algıladıkları şey­leri algılamalarında belli şartlara muhtaçtırlar. Onlardan birisi yok olduğunda ya da gerekli miktardan fazla veya eksik olduğunda, bu durum onun algıladığı şeyleri algılamasına engel olur.

Bölüm

Her Duyu Organı İçin Bizzât Gerekli Olan Şeyler

Bil ki her duyu organı için bizzât kendisine özgü duyulurlar bulunduğu gibi, son­radan ortaya çıkan/arızî olarak algılanan şeyler de vardır. O, bizzât kendisine özgü duyumlarında hata etmez. Ancak arızî olanlarda hata edebilir. Bunun bir örneği, gözdür. Bizzât ona özgü olarak bulunan görülenler; nurlar, ışık ve karanlıklardır. Renklere gelince, bunlar ancak nur ve ışık aracığıyla görülebilirler. Diğer cisimlere gelince; onların yüzeyleri, şekilleri, konumları, boyutları ve hareketleri renkler aracı­lığıyla görülür. Dolayısıyla renkleri olmayan cisimler, görülemezler; göz onları idrâk edemez.

Sonra bil ki, göz, duyu organlarının en üstünü ve algıladıklarının hakikatini en iyi idrâk edenidir. Nitekim şöyle denmiştir: “ Haber görme gibi değildir; doğru ile yanlış yani göz ile kulak arasında dört parmaklık mesafe vardır' Ancak bu üstünlüğüne ve algıladıklarının hakikatini iyice idrâk etmesine rağmen, onun da büyük hataları, pek çok yanılgıları olabilir. Nitekim insan, küçük bir şeyi büyük; büyük bir şeyi küçük ya da yakında olanı uzakta; uzakta olanı yakında görebilir. Örneğin o, berrak bir suyu olan gölün dibindeki gümüş parayı, yakın ve büyük görür.

Buhar sisinin ardındaki şeyleri de göz aynı şekilde görür. Belli bir nesneyi oldu­ğundan daha büyük görür. Aynı şekilde insan, hareketli bir şeyi durağan (sâkin); hareketsiz olanı da hareketli olarak görebilir. Örneğin, sandalda bulunan birisi sa­hile baktığında, oradaki sakin kişileri hareketli; kendisini ve yanındakileri ise sakin olarak görür.

Yine o, suyun içinde dikili duran değneğin durumunda olduğu gibi, doğru bir şeyi eğri; dikili duranı da devrik görebilir. Keza bir koridorun tavanı ile zeminini uzaktan bir birine çok yakın gördüğü gibi yüksekte olanı, alçakta; alçakta olanı ise yüksekte görebilir. Bunların örneklerini çoğaltmak mümkündür. Nitekim bunların sebepleri, optik kitaplarında detaylı bir şekilde açıklanmıştır. Duyu organlarının en üstünü ve en değerlisi olan görme duyusunun algıladıklarını ayırt eden ve akıllı olan insanın içine düştüğü hata ve yanılgıların boyutu bu olunca; ey kardeş, buna kıyasla senin diğer daha düşük derecedeki duyu organları ve idrâk kuvvetleri hakkındaki kanaatin nedir?

Bölüm

Bizzât Kendilerine Özgü Duyulurlara Dair Algılarında
Hata Etmeyen Duyu Organlarına Dair

Bu konuya dair şunları söyleriz: Bil ki, her duyu organı için bizzât kendisine özgü olan duyulurlar, bir de arızî olarak bulunan duyulurlar vardır. Duyu organı, bizzât kendisine özgü olan duyumlarda hata yapmaz. O, ancak arızî olarak kendisine ait olan duyumlarda hata eder ve yanılır. Bunun bir örneği, görme duyusudur.

Hiç kuşkusuz onun kendisine özgü duyu nesneleri, bizzât nurlar (ışıklar) ve ka­ranlıktır. Elbette o, hiçbir zaman bunlara dair duyumlarında yanılmaz. Ancak onun renklere, şekillere, konumlara, boyutlara, hareketlere vb şeylere dair duyumlarına gelince; o bunları, daha önce zikrettiğimiz şartlar doğrultusunda nurun ve ışığın ara­cılığıyla algılar. O, ihtiyaç duyduğu şartlarda bir eksiklik olduğunda, bunları algıla­mada hata ve yanılgı içerisine düşebilir.

Diğer duyu organlarının ve algıladıklarının durumu da bunun gibidir. Ey kardeş! Bu konu üzerinde bir düşün. Nitekim eşyanın hakikatlerini ve niteliklerini kabul etmeyenler ve onlar üzerinde fikir yürütmeyenler; bu konuda kendilerine verilen [imkânları] inkâr ettiler...

İşitme kuvvetine gelince; bizzât ona özgü olan duyu nesneleri; sadece sesler ve nameler/ses tonlarıdır. Tatma duyusuna özgü olanlar, yalnızca tatlar; koklama du­yusuna özgü olanlar, sadece kokular ve dokunma duyusuna özgü olanlar ise, “Duyu ve Duyulur Risalesinde anlattığımız üzere, çeşitli şeylerdir. Bunları oradan öğrene­bilirsin.

Sonra bil ki, bu beş duyu organına ait olan her bir kuvvetin, diğerinde bulunma­yan bir özelliği vardır. Onun tamamen kendisine ait olan özelliği, kendisi için [gerek­li olan] şartlar gerçekleşip bir engel ortaya çıkmadığında, algıladıkları şeylerde hata yapmaz. Diğer bir özelliğe gelince; onlardan her birinin, diğer duyu organlarının bizzât kendilerine özgü olan duyulurları algılamasıdır.

Örneğin, görme duyusu, sesleri, kokuları ve tatları algılamaz. Diğer duyu organ­ları için de aynı şey söz konusudur. Ancak hareket gibi kendilerine arızî olarak ait olan duyulurlarda ise müşterektirler. Hareket; göz, dokunma ve işitme gibi duyu or­ganlarının hepsiyle idrâk edilip bilinebilir.

Bölüm

İnsanın Duyu Organlarında Bulunan Kuvvetlerin Artırılması

Bu bağlamda deriz ki: Bil ki Allah, insanın duyu organlarında kuvveti, kaliteyi ve ayırt etmeyi artırma [imkânını] yaratmıştır. O, bunu diğer hayvanların duyu or­ganlarında yapmamıştır. Özellikle de insanın dokunma duyusunda bu [imkânları] fazlalaştırmış ve iyileştirmiştir. Örneğin, insanın ellerinde hayranlık uyandıran sa­natları yapma ve dilinde çeşitli dilleri konuşma kuvveti var etmiştir. Hâlbuki bunu diğer hayvanların ellerinde ve dillerinde yaratmamıştır. Bu akıllı olan herkes için açık ve net olan, saklı olmayan bir husustur. Aklı başında olan insanların çoğu, fil, binek atı, deve, koyun, inek, köpek, kedi, maymun, papağan gibi insanın hizmetine sunulmuş, ona alıştırılmış ve onun hizmetine koşulmuş bazı hayvanların, sözün anlamlarını kavradıklarını, emri ve yasağı yerine getirdiklerini, ancak konuşmaya güç yetiremediklerini zanneder. Gerçekten de onlar, yasak, emir ve nidâ/ünleme gibi sözün belli kısımlarını oluşturan bazı kelimelerin anlamlarını kavrarlar. Onla­rın, haberin, istemenin, soru sormanın ve cevabın anlamlarını bilmeleri hususuna gelince; bu mümkün değildir. “Canlılar (hayvanlar) Risalesinde bunun sebeplerini açıklamıştık.

Sonra bil ki, insan sesleri işitmesi ve ses tonlarını birbirinden ayırt etmesi aracı­lığıyla dillerin, konuşmaların ve kelimelerin anlamlarını kavrar. Aynı şekilde o, ya­zılara ve kitaba baktığında, onların içeriğinde bulunan söz ve ibarelerin anlamlarını kavrar. Onun dışındaki diğer hayvanlar ise bunlardan hiçbir şey anlayamazlar.

Sonra bil ki, insanı diğer hayvanlardan ayıran bilgilerinin çoğu bu iki yoldan sağ­lanır.

Bil ki, insanoğlu bu iki kuvvet bakımından son derece büyük farklılıklar gösterir. Nitekim insanlardan bir kısmı sadece tek bir dili anlar. Bu dilin de lafızlarından, söz­lerinden ve diğer şeylerinden çok az bir kısmının anlamlarını bilir. İnsanlardan bir kısmı ise çeşitli dilleri anlar, farklı kitapları güzel bir şekilde okur; her dilden pek çok ismi, lafzı ve sözü anlar, ince manaları kavrar; diğer bazıları ise bunları yapamazlar. İnsanların bilgi bakımından farklı oluşlarının, âlimlerin görüş ve mezhep ayrılıkla­rının sebeplerinden birisi de budur.

İnsanın bilgi kapasitesini açıklama hususuna gelince; burada anlattıklarımız doğ­rultusunda şunları söyleyebiliriz: İnsanın bütün bilgileri, zaman bakımından yal­nızca üç kısma ayrılır: Onların bir kısmı geçmiş zamanda gerçekleşmiş olanlarla, bir kısmı gelecekte olacaklarla, bir kısmı da şu anda ve şimdiki zamanda olanlarla ilgilidir. İnsanlara zaman bakımından geçmişte gerçekleşen hadiseleri öğretme yol­larından birisi haberleri dinlemek olunca, haber verenin yalancı, onu dinleyenin de onu tasdik etmesi mümkündür. Yine haberci çok doğru, onu dinleyen ise yalancı olabilir. Evren hakkında, gerçekleşmelerinden önce verilen haberlerle zamanı belli fakat mekânı belli olmayan şeyler hakkındaki haberlerin durumu da bunun gibidir. Bu husus da insanların bilgi bakımından farklılık göstermelerinin, âlimlerin çeşitli görüş ve mezheplere sahip olmalarının sebeplerinden bir tanesidir.

Bölüm

İnsana Özgü Bilgilere Dair

Bu konuda şunları söyleriz: Hiç kuşkusuz Allah, ilk insanı -ki o, insanoğlunun babası olan [Hz.] Âdem (a.s.)’dıryaratmış ve onu kendisinden öncekilerin çoğuna tam anlamıyla üstün kılmıştır. Onun üstünlüklerinden birisi de bilgilerinin çoklu­ğu ve ilimlerinin olağanüstülüğüdür. Allah, insanın bilgi ve ilimlere ulaşması için çeşitli yollar yaratmıştır. Bu yollardan birisi beş duyu organıdır. “Duyu ve Duyulur Risalesinde açıkladığımız üzere, insan onlar aracılığıyla zaman ve mekânda var olan şeyleri kavrar. Onlardan birisi de, haberleri dinleme yoludur ki insan bununla diğer canlılardan ayrılır; zaman ve mekân bakımından kendisine gizli olan olayları kavrar. Nitekim Allah, bununla insana lütufta bulunduğunu zikretmiştir: “İnsanı yarattı ve ona beyanı öğretti.”[199] Onlardan bir diğeri de yazı ve okuma yoludur. İnsan bu yolla, sözün, dillerin ve konuşmaların anlamlarını kavrar. O, bu ikisi üzerinde düşünmek suretiyle hemcinslerinden zaman içerisinde görmediği ya da mekân itibariyle ken­disine saklı olan hususları bilir. Allah, bu konuda da insana lütufta bulunduğunu ifade etmiş ve peygamberi Muhammed (a.s.)’a şöyle Duyurmuştur: “Oku! Rabbin, en büyük kerem sahibidir. O Rab ki kalemle [yazmayı] öğretti. İnsana bilmedikleri şeyi öğretti.”[200] İnsan bu üstünlüğü aracılığıyla şerefli meleklerle aynı payeyi paylaşmıştır. Örneğin Allah, şöyle buyurmuştur: “Şunu iyi bilin ki üzerinizde bekçiler var, değerli yazıcılar var; onlar, yapmakta olduklarınızı bilirler.”[201]

Bil ki, okuma ve yazmayı kavramak ve bilmek, sözü ve konuşmaları kavramak­tan sonra gelir. Sözü ve konuşmaları kavramak ve bilmek de, algılananları bilmekten sonra gelir. Bu, akıllı kimseler için açık ve net olan, onlara saklı kalmayan bir husus­tur. Nitekim çocuk ana rahminden çıkar çıkmaz, onun duyu organları kendilerine mahsus olan duyulurları kavrar. Dokunma duyusu, sertliği ve yumuşaklığı, görme duyusu, nur ve ışığı, tatma duyusu, sütün tadını, koklama duyusu, kokuları ve işitme duyusu da sesleri algılar. Ancak o, sözün ve seslerin anlamlarını bir zaman geçtikten sonra bilir. Çocuk, ilk şeyi dokunma duyusuyla algılar ve acı duyar. Çünkü dokunma duyusu, duyu organlarının en kapsayıcı olanıdır. Sonra tat alma duyusuyla algılar ve annesinin sütüyle diğerlerini birbirinden ayırt eder. Sonra kokuları ayırt eder ve kok­lamayı tanır. Sonra açık olan yüksek sesle hafif olan alçak sesi birbirinden ayırır. Son­ra zamanla annesiyle babasının, kız kardeşleriyle erkek kardeşlerinin, yakınlarının ve diğerlerinin ninnilerini birbirinden ayırır. Sonra adım adım, tedrici olarak bu şekilde diğer duyu organlarını ve onlara mahsus olan duyulurları kavrar ve tanır. Bu durum, terbiye çağı bitinceye kadar devam eder. Emme kapısı kapanır, söz ve konuşma kapısı açılır. Sonra, bunun ardından okuma, yazma, edebiyat, sanat, matematik, haberleri ve rivayetleri işitme, fıkıh, ilimler ve bilimler hakkında düşünme, varlıkların hakikat­lerini bilmeyi arzulama, evreni araştırma, açık olandan hareketle gizli olanın, algıla­nanlardan hareketle [algılanamayan] akledilirlerin ve cisimsel olanlardan hareketle ruhsal olanların, matematik, hesap ve geometri gibi ilimlerden hareketle tabiat ilim­lerinin, tabiat ilimlerinden de hareketle ilahiyât ilimlerinin -ki bu ilimlerin en yüksek gayesi, ebedi saadet ve sonsuza dek varlığını sürdürme vesilesidirhükmünü çıkarma günleri gelir. Allah seni ve bizleri bu gayeye ulaştırsın; göğsünü genişletsin, kalbini açsın, kavrayışını nurlandırsın, nefsini arındırsın, ahlâkını güzelleştirsin, durumunu düzeltsin, amellerini kusurlardan uzaklaştırsın, sana [güzel] fikirler ihsan etsin, kitabı ve beyanı öğretmek suretiyle velilerine ve nebilerine ikramda bulunduğu gibi sana da ikramda bulunsun. Nitekim Allah şöyle buyurmuştur: “Sonra Kitaba (İlahî kelamı tebliğ işine) kullarımızdan seçtiklerimizi varis kıldık.”[202]

Bölüm

Hayal Gücüne Dair

Deriz ki: Daha önce, duyu kuvvetinin hallerinden bir kısmına, onlar arasında du­yulurları algılama bakımından görülen f arklılıkların nasıl oluştuğuna ve bu algılama­da onlara yardımcı olan sebeplerle engel olan sebeplerin neler olduğuna değinmiş­tik. Bu bölümde ise yeri beyin/dimağ olan hayal kuvvetinin hallerinden bir kısmına değinmek istiyoruz. Çünkü duyu kuvvetlerinden sonra, onlar aracılığıyla algılanan duyulurların resimlerini ele alma konusu gelir. Yine hayal kuvvetinin fiillerine yardım eden sebeplerle buna engel olan sebepleri ele alacak, ardından da insanların bu kuvvet bakımından farklı derecelerde bulunmalarını zikredeceğiz. Çünkü bu, onların ilimler ve bilimlerde, görüşlerde ve mezheplerde farklı oluşlarının sebeplerinden birisidir. Ancak bu kuvvetin, duyu kuvvetleri içinde hayal edilenleri en çok duyumsayan ve fiiller bakımından onların en büyüleyici olması nedeniyle bunun sebeplerini anlatma ihtiyacı hissettik. [Bu konuda] şunları söyleriz: Kuşkusuz bu kuvvetlerin büyüleyi­ci özellikleri ve zarif fiilleri vardır. Bunlardan birisi, onların diğer duyulur şeylerin hepsinin resimlerini almaları ve onları, duyu organlarının gözlem alanından kaybol­duktan sonra hayal etmeleridir. Bunlardan bir diğeri de, onların, duyu yoluyla basitçe bilindikten sonra hakikati olan ve olmayan şeyleri hayal etmeleri ve imgelemeleridir. Çünkü insanın, duyunun nefse ilettiği suretleri heyûlâda dilediği şekilde çoğaltma imkânı bulunan bir kuvveti vardır. Nitekim insan, onları suretlerin kilidi konumun­da bulunan heyûlâdan soyutlanmış ve bazılarını gizlenmiş bir halde bulur. Onları, kendilerine dokunmadan ve bir irtibat kurmadan soyut olarak aldığında, aralarını dilediği gibi birleştirme ve terkip etme imkânına sahip olur. Böylece o, heyûlâya biti­şik olmadıkları halde onların bazısını bazısıyla birleştirir. Örneğin, insanın bu kuvvet aracılığıyla bir deveyi, bir palmiye ağacının tepesinde; bir palmiye ağacını bir devenin sırtında; bir kuşu dört ayaklı; bir atı iki kanatlı ve bir eşeği, insan kafalı olarak hayal etmesi mümkündür. Nitekim bu tür şeyleri, ressamlar ve nakkaşlar, hakikati olan ya da olmayan cinlere, şeytanlara ve garip deniz yaratıklarına ait suretler olarak yaparlar. Ancak insan için, bu kuvvet sayesinde hayal ile tasavvur iki sebepten dolayı aynı dü­zeydedir. Birincisi, bu tür hayallerde, duyulurların resimlerinden pek çok maddenin, her ne kadar farklı cinslerden, çeşitli sanatlardan ve diğer kısımlardan olsalar da bir arada bulunmalarından dolayı, hayal kuvvetinin onları, heyûlâda hakikati ister bu­lunsun ister bulunmasın değişik tarzlarda terkip etmesi mümkündür.

Diğer sebep ise, nefsin cevherinin ve letafetinin şerefi, rûhânîyetinin şiddeti ve kendisinde bulunan malumata dair resimleri ve onların tasavvurlarını kolaylıkla ka­bul etmesidir. Çünkü her madde (heyûlâ), bir cevher olarak çok latif/ince, rûhânîyet bakımından ise çok güçlüdür. Bu açıdan o, suretleri kabulde en çabuk etkilenen ve bunu en kolay bir şekilde yapandır. Örneğin tatlı su, cevher olarak toprağa oranla daha latif olduğu için tatları ve renkleri kabulde daha süratli etkilenir. Temizliği, tatlılığı ve akıcılığı nedeniyle bunları daha kolay kabul eder. Aynı şekilde hava, bir cevher olarak sudan daha latif ve akıcı olduğu için, sesleri ve kokuları kabul etmede daha çabuk etkilenir. Yine ışık ve nur havadan daha latif olduğu için onun renkleri ve şekilleri algılaması, rûhânî olarak daha hızlı ve güçlüdür. [Diğerlerinde durum böyle olunca, acaba,] nefsin letafeti ve rûhânîyeti nasıldır (hesap et)! Belki de bu kı sim, duyulurlara dair ilimlerin incelikleri üzerinde düşünen çoğu kimseye kapalıdır. [Onların durumu bu ise, duyumsanamayan] rûhânî olaylar üzerinde düşünenlerin durumu nasıldır! Çünkü nefsin cevheri, nurun ve ışığın cevherine nispetle çok daha latif ve rûhânîdir. Bunun delili, onun diğer duyulurların ve makullerin hepsinin re simlerini kabul etmesidir. İşte bu iki sebepten dolayı insan, hayal kuvveti sayesinde, duyu kuvvetleriyle yapamadığı hayal etme ve imgeleme işini yapmaya güç yetirir. Çünkü nefis ruhanî, diğerleri ise cismânîdir. Bu yüzden nefis, cismânî cevherlerde duyumsadığı şeyleri, dışarıdan kavrar. Hayal kuvvetine gelince; o, onları bizzât kendi içinde hayal ve tasavvur eder (zihninde şekillendirir). Bu söylediğimizin doğrulu­ğunun delili, beşer olan sanatkârlardır. Çünkü her sanatkâr, önce, harici hiçbir şeye ihtiyaç hissetmeksizin eserinin suretini düşünür, hayal ve tasavvur eder. Bundan sonra herhangi bir mekânda ve zamanda bulunan bir heyûlâya yönelir. Ardından ona, “Pratik Sanatlar Risalesinde açıkladığımız üzere düşüncesinde canlandırdığı gibi birtakım aletler ve hareketler yardımıyla şekil verir.

Hayal kuvvetinin özelliğinden birisi, beş duyu organından birisinin yönlendir­mediği bir şeyi hayal etmekten aciz kalmasıdır. Nitekim gözü olmayan hiçbir canlı/ hayvan renkleri, işitmesi olmayan hiçbir hayvan da sesleri hayal edemez ve imgeleyemez. Çünkü eşyayı hayal ve tasavvur etme daima duyusal algıya bağlıdır. Akıl da çıkarsama faaliyetinde bizzât delilin kendisine tâbidir. İnsana gelince; sözü kavradı­ğında, ona verilen anlamları hayal etme imkânına sahip olur.

Bölüm

Hayal Kuvvetinin Şaşırtıcı Yanları ve
İnsanların Onda Farklılık Göstermelerine Dair

Bu konudaki sözümüz şudur: Bil ki, insanlar bu kuvvet bakımından birbirlerin­den son der ece büyük farklılık gösterirler. Bunun delili, senin çocuklardan birçoğu­nun, büyüklerin ve ergenlik çağma ulaşanların birçoğuna oranla işittiklerini daha çabuk tasavvur ettiklerine ve kendilerine nitelikleri bildirilen şeyleri hayallerin­de daha güzel canlandırdıklarına tanık olmandır. Nitekim âlimlerin, akıllıların ve ilim ve edebiyat alanlarında eğitimli olan kimselerin çoğu, doğruluğu kesin delil ve burhânlarla ortaya konan şeylerden pek çoğunu tasavvur etmekten aciz kalırlar.

Sonra bil ki, insanların bu kuvvet bakımından farklı derecelerde bulunmalarının sebebi, nefislerinin cevherlerinin farklı olması değildir. Aksine tıp kitaplarında anla­tıldığı üzere, dimağlarının bileşiminin (terkîb) ve onların mizaçlarındaki dengenin/ itidalin f arklı olması ya da dimağların bozuk ve kötü mizaçlı olmasıdır. Bu kuvvetin şaşırtıcı fiillerinden birisi, insan için onun aracılığıyla büyüleyici işler yapmasının kolay olmasıdır. Nitekim Hint halkının kâhinlerinden bir grubun imgelem yoluyla başkaları üzerinde şaşırtıcı etkilerde bulundukları anlatılır. Ancak insanların çoğu böyle bir şeyi kabul etmezken Yunan bilgeleri ve filozofları bunu mümkün görürler ve bizzât insan için kolay olduğunu düşünürler. Bununla birlikte onun, insanın dı­şındaki bir varlık üzerinde gerçekleştirilmesi gerçekten uzak bir ihtimaldir. Biz bu konuyu, “İçsel Aydınlanma/Zecr, Kalplerin Nurlanması Risalesinde açıklamıştık. Bu kuvvetin şaşırtıcı fiillerinden biriside, çocukların, cahillerin ve akıllı kimselerin ço­ğunun yaptığı gibi kıyaslar terkip etmek suretiyle eşyanın hakikatleri hakkında dik­katlice düşünüp taşınmadan hüküm vermesidir.

Örneğin küçük bir çocuk yetişip anne-babasını görür, onlar hakkında düşünür ve onları birbirinden ayırt eder; sonra kendisi gibi başka bir çocuk görür ve hayal yoluyla kendi durumuna kıyas ederek onun da bir anne babasının bulunduğu hük­müne varır. Kendisinin erkek ve kız kardeşi varsa, düşünüp taşınmadan ve iyice he­sap etmeden kendi durumuna kıyasla onun için de aynısının bulunduğunu zan ve hayal eder.

Ey kardeş! Bu konuda sen ne dersin? Bu doğru mu yoksa yanlış bir kıyas mı? Hatta o, belki de anne babasının evinde herhangi bir hayvan ya da eşya görür veya orada sıcak ya da soğuğa, açlık ya da susuzluğa, acı ya da üzüntüye maruz kalır; sonra doğru mu yanlış mı yaptığını düşünüp taşınmadan kendi durumuna kıyasla diğer çocukların da başlarına aynı şeylerin geldiğini zan ve hayal eder. Sonuçta bü­yür, düşünür ve ayırt etmeye başlar ve bu kıyasında doğru ile yanlışı açıkça fark eder.

Sonra bil ki, sen akıllı kimselerden ve ilimle uğraşanlardan çoğunun yaptıkları kıyaslarda bu durumda olduklarını görürsün. Çünkü insanların çoğu kendi belde­sinde gece veya gündüzü, kış veya yazı, sıcak veya soğuğu, rüzgâr veya yağmuru gördüğünde, orada olup bitenlere kıyasla aynı vakitte diğer beldelerde de benzer şey­lerin olduğunu zan ve hayal eder. Matematik, geometri ve fizik ilimlerine baktığında ise bu kıyasının yanlış mı doğru mu olduğunu açıkça anlar. Yine sen, bu ilimlerde eğitim görmüş kişilerin çoğunun, kendi ülkelerinin dışındaki ülkelerde gördükleri geniş arazilere, onların ardından gelen geniş hava boşluğuna ve onların ardından da geniş bir gezegenler sahasının bulunmasına kıyas ederek bu evrenin dışında sonsuz bir boşluğun bulunduğunu zan ve hayal ettiklerini görürsün.

Aynı şekilde onlar, evrenin nasıl ortaya çıktığı, göklerin ve yerin nasıl yaratıl­dığı üzerinde düşündükleri zaman, insan fiillerine kıyasla bunların bir zaman ve mekânda olduklarını zan ve hayal ettiler. Derin görüşlü kimselerden, evrenin bir mekânda bulunmadığına dair sözlerini işittiklerinde, bunun nasıl olabileceğini ta­savvur edemezler. Evrenin zaman içinde de bulunmadığı söylendiğinde ise, hiçbir kesin delil ve burhân göstermeden onun kadîm/ezelî olduğunu zan ve hayal ederler.

Bölüm

Bu Kuvvetin Üstünlüğüne Dair

Şöyle deriz: Bil ki, kuşkusuz biz bu hayal kuvvetinin şaşırtıcı yönlerinden çoğu­nu anlattık. Algılama ve kavrama kuvvetlerinin en şaşırtıcı olması nedeniyle onun hallerine ilişkin özellikleri belirttik. Nitekim âlimlerin çoğu, hayal kuvveti denizin­de yollarını yitirmişler ve onun büyüleyici hayalleri karşısında şaşırıp kalmışlardır. Çünkü insanın bu kuvvet aracılığıyla bir saat içinde doğu ve batıyı, karaları ve deniz­leri, ovaları ve dağları uzaydaki gezegenleri ve engin gökleri dolaşması mümkündür. O, evrenin dışına bakar ve orada sonsuz bir boşluk/feza hayal eder. Belki geçmiş zamanı ve evrenin var olmaya başladığı anı, ardından da onun yok oluşunu hayal eder. Yine o, esas itibariyle varlıktan hareket ederek hakikatleri bulunsun bulunma­sın yukarıda anlatılan türden şeylerin varlıklarına intikal eder.

Bu durum, âlimlerin görüşlerinde, mezheplerinde ve [sahip oldukları] ilimlerin­de farklı oluşlarının sebeplerinden birisidir. Nitekim sen, akıllı kimselerin çoğunun, bu kuvvet aracılığıyla herhangi bir şeyi düşünüp hayal ettiklerinde onun gerçek ol duğunu zannettiklerine ve hiçbir kesin delil ve burhân bulunmaksızın gerçek olduğu konusunda bir yargıya vardıklarına tanık olursun

Yine onlardan çoğu çeşitli ilim dallarından bir şey işittiklerinde, bu kuvvetin aciz­liği ve yetersizliği nedeniyle onu tasavvur etmeden ret ve inkâr ederler. Bu konuda elbette bir delile ve kesin kanıta/burhâna başvurmazlar.

Hüküm vermede insaflı olan, kendileriyle övünmeden gerçeğin peşinde koşan akıl­lı kimselere gelince; onlar, hayal edilen şeylerle ilgili bir haber işittiklerinde ve çoğun­lukla bir şeyi hayal ettiklerinde hemen onun doğruluğu ya da yanlışlığı hakkında hü­küm vermezler. Ancak mantıkçıların ve mühendislerin yaptığı gibi onun doğruluğuna ya da yanlışlığına dair kesin bir kanıt ve burhân bulduktan sonra bir yargıya varırlar.

Bu hayal kuvvetinin özelliklerinden ve onun şaşırtıcı fiillerinden bir kısmını zik­rettikten sonra, düşünce kuvvetinin özelliklerinden bir kısmını anlatmak, onun du­yulurların hayaldeki resimlerini nasıl değerlendirdiğine değinmek istiyoruz. Düşün­ce kuvvetinin fiilleri daha değerli ve şaşırtıcı yönleri daha çoktur.

Bölüm

Düşünce Kuvvetinin Fiillerine Dair

Bu konuda şöyle deriz: Bil ki, düşünce kuvvetinin pek çok özellikleri, muhayyi­le ve diğer algılama ve kavrama kuvvetlerinin fiillerini de kapsayan şaşırtıcı fiilleri vardır. Dolayısıyla bu kuvvetin fiilleri iki kısma ayrılır: Birincisi, soyut olanlara ait fiilleri, diğeri de nefsin diğer kuvvetleriyle ortak olan fiilleridir. Bunlardan bir kısmı sanatlarla ilgilidir. Onların çoğu, aleti dimağın ortası olan düşünce kuvveti ile aleti eller olan sanat kuvveti arasında müşterek fiillerdir. Bir kısmı da, söz, konuşmalar ve dillerin hepsiyle ilgilidir. Bunlar da düşünce kuvveti ile aleti lisan olan konuşma kuvveti arasında ortak fiillerdir. Diğer bir kısmı ise, duyulurların hayaldeki resimle­riyle ilgilidir. Bunlar da düşünce kuvveti ile aleti beynin ön kısmı olan hayal kuvveti arasında ortak fiillerdir. Bir başka kısım, hafızada bulunan bilgilerin resimleriyle il­gilidir. Bu kısım da düşünce kuvveti ile aleti beynin arka kısmı olan hafıza kuvveti arasında müşterek fiillerdir.

Düşünce kuvvetinin soyut olanlara özgü fiillerine gelince; bunlar; düşünce, derin tefekkür, ayırt etme, tasavvur, bir şeyi dikkate alma, birleştirme/terkip, analiz etme, toplama ve bir araya getirme, kesin kanıt sunan/burhânî kıyas yapmadır. Düşünce kuvvetinin ayrıca zihinsel uyanıklık/fıraset, zecr/içsel aydınlanma, kalbin nur lanması, kehanette bulunma, hatırlama, ilham, vahiy, rüya görme ve yorumlama gibi fiilleri de vardır.

Bunların açıklamasına gelince; deriz ki: Kuşkusuz insan, düşünce kuvveti ile de­rin tefekkürde bulunarak ilimlerin ince ve derin meselelerini ortaya çıkarır; idare ve siyasette tedbir imkânı elde eder. İbret nazarıyla bakmak suretiyle geçmişte gerçek­leşen olayları bilir; tasavvur yoluyla eşyanın hakikatlerini kavrar. Terkipte buluna­rak sanatları ortaya çıkarır; analiz aracılığıyla basit ve bileşik cevherleri bilir. Top­lamak ve bir araya getirmek suretiyle cinsleri ve türleri tanır. Kıyas yaparak zaman ve mekân itibariyle bilinmeyen ince meseleleri kavrar; zihinsel uyanıklık ve çabuk kavrayış yoluyla tabiatlarda bulunan şeyleri tanır. İçsel aydınlanma ve kalbin nurlanması sayesinde olayları ve hallerin değişimini bilir; kehanet aracılığıyla olayları ast­ronomik verilerin gereğine uygun olarak öğrenir. Rüya ve rüya yorumu ile müjdeli ve uyarıcı olayları bilir. Vahyi ve ilhamı kabul etmeksuretiyle ise ilahi yasaları ortaya koymayı ve semavi kitapları tedvin etmeyi öğrenir.

Düşünce kuvvetinin üstünlüklerine ve hükümlerine gelince burada açıklandığı gibidir: Düşünce kuvvetinin diğer duyu ve hayal kuvvetleriyle onların algıları ara­sındaki yeri, yargıcın basımlar ve davacılar arasındaki yerine benzer. Nitekim yargıç yalnızca onlar tarafından bilinen dinî bilgiye ve yasaya ya da basımlar arasında itti­fakla kabul edilmiş aklî kıyaslara göre hüküm verir. Çünkü davacılar, sadece, basım­lar tarafından da bilinen tanıkları, belgeleri, ölçü ve ölçekleri kabul ederler.

Yeri dimağın ortası olan düşünce kuvvetinin hüküm vermesi; duyu algıları, ha­yaller ve imgelemler hakkında bir yargıda bulunması bu şekilde olur. Nitekim akıllı kimseler, aralarındaki çekişme ve düşmanlık dolayısıyla görüşler, dinler ve mezhepler hakkında bir iddiada bulunduklarında, düşünce kuvveti, hemen iki hasımdan birisi­nin doğruluğuna ya da yanlışlığına hükmetmez. O, bu ikisi hakkında, ancak beş du­yudan ikisinin bir tanıklıkta bulunmasından ya da aklın ilk prensiplerinden olan tikel önermelerin neticelerinin belli olmasından sonra bir yargıda bulunur. Şarabın rengini belirleme konusunda ayrılığa düşen iki kişinin durumu buna örnek olarak verilebilir. Onlardan birisi, onun su renginde olduğuna hükmeder, diğeri ise bunu kabul etmez. Sonra düşünce kuvvetinin yargısına başvururlar. O da hemen bu ikisinden birisinin doğruluğuna ya da yanlışlığına hükmetmez; ancak beş duyudan ikisinin -ki bunlar tat alma duyusu ile görme duyuşudurlartanıklığından sonra bir yargıda bulunur.

Yine bu ikisi, gülsuyu, kaynatma yoluyla elde edilmiş sirke, beyaz neft vb renkleri suyun rengine, dokunuşu suyun dokunuşuna benzeyen cisimler hakkında ileri sürü­len görüşler üzerinde ihtilaf etseler, düşünce kuvveti bu ikisi hakkında, ancak tat ve koku duyularının tanıklığından sonra bir hükme varır.

Bu örnekler ve kıyaslar dikkate alındığında, düşünce kuvvetinin, tüm hükümler ve yargılara dair duyum ve hayaller üzerine verilen hükümler konusunda ihtilafa dü­şen insanlar arasında verdiği diğer hükümlerin de aynı şekilde gerçekleşmesi gerekir.

Ey kardeş, bu konuyu araştır ve dikkat et! Kuşkusuz o, ilimlere giden ilk yoldur ve insanlar arasında duyulurlara ve hayal edilenlere dair algılar ve kavramlar konusun­da ortaya çıkan ihtilafların ilkidir.

İnsanlar arasında duyulurlara ve hayal edilenlere dair algılarla ilgili ortaya çıkan ihtilafların sebeplerinin hepsini ele aldıktan sonra, akıllı kimseler arasında aklın ilk prensipleriyle bilinen şeylere dair ihtilafların sebeplerinden bir kısmını anlatmak isti­yoruz. Çünkü bu konu, sıralama itibariyle duyulurlardan sonra gelir. Nitekim aklın ilk pernsiplerinden olan kategoriler/makûlât, “Kategoriler/Kategoryas Risâlesi’nde açık­ladığımız üzere, beş duyu aracılığıyla zihinde toplanan ve türler ve cinsler olarak isim­lendirilen fertlerden elde edilen tikel duyumların resimlerinden başka bir şey değildir.

Sonra bil ki, akıllı kimseler, aklın ilk prensipleri aracılığıyla bilinen bu şeyleri tanıma konusunda gerçekten son derece büyük farklılık gösterirler. Bunun delili, dediğimiz gibi senin her insanın en fazla duyulurlar üzerinde düşündüğüne ve en çok hayal edilenleri dikkate aldığına tanık olmandır. Hiç kuşkusuz bizzât aklın ilk prensipleriyle bilinen şeyler, sayı bakımından en çok olanlar ve şeyhler ve duyulur nesneler konusunda tecrübe sahibi kimseler tarafından en sıkı bir şekilde İncelenen­lerdir. Bunun delili, Yüce Allah’ın şu sözleridir: “Allah sizi analarınızın karnından hiçbir şey bilmez durumda iken çıkardı’[203], “İnsana bilmediğini öğretti”[204], “... Sizin de babalarınızın da bilmediği şeylerin size öğretildiği...”[205] [206], “Her ilim sahibinin üstünde daha iyi bir bilen vardır”11, “Allah sizden iman edenlerin ve kendilerine ilim verilenle­rin derecelerini yükseltir.”[207]

Bölüm

Aklın İlk Prensipleriyle Bilinenlere Dair

Bu konudaki sözümüz şudur: Bil ki, aklın ilk prensipleriyle bilinen şeylerin bir kısmı her akıllı kimse için açık ve belli, bir kısmı ise birazcık düşünmeyi gerektirecek ölçüde kapalı ve gizlidir. Diğer bir kısmında ise, iyice araştırmaya ve derin düşün­meye ihtiyaç vardır. Buna örnek, akıllı kimselerin şu sözüdür: “Bütün parçasından büyüktür”. Kuşkusuz bunun, aklıselimin ilk prensipleri arasında olduğu bilgeler na­zarında açıktır. Ancak onların, “Farklı şeylerin üzerine eşit şeyler ilave yapıldığında, hepsi aklıselimin ilk prensipleri bakımından farklı olur” sözüne gelince; bunda biraz düşünmeye ihtiyaç vardır. Ancak onların, “Eşit oranlarda bulunan dört porsiyonun iki katından birincisi, dört katından üçüncüsüne denktir” sözüne gelince; bunda çok sıkı bir araştırmaya ve hassas bir düşünceye ihtiyaç vardır. Bu örnek, kategorilerin ve keskin akılla bilinen şeylerin farklı olduklarını göstermektedir.

Sonra bil ki, akıllı kimselerden çoğu, aklın ilk prensipleriyle bilinen şeylerin ha­tırlananlardan ibaret olduğunu zannederler. Bunların cisimle ilintili olan şeylere nispeti hatırlamayı gerektirir. Dolayısıyla onlar ilmi, hatırlama/tezekkür olarak nite­lendirirler. Bu konuda Eflatunun, “ilim hatırlama/tezekkürdür” sözünü delil olarak kullanırlar. Hâlbuki durum onların zannettikleri gibi değildir. Çünkü Eflatun, “ilim hatırlamadır” sözüyle, sadece, nefsin bilkuvve bilici olduğunu, dolayısıyla onun bil­fiil bilici oluncaya kadar öğretilmesi gerektiğini kast etmiş, bu yüzden de ilmi ha­tırlama olarak nitelendirmiştir. Sonra, öğretimin ilk yolu, duyu organları, ardından akıl, onun ardından da burhân/kesin kanıttır. Elbette insan, duyu organları bulun­madığında, hiçbir şey bilemeyeceği gibi, burhânla kanıtlananlar, akılla bilinenler ve duyulurlar olmadan da bir şey öğrenemez.

Bu söylediklerimizin doğruluğunun delili, duyu organlarının hiçbir şekilde algı­layamadığı her şeyi hayal gücü hayal edemez. Hayal gücünün hayal edemediği şey­leri de akıl tasavvur edemez.

Eğer akıl ile bilinen bir şey bulunmazsa, ona dair burhân da bulunmaz. Çünkü burhân, sadece, aklın ilk prensiplerinden alman zorunlu öncüllerin sonuçlarından ibarettir. Aklın ilk prensipleri içerisinde yer alan şeyler ise, sadece, duyu organları yoluyla tikel fertlerden elde edilen türlerin ve cinslerin tümellerinden ibarettir. Bu­nun delili şu çocuğun durumudur. Eğer o, on cevizin beş cevizden daha fazla ya da on arşın uzunluğundaki bir kerestenin altı arşın uzunluğundaki bir diğer keresteden daha uzun olduğunu bilemeseydi, bütünün parçasından daha çok olduğunu nereden bilebilirdi?

Akılla bilinen diğer hususların durumu da bunun gibidir. Çünkü onların da ilk prensipleri duyu organları yoluyla elde edilmiştir. Yine bunun delili, senin duyum­ları daha fazla olanların onlar üzerindeki düşüncelerinin, hayalleri daha fazla olan­ların da onlar üzerindeki dikkatlerinin daha çok olduğuna, tanık olmandır. Nitekim o sayı bakımından daha fazla şeye sahiptir. Dolayısıyla onlara dair tetkikleri de daha fazladır. Zikrettiğimiz hususlardan açıkça anlaşılmaktadır ki akılla bilinen şeyler; ta­mamı zihinde bulunan, cinsler ve türler olarak nitelendirilen nesnelerden ve fertler­den duyu organları yoluyla elde edilen tikel duyumların resimlerinden başka bir şey değillerdir. Açıkça görüldüğü üzere, akıl, insan için, bizzât duyulurların resimlerini tasavvur ederek düşünce yoluyla onların cinslerini, türlerini ve zâtlarını birbirinden ayırt edip, cevherlerini ve arazlarını bildiğinde, ayrıca dünya işlerini tecrübe edip günlerin insanlar arasında neleri getirip götürdüğüne ibretle baktığında konuşan/ düşünen nefisten (en-nefsu n-nâtıka) başka bir şey değildir.

Sonra bil ki, duyulurlar üzerinde daha fazla düşünen, varlıkların hallerine daha dikkatli bakan, gizli olanları daha iyi araştıran, dünyevî işlere dair tecrübeleri daha fazla olan ve insanları daha iyi gözlemleyen herkes, insanoğlu içerisinde akıl bakı­mından en üstün ve çağdaşları arasında da ilim bakımından en ilerde olanlardır.

Sonra bil ki, hiç kuşkusuz akıllı kimseler akılları itibariyle birbirlerinden son de­rece farklı derecelerde bulunmaktadırlar. Bu dereceleri ancak onları yaratan, hikmeti ve yaratıklarına dair ilmi uyarınca onların bazısını diğer bazısına üstün kılan Allah bilebilir.

Sonra bil ki, insanların akılları itibariyle birbirlerinden farklı derecelerde bulun­malarının çeşitli nedenleri ve sebepleri vardır. Bu sebeplerden biri, akılların üstün­lüklerinin çokluğu ve akıllı kimselere dair sayılarını yalnızca Allah’ın bildiği mezi­yetlerdir.

Tek bir kişinin tüm ilim dallarında uzmanlaşmasının imkânsız olduğunu açıkla­dığımız gibi, bu üstünlüklerin hepsinin tek bir fertte toplanması da, ömrün kısalığı ve engellerin ortaya çıkması dolayısıyla mümkün değildir. Çünkü bütün ilimler, tüm sanatların, sanatkârların hepsinin kuvveti karşılığında ortaya konmuş olması gibi, insanların tamamının kuvveti karşılığında ortaya konmuştur.

Ancak bu durumda insana gerekli olan, en uygun, en iyi ve en üstün olanı seçme­sidir. Nitekim akıllı kimseler, insanların en üstün olanlarıdır. İnsan hayvanlardan, hayvanlar bitkilerden, bitkiler de[208] rükünlerin en ... üstünü ve tabiatlarının özüdür.

İnsan bütün hayvanların suretlerinin bir özetidir. O, kendisinde bitkilerin kuvvetle­rinin, madenlerin özelliklerinin ve bunlardan meydana gelip ortaya çıkan en önem­lilerin tabiatlarının en kapsayıcı şekildeki karışımı bulunan bir bütündür.

Ancak bunların hepsinin bir fertte bulunması mümkün değildir. Bu özellikler tüm fertlere dağıtılmıştır. Onlar, insanlar dünyada kaldıkları sürece çoğalır ve azalır­lar. Bu insanların tabiatlarının farklı olmalarının sebeplerinden bir tanesidir. Onla­rın tabiatlarının farklı olması ise, akıllarının farklı düzeylerde bulunmasının sebep­lerinden biridir.

İnsanların akılları itibariyle farklı mertebelerde bulunmalarının ikinci sebebi, fiillerini gerçekleştirmede bedenlerinin karışımlarına bağlı olan nefislerinin cev­herlerinin özelliğidir. Üçüncüsü, tek bir insanın, şahsında toplaması mümkün ol­mayan ilimlerin ve bilgilerin şaşırtıcı yönlerinin çokluğudur. Dördüncüsü, onların fiillerinin ve işlerinin şaşırtıcı yönlerinin, sanatlarının ve geçimlerini sağlamadaki çabalarının farklılığının ve siyasetlerindeki tedbirlerinin sayılamayacak kadar çok olmasından dolayı, tek bir insanın bunların hepsini birden kullanarak hareket etme­sinin mümkün olmamasıdır. Beşincisi, güzellikte ve çirkinlikte birbirlerine zıt olan ahlâklarındaki farklılıklar ve adetlerinin kalite ve kalitesizlik arasında gidip gelme­sidir. Bunların hepsinin de tek bir insanda bir araya gelmesi mümkün değildir. Altıncısı, onların farklı dinlerin esaslarına, babalarının mezheplerine, üstatlarının ve öğretmenlerinin görüşlerine uygun olarak yetiştirilmeleridir.

Sonra bil ki, bu özelliklerin ve meziyetlerin hepsinin tek bir fertte toplanması mümkün değildir. Dolayısıyla, bunlar çok olmalarına rağmen insan fertlerinin tama­mına dağıtılmışlardır. Elbette bunlar ay feleğinin altında bulunan suretlerden birisi olan insan suretlerinden -ki o, suretlerin suretidirayrılmazlar. Bu bakımdan sen onun fıtratı itibariyle son derce ölçülü olduğunu görürsün. Sonra onu bu fıtratından güzel ve çirkin adetleri koparır ve bu durum onun adeta bir tabiatı olur. Zaten adet, tabiatın ikizidir. Nitekim “tabiatın kazanılmış olduğu” söylenmiştir. Yine, “Tabiatta bulunmayan bir şeyi talep etmek zor olduğu gibi, kazanılmış bir âdeti terk etmek de zordur” denilmiştir.

Sonra bil ki, Allah’ın yeryüzündeki halifesi olan bu suret, orada, çok olmalarına rağmen hayvanların, bitkilerin ve madenlerin üzerinde, efendilerin köleleri üzerin­de hükmetmesi gibi hükümranlık kurmuştur. Çünkü bunların hepsi ona boyun eğ­mişlerdir. İnsan, fertleri çok olsa da tek bir surettir. Bütün fertlerin bu surete nispetle durumu, tek bir insanın tüm uzuvlarının nefsinin suretine nispetle durumu gibidir. Nitekim o, “Bedenin Oluşumu (Terkibi) Risalesinde açıkladığımız üzere, bütün be­dende, uzuv uzuv, eklem eklem, duyu duyu doğumundan ölümüne kadar her şeye hâkimdir. Bu suretin, Allah’ın gökleri ve yeri yarattığı günden beri, insanoğlundan öncekilerin ve sonrakilerin bütün fertlerine nispetle durumu budur. İnsanoğlunun babası, aslı toprak olan Âdem’e, “ Yeniden Diriliş ve Kıyamet Risalesi nde açıkladığımız üzere, yeryüzüne ve içindeki her şeye Büyük Kıyamet’in kopuşuna kadar hükümran­lık ve efendilik hakkı verilmiştir. “Meleklerin hepsi birden ona saygıyla eğildiler.”'4 [209]

Buraya kadar anlattıklarımızdan, akıllı kimselerin akılları itibariyle farklı mertebe­lerde bulunmalarının sebeplerinden bir kısmı açıkça ortaya çıktığına göre, şimdi de onlar arasında akılların ve akılla bilinen şeylerin üstünlüğünün nasıl tespit edildiği konusunu anlatalım.

Bölüm

Akıllı Kimseler Açısından Akılların Üstünlüğüne Dair

Bu hususta şunları söyleriz: Bu durum onlar arasında dünya işlerindeki tabaka­larına ve din işlerindeki mertebelerine göre ortaya çıkar ve bilinir. Bunlar sayılarını Allah’tan başka kimsenin bilemeyeceği kadar çoktur. Ancak biz onların hepsini ko­laylıkla anlaşılsınlar ve ezberlenebilsinler diye, şu dokuz kısımda topluyor ve diyoruz ki:

İnsanlardan bir kısmı, din, diyanet, peygamberlik, şeriatlar ve yasalarla uğraş­maya ehildirler. Diğerleri de, onların hükümlerini koruyup muhafaza etmek, yolla­rını izlemek ve bunlarla nasıl kulluk edileceğini bilmekle yükümlüdürler. Bir kısmı, ilim, hikmet ve edebiyat ehli ve talim, terbiye, riyazet ve irfan ile meşgul olmaktan sorumlu riyazet ashabıdır. Bir kısmı, krallar, sultanlar, emirler, reisler, siyaset erbabı ve onların hizmetindeki ordulardan, divan üyelerinden, kâtiplerden, işçilerden, ha­zinedarlardan vekillerden vb oluşan hizmet gruplarıdır. Bir kısmı inşaatçı, ziraatçı, rençper, koyun güden, tımarcı ve çobandır. Bir kısmı sanat ve meslek ehli ve tamir­cidir. Bir kısmı, tüccarlar, satıcılar, değişik bölge ve beldelere ticaret malları ve ihti­yaç maddeleri için seyahat eden kimselerdir. Bir kısmı, günden güne başkalarının hizmetinde, onların ihtiyaçlarını karşılamak suretiyle karın tokluğuna çalışanlardır. Bir kısmı da zayıflar, dilenciler, güçlükle çalışanlar ve fakirlerden ve miskinlerden bunlara benzer gruplardır.

Sonra bil ki, bu tabakalara ait gruplardan hangisi olursa olsun, onun içinde di­ğerlerine yöneticilik eden bir başkan ve onun tarafından yönetilen birileri bulunur. Her yöneticilikte bulunan başkanın aklının üstünlüğü, [yönettiği] tabaka içerisinde ortaya çıkar. Bu üstünlük, yasalara ve kanunlara aykırı hareket etmediği sürece yöne­ticiliğinin, başkanlıktaki tedbirinin ve hemcinsleriyle ilişkilerinin güzelliği oranında bilinir. Bu başkan tarafından yönetilen herkesin aklının üstünlüğü, kendi şahsında ortaya çıkar ve dininde bir yergiye ve inancında bir eksikliğe yol açmadığı sürece başkana olan itaatinin güzelliği, yöneticisinin emrini kolaylıkla yerine getirmesi ve hemcinslerine karşı iyi tutumu oranında bilinir. Bir dindarın aklının üstünlüğü de, kendi şahsında ortaya çıkar ve daha iyi olanı terk etmediği, dinde aşırılığa gitmediği ve mezhebinde yalpalamadığı sürece şeriatın hükümleri ve dinin esasları içerisinde kendisine vacip olanları güzel bir şekilde yerine getirmesi ve hemcinslerine karşı iyi tutumu oranında bilinir. Her âlimin, edebiyatçının ve bilgenin aklının üstünlüğü, kendi şahsında ortaya çıkar ve güzel yaptığı şeyleri bırakmadığı ve başkasının fazi­letini inkâr etmediği sürece sözünün güzelliği, konuşmalarını tahsili, edebiyatının kalitesi ve hemcinslerine karşı iyi tutumu oranında bilinir. Her sanatkârın ve mes­lek sahibinin aklının üstünlüğü, kendi şahsında ortaya çıkar ve güzel yapamadığı ya da sanatının alanı dışında kalan şeyleri yapmaya kalkışmadığı sürece, sanatını sağlam yapması ve hemcinslerine karşı tutumunun güzelliği oranında bilinir. Her tüccarın, satıcının ve müşterinin aklının üstünlüğü, kendi şahsında ortaya çıkar ve ahş-verişinde yalan konuşmadığı sürece alışverişindeki doğruluğu ve hemcinslerine karşı tutumunun güzelliği oranında bilinir. Nihayet her fakirin, miskinin, zayıfın ya da kederli kimsenin aklının üstünlüğü de kendi şahsında ortaya çıkar ve istemede usandırmadığı, talebi karşılanmadığında sinirlenip küsmediği sürece tutumunun güzelliği, üzüntüsünün azlığı, istemedeki zarafeti ve hemcinslerine karşı iyi tutumu oranında bilinir.

Bölüm

Fakir-Fukaranın ve Belaya Uğrayanların Fazileti

[Bu konuda] şöyle deriz: Bil ki, bu grup zenginler için bir rahmet, varlıklı, afi­yet ve nimetler içinde bulunan kimseler için bir öğüttür. Böylece her akıllı kimse, onların [bu durumlarını] düşünüp hallerine ibretle baktığında afiyette olur ve bilir ki kendisine ihsanda bulunup afiyet veren; onları mahrum edip belaya maruz bıra­kandır. Yine anlar ki afiyette olan zengin için Allah katında kendisini ödüllendiren bir ihsan eli bulunmasaydı, Onun katında, hiç kimse için, karşılığında mükâfat ver­diği bir kötülük de bulunmazdı. Onlar bu durumları düşündüklerinde ve fakirlerle belaya uğrayanların hallerine ibretle baktıklarında nimetlerin değerini anlarlar da böylece Allah’a karşı, nimeti bollaştırmayı gerektiren şükürlerini artırırlar. Nite­kim Yüce Allah şöyle buyurmuştur: “Eğer şükrederseniz size [verdiğim nimetlerimi] artırırım.'’[210] [211] Bu bakımdan onlar, zenginler için bir rahmet ve afiyette olanlar için bir öğüttür. Diğer bir husus da, hak din mensuplarının ve ahirete iman edenlerin, bu tür kimselerin durumunu düşünüp onların hallerine ibretle baktıklarında, ahirete olan inançlarının kesinlik bakımından artmasıdır. Böylece her akıllı kimse bilir ki bu dünyadan sonra, belaya uğrayanların dünya hayatında maruz kaldıkları belalara sabretmelerine karşılık ödüllendirilecekleri başka bir yurt vardır. Yüce Allah şöyle buyurmuştur: “Allah sabredenlere mükâfatlarını hesapsız olarak verir.”'6

Sonra bil ki, kuşkusuz bu grubun, yani fakir-fukaranın ve belaya uğrayanların pek çok faziletleri vardır. Allah’ın onları yaratmasının, akıllı kimselerin ve dünya halkından varlıklı olanların çoğuna gizli kalan açık hikmetleri vardır. Bunlardan bi­risi, onların varlıklı kimselere nazaran ahirete daha güçlü bir imanla inanmalarıdır. Ayrıca onlar, varlıklı kimselere, nimet sahiplerine ve zenginlere nispetle peygamber­lerin (a.s.) davetlerine daha çabuk icabet etmişlerdir. Onlar, diğer insanlara oranla, geçimleri daha kolay, ihtiyaçları daha az, aza kanaatleri daha çok ve aza rızaları daha fazla olan kimselerdir. Yine onlar, gizli ve aşikar olarak Allah’ı en fazla ananlar, dü­şünce ve zikirde kalpleri en hassas olanlar ve genişlik ve darlık anında Allah’a en içten yalvaranlardır. Onların daha pek çok özellikleri vardır. Onları saymaya kalkı­şırsak söz uzar, böylece asıl konumuzdan uzaklaşmış oluruz.

Onların faziletlerinden sadece bir kısmını zikrettik. Çünkü akıllı ve varlıklı kim­selerin çoğu, onların [durumuna] bakınca Allah hakkında kötü bir zanda bulunur­lar. Bu kimselerden bir kısmı, onların başlarına gelen şeylerin kendi kötü tercihleri, uğursuzlukları ve kendi hallerine terk edilmeleri yüzünden olduğunu düşünür. Bir kısmı, “doğrusu onlar yaratılmamış olsalardı, bu kendileri için daha hayırlı olurdu” der; bir kısmı, onların kendilerinden önceki devirlerde işlenen günahlar yüzünden ceza çektikleri kanaatindedir. Bu, ruh göçüne (tenasüh) inananların kanaatidir. Bir kısmı, Allah’ın onları düşünmediğini ve onların durumlarına önem vermediğini; çünkü Onun onları zengin etmeye ya da öldürmeye ve maruz kaldıkları bela ve sı­kıntılardan onları kurtarmaya gücünün yettiğini savunur. Bir kısmı, bunların hiç­birisinin bir âlimin ilmi, bir bilgenin hükmü ile gerçekleşmediğini, bilakis hepsinin kötü rastlantıların sonucu olduğunu zanneder. Bir kısmı, bunların herhangi birisinin kastı, herhangi bir failin fiili olmaksızın, feleğin hükümlerinin gerekleri olduğunu düşünür. Bir kısmı, bunların onlara karşılığında kendilerine sevap ve ödül verilmesi için yapıldığını ileri sürer. Bir kısmı, bu halin onlar için diğerlerine nispetle daha iyi ve faydalı olduğunu kabul eder. Bir kısmı, bunların ezelî bilgi ve gerçekleşmesi kaçınılmaz olan kesin takdirine göre olduğuna inanır. Bir kısmı, bunları, [Allah’ın] kudretinin ve hükümranlığının mülkündeki bir tezahürü ve iradesinin bir yansıması olarak görür. Bir kısmı bunlara, başkaları için bir öğüt, tehdit ve korkutma olarak ba­kar. Bir kısmı, bunların her ne kadar hikmet boyutlarını anlayamasa da en hikmetli ve sağlam işler olduklarına inanır. Bunlara göre, kaza ve kadere göre gerçekleşen işlere sadece inanmak, teslim olmak, sabır ve rıza göstermek gerekir. Nitekim Allahü Teâlâ şöyle buyurmuştur: “... Hanginizin daha güzel iş yaptığını görmek için...”'7 Yine şöyle buyurmuştur: “[(Ey müminler!) Yoksa siz, sizden önce gelip geçenlerin ba­şına gelenler size de gelmeden] cennete gireceğinizi mi sandınız?’[212] [213] Bunları sadece ko­numuzun açıklığa kavuşması bağlamında zikrettik. Çünkü bu konu, âlimlerin üze­rinde ihtilaf ettikleri temel konulardan bir tanesidir. Ondan çeşitli görüşler ve farklı mezhepler ortaya çıkmıştır. Ayrıca o, kavrayış sahiplerinin akıllarına güç gelen bir konudur. Her mezhep müntesibinin aklının üstünlüğü, kendi şahsında ortaya çıkar ve çelişkili görüşlere inanmadığı sürece -çünkü bu durumda mezhebinde kendisiyle çelişmiş, inancında mezhebine muhalefet etmiş olur ki bu, akıllı kimseler nazarında ayıpların en büyüğü, âlimler açısından da inançların en çirkinidirdinine sağlam delillerle yardımı, mezhebinin müntesiplerine mezhepleriyle ilgili konulardaki des­teği ve hemcinsleriyle olan iyi münasebeti oranında bilinir.

Sonra bil ki, akıllı kimselerin bir kısmının diğer bir kısmına muhalefet etme­sindeki ayıbın çoğu kendilerine ait değildir. Çünkü daha önce belirttiğimiz gibi bu, onların mertebelerinin farklı olmasındandır. Ancak bir kimsenin mezhebinde ve görüşünde kendisiyle çelişmesi, tahsilinin azlığına, ayırt etme gücünün zayıflığına ve akıllı kimselerin zıtlarıyla birbirlerine karşı övündüğü cılız görüşlülüğüne işaret eder. Akıllı kimselerin detay konularda birbirleriyle ihtilafa düşmeleri konusunda mazur oluşlarına ilişkin diğer bir özellik de, bütün akıllı kimselerin tek bir şey üze­rinde aynı görüş etrafında birleşmelerinin gerçekten de çok zor olmasıdır. Nitekim insanlar asıllar üzerinde ittifak ederken detaylarda ihtilafa düşerler. Bununla birlikte bir kimsenin bir şey hakkında tek bir görüşe inanması, birbirine zıt olan iki görüşe ise inanmaması zor değildir. Akıllı kimselerin din ve dünya işlerindeki tasarrufların­da, akıllarının üstünlüğünün keyfiyeti ve bunun onların şahsında nasıl bilinebileceği konusunu anlattıktan sonra, şimdi, akıllı kimselerin en faziletlileri olan âlimlerin bir kısım hallerinden bahsetmek, onların ilimler, sanatlar ve hünerlerdeki mertebelerini ve aklın her sanat, ilim ve mezhep erbabının üzerinde ittifak ettikleri, kendilerine özgü olan ve onları başkalarından ayıran ilk prensiplerine ilişkin bilgilerinin keyfi­yetini açıklamak istiyoruz.

Bölüm

Sanatların ve İlimlerin Asılları ve

Dalları Arasındaki Farka Dair

Şöyle deriz: Bil ki, her ilmin, edebiyatın, sanatın ve mezhebin ehli ve erbabı var­dır. Her meslek grubunun ve erbabının ise [izledikleri] asılları ve esasları vardır. On­lar, aklın ilk prensipleri doğrultusunda bunlar üzerinde ittifak halindedirler; durum başkaları nazarında farklı olsa da bunlar üzerinde ihtilafa düşmezler. Kuşkusuz bu asılların da dalları vardır ve onlar, bunlar üzerinde ihtilaf etmişlerdir. Onlar için, her asla dair dalları ortaya çıkaran kıyaslar ve ihtilaf ettikleri hususlarda bir yargıya varabilmek için kullandıkları ölçüler vardır. Bunların sayıları, Bir ve Kahredici olan Allah’tan başkasının bilemeyeceği kadar çoktur. Ancak biz burada üzerlerinde düşü­nen ve haklarında araştırma yapan kimselere yol gösterici olması için onlardan bir kısmını zikredeceğiz. Bu bağlamda öncelikle matematiğin ilk konusu olan sayılar­dan başlar ve şöyle deriz:

Kuşkusuz matematikçiler arasında üzerinde ilk ittifak edilen asıl, onların sayıla­rın mahiyetine, ikiden önce birden nasıl ortaya çıktıklarına dair bilgileridir. Onlar, sayıların, yalnızca birlerin çoğalmasından meydana geldiğini ve insanın onları zih­ninde birin sonsuza kadar artması olarak tasavvur ettiğini bilirler. Yine onlar, bu ço­ğalmanın, birler, onlar, yüzler ve binler basamağından hangi miktara ulaşırsa ulaşsın tek ve çift olmaktan uzak kalamayacağını bilirler. Bu, aritmetikçiler arasında ittifak edilen bir asildir. Dolayısıyla onlar bunun üzerinde ihtilaf etmezler.

Ancak sayıların türlerinin niceliği ve bu türlerin özellikleri konusuna gelince; on­lar bunlara dair bilgileri bakımından farklı mertebelerde bulunurlar.

Bunların hepsi zihinlerinin kuvveti, araştırmalarının kalitesi, bakışlarının dikka­ti, düşüncelerinin güzelliği ve uyanıklıklarının çokluğu ölçüsünde farklılık arz eder.

Geometri sanatının durumu da bunun gibidir. Bu ilmin erbabı da, uzunluk, düzlem, cisim; uzunluk, genişlik ve derinlikten ibaret olan üç boyut ve bunlarda ortaya çıkan açılar, şekiller, konumlar vb şeyler üzerinde ittifak etmişlerdir. Bun­ların hepsi, başkaları nazarında farklı olsa da onlara göre aklın ilk prensipleri ara­sındadır.

Bu asılların türlerine, bu türlerin özelliklerine, onlarda ortaya çıkan şaşırtıcı mü­nasebetlere ve bunlardan kaynaklanan hassas araştırmalara gelince; onlar bu tür ko­nularda nefislerinin kuvvetlerindeki farklılık, araştırmalarındaki kalite, bakışların­daki dikkat ve düşüncelerindeki derinlik oranında değişik mertebelerde bulunurlar.

İlm-i heyet olarak isimlendirilen astronomi sanatının durumu da aynıdır. Bu il­min erbabı arasında üzerinde ittifak edilen asıl şudur: Gök, küre şeklindedir. Arz da küre şeklindedir ve göğün ortasına konmuştur. Hepsinin merkezi bir ve ortaktır. Arz sabit, gök onun etrafında dönme dolabın her gün ve gecede bir tam devir yapması gibi dairevi olarak hareket eder.

Dokuz feleğin terkibi, büyük dönüşlerin planı, on iki burcun taksimi, seyyar yedi gezegen ve sabit olan diğerleri ve arzın evrenin merkezinde nasıl bulunduğu gibi konulara gelince; bunların hepsi onlara göre, başkaları nazarında durum farklı olsa da, aklın ya teslimiyet ya feraset ya da burhân yoluyla tespit edilen ilk prensiple­ri arasındadır. Bu tür şeyler, bu sanat dalının erbabı arasında sabite haline gelmesi ve üzerinde ittifak edilmesi nedeniyle ilk prensiplerden sayılırlar. Durum başkaları nazarında farklı olsa da, onlar açısından, ister başkalarını taklit ederek onların doğ­ruluğuna kanaat getirsinler, ister doğrulukları onlar tarafından kabul edilmiş olsun, isterse onlar hakkında derin görüş sahibi olarak onları burhân/kesin kanıtlar yoluyla bilmiş olsunlar, bundan ibarettir.

Onlar, dönen feleklerin terkibinin keyfiyeti, merkezin dışında kalan felekler, en yüksek ve en aşağı nokta, sinüs, gök cisimlerinin eğimi, genişlik, uzunluk, burçların çeşitli nitelikleri, yedi iklimin nitelikleri ve bunların genişlik ve uzunluk boyutları cihetinden halleri, gece ve gündüzün bu iklimlerdeki farklılıkları gibi konulara dair bilgilerinde ise, nefislerinin kuvvetlerindeki farklılık, araştırmalarındaki kalite, bil­gilerindeki dikkat ve düşüncelerindeki derinlik oranında çeşitli mertebelerde bulu­nurlar.

Musiki olarak isimlendirilen telif sanatının durumu da aynıdır. Musiki erbabının üzerinde ittifak ettiği asıl, onların sayısal, geometrik ve birleşimsel/te’lîfiyye oranla­ra ilişkin bilgileridir: Her sanat eseri çeşitli şeylerin birleşiminden ibarettir. Çünkü onun parçalarının birleştirilmesi ve bünyesinin bileşimi bu üçünden birinden uzak değildir. Bunlardan birleşimi en yüksek oranlarda olanlar, sağlamlık bakımından en iyileri, tasarım itibariyle en kalitelileri ve sistem yönünden en güzelleridir. Düşük oranlarda olanlar, bunların aksi; bu ikisi arasında bulunanlar ise orta durumdadır­lar. Bu ilim ve sanat üzerinde düşünenler, nefislerinin kuvvetlerinin farklılığı, yeti­lerinin fazlalığı, zihinlerinin berraklığı, alıştırmalarının çokluğu, ihtisas sürelerinin, gözlemlerinin, araştırmalarının ve derin düşüncelerinin uzunluğu oranında çeşitli mertebelerde bulunurlar.

Cisimler ve onlarda ortaya çıkan çeşitli arazlar ve bunların farklı nitelikleri gibi konuları ele alan tabiî ilimlerde de durum bundan farklı değildir. Onun pek çok alt şubeleri ve her bir şubenin de asılları ve dalları vardır. Ancak bu ilmin tamamında erbabının üzerinde ittifak ettiği ilk asıl, onların şu beş şeye dair bilgileridir: Bunlar heyûlâ, suret, mekân, zaman ve harekettir. Çünkü ister felekî isterse onun dışındaki temel şeylerden olsun her cisim bu beş şeyi ihtiva etmektedir. Bu asıldan ortaya çı­kan dallara gelince; bunlar iki kısımdan ibarettir. Birincisi, gökler ve felekler âlemi, diğeri ise ay feleğinin altında bulunan oluş ve bozuluş âlemidir. Bu ilmin erbabı ara­sında ittifak edilen asıl, onların bu âlemin; bütün felekleri, göklerinin tabakaları ve tek bir insanın ve hayvanın cisminin içerisinde akıp gittiği geçişken kuvvetleriyle tek bir hareket ettiricinin tek bir hareketiyle hareket ettiğine dair bilgileridir.

Tabiatın nasıl terkip edildiği, onun hareketine dair ilim dalları ve bunların her bi­rine özgü hususlara gelince; onların bunlara dair bilgileri, nefislerinin kuvvetleri, bu konuları araştırmalarındaki yoğunlukları, incelemelerinin kalitesi ve düşüncelerinin derinliği oranında farklılık arz eder.

Oluş ve bozuluşun durumu da aynıdır: Bu konunun erbabı arasında ittifak edilen asıl; onların hararet, soğukluk, yaşlık ve kuruluk olmak üzere dört tabiata ve ateş, hava, su ve topraktan ibaret olan dört asla ve bunların bazısının bazı zamanlarda ve bazı mekânlarda diğer bazısına nasıl dönüştüğüne dair bilgileridir. Ancak bunlardan söz konusu mekânlarda, zamanlarda ve cinslerde meydana gelen varlıklara ilişkin ilimlere gelince; onlar, nefislerinin kuvvetleri, araştırmalarının, gözlem ve düşünce­lerinin kalitesi oranında farklı mertebelerde bulunurlar.

Bunlardan bir kısmı, meteorolojik hadiseler ve hava değişimleridir. Bir kısmı, arzın derinliklerinde madenler olarak isimlendirilen varlıklar; bir kısmı, arzın yü­zeyinde bitkiler olarak isimlendirilen varlıklar; diğer bir kısmı da hayvanlar olarak isimlendirilen varlıklardır. Bu dört kısımdan her bir cins üzerinde incelemede bu­lunmak, kendi başına müstakil bir sanattır. Meteorolojik olaylar üzerinde, bu sanatın erbabı arasında ittifak edilen asıl, onların rüzgâr, zemheri ve esir kürelerinin, yine denizler ve karalardan yükselen yaş ve kuru buhar kürelerinin tabiatlarına dair bilgi­leridir. Onlar, bu kürelerde ve onların müşterek yüzeylerinde, rüzgârın, yağmurun, şimşeğin, gök gürültüsünün, donmanın, karın, ayın ışık halkalarının, yıldız kayma­larının ve kuyruklu yıldızların nasıl gerçekleştiğiyle ilgili bilgilerinde ise, nefislerinin kuvvetleri, araştırma, gözlem ve düşüncelerinin kalitesi oranında farklı mertebeler­de bulunurlar.

Madenler üzerinde ittifak edilen aslın durumu da bunun gibidir. Bu asıl, onların iki unsur olan civa ve kükürte ve tüm maden cevherlerinin özlerine dair bilgileridir. Yeryüzü bölgelerindeki ve bunların, altın, gümüş, bakır, kurşun, grafit, demir, sür­me, arsenik, şap, zaç, tuz, petrol, zift, asfızac vb madenleri bulunduran özel kısımla­rındaki farklılıkların sebebi, bunların özellikleri ve maruz kaldıkları değişikler gibi konulara dair ilim ve bilgilerinde ise, nefislerinin kuvveti ve bu hususlara dair derin düşünceleri oranında farklı mertebelerde bulunurlar.

Bitkilerin durumu da aynıdır:

Onlardan bir kısmının ekilen taneleri vardır; bir kısmı dikilen ağaçlardır ve bir kısmı da yerden biten otlardır. Hayvanların durumu da aynıdır: Onlardan bir kısmı rahimlerden doğar; bir kısmı yumurtadan ve bir kısmı da çürümüş ve kokuşmuş şeylerden çıkar. Bunların hepsi erbabı arasında ittifak edilen bir asildir. Ancak on­ların, bunların türlerinin, özelliklerinin, fiillerinin, tasarruflarının, fayda ve zararla-

rının farklı oluşlarına dair bilgilerine gelince; bu tür konularda farklı mertebelerde bulunurlar. Bunların hepsi nefislerinin kuvvetleri, araştırmalarının kalitesi, düşünce ve tefekkürdeki dikkatleri oranında farklılık arz eder.

Mantık ilimlerine gelince; bunlar lügavî ve felsefi olmak üzere iki kısımdır: Lügavî olana örnek, nahiv/dilbilgisi sanatıdır. Bu ilmin erbabı arasında ittifak edilen asıl; onların, isimlere, fiillere, harflere ve bunların raf’, nasb ve cer hallerinin irabına dair bilgileridir. Diğer bir örnek, hitabet sanatıdır. Bu sanatın aslı, seciyi, fesahati, örnek­leri sunmayı ve benzetmeleri bilmektir. Bir başka örnek; şiir sanatıdır. Bu sanatın aslı, vezinleri, nazım çeşitlerini, harekeli ve sakin harfleri bilmektir. Şiir sanatının detayları üzerinde düşünme, onun henüz emekleme aşamasında bulunanlarını, ağ­dalı ve bozuk olanlarını bilme konusuna gelince; onlar bu tür konularda nefisleri, tecrübelerinin çokluğu ve alıştırmalarının devamlılığı bakımından farklı mertebe­lerde bulunurlar.

Mantığın felsefî/hikemî kısmının durumu da aynıdır. Onun da alt kısımları var­dır. Bunlar, burhân, cedel/tartışma, safsata ve mugalâta sanatlarıdır. Burhân sanatı­nın erbabı arasında ittifak edilen asıl, onların Isagojideki[214] altı, Kategoryas’daki[215] on, Peri Hermeneiasdaki[216] yirmi ve Analitika'daki[217] yedi lafzın anlamlarını bilmeleridir.

Manalara dair sanatların alt kısımlarına ve onlar içerisinde yer alan ilginç konu­lara gelince; orası pek çok düşünürün yolunu yitirdiği derin bir denizdir ve pek çok akıllı kimse onlar karşısında şaşırıp kalmıştır. Çünkü bu sanatın manaları çok ince, asılları çok şaşırtıcı, dalları çok ve erbabının hedefleri çok uzaktır. Nitekim bu sanat aracılığıyla felsefe ve hikmet literatürü, aklın ve burhân olarak isimlendirilen haki­katlerin ölçüleri bilinir.

Bu anlattıklarımızdan açıkça anlaşılmaktadır ki her ilim ve sanatın, erbabı ara­sında ittifak edilen asılları vardır. Bunlar, başkaları farklı düşünseler de adeta onların akıllarının apaçık olan ilk prensipleridir. Bunun örneği, mühendislerin şu sözleri­dir: Üçgenin kenarlarından ikisinin toplamı, diğerinden yani üçüncü kenardan daha uzundur. Bu hüküm, onlara göre adeta akıllarının apaçık olan ilk prensibidir. Ancak onların, “Her üçgenin en uzun olan kenarı en büyük açıyı oluşturur” sözü, biraz daha kapalı ve dikkat isteyen, dolayısıyla düşünmeyi gerektiren bir konudur. Ancak onların, her üçgenin iç açılarının toplamı, iki dik açının toplamına eşittir sözünde, burhâna ve bir takun önermelere ihtiyaç vardır.

Mantık sanatının durumu da bu şekildedir. Onda da adeta onların akıllarının apaçık olan ilk prensipleri konumunda olan şeyler vardır: Onların, iki zıt şey, aynı anda tek bir şeyde bir araya gelemez sözü böyledir. Kuşkusuz bu hüküm apaçıktır. Ancak bundan daha hassas olan ve kendisinde burhâna ihtiyaç duyulan bir konuya gelince; bunun örneği, onların “Bir şeyin oluşu, diğer bir şeyin yok oluşudur” sö­züdür.

Bu örneğe göre, onların durumu, her sanat, ilim, edebiyat ve mezhep erbabının nazarında yer eden kategorilerin durumu gibidir. Onların akıllarının ilk prensipleri bulunduğu gibi, ikincil, üçüncül, dördüncül vb prensipleri de bulunur. Bunun örne­ği, feleklerin terkiplerinin durumunu anlatan Majesty[218] kitabında yer alan hüküm­lerdir. Bu ilim dalı, optik ilmi üzerindeki incelemelerden, boyutları ve gök cisim­lerini tanıdıktan sonra gelir. Optik ilmi ise, geometri ilminden ve Öklid’in kitabını inceledikten sonra gelir. Buna göre, her sanatın ilk prensipleri, kendisinden önceki diğer bir sanattan alınmıştır. Burhân bilgisi ise, akıl ve duyu yoluyla bilinenlerden sonra gelir.

Bil ki, her sanat, daha önce ifade edildiği gibi diğer bir sanattan alınmıştır. Her sanatın, ilmin ve mezhebin erbabı da diğerlerine nispetle kendi sanatlarını, onların asıllarını ve detaylarını daha iyi bilir. Çünkü onlar, kendi sanatlarını öğrenmişler ve yalnızca onun üzerinde uzun bir deneyim ve tecrübe kazanmışlardır. Onların kendi sanatlarının detaylarında farklı mertebelerde bulunmalarına gelince; bu onların sa­natlarındaki üstünlükleri bakımındandır. Sanata ilk başlayan öğrencinin, sanatında kendisinden daha üstün ve yetkin olanı sorgulaması, ona itiraz etmesi ve ondan delil ve kesin kanıt istemesi; herhangi bir belge ve açıklama söz konusu olmadan ona karşı çıkması mümkün değildir. Böyle bir şey, sanatlar ve ilimler açısından büyük bir be­ladır. Yetenek sahibi sanat erbabı için en büyük sıkıntı ise, sanat erbabı olmayan bi­risinin onun hakkındaki konuşması, onun aslından haberi olmadığı halde detayları hakkında hüküm vermesi ve bu konuda sözünün dinlenip hükmünün kabul görme­sidir. Bu husus, insanların görüşleri ve mezhepleri arasında ortaya çıkan ihtilafların sebeplerinin en önemlisidir. Nitekim bir grup kıssacı ve tartışmacı, meclislerde öne atılıyor, görüşler ve mezhepler hakkında, onların hakikatlerini, hükümlerini ve ta­nımlarını bilmeleri şöyle dursun, mahiyetlerini bile bilmedikleri halde konuşuyor ve birbirlerini yalanlıyor; halk da onların bu sözlerini dinliyor ve onlarla amel ediyorlar. Böylece onlar, farkında olmadan sapıyor ve saptırıyorlar.

Bil ki cedel/tartışma da sanat dallarından birisidir. Ancak ondan maksat, her ha­lükarda hasma galip gelmekten ve ona karşı zafer kazanmaktan başkası değildir. Bu bakımdan, “cedel, hasmı ister kesin bir kanıt, ister bir şüphe, isterse savaş kültürün­den her hangi biri yoluyla olsun hasmın fikrini öldürmektir”. Nitekim “savaş hiledir” de denmiştir. Çünkü o, savaşın hile olması bakımından savaşa ve meydan muhare­besine benzer.

Bölüm

Sonra bil ki, bu sanat dalının erbabı arasında, üzerinde ittifak edilen asıl, iddi­aları, soruları, cevapları ve delili bilmektir. Soruların nasıl sorulup cevapların nasıl verildiğine, görünenden hareketle görülmeyenin, açık olandan hareketle gizli ola­nın, duyulurlardan hareketle akıl yoluyla bilinenlerin kanıtlarının nasıl elde edildi­ğine, tüm tikellerin tek tek ele alınıp tümel hakkında hüküm vermenin hangi konuda mümkün olup hangisinde de olmadığına gelince; sebep ve sonucun birbirlerini nasıl takip ettiklerine, dalların asıllara nasıl kıyas edildiğine, iddianın iddia ve delilin de delil ile çelişmesine, bir meselenin aslına döndürülmesine, aslın, dalı ile çelişmesine, aslın asla, dalın da dala kıyas edilmesine ve kötülüklerin gerekleri ve onlarla ilin­tili şeylere ve kötülük yapanlardan ortaya çıkan haktan kopma, şüphe ve şaşkınlık gibi şeyleri bilmeye dair hususlara gelince; onların hepsi bu tür şeylerde, nefislerinin kuvvetleri, zekâlarının keskinliği, bakış ve araştırmalarındaki dikkatleri, inatçılıkla­rı, hayâsızlıkları ve şamataları oranında farklı mertebelerde bulunurlar.

Sonra bil ki, hiçbir sanat, ilim ve edebiyat erbabı yoktur ki onların maruz kaldıkla­rı, şaşkınlık, dehşet, şüpheler, zanlar, hata, düşmanlık, kin ve nefret gibi şeyler; cedel erbabının inandıkları ve mücadelesini verdikleri şeylerde maruz kaldıkları kadar ol­sun. Bunun çeşitli sebepleri vardır: Birincisi, her sanat, ilim, mezhep ve görüş, cedel erbabının önüne gelir; onlar da bunlar üzerinde, haklarında düşünmeden, araştırma yapmadan ve bir bilgi sahibi olmadan önce konuşur, bunlara karşı çıkar ve bunların savunmasını yapar. İkincisi, cedel erbabının sanatına, onların dışındaki kimseler, so­rular sormak, iddialarına karşı çıkmak ve cevaplarına muhalefet etmek suretiyle mü­dahalede bulunabilir. Çünkü pek çok hususta, soru sormak, cevap vermekten, karşı çıkmak, bir iddiaya başka bir iddia ile karşılık vermekten, yalanlamak, onun yalan olduğunu kesin bir kanıtla ortaya koymaktan ve bozmak ise düzeltmekten daha ko­laydır. Üçüncüsü, cedel erbabı, mezheplerinin usullerini savunurken taklide, detay­larda ise derin düşünceye yönelebilmektedirler. Asılda taklidi yeğleyen nasıl olup da detaylar üzerinde derin bir düşünce ve gözlemde bulunabilir? Dördüncüsü, onların çoğu tartışır, sonuçta görüşü ve mezhebi üzerinde ısrar eder. Bunu yaparken de tak­vayı, dindarlığı ve gerçeği talep etmeyi esas almak yerine, taassubu ve bağnazlığı esas alır. Hâlbuki taassup ve bağnazlık gerçeği görmeyi ve doğruya ulaşmayı engeller.

Sonra bil ki, âlimler için, ilim, edebiyat ve kelamla uğraşan bu gruptan daha kö­tüsü, peygamberler için daha zararlısı, din ehline daha çok düşmanlıkta bulunanı ve sağduyu sahipleri için bu grubun sözlerinden ve zalimce tartışmalarından, görüş ve mezheplerinde düşmanca tavırlarından daha fena olanı yoktur. Çünkü bunlar eğer peygamberlerin (a.s.) zamanında ve onların gönderildikleri dönemde bulunuyorlar­sa, onlardan mucize göstermelerini isterler ve onlara düşmanlıkta bulunurlar. Nite­kim bu tipler, Hz. Peygamber’ (a.s.) şöyle demişlerdir: “Bizeyerden bir pınar fışkırtıncaya kadar sana iman etmeyeceğiz."[219] Nuh’a (a.s.) da şöyle demişlerdir: “Bizden, basit görüşle hareket eden alt tabakamızdan başkasının sana uyduğunu görmüyoruz."[220] Bunlar inanan kimselerin yanlarından geçip giderken, kaş göz işaretiyle alay ederler. Allahü Teâlâ bunları şöyle yermektedir: “Bunu sana ancak tartışmak için söylediler. Doğrusu onlar kavgacı bir toplumdur."[221] Peygamberlerin zamanında din ehline karşı çıkanların durumu budur.

Bunlar, peygamberlerin zamanının dışında iken de din ve takva ehline şüphele­riyle karşı çıkarlar. Peygamberlerin (a.s.) kitaplarını arkalarına atarlar. Eksik akılları ve bozuk görüşleri yüzünden mezheplere ve fırkalara ayrılırlar. Mezhepleriyle ilgili birbirleriyle çelişen kıyaslar, sahte deliller ileri sürerler. Bunlarla gençler ve halk ara­sındaki akıllı kimselere karşı çıkarlar. Onları peygamberin getirdiği dinde gösterilen yol ve yöntemlerden ayırıp, ilahi yasa ve kanunlardan uzaklaştırırlar.

Sonra bil ki, başka hiçbir sanatın erbabı arasında bu sanatın erbabı arasında ol­duğu kadar farklılık yoktur. Çünkü sen, bunlar arasında ifadesi düzgün, konuşması açık ve akıcı, açıklamaları büyüleyici olan, ayrıca apaçık olan gerçeği yanlış, yan­lışı da gerçek olarak gösterme gücüne sahip kimseler bulunduğuna tanık olursun. Hâlbuki bunların kalpleri eşyanın hakikatleri konusunda boş, zihinleri ilim ve irfan­dan yoksundur. Nitekim Hz. Peygamberden (salla'llâhü aleyhi ve sellem) şöyle rivayet edilmiştir: “Üm­metim hakkında en çok endişe duyduğum kişi, konuşmada çok mahir, ancak kalbi hikmetten yoksun olan münafık kişidir. Çünkü o, akıcı konuşması ve beyanıyla onları değiştirir, cehaleti ve irfanının azlığıyla onları saptırın'

Yine sen, onlar arasında tartışan, delil getirmeye çalışan münazara eden, sözleri birbirini yalanladığı halde bunun farkında olmayan ve bu konuda uyarıldığı zaman buna aldırmayan kimselerin bulunduğuna tanık olursun. Ayrıca, onların bazıları­nın akıllı, zeki dünya işlerinden pek çoğunu yoluna koyan, bununla birlikte sağduyu sahiplerinin bozuk görüşlerden ayırt ettikleri apaçık şeylerde çeşitli inançlara yö­neldiğinde, onlar arasından cahillerin ve çocukların çoğunun inanç ve görüşlerin­den daha değersiz ve çirkin olanları seçtiğini görürsün. Bunun da çeşitli sebepleri vardır: Birincisi, basiretsiz bir şekilde kalbiyle inandığı şeylerde aşırı taassup sahibi olmasıdır. İkincisi, inancı konusunda kendisini beğenmesidir. Üçüncüsü, inandığı asıllardaki hataları gizli kalmakla birlikte, detaylarda çirkinliğinin apaçık ortaya çık­masıdır.

Detaylarda ortaya çıkan bu çirkinlik; asılların onları iptal etmesi korkusunu doğurur ve tartışmacı, kesin delilin onlar hakkında gerektirdiği şeylerden kaçın­mak için çeşitli hilelere başvurur. Bu yüzden bazen şamata yapar; bazen gerçeği gizler, bazen cevap verme ve gerçeği onaylama durumunda hileye başvurur ve şöy­le söylemeye tenezzül etmez: “Bilmiyorum; Allah ve elçisi daha iyi bilir. Hâlbuki Hz. Peygamber (a.s.) zamanında [onun arkadaşlarına] bilmedikleri bir konuda bir soru yöneltildiğinde, onlar, Allah’ın buyruğuna uyarak “Allah ve elçisi daha iyi bilir” derlerdi. Nitekim Allah şöyle buyurmuştur: “İhtilaf ettiğiniz konuda hüküm Allaha aittir.”[222] Yine şöyle buyurmuştur: “... Hâlbuki onu, Resûle veya aralarında yetki sa­hibi kimselere götürselerdi, onların arasından işin içyüzünü anlayanlar, onun ne ol­duğunu bilirlerdi.”[223]

Ancak tartışmacıların çoğu kendileri için gerçekten Allah’a dönüşün söz konusu olmadığına inanır. Dolayısıyla Ona kavuşmayı ümit etmezler ve Onu görmeyi müm­kün görmezler. Eksik aklıyla düşündüğü için içtihadı onu bu görüşe sevk etmiş, böy­lece Allah’ın, Kitab’ının pek çok yerinde zikrettiği şu hususları terk etmiştir: “Sonra gerçek Mevtaları olan Allaha döndürülürler”[224], “Hepinizin dönüşü Allah’adır. [Sonra O, Kıyamet Günü aranızda hükmünü verir]”[225], “Sizi boş yere yarattığımızı ve hiçbir zaman bize döndürülmeyeceğinizi mi sanıyorsunuz?”[226], “Kim Allah’a kavuşmayı umu­yorsa [bilsin ki] Allah’ın belirlediği vakit mutlaka gelecektir”[227], “Zalimlerin Allah’ın huzurunda durduruldukları anı bir görseydin!”[228], “Allah’ın huzurunda durdurulduk­ları ve Onun kendilerine ‘bu gerçek değilmiymiş’ dediği anı bir görseydin!”[229] Hz. İsa da (a.s.) şöyle demiştir: “Sen kulların arasında ihtilaf ettikleri konularda hükmünü verirsin ”[230] Bu anlamda pek çok ayet mevcuttur.

Ancak bunlardan bir kısmı, itirazda bulunarak şöyle der: Allah’a dönüşün an­lamı, Onun sevabına dönüştür. Eğer onlar, peygamberin getirdiği dinin esasları­nı, ilahi yasa ve kanunları ve onları koyanların, nasıl her yedi günde bir günü, çalışmayı ve dünya işleriyle meşguliyeti terk etmek için ayırdıklarını, mescitler, havralar, kiliseler ve tapmaklar gibi ibadet mekânlarında, ibadet için toplanarak oruçla, duayla, bayramlarda kurban kesmekle, sahralara ve minberlere çıkıp vaaz etmekle, yapılan vaazları sessizce dinlemekle ve ahiret gününü hatırlamakla ihya etmeye tahsis ettiklerini ve bunların hepsinin, külli nefsin katında, iyiler ile kö­tülerin birbirinden ayırt edilmeleri ve Onun, ihtilaf ettikleri konularda hükmünü vermesi için, yedi bin yılında kopacak ve cesetlere bürünmüş tikel ruhların baş­larına gelecek olan kıyametin hallerinin işaret ve nişanları olduğunu anlamış ve yine onlar, tartışmaları terk edip kendilerine fayda verecek salih amellerle meşgul ve güzel huylar edinip övgüye değer adap ve erkân sahibi kimseler olsalardı; bütün bunlar kendileri için tartışmadan, husumetten, öfkeden, taassuptan ve düşmanlık­tan daha hayırlı olurdu.

Ancak doğumlarında Merih gezegeninin onları istila etmesi, onları bu tür şeyleri yapmaya teşvik etmiştir. Ayrıca acılık kuvveti onların mizaçlarında artar ve onlara bu tür şeyler yaptırır. Onların hocalarıyla sohbetleri ve risâleleri uzayıp gider, bun­lara alışırlar, bunlar üzerinde talimlerine devam ederler ve sonuçta bunlar onların adeti haline gelir ve bunlardan ayrı kalmaya sabredemezler.

Ey kardeş! Sen bunların ıslahını arzulama. Bu tartışmacı grup üzerinde çok dur­duk. Çünkü mezhep ve fırkalardaki ihtilafın sebeplerinin çoğu bunlardan kaynak­lanır. Onların kendisi, söz söyleme, tartışma, ilimlerin incelikleri üzerine deliller sunma işiyle meşgul olmaları, öğrenmeleri kendilerine vacip olan şeyleri öğrenmeyi terk etmeleri, bunlar apaçık ortada iken onların bunların güzelliğini bilmemeleri gibi hususlar bakımından ayrılık konusunda sebeptirler.

Bölüm

Cedelin/Tartışmanın Âdâbına Dair

Şöyle deriz: Bil ki, iki kişinin ya da bir topluluğun üzerinde tartıştığı her mese­lede, taraflar ya bu meselede tartışma sanatının erbabıdırlar ya da değildirler. Eğer onlar bu meselede tartışmaya ehil değillerse, onların bu konudaki sözleri kendile­ri tarafından onanmış asıllara dayalı değildir. Onların herhangi bir konu üzerinde, kendileri tarafından onanmış asıllara dayalı olmayan her sözü ve tartışması bu ko­nuda bir sonuca ulaştırmaz ve iddialarına bir kanıt getirmez. Eğer tartışan taraflar­dan biri ehil değilse, onun arkadaşıyla tartışması, kendisi adına bir zulümdür. Aynı şekilde arkadaşının ona karşı söyledikleri de yersizdir. Çünkü o da tartışma sana­tının ehli olmayan birisiyle tartışmaktadır. Eğer her iki taraf da tartışma sanatının ehli ise, ya tartıştıkları konuda aynı derecededirler ya da farklı mertebelerdedirler. Eğer farklı mertebelerde iseler, onların durumu ilk önce zikrettiklerimizin durumu gibidir. Fakat onlar, tartışma sanatında aynı derecede bulunuyorlarsa, onlara düşen, kendilerini ihtilaf ettikleri konu üzerinde, bu sanatın kanunları ve asılları karşısında hesaba çekmeleri; eğer tartışma detaylar üzerinde ise onu asıllara kıyas etmeleridir.

Eğer nefislerinde asıllardan hüküm çıkarma gücü yoksa, onlara düşen, aralarında bir hükme varılabilmesi için, bu sanat dalında kendilerinden daha üstün kimseler huzurunda muhakeme edilmeleridir.

Eğer aralarında hüküm verecek ve hükmüne razı olacak birisini bulamazlarsa ve nefislerinde de asıllardan hüküm çıkarma gücü yoksa, onlara düşen bu meselede tar­tışmayı bırakmaları ve susmalarıdır. Eğer tartışma ve çekişmede bu söylediklerimizi yapmazlarsa, bu durum aralarında düşmanlık ve nefret sebebi olacak; ısrar ettikçe de ihtilaf, düşmanlık ve nefret kıyamet gününe kadar katlanarak artacak ve bu du­rumları değişmeyecektir. İşte bu durum da, âlimlerin görüş ve mezhep ayrılıklarının sebeplerinden birisidir.

Kıyas çeşitlerinin açıklanmasına gelince; burada anlattığımız gibidir. İnsanın bil­diği konular üç kısma ayrılır: Geçmiş, gelecek ve şimdi...

Onun şimdide olanı bilmesi, beş duyu organından biri vasıtasıyladır. Beş duyu ise daha önce bir kısmını zikrettiğimiz gibi çeşitli nedenlerden dolayı duyulurlara ilişkin duyumlarında bazen isabet eder bazen de yanılır.

Onun zaman aşımına uğramış, üzerinden günler geçmiş ya da algılayamadığı bir mekânda gerçekleşen olayları bilmesi, işitme ve haber yoluyladır. Haber veren ise ba­zen doğru bazen de yalancı olabilir. Aynı şekilde dinleyen de doğru olanı yalan, yalan olanı da doğru sayabilir. Onun gelecekte olacağı ya da algılayamadığı bir mekânda olanı bilmesi ise bazen kıyas ile mümkün olur. Kıyas da doğru ya da zayıf olabilir.

Kıyası kullananın durumu da bunun gibidir. O da bazen, çocukların, cahillerin, halkın ve entelektüellerden çoğunun kıyaslarını anlatırken ifade ettiğimiz gibi kıyası kullanmasını bilemeyebilir. Bu durum da âlimlerin görüş ve mezhep ayrılıklarının sebeplerinden birisidir.

Sonra bil ki kuşkusuz sen, dikkatlice bakıp iyice düşündüğünde, insan bilgisinin çoğunun kıyas yoluyla gerçekleştiğini görürsün. Kıyaslar ise farklı kısımlara, çeşitli dallara ayrılır. Bunların hepsi sanatların asıllarına, ilimlere ve onların kanunlarına göre ortaya çıkar.

Buna fıkıhçıların kıyaslarının doktorların kıyaslarına, astrologların kıyaslarının dilbilimcilerin ve kelamcıların kıyaslarına, felsefecilerin kıyaslarının cedel/tartışma erbabının kıyaslarına, matematikçi mantıkçıların kıyaslarının cedel ehlinin kıyasla­rına, cedel ehlinin kıyaslarının da fizikçilerin ve ilahiyatçıların kıyaslarına benzeme­mesi örnek olarak verilebilir.

Diğer sanatların ve ilimlerin durumu da aynıdır. Bunların bir kısmını yeri geldi­ğinde anlatacağız. Ancak şimdi öncelikle kıyasın ne olduğundan bahsedeceğiz. Kı­yas; Algılanamayan tümel/küllî olgular hakkında, tamamı bazı cüzlerinde bulunan niteliklerden hareketle hüküm verilmesidir.

Örneğin, insan tikel bir ateşin sıcak olduğunu algıladığında, duyu yoluyla algı­ladığı bu şeye kıyasla algılamadığı bütün ateşlerin de sıcak olduğu hükmüne varır. Suyun bir kısmının yaşlığından hareketle bütün suların yaşlığına hükmetmek de bu­nun gibidir. Tikel bir algıdan hareketle akıl tümel bir hükme varır.

Bil ki bu hüküm ve kıyas her şeyde ve her mekânda birbirini izlemez. Nitekim pek çok ülkede, akıllı kimseler suyun sadece tatlı olduğuna tanık olurlar. Algıların­dan hareketle yeryüzündeki bütün suların tatlı olduğuna hükmettiklerinde, farkında olmadan hata etmiş olurlar. Buna göre, her şeyde kıyasla hükmün birbirini izlemesi hatalı da doğru da olabilir.

Ey kardeş! İyice düşündüğünde âlimlerin ihtilaflarının ve hataların çoğunun bu sanatta kıyasın kullanımından kaynaklandığını görürsün. Bu durum onlar farkında olmadan gizlice ortaya çıkar. Onların hükmün kıyasları izlediği şeyleri nasıl ayırt edeceklerini iyice bilemedikleri zaman da aynı durum söz konusudur. Eski bilgeler bu hususu ortaya çıkarma konusunda çok çaba sarf ettiler, sonuçta onu anladılar ve kitaplarında uzun bahisler olarak ele aldılar. Bunları tanıma ve bilme arzusunu ger­çekleştirmeye yalnızca hikmeti ve felsefeyi sevenler ile hakikatin peşinde koşanlar sabredebilir. Mantık İlmi ne dair risâlelerimizde bunların bir kısmını anlatmıştık. Ancak bu bölümde onunla ilgili sadece bir örnek üzerinde duracağız.

Bil ki ey kardeş! Tikel ile tümel hakkında hüküm vermenin birbirini izlediği kıyas, ancak bir şeyin arızî değil, zâtî nitelikleri için söz konusudur. Zâtî nitelikler ortadan kalktığında, nitelenen [zât] da ortadan kalkar. Nitelikler sabit olduğunda nitelenen de sabit olur. Çünkü zâtî nitelikler, zâtı oluşturan surettir. Arızî nitelikler ortadan kalktığında ise nitelenen de ortadan kalkmaz. Suyun yaşlığı ve tatlılığı buna örnektir. Yaşlık ortadan kalktığında su mevcut olmaz. Ancak tatlılık, bulunmadığı zaman suyun da bulunmamasını gerektiren zorunlu bir nitelik değildir. Dolayısıyla yaşlık suyun zâtını oluşturan bir surettir. Tatlılık ise suyu tamamlayan bir surettir. Buna göre, kıyasta hükme itibar edilmesi gerekir, yoksa onun doğru ya da yanlış olduğuna değil.

Bil ki, ilk filozoflar, daha önce anlattığımız üzere, zikrettiğimiz bu hususu ispat edip bilgilerinin çoğunu kıyas yoluyla elde ettiklerini ve kıyasta hata ve kusurun bu­lunabileceğini gördüklerinde, kıyasta hata ve kusurdan emin olabilecekleri bir çareyi aradılar ve bu [çareye] gerçekleri ortaya çıkarma, doğruya isabet etme, sahte olan ve gerçekliği bulunmayan şeylerden sakınma bağlamında burhân ve aklın ölçüsü adını verdiler. Ancak [bu konuda] onlardan bir kısmı isabet etti, bir kısmı da yanıldı. “Al­lah dilediğini doğru yola ulaştırır.”[231]

Sonra bil, ki cedel erbabının çoğu zanda bulunuyorlar ve hükümleri ve zanlarıyla Allah’ın kullarını gerçekleri aramakla ve onların hepsinde isabet etmekle sorumlu tuttuğuna, isabet edemediklerinde veya yanıldıklarında ise onlara azap tehdidinde bulunduğuna hükmediyorlar. Hâlbuki durum onların zannettikleri gibi değildir. Ni­tekim Allah şöyle buyurmuştur: “Allah hiç kimseye gücünün üzerinde bir sorumluluk yüklemez.”[232] [233] Güç yetirme, güç ve kuvvetin altındadır. Gerçeğe isabet etme, takatin kapsamında değildir ki güç yetirilen bir şey olsun. Dolayısıyla Allah kullarını ancak gerçeği aramak ve onu bulmaya çalışmakla sorumlu tutmuştur. Gerçeğe isabet etme­ye gelince; Allah dilediğini ona ulaştırır. Nitekim Allahü Teâlâ şöyle buyurmuştur: “Bizim uğrumuza çalışıp çabalayanlara yollarımızı göstereceğiz.”33.

Allah bu sözünde sadece Onun uğruna olmasını şart koştu. Çünkü insanlardan bir kısmının hakikati aramadaki gayreti, Allah’ın rızası için değil, açıklaması burada uzun sürecek olan başka sebepler bakımından olabilir. Dolayısıyla bu tür kimseler, hidayeti hak etmezler ve doğruya isabet etmeye de ehil olmazlar.

Sonra bil ki bu konu ihtilafın temel sebeplerinden birisidir: Nitekim insanların çoğu, Allah’ın kendisine ihsan ettiği anlayış, ayırt etme yetisi, zekâ ve güç nedeniy­le gerçekleri ortaya çıkarmada ilimlere ihtiyaç duymadığını söyler ya da zanneder. Dolayısıyla da kendi güç ve kuvvetine güvenerek Rabbini, Ondan yardım ve başarı dilemeyi unutur. Sonuçta Allah onu kendi haline bırakır ve başarıdan mahrum eder. Allah bu konuda şöyle buyurmuştur: “Allah’ı unuttular; Allah da onlara kendilerini unutturdu”[234]

Bölüm

Kıyasların Çeşitlerine Dair

Bu konuda şunları söyleriz: Bil ki, filozofların ve bilgelerin kıyasta hata ve kusu­run bilinmesi için koydukları ölçüleri çeşitli kısımlara ayrılmaktadır. Bunlar uzak beldelerdeki halkların kendi aralarında meşhur olan tartılarında ve ölçülerindeki farklılıkların, tatbik edilen hükümlerindeki ölçülerine göre olması gibi sanatlara, ilimlere ve kanunlara göre değişiklik arz eder. Nitekim tüm bu farklılıklara rağmen, gözetilen gaye, gerçeğe isabet etmek, kendi aralarındaki alışveriş muamelelerinde adalet ve insaf sahibi olmaktır. Filozofların aklın ölçüsü adını verdikleri burhânı ileri sürmelerindeki maksat da aynı şekilde gerçekleri ortaya çıkarmak, doğruya isabet etmek ve kıyasların kullanımında sahtecilikten ve hatadan kaçınmaktır. Ne var ki onlardan bir kısmı, bu ölçülerin kullanımında isabet, bir kısmı da hata etmiştir. Bu durum şu üç hasletin birinden kaynaklanır. Ya ölçüleri kullanan kişi, onların hakika­tini ve ölçüyü nasıl kullanacağını bilmemekte ya insanların kendi aralarında meşhur olan tartı ve ölçülerde ve onları kullanmada güttükleri herhangi bir maksattan dolayı onlarda hata ve kusurun nasıl meydana geleceğini bilmemekte ya da tartı ve ölçünün doğruluğunu ve onları nasıl kullanacağını bilmemektedir veyahut da onun başka herhangi bir maksadı bulunmaktadır. İnsanların bu ölçüleri koymadaki maksatları­na gelince; bu sadece hakkı, doğruyu, adaleti ve insaflı olanı gerçekleştirmektir.

Bil ki filozofların ilimler ve sanatlarda eşyanın hakikatine ulaşmak maksadıyla koydukları ölçüler, adedini Bir ve Kahhâr olan Allah’tan başkasının bilemeyeceği kadar çoktur. Ancak bunların hepsi şu üç tür içerisinde yer alır: Birincisi, bunlar ya el, ya dil ya da vicdan ile kullanılır. El ile kullanılanlar, kantar, tahıl ölçekleri, tartılar, arşın vb şeylerdir. Özetle insanlar her ölçüyü ahş-verişteki muamelelerinde, kendi aralarında adalete ve insaflı olana ulaşmak için kullanırlar.

İkincisi, pergel, usturlap ve gözlem araç ve gereçleri gibi astrologların, rasathane çalışanlarının ve su taksim edenlerin kullandıkları şeylerdir. Bunların hepsi zamanın cüzlerini ve vakitlerin ölçülerini bilip takdir etmek içindir.

Üçüncüsü, ölçümcülerin, miras üleştirenlerin ve mühendislerin gramları ve bo­yutları bilmek için kullandıkları arşın, kulaç, kefe, kumpas vb şeylerle, inşaat ustala­rının sanatlarında kullandıkları, pergel, cetvel, gönye, şakul, açıölçer gibi şeylerdir. Bunların da hepsi düzgünlüğü ve eğriliği ölçmek için kullanılır.

Dördüncüsü, her sanatkârın tek başına kullanabileceği şeylerdir. Bunların dil ile kullanılanlarına örnek; şairlerin, hatiplerin, dilbilimcilerin ve musikişinasların kul­landıkları aruz veznidir. Vicdan ile kullanılanlarına örnek; düşünürlerin ve filozofla­rın duyulur ve gözlemlenen olgular üzerine düşünmeleri; bu yolla gizli olan makul­leri ve kesin kanıtları kavramada kullanılan kıyasların doğruluk derecelerini tespit etmeleridir.

Sonra bil ki, bu kıyasların hepsi, bilgiye götüren yollardır. Bu ölçüler de Allah’ın kulları arasına, kendilerini, adalet, insaf, hakikat ve dürüstlük bakımından muha­keme etmeleri ve sahtecilik ve hatadan, zulüm ve haksızlıktan kaçınmaları; böylece zan ve tahminden sakınarak ihtilafları ve kendi aralarında münakaşa etmeyi ortadan kaldırmaları için yerleştirdiği hâkimler ve adalet dağıtıcıları konumundadırlar.

Sonra bil ki, kuşkusuz bu tür kıyasları ve ölçüleri kullananlar arasında ortaya çı­kan ihtilaf ve çekişmeler de şu dört yöndendir: Birincisi, bunları kullananların, kendi hedefleri uğruna yanıltma ve aldatmaya başvurmasıdır. İkincisi, onların yanılma­larıdır. Üçüncüsü, bu ölçüleri nasıl kullanacaklarını bilmemeleridir. Dördüncüsü, kıyasın ve ölçülerin kusurlu olması; düzgün olmamasıdır. Bu sebeplerden dolayı, onlar arasında ihtilaf ve çekişme meydana gelir. İşte bu durum da âlimler arasındaki mezhep ve görüş ayrılıklarının sebeplerinden birisidir.

Sonra bil ki, kuşkusuz anlattığımız bu ölçüler ve kıyasların hepsi; Allah’ın “Biz, kıyamet günü için adalet terazileri kurarız. Artık kimseye, hiçbir şekilde haksızlık edilmez”[235] buyruğunda zikrettiği ölçülerin işaretleri, örnekleri ve delilleridir.

Sonra bil ki, [hesap günü kurulacak olan] bu terazi, bütün terazilerin sonuncusu­dur. Bu terazide kimin iyilikleri ağdırırsa, gerçekten kurtulmuş ve ebedi huzura ve büyük bir kurtuluşa ermiştir. Kimin de terazisi hafif kalırsa, gerçekten kaybetmiş ve apaçık bir hüsrana uğramıştır.

Ey kardeş! Kendini bir yokla ve güzel işler yapmaya koyul ve çalış, azığını artır­maya bak; kuşkusuz azığının en hayırlısı, takva azığıdır. Hesaba çekilmeden önce bu gün kendini hesaba çek. Nitekim bu, hesabının en kolay olanıdır. Nefsinin vasisi ol, böylece senden sonraki vasinin aşırılıklarından emin olursun. Bu gün amellerini tart; yarının terazilerinde hesaba çekilmeden önce bundan gafil olma. Çünkü iyilik­lerinin tartısında en ağır geleni budur. Buradaki tartıyı ve hesabı güzelce yaparsan durum nasıl olur? Eğer bunun nasıl olacağını bilemez ve bunu güzel yapamazsan, sana nasihat eden iyi ve erdemli dost ve kardeşlerinin meclisine gel. Böylece onlar sana nefsini nasıl hesaba çekeceğini ve iyiliklerini nasıl tartacağını öğretirler. Çünkü onlar, bu sanatın erbabıdırlar. Nitekim şöyle denilmiştir: “Her sanat dalında, ehlin­den yardım isteyiniz.”

“Diriliş ve Kıyamet Risâlesı’nde bu hesabı ve teraziyi ortaya koyduk; oradan bunu öğren. A’râf burcunda, A’râf ehli ile birlikte durduğunda -ki Allah onlardan şöyle söz etmiş ve onları şöyle nitelendirmiştir“A’râf üzerinde de herkesi simalarından tanıyan adamlar vardır ki bunlar henüz cennete giremedikleri halde [girmeyi] uma­rak cennet ehline: ‘Selâm size!’ diye seslenirler.”[236] Sonra Allah onları şöyle nitelen­dirmiştir: “Onlar öyle adamlardır ki ne ticaret ne de alışveriş onları Allah’ı anmaktan alıkoymamıştır.”[237] Ey kardeş! Sakın seni, “bu ancak öldükten sonra belli olur” diyen kimsenin sözü ve zannı aldatmasın! Yazık, ne yazık: [O gün] onlara uzaktan sesleni­lir. Onlar öldükten sonra bunu nereden bilecekler. Nitekim Allahü Teâlâ onlar hak­kında şöyle buyurmuştur: “Bu dünyada [hak karşısında] kör olan, Ahirette de kördür ve en şaşkın olandır.”[238]

Ey kardeş! Allah seni gaflet ve cehalet uykusundan uyandırsın. Kalbini mari­fet nuruyla diriltsin. Ve seni şu buyruğu kapsamında yer alan kimselerden kılsın: “Hiç ölü iken dirilttiğimiz ve kendisine insanlar arasında aydınlığında yürüyeceği bir nur verdiğimiz kimse, karanlıklarda yürüyen ve oradan çıkamayacak olan kimse gibi midir?’[239] Bu, gafillerin kalplerinde üst üste birikerek koyulaşmış olan cehalet ka­ranlığıdır. Nitekim peygamberlerin, değerli bilgilerin ve ancak şehvet kirlerinden ve bedensel bazların aldatıcılığından arınmış olanların ulaşabileceği saklı sırların zikredildiği kitaplarında, bunların durumu anlatılmıştır. Allah onları şöyle yermek­tedir: “Dünya hayatı ancak bir oyun, eğlence ve süstür”[240], “Dünyanın geçici menfa­atini arzuluyorlar”[241] [242], “Dünya hayatından hoşnut ve onunla tatmin oldular’’'2, “İşte bu Ahiret yurdudur. Onu yeryüzünde büyüklenmeyip bozgunculuk çıkarmayanlara veririz."™ Kuranda, dünyayı isteyenleri yerip ahireti arzulayanları ise öven pek çok ayet bulunmaktadır. Allah seni ahiret yurdundan istifade etmeye muvaffak kılsın. Cennet ehlinden ve bizim kardeşlerimizden olmanı nasip etsin.

Kuşkusuz sanatlar ve ilimler erbabının ölçü ve kıyaslarından, filozofların on­larla ilgili kriterlerinden bir kısmı açıkça ortaya çıktıktan sonra, şimdi de onların mezhep ve görüşlerinden bir kısmını, özellikle de din ile ilgili olanları anlatmak istiyoruz. Çünkü din de, bir araştırma ve inceleme alanıdır. O, insanlığın en değerli uğraşı, beşerî bilgilerin en güzeli, marifetlerin en hayranlık uyandıranı ve kavrananların en iyi bilinenidir. Din ehli, insanların en akıllı olanlarıdır. Onların akılla kavradıkları, bilinenlerden daha çoktur. Bu [dini ilimlere sahip olma] mertebesi, akıllı kimselerin ilim ve marifet yolculuklarındaki en yüksek mertebe olmayı hak etmektedir. Bu [dini] ilimler denizi, sahası en geniş, derinliği ve enginliği en faz­la olanıdır. Onun cevherleri en değerlisidir. Onun yolcularının menzili en uzun; kârları ise en fazla olanıdır. Daha önce zikredildiği gibi onların üzüntüleri, diğerle­rine nispetle daha büyüktür. Çünkü bu yola girenlerin ahlâkı, meleklerin ahlâkıdır. Bu yoldan ayrılanlar, şeytanların yoluna girerler. Allah dilediği kimseleri doğru yola ulaştırır!

Söylediklerimizin doğruluğunu ve anlattıklarımızın gerçekliğini, hikmetli görüş­lerden, ayrılıkçı bidat fırkalarından, nebevi yollardan, sünnete dayalı yöntemlerden, melekî tutum ve davranışlardan ve Rabbânî maksatlardan söz ederken açıklığa ka­vuşturacağız.

Bölüm

Fırkalar ve Mezheplerin Türlerine Dair

Şöyle deriz: Bil ki, bozuk görüşlerin ve âlimlerin onlar üzerindeki ayrılıklarının bir kısmı, din, şeriat ve bunlarda izlenen yollar ile bunlarla ilgili ilimler ve hüküm­lerden ibarettir. Diğer bir kısmı ise, aritmetik, geometri, astronomi, dilbilim ve tıp gibi din işleriyle ilgili olmayan edebiyat, matematik vb ilimler ve sanatlardan oluşur.

Din işleriyle ilgili olanlar, Allah’tan başkasının sayamayacağı kadar çoktur. An­cak bunların hepsini felsefî ve dini olmak üzere iki kısımda toplamak mümkünü­dür. Bu bağlamda, söz konusu mezhep ve fırkaların asıllarını ve onların detayla­rından bir kısmını mümkün olduğu ölçüde özet olarak anlatmak istiyoruz. Çünkü burada açıklamalarda bulunmak ve çerçeveyi genişletmek uzun sürer. Dolayısıyla öncelikle felsefî görüşlerden ve ekollerden söze başlayalım. Nitekim uİlahi Yasalar ve Rabbânî Fırkalar Risalesinde dinî fırkalardan bir nebze söz etmiştik. Fakat bu bölümde, felsefî görüşlerden ve bidat fırkalarından söz etmeden önce dini fırkalara gerektiği kadar değinmeyi arzu ediyoruz. Böylece [hak fırkaların] görüşleri üzerinde düşünen kimse, onları ezberlesin, onlara inansın ve felsefî görüşlere ve bidat fırka­larına dalmadan, onlar üzerinde araştırma yapmadan, onların sağduyu sahiplerinin hoşlanmadığı bozuk fikirli taraftarlarının delillerini görmeden önce kalbini onlarla meşgul etsin.

48. Kasas, 28/83.

İnsanı kötülüklerden engelleyen özelliklerin mahiyetine gelince; burada açıkla­dığımız gibidir: İnsanlar tabiatları, ahlâkları, işleri, adetleri, ilimleri ve sanatları iti­bariyle farklıdırlar ve çeşitli branşlara sahiptirler. Bunların sayısını ancak Allah bilir. Ancak onlardan bir kısmı hayırlı, bir kısmı ise kötüdür. Bu bağlamda şunları söyle­yebiliriz: İnsanların en kötüleri, dini olmayanlar ve ahirete inanmayanlardır. Bunun nedeni şudur: İnsan kendisi için mümkün olan hayır işlerini yapmaya muktedir ola­rak yaratılmış olmakla birlikte, o bu kudretiyle çeşitli sebeplerden dolayı kötü işleri de yapmaya muktedirdir. Bununla birlikte, “Ahlak Risâlesi’nde açıkladığımız gibi çeşitli unsurlar onu bunları yapmaktan alıkoyar. Fakat insanı kötülükten alıkoyup uzaklaştıran en önemli husus, din ve ona bağlı olarak ortaya çıkan cömertlik, takva, hayâ, mürüvvet, rahmet, korku vb dinsel ve inançsal özelliklerdir. Hesap gününe inanmayan, sevap ümidi olmayan ve [uhrevî] cezadan korkmayan kimseyi, gayreti ve gücü kötülükten alıkoymaz. Her ne kadar çeşitli sebepler insanı kötülüğe yön­lendirdiğinde, başkalarından çekindiği için onun görünürde bundan uzak durması mümkün ise de, o, gizlide bundan uzak durmaz.

Bil ki din iki şeyden ibarettir: Birincisi, asıl ve temel dayanak olan kalpteki ve özdeki inançtır. Diğeri ise, bu asıl üzerine bina edilmiş olan dıştaki ve açıktaki söz ile ameldir.

Değerli ve erdemli kardeşlerimizin âdeti üzere bu ikisini burada açıklama ihtiyacı duyuyoruz. Öncelikle inançlardan söz edelim. Çünkü inançlar, bu bağlamdaki mak­sadımız ve hedeflerimiz açısından asılları ve ilkeleri oluştururlar. Nitekim (hadiste): “ Ameller niyetlere göredir; herkes için niyet ettiğinin karşılığı vardır.. ” denilmiştir.

Bölüm

En Sağlam Görüşlerin ve Hayırlı İnançların Mahiyetine Dair

Şöyle deriz: Bil ki, insanların inançları, sayılarını Allah’tan başkasının bilemeye­ceği kadar çoktur. Fakat bunların hepsi şu üç kısmın dışına çıkmaz: Birincisi, avamın dışındaki entelektüellere özgü olanlardır. İkincisi, entelektüellerin dışında avama özgü olanlardır. Üçüncüsü ise, entelektüeller ile avamın her ikisine birden uygun olanlardır. Biz bu kısımda, avam ve entelektüellere uygun olan inançların hepsin­den bahsetmek istiyoruz. Çünkü diğer iki kısmın çeşitleri ve dalları çok olduğundan açıklamaları uzar. Bu konuda şunları söyleriz:

Bil ki, görüşlerin en sağlamı ve inançların en yararlısı, avam ve entelektüellerin hepsinin birden inanmaları ve onaylamaları uygun olanıdır. Bunlar da, âlemin son­radan meydana geldiğini, sanatlı bir şekilde yaratıldığını, onun yaratıcısının hik­metli, sanatkârının ezelî, esirgeyen ve merhamet eden bir yaratıcı olduğunu; Onun evrendeki işlerini en sağlam biçimde yaptığını, yaratışını en güzel nizam ve tertip üzere hünerli bir şekilde gerçekleştirdiğini, onda hiçbir bozukluk ve eğrilik bırak­madığını kabul etmektir. O, evrende icra edip yürürlüğe koyduğu hiçbir iş, orada küçük-büyük meydana gelen hiçbir olay, hiçbir hassas ve değerli iş yoktur ki onu var etmeden önce bilmemiş, bunlar Ona gizli kalmış olsun. Ona zerre miktarı hiçbir şey saklı kalmaz. Onun has kulları ve yaratıklarının en temizi olan melekleri vardır.

Onları, yarattığı evrenini muhafaza etme görevine atamıştır. Onları, yaratıklarının işlerine vekil kılmıştır. Onlar, Ona yasakladığı işlerde en ufak bir itaatsizlikte bulun­mazlar ve emredildikleri şeyleri yerine getirirler. Onun âdemoğullarının da içinden seçtiği ve Kendisine yakın kıldığı has kulları vardır. O, onları, melekler ile cinlerden ve insanlardan yarattıkları arasında aracılar ve Kendisi için elçiler kılmıştır. Yine O, kullarına birtakım şeyleri emretmiştir. Onlar bunları yaptıkları takdirde, bu kendi­leri için daha hayırlı ve herkes için daha yararlı olur. Yine onlara birtakım işleri de yasaklamıştır. Bunlardan kaçınmadıkları takdirde ise, kendileri için en yararlı olan­dan ayrılmış ve en iyi olanı yapma fırsatını kaçırmış olurlar. Ancak O, onlara güç yetiremeyecekleri işleri emretmemiştir. Onlar da Onun bilmediği bir şeyi yapmazlar. Onlar, kendilerini yarattığı günden beri hep Ona döner, Ona yönelirler; en eksik olandan en tam, en düşük olandan en yetkin ve en kötü olandan en iyi olana doğru halden hale girerler. Onların bu hali, Ona kavuşacakları, O nu temaşa edecekleri ve O nun da onlara amellerinin karşılıklarını tam olarak vereceği güne kadar böylece devam eder.

Sonra bil ki, bu görüşe, anlattığımız bu hususa ve niteliğini belirttiğimiz bu ger­çeğe ancak şu iki yolla ulaşılabilir. Birincisi, basiret ve keskin görüş ve günahlardan arınmış temiz bir nefsin şaibelerden uzak olan kalp gözü ile bakmak ve görmektir. Tevhide inanan eski ilahiyâtçı filozofların yaptığı gibi, duyulurlar üzerinde derin bir düşünüşten, akılla bilinenleri dikkatlice inceledikten, riyazet yoluyla dirayet ka­zandıktan ve kıyasları araştırdıktan sonra kalp ile imanda ve dil ile de ikrarda bu­lunmaktır. Söz ile teslimiyeti beyan etmek, meleklerin onları ilham ve teyit; pey­gamberlerin, melekleri vahiy ve haber verme; müminlerin, peygamberleri iman ve teslimiyet; avamın ve tebaanın, entelektüelleri ve âlimleri, taklit ve söz ve nihayet çocukların, anne babalarını ve öğretmenlerini talim ve telkin yoluyla ikrarı gibidir. Anlattığımız bu husus, dinin temel dayanaklarından ve doğru inançlarından birisi­dir. Diğer temel esas ise, emir ve idare altında bulunanın âmirine boyun eğmesinden ibaret olan itaatidir.

Sonra bil ki, emirler ve yasaklar, âmirlerin ve memurların konumlarına göre deği­şiklik arz eder. Bunlardan birincisi, evlatların anne-balalarının kendileri için yararlı olan hususlardaki emirlerine itaatleri ve kendilerini zarara ve helake sürükleyecek olan şeylere dair yasaklarına uymalarıdır: “Ana babana güzel söz söyle. Ancak hak­kında bilgin olmayan bir hususta senin Bana ortak koşman için uğraşırlarsa onlara itaat etme...'"[243]

İkincisi, çocukların kendileri için yararlı olan terbiyeyi alma hususunda öğret­menlerine olan itaatleridir. Üçüncüsü, öğrencilerin kendileri için gerekli olan sanat­ları ve fenleri öğreten hocalarına itaatleridir. Dördüncüsü, karıların evin ihtiyaçları ve kendi yararlarına olan şeyleri koruma konusunda kocalarının emirlerine itaatle­ridir. Beşincisi, hastaların, kendi yararları için perhiz yapma ve gerekli ilaçları alma konusunda doktorlara olan itaatleridir. Akıncısı, cahillerin, kendi yararları için dinin emirlerini yerine getirme ve yasaklardan kaçınma konusunda âlimlere olan itaatle­ridir. Yedincisi, tebaanın kendi yararları için iyiliği emredip kötülükten sakındırma ve birbirlerine zulmetmeyi bırakma konusundaki emerlerinde âdil sultanlara olan itaatleridir. Sekizincisi, sultanların, emirlerin ve meliklerin beldeleri ve ülkeleri idare etme, vergileri toplama, yabancı ülkeler ve düşmanlarla savaşma, şehirleri koruma, nesli muhafaza altına alma gibi kendi yararlarına olan hususlarda peygamberlerin halifelerine olan itaatleridir. Dokuzuncusu, halifelerin, ümmet içerisinde dinin mu­hafazası ve din ehlinin arasında sünnetin yaşatılması için kendilerine çizilen çerçe­vede peygamberlerine olan itaatleridir. Onuncusu, peygamberlerin, ilahi kitapların tedvini için kendilerine verilen vahiyler ve haberler, dinin esaslarının konup sün­netin izahı, ümmetin işlerinin toparlanıp cemaatlerin kalplerinin uzlaştırılması ve vasiyetin tebliğ edilip davetin yapılması gibi herkesin yarar ve menfaatine olan hu­suslarda meleklere olan itaatleridir. On birincisi, meleklerin kendilerine emredilen ibadeti yapmaları, varlıkların ve yaratıkların işlerinin düzene koyulması konusun­daki sorumluluklarını yerine getirmeleri gibi herkese yararlı ve faydalı olan, âlemin bekasını ve yaratıkların devamlılığını sağlayan ve böylece gayelerin en sonuncusu olan en büyük mutluluğa ulaştıran [emir ve buyruklarında] Âlemlerin Rabbine olan itaatleridir.

İşte bu, Haniflik olan nebevi dindir; sünnete uygun olan yol ve melekî yaşayıştır. Bu din, her idare edilenin, idare edicisine, herkesin yararına olan hususlarda itaat etmesinden ve emir ve yasaklarında ona isyan etmemesinden ibarettir.

Buraya kadar anlattıklarımızdan Haniflik dininin, Rabbânî yolun, sağlam inan­cın, doğru görüşün, ister entelektüel ister avam olsun herkesin gitmesinde ve inan­masında yarar bulunan seçkin yolun ne olduğu ortaya çıktığına göre, şimdi de çeşitli mezheplerden, yaygın olan görüşlerden ve ehlini bunlara yönelten sebeplerden, hak yoldan sapmanın, doğru olandan ayrılmanın ve batıla düşmenin nerede ortaya çık­tığından söz etmek istiyoruz. Bunu için öncelikle felsefî görüşleri ve bidat fırkalarını anlatacak, ardından da dinlere ve ilahi yasalara bağlılıklarını bildirenlerin, esasların ve hükümlerin detaylarındaki ihtilaf nedenlerine değineceğiz.

Bölüm

Felsefî Görüşler: Âlemin Ezeliliğine İnananlar/Dehriyye ile
Âlemin Sonradan Olduğuna İnanlara Dair

Şöyle deriz: Bil ki diğer felsefî görüşler ve fırkalar bu ikisinden ortaya çıkmış­lardır. Biz öncelikle âlemin ezeliliğine inananlardan/dehriyyeden söz edeceğiz. Bu konuda deriz ki dehriyye bir miktar anlayış ve temyiz sahibi topluluktur. Bunlar, beş duyuyla algılanan tikel varlıklara bakarak onlar üzerinde düşündüler, onların çeşitli hallerini dikkate aldılar ve sonuçta her var olanın, heyulânî, sûrî/f ormal, failî/etkin ve tam olmak üzere dört illetinin/nedeninin bulunduğu fikrine vardılar. Âlemin sonradan oluşu ve sanatı hakkında düşündüklerinde, hep bu dört illeti aradılar ve şu hususları araştırdılar: Acaba âlem kimin eseridir? Onu hangi şeyden meydana getirmiştir? Onu nasıl yapmıştır? Onu niçin yapmıştır? Ve nihayet ne zaman yap­mıştır? Onların kavrayışı bunları anlamaya yetmedi. Bunlardaki incelikleri anlama­daki zihinsel eksikliklerinden dolayı bir tasavvurda bulunamadılar. Çünkü bunları araştıran kimselerin zeki, ilim ve amelde üstün olması, hile ve desiselerden arınmış bir zihninin bulunması gerekir. Yine onun, “Marifetler Risalesinde anlattığımız üze­re, bu illetleri, onların anlamlarını ve hakikatlerini kavrayabilmesi için hassas bir düşünceye ve kuvvetli bir araştırmaya ihtiyacı vardır. Ancak onlar bu araştırmaları yaptıklarında, bunları anlayamadılar. Cehaletleri ve kendilerini beğenmişlikleri, on­ları âlemin kıdemi ve ezelîliği konusunda konuşmaya sevk etti. Diğer üç illeti bilip tanımadıkları için, faili illetin/etkin nedenin varlığını inkâr ettiler.

Sonra bil ki, her sanat eserine bakıp onun üzerinde düşünenler, bununla şu dört nedeni arar: Onu kim yaptı? Ne zaman yaptı? Nasıl yaptı? Ve niçin yaptı? O bu araş­tırmayı, ilk bakışta söz konusu eserde, akıllara ilişen afetlerden uzak olan her sağdu­yu sahibine gizli kalmayacak ölçüde açık ve net olan şu üç şeyi görüp fark ettiği için yapar. Bunlar, şekil, nakış, tasvirler, renkler vb özelliklerdir. Eğer âlemin ezeliliğini iddia edip bu konuda söz söyleyenler, bu âleme göz attıklarında, onun yapısı, şekli ve içindeki çeşitli tasvirleri, nakışları ve renkleri hakkında derin bir tefekkürde bulun­duklarında, söz konusu şeyleri görmemiş olsalardı, onun failini aramazlar, onu nasıl, ne zaman hangi şeyden ve niçin yaptığını araştırmazlardı. Yine onlar, bu nedenleri bilip anlayamadıkları zaman, onların mahiyetlerini ve hakikatlerini kendilerinden daha iyi bilip tanıyan kimselerin görüşlerine başvurmuş olsalar ve bu konudaki aciz­liklerini itiraf etselerdi, bu tür sözlerde bulunmazlar ve böyle şeylere inanmazlardı. Ancak onların kendilerini beğenmeleri, araştırmalarına ve dikkatli bakışlarına gü­venmeleri, kendilerini âlemin ezelî olduğunu söylemeye yöneltmiştir. Çünkü onlar, güçlerinin yetmediği şeye yeltenmişler, kendi işleri olmayan bir konuya girişmişler ve sonuçta onda hayretler içerisinde kalmışlar; böylece Neccar maymunlarının baş­larına gelenler, onların da başlarına gelmiştir.

Bu, insanların ihtilaf ettikleri ve ehli olmayanların içerisine dalmasının en büyük bela olduğu bir konudur.

Bölüm

Akıllı Kimselerin Meziyetleri ve Akıllara İlişen Afetler

Şöyle deriz: Bil ki, kuşkusuz bu topluluk, şüpheye düşmedi ve akıllarının kıtlığı, temyizlerinin zayıflığı ve düşünceyi terk yüzünden sapıtmadı. Ancak onlar, akıllara ilişen afetler yüzünden şüpheye düşüp şaşırdılar. Çünkü aklın pek çok meziyeti bu­lunsa da ona ilişen çok sayıda afet de vardır. “Ahlak Risâlesi’ nde bunların bir kısmın­dan söz etmiştik. Fakat bu bölümde, onun bir kısmından daha söz etmemiz gerekir. Bu itibarla önce insani aklın ne olduğundan söz edelim: İnsani akıl, onun çocukluk günlerinin ardından büyüyüp yaşlandığı zamanlarındaki konuşan nefisten başkası değildir. Nitekim nefis, bedene tutunduğu, yani ana rahminde cenine iliştiği gün, henüz olgunlaşmamış vaziyette olup hiçbir bilgisi, edindiği herhangi bir huyu, bir görüşü ve mezhebi, tedbiri ve siyaseti yoktu. Bu durumu Allahü Teâlâ şöyle ifade et­mektedir: “Siz hiçbir şey bilmez iken Allah sizi analarınızın karınlarından çıkardı.”™

50. Nahl, 16/78.

Bu durumda nefis, bizzât diri, bilkuvve bilici ve tabiatı gereği faal olan rûhânî bir cevherden ibaretti. Ancak o, “Duyu ve Duyulur Risalesinde açıkladığımız üzere, beş duyunun gözlem alanının dışında kalma döneminin ardından, türler, cinsler ve su­retlerden ibaret olan duyulurların resimlerine ulaştığında, onları ayırt etmeye, onlar üzerinde düşünmeye, onları incelemeye, onların zâtlarını, fayda ve zararlarını ta­nımaya, onları tecrübe etmeye ve onları dikkatlice gözden geçirmeye başlar ve bu andan itibaren bilfiil bilen akıl unvanını alır.

Aklın meziyetlerine ve fiillerine gelince; bunlar sayılarını Bir ve Kahhâr olan Allah’tan başkasının bilemeyeceği kadar çoktur. Bunların bir kısmını, “Makûller/ Akliyyât) Risalesinde zikretmiştik. Fakat burada onlara kısaca işaret etmek ister ve bu konuda deriz ki: Kuşkusuz insanın tüm sağlam fiilleri, akıl ve tutum bakımından farklılık arz eden bütün görüş ve mezhepleri, insani aklın fiilleridir. Ancak aklın bu faziletlerine ve meziyetlerine rağmen, ona ilişen pek çok afet vardır. Bunlardan bir kısmı, herhangi bir şeye yönelen baskın heva/arzu ve heves, kişinin kendi fikrini be­ğenmesinden kaynaklanan aşırı büyüklenme duygusu, hakkı kabul etmeye engel olan kibir, hemcinslerine ve akranlarına karşı sürekli bir haset, şehevi şeyleri elde etmeye dair aşırı bir hırs, acelecilik, işlerde sebat azlığı, muhakeme ve hasımla yüzleşme an­larında kin ve düşmanlık, hevasına tâbi olan kişilere karşı meyil ve taassup, övünçte cahilce bir gayretkeşlik, itaatsizlik ve hak etmediği halde başkan ve idareci olmaya düşkünlük gibi akıllı kimselere ilişen afetlerdir. Bunlar onları hidayet yollarından ayı­rırlar ve aklın faziletlerinden ve yararlarından istifâde etmelerine engel olurlar.

Sonra bil ki, dünyada akıllılar arasında siyaset ve tedbir sahibi kimselerin başkan­lığı ve idareciliğinden daha yüksek bir mertebe ve daha güzel bir fazilet yoktur. Akıl­lıların da reislerine boyun eğip itaat etmelerinden daha lezzetli bir nimet ve daha güzel bir rütbe yoktur. Buna karşın akıllı kimselerin faziletli yöneticilerine isyan ve düşmanlık etmelerinden daha büyük bir sıkıntı ve daha kötü bir bela yoktur. İblisin kibri, Âdem’in (a.s.) hırsı, bir işe giriştiği andaki acelesi, ve Kabil’in hasedi gibi huylar ve hasletler de ihtilafın ve günahların temel sebeplerinden birisidir.

Kibir, Âdem’in Firavunu olan İblis’in, peygamberlerin firavunları gibi -ki onlar onun ordularıdırÂdem’e secde, ona itaat ve emrine boyun eğme ile emredildiğinde takındığı bir tutumdur.

İsyan ve günahların temel sebeplerinden birisi olan diğer bir huy ve haslet de Adem’in hırsı ve kendisine ait olmayan bir şeyi istemedeki ve onu elde etmeye giriş­mekteki acelesi, onu vaktinden ve hak etmesinden önce almasıdır. Âdem onu tadınca avret yeri açıldı, mertebesinden indi, derecesi düştü ve düşmanları onunla alay etti.

Eğer Rabbinin ona bir ihsanı ve rahmeti olarak daha önce gerçekleşmiş yazgısı bulunmasaydı, azap onun ve zürriyetinden herkesin yakasına hemen yapışıverirdi. Nitekim onlar azabı vaktinden önce aceleyle istemişler, ancak Allah onu bir vakte kadar ertelemiştir. Tövbe edip pişmanlık duyduklarında ise af ve bağışlanmayı hak etmişlerdir: “Ey Rabbimiz biz nefislerimize zulmettik. Bizi bağışlamaz ve bize merha­met etmezsen kaybedenlerden oluruz.”5' [244]

İblise gelince; o secde etmeyi; itaat emrine boyun eğmeyi reddedince, kibirlendi ve başkaldırdı. Sonunda pişmanlık duyup rahmetten ümit kesmekten geriye dön­medi. Ancak o da bekletildi, kendisine bir süre tanındı ve cezası ve azabı, belli bir vakte kadar ertelendi: “[İblis] dedi ki: ‘Rabbim diriliş gününe kadar bana mühlet ver! [Bunun üzerine Allah şöyle] buyurdu: ‘Sana belli bir vaktin geleceği güne kadar mühlet verildi! [Ardından İblis şöyle] dedi: ‘İzzetin hakkı için, ihlâslı olanları hariç kullarının hepsini azdıracağım!’[245]

Bu, firavunların yoludur. Hepsi İblis’in orduları olan bu adamların din ve dünya işlerindeki tutumu budur. Bunlar, peygamberlerin emri altına girip onlara itaat et­mekten kaçınırlar. Bununla birlikte onlar, ölecekleri güne kadar ertelenirler ve onla­ra mühlet verilir. Öldükleri zaman ise onların kıyameti kopar ve azap ile alçaltılırlar ve bu durumları diriltilecekler! güne kadar devam eder. Nitekim Allahü Teâlâ şöyle buyurmuştur: “Sabah akşam ateşe sunulurlar. Kıyamet koptuğu gün de onları azabın en şiddetlisinin içine atın.”[246]

Buraya kadar anlattıklarımızdan açıkça görüldüğü üzere, âlemin ezelî olduğu­nu söyleyenler, akıl kıtlığı ve ahmaklıktan dolayı ya da düşünce ve araştırmayı terk ettikleri için şüpheye düşüp doğru yoldan ayrılmadılar. Aksine onlar, kendilerine ilişen afetler, nefislerinde bulunan kötü ahlâk, çeşitli engeller, problemli meseleler, yetkinlikteki eksiklik, yerine getirilmesi ve ivedilikle yapılması gerekli olan hususları terk etme, üzerine vazife olmayan işlere atılma, kaldırılması mümkün olmayan bir yükün altına girme gibi nedenlerden dolayı şüpheye düşüp yolu şaşırdılar.

Bölüm

Âlemin Ezelî Olduğunu Söyleyenlerin İçine Düştüğü Diğer Bir Hata

Onlar sonucu bilmeden önce etkin nedeni bilmenin peşine düştüler. Hâlbuki beş duyunun algı alanının dışında kalan gizli sanatkâr, ancak açık olan sanat eserinin bilinmesiyle bilinebilir. Sanat eseri ise, heyûlâ üzerinde düşünmek ve onun hallerini dikkate almak suretiyle bilinebilir. Çünkü heyûlânm hakikatini ve hallerini bilmek, sanat eserini bilmek; sanat eserini bilmek de sanatkârı bilmek demektir. Biz “Duyu­lur Varlıklar Risâlesi’ nde heyûlânm mahiyetini, hakikatini ve hallerini anlatmıştık. Ancak burada ise bu konuya gerektiği kadarıyla temas edeceğiz.

Sonra bil ki; heyûlâ ve onun hakikati, keyfiyeti, nakşı, formu, şekli, rengi ve araz­ları olmayan ham bir cevherden ibarettir. Ancak o bunları kabule hazırdır. Fakat o, bunları sadece bir kast edenin kastı ve yaratıcının yaratması ile kabul eder. Örneğin, odun; tahta, kanepe, sandalye, kapı gibi şeylerin formunu almaya hazırdır. Ancak bunlar, bir marangozun kastı ve özenli gayretiyle olabilir. Bir demir parçasının du­rumu da bunun gibidir. O da ancak belli bir forma, demircinin kastından sonra gi­rebilir. Diğer beşerî sanatlar için belirlenmiş olan heyûlâların durumu da aynıdır. Bir araya gelmeyen dört temel unsuru oluşturan tabi, heyûlânm durumu da bundan farklı değildir. Bunlardan madenler, bitkiler ve hayvanlar ancak bir zorlayıcının zor laması veya bir sanatkârın yapmasıyla meydana gelir. Etkin nedenin, Allah’ın izniyle feleğin küllî nefsinin güçlerinden gelen bir gücü vardır.

Yalnızca uzun, geniş ve derin bir cevherden ibaret olan mutlak cismin durumu da böyledir. O, belli bir şekil üzere kalmaz. Bazısı iç içe geçmiş küreler ve daireler, bazısı ise büyüklü küçüklü yıldızlar şeklindedir. Bazısı sıcaklık, soğukluk, kuruluk, yaşlık, hafiflik, ağırlık, şeffaflık ve yoğunluk gibi çeşitli tabiatları bulunan temel nesneler­den ibarettir. Bazısı hareketli, bazısı ise sakindir. Bazısı çok süratli, bazısı ise yavaş hareket eder. Buna benzer hallerin hepsi, mutlak cisimde ancak bir kast edenin kastı ve yaratıcının yaratması ile bulunur. O da, üstün, bağışlayıcı, bir, kahhar ve her türlü eksiklikten uzak olan Allah Teâlâ’dır.

Bu durum, doğal akıl sahipleri için, âlemin bir sanat eseri olduğunun, her sa­nat eserinin de bir sanatkârının bulunduğunun bir delili, açıklaması ve kesin kanıtı olarak yeter. Çünkü bu, aklın ilk prensipleri arasında yer alan zorunlu bir önerme olması itibariyle, her ne kadar, kimin, ne zaman, nasıl ve niçin yaptığını bilemese de düşünen her aklı başında kişiye apaçık bir şekilde görünen; arızî afetlerden uzak her sağduyu ve insaf sahibine saklı kalmayan bir durumdur.

Bununla birlikte, heyûlânın durumu, onun sonradan meydana gelmiş olmasının delili ve kesin kanıtı üzerinde düşünmek, “Akim İlkeleri Risalesinde açıkladığımız üzere, bundan çok daha fazla dikkat isteyen, araştırmayı, derin tefekkürü ve hassas bir ayırt etme gücünü gerektiren bir husustur.

Bu anlattıklarımızdan, âlemin ezelî olduğunu söyleyenlerin bu sözlerinin yanlış­lığı açıkça ortaya çıktığına göre, şimdi de onun sonradan var olduğunu söyleyenlerin sözlerinden, çeşitli görüşlerinden, farklı gruplarından ve onları buna yönelten se­beplerden ve bu konuda nerelerde isabet edip nerelerde hataya düştüklerinden bah­setmek istiyoruz.

Bölüm

Âlemin Tek Bir Nedenden Ortaya Çıktığı
Görüşüne Yönelten Etkenlere Dair

Şöyle deriz: Bil ki, âlemin sonradan ortaya çıktığını söyleyenler iki gruba ayrılır­lar: Birincisi, âlemin sonradan var edilip bir sanat eseri olarak ortaya konduğuna, onun yoktan var edip yaratan, diri, kadir ve hikmet sahibi tek bir nedeninin bulun­duğuna inananlardır. Bu görüşte olanlar, peygamberler (a.s.) ile onları izleyenler ve tevhit ehli filozoflardır. İkincisi ise âlemin sonradan ortaya çıktığına ve onun bir sanat eseri olduğuna inanmakla birlikte onun kadim ve ezelî iki nedeninin bulundu­ğuna da inanır. Bu ihtilaf da temel görüşlerden ve ondan orta çıkan mezheplerden birisidir. Bu bakımdan onları bu görüş ve inanca sevk eden bakış açısını ve kıyası ve bunların keyfiyetini anlatmamız gerekir. Bu konuda deriz ki:

Bil ki bunun sebebi, onların oluş ve bozuluş âlemi olan ay altı âlemdeki kötülük­lere bakmalarıdır. Onlar bu çirkin ve kötü işlerden hareketle âlemin yaratıcısının bir olması gerektiği görüşüne vardılar. Sonra Onun âlemi kötülükler ve bozgunculukla dolmaya terk ettiğini, buna bir engel koymadığını ve bu durumu değiştirmediğini düşündüler. [Onlara göre] eğer Onun bunları engellemeye gücü yetmiyorsa, o za man başka bir nedenin bulunması zorunludur. Çünkü kötülükler fiillerdir. I i il ise ancak bir etkin ve edilgen failden meydana gelir. İşte onların [bu konudaki] görüşleri bundan ibarettir. Onların ilimden nasipleri buraya kadardır. Araştırma, ayırt etme ve kıyastaki gayretleri, onları bu noktaya taşımıştır.

Bu mesele, yani âlemdeki kötülüklerin meydana gelişlerinin nedenini araştır­ma konusu, âlimlerin görüşlerinin ve mezheplerinin farklı olmalarının temel ne­denlerinden birisidir. İnsanların dünyaya gelişlerinden bu yana durum hep böyle olmuştur.

Âlimler, kötülüklerin bu âlemdeki var olma nedeninin ne olduğu, onların ger­çekte failinin kim olduğu ve kökenlerinin nereye dayandığı gibi konularda ihtilaf etmişlerdir. Bu bölümden sonra, onların bu konuda ne düşünüp konuştuklarını an­latacağız.

Bölüm

İki Asıldan Söz Edenleri Buna Yönelten Sebeplere Dair

Şöyle deriz: Bilki, -Allah seni başarılı kılsıniki asıldan söz edenler, iki gruptur: Birincisi, her ikisinin de iki faili bulunduğu görüşündedirler. Bunlardan birisi iyi olan nur; diğeri ise kötü olan zulmettir. Bu, Zerdüştlüğe inananların, Maniheistlerin ve bazı filozofların görüşüdür. İkincisi, nedenlerden birisinin etkin, diğerinin ise edilgen olduğuna inananlardır. Onlara göre, edilgen olan heyûlâdır. Bu da bazı Yunan filozoflarının görüşüdür. Birinci gruptakiler, bu görüşe, birbirleriyle çekişme halinde olan bütün insanlar ve hayvanlar arasında meydana gelen savaşlara, çekiş­melere, düşmanlıklara ve birtakım nedenlere ve hallere bakmaları sevk etmiştir. Bu duruma bakıp bir kıyasta bulunmak suretiyle onlar şu hükme varmışlardır: Âlemin ortaya çıkışının nedeni, birbiriyle çekişen iki faildir. Ancak bu faillerden birisi iyi, diğeri ise kötüdür. İşte onların kıyası budur. Onların ilimden nasipleri bu kadardır. Gayretleri onları bu noktaya taşımıştır. Yine onların âlemin ortaya çıkışının keyfi­yetine dair görüşleri ve sözleri vardır. Burada onları açıklamak uzun sürer. Bunlar onların kitaplarında anlatılmıştır. Dolayısıyla onları burada anlatmanın bir yararı yoktur.

Asıllardan birisi etkin, diğeri ise edilgendir diyenlere gelince; onları bu görüşe, iki fail bulunduğunu söyleyenlerin sözlerinden, faillere kötülüğün ve çirkinliğin gerek­tiği sonucunu çıkarmaları; fiillerinden ve birbirleriyle zıtlaşmalarından dolayı onlar için acizliğin ve noksanlığın zorunlu hale geldiğini, ayrıca âlemin terkibinde ve gök­lerin yaratılmasında yetersiz bir düzenin ortaya çıktığını ve genel bir bozukluğun ve kuşatıcı bir kesatlığın da kaçınılmaz olduğunu düşünmeleridir.

Hâlbuki durum bu hükmün gerektirdiğinin aksinedir. Nitekim onlar, evrenin dü­zenini açıkça görmüşler; göklerin, enginliği, cüzlerinin büyüklüğü ve orada bulunan yaratıkların çokluğu itibariyle sağlam yaratılışını bilmişlerdir. Göklerde elbette bo zukluk ve kötülük bulunmaz. Onun tamamı en güzel düzen, en iyi sistem ve uyum üzeredir. Dolayısıyla kötülükler sadece ay altındaki oluş ve bozuluş âleminde bulu nurlar. Oluş ve bozuluş âleminde de yalnızca bitkiler ve hayvanlar içerisinde bulu­nup diğer varlıklarda bulunmazlar. Bitkiler ve hayvanlarda da her zaman değil, ara sıra bulunurlar. Ayrıca onlarda yaratıcının doğrudan kastı ile değil, arızî sebeplere bağlı olarak ortaya çıkarlar. Yani heyûlânm eksikliğinden veya onun her zaman ya da her durumda iyiyi kabul etmekten aciz oluşu nedeniyle meydana gelirler.

Onların bu konudaki kıyası, yani kötülüklerin heyûlâ tarafından ortaya çıkışını ve gözlem alanındaki varlıkları dikkate almaları, şöyle söylemeleri bakımındandır: Kuşkusuz biz her sanatkârın, eserinin en sağlam şekilde olmasını arzuladığını gö­rüyoruz. Ancak onun sanatı için belirlenmiş olan madde ve heyûlâ bu konuda yal­nızca belli ölçüde imkân verebilir. Sanatkâr, onlar üzerinde bu imkân dâhilinde iş yapabilir. Burada acizlik sanatkârdan değil, aksine kabulde zorlanan eksik heyûlâdan kaynaklanır.

Örneğin biz, aramızda bulunan bir bilgenin, her bilgiyi ve hikmeti çocuklarına ve öğrencilerine güzel bir şekilde öğretme, onları mümkün olan en kısa sürede kendisi gibi bilge ve erdemli kişiler yapma arzusunda olduğuna tanık oluyoruz. Ancak onlar bunu, bilgenin eksikliğinden değil, yalnızca kendilerinde bulunan eksiklikten dola­yı günlerin ve vakitlerin geçmesiyle aşamalı olarak alma istidadı gösteriyorlar. Kemaldeki/yetkinlikteki eksiklik, kötülük/şer olarak nitelendirilir. Kötülük ise, iyiliğin, tamlığın ve yetkinliğin yokluğundan başka bir şey değildir. Bunlar içerisinde, tek bir nedenden ve onun bir ve kadim oluşundan söz edenlere gelince; onlar bunlardan daha hassas ve ince düşündüler, daha kaliteli araştırmalarda ve başka türlü tefekkür­de bulundular. Sonuçta âlemi var edenin iki ezelî varlık olduğu görüşünü çok çirkin ve kötü buldular. Onların bu husustaki kıyasları ve değerlendirmeleri şu şekildedir:

İki kadim asıl, her konuda ya ittifak ya da ihtilaf yahut da bir konuda ittifak, diğer bir konuda ise ihtilaf halindedirler. Her konuda ittifak halinde iseler, o zaman iki değil tek bir asıl söz konusudur. Aksine her konuda ihtilaf halinde iseler, ikisinden biri yok hükmündedir. Yok, eğer bir konuda ittifak, diğer bir konuda ihtilaf halinde iseler, o zaman da [bunları uzlaştırabilecek] bir üçüncüsü söz konusu olur. Bu du­rumda iki asıl görüşü iptal olup âlemin aslının üç olması gerekir. Üç ya da daha fazla asıldan söz edenlere gelince; onlar içinde bu vardığımız hüküm ve çirkinlik gerekli olur. Tek bir nedene gelince; onun üzerinde ittifak edilmiştir. Nitekim iki asıldan söz eden, [önce] tek asıldan söz etmiş, ardından ona ilavede bulunmaya çağırmıştır.

Bölüm

Heyûlânm (madde) sonradan oluşunu araştırma bağlamında ise şöyle deriz: Ka­dim filozoflardan heyûlânm sonradan meydana geldiğini kabul edenler, bu konuyu araştırmaya koyulduklarında, işe öncelikle matematik ilimleri üzerinde düşünüp onlarda sağlam bir noktaya gelmekle başladılar. Sonra tabiat olaylarını incelediler ve onları doğru bir şekilde tanıdılar. Bu noktadan itibaren ise ilahiyât konuları üzerinde düşünüp onları saf bir zihin, keskin bir anlayış ve yetkin bir akılla iyice araştırdılar. Sonuçta maksatlarına ulaştılar. Araştırdıkları konuları, doğru bir anlayış kuvvetin­den hareketle tasavvur ettiler. Böylece gönülleri bu konuda huzur ve sükûna kavuştu.

İlahiyata dair risâlelerimizde bunların bir kısmından söz ettik. Ancak bu bölüm­de söylediklerimizin doğruluğunun bir delili olarak tek bir örnek üzerinde dura­cağız. Onlar bu âlemin mevcut değilken sonradan nasıl ortaya çıktığı ve onu hangi sanatkârın yaptığı üzerinde düşünmeye koyulduklarında, işe öncelikle sanat eserle­rini inceleyip onlar üzerinde derin bir tefekküre dalmakla başladılar. Sonuçta yapı­lanların şu dört kısımdan ibaret olduğunu gördüler: Birincisi, sanatkârların şehirle­rin sokaklarında icra ettiği üzere beşerî sanatlardır. İkincisi, hayvanların, bitkilerin ve madenlerin fertleri gibi dört temel unsurdan oluşan tabiî sanatlardır. Üçüncüsü, felekler, yıldızlar ve unsurlar gibi nefsanî sanatlardır. Dördüncüsü, faal akıl, küllî nefis, ilk heyûlâ ve soyut form gibi İlahî sanatlardır.

Sonra beşerî sanatları incelediler ve beşer olan her sanatkârın, sanatını icra edebilmek için şu altı şeye muhtaç olduklarını gördüler: Heyûlâ/formsuz madde, mekân, zaman, hareket, araçlar ve aletler... Her tabiî sanatkâr, şu dört şeye muhtaç­tır: Heyûlâ, mekân, zaman ve hareket... Her nefsanî sanatkâr, şu iki şeye muhtaçtır: Heyûlâ ve hareket... Bu noktada onlara açıkça göründü ki, Yüce Allah bunlardan hiçbirisine muhtaç değildir. Çünkü O’nun fiili ve sanatı, sadece hareketsiz, zamansız, mekânsız ve araçsız olarak yoktan var etmekten ibarettir. Bu itibarla Yüce Allah, faal akıl olarak nitelendirilen değerli, basit ve rûhânî olan cevheri ilk yaratan şahıstır. O, sonra bu cevher aracılığıyla ondan daha az değerdeki küllî nefis denilen cevheri yaratmıştır.

O, faal/etkin akıl aracılığıyla küllî nefsi yarattıktan sonra, ilk heyûlâyı uzunluk, genişlik ve derinlik yönünde harekete geçirdi. Mutlak cisim bundan oluştu. Sonra bu cisimden felekler, yıldızlar ve dört unsur âleminin hepsini birden terkip etti. Sonra felekleri dört unsur etrafında döndürdü; böylece onların bazısı diğer bazısıyla karış­tı. Sonuçta bunlardan madenler, bitkiler ve hayvanlar türeyip oluştu. Âlemlerin Rabbi bütün eksikliklerden münezzehtir. Bu değerlendirme ve kıyastan, etkin, heyûlâni ve formel nedenlerin varlıkları açıkça ortaya çıkmıştır.

Bu söylediklerimizin doğruluğunun ve yaptığımız nitelemelerin hakikatinin de­lili, ancak bizzât nefsin kendisini tanıdıktan sonra ortaya çıkar. Çünkü nefis, cevher olarak cisimden daha değerlidir. Bu konunun bir kısmından matematiğe, fiziğe ve metafiziğe dair risâlelerimizde yeteri kadar bahsetmiştik. Fakat bu bölümde, Allah’ın yardımıyla onun bir kısmından daha söz edeceğiz.

Bölüm

Deriz ki, öncelikle cisim; uzunluğu, genişliği ve derinliği olan bir cevherdir. Diri olmayan bir gerçekliktir. Hareketli ve duyumsayan değildir. Bu husus bütün âlimler tarafından kabul edilmiştir.

Nefse gelince; o, cisim olmayan bir cevherdir. Zâtı gereği diridir. Bilkuvve bili­cidir. Tabiatı itibariyle faaldir. Bunun delili, onun cisimler üzerinde açıkça görülen etkileridir. Dolayısıyla o, cisimleri hareket ettiren, onlara hayat ve kudret kazandıran bir yöneticidir. Cisme şekil veren, onu nakşeden, ona tahakküm eden nefistir. O, bütün tümel ve tikel cisimlerin herhangi bir ferdinde, onun imkân verdiği ölçüde tasarrufta bulunur. Bu durum, nefsin varlığına ve cevherinin ne kadar değerli oldu­ğuna delil olarak yeter.

Aklın, nefsin cevherinden daha değerli olduğunun delili ise, her akıllı kimse için apaçık ortadadır. Nitekim insan, ay altı âlemdeki diğer hayvanlardan üstün olduğu­na göre, elbette onun üstünlüğü nefis yönünden değil aklı bakımındandır. Çünkü diğer hayvanların da nefisleri vardır. Bu da aklın nefisten daha değerli olduğuna delil olarak yeter.

Aklın Yüce Allah’tan sonra varlıkların en değerlisi ve üstünü olduğu açıkça orta­ya çıktığına göre; kendisinin ve kendisi dışındaki diğer varlıkların hepsinin yoktan var edildiklerini, sonradan meydana gelip oluştuklarını, yine kendisinin Rabbinin kulu ve Rabbinin de bunların hepsinin nedeni olduğunu onaylayan akıldır. Allah, heyûlâyı yoktan var etmiş, henüz yok iken onu yaratmıştır. O halde aklın hükmüne başvurmak zorunludur. Bu bağlamda şöyle bir itirazda bulunulabilir: Heyûlânm kı­demini ve ezeliliğini kabul edenler de aklın hükmü ve yargısı ile bu sonuca varmış­lardır. O halde onların hükmüne dönmek ve onların bulundukları yargıdan hoşnut olmak niçin gerekli olmasın? Buna şöyle cevap veririz: Kuşkusuz insan aklı, doğal ve kazanılmış olmak üzere iki kısımdır. Doğal akıl; insanda duyulur nesneler üzerinde tefekkürde bulunmasından sonra ortaya çıkar. Kazanılmış akıldan maksat ise; du­yulur nesneler üzerinde daha fazla düşünen ve nefsini daha fazla arındıran herkesin daha fazla akıllı olmasıdır. Bu bakımdan akıl, âlemin bir sanat eseri olarak ortaya konduğunu, heyûlâ ve suretten oluştuğunu bilir. Doğal akıl, feleklerin, dört unsur ve bunlardan doğanlar ve yapılanların cüzleri üzerinde düşündüğü ve böylece her sanat eserinde devamlı olarak bulunan bu sanatın eserlerini gördüğü zaman, her ne kadar ne zaman, nasıl, niçin ve kimin yaptığını bilemese de bunları kabul etmeye mecbur kalır.

Heyûlânm sonradan ortaya çıkışı ise bu doğal akıl aracılığıyla bilinmez. O ancak kazanılmış olan akıl tarafından bilinir. Akıllı kimseler, doğal akıl bakımından oldu­ğu gibi bu akıl bakımından da farklı mertebelerde bulunurlar. “Her ilim sahibinin üstünde bir bilen vardır'[247]. Bu itibarla daha fazla düşünen, ilk prensipleri duyulur nesnelerden alınmış olan ve doğal akıl aracılığıyla bilinen makuller üzerinde daha fazla duran ve nefsini daha fazla arındıran herkes, daha akıllıdır ve bilgi bakımından daha yüksek bir mertebededir.

Ey kardeş! Eğer düşünürsen, âlimlerin ihtilaflarının çoğunun bu kazanılmış aklın hükümleri hakkında olduğunu görürsün. Bu durum bazen onların akılları itibariyle farklı mertebelerde bulunmalarından, bazen de kıyaslarının ve onları kullanırken izledikleri tekniklerin farklı olmasından kaynaklanır. Nitekim onlardan bir kısmı ilimlerin inceliklerine dair araştırmalarında diyalektik (cedelî) kıyası kullanırken, bazıları hatiplerin kıyasını veya mühendislerin burhânım yahut da mantıksal ya da sayısal kıyasları kullanır. Böylece varılan sonuçlar da kullanılan kıyasların farklılığı oranında farklı olur. Akılların verdikleri hükümler, farklılıkları oranında sayıları­nı ancak bir ve kahhar olan Allah’ın bilebileceği kadar farklılık arz eder. “Mantık

Risalesinde bunların bir bölümüne dair uzun bir şerhe yer verildi. Ancak biz burada açıkladığımız hususlara bir delil olması itibariyle tek bir örnek üzerinde duracağız. Bu konuda deriz ki:

Bil ki, akılı kimseler, aklî kıyasları yalnızca akılların çekincelerinden dolayı ih­tilaf ettikleri konularda, bilinenler aracılığıyla bilinmeyenleri ortaya çıkarmak için ileri sürdüler. Bu durum oların, miktarları belli olmayan şeylerin miktarlarını belir­lerken, muamelelerinde çekince ve tahmin nedeniyle ihtilafa düştüklerinde, bilinen şeyler aracılığıyla onların miktarlarını ortaya çıkarmak için, tartıları, tahıl ölçekle­rini ve uzunluk birimlerini kullanmalarına benzer. Ne var ki onların beldelerinin ve izledikleri yasalar ve kanunların farklığı oranında ölçü birimlerinin değişmesi gibi kazanılmış akıl bakımından farklı mertebelerde bulunmaları itibariyle kullandıkları aklî kıyasları da değişiklik gösterir.

Maddenin ezelî olduğunu söyleyenleri, bu hükme, kullandıkları kıyas yöntemi iletmiştir.

Onlar bu heyûlâya, sanayinin, tabiatın ve her şeyin heyûlâsına/hammaddesine baktıkları gibi baktılar ve onları birbirine kıyas ettiler. Bu nedenle de doğrudan saptı­lar ve kıyasta hataya düştüler. Onların bu husustaki durumu, “Marifetler Risalesinde anlattığımız üzere ahmak çocukların durumuna benzer. Çünkü sanayide kullanı­lan heyûlâ/hammadde, tabiatın eseridir. O mevcut olan bir şeydir. Hâlbuki nefsin heyûlâsı, Allah tarafından başka bir şey bulunmaksızın yoktan var edilip yaratılan bir eserdir. Eğer onlar âlemin sonradan oluşunu araştırırken ilahiyâtçı filozofla­rın yöntemlerini izlemiş olsalardı, ihtilafa düşmezlerdi. Çünkü ilahiyâtçı filozoflar, âlemin ve ilk heyûlânm sonradan oluşunu araştırmaya koyulduklarında, işe öncelik­le matematiksel meseleler üzerinde düşünüp onlarda sağlam bir noktaya gelmekle başladılar. Sonra tabiat olaylarını incelediler ve onları doğru bir şekilde tanıdılar. Ardından metafıziksel meseleleri düşündüler ve âlem ile heyûlânm sonradan oluş keyfiyetini araştırdılar. Sonunda hedeflerine ulaştılar. Vardıkları sonucu iyice kavra­dılar. Araştırdıkları konulara dair bir tasavvur oluşturdular. Sonra oluşturdukları bu tasavvuru da incelediler. Böylece gönülleri huzur ve sükûna erdi. Biz bu konunun bir kısmını “Akim İlkeleri Risalesinde açıklamıştık.



[1] Çevirenler: Doç. Dr. Halil İbrahim Şimşek, Hitit Üniversitesi İlahiyat Fakültesi Öğretim Üyesi; Yalçıı Atalık, Hitit Üniversitesi İlahiyat Fakültesi Öğretim Üyesi.

[2] Nemi, 27/59.

[3] Risâletu l-edvar ve’l-ekvâr.

[4] Rukye: Bazı kişilerin dua ve efsun sözlerini okuyarak şifa amacıyla hastalara üflemesine denir, (ç.n.)

[5] Risâletul-Ahlâk

[6] Risâletü Maskatu'n-Nutfe.

[7] Risaletu l-ahlak.

[8] Risâletü mâhiyeti’t-tabiiyye.

[9] Risâletü’l-edvâr ve'l-ekvâr.

[10] Risâletü efali’r-rühâniyye.

[11] Risâletü’l-mûsikî.

12. Yunus, 10/7.

[13] Kamer, 54/55.

[14] Bakara, 2/165.

[15] Nûr, 24/39.

[16] Nûr, 24/39.

[17] Nûr, 24/35.

[18] Zuhruf, 43/71.

[19] Nûr, 24/35.

[20] Tahrîm, 66/8.

[21] Risâletul-basve’l-kıyâme.

[22] Çeviri: Prof. Dr. Abdullah KAHRAMAN, Marmara Üniversitesi İlahiyat Fakültesi Öğretim Üyesi.

[23] Nemi, 27/59.

[24] Sâd, 38/46. ayete telmih var.

[25] Cuma, 62/6.

[26] Ahzâb, 33/44.

[27] Âl-i İmrân, 3/170.

[28] Fecr, 89/27-30.

[29] Şems, 91/7-10.

[30] Nahl, 16/111.

[31] Yûsuf, 12/53.

[32] Zümer, 39/42.

12. Mü’min (Ğâfir), 40/46.

13. Enam, 6/93.

14. Enam, 6/130.

15. Ara.. 7/38.

16. lııfitâr, 82/15-16.

[35] Câsiye, 45/24.

[36] Câsiye, 45/24.

[37] Mücâdele, 58/11.

[38] Zümer, 39/9.

[39] Hûd, 11/106-108.

[40] Risâletul-âlâm.

[41] Sıddîk: Allah’a verdiği sözde duran dürüst kimselere denir, (ç.n.)

[42] Salih: İnancının gerektirdiği güzel ve yararlı işleri yapanlardır, (ç.n.)

[43] Fâtır, 35/41.

[44] Zümer, 39/67.

[45] Gâfır(Mumin), 40/44-45.

[46] İsrâ, 17/72.

[47] Kehf, 18/110.

[48] M u'minûn, 23/115.

[49] Yunus, 10/7-8.

[50] Âl-i İmrân, 3/31

[51] Cuma, 62/6.

[52] Mâide, 5/18.

[53] Âl-i İmrân, 3/7.

[54] Bakara, 2/255.

[55] Cin, 72/26.

[56] Cin, 72/26.

[57] Enbiyâ, 21/28.

[58] Meryem, 19/58.

[59] Bakara, 2/213.

[60] Risâletü’l-ârâvel-mezâhib.

[61] Rad, 13/17.

[62] Saffât, 37/16-17.

[63] Saffât, 37/18.

[64] Enam, 6/122.

[65] Bakara, 2/56.

[66] İsrâ, 17/79.

[67] Ankebût, 29/64.

[68] Zuhruf, 43/71.

[69] Şuarâ, 26/83.

[70] Yûsuf, 12/101.

[71] Duhâ, 93/4.

[72] Tekâsür, 102/3-8.

[73] Zümer, 39/78.

[74] A’râf: Müslümanların inancına göre cennet ve cehennem arasında bir surdur. İyilikleri ve kötülükleri eşit olanlar oraya çıkar ve bağışlanarak cennete gitmeyi arzu ederler, (ç.n.)

[75] A’râf, 7/48.

[76] A’râf, 7/47.

[77] Nûr, 24/36-37.

[78] Zümer, 39/61.

[79] Hicr, 15/42.

[80] Sâd, 38/82-83.

[81] Bakara, 2/115.

[82] Mücâdele, 58/7.

[83] İbn Mâce, Mukaddime, 7.

[84] Hadîd, 57/22-23.

[85] Meryem, 19/72.

[86] İbrahim, 14/36.

[87] Mâide, 5/118.

[88] A’râf, 7/38.

[89] Ankebût, 29/25.

[90] Burada metinde bir bozukluk olduğu gözükmektedir. Mevcut durumuna göre yaklaşık bir anlam ve­rilmiştir.

[91] Aslında daha önce sayılanlar arasında buna benzetilen oğlu yoktu. Bu başka bir oğlu olmalı, (ç.n.)

[92] Hakka, 69/17. Âyete işaret ediliyor, (ç.n.)

[93] Kehf, 18/22.

[94] Mücâdele, 58/7.

[95] Cuma, 62/9.

[96] Bakara, 2/197.

[97] Kasas, 28/77.

[98] Şems, 91/9-10.

[99] Çeviri: Yrd. Doç. Dr. Ömer Bozkurt, Mardin Üniversitesi Edebiyat Fakültesi Felsefe Bölümü.

[100] Nemi, 27/59.

[101] Risâletul-bas ve’l-kıyâme.

[102] Risâletut-tabiiyyât vel-ilâhiyyât.

[103] Risâletu l-heyûlâ ves-sûret.

[104] Risâletu's-semâ ve’l-âlem.

[105] Esir, ay feleğinin [ay feleği dâhil olmak üzere] üstündeki sıcak havaya; nesim, yeryüzünden sonra bulu­nan mutedil havaya, zemherîr ise esirin altında ama nesim küresinin üstünde bulunan aşırı derecede soğuk havaya denir. Bkz. İhvân-ı Safâ , Resâilu İhvân-ı Safâ, Dâr-Sadır, Beyrut, tsz., c.III, s.388, 334. (ç.n.)

[106] Hakka, 69/7.

[107] Risâletu’l-âsâri'l-ulvîyye.

[108] Burada anlatılan eğilme hareketi, dünya ekseninin ekliptik düzlemiyle yaptığı açının yıl içerisinde meydana gelen değişimi sürecindeki harekettir. Bilindiği üzere dünya, periyodik olarak, altı ay güneye eğilir; altı aydan sonra da tekrar doğrulmaya başlar ve bu defa kuzeye doğru eğilir. Ekliptik düzlemi ile ekvator düzlemi arasındaki açı, yılda iki sefer en büyük derecesine ulaşır, (ç.n.)

[109] “Bu bilge” ifadesinin kime referans edildiği bilinmemektedir, (ç.n.)

[110] Metinde “eğildiğini” şeklinde olumlu olarak geçen bu ifade anlam açısından sorun doğurduğundan “eğilmediğini” şeklinde olumsuz şekliyle çevrilmiştir. Muhtemelen bir yazım yanlışı vardır, (ç.n.)

13. Risâletul-meâdîn.

[111] Fetha: Arapça kelimeleri “e” ve “a” ünlüsüyle okumak için harflerin üzerine konulan tire şeklindeki çizgilere denir. Zamme ise “ü” ve “u” sesi elde etmek için yine harflerin üstüne konulan kavisli özel işarettir, (y.h.n.)

[112] Risâletu’l-hayavânât.

[113] Risâletus-smaii’l-ameliyye.

[114] Risâletul-hâs ve l-mahsûs.

[115] Risâletul-âra ve’l-mezâhibi ved-diyanât.

[116] Risâletu’n-nebât.

[117] Risâletu'l-âsâri’l-ulviyye.

[118] Risâletu l-kevn ve’l-fesâd.

[119] Risâletus-semâ ve l âlem.

[120] Risâletul-musiki.

[121] Risâletu l-imân.

[122] Metinde “Müteharriketun” (hareketli) geçmektedir. Ancak manaya bakıldığında “muharriketun’u (ha­reket ettiren) daha uygun gördüğümüzden böyle çevirdik, (ç.n.)

[123] Bu cümle yapı bakımından problemlidir. Köşeli parantez konularak cümledeki sorun giderilmeye çalı­şılmıştır. (ç.n.)

[124] Mutaffıfin, 83/15.

[125] Âl-i İmran, 3/18.

[126] Zuhruf, 43/86.

[127] Bakara, 2/115.

[128] Hadîd, 57/3.

[129] Mücadele, 58/7.

[130] Kâf, 50/16.

[131] Bu ifâdeyle Hz. Peygamber’in kast edildiğini tahmin ediyoruz, (y.h.n.)

Yİ. Risâletu’l-arismâtikî.

[133] Fâtır, 35/41.

[134] Rahman, 55/29.

[135] Hac, 22/11.

[136] Risâletul-İlahiyyât.

[137] Sâd, 38/46. ayete bir telmih yapılmıştır, (ç.n.)

[138] Hûd, 11/115.

[139] Risâletu kemmiyyeti ecnâsi’l-hareke.

[140] Risale fi’l-ilel vel-ma’lûl.

[141] Çeviri: Prof. Dr. Ali Durusoy, Marmara Üniversitesi İlahiyat Fakültesi Öğretim Üyesi.

[142] Nemi, 27/59.

[143] Bakara, 2/188.

[144] Örnek olarak bk. Bakara, 2/29.

[145] Âl-i İmrân, 3/7.

[146] Risâletü ecnâsi’l-ulûm.

[147] Zümer, 39/9.

[148] Fâtır, 35/41.

[149] Rahman, 55/29.

[150] Örnek olarak bk. A’râf, 7/54.

[151] Hac, 22/47.

[152] Kamer, 54/50.

13. Enbiyâ, 21/104.

[154] Yani mutlak, genel ve teorik olarak düşünüldüğünde “Her şeye kadir yani her şeyi yaratmaya gücü yeten Allah’ın kendisi gibi bir Allah yaratmaya da gücünün yetmesi gerekir” diyorlar. Fakat şimdiye kadar böyle bir Allah olmadığına göre o zaman “Allah’ın her şeye gücünün yetmesi”ni tartışıyor ve “Her şeye gücü yetseydi kendisi gibi bir Tanrı daha yaratması gerekirdi. Yaratmadığına göre demek ki bir acziyet sözkonu- sudur!” diyorlar. Buna cevap olarak İhvân-ı Safa diyor ki: Burada Allah’ın kendi gibisini yaratmaması O’nun yaratmaya gücünün yetmediğinden yani bundan âciz olduğundan değil, kendisi gibi bir varlığın yani O’nun mislinin olamayacağından dolayı yaratmamıştır, (y.h.n.)

[155] İnsana ve canlıya ait olarak.

[156] Bakara, 2/255.

[157] Köşeli parantez anlamın doğru olması için eklenmiştir. Aksi halde anlamda çelişki ortaya çıkmaktadır, (y.h.n.)

[158] Bakara, 2/179.

[159] Necm, 53/42.

[160] İsrâ, 17/57.

[161] Birinci ciltte bunu, “İnsan bedeninin bileşik oluşu” şeklinde ifade etmiştik, (y.h.n.)

[162] Mu minûn, 23/36.

[163] Metinde âyet yanlış yazılmıştır. Yazılana göre değil de gerçekte bu meali veren âyet için bk. Fussilet, 41/44.

[164] Enam, 6/91.

[165] Kıyâme, 75/14.

[166] Zâriyât, 51/21.

[167] Araf, 7/172.

[168] Kehf, 18/51.

[169] Âl-i İmrân, 3/18.

[170] Lokman, 31/1-2.

[171] Secde, 32/1-2.

[172] Yasin, 36/1-2.

[173] Sâd, 38.

[174] Mümin, 40/1-2.

[175] Fussilet, 41/1-2.

[176] Şûra, 42/1-2.

[177] Zuhrûf, 43/1-2.

[178] Zuhruf, 43/1-2.

[179] Duhân, 44/1-2.

[180] Câsiye, 45/1-2.

[181] Kâf, 50/1.

[182] Kalem, 68/1.

[183] Bakara, 2/255.

[184] Âl-iîmrân, 3/7.

[185] Zekâtın beş olmasıyla anlatılmak istenenin ne olduğunu tespit edemedik, (y.h.n.)

[186] Senenin günlerinden çalman beş günün ne demek olduğunu tespit edemedik, (y.h.n.)

[187] Nûr, 24/44.

[188] Risâletul-hudûdve'r-rusûm.

[189] Çeviren: Yrd.Doç.Dr. Kamil Kömürcü, Cumhuriyet Üniversitesi İlahiyat Fakültesi Mantık Bilim Dalı.

[190] Risâletü’l-Âsâru l-Ulvîyye.

[191] Bu kısım, metindeki ibareye göre bu şekilde çevrilebilse de net olarak bu mesafenin ne kadar olduğun­dan emin olamadık, (y.h.n.)

[192] Enam, 6/96; Yâsîn, 36/38; Fussilet, 41/12.

[193] El-infaha: Süt emen sarı oğlağın karnından çıkarılan şeydir. Sedef (kap) içine sıkılır/sağılır, peynir gibi katılaşır. Oğlak süt emmeyi bırakıp (ot) yemeye başladığında bu bölge kursak (hayvan midesi) olarak isimlendirilir.

[194] Normal sıralamaya göre bunun 38 olması gerekir. Fakat metinde büyük ihtimalle yanlış olarak 28 şeklinde çıkmıştır, (y.h.n.)

[195] Risâletul-aded.

[196] Veya şöyle tercüme edilebilir: İlk sayıdaki değerlerin diğerine göre katını almaktır. Nitekim Modern matematikte çarpma şöyle tanımlanmıştır: Çarpılan sayının çarpan sayı kadar adedinin toplamının alınma­sıdır. Mesela, 23x2 işleminde sonuç 46’dır. Bu, 23+23=46 işleminin sonucuyla aynıdır, (y.h.n.)

[197] Çeviri: Prof. Dr. Metin Özdemir, Yıldırım Beyazıt Üniversitesi İlahiyat Fakültesi Öğretim Üyesi.

[198] Saffat, 37/160-161.

[199] Rahman, 55/3-4.

[200] Alak, 96/3-5.

[201] İnfitâr, 82/10-12.

[202] Fâtır, 35/32.

[203] Nahl, 16/78.

[204] Alak, 96/5.

[205] Enam, 6/91.

[206] Yusuf, 12/76.

[207] Mücâdele, 58/11.

[208] Burada, metinde bazı kelimeler düşmüştür. Bu sebeple metnin akışına göre bir anlam verilmiştir, (y.h.n.)

[209] Hicr, 15/30; Sâd, 38/73.

[210] İbrahim, 14/7.

[211] Zümer, 39/10.

[212] Mülk, 67/2.

[213] Bakara, 2/214.

[214] Yunanlı Porfıryus’un Kitâbu’l-Külliyyâtı (Tümeller Kitabı).

[215] Aristo’nun Kitâbul-Mâkûlâtı (Kategoriler Kitabı).

[216] Aristo’nun Kitâbul-İbâre adlı eseridir.

[217] Aristo’nun Kitâbul-Kıyâsı; buna Analitika el-Ülâ (1. Analitikler) de denilir. Bunun 2. Analitikler i de bulunmaktadır ve o burhân sanatına dair bir kitaptır.

[218] Yunan bilgini Batlamyus’un astronomi ilmine dair bir kitabı.

[219] İsra, 17/90.

[220] Hûd, 11/27.

[221] Zuhruf, 43/58.

[222] Şûra, 42/10.

[223] Nisa, 4/83.

[224] Enam, 6/62.

[225] Mâide, 5/105. Ayetin orijinalinde parantez içindeki kısım şöyledir: “Sonra O yaptıklarınızı size haber verir.”

[226] Mü’minûn, 23/115.

[227] Ankebut 29/5.

[228] Sebe, 34/31.

[229] Enam, 6/30.

[230] Zümer, 39/46.

[231] Bakara, 2/213; Nûr, 24/46.

[232] Bakara, 286.

[233] Ankebut, 29/69.

[234] Haşr, 59/19.

[235] Enbiyâ, 21/47.

[236] A’râf, 7/47.

[237] Nûr, 24/37.

[238] Isra, 17/72.

[239] Enam, 6/122.

[240] Hadîd, 57/20.

[241] Enfâl,8/67.

[242] Yunus, 10/7.

[243] Ankebut, 29/8.

[244] A’râf, 7/23.

[245] Sâd, 38/82.

[246] Mü’min, 40/46.

[247] Yusuf, 12/76.

Önceki Yazı
« Prev Post
Sonraki Yazı
Next Post »

Benzer Yazılar

Yorumlar