İhvân-ı Safâ Risâleleri 5
| |
Rahman
ve Rahim Olan Allah’ın Adıyla!
Allah’a
hamd, seçtiği kullarına selam olsun. “Allah mı daha hayırlıdır, yoksa onların
ortak koştukları mı?”1
Ey
kardeş, bilmiş ol ki, kıymetli kardeşlerimizin âdeti olduğu üzere, kavuşum
(konjonksiyon)’ların durumlarını açıkladığımız “Devirler ve Küresel Dönüşler
Risalesi”™[2]
[3]
bitirdik. Şimdi bu risâlede aşkın mahiyeti, nefislerin sevgisi, ilahi bir
hastalık, onun gerçek mahiyeti ile kaynağının ne olduğunu anlatmak istiyor ve
diyoruz ki:
Bilmiş
ol ki, bilge kişiler (hukemâ), ilim dalları, bilgi yolları, ilahiyât,
felsefe, matematik ve tabiî ilimlere ait hikmetlerin değişik yönleri hakkında
“Dedi” ve “Denildi” (kıyl ü kal) tarzında çokça sözler söylemişlerdir.
Fakat bu bilgi ve ilimlerin bir kısmı diğerinden daha hoş ve daha incedir. Öğrencileri
okumaya ısındırmak ve ilim öğrenmeğe başlayanlara kolaylık sağlamak için sözü
edilen ilimlerin her biri hakkında giriş ve önbilgi (mukaddime) tarzında
birer risâle hazırladık. Şimdi bu risâlede Bilge (hakim) ve filozofların aşkın
mahiyeti, çeşitleri, meydana gelişi ve nasıl başladığı, âşık olmayı doğuran
sebepler, aşkı davet eden şeyler ve aşktaki yüce gayeyi açıklamak üzere
söylenilenlerin bir kısmını hatırlatmak istiyoruz. Zira aşk, âlemde mevcut yüce
bir olgu, varlık devam ettikçe asla yok olmayacak ve daima her şeyin tabiatının
merkezinde yer alan bir kavram olarak kalacaktır.
Ey
kardeşim! Bilmiş ol ki, bilgelerden bazıları aşktan bahsedip onu
kötülemişlerdir. Onlar, âşıkların kötü hâllerini ve aşkın sebeplerinin
çirkinliklerini anlatıp aşkın bir rezillik olduğunu zannetmişlerdir. Bir kısım
bilgeler ise diğerlerinin aksine aşkın şahsi bir fazilet olduğunu söyleyip aşkı
övmüş ve âşıkların güzel hâllerini hatırlatarak aşkın sebeplerini
methetmişlerdir. Bazı bilgeler de aşkın illetlerine ve sebeplerine hakkıyla
vâkıf olamamış ve bunların ince anlamlarını kavrayamamışlardır. Onlar, aşkın
insana arız olan bir hastalık olduğunu zannetmişlerdir. Başka bilgeler de aşkı
boş gezen insanların işi sanmışlardır.
And
olsun ki, aşk, sevgilinin (maşukun) derdinden, onu sıkça anmaktan, her
işinde onu düşünmekten, ona yönelik gönül fırtınalarından, ona karşı delice
aşkından ve ona ulaşma çabasından başka her şeyi âşığın kalbinden siler atar.
Ancak gizli işler ve ince sırlardan haberi olmayan, yalnızca duygulara yansıyan
ve duyulara görünen incelikleri bilmeyen insanların zannettiği gibi aşk tembel
aylakların işi değildir. Zihin kuvveti yerinde, ayırt etme gücü yüksek,
düşünce ve araştırması yoğun, bakışı dikkatli olanlar da aşkı anlamaktan
uzaktır. Nitekim bunlar aşkın ruhsal (psikolojik) bir hastalık veya ilahi bir
cinnet olduğunu söylemişlerdir. Bunların böyle bir kanaate varmalarının sebebi
âşıklarda gördükleri ve ancak hastalarda bulunan gece uyuyamama, gözlerin
kendiliğinden kapanması, bedenin zayıflaması, nabzın düşmesi ve nefeslerin
zorlaşması gibi alâmetlerdir. Bu sebeple onlar aşkın ruhsal (psikolojik) bir
hastalık olduğunu zannetmişlerdir.
Aşkın
ilahi bir hastalık olduğunu iddia edenlere gelince; onların onu böyle tanımlamaları;
onu tedavi edecek bir ilaç bulamamaları ve içirince ondan kaynaklanan sıkıntı
ve belaları giderecek bir şerbetin olmamasından dolayıdır. Ancak onun ilacı,
Allah rızası için namaz, sadaka, putların huzurunda kesilen kurbanlar,
kâhinlerin rukyeleriyle[4]
dua etmek vb şeylerdir.
Nitekim
(câhiliye dönemi) şairlerinden olup aşk yüzünden ölen Urve b. Hizam (ö. 30/650)
şöyle der:
Bana
şifa bulsunlar diye Yemame ve Necd kâhinlerine gittim.
Bana
içirmedikleri ilaç ve yapmadıkları rukye bırakmadılar.
Sonra dediler ki: “Allah sana şifa versin!
Allaha yemin olsun ki, senden bu hastalığı
giderecek el bizde yoktur.”
Bu
anlamda âşıkların pek çok şiirleri vardır.
Yunan
hekim ve tâbiplerine gelince, onlar bir hastanın ilacını bulmaktan ve tedavisinden
aciz kalıp ondan ümit keserlerse, onu Jüpiter (Müşteri) heykelinin önüne
götürür, onun için sadaka dağıtır, Allah'a dua ederler ve kurbanlar adarlardı.
Sonra kâhinlerden şifa vermesi için Allah’a dua etmelerini isterlerdi. Eğer
kurtulma gerçekleşirse buna tıp (iyileştirme) ve hastalık ve “ilahi cinnet”
adını verirlerdi.
Bilgelerden
bazıları aşkın; varlıkların diğer çeşitlerini bırakıp bir çeşidine, diğer bütün
şahısları bırakıp, çok anarak ve gereğinden f âzla önem vererek bir şahsa yahut
diğer şeyleri bırakıp yalnız tek bir şeye aşırı meyil ve istek gösterme
olduğunu iddia etmişlerdir. Aşk sadece bu hâl olsaydı insanlardan âşık olmayan
kalmazdı. Çünkü diğer şeylere rağmen bir şeye aşırı meyli ve sevgisi olmayan
hiçbir insan yoktur. Tabiplerin çoğu bu hâle kara sevda (malihulya)
adını verirler. Doktorlar bu hastalık (illet) hakkında ileri geri birçok
şey söylemişler ve onun ilacını bulamamışlardır. Doğanların hükümlerine dair
kitaplarda (kaynak tıp kitaplarında) bunun gerekçesi zikredilmiştir. Ancak biz
sözü uzatmamak için bundan bahsetmeyeceğiz. Zira biz insanların çoğu tarafından
bilinen aşk hakkında konuşmak istiyoruz. Zira onlar ancak, erkek veya
dişilerden olsun, cinse ait türlerden bir şahsa meyletmeye aşk derler.
Bilgelerin
(hakim} bazıları ise “Aşk, ceset bakımından birbirine benzeyen
tabiata yani kendi türüne benzeyen surete doğru nefiste baskın hale
gelmiş/güçlü bir istektir’ demişlerdir. Bazılarına göre ise aşk, şiddetli
birleşme arzusudur. Bu sebeple âşık hangi durumda olursa olsun, ona yakın
başka bir durumu temenni eder. Bundan dolayı şair şöyle demiştir:
Henüz
gönül onu arzularken ona sarılıyorum, kucaklaşmaktan öte yakınlaşmak var mı?
Hasretimin
dinmesi için onun ağzını öpüyorum, ama ona aşkım artıyor.
İki
ruhun birleşmesi dışında, sanki gönlümün aşk ateşi sönmeyecek.
Şüphesiz
bu görüş aşk hakkında söylenenlerin en tercihe şayan olanı ve aşkın hakikatine
işaret eden sözlerin en hoşudur. Biz de bu bahsi aşkın hakikati anlaşılsın ve
sebepleri iyice bilinsin diye açıklamak durumundayız. Ancak mademki “birleşme”
nefisle alakalı şiddetli bir arzu ve ruhla ilgili bir etkidir, öyleyse
nefislerin çeşitlerini, sevilenlerin türlerini, aşkın sebep ve gerekçelerini (illet)
zikretmemiz gerekir. “İllet” kelimesi ile “sebep” kelimesi arasındaki anlam
farkı şudur; illet nefsin tabiatında yer alır, sebep ise onun
dışındadır. Bunun geniş izahını bu bölümden sonra yapacağız.
Ey
kardeşim! Bil ki, bilge ve filozofların söylediği gibi madem insan bedeninde
(cesede bürünmüş) üç çeşit nefis vardır, öyleyse sevilenler (maşûk) de
üç çeşittir. Birincisi, bitkisel (nebatî) nefis olup bunun aşkı yiyecek,
içecek ve üreme arzusu gibi şeylerdir. İkincisi, hayvansal nefis olup
bunun aşkı öfke, düşmanına ve etrafına galip gelme hevesi, baş olma sevdası
gibi şeylerdir. Üçüncü ve en yücesi, insana özel olan nefs-i nâtıka, yani
düşünen nefistir. Bunun aşkı ise marifet ve fazilet kazanma sevgisidir.
Allah
seni ve bizi katından bir ruh ile desteklesin! Kardeşim! Bil ki, saydığımız bu
üç türden birini kendisinde bulundurmayan veya az ya da çok hepsinden bir parça
nasiplenmeyen hiçbir insan yoktur. Bunun nedeni şudur: Daha önce “Ahlak
Risalesi”[5]
ve “Spermin Düştüğü Yer Risalesi”[6]
adlı risâlelerde de açıkladığımız üzere nefisler fiilleri, huyları ve
bilgilerini ortaya koyma hususunda bedenlerin mizaçlarına bilhassa bu mizaçta
hâkim olan veya ana madenin yapısında en güçlü şekilde bulunan özelliklere
bağlıdırlar. Böyle olunca doğumu esnasında Ay veya Zühre ve Zühal’in etkilediği
insanın karakterinde şehvanî nefs’in yiyecek ve içeceklerle bunları
toplama, biriktirme ve saklamaya yönelik kuvveti ağır basar. Eğer insan doğumu
esnasında Merih ve Zühre ya da Ay’ın etkisinde kalırsa karakterinde cinsel
birleşme ve cinsel eylemlere yönelik şehvet egemen olur. Güneş ve Merih’in
hâkim olduğu dönemde doğan insanın karakterinde ezme, egemenlik kurma ve başkan
olma arzusuna yönelik kızgın nefsin (nefs-i gazabiyye) şehveti galip olur.
Güneş Merkür (Utarid) ve Jüpiter (Müşterî)’in etkili olduğu dönemde dünyaya
gelen kişinin karakterinde bilgi ve kültüre, erdemleri elde etmeye ve adaletli
olmaya yönelik olan düşünen nefsin(nefs-i natıka) şehvetleri baskın olur.
“Spermin
Düştüğü Yer Risalesinde bu gök cisimlerinin etkilerinin
ceninin yapısında ve çocuğun karakterinde nasıl yer ettiğini açıklamıştık.
Aynı şekilde “Ahlak Risalesinde[7]
de insanın bu tabiatları ve söz konusu tabiatlardaki huyları kabul etmeye,
onlara elverişli hale gelmeye ya da bunun aksi bir duruma nasıl alıştığını
açıkladık. Belirtmemiz gereken bu hususları dile getirdiğimize göre şimdi
filozoflardan birinin “Aşk şiddetli bir birleşme özlemi ve arzusudur’
şeklindeki sözünün açıklamasına dönelim. Bize göre birleşme rûhânî durumlara ve
nefsânî hâllere ait bir özelliktir. Çünkü cismânî durumlarda birleşme mümkün
olmaz. Cismânî durumlar için sadece yan yana gelme, karışma ve birbirine temas
etme söz konusu olabilir. Birleşmeye gelince, bu bölümlerde açıklayacağımız
üzere nefsânî durumlar içinde gerçekleşebilir.
Ey
kardeşim! Bil ki, aşkın başlangıcı ve temeli bir bakış yahut diğerlerini
bırakıp yalnız bir şahsa yönelmektir. Böylece aşk, sanki toprağa atılan bir
tane, henüz yeni dikilmiş bir fidan yahut rahime yeni düşmüş taze embriyo gibi
bir şey olur. Bundan sonra gerçekleşen sevgiliye bakışlar ve onunla geçen
zamanların hepsi bu yeni dikilmiş aşk fidanını sulamak mesabesindedir. Günler geçtikçe
aşk, bir ağaç yahut cenin oluncaya kadar gelişir ve büyür. Bu esnada âşığın
bütün maksadı ve gayreti sevgilisine yaklaşmaya çalışmaktır. Eğer bunu
başarırsa o zaman sevgilisiyle yalnız kalmayı ve onunla sohbet etmeyi temenni
eder. Ancak bütün bu hâllerin hiçbiri onun sevgilisine duyduğu şevki ve arzuyu
azaltmaz, aksine artırır ve yoğunlaştırır.
Henüz
gönül onu arzularken ona sarılıyorum, kucaklaşmaktan öte yakınlaşmak var mı?
Hasretimin
dinmesi için onu öpüyorum, ama ona aşkım artıyor.
İki
ruhun birleşmesi dışında, sanki gönlümün aşk ateşi sönmeyecek.
Sonra
bil ki, hayatın ruhu nemli bir buhardır. Bu buhar rutubetten ve kandan çıkar,
bütün bedende doğar ve gelişir, bedenin ve vücudun canlılığı bundan kaynaklanır.
Bu ruhun maddesi kalpteki yapısal harâreti rahatlatmak için sürekli olarak teneffüs
ile içe çekilen havadan kaynaklanır. Âşık ile maşûk kucaklaştıklarında, öpüştüklerinde
birbirlerinin ağızlarının suyunu emip yuttuklarında bu sıvılar midelerine
girerek burada mevcut olan rutubetlerle karışır ve bu karışım oradan
karaciğerin özüne ulaşır, burada kanın unsurlarıyla karışır, damarlar
aracılığıyla bedenin bütün uç noktalarına kadar yayılır, bedenin bütün
parçalarıyla karışarak ete, kana, yağa, damara, sinire ve bunlara benzer diğer
bedensel unsurlara dönüşür.
Yine
buna benzer bir şekilde âşıklardan her birinin nefesi diğerinin yüzüne değdiğinde
bu nefeslerden sahibinin ruhuna ait bir esinti çıkarak havanın unsurlarıyla
karışır. Bu karışımı teneffüs ettiklerinde nefes yollarına dolan hava ile
birlikte onun içinde bulunan ve maşûkunun ruhundan kopan esintinin parçalarını
da içine almış olur. Bu parçaların bir kısmı onun dimağının ön kısmına kadar
ulaşır ve bunlar ışığın billurun yapısında yayıldığı gibi yayılır. Bu ruh
esintisi solunumu durumundan her iki âşık da lezzet alırlar. Solunan bu havanın
bir bölümü de göğüsteki akciğerlere, oradan kalbe ve nabızla birlikte bütün
atar damarlar yoluyla vücudun her bölgesine yayılır. Oralarda et, kan ve
benzeri vücut maddeleriyle karışır. Sonuçta âşıklardan birinin vücudundan kopup
ayrılan şey diğerinin, onunki de berikinin vücuduna yerleşmiş olur. Böylece
çeşitler (türler) meydana gelir. Bu karışmaların oluşturduğu karakterlerden
karışım çeşitleri, bu karışım çeşitlerinden de karakter çeşitleri meydana
gelir. Bütün bunlar bedenlerin karakterlerine göre olup biter.
Nefis,
ahlâk ve fiillerini ortaya koymada bedenin mizacına uyar. Zira cesedin mizacı,
bedenin organları ve eklemleri hikmet sahibi Yaratıcı için ahlâk ve fiillerini
gösteren alet ve araçlar gibidir. İşte bu zikrettiğimiz sebep ve ilintilerden
dolayı sevgililer arasında aşk ve sevgi meydana gelip devam eden günlerde
gelişir. Güçlendikten sonra sevginin bozulması ve değişmesi uzun açıklamalar
gerektiren bir takım sebeplerden kaynaklanır. Ancak biz öncelikle kişinin
diğerlerini bırakıp da birine âşık olmasının sebebinden bahsedeceğiz. Biz şöyle
diyoruz: Bunun sebebi doğumları esnasında sevgililerin burçlarının benzerliği
veya birbirleriyle uzlaşmasıdır. O çok çeşitli olmasına karşın biz burada diğer
sebeplere delil olması için bir kısmını zikredeceğiz. Onlardan biri
sevgililerin doğumunun bir yıldızın aynı burcu veya iki burcunda, eşleşen iki
burcun üçgen gibi iki tarafta uyumlu veya doğumlarının eşit, gündüz saatlerinin
uyumlu olması gibi uzun açıklamalar gerektiren hususlardır. Bahsettiğimiz
şeylerin hakikatini insanların doğumları hakkında uzman olanlar daha iyi anlar.
Uzun
zaman geçtikten sonra aşkın değişmesi, insanların doğum yıllarındaki dönüşümler
veya doğuş derecesinin hareketlenmesi, burçlar ve vecihlerin hadlerinde
gezinmesi sebebiyledir. Böylece gelecek yıllarda intihaların burçlarındaki
yıldızların parıltılarının gezinmesidir.
Ey
kardeşim! Bil ki, ay yörüngesinin altındaki bütün varlıkların hâlleri göksel
cisimlerin hareketlerine bağlıdır. Bunu “Tabiatın Mahiyeti Risalesi”[8],
“Devirler ve Küresel Dönüşler Risalesi”[9]
ve “Rûhânî Fiiller Risalesi”nde[10]
açıklamıştık.
Bölüm
Âşık
Olunan Şeylerin Çeşitliliğindeki Sebeplerin Mahiyetine Dair
Ey
kardeşim! Bil ki, insanların çoğu yanlış algıyla yalnız güzel şeylere âşık
olunduğunu zannederler. Hâlbuki iş onların sandığı gibi değildir. Bu hususta
darb-ı mesel (atasözü) olarak söylendiği üzere, “ Gerçekte güzel olmadığı
hâlde nice güzel görünenler vardır” Ancak bu durumun yani güzel olmasa da
birini sevmenin sebebi seven ve sevilen arasında meydana gelen uyuşmalardır.
Seven ve sevileni birbirine bağlayan ortak noktaların sayısı ancak Allah’ın
bilebileceği kadar çoktur. Biz diğerlerine delil olması için onlardan birkaçını
zikredeceğiz. Bunlardan biri bileşik şeylerin parçaları arasındaki ilişkiler
sebebiyle meydana gelen uzlaşmalardır. Mesela duyu organları ile onların
algıladığı şeyler arasındaki ilişkiler bunlardandır. Bundan dolayıdır ki, görme
kuvveti ancak renkler ve şekilleri arzular. Daha üstün bir özelliği olmadığı
sürece onları güzel görür. Duyması da böyledir. O, daha üstünü olmadıkça sadece
lezzet aldığı sesler ve nameleri arzular. Biz bu konuyu “Musiki Risâlesi”nde[11]
açıklamıştık.
Dış
dünyada duyular ve algılar arasındaki üstün ilişki olduğu sürece her bir duyu
kendi algıladıklarına âşık olur, onları güzel görür ve onlardan lezzet alır.
Diğer duyular da bu kıyasa göredir. Duyular ve algıların mizaç bileşimleri çok
çeşitli ve değişkendir. Onlar tek bir hâlde kalmadığı sürece duyuların algıları
algılamadaki gücü de çeşitli ve değişken olur. Bu sebeple sen bir insan veya
canlının yenilen, içilen, koklanan ve duyulan şeyden lezzet alırken diğerinin
öyle olmadığını görürsün. Belki diğeri onu kötü görüp ondan acı duyar. O nun
bir dönem onu güzel görüp ondan lezzet aldığını, başka bir dönemde onu hoş
görmeyip ondan acı duyduğunu tespit edersin. Bunların hepsi yapıların
farklılığı ve mizaçların çeşitliliği ona sunulan, nefret edilen ve ilgilenilen
şeylere göredir. Onun açıklaması uzundur.
Ey
kardeşim! Bil ki, ilahi hikmet ve Rabbânî yardım (inayet) varlıkları
bazı yönlerden birbirlerine bağlamış ve onları bir düzen ile tanzim etmiştir.
Bunun nedeni şudur: Varlıkların bir kısmı sebep (illet) diğer bir kısmı
sonuçtur (ma ’lûl), yine bir kısmı ilkler diğerleri ikincillerdir. İlahî
hikmet ve yardım (inayet) sonuçların (ma’lûlât) tabiatına
sebeplerine doğru bir yöneliş ve özlem koymuştur. Anne babaların çocuklarına,
küçüklerin büyüklerin küçüklere, güçlülerin zayıflara karşı var olan duyguları
gibi sebeplerine yönelik bir şefkat, merhamet ve özlem duydukları gibi
varlıklar da sebeplerine ihtiyaç duyarlar. Çünkü zayıflar güçlülerin yardımına,
küçükler de büyüklerin yardımına şiddetle muhtaçtırlar. Kureyş’in reisi ve
bilgesine Kisra’nın sorduğu, “Hangi çocuğunu daha çok seviyorsun?” sorusuna
onun verdiği şu cevap buna örnektir: “Büyüyünceye kadar onların küçük olanı,
iyileşinceye kadar hasta olanı ve dönüp gelinceye kadar uzakta olanını daha çok
seviyorum.”
Bölüm
Sonra
bil ki, bebekler ve çocuklar anne-babalarının terbiyesine (eğitim ve bakımına)
ihtiyaç duymayacak hâle gelince bundan sonra da tamlık ve kemâle ulaşmaları
için hocaların onlara bilim ve sanatları öğretmelerine muhtaçtırlar. Bu nedenle
olgun erkeklerde, çocuklara ve gençlere yönelik bir ilgi ve sevgi vardır. Bu
ilgi ve sevgi onların çocuk ve gençleri amaçlarına ulaştırmak için terbiye
etme, eğitme ve olgunlaştırmada bir etken olmaları içindir. Farslar, İraklılar,
Şamlılar, Rumlar gibi bilim, sanat, edebiyat ve matematik aşkıyla dolu milletlerin
tabiatında bu özellik mevcuttur. Ancak Kürtler, bedevi Araplar, zenciler ve
Türkler gibi bilim, sanat ve edebiyatla pek uğraşmayan milletlerde ise bu
özelliğe az rastlanır. Bunların tabiatlarında eşcinselliğe rağbet yoktur.
Kadınların
erkeklere yönelik sevgi ve aşklarına gelince; zâten çiftleşme özelliği taşıyan
bütün canlıların tabiatında bu mevcuttur. Çünkü bu özelliğin onların yapısına
konulması sayesinde onlar bir araya gelme ve çiftleşmeye davet edilmiş olurlar.
Böylece onların üremeleri sağlanır. Bunlardan maksat neslin devamının
sağlanması, heyûlâda(madde) suretin cins ve türüyle muhafaza edilmesidir. Çünkü
şahıslar sürekli bir akış içindedirler. Bütün bunların amacı, akıl
sahiplerinin çoğunun düşüncelerinden uzaktır. “İlkeler (el-Mebâdi)” ve “Yeniden
Diriliş (el-Bas)” Risâleleri’nde bunu açıklamıştık.
Bölüm
Sevilenlerin
Türleri ve Bunlardaki Hikmete Dair
Ey
kardeşim! Allah seni ve bizi katından bir ruhla desteklesin! Bil ki, sevgi
çeşitlidir. Sevilen şeyler de sayısını Allah’tan başkasının bilemeyeceği kadar
çoktur. Biz burada diğerleri için delil olması gayesiyle onlardan sadece bir
kısmını zikredeceğiz. Sevilen şeylerden biri neslin devamını sağladığı için
canlıların çiftleşme, evlenme ve cinsel birleşmeyi sevmeleridir. Bir diğeri
anne-babaların çocuklarına yönelik sevgileri, küçüklere sevgiyle bağlanmaları,
onları besleyip büyüterek yetiştirmeleri ve onlara şefkat göstermeleridir.
Sanki bu sevgi küçüklerin büyüklere muhtaç olmalarından dolayı onların
tabiatlarına yaratılışta yerleştirilmiş ve ruhlarına işlemiştir. Başkanların
baş olmayı sevmeleri, hırsla onun peşinden koşmaları, başkanı oldukları
kişileri koruyup kollamaları, gözetmeleri ve onlara şefkat göstermeleri,
övülme, yüceltilme ve teşekkür edilmeği sevmeleri de bunlardandır. Sanki bu
özellikler yaratılışta onların tabiatlarına yerleştirilmiş ve ruhlarına
işlemiştir. Bir diğer sevgi türü sanatçıların sanatlarını sergilemeğe yönelik
sevgileri ve onu tamamlamadaki hırsları, onu öğrenme ve uygulamadaki şiddetli
arzularıdır. Sanki bu sevgi onların sanatlara şiddetle arzu duymalarından
dolayı onların tabiatlarına yaratılışta yerleştirilmiş ve ruhlarına işlemiştir.
Ticaret erbabının ticaretlerine yönelik sevgileri ve dünyayı arzulayanların
arzuları, onu toplama, biriktirme ve saklamaya yönelik hırsları, yeryüzünü imar
etme, daha mükemmel araç-gereç üretme, onları biriktirip saklama sevgisi de bu
kabildendir. Kendilerinden başkalarına ve daha sonra gelecek nesillere de
bunlarda yarar olduğu için sanki bu sevgi yaratılışta onların tabiatlarına
yerleştirilmiş ve ruhlarına işlemiştir. Âlimler ve bilgelerin bilgi üretme,
edebî eserler ortaya koyma, matematiği öğretme, kapalılıkları araştırıp
bulguları test etme, bilgileri kitaplara yazarak nesilden nesile ve yüzyıldan
yüzyıla aktarmaya yönelik sevgileri de bunlardandır. Bunda ruhları ihya,
huyları ıslah, hem din hem de dünyanın yararı olduğu için sanki bu sevgi
yaratılışta onların tabiatlarına yerleştirilmiş ve ruhlarına işlemiştir. Diğer
bir sevgi türü iyi olma ve iyilik yapmaya, bunlar hakkında söylenen övgü ve
yüceltme sözlerine duyulan sevgidir. Bu hususlarda güzel ahlâka teşvik söz
konusu olduğu için sanki bu sevgi onlarına yaratılışta tabiatlarına
yerleştirilmiş ve ruhlarına işlemiştir. İnsanın hemcinsine yönelik sevgisi, aşk
denen şey, âşıkların kendileri ve âşık olduklarının (maşûkât)
durumlarıyla ilgili tasvirleri, gönüllerinde hissettikleri düşünce, sıkıntı,
üzüntü, neşe, sevinç ve coşkular, bu konuda dile getirdikleri güzel huy ve
övülen davranış biçimleri, yerdikleri kötü huy ve rezaletler de bu tür
sevgilerdendir. Bilgeler şöyle demiştir: “ Yaratılışta aşk olmasaydı bütün
bu faziletler gizli kalır, ortaya çıkamaz ve bu rezaletler de anlaşılamazdı” Söylediğimiz
bu şeylerden açıkça anlaşılmaktadır ki, sevgi ve aşk varlığın tabiatında ortaya
çıkan bir fazilet, büyük bir hikmet, ilginç bir ruhsal özelliktir. Yüce
Allah’ın yarattıklarının içine onu yerleştirmesi onlara bir ihsanı ve onların
yararına olan şeylerdeki desteğidir. Onlara kendini tanıtıcı bir rehberlik ve
emirlerini daha çok yerine getirmeğe bir teşviktir.
Kardeşim!
Bil ki, ruhların sevdiği ve âşık olduğu şeyler çeşitlidir. Bunlar ilimlerdeki
mertebeler ve marifetteki derecelere göredir. Nitekim şehvanî nefse baş olma,
üstün gelme, ezme sevgisi uygun değildir. Hayvânî nefse de ilim, marifet ve
faziletleri kazanma sevgisi uygun olmaz. Melekî nefse de bedenlerin sevgisi,
et ve kemikten oluşan bedenlerle beraber olma sevgisi uygun düşmez. Aksine
melekî nefse uygun olan; bedenlerden ayrılma, semanın melekûtuna yükselme,
felekler uzayının genişliğinde yüzme, Kur'anda zikredilen “ravh” ve “reyhan’ın
kokusuna ve esintisine kavuşma sevgisidir.
Bu
nefis mertebeleri ve onlara uygun olan sevgililer (maşûkât) hakkında
zikrettiğimiz şeylerden dolayı kendi cinsleri, kendisine benzeyen sevgililer
ve maşûklar dışında başka bir varlığa sevgi duyan, âşık olan ve özlemle yanıp
tutuşan bir ruh bulamaz ve göremezsin. Çocuklar ve zihinsel özürlü insanların
ruhları bu duruma örnektir. Çünkü onlar nefislerinin mertebesiyle uyuşan süslü
heykel şeklindeki oyuncaklardan başka bir şeyi sevmez ve âşık olmazlar.
Akılları başlarına gelip bilgi sahibi oldukları ve eğitim aldıkları zaman
ilgileri daha üst düzeye çıkar. Onların ruhları önceden uğraştıklarından daha
gerçekçi başka şeylerle meşgul olur. Onların meşgul oldukları şey güzellikler
ve şekillerin görüntüsüdür. İnsanlar ve hayvanlara ait etten oluşan bedenler ve
şekillerdeki süstür. Akıllı ve ergen insanların çoğu için bunlar onlardaki
sevilen, rağbet edilen, arzulanan ve âşıkolunan şeylerdir. Ruhlar İlahî ilimler
ve rabbânî marifetler konusunda eğitildiği zaman et ve kanda mevcut olan bu
çekici heykel ve görünümlerin üzerine çıkarak onlardan daha değerli ve üstün
olan şeylere yükselirler. Bunlar, kurtuluşa ermiş nâtık nefislerin ruhlar
âleminde gördüğü güzellik, değer, kemâl ve cemâl sahibi ruhlara ait
suretlerdir.
Sonra
bil ki, insanların birçoğunun anlayışı bunları tasavvur etmeğe yetmeyince onlar
hakkındaki bilgileri az olur. Onlar et, kan ve irinden oluşan bu bedensel,
şekilse! olan hayal ve görüntülerle yetinirler. Onunla tatmin olur ve onda
rahata ererler. Yüce Allah’ın şu âyette buyurduğu gibi ruhlarındaki
yetersizlikten dolayı bunlarla ebedî olarak birlikte olmak isterler. “Şüphesiz
bize kavuşacağını ummayan ve dünya hayatına razı olup onunla yetinerek tatmin
olan kimseler ile âyetlerimizden gafil olanlar...”'[12]
Kuran-ı Kerimde bu mealde birçok âyet vardır.
Ey
kardeşim! Sonra bil ki, varlıkların tabiatında ve ruhların yapısında mükemmel
olarak en üst düzeyde bâkî ve ebedî yaşama sevgisi yerleşik bir şekilde
mevcuttur. Şehvetli (şehvanî) nefsin hâllerinin en tamı bir engelle
karşılaşmaksızın ve herhangi bir sorun yaşamaksızın kendi varlığının maddesi
olan şehvetleri elde edip lezzetlerden yararlanarak ebedî olarak var olmaktır.
Aynı
şekilde hayvânî nefsin hâllerinin en mükemmeli ise bir engelle karşılaşmaksam
ve herhangi bir sorun yaşamaksızın başkalarına reislik yaparak, kendinin dışındakileri
ezerek ve kendine eziyet edenlerden intikam alarak ebedî bir şekilde var
olmaktır.
Aynı
şekilde düşünen nefsin (nefs-i natıka} hâllerinin en mükemmeli, bir
engelle karşılaşmaksızın ve herhangi bir sorun yaşamaksızın eşyanın
hakikatlerini idrâk edip bunların lezzetlerini alarak sevinç ve neşe içinde
ebedî olarak var olmaktır.
Düşünen
nefisler ilim ve marifetlerden lezzet alırlar. Çünkü bilgilerin suretleri
onların tamamlayıcıları ve onların faziletlerini olgunlaştırıcıdır. Onların
şanı yüce olan Yaratıcıları nezdindeki en yüksek amaç ve hedeflerine
ulaştırıcıdır. Bu hususta Yüce Allah şöyle buyurmuştur: “Muktedir bir
hükümdarın katında doğruluk meclisindedirler.”'3
Sonra
bil ki, bu hâller şehvetli (şehvanî) ve kızgın (gazabî) nefse
uygun değildir. Fakat gaflet ve cehalet uykusundan uyanır, basiret gözü açılır,
kendi âlemini müşahede eder, kendinin başlangıç (mebde) ve sonunu (meâd)
anlar, Rabbine özlem duyar, âşığın sevgilisine duyduğu türden bir iştiyak ve
coşkuyla Yaratıcısına yönelirse bütün bu hâller düşünen nefse yaraşır. Yüce
Allah şu âyetiyle bu duruma işaret etmiştir: ",.. Müminlerin Allaha olan
sevgisi daha güçlü bir sevgidir.. .”[13]
[14]
Yani O’nun dışındaki her sevgiliden daha büyük bir sevgiyle severler.
Sonra
bil ki, her nefis bir şeyi sevdiğinde ona özlem ve iştiyak duyar, onu ister,
her neredeyse ona yönelir ve gözü onun dışında hiçbir şeyi görmez, ondan
başkasına ilgi göstermez. Nitekim şair şöyle söylemiştir:
Bir
tek sevgili seviyorum. Yaşadığım sürece asla onun yerine başkasını istemiyorum.
Eğer
onu elde edebilirsem, zâten amacıma ulaşmış olurum. Şayet elimden kaçarsa
başkasını yâr olarak istemem.
Sonra
bil ki, her kim bir şeyi severse onu özler ve onun için deli divâne olur. Ancak
her ne zaman ona ulaşır, ondan sevdiği şeyleri alır, ihtiyaç duyduğu şekilde
ondan istifade eder ve ona kavuşmanın lezzetine doyarsa bir gün mutlaka ondan
ayrılır, usanır veya ona karşı tutumu değişir. Var olan tatlılık gider,
sevimlilik ve güler yüz kaybolur, özlem ve coşkunun ateşi söner. Sadece Allah’ı
seven müminler ve Ona özlem duyan sâlih kulları bu hâlden müstesnadır. Zira
onlar ebediyete kadar her gün sevdiklerine yakınlaşırlar. Bu yakınlık sonsuza
kadar artarak devam eder. Yüce Allah şu âyette kendisinden başkasını sevenlere
şöyle işaret etmektedir: “İnkâr edenlere gelince; onların amelleri ıssız
bir çöldeki serap gibidir. Susamış kimse onu su sanır. Yanına geldiğinde
hiçbir şey bulamaz. (Tıpkı bunun gibi kâfir de hesap günü amellerinden bir şey
bulamaz)...”[15]
Bu âyetin ardından Yüce Allah kendisini sevenlere iltifat edip hâllerini
zikretmektedir. Sonra onların zikrinden onların sözlerine kinâye yaparak şöyle
buyurmaktadır: “...Ancak Allah’ı yanında bulur da Allah onun hesabını tastamam
görür. Allah hesabı çabuk görendir."[16]
Yani seven katında. Bu cümleden olarak Hz. Musa (a.s.)’dan şu haber rivayet
edilmiştir. O Rabbine seslenerek: “Rabbim! Seni nerede bulabilirim?”
dedi. Yüce Allah cevap olarak “Kalpleri Benim için kırık olanların yanında”
buyurdu. Hz. Peygamber (salla'llâhü aleyhi ve sellem) de şöyle buyurmuştur: “Allah’ı
görüyormuşçasına kulluk (ibadet) et. Zira sen O’nu görmüyorsan da O seni
görüyor."
Sonra
bil ki, Şanı yüce olan Allah’ın velilerinin görmesi, şahısların hayalleri, şekilleri,
cinsleri, türleri, cevherleri, arazları, sıfat ve mevsufları bir mekân ve boyut
içinde görmeleri gibi değildir. Fakat velilerin görmesi bundan daha şerefli ve
üstün bir görme olup her türlü cismânî niteliğin ve maddesel sıfatın
üstündedir. O, nur için nur ile nuru nurda görmektir. Yüce Allah şöyle
buyurmuştur: ‘ Allah göklerin ve yerin nurudur. O’nun nuru, içinde kandil
bulunan ve içi oyuk bir kandil gibidir. Kandil bir sırça içindedir. Bu sırça da
sanki incimsi parlak bir yıldızdır ki, ne doğuya ne batıya nispet edilmeyen bir
zeytin ağacından yakılır.”[17]
Yani şekilsel ve maddesel değildir.
Sonra
bil ki, aşkın nefislerin yapısındaki varlığı, nefsin bedenleri ve onlara ait
güzellikleri çekici bulması, cezbedici sevgilere duyduğu özlemin en üst amacı
onları gaflet uykusu ve cehalet mahmurluğundan uyandırmaktır. Dahası onu
terbiye etmek, üst makamlara çıkarmak, duyulara ait cismânî işlerden akla ait
manevi olanlara ve cisim rütbesinden ruhsal güzelliklere yükseltmektir. Onun
(nefsin) kendi cevherini tanıyabilmesine, kendi unsurunun değerine, âleminin
güzelliklerine ve ulaşacağı yerin iyiliğine bir rehberliktir. Bütün bu
güzellikler ve süsler, eşyanın dış yüzünde ve cisimlerin yüzeylerinde görünen,
arzu uyandıran cezbedici şeylerin bütünü sadece küllî nefsin ilk heyûlâda
şekillendirdiği nakış ve resimlerden ibarettir. Tümel (küllî) nefis bunlarla
şeylerin zahirlerini ve cisimlerin yüzeylerini süslemiştir ki, cüzi nefisler onlara
baktığında bir özlem duysun, onlara iştiyakla yönelsin, onlara bakarak, onları
inceleyip düşünerek ve hâllerini göz önünde bulundurarak onları elde etmeğe
yönelsin. Bütün bunlar şekiller ve güzelliklerin nefislerin zâtında
suretleşmesi ve nefislerin özüne yapışması içindir. Bunun sonucunda bu cismânî
şahıslar duyuların algı alanından kayboldukları zaman âşık olunan ve sevilen
resim ve suretler cüzi nefislerin gözlerinde saf ruhanî suretler olarak
kalırlar. Böylece o, cüzi nefisler yanında sevgilileri kalmış ve onlarla
birleşmiş olurlar. Onların ayrılığından ve yok olmasından ebediyen korkusu
kalmaz.
Bu
anlattıklarımızın delili şudur: Birisi herhangi bir kişiye âşık olur. Sonra
sevgilisiyle arasına bir engel girer veya onu kaybeder veya sevgilinin sevene
ilgisi değişir. Aradan biraz zaman geçtikten sonra âşık sevgilisiyle
karşılaşır. Sevgili eski hâlini kaybetmiş ve değişmiştir. Buna rağmen o kişi
sevgilisini daha önce onun bedeninde gördüğü güzellikler, süsler ve
çekiciliklerle birlikte görmeğe devam eder. Çünkü her ne zaman o eski duruma
dönüp nefsinde bâkî olan o suret ve resimlere baksa; onları yine eski
hâllerinde, değişme ve farklılaşma olmadan yerli yerinde duruyor gibi görür. O
durumda nefis daha önce görmüş olduğu güzellik, suret, resim ve boyaları hiç
değişmemiş bir şekilde kendinde müşahede eder. Nefis daha önce kendi dışında
aradığı şeyi kendi cevherinde bulur. Bu durumda âşık gerçekte sevdiği ve âşık
olduğu şeyin “sevgilim” dediği şahsın üzerinde gördüğü resim ve suretlerden
ibaret olduğunun farkına varır, anlar. Oysa bugün onları nefsine nakşedilmiş,
cevherine işlenmiş, zâtına resmedilmiş olarak değişmeden bâkî olduğunu görür.
Akıllı ve anlayışlı kişi bu anlattıklarımızı düşündüğü zaman gaflet uykusundan
ve cehalet mahmurluğundan uyanır, kendine gelir, kendi cevherini kazanır,
başkalarına muhtaç olmaktan kurtulur. Onun hâli âşığın şu şiirinde anlattığı
duruma benzer:
Daha
önce ben bir yere alışıktım. İnkâr edilemez bir yürek yangını içimi dostlara
özlemle dolduruyordu.
Şimdi
ise gittiğim yerden bir çıkışım yok. Zira kölelerin efendilerden kurtuluşu
yoktur.
Bu
durumda onun ruhu yorgunluklardan, sıkıntılardan ve başkalarıyla beraber
olmanın acılarından kurtulur. Şairlerin şiirlerinde dile getirdikleri ve
hâllerinden şikâyet ettikleri gibi cisimlere âşık olan ve bedenleri sevenlerin
maruz kaldığı hastalıklardan nefis şifa bulur. Bazı şairler şöyle demiştir:
Aşkı
çok lezzetli bulsa bile dünyada âşıktan daha zavallı kimse yoktur.
Her
zaman onu ağlarken görürsün. Ziraya ayrılıktan korkar ya da özlem yüreğini
yakar.
Uzakta
olursa ona hasretinden ağlar. Yanında olursa ayrılık korkusundan ağlar. Bu
durumda uzaklaşınca da yakınlaşınca da gözü kararır.
Bölüm
Sonra
bil ki, herhangi bir şahsa âşık olan, bu sıkıntıları yaşayan, bütün bu hâllerle
karşılaşan, sonra teselli olması ve aklı başına gelmesi için nefsi gaflet
uykusundan uyanmayan veya bunları unutup ikinci bir şahsa âşık olan kişinin
nefsi elbette körlüğe batmış ve cehalet içinde sarhoş olmuştur. Bu konuda şair
şöyle demiştir:
Adamlar
aşk körlüğünden kurtuldular
Senin
cahilliğinin geçmediğini görüyorum.
Sonra
bil ki, insanların havâs (özel/üstün) ve avâm (sıradan)’ı vardır.
Avâm, olan insanlar güzel bir şey veya süslü bir kişi gördükleri zaman
nefisleri ona bakmaya ve yakın olmaya, onu düşünmeye can atan kişilerdir.
Havâsa gelince; onlar, muhkem bir sanat veya süslü bir şahıs gördükleri zaman
nefisleri onu meydana getiren hikmetli zâta, onu yaratan ilim sahibine, onu
şekillendiren merhametli zâta özlemle yönelen, ona bağlanan ve onda huzur bulan
kişilerdir ki, bunlar ürettikleri şeylerde ona benzemeye sözlü, fiilî, İlmî ve
amelî her türlü işlerinde onu örnek almaya çabalarlar.
Sonra
bil ki, eksik nefisler gayret açısından zayıftırlar. Dünya hayatının nimetinden
başka bir şeye gönül vermez, sadece orada ebedi yaşamayı arzu ederler. Çünkü
onlar ondan başkasını bilmez ve düşünmezler. Ancak şerefli ve razı olunmuş nefse
gelince o dünyaya rağbete tenezzül etmez, aksine ondan yüz çevirir, âhireti
ister ve onu arzular, hemcinslerine ve kendisine benzeyen meleklere kavuşmayı
temenni eder. Semanın melekûtuna yükselmeyi ve felekler uzayının genişliğinde
seyahat etmeği özler. Fakat bu “Öldükten Sonra Diriliş ve Kıyamet
Risalesinde belirttiğimiz üzere ancak bedenden ayrıldıktan sonra ve belirli
şartlarla mümkün olur.
Sonra
bil ki, bilgelerin nefisleri fiilleri, marifetleri ve ahlâklarında tümel
(küllî)felekî nefse benzemeğe gayret eder, ona katılmayı arzu ederler. Tümel (küllî)
nefis de aynen böyledir. O da felekleri idare edişinde, yıldızları hareket ettirişinde
ve kâinatı yaratmada Yaratıcıya benzeme gayreti içinde olur. Bütün bunları
Yaratıcısına itaat, O’na kulluk olsun diye ve O’na duyduğu özlem nedeniyle
yapar. Bu nedenle bilgeler şöyle demiştir: Şüphesiz Allah ilk maşûktur. Felek
sadece O na duyduğu özlemden dolayı, en tama hâller, en mükemmel gayeler, en
üstün sonlar üzere sürüp gidecek olan devamlılık ve beka sevgisiyle döner.
Sonra
bil ki, tümel (küllî) nefsin feleği döndürmesi ve yıldızları yürütmesindeki
etken; dillerin ifadede aciz kaldığı ve sadece özetini verebildiği ruhlar
âlemindeki bu güzellikler, faziletler, lezzetler ve sevinçleri ortaya koyma
özlemidir. Nitekim Yüce Allah şöyle buyurmuştur: “Orada nefislerin arzu
ettikleri ve gözlerin hoşlandıkları bulunur.”'*
Sonra
bil ki, bütün bu güzellikler, faziletler ve hayırların hepsi sadece Allah’ın
feyzinden olup Allah’ın tümel (küllî) aklı aydınlatması, bu nurun küllî akıldan
küllî nefse ve küllî nefisten maddeye (heyûlâ) yansımasından kaynaklanmaktadır.
Heyûlâ (madde) feleğin çevresinden yerin merkezinin sonuna kadar uzanan
alanda mevcut olan cisimler ve şahısların zâhirleri üzerinde bulunan cisimler
âlemindeki cüzi nefisleri görünür hâle getiren surettir.
Sonra
bil ki, başından sonuna kadar bu nurlar ve güzelliklerin hareketi dolunaylı bir
gecede aydınlık ve ışığın ayın cevherinin cisminden çıkarak havaya yayılması
gibidir.
Sonra
bil ki, bu nurların ve güzelliklerin başından sonuna kadar yayılmasının/
sirayetinin örneği, dolunaylı bir gecedeki ışık ve aydınlığın ayın cevherinin
cisminden çıkarak havada, güneşten doğarak ayın cisminin üzerinde, tümel (küllî)
nefsin aydınlatmasından doğarak güneşin ve diğer yıldızların tümünün üzerinde,
tümel akıldan doğarak nefsi küllî üzerinde ve Yaratıcının feyzi ve
aydınlatmasından doğarak aklı küllî üzerinde yayılmasıdır. Nitekim Yüce Allah “Allah
göklerin ve yerin nurudur”[18]
[19]
buyurmuştur.
Belirttiğimiz
bu hususlar ile Allah’ın ilk sevgili (maşûk) olduğu, bütün varlıkların
ona özlem duyup yöneldiği ve her işin ona döndüğü açıkça ortaya çıkmıştır. Zira
bütün varlıklar; varlıklarını, içinde bulundukları durumu, varlıklarını
sürdürmelerini ve en iyi hâle gelmesini O’na borçludurlar. Çünkü mutlak varlık
O’dur. Sonsuza kadar var olma (beka) ve ebedîlik de tamlık, mükemmellik
ve eksiksizlik de O’na aittir. Yüce Allah zalimlerin ve cahillerin
söylediklerinden çok yücedir. Ey kardeşim! Allah dost (veli) ve seçkin
kullarına vaat ettiği gibi seni ona ulaştırsın ve nurunu tamamlasın! Nitekim
Yüce Allah şöyle buyuruyor: “Kıyamet gününde, erkek ve kadın tüm müminlerin nurları
önlerinden ve sağlarından gider, işte o inananlar diyecekler ki: “Ey Rabbimiz!
Nurumuzu tastamam yap, bağışla bizi. Şüphesiz sen her şeye kadirsin.»”[20]
Allah seni, bizleri ve bütün değerli kardeşlerimizi sapasağlam yolda
yürümeğe muvaffak kılsın, seni, bizleri ve bütün değerli kardeşlerimizi
doğruluk ve olgunluk yoluna iletsin. Şüphesiz ki o, kullarına karşı çok
şefkatli ve merhametlidir.
“Aşkın
Mahiyeti Risalesi” burada sona ermiştir, bunun devamında “Öldükten
Sonra Diriliş ve Kıyamet Risalesi”[21]
vardır.
Aklî
Nefsânîlerin/Nefis ve Akla Dair Olan Şeylerin
(en-Nefsânîyyâtul-akliyyât) Yedinci -İhvân-ı Safâ Risâleleri’nin
Otuz SekizinciRisâlesi: Öldükten Sonra Diriliş ve
Kıyâmete Dair[22]
Rahman
ve Rahim Olan Allah’ın adıyla!
A |
llah’a
Hamd ve onun seçilmiş kullarına selam olsun. “Allah mı daha hayırlıdır yoksa
Ona ortak koştukları varlıklar mı?”[23]
Ey
kardeş bilmiş ol ki, biz aşkın mahiyeti ve nefislerin muhabbetine dair, en üstün,
en güzel, en mükemmel, en estetik, en noksansız ve en devamlı olan hususları
açıklamayı bitirdik. Şimdi bu risâlede öldükten sonra dirilmenin, kıyametin ve
miracın niteliğini açıklamak istiyor ve diyoruz ki:
Allah
seni ve bizi katından bir ruhla desteklesin! Bilmiş ol ki, ilimler çoktur ve
hepsi de üstün ve değerlidir. Onların bilinmesi insana üstün güç (izzet) verir,
tahsil edilmeleri ise insanı felaketten kurtarır. Onları elde etmek nefisler
için hayat ve kalpler için rahatlık verir. Onları öğrenmek doğru yola ve
rehberliğe ulaştırıp cehâlet karanlıklarından kurtarır, hem dinin ve hem de
dünyanın yararına olur. Ancak ilimlerin bir kısmı diğerinden daha üstündür.
Onları öğrenenler arasında da üstünlük farkı vardır. Buna göre bilginlerin en
üstünü din ve tasavvuf (verâ) konusunda bilgi sahibi olanlardır. Zira bunlar,
ahiret konusunda taklit ve rivayete değil kesin bilgi ve basirete sahiptirler.
Ey
kardeş! Allah seni ve bizi katından bir ruhla desteklesin! Bilmiş ol ki, gözle
görülmediği için, ahiretin hakikatini kavramak ve insanların sonuçta varacağı
yeri (meâd) bilmek, şeytana ve onun inkârcı zürriyetlerine kapalı kalmıştır.
Aynı şekilde, (delilsiz olarak sadece) dilleriyle tekrar (ikrar) eden
taklitçiler de, ahiret, öldükten sonra dirilme, kıyamet, yeniden yaratılma ve
haşredilme, hesaba çekilme, yaptıkları işlerin teraziye vurulması (mîzân),
sırat köprüsü ve orada, dünyada iken iyilik yapmışsa ödüllendirilme, kötülük
yapmışsa cezaya çarptırılma şeklinde yaptıklarının sonucunu görme gibi
hususların gerçek mahiyetini bilemezler. Çünkü bu bilgi, özlerin özü ve
başkalarına değil, sadece Allah’ın dostlarına (evliyâullah) özgü bir sırdır.
Zira Allah dostları, seçilmiş hayırlı kimselerdir, onların şahsiyetleri
ebediyet yurdunu sürekli hatıra tutacak şekilde arı durudur.[24]
Biz, değeri üstün olan bu risâlede, Aziz ve Çelil olan Allah’ı isteyenler ve
ahiret yurdunu arayanlar için, rumuzlu işaretlerle ve getirilmiş örneklerle bu
ilimin bir kısmına işaret etmek istiyoruz. Çünkü bu ilmin gerçek mahiyetini
bildirmek açıklanamayacak kadar zor, fikirlerle düşünülmekten ve algılarla
hayal etmekten uzaktı. O bilgiyi ancak arınmış nefisler, temiz ruhlar, bilinçli
kalpler ve duyarlı kulaklar algılayabilir. Fakat bu ilme dair açıklamayı
yapmadan önce, nefsi, ruhu, onların gerçek durumlarını, mahiyetlerini ve
fonksiyonlarını açıklamaya ihtiyaç duymaktayız. Zira ahiretin hakikatini ve
işlerin en sonunda varacağı yerin (meâd) durumunu bilmek yeniden diriliş ve
kıyameti; nefis ve ruhu bilmekten sonradır. Bunun bir başka sebebi de şudur:
Bir grup İslâm bilgini, ilimlerle (ulûm), kelamla ve cedelle ilgilenir, ancak
nefsin durumunu ve varlığını inkâr eder, ruhun hakikatinden ve onun durumlarına
dair fonksiyonlarından bilgisiz kalırlar. Bu sebeple öncelikle nefsin
varlığına, özünün (cevher) mahiyetine ve fonksiyonlarına dair nakil
yoluyla, haberler kanalıyla, rivâyetlerde yer alan bilgilerle ve peygamberlere
indirilmiş olan kitaplarda yer alan verilerle delil getirmek istiyoruz. Daha
sonra da aklî-felsefî kanıtlar zikredeceğiz. Çünkü bu bilginlerin bu konularda
tartışma yapanları, nefislerinde şüpheler ve kalplerinde kuşkular bulunduğu
için, sadece nakil ve rivayetlerle yetinmez ve bu kanallarla gelen bilgiler
onları ikna etmez. Aksine onlar, aklî deliller ve felsefî kanıtlar isterler. O
halde diyoruz ki:
Ey
kardeş! Allah seni ve bizi katından bir ruhla desteklesin! Bilmiş ol ki, hukemâ
ve filozoflar, kitap ve notlarında “nefısler’i çok zikrettiler, öğrencilerini
ve evlatlarını nefsin ilmini (psikoloji) ve nefsin cevherini öğrenmeye teşvik
ettiler. Zira psikoloji ilmini ve nefsin cevherini bilmek, rûhânî şeylerin
başlangıç ve sonuç bakımından gerçek mahiyetlerini, Aziz ve Çelil olan Yüce
Yaratıcıyı (Bârî Teâlâ), meleklerini bilmeyi, özellikle de, yeniden dirilme,
kıyametin, öldükten sonra kabirlerden çıkma (neşr), bir meydanda toplanma
(haşr), hesap, ceza, iyilerin sevap ve kötülerin azap görmesinin gerçek
mahiyetini bilmeyi sağlayacaktır.
Buna
göre, nefsini tanımayan, zâtını, nefis ve ceset arasında ne fark olduğunu bilmeyen
her insan, sonunun nereye varacağını ve ahiretin gerçek mahiyetini unutarak,
gayretini, cesedin durumunu düzeltmeye ve bedenin, yaşama zevki, dünya nimetlerinden
yararlanma ve dünyada ebedi kalma gibi faydalarını sağlamaya yöneltecektir!
İnsan, nefsini ve onun cevherinin gerçek mahiyetini tanıdığı zaman genelde onun
gayreti, nefsinin durumuyla, düşüncesi de durumunu düzeltmeyle, öldükten sonra
durumunun nasıl olacağıyla, varacağı son durumu kesin olarak bilmeyle,
dünyadan ahirete doğru yapacağı yolculuğa hazırlanmayla, ahiret için azık
edinmeyle, hayırlı işlere koşmayla, tövbeyle, şerden, çirkin şeylerden ve
günahlardan kaçınmayla alakalı olur.
Bunu
yaptığı zaman, ölüm korkusu ondan gider ve çoğu kere Allah’a kavuşmayı temenni
eder. Allah’a kavuşmayı temenni etmek, Allah dostlarının ve O’nun sâlih
kullarının niteliğidir. Nitekim Yüce Allah, insanları dışlayarak sadece
kendilerinin Allah’ın dostları olduklarını iddia eden Yahudileri azarlarken
Kur’ân-ı Kerimde Peygamber i Hz. Muhammed’in diliyle Allah’a kavuşmayı temenni
etme meselesini zikretmiş ve “Eğer söylediğiniz doğru ise haydi ölümü
temenni edin bakayım”[25]
diyerek onlara işaret etmiştir. Yani, ey Yahudiler! İnsanları dışlayarak
sadece kendinizin Allah’ın dostları olduğunu iddia ediyorsunuz, halbuki
Allah’ın dostları, O’nun kendilerine vaat ettiği şeyleri ve onlar için
hazırladığı esenliği ve hoş geldin karşılamasını hatırladıkları zaman (bunlara
bir an önce kavuşmak için) ölümü temenni ederler, şayet siz de Allah’ın
dostları iseniz ölümü temenni edin. Övgüsü yüce olan Allah bu konuda şöyle
buyurmuştur: “Allaha kavuşacakları gün, (müminlere) hoş geldin karşılaması
olarak ‘selâm sizlerefne mutlu size, girin cennete) denilecek. (Çünkü Allah),
onlara muhteşem bir ödül hazırlamıştır!”[26],
“Allah’ın lütfedip kendilerine bağışladığı(şehitlik ve cennet nimetleri) ile
sevinç duyarlar. Ve henüz kendilerine katılmamış olan kardeşlerine,(hesap
gününde) herhangi bir korku ve üzüntü duymayacakları müjdesini vermek
isterler.”[27]
Aklı olan herkes kesin bir bilgi ile bilir ki, bunların (şehitlerin) cesetleri
toprakta çürümüştür. Bu ikram, bağışlanan bu üstünlük, karşılama selamı ve
esenlik ruhlarına ve pak, temiz nefislerine yöneliktir. Nitekim övgüsü yüce
olan Allah bunu şöyle ifade etmiştir: “Ey gönlü (Allaha kullukla) huzura
ermiş kişi (nefis)!O’ndan memnun olmuş ve Onu memnun etmiş olarak Rabbine dön.
Haydi sen de (seçkin) kullarımın arasına katıl!”[28]
[29],
“ Ve andolsun insan benliğine (nefse) ve düzenleyen, sonra da kendisi için
neyin iyi, neyin kötü olduğunu öğreten Rabb’e! Benliğini (nefsini) arındıran
kesinlikle kurtulmuştur! Karartan ise felakete uğramıştır'”*, “O gün her insan
(nefs) kendi canının derdine düşmüş bir halde (Allah’ın huzuruna) gelecek ve
herkese, yaptıklarının karşılığı eksiksiz verilecek ve onlara haksızlık
edilmeyecektir”[30],
“Gerçi ben (bu sözlerle) kendimi (nefsimi) temize çıkarıyor değilim. Çünkü,
Rabb’imin rahmet edip esirgemesi hariç, arzu ve ihtiraslar (nefs) insanı daima
kötülüğe çağırır... ”[31]
[32],
“Ölümleri anında ruhları alan, ölmemiş olanlara ise uykuda alan yalnız
Allah’tır. Böylece ölümüne hükmettiklerini (katında) tutar diğerlerini ise
belli bir süreye kadar serbest bırakır...”1' Daha bunlar gibi
Kuranda nefsi konu alan pek çok âyet vardır. Nefse dişil bir kalıpla hitap
edilmesi, aklı olan herkesin onun cesetten ayrı/farklı bir şey olduğunu bilmesi
içindir. Zira ceset eril bir kalıp olup ona dişil kalıpla hitap edilmez. Nefis
ve ceset arasındaki farkı açıklamak için bu fark yeterlidir.
Aklı
olan herkes, cesedin durumunu düşünüp taşındığı zaman onun, et, kan, damarlar,
sinirler, kemikler ve buna benzer şeylerden oluştuğunu bilir. Cesedin aslı
(başlangıcı) sperma ve cansız kandır. Sonra süt, gıda, yiyecek ve meşrubat
olur, son merhalesi ölümdür. Nefis cesedi terk ettikten sonra ceset çürür ve
toprak olur, sonra, övgüsü yüce olan Allah vadettiği gibi, dilerse o yeniden
bir yaratık olarak diriltilir.
Nefse
yani ruha gelince; o, göksel (yüce), nuranî, canlı, çok bilgi sahibi, tabiatı
gereği fâal, duyulayıcı (hassas), anlayış sahibi, ölüp fâni olmayan aksine, ya
lezzet alan veya ızdırap duyan ve ebedi olarak kalan bir cevherdir. Allah’ın
ermiş ve sâlih kulları gibi mümin kimselerin ruhları öldükten sonra göklerin
melekutuna ve feleklerin geniş alanına yükseltilir ve oraya çekilir. Ruhun
boşluğunda ve nurdan oluşan bir geniş alanda, rahat ve huzur içinde kıyamete
yani muazzam olaya/dehşet anına(etTâmmetu'l-kübrâ) kadar yüzer.
Cesetleri açıldığı zaman ruhlar, hesaba çekilmeleri, iyiliğe karşılık iyilik
görmeleri ve kötülüklerine de bağışlanma ile karşılık verilmesi için o
cesetlere geri döndürülür.
İnkârcı,
günahkâr ve şerli kimselerin nefisleri ise, körlükleri ve cehaletleri içerisinde
azapla kıvranarak, ızdırap çekerek, gamlı, hüzünlü, korkulu ve ürkek bir şekilde
kıyamete kadar beklerler. Sonra, hesaba çekilip yaptıkları kötülüklerin
karşılığını görmeleri için içlerinden çıktıkları cesetlere geri döndürülürler.
Söylediğimizin
doğruluğunun kanıtı ve betimlemesini yaptığımız şeyin gerçekliği
noksanlıklardan beri olan Yüce Allah’ın şu âyetleridir: “(O mahkum oldukları
azap) bir ateştir ki, onlar sabah ve akşam o ateşe sunulacaklar ve son saat
gelip çattığında (Allah şöyle buyuracak:) Firavun ailesine en şiddetli cezayı
verin!”[33],
“. ..Keşke o zalimleri, ölümün pençeleri arasında çırpınırlarken bir görseydin!
O zaman melekler, yakarlına yapışarak (diyecekler ki: ‘Haydi,) çıkarın bakalım
canlarınızı! Allah adına gerçek dışı sözler söylediğiniz ve Onun âyetlerine
karşı kibirlenerek yüz çevirdiğiniz için, bugün küçük düşürücü bir azapla
cezalandırılacaksınız!”[34],
“...’Haksız olduğumuza bizzât kendimiz şâhidiz!’ diyecekler...”'4,
“(Ve hesap gününde Allah,) o halde, sizden önce ateşe girmiş cin ve insan
toplulukları arasında siz de yerinizi alın!’ diyecek”'5, “Onlar
hesap günü oraya atılacak ve bir daha oradan asla kurtulamayacaklar!”'6
Kuranda bu anlama gelen birçok âyet öldükten sonra nefsin ya lezzet duyarak
veya ızdırap ve azap çekerek var olacağını (ölmeyeceğini) göstermektedir.
Aklını
hakkıyla ve insaflı bir şekilde kullanan, nefsine öğüt veren, ölümden sonraki
hayatı önemseyen, akibet/ahiret (meâd) konusunda düşünen, yolculuğa hazırlanan,
sefer için azık edinen, dünyaya gereğinden fazla değer vermeyen, ömür bitip
ecel yaklaşmadan önce ahirete yönelen kimse için, belirttiğimiz şeylerde
yeterli (bilgi) vardır. Ey kardeş! Allah seni doğruya ulaşma konusunda
başarılı kılsın, hangi memlekette olurlarsa olsunlar, Allah sana, bize ve bütün
kardeşlerimize doğruyu buldursun.
Allah
seni ve bizi katından bir ruhla desteklesin, bilmiş ol ki, yeniden dirilme,
kıyamet, kabirlerin açılması ve insanların kabirlerinden çıkarılması (neşr),
dirilmeden sonra bütün yaratıların (arasat meydanında) bir araya toplanması
(haşr), orada bekleme, hesaba çekilme, iyilik ve kötülükleri tartmak için
terazilerin kurulması, sırat köprüsünden geçme ve bunlar gibi peygamberlerin
kitaplarında geçen hususları inkâr edenlerin inkârı, nefislerindeki
şüphelerden ve kalplerindeki hayretten kaynaklanmaktadır. Bunun sebebi,
onların, kendi nefislerini, onun cevherinin asıl mahiyetini, nasıl cesetle
birlikte olduğunu, herhangi bir zamanda neden ona bağlandığını ve herhangi
başka bir zamanda neden ondan ayrılmadığını, başlangıcının nerden olup cesedi
terk ettikten sonra da neticede nereye varacağını bilmeden, nefsin gerçek
bilgisini, nasıl olduğunu, yapılarını, mahiyet ve niceliğini bilmek istemeleridir.
Bütün bu konular kapalı bir bilgi ve ince (latif) bir sır olup felsefi (hikemî)
ilimlere yeni başlayanların bunlar karşısında yapacağı tek şey, bu bilgiyi
övgüsü yüce olan Allah’ın desteği ve onayı ile meleklerden vahiy ve ilham
yoluyla alanlara ve onu Allah’tan doğru bir şeklide haber verenlere teslim
olmak, iman etmek ve onları doğrulamaktır.
Bu
ilmi teslim (kabul) ve doğruluğunu onaylama (tasdik) yoluyla almaya razı olmayıp
kesin aklî kanıtlar (berâhiri) ve felsefi deliller (hucec)
isteyenlerin pâk/arınmış nefislere, arı-duru kalplere, alıcı kulaklara ve temiz
ahlâka sahip olmaları gerekir. Aynı zamanda bunlar farklı mezhep ve görüşler
konusunda taassup içerisinde olmamalıdırlar. Bununla birlikte onların, sayı,
geometri, mantık ve doğal bilimler (tabiiyyât) gibi felsefi ilimlerde (er-riyâzâtu'l-felsefiyye)
uzman, deneyimli ve ilahiyât ilimlerinden de haberdar olmaları gerekir.
Risâlelerimizde bunların bir kısmını anlattık, bu bilgilerden kardeşlerimizin
ihtiyaç duydukları ve bilmeleri gereken miktarını açıkladık. Ey kardeş sen
ilgili yerlere bak, değerlendir ve düşün inşallah doğruya ulaştırılırsın.
Sonra
Ey kardeşim, bilmiş ol ki, “kıyâmet” kelimesinin anlamı Arapça “kâme/
yekûmu/kıyâmen” (ayağa kalkmak) kelimesinden türemiştir. Kelimenin sonunda
bulunan “hâ” harfi mübalağa (abartılı anlatım) içindir. Kıyâmet kelimesi,
nefsin düştüğü beladan ayağa kalkması anlamına gelmektedir. Öldükten sonra
diriliş, nefsin gaflet uykusundan ve cehâlet uyuklamasından uyanması
canlanıp/silkinip tam anlamıyla doğrularak kendine gelmesidir. Farsça
ifadesiyle, tam anlamıyla doğrulmasıdır.
Ey
kardeşim, Allah seni ve bizi katından bir ruhla desteklesin, bilmiş ol ki,
dünya konusunda tefekküre dalan, içindekilerle birlikte onun geçirdiği oluş,
bozuluş, değişim, dönüşüm gibi farklılaşan durumlarını, özellikle bütün
canlıların mecbur olduğu yaşam ve ölümü düşünen ve geçmiş asırlarda geçip
gitmiş olanların durumlarını değerlendiren her akıllı ve zeki kimse, ölümün
kaçınılmaz olduğunu ve kendisinin de öncekilerin gittiği yere gideceğini kesin
olarak bilir. Bu sebeple o, hakkında kesin bilgi elde etmek için ahiretin
gerçek durumunu doğru ve açık bir şekilde bilmeyi arzular ve temenni eder.
Ey
kardeşim, bilmiş ol ki, ahiretin durumu konusunda insanların iki farklı görüş
ve yaklaşımı vardır: Bir kısmı ahireti kabul etmekte bir kısmı ise inkâr
etmektedir. Ahireti inkâr edenler, insanın öldükten sonra bitki ve hayvanların
hükmünde olduğunu sanmaktadırlar. Buna göre onlar, bitkilerin durumuna bakar,
onların her birinin oluşma ve bozulma gibi durumlarını düşünür, durumlarını
değerlendirir ve görürler ki, bitkiler oluşur, ortaya çıkar, belli bir kıvama
gelir sonra çürür ve bozulur. Hayvanlar da böyledir; onların her biri doğar,
büyütülür/eğitilir, belli bir yaşa gelir, sonra ölür, çürür ve yok olur, bitki
ve hayvanların durumunun bu anlattığımız şekilde olduğunu görenler bunu
insanın durumunda ölçü alırlar ve derler ki: “Bu dünyada yaşadığımız
hayattan başka (bir hayat) yoktur! Biz ölür ve diriliriz, bizi öldüren zaman(ın
akışm)dan başka bir şey değildir!”'7 Halbuki Allah onlarla
ilgili olarak diyor ki, “Onlar bu konuda herhangi bir (delile veya
güvenilir) bilgiye sahip değiller, tek dayanakları kuruntularıdır.’’[35]
[36]
Zira onlara “zaman/dehr” nedir diye sorulsa zamanı açıklayamaz ve onun ne
olduğunu bilemezler.
Ey
kardeşim, bilmiş ol ki, ahireti kabul edenler de (kendi aralarında) iki gruptur.
Bunların bir kısmı, kalpleriyle düşünmeden ve akıllarıyla gerçek mahiyetini
bilmeden onu sadece dilleriyle kabul ederler ve kabul ettiklerini bu yolla
söylerler. Onların bu kabulü, peygamberlerin (onlara selam olsun) sözlerini
kabul etmekten, ona inanmaktan ve,ahiret konusunda söyleyip haber verdiklerini
taklitten ibarettir. Diğer grup ise, peygamberlerin söylediklerini kabul edip
doğrulamakla birlikte kalpleriyle ârireti düşünmekte ve akıllarıyla onun gerçek
mahiyetini bilmektedirler. Yüce Allah şu âyetiyle her iki grubu da methetmiş ve
onlara övgüde bulunmuştur: “...Böylece Allah içinizden iman edenleri ve
kendilerine ilim bahşedilmiş olanları (bu fedakârlıkları sayesinde) yüce
makamlara eriştirecektir...”'[37]
Fakat Allah bunların da bir kısmını diğerinden daha üstün tutmuş ve şöyle
buyurmuştur: “De ki, hiç bilenlerle bilmeyenler bir olur mu?”[38]
Ey
kardeşim, bilmiş ol ki, ilim/bilgi, bir şeyi gerçek mahiyeti ve doğruluğu ile
bilmektir. İman ise, bu şeyi kabul etmek ve düşünmeden onu haber
verenlerin sözünü doğrulamaktır. Halbuki peygamberler (onlara selam olsun) ve
ermiş kullar (evliyâ), ahireti haber vermekte, onu kalpleriyle düşünmekte ve
gerçek mahiyetini akıllarıyla bilmektedirler. Müminler ise dilleriyle ahireti
kabul etmekte, verdikleri haberlerde peygamberleri doğrulamakta ve onların
ahirete dair keşiflerini gözetlemektedirler.
Ey
kardeşim, bilmiş ol ki, ahiretin durumunu gözetleyenler iki gruptur: Bunlardan
biri, yer ve göklerin düzeninin bozulması anında ahiretin oluşumunu ve gelecekte
meydana gelişini gözetlemektedirler. Bunlar ancak duyularla algılanan şeyleri
ve cisimlerden de ancak cevherleri, bunların durumlarından da ancak dışa
yansıyanı bilirler. Diğer grup ise, ahiretin durumunu keşif, açıklama ve
hakkında bilgi sahibi olma yoluyla gözetlemektedir. Onlar, akılla bilinen
şeyleri, rûhânî cevherleri ve nefsânî durumları bilmektedirler.
Ey
kardeşim! Ahiretin gerçek durumunu bilmek dünyayı bilmeye bağlıdır. Çünkü bu
ikisi birbirine muzâf (bağlı) cinslerdir. Muzaf cinslerin özelliklerinden biri,
birinin bilinmesiyle diğerinin bilinmesidir. “Dünya” kelimesi isim olarak başka
bir ismi gösterir. Dünya, “yakınlık” anlamına gelen “dünüvv” kökünden, ahiret
ise “gecikme” anlamına gelen “teehhur’dan türemiştir. Dünya, bizim ilk bilgi
edindiğimiz şey, onun durumları duyularla ilk algıladığımız, cesetlerimizden
ilk hissettiğimiz, cisimlerimizin ve cinsimize ait türlerin durumlarına dair
ilk gözlemlerimizdir. Bütün bunlar nefislerimizi tanımadan, onların âlemini
gözlemlemeden, cinsimize ait türleri bilmeden ve akılla bilinenlerin bizzât
kendisini bulup hissetmeden öncedir. Zira bunlar, cesetlerimizi terk ettikten
sonra nefislerimizin elde ettiği şeylerdir. Nitekim biz bunları cesetlerimizin
doğmasından sonra elde ederiz. Zira, nasıl ki ceninin ana rahminden ayrılması
(ona ait) cesedin doğması ise, nefsin cesetten ayrılması da onun doğması
demektir.
Ey
kardeşim, bilmiş ol ki, dünya hayatı nefsin cesetle beraber cisimler âleminde
ayrılık vakti olan ölüme kadar kalma süresidir. Ahiret yurdu ise, şayet
dünyadakiler bilirse, canlı olan ruhlar âlemdir. Ahiret, nefsin cesedi terk
ettikten sonra yer ve gök durdukça kendi âleminde olmasıdır. Nitekim Yüce Allah
bu hususu şöyle açıklamıştır: “Bedbaht olanlar (dünyadayken yaptıklarından
ötürü) ateşte (yaşayacak) ve orada ah çekip inleyecekler. (Ve) Rabbin aksini
dilemedikçe, gökler ve yer yerinde durduğu sürece orada kalacaklar: çünkü,
dilediğini yapan (Allah)’tır, senin Rabbin. Bahtiyar olanlara gelince, onlar
(da dünyada yaptıklarından ötürü) cennette (yaşayacak) ve Rabbin bunun aksini
dilemedikçe, gökler ve yer yerinde durduğu sürece -bitmeyen bir lütfün sonucu
olarakorada kalacaklar.”2' Biz “Elemler Risalesinde[39]
[40]
ahirette bedbaht olanların azaplarının, bahtiyar olanların ise lezzetlerinin
nasıl olacağını açıkladık.
Ey
kardeşim, bilmiş ol ki, ölüm, nefsin cesedi kullanmayı bırakmasından başka bir
şey değildir. Nefis cesedi kullanmayı iki sebepten dolayı bırakır: Bunlardan
biri tabiî/doğal, diğeri ise arazî/sonradandır. Tabiî sebep, uzun zaman geçmesi
sebebiyle cesedin yaşlanması, bünyenin zayıflaması, duyu organlarının
tembelleşmesi, organları harekete geçiren sinir ve kasların gevşemesi, bedeni
besleyen nemin kuruması ve, yağın tükenmesi sonucu kandilin sönmesi gibi,
içgüdüsel hararetin sönmesidir. Bu durumda insanın yaşaması mümkün olmaz, eylem
ve işlerinden hiçbirini yapamaz. Zira nefis için beden sanatkârın dükkanı
gibi, organlar da âlet ve edevat gibidir. Sanatkârın âletleri yorgun düştüğü,
kırıldığı veya dükkan tahribe uğrayıp yıkıldığı zaman sanatkâr, başka bir
dükkan ve yeni aletler edinmeden sanatına ait hiçbir iş yapamaz.
Nefsin
arazî bir sebepten dolayı cesedi kullanmayı terk etmesi çok çeşittir. Fakat
bunları iki sebepte toplanır: Bunların bir kısmı, hastalıklar ve cesedi telef
eden virüsler (a’lâl) gibi, tercih hakkı bulunmayan cesedin dahilinden
gelen sebeplerdir. Bir kısım sebepler ise hariçten kaynaklanır. Boğazlamak ve
öldürmek böyledir. Öldürme, bir insanın kast edip başka bir insanın ev veya
dükkanını yıkması gibi, bozucu ve tahrip edici bir darbe ile kasıtlı birinin
vücuda kast ederek onun bünyesini/yapısım yıkmasından başka bir şey değildir.
Ey
kardeşim, bilmiş ol ki, hikmetle iş yapan her sanatkâr yapacağı iş hakkında
düşünüp sonuçlarını dikkate aldığı zaman günün birinde dükkanının harap olacağını,
aletlerinin iş görmez hale geleceğini, beden gücünün zayıflayacağını ve gençlik
günlerinin gideceğini bilir. Kim hızlı hareket eder ve dükkan harap olmadan,
âletler iş görmez duruma gelmeden ve güç gitmeden çalışırsa, dükkanın da
sanatıyla mal kazanır, sonra da çalışmaya ihtiyacı kalmaz, zira bundan sonra
başka dükkana ve yeni alet ve edevata ihtiyaç duymaz. Aksine işten emekli olur
ve daha önce kazandığı şeylerden yararlanma ve tadını çıkarmakla meşgul olur,
işte cesedin harap olmasından sonra nefsin durumu da aynen böyle olur.
Ey
kardeşim, bak, düşün, acele et ve bu dükkan harap olmadan ve bu bünye yıkılmadan
azık edin. Şüphesiz azığın en iyisi takva (sorumluluk bilinci)dır.
Ey
kardeşim, Allah seni ve bizi katından bir ruhla desteklesin, bilmiş ol ki,
Allah’ın kullarına verdiği nimetler çok olup onların sayısını Allah’tan başka
kimse bilmez. O’nun insana bahşettiği en değerli bağışlarından, en büyük
nimetlerinden, en bol nimet ve ihsanlarından biri, gerçek ilimlerin sonuçlarını
veren, rûhânî marifetleri ve Rabbânî Tanrılığı bulduran üstün (ayırt edici)
akıl, sağlam görü ş(re’y) ve doğru ayırma yetisi (temyiz)dir.
Ey
kardeşim, Allah seni ve bizi katından bir ruhla desteklesin, bilmiş ol ki,
aklın en değerli sonuçlarından ve en üstün bulgularından biri, iyi görüşler,
insanların nefislerini ve inançlarını düzelten doğru inançlardır. Zira iyi
görüşler ve doğru (sahih) inançlar, sahiplerinin gaflet ve cehâlet uykusundan uyanmasına
yardımcı olur, onları hatanın sebep olduğu ölümden diriltir, oluş ve bozuluş
âlemi olan hâviye’nin (dipsiz cehennem) azabından ve cehennem ateşinden
kurtarır, feleklerin ve göklerin genişliğinin bulunduğu canlılar âlemindeki
cennet nimetlerine ulaştırır, onu yaratıcısına, ortaya çıkaranına,
tamamlayıcısına, mükemmel hale getirenine ve ebedilik diyarında bulunan
Yaratıcısının katındaki en yüce gayelerine, en mükemmel sonuçlarına ve orada
bulunan makama ulaştırır. Oraya ulaşan devamlı olarak nimetlerden yararlanmakta,
lezzetlerden istifade etmekte, sonsuzluk hayatına ulaşanların sevincini
yaşamakta en güzel yol arkadaşları olan peygamberlerle, sıddiklerle[41],
şehitherle ve sâlihlerle[42]
beraber olmaktadır. Bu, Allah’ın bir lütfudur.
Sonra
bilmiş ol ki, doğru görüşlerden ve inananlarının nefislerini kurtaracak görüşlerden
biri, Allah’ı birleyenlerin (muvahhid) inancıdır. Bunların inancına
göre, âlem (evren) sonradan yaratılmıştır, icat edilmiştir, Yaratıcısının
avucunun içinde dürülmüştür, varlığında ve devamında O’na muhtaçtır, göz açıp
kapayıncaya kadar bile O’na olan ihtiyacı ve anbe an feyzini ona ulaştırması
bitmez. Şayet yaratıcı bu âlemden feyzini, tutmasını ve korumasını bir an
keserse gökler çöker, felekler tahrip olur, yıldızlar yere düşüşür, ana
unsurlar (erkân) yok olur, yaratıklar helak olur, zamansız olarak âlem bir
kerede silinir ve unutulur. Nitekim Yüce Allah bu durumu şöyle anlatmıştır: “Gerçek
şu ki, semavi varlıkları ve yeri (yörüngelerinden) sapmamaları için tutan
(yalnızca) Allah’tır. Bir kere sapınca da, Onun müdahale etmemesi halinde başka
hiçbir güç onları tutamaz. (Fakat) Allah halimdir, çok bağışlayıcıdır!”[43],
“Onlar, (O ndan başkasına kulluk edenler,) Allah hakkında doğru bir anlayışa
sahip değiller; çünkü bütün yeryüzü, Kıyamet Günü O’nun için avuç içi kadar bir
şey olacaktır, gökler de O’nun sağ elinde dürülmüş hale gelecek. O kudret ve
egemenliğinde sınırsızdır ve onların ortak koştukları her şeyin kat kat
üstündedir!”[44]
Ey
kardeş bilmiş ol ki, kim bu görüşe inanır, yer ve gökler konusunda bu inancı
gerçekleştirirse devamlı olarak o kimse kalbi Rabbine bağlı, O nun ipine sıkıca
sarılmış, bütün hallerinde Ona dayanmış, bütün tasarruflarında sırtını O na
dayamış, her zaman Ona dua eden, bütün ihtiyaçlarını Ondan isteyen ve diğer
işlerini O’na havale eden birisi olur, bu inanç sayılan bu niteliklerle onun
için Rabbine yakınlık vesilesi, nefsi için hayat, kalbi için huzur ve
felaketlerden/tehlikeli şeylerden kurtuluş olur. Nitekim Yüce Allah, firavunla
ilgili olan uzun bir hitabın sonunda, firavun âilesinden olup da mümin olan
ancak imanını gizleyen bir kulunun durumu üzerinden şöyle anlatmıştır: “Ve
işte o zaman (şimdi) söylediklerimi (ister istemez) hatırlayacaksınız. (Bana
gelince,) ben kendimi Allaha adıyorum; çünkü Allah, kullarının (kalbinde olan)
her şeyi mutlaka görür. Allah onu (kavminin) şeytani tuzaklarından korudu,
Firavun un ailesi ise şiddetli bir azabın pençesine düştü.”[45]
Âlemin
kendi başına bağımsız, maddesi, varlığını sürdürmesi, korunması ve tutulması
gibi hususlarda yaratıcısının feyzine ihtiyaç duymadan var olacağını sanan
kimse Rabbinden yüz çevirmiş, Onu hatırlamayı unutmuş, O’na dua etmekten gaflete
düşmüş, dünyaya ait ve orada kendine ait olan arazlarla meşgul olmuş olur. Böyle
birisi Rabbini ancak gaflet içinde hatırlar, O’na umursamaz bir şekilde dua
eder, O ndan şımarık tarzda ve gösteriş olsun diye veya sıkıntı, bela, darlık
ve musibet anlarında mecbur kaldığı için, zorlanarak, şüpheler taşıyarak,
şaşkınlık ve sapkınlık içinde bir şey ister. Neden imtihan edildiğini ve nasıl
affedileceğini bilmez, Rabbini tam anlamıyla tanımaktan câhil olur, böylece
dünya hayatı boyunca Rabbinden mahrum (arasına engel koymuş olarak) kalır. “Bu
dünyada (kalp) gözü kör olan kimse ahirette de kör olacak; öyle ki, yolunu
büsbütün kaybedecektir.”[46]
İnananlarının
nefisleri için iyi, gaflet ve cehâlet uykusundan uyanmasına ve kalkmasına
yardım eden, hata ölümünden dirilten, oluş ve bozuluş âlemi olan dipsiz cehennem
(hâviye) ateşinden kurtaran, felekler ve göklerin genişliği olan cennete ulaştıran
ve O’nun katında aracı olarak onu yaratıcısına yaklaştıran, görüşlerden ve
faydalı inançlardan, biri de, akıllı insanın Rabbine yöneldiğine ve onu
yerleşeceği rahimde yer tutan bir sperm (nutfe) olarak yarattığı günden
beri O’na doğru eğilim gösterdiğine inanması ve bunu kesin olarak bilmesidir.
Rabbi ve yaratıcısı onu, durumdan duruma yani daha noksan durumdan daha tam ve
mükemmel olana, daha alt seviyede bulunandan daha üstün olana nakleder.
Rabbine kavuşup O’nu görüp müşahede edene ve hesabını eksiksiz olarak verene
kadar bu durum devam eder. Nitekim bu durumu Yüce Allah şöyle anlatmıştır: “Artık
kim Rabbine kavuşmayı umuyorsa, işte o Allah’ı razı eden imanına layık işler
yapsın ve Rabbine kulluk ederken hiç kimseyi O’na ortak koşmasın!”[47]
Kuranda bu anlamda daha pek çok âyet vardır. Bu görüşe inanmayanı
tehdit etmek, azarlamak ve ayıplamak için şöyle buyurmuştur: “Şimdi Bizim
sizi boş yere ve amaçsız yarattığımızı; dahası (hesap vermek için) Bize
döndürülmeyeceğinizi sanıyorsunuz, öyle mi?’[48],
“Beri yandan, er geç Bizim karşımıza çıkacaklarına inanmayıp kendilerini bu
dünya hayatıyla hoşnut kılmaya çalışanlara, onun ötesini gözetmeyenlere ve
(böylece) Bizim ayetlerimizi umursamayanlara gelince: yapageldikleri (bütün o
kötülüklerden) ötürü onların varacağı yer ateştir’[49]
Kur anda bu anlamda daha pek çok âyet vardır.
Ey
kardeşim, Allah seni ve bizi katından bir ruh ile desteklesin, bilmiş ol ki,
ahiretin durumunun nişanı ve varılacak son yerin (meâd) dizgini yeniden
dirilme ve kıyametin gerçek mahiyetini bilmeye bağlıdır. Bunların tamamı ise
insanın nefsini ve onun cevherinin hakikatini bilmesine bağlıdır. Zira nefsini
tanımayan ve onunla ceset arasındaki farkı ayırt edemeyen her kesin gayesinin
ve gayretinin çoğu cesede ve onun durumunu düzeltmeye, dünyada ebedi kalmaya ve
onun şehvetinin lezzetiyle yararlanmaya yönelik olur. Ancak nefsinin gerçek
mahiyetini bilen herkesin gayesinin ve gayretinin çoğu, nefsin durumuna, onu
ıslah etmeye, en son varacağı ve karar kılacağı yeri düşünmeye, dünyadan
yapılan göçe hazırlanmaya, ahiret için azıklanmaya, Yüce Allah’a kesin olarak
kavuşmaya ve ölümden az korkmaya yönelik olur. İşte bu, Yüce Allah’ın
dostlarının özelliği ve niteliğidir. Nitekim Yüce Allah Yahudileri azarladığı
bir bağlamda şöyle buyurmuştur: “De ki: Siz Eğer Allah’ı seviyorsanız beni
izleyin ki Allah da sizi sevsin... ”[50],
“De ki: “Siz ey Yahudi akidesine mensup olanlar! Diğer bütün insanları
dışlayıp (yalnız) kendinizin Allahayakın olduğunu iddia ediyorsanız, hadi o
zaman ölümü isteyin bakalım. Eğer söylediğinizde samimi iseniz bunu yapın!”[51]
Yani, “Bizler Allah’n çocukları ve can dostlarıyız”[52]
[53]
şeklindeki sözünüzde samimi iseniz bunu yapın.
Ey
kardeşim, Allah seni ve bizi katından bir ruh ile desteklesin, bilmiş ol ki,
kıllıların en seçkin özelliklerinden biri ilim ve maariflerinin çok olmasıdır.
Akıl sahibi âlimlerin ulaşacağı en üstün ilimlerden ve en kıymetli maariflerden
biri, yeniden dirilme, kıyametin gerçek mahiyeti ve durumlarının nasıl değişip
idare edildiğine dair olan bilgidir, ki Allah bunu ancak gerçek müminler
içerisinde bulunan dostlarına gösterir ve bildirir. Noksanlıklardan Yüce olan
Allah Kur anda bin yediyüz kadar âyette kıyametin durumlarının nasıl değişip
idare edildiğini ifade etmiş ve onlara farklı niteliklerle ve çeşitli
şekillerde işarette bulunmuştur. Meselâ kıyametle ilgili şu nitelemeleri
yapmıştır: “Yeniden dirilecekleri gün”, “ceza/mükâfaat günü”, “ayırt etme
günü”, “hesap günü”, “dehşet günü”, “imdâd günü”, “toplanma günü”, “haşr günü”,
“kabirlerden çıkacakları gün”, “kıyametin kopacağı gün”. Daha buna benzer nice
nitelikler ve işaretler zikredilmiştir ki, kıyametin gerçekliklerini arama ve
öğrenme ve bütün nitelikleriyle nasıl olduğunu düşünme konusunda bilginlerinin
çoğunun aklı doğruyu bulamamış ve isabet edememiştir. Zira onun yorumunu ancak
Allah ve ilimde derinleşip: “tümü Rabbimizin kalındandır”33
diyen Allah’ın seçkin kulları ve dostları bilir. Kıyamet ilmi konusunda Yüce
Allah ayrıca şöyle buyurmuştur: . .oysa onlar, Allah dilemedikçe Onun
ilminden hiçbir şey kavrayamazlar.. .”[54],
“.. .O, kimseye bütünüyle gaybmı bildirmez’[55],
“razı olduğu elçiler müstesna’[56],
“Onlar O nun yüceliği karşısında derin bir saygıyla titrerler.”[57]
Ey
kardeşim, Allah seni ve bizi katından bir ruh ile desteklesin, bilmiş ol ki,
yeniden dirilme ve kıyametin gerçek bilgisi, iblise, onun cin ve insan
şeytanlarından olan zürriyetine, peşinden gidenlere ve askerlerine/ordularına
kapalıdır. Bu bilgi Allah’ın en büyük sırrı olup yaratıkları içerisinden onu
ancak razı olduğu dostlarına, seçkin kullarına, Adem’in, Nuh’un, İbrahim’in,
İsrâil’in zürriyetinden sevdiklerine ve doğruya iletip seçtiği kimselerin
zürriyetlerine bildirir. Onlar hakkında Allah şöyle buyurmuştur: “İşte
bunlar Allah’ın kutlu, onurlandırıcı bağışlarda bulunduğu nebilerden bazıları
Adem’in soyundan, Nuh’la birlikte (o gemide) taşıdığımız kimselerin soyundan,
İbrahim ve İsrail’in soyundan gelen ve (hepsi de) doğru yolu gösterdiğimiz ve
seçtiğimiz kimselerden bazıları: Ne zaman kendilerine O sınırsız rahmet
Sahibinin mesajları okunsa ağlayarak (Onun huzurunda) yere kapanan kimseler.”[58]
Ey kardeşim, Allah merhametiyle sizi ve bizi onlardan eylesin. Zira O Allah,
kullarına aşırı düşkün, şefkati ve merhameti bol olandır.
Biz,
Aziz ve Çelil olan Allah’ın kanununa uyarak bu sırrın bir kısmını açıklamak ve
ona bir şekilde işaret etmek istiyoruz. Zira onu tam olarak açıklamak câiz
olmaz. “Allah dilediğini yolun doğrusuna iletir.”[59]'
Hz. Peygamber de, bu kavim gibi nefislerine zulmedenlere işaret ederek şöyle
buyurmuştur: “Allah’ım kavmime doğru yolu göster, zira onlar bilmiyorlar.”
Ey
kardeşim, Allah seni ve bizi katından bir ruh ile desteklesin, bilmiş ol ki,
akıllılar nefislerinin zekası, zihinlerinin saflığı, ayırt etme güçlerinin
kalitesi bakımından farklı derecelerde oldukları gibi ilim ve marifet (maarif)
konularında da farklı derecelere sahiptirler. Nitekim bunu “Görüşler ve
Mezhepler Risâlesi”nde[60]
açıkladık. Durum anlattığımız şekilde olunca akıllılar açık hakikatlerle tek
bir hitapla değil de birden çok manaya gelen (müşterek) lafızlarla muhatap
olmuşlardır. Bunun sebebi, akıl, zeka ve ayırt etme gücü olan her kesin gücü ve
imkânı oranında ve ilim ve marifetleri yüklenmesidir. Nitekim övgüsü yüce olan
Allah örnek kabilinden şöyle buyurmuştur: “O gökten su indirdiğinde ve
(kurumuş) nehir yataklarından her biri) kendi hacimlerine göre dolup
taştıklarında, akıntı yüzeydeki çerçöpü, tortuyu alır götürür...”[61]
Kuran yorumcuları (müfessir) demişlerdir ki, bu âyetin manası ve yorumu
şöyledir: Allah, buluttan yağmuru indirdiği gibi, Kuranı gökten yere
indirmiştir. Nasıl ki vadiler, genişliklerine ve akım miktarına göre sel
yağmurundan yüklenirlerse kalpler de, Kuran ilminden, ilimlerden ve
marifetlerden elde ettikleri oranda ve nefislerinin cevherinin saflığına göre
yüklendiler. Sonra anlaşıldı ki, “kalp” lafzı, canlıların bir çoğunda bulunan
göğse bağlı koza şeklinde bir et parçası değildir. Buradaki “kalp ’ten maksat o
et parçası değildin Aksine, kardeşlerimizin bundan kast ettikleri bunun
ötesinde bir şey olup o da nefistir.
Ey
kardeşim, bilmiş ol ki, “bas’Vdirilme sözcüğü Arap dilinde birden çok mana
arasında ortak bir kelime olup üç anlama ihtimali vardır: 1. Gönderme anlamına
gelir. Arapça ifadesiyle: “Ba’astü: Gönderdim” demektir. Nitekim Yüce Allah
peygamberleri gönderdiğini ifade ederken “ba’ase” kelimesini kullanmış ve
“Ba’asellahu’nnebîyyîn”, yani “Allah peygamberleri gönderdi” demiştir. 2. Ölü
cesetleri kabirlerden diriltip kaldırmak ve bedenleri topraktan çıkarmak
anlamına gelir. Nitekim Allah’ın: ““Ne? Ölüp toprak ve kemik yığını haline
geldikten sonra sahiden yeniden dirilecek miyiz? Yani eski atalarımız da mı?”[62]
diyen kâfir ve inkârcılara “De ki: “Elbette, hem de en perişan ve zavallı
şekilde!”[63]
diyerek vaatte bulunduğu gibi. 3. Câhil nefisleri gaflet uykusundan uyandırmak
ve cehâlet ölümünden diriltmek anlamına gelir. Övgüsü yüce olan Allah bu
anlamı ifade etmek için şöyle buyurmuştur: “(Ruhen) ölü iken hayata
kavuşturduğumuz ve insanlararasındayolunu bulması için kendisine ışık
tuttuğumuz kimse, hiç içinden çıkamayacağı derin karanlığın içine (gömülüp
kalmış) biri gibi olur mu? (Ama) böyle: hakikati inkâr edenlere yaptıkları
güzel görünür”[64],
“Ama ölü (bir toplum) haline geldikten sonra belki şükredenlerden olursunuz
diye sizi tekrar dirilttik.”[65]
Hz. Muhammed (a.s.)’e yönelik olarak da şöyle buyurmuştur: “Ve gecenin bir
vaktinde kalkıp, kendi isteğinle yaptığın ilave bir eylem olarak namaz kıl: ki
böylece Rabbin seni belki (ahirette) övgüye değer bir konuma yükseltir.”[66]
Ey
kardeşim, bilmiş ol ki, cesetlerin diriltileceğini kesin olarak bilmeyene ve
düşünemeyene nefislerin diriltileceğini söylemek hikmete uygun düşmez. Zira
cesetlerin diriltilmesi tasavvuru mümkün ve anlaşılıp bilinmesi zihne yakın
olan bir şeydir. Bunu kabul etmeyen ve tasavvur etmeyen/edemeyen nefislerin
yeniden dirileceğini daha çok inkâr eder, o konuda daha cahil ve onu tasavvur
etmekten daha uzak olur. Zira nefislerin yeniden dirilmesi, özel (havas)
kişilere ait bilgilerdendir. Onu ancak ilahı ilimlerle ve Rabbânî marifetlerle
barışık olanlar/onlara âşinâ bulunanlar tasavvur edebilir. Allah’ın kâfirlerin
cesetlerini yeniden diriltmeyi vaat etmesinin sebebi, yalanlamalarını onlara
kanıtlayıp (inananlarla) hem fikir olmalarını sağlamak ve kötü eylemlerinden
dolayı onları cezalandırmak içindir. İnananlara nefislerine can vermeyi ve
ruhlarını yeniden diriltmeyi vaat etmesinin sebebi ise, iyi işlerinden dolayı
onları ödüllendirmek ve eylemlerinden dolayı kendilerine sevap vermektir. Ey
kardeşim, cesetlerin yeniden dirilmesini bekleyenlerden ve bedenlerin
kabirlerden çıkarılmasını/açılmasım düşünenlerden olma. Çünkü bu kesin olmayan
düşünceye kapılırsan bu senin hakkında büyük bir zulüm olur. Fakat imkânın
varsa/dengeli düşünebiliyorsan nefislerin yeniden dirileceğini bekleyenlerden
ve onların canlılıklarını devam ettirip rûhânî âlemlerine ve canlı olan
yerleşme yurtlarına ulaşacaklarını, nebiler, sıddikler, şehitler ve sâlihlerle
beraber ebedi olarak nimetler diyarında kalacaklarını düşünenlerden ol. Bunlar
ne güzel arkadaştırlar.
Bölüm
Cesetlerin
Yeniden Diriltilmesine Dair
Ey
kardeşim, bilmiş ol ki, cesetlerin viran olup kaybolmuş kabirlerden
diriltilmesi ve topraktan kalkması, ancak geçmiş zamanda her herhangi bir
vakitte kendilerine bağlı bulunan bu nefis ve ruhların o cesetlere geri
döndürülmesiyle olur. Ruhlar onlara geri dönünce cesetler canlılık kazanır, bu
bedenler dirilir, harekete geçer ve donmuş bir vaziyet aldıktan sonra
duyulamaya başlarlar. Sonra bir yerde toplanır (haşr), hesaba çekilir ve
ceza/mükâfat görürler. Çünkü yeniden dirilişin amacı ceza ve mükâfattır.
Ey
kardeşim, bilmiş ol ki, aştan toprakta çürümüş olan cisimlere kurtarıcı nefsin
yeniden döndürülmesi, çoğu kere cehâlet içinde onu öldürmek, cisimlerin karanlıklarına
daldırmak, tabiatın esaretine hapsetmek ve madde denizinde boğmaktır. Fakat
nefislerin yeniden diriltilmesi ve ruhların faal hale getirilmesi, gaflet ve
cehâlet gafletinden ve uykusundan uyanması, marifetlerin ruhuyla hayat bulması,
tâbiî cisimler âleminin karanlıklarından çıkması, madde denizinden ve tabiat
esaretinden kurtulması, ruhlar âleminin derecelerine yükselmesi, nefsin rûhânî
âlemine, nûrânî yerine ve canlı hayatına dönmesidir. Nitekim Yüce Allah şöyle
buyurmuştur: “ Çünkü (akıllarını kullansalardı bilirlerdi ki) bu dünya
hayatı geçici bir zevk ve eğlenceden başka bir şey değildir; oysa ahiret
hayatı, tek (gerçek) hayattır: Keşke bunu bilselerdi!”[67]
Yani dünyada yaşayanlar keşke bunu bilseydi. Gerçek hayat ahiret
hayatı olunca bu ahiret yurdunun sâkinleri hakkında ne düşünürsün ey kardeşim,
onların nitelikleri, nimetleri ve lezzetleri nasıl olur acaba? Bu, ancak Yüce
Allah’ın şu ifadesindeki gibi olur: “(Orada) altın tepsiler ve kadehler ile
karşılanacaklar ve canlarının istediği ve hoşlanacağı her şeyi orada
bulacaklar. Ve siz orada oturup kalacaksınız (ey inananlar!)”[68]
Orada ne ölür ne de hastalanırlar.
Ey
kardeşim, Allah seni ve bizi katından bir ruh ile desteklesin, bilmiş ol ki,
bütün ilimler üstün ve şereflidir, onları elde etmek sahipleri için güç ve
üstünlüktür, onları bilmek, bilenlerin kalplerine ışıktır, nefisleri için
hidayet ve hayattır, kalplerine şifadır, onları gaflet ve cehalet uykusundan
uyandırmaktır, ruhlara lezzettir, cesetlere çekidüzen vermektir, cisimleri
tamamlamak ve mükemmelleştirmektir, âlemi ayakta tutmaktır, yaratıklara düzen
vermektir, varlıklara tertibe sokmaktır ve kâinat için süstür. Fakat şöyle
denilmiştir: Bazı ilimler daha faziletli, daha üstün, daha kıymetlidir.
Yükümlülük sahibi olan akıllıların elde ettiği ilimlerin en üstünü ve en kıymetlisi,
övgüsü yüce olan Allah’ı tanımak, birliğine ait sıfatları ve şanına layık olan
niteliklerini bilmektir. Bundan sonra nefsin cevherini ve bütün geçmiş, gelecek
ve şimdiki zamanlarda durumlarının nasıl değişip idare edildiğini bilmek gelir.
Sonra nefsin cisimlerle ilişkisinin nasıl olduğunu, onları idare etmesini ve
bir süre bedenleri kullanmasını bilmek gelir. Sonra nefsin bedeni nasıl terk
ettiğini, ondan nasıl ayrılıp tek başına kaldığını, kendi âlemine, unsuruna ve
tümel cevherine katılışını bilmek, sonra yeniden dirilmeyi, kıyameti,
toplanmayı, hesabı, amellerin tartılmasini, sırat köprüsünü, cennetlere
girmeyi, Celal ve ikram sahibi Rahmana (Allah’a) komşu olmayı bilmek gelir.
Ey
kardeşim, bilmiş ol ki, ilimlerin bu çeşidi özlerin özüdür. İşte bu ilme, diğer
insanlar değil de, üstün, ayırt edici ve felsefî hikmete âşinâ akıl sahipleri
teşvik edilmiştir. Çünkü ilmin ve maarifin bu çeşidi, meleklerin rütbesini
takip eden marifetlere insanın ulaştığı en son mertebedir. Bundan dolayı bu
ilmi kaldıracak akla sahip olan kimse, Allah’ın kendisini yarattığı günden
Allah’a kavuşup hesap verinceye kadar bununla yükümlüdür, onu uygulamalıdır ve
ona doğru yönelmelidir. Nefsin varlığının ve cesede bağlanmasının, onunla
beraber yaşamasının, onu tamamlayıp mükemmel hale getirmesinin en üstün gayesi
de budur.
Ey
kardeşim, Allah seni ve bizi katından bir ruh ile desteklesin, bilmiş ol ki, bu
üstün ilme dikkat bakıp onu düşünmek istediğin ve bu gizli/ince sırrı
araştırdığın zaman, tıpkı diğer ilim ve sanatlar hakkında onlara sahip olanlara
yönelindiği gibi, onun ehline yönelme ve onlara bu ilimden sorma ihtiyacı
duyarsın. Nitekim şöyle denilmiştir: Her sanat için ona sahip ve ehil olandan
yardım isteyin.
Ey
kardeşim, bilmiş ol ki, bu sanatın ehli olanlar ve bu sırları bilenler ancak
bizim erdemli ve kıymetli kardeşlerimizdir. Ey kardeşim, onların söylediklerine
bak, kabul edip dilinle ifade ettiğin, kalbinle inandığın eşyanın gerçek
mahiyetine dair onların anlattıklarını düşün, sonra duyduğunu tefekkür et,
sana anlatılan şeyin üzerinde dur, basiretinle onu ayırt et, onu Allah’ın
şendeki en güçlü kanıtı (hüccet), seninle hemcinslerin arasında yargıç
olan aklına vur. Şayet duyduğun şeyin gerçek mahiyeti senin için ortaya
çıkarsa, sana anlattıklarını tasavvur edersen ve sana haber verdiklerini kesin
olarak bilirsen şüphesiz bu, Allah’ın başarıya ulaştırması ve O’nun yol
göstermesiyle olmuştur. Şayet bunun tersi olursan, elinden gelen gayreti
sarfetmiş ve yükümlü olduğun konuda mazereti ortadan kaldırmış olursun. “Allah
dilediğini doğru yola iletir”.
Ey
kardeşim, bu sırrın hakikatini sorman, aradığını ve bilmek istediğini sana
tarif etmesi için bu sanatın ehli olanlarla yolun kesişmezse, kendi gayretin,
aklın, basiretin ve ayırt etme gücünle bunu araştırma ve tefekkür yolunda
şerefli filozofların yoluna gir, Mantık ilminde anlatıldığı gibi, akılların
ölçüsü olan “burhânî kıyas’ı kullan. Biz mantık ilminden birkaç risâlede giriş
ve öncü bilgiler mahiyetinde yetecek kadar açıklamada bulunduk. Fakat bu
bölümde, seni kaynağına yaklaştırması için bir örnek vereceğiz.
Ey
kardeşim, Allah seni ve bizi katından bir ruh ile desteklesin, bilmiş ol ki, insan
bilinebilecek şeylerin bir kısmını duyular yoluyla, bir kısmını duyma, rivayet
ve haberler kanalıyla, bir kısmını düşünüp taşınma ve içgüdüsel akıl
vasıtasıyla, bir kısmını ise vahiy ve ilham vasıtasıyla bilir. Bu ilim, insanın
kendi kazanmasıyla ve tercihiyle olmaz aksine Allah’ın bir bağışıdır. Bu ilmin
bir kısmı da kıyas ve kanıta dayalı akıl yürütme ve çıkarım (istidlâl)
yoluyladır. Bu da kazanılmış akılla olur. İşte bu akılla akıllılar iftihar eder
ve bununla feylosof ve felsefeciler üstünlük taslarlar.
Ey
kardeşim, Allah seni ve bizi katından bir ruh ile desteklesin, bilmiş ol ki,
yeniden dirilme ilmini aradığın zaman ve kıyametin gerçek mahiyetini ve onun
hallerine dair anlatılanları bilmek istediğinde bunun bilinmesi, anlatılan bu
yolların dışında değildir. Bu bilgiyi kıyas ve burhân yoluyla öğrenmek
istersen, bu konuda yani yeniden dirilme ve kıyametin gerçek mahiyetini
öğrenme konusunu kast ediyorum, el-Mecisti’nin arkadaşlarının güneşin hacminin
büyüklüğünü/gücünü öğrenmek için çalıştığı gibi çalış. Mecisti’nin arkadaşları
demişlerdir ki, güneşin hacmi miktar olarak ya yerinkine eşit, ya ondan büyük
veya ondan küçüktür. Çünkü akla dayalı taksimde bunun dışında bir şey yoktur.
Sonra onlar, kitaplarında genişçe açıklandığı üzere, gerçeğini öğreninceye
kadar bu üç kısmı teker teker araştırdılar. Ey kardeşim, Allah seni ve bizi
katından bir ruh ile desteklesin, bu kimselerin kendi meselesine çalıştığı
gibi sen de bu meseleye çalış. Sonunda şunu söyleyeceksin: Yeniden dirilme ve
kıyametin anlamı nefislerin değil cesetlerin yeniden dirilmesi veya cesetlerin
değil nefislerin yeniden dirilmesi ya da her ikisidir. Zira taksimde bu üçün
dışında bir şey yoktur. Sonra, bu bölümde açıklayacağımız üzere, bu üç kısmı
tekere teker araştır.
Ey
kardeşim, Allah seni ve bizi katından bir ruh ile desteklesin, bilmiş ol ki, insanın
sadece bu görünen şekilden yani et, kan, kemik ve sinirlerden ve buna benzer
olup tamamı uzun, geniş ve derin cisimler olan şeylerden ve insan sureti olan
özel bünyeye sonrada gelen giren arazlardan oluşan bir varlık olduğunu sanan
kimse, yeniden dirilme olgusunu gerçekleştiremez ve kıyametin asıl mahiyetini
tasavvur edemez. Onun düşüncesine göre yeniden dirilme ve kıyamet ancak şöyle
olabilir: Bu cesetler tamamıyla, bu cirimler ve arazlar aynıyla şu anda
bulundukları haliyle iade edilecek, sonra bir meydanda toplanıp (haşredilip)
hesaba çekilecekler. Açlık, susuzluk, gıda, sıcaklık, soğukluk, elemler,
ağrılar, hastalıklar, hüzünler, belalar, konuşma, sultan zulmü, kardeşlerin
çekememezliği, komşuların düşmanlığı, akranların kininden kaynaklanan ve
katlanılan acılar, şeytan vesveseleri, yükümlü olunan ibâdet ve itaatların
ağırlıklarını taşıma, oruç ve namaz gibi ibadetleri yapmaya gayret etme,
tabiatta var olan âdetlerden ve insanın aslında yerleşik bulunan şehvetlerden
nefsi engelleme ve tamamının şiddetli olmasıyla birlikte bedende nefse düşen
bütünlük(ana unsurla/külliyât) gibi zorunlu sebeplere onu çekip götüren cisme
ait şeyler ve eğilimler de geri gelecek. Ve bu düşüncede olan kimse insanın bu
dünyada bilinen bir vakte kadar hapsedilmiş olduğunu düşünür ve böyle inanır.
Nitekim Hz. Peygamber şöyle buyurmuştur: “Dünya müminin zindanı ve kâfirin
cennetidir” Çünkü gerçek mümin, dünyanın kendileri sebebiyle arzulandığı
şehvet ve lezzetlerden nefsini engelleyerek onu hapsetmiştir. Dünya hayatının
bu şekilde olduğunu düşünen ve inanan kimse yeniden diriliş olgusunu tasavvur
edemez ve kıyamet olgusunu gerçekleştiremez. Ona göre yeniden diriliş ve
kıyamet ancak, nefsin bizzât bağımsızlık kazandıktan sonra cesedi terk etmesi,
cevheriyle tek başına kalması ve kendi âlemini seyretmesidir. Böyle bir kimse
Rabbinden ancak sâlih kullar, nebiler, sıddîkler, şehitler ve sâlihler gibi
kendi cinsinden olan kimselere katılmayı/ulaşmayı ister. Nitekim Allah’ın dostu
olan Hz. İbrâhim Rabbinden duasının sonunda, “Beni sâlihlere kavuştur”5'
diyerek, Hz. Yusuf, “Beni Müslüman olarak öldür ve sâlihlere [69]
kavuştur”[70]
diyerek, ölümden sonrasını kast etmek suretiyle aynı şeyi istemişlerdir. Yüce
Allah Peygamberi Hz. Muhammede ve bütün peygamberlerine şunu söylemiştir: “Senin
için ahiret dünyadan daha hayırlıdır.”[71]
Hz. Muhammed (a.s.) de şöyle buyurmuştur: “Allah dostlarının (evliya)
dünyada ebedi olarak kalmasını asla istemedi.”
Görüşü
ve inancı bu şekilde olan kimse yeniden diriliş olgusunu ve kıyameti ancak
nefsin cesetten ayrılması olarak tasavvur eder. Nitekim Hz. Muhammed (a.s.)’in
şöyle dediği nakledilmiştir: “Ölen kimsenin kıyameti kopmuştur.”
Bu
görüşe inananların bazısından nakledildiğine göre, bu kimse kendi görüşünde
olan bir kardeşiyle karşılaşmış ve ona demiş ki: Nasıl sabahladın ve dünyadaki
durumun nasıldır? O da ona şöyle cevap vermiş: İyidir, bundan daha iyisi olarak
inşallah dünyanın âfetlerinden ve belalarından kurtulmayı umuyoruz. Ya sen
nasılsın, durumun nasıl? O da şöyle dedi: Gurbet diyarında esir ve fakir,
umduğu faydayı elde etmeye ve hoşlanmadığı zararı defet etmeye gücü yetmeden
sabahlayanın durumu nasıl olur? Bunun üzerine kardeşi dedi ki: Bu nasıl olur? O
da şöyle cevap verdi: Çünkü onlar bazen işledikleri hayır veya şerrin, irfan
(Allah’ı tanıma) veya inkârın karşılığını görürler. Ey kardeşim, bilmiş ol ki,
şüphesiz bu görüş ve inanç, kadın, çocuk, câhil, sıradan insanlar ve ilimlerin
gerçek mahiyetini düşünemeyen ve onları bilmeyen kimseler için iyidir. Çünkü
onlar bu görüşe inandıkları ve bu inancı gerçekleştirdikleri zaman bu inanç
onları iyilik yapmaya, kötülükleri terk etmeye, günahlardan uzak durmaya,
emirleri/ibâdetleri yapmaya, emânetleri yerine getirmeye, hıyanetleri terk
etmeye, verilen sözlere sâdık kalmaya, sağlıklı ilişkiler kurmaya, o konuda
samimi olmaya, güzel ahlâka ve bunun peşinden gelen pek çok güzel özelliğe
teşvik eder, bu da hem onların hem de bu dünyada ölünceye kadar onlar gibi
davranan ve onlarla yakın ilişki içinde olanların hayrına olur.
Fakat
ilim ve maarifte bu grupların üstünde olanlar şu görüşte ve inançtadırlar: Bu
cesetlerle beraber, onlardan daha üstün ve faziletli başka cevherler vardır.
Bunlar “ruh” veya “nefis” olarak adlandırılan cisimler değildir. Bu görüşte
olan ise yeniden dirilme olgusunu ancak şöyle tasavvur edebilir ve kıyamet
meselesinin ancak şöyle gerçekleşeceğini düşünebilir: Bu nefisler ve ruhlar
olduğu gibi bu cesetlere veya onların yerine geçecek başka cesetlere geri
dönecek, sonra yeniden diriltilip bir araya toplanacaklar, yaptıkları hayır
veya şerden dolayı hesaba çekilecek ve bunların karşılığını görecekler. Bu
görüş, daha iyi ve doğruya daha yakındır. Daha önce ifade edildiği gibi,
bunların inancında hem kendilerine hem de başkalarına fayda vardır.
İlim,
maarif ve akıl yürütme (dirâyet)de bu grubun üstünde olanlar şöyle
inanırlar: Bu nefislerin ve ruhların dünyada bir süre bu cesetlerle beraber
olmasının sebebi, zâtlarının düzgünlük (istikâmet) bulması, suretlerinin
tamamlanması, potansiyel varlık durumundan fiili varlık durumuna çıkıp görünür
olmaları, duyularla algılananların durumunu öğrenme ve akılla bilinenlerin
şekillerini (rüsûm) hayal etme gibi üstün özelliklerini mükemmelleştirmedir. Bu
da, âdab, nefis terbiyesi (riyâzât), tabîî (doğal) ve İlâhî ilimlere
âşinâ olmakla, değerlendirme, tecrübe, düşünme ve siyasetlerle elde edilir.
Ruhların cesetle beraber olmasının bir sebebi de, nefisleri gaflet ve cehâlet
uykusundan uyandırmak, maarif ruhuyla diriltmek ve onlar için basiret gözünün
açılmasıdır. Basiret gözü açılmalıdır ki, nefis rûhânî âlemine baksın, hayvânî
diyarını seyretsin, gurbet âleminde, sınav ve mihnet yerinde olduğunu, madde
denizinde boğulduğunu, tabiatın esaretine tutulduğunu anlasın. Ki, orada
kalpleri de saran tutuşturulmuş en derin cehennem (hâviye) e ait şehvetlerden
kaynaklanan ateş yanmaktadır. Böylece biz dünyada nimetlerden yararlananlar
şeklinde görülmekle birlikte aslında azap görenler, tercih hakkı varmış gibi
gözükmekle birlikte baskı altında kalanlar, imrenilenler şeklinde gözüksek de
aldanmışlar ve aşağılanmış köleler şeklinde olsak da değerli özgür kimseler
haline geldik. Bizim üzerimizde beş kral/yönetici baskıya dayalı otorite
kurdu. Bunlar bizi en kötü işkenceye sürüklüyor ve istesek de istemesek de
hükümlerini bizim üzerimizde uyguluyorlar. Ölünceye kadar onların hükümlerinden
kurtulmaya, saltanatlarını defetmeye ve zulümlerinden yakamızı kurtarmaya
çaremiz yoktur.
Bu
görüşü benimseyene aynı görüşte olan kardeşi dedi ki: Bana söyle, bu yöneticiler
kim? O da dedi ki: Evet, bunlardan birincisi, boşluğunda hapsolunduğumuz dönen
felek (galaksi), gece ve gündüz durmadan üzerimizde dönüp dolaşan yıldızları.
Bunlar bazen bize gece ve onun karanlığını, bazen gündüz ve onun sıcağını,
bazen yaz ve onun kavurucu sıcağını, bazen kış ve onun dondurucu soğuğunu,
şiddetli savurucu rüzgarlarını, bazen bulutları ve onların yağmurlarını, bazen
şimşekleri, yıldırımları ve onların çarpışlarını, bazen kuraklık, pahalılık ve
toplu ölümleri, bazen savaş ve fitneleri (kargaşaları) ve bazen de üzüntü ve
tasaları getirir. Bunlardan kurtulmanın yolu ancak, ölünceye kadar ciddiyetle
gayret göstermek, belaya uğramak, kederlenmek, zorluğa katlanmak, korku ve
ümittir. Sonra dedi ki, o yöneticilerden birincisi budur.
Bir
diğeri ise, bu tabiat ve onun aslında bulunan açlığın harareti, susuzluğun yakıcılığı,
şehvetin azgınlığı ve yakıcılığı, ızdıraplar, hastalıklar, dertler ve
ihtiyaçların çokluğudur! Bizim gece gündüz işimiz, ancak menfaat elde etmek
veya bir an bile tek bir durumda durmayıp değişen bu cesetlerden gelecek zararı
defetmektir! Bundan dolayı nefislerimiz bir gayret ve bela, yorgunluk ve zorluk,
sıkıntı ve güçlük içerisindedir. Ölünceye kadar bize rahat yoktur. Bu da
İkincisidir.
Üçüncüsü,
bu İlâhî kanun (nâmûs), onun hükümleri, çizdiği sınırları, emirleri,
yasakları, tehditleri, engellemeleri ve azarlamalarıdır. Şayet onun hükümlerinin
dışına çıkarsak boynumuz vurulur. İlâhî kanunun çizdiği sınırlardan kaçarsak
yaşama lezzetini ve birlikteki (vahdet) varlığı bulamayız. Onun hükümleri
altına girersek, bu sınırları yerine getirirken sayılamayacak kadar gayret ve
sıkıntıya dayanamayız. Mesela, oruçlu iken açlık ızdırabı, namaz kılarken
beden yorgunluğu, abdest ve gusül gibi temizliklerde suyun soğukluğundan
kaynaklanan zorluklar, zekât, sadaka ve mali yükümlülükleri yerine getirirken
nefislerin cimriliğinden kurtulma mücadelesi, hac ve cihadı yerine getirirken
yolculuktan kaynaklanan zorluklar, haram olan lezzet ve şehvetleri terk
ederken katlandığımız sıkıntılar böyledir!
Emirleri
yerine getirmeyip yasaklardan kaçınmazsak işlenen suçlara karşı cezalar ve
hükümler vardır. Bütün bunlarla birlikte Yüce Allah şöyle buyurmaktadır: “Ama,
zamanı geldiğinde anlayacaksınız! Evet, evet! Zamanı geldiğinde anlayacaksınız!
Hayır, (onu) tartışılmaz bir kesinlikle anlasaydınız, (cehennemin) yakıcı
ateşini mutlaka görürdünüz! Sonunda onu keskin bir gözle mutlaka göreceksiniz:
ve o Gün hayatın nimetlerine karşı yaptıklarınız) için mutlaka sorguya
çekileceksiniz!”[72]
İşte durumumuz budur. Ölünceye kadar bundan yakamızı kurtarmamız ve
kurtuluşumuz yoktur. Bu da üçüncüsüdür.
Dördüncüsü,
bu, üzerimizde baskı otoritesi kuran, zâlim sultandır. Bu, baskı kurarak ve
mağlup ederek insanları hakimiyetine altına almış, zorbalıkla ve tehditle
onları kendine itaat ettirmek istemiş, dilediği gibi onları yargılayıp
ifadesini almakta, kendisine hizmet ve itaat edenlerden, emri ve kontrolü
altında bulunup emrine ve yasaklarına uyanlardan istediğine ikramda bulunup
onu yüceltmekte, karşı çıkanı alçaltıp uzaklaştırmakta, ihanet ve hilekârlık
yapanı ve aldatanı ise işkenceye maruz bırakıp öldürmektedir! Onun
memleketinden çıktığımızda ve baskıcı otoritesinden kaçtığımızda bu dünya
hayatındaki varlıklar arasında çileli bir hayat yaşamaktan başka şansımız
yoktur. Zira biz yaşamanın lezzeti ve hayatın faydalarını elde etme konusunda,
yaşamın düzenlenmesi ve iyileştirilmesi için şehir ve köylerde birbirine
yardımcı olan büyük bir topluluğa ihtiyaç duyarız. Bu topluluk için de, onlara
sahip olup reislik yapacak, ayrılığa düşüp çekiştikleri konularda karar
verecek, güçlü ve zâlim olanın mazlum ve zayıf olana tecavüz etmesini engelleyecek,
yolları korkudan güvenilir hale getirecek, herkesin kurtuluş ve faydasının
ayakta tutulmasında ve korunmasında olduğu, ilahi yasanın yoluna sıkıca sarılmaları
ve onun emredici kesin yükümlülüklerini yerine getirme konusunda insanları
sorumlu tutacak bir sultan/otorite gereklidir. Bu sebep ve gerekçeden dolayı
bizim memleketten çıkmamız ve onun otoritesinden kaçmamız imkânsızdır. Şayet
ona hizmet eder ve ona itaat etmenin gereğini yerine getirirsek, bedenlerin
yorulması, nefislerin gam çekmesi, ruhların zorluğa maruz kalması, cesetlerin
telef olması, aşağılanma ihtimali ve çekemeyenlerin alay etmesi, kardeşlerin
siyasi davranması/ dalkavukluğu, akranların düşmanlığı, yolculukların çilesi,
savaşların saldığı korkular, yükümlü tutulup katlanılmak durumunda olunan
hayvanlardan, silahlardan, teçhizâttan ve bunların ihtiyaç gösterdiği şeylerden
oluşan bütün âletlerde ve mobilyalarda bulunan yorgunluk ve zorluklar gibi
sayılamayacak kadar çok olan gayret ve sıkıntıya katlanmak durumunda kalacağız.
Bundan da ölene kadar bize rahat yok. Bu da dördüncüsüdür.
Beşincisi,
bu vücut şeklinin ayakta durması için şiddetle ihtiyaç duyduğu yeme, içme,
elbise, ev, binek, mobilya, dünya hayatını devam ettirmek için zorunlu olan
şeyler, elde etmek için gece gündüz sıkıntıya girip gayret gösterdiğimiz yorucu
sanat ve ticâretlere ait eğitim, bitkin düşüren kazanç yolları olan çiftçilik
ve ziraatçilik, alışveriş, hesap konusunda münakaşa, hırs ve aç gözlülük, mal
biriktirme, malları hırsızların hilesinden, haydutların diretmesinden ve
sultanın baskı ve zulümle almasından korumak ve sayılamayacak âfetlerden
gözetlemektir. Bütün bunlar bitkin düşmekle, zorluğa katlanmakla, üzüntü ve gam
çekmekle, bedenleri yormak ve ruhlarda ızdırap duymakla ve nefislerin acı
çekmesiyle olur ki ölene kadar bizim bunlardan da rahata kavuşacağımız yoktur.
Ey
kardeşim, işte bizim ve bizim cinsimizden olup bu dünyada yaşayanların çoğunun
durumu budur. Bütün bu âfetlere rağmen dünyada kalmak ve orada ebedîlik isteyen
kimse ki özellikten biri sebebiyle bunu istemektedir: Ya o ahirete inanmamakta,
ölümden sonra gidilecek son yeri (meâd) tasdik etmemekte, varlığı ancak bu
haliyle düşünmekte, ölümden sonrasının ya yok veya sadece şer olduğunu zannetmektedir!
Bu görüş ve inancı sebebiyle de dünyada kalmak ve bütün bu âfetlerle birlikte
ebedîlik istemektedir. O, bu temennisinde ve ebedilik isteğinde mazur sayılır.
Zira yaratılmışların aslında ve varlıkların tabiatlarında ebedi kalma arzu ve
sevgisi ve yokluktan hoşlanmama duygusu vardır. Bu zikredilmiştir. Bu özellik
ve şartlardan dolayı dünyada yaşayanların çoğu orada kalmaktan hoşnut olur ve
ebedilik temenni ederler.
Âhiret
yurdunun nasıl olduğunu düşünen, ölümden sonra gidilecek son yerin (meâd)
olgusunu gerçekleştiren, onun üstünlük ve kıymetini, sevinç, lezzet ve nimetlerini
bilen kimseye gelince, âfetlerini, şerlerini, üzüntülerini, bela ve sıkıntılarını
bildiği halde dünyada ebedi olarak kalması için ne gibi mazereti olabilir? O
halde ey kardeşim, dünyadan ayrıldıktan sonra ailenle birlikte gruplar halinde
nefsinin oraya yollanması için sen ahiret yurdunu tanımaya çalış. Nitekim
övgüsü yüce olan Allah şöyle buyurmuştur: “Rablerine karşı sorumluluklarının
bilincinde olanlar ise gruplar halinde cennete yollanacaklardır.”[73]
Ey
kardeşim, Allah seni ve bizi katından bir ruhla desteklesin, bilmiş ol ki, eğer
sen ahiret yurdunu bilmez ve ölmeden önce ölümden sonra gidilecek son yerin
(meâd) olgusunu gerçekleştirmezsen ve nefsin bu dünyada kör olursa, o ahirette
de kör ve yolunu şaşırmış olur. Ey kardeşim, inşallah sen bundan uzak olursun.
Ey
kardeşim, bilmiş ol ki, ahireti kabul eden, ölümden sonra gidilecek son yerin
(meâd) varlığına inanan ve bunu tasdik eden ancak, gaflet uykusundan
uyandıktan, cehalet ölümünden maarif ruhuyla dirildikten ve basiret gözü
açıldıktan sonra bunu tasavvur edebilir ve gerçek mahiyetini bilebilir. Basiret
gözü açılınca bu durumda hidayet nuruyla kabul ve tasdik ettiğini görür ve o
zaman “Arâf ehli’ nden[74]
olur. Nitekim kendisine nasıl sabahladığı sorulan bir müjdeci (mübeşşir)'den
nakledildiğine gör o şöyle demiştir: “Gerçek mümin olarak sabahladım!” Ona
“îmanının hakikati nedir?” denilince de şöyle cevap vermiştir: “Sanki
kıyametin koptuğunu görüyor gibi oluyorum, sanki Rabbimin arşını apaçık fark
ediyorum, sanki yaratıklar hesap vermekteler, sanki cennetliklerle beraber
nimetler içerisindeyim, cehennemlikler ise orada azap görüyorlar. Ona denildi
ki: Sen isabet ettin o zaman aynı yolu ayrılmadan tut!” Nitekim övgüsü
YüceAllah buna ve bunun benzerine şöylece işarette bulunmuştur: “(Yine)
A’râf ehli simalarından tanıdıkları birtakım adamlara seslenerek derler ki: Ne
çokluğunuz ne de taslamakta olduğunuz büyüklük size hiçbir yarar sağlamadı.”[75]
“Gözleri cehennem ehli tarafına döndürülünce de: ‘Ey Rabbimiz! Bizi zalimler
topluluğu ile beraber bulundurma!’ derler.”[76]
“İçlerinde (yalnız) kendi ismi anılsın diye Allah’ın yükseltilmelerine izin
verdiği evlerde Onun kudret ve yüceliğini sabah akşam dile getiren (öyle)
kimseler (vardır ki,) bunları ne ticaret ne de kazanma hırsı Allah’ı anmaktan,
salatta devamlı ve duyarlı olmaktan, arınmak için verilmesi gerekeni vermekten
alıkoyabilir; böyleleri kalplerin ve gözlerin dehşetle döneceği Gün’den
korkarlar.”[77]
Ey
kardeşim, sen de, ekollerini (mezhep) tanımak, görüşlerine inanmak ve
onların yaptıkları gibi yapmak için onlarla arkadaşlığa ilgi duymaya,
yollarına girmeye, yöntemlerini aramaya, ahlâklarıyla ahlâklanmaya, yaşadıkları
gibi yaşamaya ve öğrendikleri ilimleri incelemeye var mısın? Şayet bunu
yaparsan belki onlarla beraber haşredilir ve onlar gibi sen de kurtuluşa
erersin. “Ama Allah, kendisine karşı sorumluluk bilinci duyanları koruyacak
ve (iç dünyalarında) ulaştıkları üstün mertebelerden dolayı (onlara mutluluk
bağışlayacaktır); ne bir kötülük dokunacak onlara, ne de üzüntüye kapılacaklar.”[78]
Bunlar Allah’ın dostları ve sâlih kullarıdır. Allah onları İblis olayını
(kıssa) anlatırken şu ifadesiyle istisna etmiştir: “Aslında, (zâten) yoldan
çıkmış olup da (kendi iradeleriyle) senin peşine takılanların dışında, Benim
kullarım üzerinde senin bir nüfuzun olmayacaktır.”[79]
“(Bunun üzerine İblis): “Senin kudretine andolsun ki, onların tümünü şiddetli
bir sapıklığa sürükleyeceğim!” dedi, “Senin ihlaslı kulların dışında (tümünü).”[80]
Ey
kardeşim, sen de Allah’ın bu kullarından mısın, yoksa başkalarından mısın, bunu
bilmek ve öğrenmek istiyorsan bilmiş ol ki, onların tanınmalarını sağlayan
alametleri ve kendilerini gösteren nişanları vardır. Allah’ın, cehâlet
ölümünden dirilmiş, gaflet uykusundan uyandırılmış, kesinlik (yakîn) gözüyle
ve hidayet nuruyla bakan, eşyanın gerçek mahiyetini bilen, kıyamet gününün
hesabını seyreden dostlarının alametlerinden birisi şudur: Onlar, öyle bir
topluluktur ki onlar için yer ve zamanlar, işlerin (olguların) değişmesi ve
hallerin farklılaşması eşittir. Onlara göre bütün günler tek bir bayram ve tek
bir cuma haline gelmiştir. Mekânlar ise onlar için tek mescit, bütün yönler
kıble ve mihrap olmuştur. Nereye dönseler Allah’ın yüzü/ zâtı oradadır. Bütün
hareketleri Allah’a kulluk ve sükut etmeleri de Allah’a itaattir. Övenlerin
övmesi ve yerenlerin yermesinin onlara göre farkı yoktur ikisi de eşittir.
Allah uğrunda yaptıkları konusunda kınayanların kınamasından etkilenmezler. Allah
için adaleti yerine getirir, Allah için gerçek şahitlik yaparlar ve onlar
namazlarını devamlı kılarlar.
Onlara
göre bütün mekânlar aynı olup hepsi tek bir mescit, kıble ve mihrap olmuştur.
Çünkü onlar Yüce Allah’ın şu âyetini tasdik etmişlerdir: “Nereye dönerseniz
dönün orası da Allah’ın yönüdür(Allah’ın yüzü oradadır).”[81]
Allah’ın yönünü seyretmeleri ve şu sözünü tasdik etmeleri sebebiyle şâhitler
olmuşlardır: “(Ey İnsanoğlu!) Göklerde ve yerde olan her şeyi Allah’ın
bildiğinden haberin yok mu? Aralarında gizli gizli konuşan her üç kişinin
dördüncüsü mutlaka O’dur ve her beş kişinin altıncısı; ister daha az isterse
çok olsunlar ve nerede bulunurlarsa bulunsunlar O’nsuz olamazlar. Ama sonunda,
Kıyamet Günü, Allah, yaptıklarını onlara gösterecektir çünkü Allah her şeyi
hakkıyla bilendir.”[82]
Onlara
göre günler eşit olup hepsi cuma ve bayram olmuştur. Çünkü onlar, kıyamet
gününü seyretmişlerdir. Kıyamet günü de Allah’ın Hz. Muhammed’i (a.s.)
peygamber olarak gönderdiği günün evvelinden bin senenin tamamlanmasına kadardır.
Nitekim Hz. Peygamber şöyle buyurmuştur: “Ben peygamber olarak gönderildiğimde
kıyamet bu ikisi gibiydi (baş parmak ve orta parmağını birbirine yaklaştırıp
gösterdi).”[83]
Yine
onlara göre, zamanların değişmesi ve durumların farklı oluşu aynıdır. Çünkü
onlar Yüce Allah’ın şu sözünü tasdik etmişlerdir: “Hiçbir musibet, daha önce
buyruğumuzda (öngörülmüş) olmadıkça ne yeryüzünün ne de sizin başınıza gelmez,
şüphesiz bu Allah için kolay (bir iş)tir. (Bunu bilin ki,) elinizden kaçan
(iyi ve güzel) şeylere üzülmeyesiniz ve elinize geçen (iyi ve güzel) şeylerle
de (boş yere) şımarmayasınız. Çünkü Allah, kendini beğenip küstahça
davrananları sevmez.”[84]
Bunların duası kabul olmuştur. Çünkü onlar Allah’tan ancak olanı ve geçmiş
ilminde takdir edileni isterler. Onların kalpleri sebeplere ağlı kalmaktan
kurtulmuş, bedenleri gereksiz şeyleri yüklenmekten kendilerini boşa çıkarmış,
nefisleri vesveselerden durulmuştur. Onlar nefislerine bağlı kalmaktan da
kurtulmuş olup, insanlar onlara karşı rahat ve güvendedir; kimseye kötülük
düşünmez, ister dost ister düşman ve ister muhalif ister aynı fikri
paylaştıkları kimseler olsun, yaratıklardan hiç birine gizli kötülük
planlamazlar.
Bu
da diğer bir hikâyedir. Bunlar iki kişi arasında geçen diyaloglardır. Bunlardan
biri, Allah dostlarından ve Allah’ın cehennem azabından kurtardığı, cehenneme
esir olmaktan özgürlüğe kavuşturduğu, nefislerini ehline düşmanlık etmekten
kurtardığı ve kalplerini cehennemde azap görenlerin ıstırabından rahata
erdirdiği sâlih kullarındandır. Diğeri ise, cehennemde türlü azaplar görüp
helak olanlardan, kalpleri ehline düşmanlık ateşiyle yananlardan ve nefisleri
cehennem azaplarıyla ıstırap duyanlardandır. Kurtulan helak olana dedi ki: Ey
falanca nasıl sabahladın?
Dedi
ki: Allah’tan gelen bir nimet içerisinde, onun artmasını isteyerek, ona istek
duyarak, onu toplamaya hırs göstererek, Allah’ın dinine yardım ederek, Allah
düşmanlarına düşmanlık ederek ve onlarla savaşarak sabahladım.
Kurtulan
dedi ki: Allah düşmanları kimlerdir?
O
da dedi ki: mezhebimde ve inancımda bana aykırı davranan herkestir.
Kurtulan
dedi ki: “Lâilahe illallah” (Allah’tan başka ilah yoktur) diyenlerden olsa da
mı?
O
dedi ki: Evet
Kurtulan
dedi ki: Onlara galip gelir ve yakalarsan onlara ne yaparsın?
O
dedi ki: Onları kendi mezhebime, inancıma ve görüşüme çağırırım.
Kurtulan
dedi ki: Ya dediğini kabul etmezlerse?
O
da dedi ki: Onlarla savaşırım, kanlarını, mallarını helal sayar çoluk
çocuklarını esir alırım.
Kurtulan
dedi ki: Buna gücün yetmezse ne yaparsın?
O
da dedi ki: Gece gündüz onlara beddua eder ve namazda lanet okurum. Bunların
tamamı Allaha yakın olmak içindir.
Kurtulan
dedi ki: Onlara beddua edip lanet okuduğunda onlara bir şey isabet edeceğini
biliyor musun?
O
da dedi ki: Bilmiyorum! Fakat sana anlattığımı yaptığım zaman kalbimde rahatlık,
nefsimde lezzet ve göğsümde şifa hissettim.
Kurtulan
ona dedi ki: bunun neden olduğunu biliyor musun?
O
da dedi ki: Hayır, fakat sen söyle bakalım.
Kurtulan
dedi ki: Çünkü sen nefsi hasta, kalbi azap gören, ruhu ceza çeken bir adamsın.
Zira lezzet ancak ıstıraplardan kurtulmaktır. Sonra bilmiş ol ki, sen cehennem
tabakalarından birine hapsedilmiş durumdasın. O da “hutame tabakası’dır.
Hutame, Allah’ın kalpleri saran tutuşturulmuş ateşidir. Bu cehennem hapsinden
kurtulana ve Allah’a kavuşup onun azabından nefsin kurtulana kadar sen
oradasın. Nitekim Yüce Allah şu vaade bulunmuştur: “Bir kere daha
(hatırlatalım ki): Biz, Bize karşı sorumluluk bilinci taşıyanları (cehennemden)
kurtaracağız; ama zalimleri onun içinde diz üstü bırakacağız.”[85]
Sonra
helak olan kurtulana dedi ki: Hadi şimdi de sen bana görüşün, mezhebin ve
nefsinin durumu hakkında bilgi ver bakayım o nasılmış?
Kurtulan
dedi ki: Evet, bana gelince, ben, Allah’tan gelen ve sayısını bilemediğim,
şükrünü yerine getiremediğim nimet ve iyilik içinde, Allah’ın benim için takdir
ve taksim ettiğine razı olarak, hükümlerine sabrederek sabahladığımı
düşünüyorum. Yaratıklardan hiçbirine kötülük düşünmüyorum, onlardan hiçbiri
için içimde hâinlik gizlemiyorum ve onlar için kötülük yapmaya niyetlenmiyorum.
Nefsim rahat, kalbim genişlik içinde, benden yana halk güvende! Mezhebimi
Rabbime teslim ettim, dinimse Hz. İbrahim (a.s.)’in dinidir! Ben de onun şu
sözünü söylüyorum: “Bunun içindir ki, (yalnızca tebliğ ettiğim dinde) bana
uyan kimse gerçekten bendendir; bana baş kaldırana gelince, şüphesiz Sen çok
acıyan, esirgeyen gerçek bağışlayıcısın."[86]
“Şayet onları azaba çarptırırsan şüphesiz onlar Senin kullarındır; ve eğer
onları bağışlarsan şüphesiz yalnız Şensin kudret sahibi, hikmet sahibi!"[87]
Bölüm
Sonra
bilmiş ol ki, cehennemin birçok tabakası vardır. Bunlar farklı heva ve hevesler
ve üst üste yığılmış cehaletlerdir ki, nefisler onların içinde hapsedilmiş ve
onlarla beraber durdurulmuştur. Bunlara sahip olanların kalpleri onlardan
dolayı çeşitli ıstıraplarla azap çekmektedirler ve onlar azapta ortaktırlar.
Ne zaman onlardan bir ümmet çekip gitse nesli tükenir, onların peşinden aynı
mezhep ve görüşte olan öğrenci ve takipçilerinden başka bir topluluk gelir. Ne
zaman farklı görüşlerden bir grup (cehenneme) gelse, Yüce Allah’ın pek çok
surede ifade ettiği gibi, ondan farklı düşünen kardeşine lanet okur. Mesela
Allah Araf suresinde şöyle buyurmuştur: “(Ve) bir güruh (ateşe) girerken her
seferinde kendi yandaşlarına lanet edecek”[88]
Başka bir surede de, “Bazılarınız diğerlerine lanet okur”[89]'
demiştir. (Bu cehenneme girenler) birbirlerini ayıplarlar, birbirlerine
hikâyeler anlatır ve kin güderler. Onlar azapta ortaktırlar. Onların dünyadaki
durumu budur, ahiretteki durumları da, şayet bilirlerse buna eşit ve daha
kötüdür. Allah seni ve bizi rahmetiyle onların şerrinden korusun!
Psikoloji
(ilmun-nefs) ve tabiat ilmi ile meşgul olma/ilgilenme konusunda söylenenler
hakkında görüşün nedir?[90]
Ne dersin ey kardeşim, bu şehri yani insan cesedini yapan bu saatte veya başka
bir saatte orada iskân eden ve onu kullanan mıdır? Şayet bu saatte onu kullanan
onu yapan ise onu nasıl yaptığını neden bilmiyor ve nasıl olduğunu neden
anlatmıyor? Biz cerrahların ancak yıkıp, bozup tahrip ettikten sonra bu
cesedin yapısının nasıl olduklarını anladıklarını görüyoruz. Eğer cesedi yapan
şu anda onu kullanandan başkası ise onu yapanlar acaba kendi başlarına mı
yaptılar yoksa başkalarının eliyle yapıp onu, içinde olanlar hariç, kullanana
teslim mi ettiler. Acaba bu bünyeyi kullanan ve bu şehri yapanın öğrencisi veya
oğlu olan kimse yapılma anında câhil bir çocuktu da kullandığı saatte erken,
akıllı ve bilge mi oldu? Yoksa o zaman potansiyel olarak vardı da şu anda fiilî
ve görünür duruma mı geldi?! Allah seni desteklesin, bu konuda bize bilgi ver
ve bizi mükâfat alarak yolun en doğrusuna ilet.
Bölüm
Anlatıldığına
göre, şanı büyük, saltanatı güçlü, memleketi geniş, askerleri ve köleleri çok
olan bir kralın bir erkek çocuğu oldu. Çocuk yaratılış olarak babasına çok
yakın ve benzer iken tabiat ve ahlâk olarak da ana-babasına benzemekte idi.
Yetiştirilip büyüdüğünde ve olgunluk çağına geldiğinde babası onu memleketinin
bir yerine yönetici olarak atadı. Askerlerine ve kölelerine ona itaat
etmelerini emretti. Oğluna da onları güzel yönetmesini önerdi. Ona bütün
nimetleri serbest bırakırken sadece kendi mertebesine (makamına) çıkmasını
(krala ait en üstün yetkiyi kullanmasını) yasakladı. Oğlu uzun zaman yarım gün
kadar nimetlerden yararlanarak ve lezzetleri tadarak bekledi. Ancak gâfıl ve
dalgındı. Babasının kölelerinden olup da kendisinden önce reis olan birisi onu
kıskanıp şöyle dedi: Sen (esas) nimeti bilmedin ve esas lezzeti bulamadın.
Çünkü en üstün lezzet ve nimete karşı yasaklısın, en lezzetli şehvetten
engellenmiş durumdasın. Şayet elini çabuk tutar ve krallığı talep edersen bir
an önce ona kavuşursun. Kralın oğlu olan bu kimse de bu kölenin sözüne aldandı.
Çünkü çok gâfıl ve câhil birisiydi. Böylece vakti gelmeden önce elde etmemesi
gereken şeyi talep etti. Vakti gelmeden önce onu talep edince mertebesi düştü.
Babası katında derecesi alçaldı. Foyası meydana çıktı. Yanlışı ortaya döküldü.
Babasından korkarak ve âdeta gizlenircesine memleketinden kaçarak gitti.
Zorluklarla yüzyüze geldi. Başına zorluklar ve sıkıntılar isabet etti. Gayret
ve belaya katlanmak durumunda kaldı. Günün birinde babasının kendisine
sağladığı nimeti hatırladı. Kaçırdığı fırsata üzüldü, üzülerek ağladı, sonra
uyku tuttu ve uyudu. Onu yüklenip babasına getirdiler ve babası dedi ki: Onu
bırakın cumaya kadar uyusun.
İkinci
gün, insanlar içinde kardeşine en çok benzeyen bir oğlu daha oldu. Yetiştirilip
büyüdü, olgunluk çağma geldi. Uysal, vakarlı, şükreden, sabırlı bir kimse idi.
Onu da babası memleketinin bir yerine yönetici olarak atadı, oranın halkına bu
oğluna itaat etmelerini emretti. Oğluna da onları (iyi) idare etmesini tavsiye
etti. Oğlu da onları çağırdı, onlara emirler verdi yasaklar koydu fakat onu
dinleyip emrine itaat etmediler. Zira o âdeta Zühal (Satürn) gezegeni
gibiydi! Aksine ona eziyet ettiler. O ise bir süre onlara sabretti, ancak sonra
babasına şikâyette bulundu. Babası bunun üzerine onlara sinirlendi ve çoğunu
suya attı. Oğlu onların başına geleni görünce üzüldü/kederlendi uykusu geldi ve
uyudu. Bu durumda iken babasına götürüldü, babası dedi ki: Bırakın cumaya kadar
uyusun.
Sonra
üçüncü gün Allah ona bir erkek çocuk daha verdi. Bu da insanlar içerisinde
daha önce anlatılan iki kardeşine en çok benzeyen kimse idi. Yetiştirilip
büyüdü, olgunluk çağma geldi. Hayırlı, faziletli, bilgili ve ikna kabiliyeti
olan birisi idi. Babası onu diğer kardeşlerinin yerine tayin etti. Halka ona
itaat etmelerini, oğluna ise diğer iki kardeşine yaptığı tavsiyeleri yaptı. Bu
oğlu da onları çağırdı, onlara emirler verdi yasaklar koydu fakat onu dinleyip
emrine itaat etmediler. Zira o âdeta Müşteri (jüpiter) gezegeni gibiydi!
Onu ateşle korkuttular. O da babasına gitti. Onun için bir heykel yaptırdı.
Onun adına kurban adadı, ibadet (ve kurban kesme) yerleri yaptırdı ve insanlara
şu çağrıda bulundu: Görmediğinizi görmek ve duymadığınızı duymak için gelin.
Daha sonra uyudu ve babasına götürüldü. Babası da dedi ki: Bırakın cumaya
kadar uyusun. Onun çağrısı insanların kulaklarında kaldı duymadıkları halde
birbirlerine aktarmaya başladılar. Heykelinin bulunduğu yere gidip esas
görülmesi gereken yerleri göremediklerinden dışını görüyor, ibadethanesinin
kurallarını manasını anlamadan yerine getiriyorlardı. Çünkü onlar aklı
kesmeyen kör, sağır ve dilsiz kimselerdi. Ey kardeş, onlardan olmaktan seni
sakındırırım. Sen rûhânîlerin fiillerine ait risâleye aklının ışığıyla bak,
belki söylediğimizi öğrenir ve işaret ettiğimiz şeyi anlarsın.
Sonra
bu kralın dördüncü gün bir oğlu daha oldu. Yetiştirilip büyüdü, olgunluk çağma
geldi. Bu, sabırlı, güçlü, gözü pek ve atılgan birisiydi. Babası kardeşlerinin
yerine onu idareci olarak atadı. Halka ona itaat etmelerini, oğluna ise diğer
iki kardeşine yaptığı tavsiyeleri yaptı. Bu oğlu da onları çağırdı, onlara
emirler verdi yasaklar koydu fakat onu dinleyip emrine itaat etmediler. Zira o
âdeta Merih (Mars) gezegeni gibiydi! Onlar onunla o da onlarla mücadele
etti ve çarpıştı. Babasının desteğini almıştı. Bu sebeple onları mağlup etti
güçlerini dağıttı, birliklerini parçaladı, aralarındaki kaynaşmayı darmadağın
etti, karaya ve denize savurdu. Sonra tek başına, garip olarak kaldı, çağrısına
cevap verilmeyen, emrine aldırış edilmeyen birisi haline geldi! Kederlendi,
üzüldü, uykusu geldi, uyudu ve babasına götürüldü. Babası da dedi ki: Bırakın
cumaya kadar uyusun.
Sonra
beşinci gün Allah ona bir erkek çocuk daha verdi. Buda insanlar içerisinde ilk
kardeşine en çok benzeyen kimse idi. Yetiştirilip büyüdü, olgunluk çağma geldi.
Doğru yolda, olgun, güzel ve dost birisiydi. Babası kardeşlerinin yerine onu
idareci olarak atadı. Halka ona itaat etmelerini, oğluna ise diğer iki
kardeşine yaptığı tavsiyeleri yaptı. Bu oğlu da onları çağırdı, onlara emirler
verdi yasaklar koydu fakat ona çok az uydular ve pek az itaat ettiler. Zira o
âdeta Zühre (Venüs) gezegeni gibiydi! Sonra onun üzerine sıçrayıp
annesinin diktiği gömleği sırtından aldılar. O da babasına gitti. Babasını
ordularıyla onlara karşı savaşmaya çağırdı. O da kendisinden bir güçle onu
destekledi. Sonra, onların ona ait insan yapısına baskı yapmalarına karşılık o
da onların nefislerine nüfuz etti (işledi) ve utsal yönlerine baskı kurdu! Ve
baştan inmek istedi. Babası dedi ki: Cumaya kadar sabredin.
Sonra
altıncı babası yıldızlara dedi ki: Utarid (Merkür)’e benzeyen oğlum[91]
için bir gün seçin, oluş ve bozuluş âlemine insin, uyumakta olan kardeşlerini
uyandırsın ve onları hakkına çağırsın. Ben onlardan razıyım. Namaza
hazırlanmaları için onlara emir versin. Çünkü bayram günü olan cumadır.
Kadılar/yargıçlar ortaya çıksın ve anlaşmazlığa düştükleri konularda bunlar
arasında hüküm versinler. Yıldızların önde gelenleri ve yıldızların reisleri
Mars gezegeninin evinde toplanıp aralarında fikir alışverişinde (müşavere)
bulundular. Yıldızların reisi ve kralı olan güneş dedi ki: Ben gücümden onun
için seçimde bulunuyor ve üstünlüklerimden ululuk, reislik, otorite, güç,
yücelik, güzellik, parlaklık, övgü, medh, fedâkârlık ve vermeyi ona azık olarak
veriyorum.
Yıldızların
şeyhi olan Zühal (Satürn) dedi ki: Ben gücümden onun için uysallık, vakar,
kararlılık, derinlik, yüce himmet, koruma/korunma, emânet/güven, düşünme ve
taşınmayı tercih ediyorum.
Adaletli
yargıç olan Müşteri (Jüpiter) dedi ki: Ben gücümden onun için tercihte
bulunuyor ve ona azık olarak, din/dindarlık, kötülüklerden sakınma(vera),
hayır, düzgünlük/fayda, adalet, insaf, hak, doğruluk, sadakat, vefa, korunma ve
kişiliği veriyorum.
Ordu
komutanı Merih (Mars) şöyle dedi: Ben gücümden onun için tercihte bulunuyor ve
ona azık olarak üstünlüklerimden, azim, tavizsizlik, cesaret, şecaat, gayret,
zafer, galibiyet, fedakarlık, cömertlik ve uyanıklığı veriyorum.
Yıldızların
kız kardeşi olan Nâhid (iri göğüslü kadın) dedi ki: Ben gücümden onun için
tercihte bulunuyor ve ona azık olarak üstünlüklerimden, güzellik, estetik,
kusursuzluk, olgunluk, şefkat, merhamet, süs/ziynet, temizlik, sevgi, aşk,
sevinç ve lezzeti veriyorum.
En
küçük kardeşleri ki, görüntü olarak en gizli, istihbarat olarak en üstün, sanat
olarak en açık, bilgileri en çok, şaşırtıcı/imrendirici yönleri en meşhur ve
parlak olanı budur, dedi ki: Ben gücümden onun için tercihte bulunuyor ve ona
azık olarak üstünlüklerimden veriyor ve menkıbelerimden edebî konuşmayı
(fesâhat), hatipliği (nutk), ayırt etmeyi, zekiliği, değerlendirmeyi/dikkati,
inceliği, okumayı, nağmeyi, ilimleri ve hikmeti bağışlıyorum.
Yıldızların
annesi olan ay dedi ki: Ben onu emziriyor ve büyütüyorum, gücümden onun için
tercihte bulunuyor ve ona azık olarak üstünlüklerimden nur/ışık, parlaklık,
fazlahk/ziyade, artma, üç kıtada hareket, seferlerde yolculuk, arzulara,
yaşayış ve haberlere ulaşma ve ecellerin zamanını bilmeyi veriyorum.
Sonra
felekler döndü, rûhânîlerin güçleri çalkalandı, gök ehli müjdelendi ve sura
üflemek için ölülerin kabirlerinden kalkmasını sağlamakla görevli olan melek
fecir doğmadan önce kadir gecesinde oluş âlemine indi. Bu çocuk anasının
rahminde kırk güneş günü bekledi, yirmi gün emdi, nihayet büyütüldü, gelişti ve
olgunlaştı. İnsanlar içerisinde üçüncü kardeşine en çok benzeyen o idi. Zira
o, aralarında karşılaşma/ buluşma olması, ikisinin de dört kat olması ve
feleklerinin karşılıklı olması sebebiyle, jüpiterin kardeşi olan merküre
benziyordu. O zaman bu çocuk diğer kardeşleri arasında cüsse olarak en
kusursuz ve şekil (suret) olarak en mükemmeli oldu. Bu çocuk, edîb, âlim,
bilge, kral, aziz (güçlü), adaletli bir önder ve gönderilmiş bir peygamber
oldu. Babası onu hem kendi memleketine hem de kardeşlerinin memleketlerinin
tamamına idareci olarak atadı. O, halka üstünlük sağladı ve kendisine karşı
çıkanı mahvedip, uyumlu olanı yüceltip onurlandırdı. Memleketinde yaklaşık otuz
güneç günü kadar hüküm sürdü. Sonra kendini beğendi, göze geldi (nazar aldı),
hastalandı, cismi rahat/bolluk içinde, (fakat) nefsi hasta olarak bin ay günü
yatakta kaldı. Sonra başka bir eve taşındı, yataktan kısa bir süre kurtuldu,
yürüdü, güç kazandı, dinçleşti, mutlu oldu, dünya sevgisinden, gururundan,
arzularından içercesine yararlandı, şehvetlerinin şarabından sarhoş oldu,
babasının mağarasına girdi, kardeşleriyle beraber uyudu ve uzun zaman orada
kaldılar. Uyuma devri bitip sonuç vakti yaklaşınca babaları onları şöyle
diyerek çağırdı: Uykunuzdan ve gafletinizden uyanma, başlangıç olgunuza ait
olan şeyden unuttuğunuzu hatırlama ve yolculuklarınızdan gideceğiniz son
noktaya (meâd) dönme vakti gelmedi mi? Çünkü her başlangıcın bir sonucu, her
hayatın bir bitişi ve her ölümün ve uyuyanın bir uyanışı vardır. Gurbetinizden
(ayrılıp) gideceğiniz son noktaya (meâd) gitmek için acele ediniz. Yedi kat
göğün yaratılışı altı günde tamamlandı. Yarın cuma günüdür ve Rabbiniz arşın
üzerinde hâkimiyetini kuracaktır. O gün O nun hükümranlık makamını sekiz (melek)
taşıyacaktır![92]
İşte
sen şu kardeşlere dikkatle bak. Denildiğine göre onlar (Ashab-ı Kehf)
yedi kişi olup sekizincisi köpekleridir. Bunlar, ay hesabıyla ve güneş
günlerine göre üçyüz sene ve ellidört gün sonra uyanmışlardı. Mağaralarında ne
kadar kaldıklarını aralarında tartışıyorlardı! Babaları kardeşlerine dedi ki:
“O halde artık onlar hakkında olayın görünen boyutunun dışına taşan bir
tartışmaya girme; yine onlar hakkında (bilinmeyen hakkında atıp tutan)
kimselere itibar edip de soru sorma!”[93]
Onlar
(Ashab-ı Kehfi gizlendi ve sırlarını korudular. Çünkü “(Ey
İnsanoğlu!) Göklerde ve yerde olan her şeyi Allah’ın bildiğinden haberin yok
mu? Aralarında gizli gizli konuşan her üç kişinin dördüncüsü mutlaka O’dur ve
her beş kişinin altmcısı; ister daha az isterse çok olsunlar ve nerede
bulunurlarsa bulunsunlar Onsuz olamazlar. Ama sonunda, Kıyamet Günü, Allah,
yaptıklarını onlara gösterecektir çünkü Allah her şeyi hakkıyla bilendir.”[94]
Ey
kardeşim, bu işaret ve uyarıları anla, benzerlerini bunlara kıyasla ve sırları
açığa vurma, belki, sura üflenmeden, cuma günü çağında bulunan cumaya
çağırırken: “Cuma günü namaz için çağrıldığınızda her türlü dünyevî
alışverişi bırakıp Allah’ı anmaya koşun! Eğer bilseniz, bu sizin yarar mizadır”[95]
demeden ve günahkârlar cehenneme bir sürü gibi sürülüp orada toplanmadan önce gaflet
ve cehâlet uykusundan uyanırsın. Azığını dünyadan al, çünkü sen yolcusun. “Ve
kendiniz için azık edinin -ama şüphesiz, tüm azıkların en güzeli, Allaha karşı
sorumluluk bilincine sahip olmaktır. Öyleyse siz ey derin kavrayış sahipleri
Bana karşı sorumluluğunuzun bilincinde olun!”[96],
“Yeryüzünde bozgunculuk, karışıklık çıkarmaya çalışma”[97],
“Her kim (benliğini) arındırırsa, kesinlikle mutluluğa erişecektir, onu
(karanlığa) gömen ise hüsrandadır.”[98]
Allah,
seni, bizi ve bütün kardeşlerimizi doğru yola ulaşma konusunda başarıya
ulaştırsın. Zira O, kullarına karşı çok merhametlidir.
“Öldükten
Sonra Dirilme ve Kıyamet Risalesi” tamamlandı. Bunu “Hareketlerin
Cinslerinin Niceliği Risalesi” takip edecektir.
Aklî
Nefsânîlerin/Nefis ve Akla Dair Olan Şeylerin
(en-Nefsânîyyâtu'l-Akliyyâf) Sekizinci -İhvân-ı Safâ Risâleleri’nin
Otuz DokuzuncuRisâlesi: Hareketlerin Cinslerinin
Niceliği
Hakkında[99]
Rahman
ve Rahim Olan Allah’ın Adıyla!
H |
amd
Allah’a, selam O’nun seçilmiş kulları üzerine olsun. “Allah mı daha hayırlıdır,
yoksa O’na ortak koştukları varlıklar mı?’[100]
Ey
kardeş, bil ki, “Öldükten sonra Diriliş ve Kıyamet Risâlesi”[101]ni
bitirdik. Bundan önce de cisimlerin mahiyetini ve çeşitlerinin miktarını
açıklamıştık. Ayrıca cisimlerin hareket ve durağanlıktan (sükûn) ayrılmadığını
izah etmiştik. Cisimlerin hareket ettiricisinin ve durağanlaştırıcısının nefis
olduğunu “Tabiiyyat ve İlahiyat Risâlesi”[102]
[103]nde
açıklamıştık. Şimdi, bu risâlede, hareketin mahiyetini, çeşitlerinin miktarını
ve hareketlilerin (müteharrik), kendisinde ve kendisine doğru hareket ettikleri
yönleri açıklamak istiyor ve diyoruz ki:
İlk
olarak, “hareket” nedir ve “durağanlık” nedir? Âlimler ve bilgeler hareket ve
durağanlığın mahiyet ve hakikati konusunda ihtilafa düşmüşler ve bunun üzerine
onlardan bazıları [hareket ve durağanlığın] ikisini kabul etmiş, bazıları
ikisini de inkâr ederek “İkisinin hakikat ve manası yoktur” demişlerdir.
Bazıları, “Hareket, ancak diri ve kâdir olandan ortaya çıkar” demişlerdir.
Bazıları da “Hareket, canlılığın ta kendisidir.” demişlerdir. Şayet
sözlerindeki ve kanıtlamalarındaki ihtilafları açıklarsak söz uzar gider,
fakat [şimdilik] diyoruz ki:
Hareket,
ruhanî bir suret olup, onu cisimlere nefis yerleştirmiş ve onunla cisimler
hareketli olmuştur; tıpkı şekilleri, nakışları, suretleri ve renkleri cisimlere
yerleştirip, onlarla cisimlerin suretli, nakışlı, şekilli ve hareketli olmaları
gibi. “Madde ve Sûret Risalesinde açıkladığımız üzere, nefisler
cisimlerin hareket ettiricisidirler, cisimler de nefislerin kendilerini hareket
ettirmesi ve durağanlaştırmasıyla hareket ettirilen ve durağanlaştırılanlardır.
Hareket ettirme (tahrik) nefsin bir fiilidir, hareket de nefsin cisme
yerleştirdiği bir suret olup onunla cisim hareketli olmuştur. Durağanlaştırma (teskin)
da nefsin fiillerinden biri olup, nefs bazen cismi hareket ettirir bazen de onu
durağanlaştırır. Örneğin insan bazen elini hareket ettirir, bazen de durdurur.
Öyleyse
anlattıklarımızdan, hareketin ve durağanlığın ne olduğu açıklanmış oldu. Şimdi
de bunların çeşitlerinin miktarını ve her bir çeşidinin mahiyetini anlatmak
istiyoruz.
Bil
ki, ileride açıklayacağımız üzere, hareket cisimsel ve rûhânî olmak
üzere iki çeşittir. Cisimsel hareket altı çeşit olup bunlar; oluş ve bozuluş
(kevn-fesâd), artma ve eksilme (ziyade-noksân), değişim ve yer değiştirmedir.
İlkin yer değiştirme olarak nitelenen hareketler hakkında bilgi vermek
istiyoruz. Çünkü duyular için en açık ve en belirgin olanı budur. Sonra geriye
kalan beşini anlatacağız, zira bunlar daha hassas ve daha naziktir. Dolayısıyla
deriz ki: Yer değiştirme olarak nitelenen hareket üç çeşittir: Doğrusal,
dairesel ve bu ikisinin birleşiminden olan. Doğrusal hareket iki çeşittir:
Merkezden çevreye ve çevreden merkeze; yani âlemin merkezine ve âlemin
çevresine veya bunların arasında. Dairesel [hareket] ise merkezin etrafında
olur.
Öyleyse
anlattıklarımızdan, yer değiştirme olarak nitelenen hareketin çeşitlerinin
miktarı açıklanmış oldu. [Şimdi] de hareket ettirilenleri anlatmak istiyoruz.
Çünkü duyular için en açık ve en belirgin olanı budur. Dolayısıyla deriz ki:
Hareket
ettirilenler ne eksik ne de fazla [olmak üzere] on iki çeşitten ibarettir. Dokuz
feleğin hareketleri; gezinen yıldızların [yani gezegenlerin] hareketleri;
kuyruklu yıldızların hareketleri; meteorların (şihâb) hareketleri; hava
ve rüzgârların hareketleri; atmosfer, bulut ve sis olaylarının hareketleri;
denizlerin, nehirlerin ve yağmurların sularının hareketleri; deprem ve
çöküntüler gibi yerin içinde meydana gelen hareketler; yerin içindeki maden
cevherleri gibi oluşumsal varlıkların hareketleri; yer yüzeyindeki bitkiler ve
ağaçların hareketleri; deniz, kara ve havadaki altı yönde bulunan hayvanların
hareketleri bu on iki harekettendir. Hareketlerin yönlerine gelince, [bunlar]
gerçekten de farklı farklı olup çeşitleri ve biçimleri çok sayıdadır. Fakat
bunların hepsi ya âlemin merkezinden çevresine doğru ya çevreden merkeze doğru
ya merkezin etrafında ya da bunların arasında eğik [bir şekilde] olmaktan başka
türlü değildir.
Bölüm
Bunların
Ayrıntılarına Dair
Deriz
ki: Dokuz feleğin hareketlerinin hepsi yerin etrafındadır, çünkü yer onların
merkezidir ve yer âlemin bütününün merkezidir. Aynı şekilde sabit yıldızların
hareketleri de âlemin merkezinin etrafındadır. Ancak dokuz gezinen yıldızın
hareketleri, dairesel feleklerinin merkezi etrafındadır. Feleklerin hareketleri
ise taşıyıcı felekler olarak isimlendirilen başka feleklerin merkezinin
etrafındadır. Bu [taşıyıcı] feleklerin hareketleri de merkezi yer merkezinin
dışında olan feleklerin [yani dışmerkezli feleklerin] merkezi etrafındadır.
Nitekim bunlar el-Mecisti’de (Almagest) zorunlu geometrik kanıtlarla
uzun açıklamalar eşliğinde açıklanmıştır.
Burçlar
feleği sırası üzerinde, eğimle, enine, geri dönmeyle, düz [gidişle] vb şekilde
gezinen yıldızlarda görülen hareketlere gelince; bunların hakikatlerini “Semâ
ve Âlem Risâlesı'nde[104]
anlattığımız örneklerle açıkladık. Bunların ayrıntılarını ise Almagest’te
bulursun. Bu hareketlerin miktarı söz konusu olunca, kırk dokuz hareket
gezinenlere ait olup [gezinenlerin] her birinin yedi hareketi vardır. Sabit
yıldızların başkaca yedi [hareketi] vardır, burçlar feleğinin bir hareketi
vardır, dolayısıyla bunların [hepsi] elli yedi hareket eder. Kuyruklu olarak
isimlendirilen yıldızlar ise yıldız değildirler aksine ay feleğinin üstünde
esir küresinde görünen ışıklı cisimlerdir (neyyirât). Bunların
hareketleri ise farklı farklıdır, bazen kuşatıcı feleğin (felekulmuhît)
dönüşüyle beraber batı küresine doğru olur, bazen burçlar feleği sırası üzerinde
doğuya doğru olur, ya da feleğin şeklinin ve yıldızların hükümlerinin gerektirdiği
şekilde eğimle, boyuna ve enine olur. Bu [kuyruklu yıldızların] ortaya çıkışı,
ay feleğinin üstünde esir küresinde olur; benzer şekilde meteorların ortaya
çıkışları esir küresiyle “zemherîr” küresi arasında olur ve şimşek olayı
da “zemherîr" küresinin altında “nesim” küresinde meydana
gelir.[105]
Tüm bu olaylar, gök cisimlerinin (nücûm) hükümlerinin gereklerine göre
oluş ve bozuluş âleminde olur. Bunlara dair nasıl, kaç, ne zaman ve niçin [gibi
sorularla] ilgili söz uzar gider.
Rüzgârın
hareketlerinin çeşitlerinin miktarına gelince; bunlar altıdır. Şöyle ki: rüzgâr
havanın dalgalanmasından başka bir şey değildir. Çünkü hava gök ile yer arasında
bulunan şef fafbir deniz [gibidir]. Dolayısıyla doğudan batıya doğru dalgalanırsa
doğu rüzgârı (sebâj olarak isimlendirilir, [bunun] tersine dalgalanırsa
batı rüzgârı (debûr) olarak adlandırılır, şayet güneyden kuzeye doğru
dalgalanırsa güney rüzgârı (et-tiymen) olarak isimlendirilir, [bunun] tersine
dalgalanırsa kuzey rüzgârıdır (elcirbiya), şayet aşağıdan yukarıya doğru
dalgalanırsa bora (ez-zevâiğ) olarak isimlendirilir, [bunun] tersine
dalgalanırsa “zemherîr”, Farsçada ise “ebâdideme” olarak adlandırılır. Bu
rüzgârla, Âd [kavmi] helak edilmiştir, [bu rüzgâr] zemherîr küresinden onların
üzerine üflenmiştir: “Allah onu kesintisiz olarak yedi gece, sekiz gün
onların üzerine musallat etti.”[106]
[107]
Bu
yönlerin dışında hareket edenler ise yön değiştiren [veya ara] rüzgârlar (nukebâ)
olarak isimlendirilir ve bunların yönleri çoktur. Bunların bilinenleri dört
tanedir: Kuzey rüzgârının yön değiştireni, güney rüzgârının yön değiştireni,
doğu rüzgârının yön değiştireni ve batı rüzgârının yön değiştireni.
Havayı
hareket ettiren ve onu dalgalandıran sebeplere gelince, yıldızlardan gelen
ışınların düştüğü yer, ayın yirmi sekizdeki konumuna inmesi ve yıldızlarla peş
peşe gelmesi bakımından [meydana gelen durumlar] bunlardandır. Bunun nasıl
olduğuna dair bir bölümü “Meteoroloji Risalesinde anlattık, oradan
öğrenilebilir.
Meteorların
hareketleri de yıldızların ışınlarının düştüğü yerlerden [kaynaklanan]
kendilerine ait itici güç (el-kuvvetud-dâfia} ölçüşünce, dört yöne veya
bu yönlerin aralarına doğrudur. Onların hareketleri yıldızların feleklerindeki
hareketlerinden daha hızlı değildir, fakat bize yakınlıklarından dolayı onları
yıldızlardan hareketçe daha hızlı görmekteyiz.
Bulutlar
ve pusların hareketleri de söz konusu dört yöne ve onların aralarına doğrudur.
Bunlar, (bulutları ve sisleri) denizlerin, sazlıkların ve nehirlerin sahillerinden,
ister dik isterse de eğimli olsun, stepler, çöller ve dağların zirveleri olarak
kabul edilen yerlere doğru sürükleyen rüzgârların estiği yere göredir.
Yağmurların
damlalarının hareketlerine gelince bunların hepsi hava boşluğundan, dik ya da
eğimli olsun, yere ve denizlere doğru olur.
Yerin
hareketleri ise üç çeşittir: Bunlar, deprem, çökme ve eğilmedir. Depremin
sebebi, yerin içinde toplanan buhardır, [buhar] dışarı çıkmak isteyince yerin
bir bölgesinin bir kısmı sallanır, ileri geri gider ve titrer. Bu durum ateşi
olan birinin ateşinin yüksek olduğu anda titremesi gibidir. Bunun sebebi
vücutların boşluklarında bulunan bozulmuş rutubettir, bundan ârızî bir hararet
alevlenir ve rutubeti eritir ve çözer, onu dumana ve buhara çevirir ve o da
vücutların boşluklarının gözeneklerinden dışarı çıkar, bundan dolayı bedenin
tümü ya da bir uzvu sallanır ve titrer. O buharlar ve dumanlar oradan dışarı
çıktığından, [kötü rutubetin] maddesi bittiğinden dolayı vücut böylece zarar
görmez, ateşi azalır ve durur. Deprem anında yerin bir bölgesinin hareketleri
de aynen böyledir. Bazen yerin dışı yarılır, sıkışmış ve hapsolmuş bu
rüzgârlar, dumanlar ve buharlar bir defada dışarı çıkar, o yer ve bölge çöker
ve evin çatısının çöküp zemine düşmesi gibi [yarıkla oluşmuş] o çukura düşer.
Eğilme
hareketlerine[108]
[109]
gelince, bilgelere göre o [yani yer] bazen güneyden kuzeye doğru eğilir, bazen
de tersine. Fakat yerin büyüklük ve azametinden dolayı insanlar onu
hissetmezler. Tıpkı rüzgârın gemileri şiddetli sevkiyatı esnasında gemilerin
yolcularının denizde onun hareketini hissetmemeleri gibi. Bu bilge11
anlatmıştır ki, bu hareketin sebebi güneşin bazen güneysel burçlardan kuzeysel
burçlara doğru, bazen dekuzeysel [burçlardan] güney [burçlara] doğru olan
geçişidir ve [güneş] kendisiyle birlikte döndüğü yere ve yönelme biçimine doğru
onu [yani yeri] çeker. Tıpkı [yerin] bitkisini [yerin] içinden dışına doğru
çekmesi ve bitkinin kökünü ve dallarını havaya doğru çekmesi gibi. Almagest’te
anlatıldığı üzere, bilgelerden bazıları demiştir ki, bunun sebebi, güneşin
yerin üstünde yazın altı ay kuzey yönündeki dönüşleridir; [bu durumda] bu
yerlerin havaları ve suları ısınır, bu yerlerin nemi çözülür ve bu taraf
boşalır ve yer hareket eder, eğilir; diğer taraf ise ağırlaşır ve yer hareket
eder; uzaklık ve ağırlık birlikte merkeze taşınır ve yer eğilir fakat yerin
büyüklüğünden dolayı bu hareket hissedilmez. Bilgelerin bu konuda açıklanması
uzayıp giden kanıtlamaları, sözleri ve anlatımları vardır.
Fakat
bilgelerden bunu inkâr edenler ve yerin eğilmediğini[110]
kabul edenler demişlerdir ki; eğer durum anlatıldığı ve zannedildiği gibi
olsaydı, yaz ve kışın yerin bir parçası için sabit yıldızların
karşılaşmalarının farklılık göstermesi, iki kutbun bazen yükselmesi bazen de
alçalması ve ekvator dairesinin altındaki ekvatorun yerinin farklı farklı
olması gerekirdi. Fakat durumun böyle olmadığını görüyoruz. Dolayısıyla [bu]
onların “yerin eğilmesi” olarak anlattıkları şeyin olmadığına kanıttır. Bir
haberde rivayet edilmiştir ki; söz konusu bilgelerin söyledikleri gibi yer,
yaratımın başlangıcında eğiliyordu, Yüce Allah onu ağır dağlara bağlayıp
dikince, ağır olmuş (dengelenmiş) ve hareketi durmuştur.
Yerin
parçalarının içindeki hareketin hükmüne gelince, bunun bir kısmını “Madenler
Risalesinde'3 sunmuştuk, fakat bu bölümde bundan gerekli olanını
anlattık.
Bölüm
Bil
ki, yer, üzerindeki dağlar, denizler, yapılar ve yıkıntıların hepsiyle küresel
bir cisimdir. O, âlemin merkezinde durmaktadır, pürüzsüz bir yuvarlak olmadığı
gibi oyuksuz ve deliksiz de değildir; aksine dağlar, tepelikler, vadiler ve
çukurlardan oluşan çokça yükseklikler ve alçaklıklar; çok sayıda çözülmeler,
oyuklar, inler, mağaralar, geçitler, açıklıklar ve gizliliklere sahiptir.
Bütün bunlar sularla, rutubetlerle, kendisinde madeni cevherlerin biriktiği
yağlı ve kükürtlü buharlarla doludur. Bu buharlar, dumanlar ve rutubetler her
zaman dönüşüm, değişim, oluş ve bozuluş içerisindedir.
İşte
yerin görüntüsünün durumu böyledir. Yerde çokça denizler, ırmaklar, vadiler,
dereler, geniş yataklı vadiler, sazlıklar, göletler olup orada bazısının
bazısına her zaman aktığı geçitler ve kanallar bulunur. Denizlerin dalgaları
her zaman gece ve gündüz devamlıdır, durmaz ve yatışmaz. Rüzgârların
yönlendirilmesi de benzer şekildedir. Puslar, yağmurlar, bulutlar ve sisler
oluş ve bozuluşun değişmezleridir. Yağmurlar doğu, batı, güney, kuzey olsun
farklı yerlerin beldelerinde her zaman devamlıdır [devir daim halindedir].
Çeşitli beldelerde [belli] vakitlerde var olan gecenin, gündüzün, kışın ve
yazın durumuna gelince, [bunlar] bütün yönlerden yerin bir kısmında bir biri
ardına gelir. Bitkiler, hayvanlar, madenler, oluş ve bozuluş içerisinde olup
devamlıdır, kesintiye uğramaz. Çiftleşmek, evlenmek, üremek/çoğalmak, duyum,
hareket, uyku, uyanıklık, ölüm ve yaşam yaratılmışlarda devamlıdır!
Yerin,
az ya da çok, küçük ya da büyük, farklı cinslerde, türlerde, karakterlerde,
şekillerde, suretlerde, doğalarda, huylarda, ahlâklarda, renklerde, seslerde de
olsa, maden, bitki veya hayvanlar bulunmayan bir karışlık bölgesi bile yoktur.
Bunların içyüzünü, sayısını ve ayrıntılarını, dilediği ve istediği tarzda
onları yaratan, onlara suret veren, onları tasarlayan (tedbîr) yüce
Allah’tan başka kimse bilemez. Âlemlerin Rabbi olan Allah ne yücedir'.
Ey
kardeşim! Eğer âlemdeki hareketlerin ve hareketlilerin hallerinden açıkladıklarımızı
düşünür ve [onlardan] ibret alırsan, âlemin durumunun bütün parçaları ve
işlerinin akışlarıyla, bütünüyle ya da bir kısmıyla hareket ve durağanlıktan
ayrılmayan bir şehir veya bir hayvan veya bir insan mesabesinde olduğunu
bilirsin ve bu sana apaçık olur.
“Tabiatın
Mahiyeti Risalesi" ile “Sema ve Âlem Risalesinde
açıkladığımız üzere, unsurların ve onlardan türeyenlerin hareketinin sebebi
yıldızların hareketleridir. Yıldızların hareketinin sebebi feleklerin
dönüşleridir. Feleklerin hareket ettiricisi ve yöneticisi felekî-küllî (tümel)
nefistir. Felekî külli nefis, (Allah'a) yakın (mukarreb) meleklerinden,
onun askerlerinden ve yardımcılarından bir melektir. Ona, yüce Allah’ın “Ogün
Ruh ve melekler sıra sıra dururlar. Rahmanın izin verdikleri dışında hiç kimse
konuşamaz"'4 âyeti ve “Sizin yaratılmanız da tekrar
diriltilmeniz de tek bir nefis gibidir"'5 ifadesiyle işaret
edilmiştir. Yüce Allah bu meleği; felekleri, yıldızların hareketlerini, unsurları
ve tüm madenler, bitkiler ve hayvanlar gibi (bu unsurlardan) türeyenlerin
hepsini içeren ay feleğinin altındaki şeyleri idare etmekle görevlendirmiştir.
Bu melek, felekten daha büyük ve ondan daha kuvvetli olup, diğer cismânî
varlıklardan daha büyük, zaman olarak daha eski (kadîm), daha şerefli,
daha yüce ve daha uludur. O, felekler ve yıldızları hareket ettirmeye güç
yetirebildiği gibi durağanlaştırmaya da güç yetirebilir, çünkü durağanlaştırma,
hareket ettirmekten daha kolaydır; bunu akıllı olarak nitelenmiş her akıllı
bilir.
Hayvan
bireylerinin hareketlerine gelince, bunun yönleri, şekilleri, durumları ve
suretleri farklı farklı olup bunların sayısını ancak bir ve kahhâr (kahredici)
olan Allah bilir; bunların ayrıntısına O ndan başka kimse güç yetiremez. Fakat
bunlardan, diğer hayvanların bedenlerinin ve hepsi farklı şekiller ve
suretlerde olan organlarının hareketlerine işaret etmesi için, insan bedeninin
organlarının ve vücudunun eklemlerinin hareketlerinin çeşitleriyle ilgili bir
kısmını anlatacağız.
Bölüm
Dolayısıyla
deriz ki; bil ki, bedenin organlarının hareketleri “doğal” ve “iradeli” olmak
üzere iki çeşittir. Doğal olanı, irade ve tercih olmaksızın [insanın]
uykuda ve uyanıkken havayı alması ve vermesi esnasında atardamarların atması,
göğüs kafesinin, kalbinin, akciğerlerinin ve boğazının hareketi gibidir.
İradeli
ve tercihli hareket ise kalkmak, oturmak, gitmek, gelmek,
yapmalar, etmeler, konuşmak, bedeninin organlarıyla işaret etmeler gibidir.
Bunlar ancak irade ve tercihle olabilir. Bunlar yüz yirmi küsür hareket olup,
göz kapağının açma ve kapatma [biçimindeki] hareketleri bunlardandır. İki göz
bebeğini üst, alt, sağ ve sol gibi dört yöne çevirme hareketi de bu
hareketlerdendir. [İnsan], bunu beyinden göz organına doğru döşenmiş sinirler
ve göze bağlı olan kaslarla hareket ettirir. Böylece insan, tıpkı binicinin
atının gemini sağa ve sola çekmesi gibi, tüm yönlere (bakmak) istediğinde bu
kaslar ve sinirlerle gözünü çevirir ve gözünü çevirmede (bu kasları) istediği
biçimde kullanır ve bakmak istediği yere bu sinirlerle (gözünü) hareket ettirir.
Yine dilin, yemeği çiğnemek, onu kesmek, parçalamak, uf altmak ve öğütmek için
altı yöne olan hareketi de bu hareketlerdendir. Kesme ön orta kesici dişlerle,
parçalamak yan kesici dişler ve köpek dişleriyle, ufaltmak ve öğütmek de azı
ve öğütme [küçük azı ve büyük azı] dişleriyle olur.
14. Ncbe,
78/38.
15. Lokman,
31/28.
Dilin
konuşma anındaki hareketlerine gelince, bunu başka bir bölümde anlatırız: Yolu,
dilin üstü olan harflerin ortaya çıkışı için dudakları ayırma esnasındaki dilin
hareketleri de bu hareketlerdendir. Bunlar Arapça lisanında on dört harftir.
Bunlar te, se, dal, zal, re, ze, sin, şin, sad, dad, tı, zı, lam, mimdir. Diğer
on dört harfin çıkış yerleri ise farklı farklı olup dilin bu konuda bir
müdahalesi yoktur.
Sonra
şunu da bil ki, başka bir bölümde açıladığımız üzere, bu harfler ancak havadan
alınmış nefesin gönderilmesi ve bırakılmasıyla ve de onların çıkış yerleri ve
yollarında dilin onu kesmesiyle ortaya çıkabilir.
Bu
hareketlerden bazıları şunlardır: Üstün (fetha) ve ötre (damme)[111]
ile olan iki dudağın iki hareketi, havanın ve kokuların burun delikleriyle
alınması esnasında burun kaslarının hareketleri, yiyecek ve içecekleri çekmek,
yutmak ve mideye ulaşmasını sağlamak için yemek borusunun hareketleri, alt
çenenin dört yöne doğru olan hareketleri, başın ve boynun dört yöne olan
hareketleri, iki avucun dört yöne doğru olan hareketleri, iki pazunun buna
benzer hareketleri, kolun (arşın/zira) iki yöne olan hareketi, bilek
kemiğinin dört yöne olan hareketleri, başparmak dışında -çünkü o dört yöne
doğru da hareket ederdört parmağın her birinin iki yöne olan hareketleri,
sırtın dört yöne olan hareketi, iki baldırın dört yöne olan hareketi, iki
bacağın iki yöne olan hareketi, ayak parmaklarının iki yöne olan hareketleri,
idrar ve gaitanın atılmasındaki iki yolun hareketleri. Bunlar, insan bedeninin
organlarının sayılarının bir özetidir. Bunların sebeplerine gelince bunun izahı
uzar, bunların bir kısmı anatomi kitaplarında, bir kısmı da Galenin Başkaca
Organların Faydaları kitabında zikredilmiştir.
Diğer
hayvanların beden organlarının hareketlerine gelince, organlarının farklılıkları,
suretleri ve şekillerinin çokluğu nedeniyle bunların açıklanması uzun sürer.
Bunların bir kısmını “Hayvanlar Risâlesi”'[112]nde
hitabet konusunda cin kralının huzurunda elçilik yapan bal arısının diliyle
anlattık. Sanatkârların ve meslek sahiplerinin sanatları ve işleriyle ilgili
hareketlerinin bir kısmını “Pratik/Amelî Sanatlar Risâlesı’nde'[113]
anlattık. Beş duyunun, duyulurlarını idrâk ederkenki hareketlerinin bir kısmını
da ”Duyu ve Duyulur Risâlesi’nde'[114]
anlattık. Beynin ön, orta ve arka kısmının sinirlerinin hareketlerini “Görüşler,
Mezhepler ve Fırkalar Risâlesi”[115]nde
anlattık. Bitkilerin hareketlerinin bir kısmını “Bitkiler Risâlesı’nde[116]'
açıkladık. Maden cevherlerinin hareketleri ise başka bir risâlede
bulunmaktadır. Atmosfer ve havanın hareketleri de “Meteoroloji
Risâlesi”ndedir.[117]
Dört unsurun hareketlerini ise “Oluş ve Bozuluş Risâlesi”nde[118]
açıkladık. Felekler ve yıldızların hareketleri ise “Sema ve Âlem
Risalesinde[119]
bulunmaktadır. Seslerin hareketleri de “Musiki Risâlesı'nde[120]
yer alır. Elem ve bazların hareketleri başka bir risâlede bulunmaktadır.
[Bunları] her risâlede ölçüsüne uygun olarak anlattık, ancak hareketlerin
anlatımını uzattık ve açıklamasını artırdık; çünkü hareket âlemin
canlılığıdır: Şöyle ki: bitkiler ve hayvanlar olmak üzere her şeyin canlılığı
su iledir, suyun canlılığı ise hareketledir, bedenlerin canlılığı nefis iledir,
nefsin canlılığı düşüncelerle, gezinip dolaşmayla ve içe doğan seslerledir (havâtır).
“İman Risalesinde[121]
bir kısmını anlattığımız üzere, o, yani nefis, ne uykuda ne de uyanıkken
hareketler ve gezinip dolaşmalardan uzak durmaz.
Bölüm
Sonra
bil ki, âlemin hareketlerini, külli ve cüzî parçalarının hareketlerini ve bunların
değişimlerinin (tasrîfât) çeşitlerini anlatmaktan kastımız, âlemin
kadîm/ezelî olduğunu iddia edenin sözünün geçersizliğini açıklamaktır. Şöyle
ki: farklı farklı hareketler âlemin farklılığına delalet eder, hareketli ve
durumu farklı farklı olan da kadîm olamaz. Zira kadîm, tek bir durum üzere olup
değişmez, dönüşmez, kendisi için her hangi bir durum meydana çıkmaz. Durumu
böyle olan varlık sadece tek ve bir olan Allah’tır, Yüce Allah’ın dışında
hiçbir şey bu durumla var olamaz.
Sonra
bil ki, âlemin kadîm olduğunu iddia edenler, durağanın durumu farklılık
göstermediği [için] âlemin durağan olduğunu sanırlar. Ancak durum, onların
âlemin durağanlığıyla ilgili zannetmeleri ve vehimde bulunmaları gibi değildir.
Nitekim daha önce, selim akılların inkâr edemeyeceği şekilde, bütünü ve
parçalarıyla âlemin hareketinin çokluğunu açıklamıştık: Yıldızların
hareketleri, feleklerin dönüşleri, unsurların dönüşümleri ve yaratılmışların
oluşumu gibi malum şeylerin hareketleri (âlemdeki hareketler)’dendir.
Hayatım
üzerine yemin ederim ki, kuşatıcı felek, dairesel bir cisim olup diğer şeyleri
ve felekleri kuşatır; o, yerinde durağan olup oradan ayrılmaz, ama bütün
parçaların hareket ettiricisidir. Bütün felekler, dairesel feleklerden olsun
dışmerkezli feleklerden olsun, her biri, kendisine özgü merkezinin etrafında
döner, bir an bile yerleşik olmaz ve durmaz. Hareketlerinin hızı ancak şu
anlatacağımız şeyle tasavvur edilebilir: Girdap, hareket bakımından gördüğümüz
en hızlı şeydir, elMecisti( Almagest)'nin kitabındaki bilgilere sahip
olanlar, feleklerin ve yıldızların hareketlerinin bundan daha hızlı olduğunu
söylemişler ve bunu zorunlu geometrik kanıtlarla açıklamışlardır: Bunlardan
biri, güneşin hareketi hakkında söyledikleridir: Güneş, insanın bir adımı için
ayağını kaldırıp yere koyması ve yürümesi miktarınca hareket etmektedir, [işte]
bunu anla.
Sonra
bil ki, hareketlideki her hareket, hareketli için hareket ettirendir[122]
ve bu, başka bir şeyin sebebidir. Dolayısıyla ne zaman bu hareket ortadan
kaldırılırsa, o sebep de ortadan kalkar. Bunun örneği, kendisini çeviren hayvan
veya sudan kaynakli olan değirmen hareketidir ve bu (hareket) öğütmenin
sebebidir; dolayısıyla ne zaman hayvan dursa ve/ya su kesilse, değirmen durur
ve öğütme işlemi ortadan kalkar! Su dolabının durumu da böyledir, ne zaman
(dolabı döndüren) hayvan dursa dolabın dönüşü durur ve su alma işlemi ortadan
kalkar. Rüzgârın durumu ve onun gemileri, tekneleri ve suları hareket ettirmesi
de böyledir, rüzgâr ne zaman dursa denizdeki gemilerin gidişi de durur ve
dalgalar kesilir. Nehir gemilerinin ve teknelerin (simariyyât) gidişindeki
durum da böyledir. Ne zaman suyun yokluğu, durması ve nehrin akışının [ortadan
kalkması] düşünülürse gemiler, tekneler ve sefinelerin de süzülme ve
ilerlemeleri biter.[123]
Aynı şekilde hayvanların ayaklarının hareketi durduğunda ölür, benzer şekilde
bedenlerinin ve organlarının nabız ve teneffüs hareketleri durduğunda ölür ve
hayatları ortadan kalkar. Benzer şekilde burçlarda dönen yedi gezinen yıldızın
dönüşü durduğunda, bitki ve hayvanlar gibi oluş ve bozuluş âleminin altındaki
işlerin hareket ve oluşumları durur; astrolojide (smaatu n-nücûm) uzman
olan ve bu konuda söz sahibi olan bunun hakikatini bilir. Bunun örneği
revaha(?) gibidir [ki o], hareketliyken ayakta ve dik olduğu halde durduktan
sonra dönüşü durunca düşer. Âlemin durumu da böyledir, kuşatıcı feleğin dönüşü
durduğunda, yıldızların gezinmesi ve hareketi de durur ve bu durumda gece ve
gündüz, yaz ve kışın gidişatı durur. Dolayısıyla bu durumda oluş ve bozuluş
ortadan kalkar, âlemin düzeni ortadan kalkar, yaratılmışlar yok olur, külli
nefis külli cisimden ayrılır ve büyük kıyamet kopar. Şöyle ki: âlem büyük
insandır, âlemin nefsi külli cisimden ayrılırsa büyük insan ölür ve büyük
kıyamet kopar. Benzer şekilde her insanın nefsi bedeninden ayrıldığında küçük
âlem olan insan ölür ve kıyameti kopar, çünkü iki kıyamet vardır: Büyük kıyamet
ve küçük kıyamet. Nitekim Peygamber (salla'llâhü aleyhi ve sellem) şöyle
demiştir: “Kim ölürse onun kıyameti kopmuştur’ Ve bundan sonra
inkârcılar için vaat edildikleri şey açıkça ortaya çıkar!
Bölüm
Âlemin
Sonradan Yaratılmış ve Yapılmış Olduğuna İşaret Eden
Zorunlu Aklî Öncüllerin İzahı Hakkında
Deriz
ki; bil ki, bilgelerin âlem dedikleri [şeyin] anlamı, kuşatıcı feleğe ve
içermiş olduğu diğer felekler, yıldızlar, burçlar, dört unsur ve türeyenlerine
-ki bunlar da hayvanlar ve madenlerdirişaret eder. Sonra deriz ki: Bil ki,
kuşatıcı felek ve anlatılan bütün içerdikleriyle hepsi cisimdirler; bilgelere
göre şüphe götürmeyen şeylerden biri de cismin uzun, geniş ve derin bir
“şey’den ibaret olduğudur. Onların “şey” ifadesi ise maddeye (heyûlâ)
işaret eder ki o da cevherdir; uzunluk, genişlik ve derinlik de heyûlânm
kendisiyle uzun, geniş ve derin bir cisim olduğu surete işaret eder. Sonra bil
ki, cisimlerden sürekli hareketli olanı vardır ki bu, felekler ve yıldızlardır;
bütünlüğüyle durağan parçalarıyla hareketli olanı vardır ki bu da dört
unsurdur. Şöyle ki: ay feleğinin üstünde bulunan ateş, mekânından ayrılmaz ve o
“esir” olarak isimlendirilip sıcak, şeffaf hava olup ışığı yoktur. Onun [yani
esirin] altında soğuk hava bulunup zemherir olarak isimlendirilir, bu da
mekânından ayrılmaz. Bunun da altında yer ve denizleri kuşatan nesim vardır ve
bu, sıcaklık ve soğukluk arasında mutedil bir havadır. Bu kürelerin hiçbiri
mekânından ayrılmaz fakat parçalarıyla hareketlidirler; onlardan bazen
bütünlükleriyle ve parçalarıyla hareketli olanı, bazen de bütünlükleri ve
parçalarıyla durağan olanı vardır; bunlar hayvan ve bitki gibi oluşturulmuş
türeyenlerdir. Tüm bu hareketli ve durağan cisimler, bir hareket ettiren ve
durağanlaştıranı gerektirir. Bunun izahı şöyledir; felek küresel, dairesel,
şeffaf, bazısı bazısını kuşatan, küçüğü büyüğün içinde, büyüğü kendisinden daha
büyük olanın içinde, ta ki şekilce kuşatıcı dokuzuncu felekte sonlanıncaya
kadar giden [özelliklerde] olan bir cisimdir.
Tüm
bu felekler, hızlılık ve yavaşlık, doğu, batı, güney, kuzey gibi farklı yönlerden
ve uzunluk ve genişlik bakımından farklı dairesel hareketlerle hareket ederler.
Yıldızların hareketlerinin durumu da böyledir, zira onların tümü, farklı dairesel
hareketlerle küresel, dairesel ve ışık veren cisimlerdir. Nitekim [bu durum] Almagest’te
zorunlu aklî geometrik kanıtlarla açıklanmıştır ki bu kanıtlar, küçüklük,
büyüklük, yavaşlık, hızlılık ve bunların dışındaki gibi muhtelif şekillerdeki
durumları bakımından, onların (feleklerin) bir kast edenin kastı, bir
yapıcının yapıtı, bir Yaratıcının yaratması, hâkim, kâdir ve âlim bir Fail’in
fiiliyle var olduklarına işaret etmektedir.
Dört
unsur ile durumlarının farklılığı, suretlerinin çeşitliliği, özelliklerinin değişikliğiyle
hayvan, bitki ve madenler gibi (dört unsurdan) türeyenlerin durumu da böyledir.
[Bu durum] bunların tümünün gören, kâdir ve hakim bir yapıcının -ki o da
kahhar, aziz ve gaffar olan tek bir Allah’tıryapıtı olduğunu gösterir.
Bu
durumda astrologların (müneccim'), varlıkların zorunluluk altında
bırakıldıkları ve baskılandıktan, zira zorunluluk altında olanın fiilinin
olmadığı, fiilin onu zorlayana ve kudretini onun üzerine hâkim kılana ait
olduğu şeklindeki kanıtların bulunmasından dolayı, yıldızların etkisi gibi
iddialarıyla ilgili sözleri geçersiz olmaktadır. Kim bu hükme karşı çıkarsa
zulmetmiş olur, ancak bilinmeyeni savunan zalim, Allah’tan uzaklaştırır.
Bölüm
Âlemin
Yapıcısını Basiret Gözüyle Gören Allah’ın Seçilmiş
Evliyaları Otan ve Hakikati Görebilen Ârif-Bilge Âlimlerin
Müşahedelerinin İzahı Hakkında
Bunun
üzerine deriz ki: Bil ki, cismin yönleri vardır, onun bir defada her yöne doğru
hareket etmesi mümkün değildir. Onun, yönlerin uygun otanma doğru otan hareketi
ancak kendisine ilişen bir sebep veya illetle olur [ki] bu hareket, cismi, kendisinden
başkasının hareket ettirmesinden ileri gelir. Bil ki, âlemin yapıcısı (sâni’),
kendisini bilmeyen bakıcıların gözlerine gizli kalsa da yaptıklarındaki
sanat izi, açık, ayan beyan olup hiçbir akıllıya ve aklının hakkını verene
gizli kalmaz; her ne kadar [bakan kişi] yapıtın kim için olduğunu, kimin
yaptığını, onu ne zaman biçimlendirdiğini, hangi şey için yarattığını, nasıl
biçimlendirdiğini ve onu bir kişinin mi yoksa çok kişinin mi yaptığını bilmezse
de [bu böyledir]. Şayet bu [yapılan] iş, birine ait olup (bu biri) fiiliyle
kendisini taklit ettiği örneğe göre yaptıysa veya işinin örneğini biliyorsa,
fiilin oluşmamasından sonra niçin eylemde bulundu?! Onların, yapıttaki sanatın
izini -ki, bunların farklı durumlarını zikretmiştikseyretmeleri, bunların
hepsinin, bir kast edenin kastı, yapıcının yapması, hâkim ve kâdir olanın fiili
olduğuna işaret eder; her ne kadar O'nu görmeseler, Onu bilmemeleri ve Onunla
ilgili bilgi eksiklikleri nedeniyle idrâk etmeseler de [durum böyledir]. Çünkü
(bu bilgisizlik) Allah ile onlar arasında bir perdedir. Nitekim Yüce Allah onları
yererken şöyle buyurmuştur: “Hayır, şüphesiz onlar, o gün Rablerinden
perdelenmiş olanlardır (mahcûbûn)”[124]
Buradaki “perde/hicâb” onların Allah ile ilgili cahillikleri ve bilgi
eksiklikleri demektir.
Fakat
Allah’ın evliyaları, arınmış dostları (asfiyâ) ve basiretli arif
âlimleri, her hallerinde ve davranışlarında, gecelerinde ve gündüzlerinde O nu
görürler ve müşahede ederler; Allah’ın yapıtlarının, yaratıklarının,
biçimlendirdiklerinin, bakanların gözlerine gizli kalmaması gibi onlardan da
bir an bile gizli kalmaz. Zira Yüce Allah onları: “Allah, melekler ve ilim
sahipleri, O ndan başka ilah olmadığına adaletle şahitlik ettiler”[125]
sözüyle ve “Ancak bilerek hakka şahitlik edenler.. ”[126]
ifadesiyle nitelemiştir. Onlar her hallerinde Allah’ı müşahede ettikleri için
Allah onları tanıklar/şâhitler (şüheda) olarak isimlendirmiştir. Zira
yüce Allah: “Nereye dönerseniz Allah’ın yüzü işte oradadır”[127]
buyurmuş ve “O, evveldir ve ahirdir, zahirdir ve batındır”[128]
demiştir. Yerde ve göklerde zerre miktarınca bir şey bile O’na gizli kalmaz.
Bundan daha küçük ve bundan daha büyük ne varsa ve her neredeyse Allah onlarla
birliktedir. Nitekim Yüce Allah şöyle buyurmuştur: “Üç kişi gizlice konuşmaz
ki dördüncüsü O olmasın. Beş kişi gizlice konuşmaz ki altıncısı O olmasın”[129],
“Çünkü biz ona şah damarından daha yakınız.”[130]
Yüce
Allah’ın evliyaları bu ayetlerin anlamını derinlemesine araştırıp (tahkik) edip
bunları hakkıyla bilirse, Allah onların kalplerini açar ve bakışlarını
nurlandırır, onlardan perdeyi kaldırır ki, kendisini kalpleriyle bildikleri
gibi gözleriyle de görsünler ve müşahede etsinler. Nitekim Allah’ın
yeryüzündeki Aslan’ı[131]
şunu ileri sürmüştür: “Perde kaldırılınca, ona dair olan kesin bilgimde bir
artış elde etmedim” Bununla şunu anlatmak istemiştir: Ben O’nu ahirette
göreceğim gibi şu vakitte görüyorum.
Bölüm
Âlemin
Varlığının Allah’tan Oluşu Hakkında
Deriz
ki: Bil ki, âlemin varlığının Yaradandan (el-Bârî) olması; evin,
yapıcısından olması veya kitabın, yazarından olması gibi sabit ve kendinden
bağımsız, yazarın yazım işlemini bitirmesinden sonra ona ihtiyaç duymayan ve/ya
yapıcının evin yapımını bitirmesinden sonra ona ihtiyaç duymayan bir şekilde
değildir. Aksine konuşmanın varlığının konuşandan olması gibidir ki, konuşan
susunca konuşmanın varlığı ortadan kalkar. Konuşan kendisiyle konuştuğu sürece
konuşma var olur ve sustuğunda da varlığı ortadan kalkar. Veya [âlemin
varlığının Allah’tan olması], lambanın ışığının havadaki varlığı gibidir. Lamba
var olduğu sürece ışık da var ve kalıcı olacaktır. Veya güneşin ışığının
havadaki varlığı gibidir. Güneş batarsa ışığın havadaki mevcudiyeti ortadan
kalkar. Veya ateşlenmiş şeydeki ısının ateş cismindeki varlığı gibidir. Eğer o
söndürülürse ışığı ve ısısı ortadan kalkar. Veyahut da “Aritmetik
Risâlesf'nde[132]
açıkladığımız üzere sayının varlığının, ikiden önce olan “birden çıkması
gibidir.
Sonra
bil ki, konuşanın konuşması, konuşanın bir parçası değildir, aksine yaptığı
bir fiil veya gerçekleştirdiği bir iş olup [daha önce] varlığı söz konusu
değilken [onu konuşan kimse] açığa çıkarmıştır. Güneşin cisminden çıkıp havada
görülen ışığın durumu da böyledir ve ışık güneşin bir parçası değildir, aksine
ondan ortaya çıkan görünmeler/varlıklar(e;/ıûs), taşma (feyiz) ve fazlalıktır (fazl).
Ateşten etrafına yayılan sıcaklık da ateşten bir parça değildir, aksine ondan
taşan bir taşmadır. Benzer durum ve örnek, âlemin varlığının Yaradandan olması
konusunda geçerlidir. Şöyle ki; âlem Allah’tan bir parça olmayıp O’nun
bahşettiği bir lütuf, Onun akıttığı bir feyiz ve cömertliktir; fiil [önceden]
yokken O’nun yaptığı bir fiildir. Tıpkı konuşma yokken daha sonra konuşanın
konuşmayı açığa çıkarması gibi. Konuşma da konuşanın bir parçası değil aksine
yaptığı bir fiil, açığa çıkardığı bir iştir. Öyleyse sunulan bu örneklerden,
âlemin varlığının nasıl olup da Yüce Allah’tan olmadığı açıklanmış oldu. Yine
âlemin varlığının, Yüce Allah’tan olmasının, güneş ışığının havadaki varlığının
güneşten iradesiz olarak doğal bir biçimde olması gibi, iradesiz ve doğal bir
biçimde olduğu zannedilmemeli ve [böyle de] düşünülemez; güneşin ışığını ve
feyzini engellemeye gücü yetmez, zira onun ışığı ve feyzi onun üzerine
Âlemlerin Rabbi tarafından mühürlenmiştir. Oysaki yüce Yaradan, fiilinde
özgürdür (muhtar), dilerse yapar, dilerse fiilini yapmaz ve terk eder.
Konuşanın konuşmasına hâkim olması gibi, isterse konuşur, isterse konuşmaz ve
susar. Yüce Yaradan’ın var etmesi ve yaratmasındaki durum da bu şekildedir.
Dilerse cömertliğini, lütfunu, nimetini, ihsanını ve rahmeti ile hikmetinin
ortaya çıkışını akıtır, isterse bu fiilinden vazgeçer, terk eder; dilerse bir
yapıt olarak fiilini var etmekten kaçınmaz; zira O, fiili yapmaya ve terk
etmeye özgürce kâdirdir. Nitekim Kitabında bu durumu şöyle hatırlatmaktadır: “Şüphesiz
Allah, gökleri ve yeri, yok olup gitmesinler diye tutuyor. Andolsun, eğer
onlar yok olur giderse, O ndan başka hiç kimse onları tutamaz.”[133]
Ayrıca şöyle de buyurmuştur: “O her an yeni bir iştedir.”[134]
Onu bir iş başka bir işten alıkoymaz.
Öyleyse
âlemin sonradan olması (hudûs) ve onun sonradan oluşunun Yüce Allah’tan
nasıl kaynaklandığı anlattıklarımızla açıklandı. Şimdi de âlemin yok olması,
feleklerin harap olması, kitapların sayfalarının dürülmesi gibi, gökyüzünün
dürülmesinin nasıl olacağını, âlemin yok olması ve feleklerin harap olmasıyla
ilgili anlattıklarımızın kendisi vasıtasıyla açığa çıkacağı zorunlu ve doğru
aklî öncüllerle anlatmak ve açıklamak istiyoruz.
Bölüm
Deriz
ki: Bil ki, özgür fâil/özne, istediği zaman fiili [yapmaya] ve onu terk etmeye
güç yetirendir. Bu olumlu doğru bir öncüldür. Diğer öncül şudur: Hikmetli iş
yapan her özgür fâilin fiilinin bir amacı vardır. Bu da olumlu doğru [bir
öncül] dür. Diğer öncülü şöyle açıklarız: Fiilin yapılmasındaki amaç, yapıtını
(sanat) açığa çıkarmadan önce yapıcının bilgisinde önceden bulunan endişe, ilgi
ve takdirdir (inayet), bunun için yapacağını yapar. Amacına ulaşınca ise
fiilini keser ve işi bırakır.
Bu
üç öncül de olumlu doğrudur. Diğer öncül şudur: Hikmetli iş yapan her fail/
özne, fiilinde amacına ulaşmayacağını kesin bir bilgiyle bilirse, bir şey
yapmaz ve talep etmez. Bu ise tümel olumlu doğru bir öncüldür. Beşinci öncül
şudur: Feleklerin ve yıldızların hareket ettiricisi, özgür, hikmet sahibi,
kudretli bir fâildir. Bu, olumlu bir öncüldür.
Bu
öncüllerden âlemin bir gün harap olacağı sonucu çıkar. Bunun açıklaması şu
şekildedir: Şayet feleklerin hareket ettiricisi, hareket ettirmedeki amacına
bazen ulaşıyorsa bunun sebebi hareket ettirmesini ve kontrol etmesini
bırakmasıdır; eğer amaca ulaşmıyorsa bundaki gaye, amaca ulaşmaktır; şayet
amacına ve isteğine ulaşmayacağını biliyorsa bunun yolu, hikmet sahibiyse
şayet, fiilini bırakmasıdır. Eğer ona (amacına) ulaşacağını biliyorsa, amacına
ve isteğine ulaşınca da, fiili keser ve işi bırakır. Feleklerin hareket
ettiricisi onlar için olan hareket ettirmesini bırakırsa, feleklerin dönüşleri
durur, yıldızların burçlardaki seyirleri durur, gece, gündüz, kış ve yazın
akışları durur, zamanın düzeni ortadan kalkar, üç türemişteki oluş ve bozuluş
durur ve düzen bozulur. Bu durumda âlemin ortadan kalkması ve her şeyin ölümü
gerçekleşir. Çünkü bundan önceki bölümde âlemin varlığını sürdürmesinin ve yaratılmışların
yerli yerinde olmasının, âlemin yaşamı ve yerli yerinde olması anlamına gelen
hareketle [söz konusu] olduğunu ve hareketle tüm hayır ve şer, iyilikler ve
güzelliklerin hepsinin oluştuğunu açıklamıştık.
Anlattıklarımızla,
büyük kıyamet anlamına gelen âlemin ölümünün, göklerin ve iki yerin
dürülmesinin nasıl olacağı açıklanmış oldu. Ancak ruhlar âleminin ortaya
çıkması, varlığını devam ettirmesi (bekâ), devamı ve ruh sahibi varlıkların
davranışlarının nasıl olduğuna gelince, bununla ilgili bir bölümü “Öldükten
Sonra Yeniden Diriliş ve Kıyamet Risalesinde ayrıntılarıyla anlatmıştık.
Bölüm
Âlemin
Yapılmış Olmayıp Kadîm/Ezelî Olduğuna İnananların
Zararda Olduklarının Açıklanması Hakkında
Deriz
ki: Âlemin yapılmış olmayıp kadîm/ezelî olduğuna inanan veya böyle zanneden
kişinin nefsi, gaflet uykusuyla uykudadır ve cehalet ölümüyle ölmektedir. Zira
o, âlemin yapılışının ve oluşumunun nasıllığını aklına getirmemekte, kalbini ve
düşüncesini [bununla] meşgul etmemektedir. Âlemin yapıcısının kim olduğu, onu
kimin yarattığı, ne zaman ortaya çıkardığı, neyden yarattığı, nasıl
biçimlendirdiği, herhangi bir fiil yapmadıktan sonra niçin bir fiilde bulunduğu,
onu yapmakla ne irade ettiği... vb konular ve sorular hakkında da [bir şey]
sormamaktadır. Halbuki bu sorularda ve cevaplarında nefsi gaflet uykusundan
uyandıracak uyarılar, onu sıkıntı ve zorluklardan uzaklaştıracak bir kurtuluş
ve ferahlık bulunmaktadır. [Böyle şeyleri] aklına getirmeyince bunlarla ilgili
sorular sormamakta, bununla ilgili sorular sormayınca cevap vermemekte, cevap
veremeyince bilmemekte, bilmeyince nefsi kendi gafletinde uyumakta,
gözlemlerinden ibret çıkarma noktasında kör olmakta, hatırlatma ve hitaplara
kulak vermekte sağır olmakta, birbirlerinin üstüne binmiş karanlıklar
şeklindeki cehalet karanlıklarında ölmekte; o zaman da yeme, içme, seks,
bedensel şehvetler ve cismânî bazları arzulamakla meşgul olmaktadır. Çünkü [artık]
o, nefsini bilmemekte, kötü fiillerinde ısrar etmekte, ölümüne kadar hayatında
böbürlenmektedir. Sonra, kendisine rağmen, istemeden, üzülerek ve ziyan etmiş
bir şekilde, ölümden sonra kendisinden sevap beklenmeden, kendisinden herhangi
bir iyilik umulmadan dünyadan ayrılmaktadır. Zira onun, kendisine karşılığı
verilecek bir iyiliği yoktur. Bu durum âyette şöyle ifade edilmiştir: “O, dünyayı
da kaybetmiştir ahireti de. İşte bu apaçık ziyanın ta kendisidir’[135]
Fakat,
bunun tersine inananlara gelince, bunlar âlemin sonradan yaratıldığına, onu
yapmayı kast eden bir varlığın kastı ve hikmetli fiili ile yapılmış olduğuna
inanırlar. Çünkü bu durumda inanan kimse(nin benliğin)de, içe doğan ilginç sesler
(havâtır), düşünce (fikr), düşünme (reviyye),
değerlendirme (ibret alma) basiret, kıymetli ilimler hakkında acaip sorular ve
hoş/ince konular meydana gelir. Bu durumda nefsin gaflet uykusundan uyanması
için kurtuluş ve sebep oluşur ve onun için basiret/bilinç gözü açılır,
âlimlerin hayatını yaşar, dünya ve ahiretin ikisinde de mutluların yaşamını
sürer. Zira şunları araştırmak ve sormak onun aklına gelmiş, düşüncesinde
ortaya çıkmış ve “Bu âlemi yaratan yapıcı kimdir, ne zaman yaratmıştır, hangi
şeyden yapmıştır, nasıl yapmış ve biçimlendirmiştir, yaptığını daha önce yapmamışken
sonra neden yapmıştır, ne ve niçin böyle irade etmiştir?” vb konu ve soruları
ortaya atmıştır ki, bunların cevaplarında nefsi cehalet ölümünden alıkoyacak
bir yaşam, gafletlerden alıkoyacak bir uyanıklık, hatalı karanlıklardan
kurtaracak çıkış yolu vardır. Şayet onu anlamayı Yüce Allah’tan gelen bir
ilhamla başarırsa işte onu kurtuluşa götürecek ve bu soruların gerçek cevabını
bulduracak olan şey, vahiy ve nübüvvettir. Eğer bu durum ona ağır gelirse,
onun bilgelerin meclislerinde bulunması ve onlarla görüşmelerde bulunması
gerekir. Eğer onların dediklerini anlarsa -bize ait “İlahiyat Risalesi”nde[136]
açıkladığımıza göreonun nefsi onların nefisleri gibi olur ve onların ruh
derecelerindeki halleriyle bir arada olur, nefsi gaflet uykusundan uyanır,
âlimlerin hayatını yaşar, mutluların yaşamını sürer, semadaki meleklere
yükselir ve ahiret yurdu düşüncesiyle arınıp ihlâslı kılınmış[137]
enbiyâlar zümresinde bulunur, nefsi nimet cennetinin varislerinden, semaların
sakinlerinden, feleklerin mukimlerinden olur. Orada ebediyen, ebedi olmuş
şekilde, sonsuza kadar nimetlerden yararlanarak ve lezzetlenerek kalacaktır.
Bölüm
Sonra
bil ki, varlıkların her biri için mutluluktan az ya da çok bir pay vardır. Bu
da mutluluğun, en iyi şekilde ve en mükemmel sonuca sahip olarak, mümkün olan
en uzun şekilde var olmasıdır. Fakat Allah’ın, seçkin kulları ve sevgisinin
ehli olan dostlarının ulaştığı mutlulukların en yücesi, sonuçların en
mükemmeli, makamların en yükseği üç özellikten ibarettir: Birincisi,
Rablerini bilmeleri, İkincisi, kararlılıklarıyla Onu amaçlamaları, üçüncüsü,
çaba ve işleriyle O’nun rızasını talep etmeleridir.
Onların
Rablerini bilmeleri, her tikel/cüzî nefsin tümel/küllî neftsen akan, taşan bir
güç olduğunu; küllî nefsin de küllî akıldan akan ve taşan bir güç olduğunu,
küllî aklın da yüce Yaradan’ın varlığından taşan bir nur olduğunu bilmek, Yüce
Allah’ın da nurların nuru, sırf varlık, cömertliğin kaynağı, faziletleri,
iyilikleri ve mutlulukları veren, bâkî, ebedi ve ezelî olduğunu ve yine cüzî
nefsin küllî nefsten taşan ve ondan âleme saçılan nurlar, ışıklar ve
aydınlıklar olduğunu, kuşatıcı felekten yer merkezinin bittiği yere kadar
cisimlere aktığını bilmektir. İşte bu Yüce Allah’ın evliyalarının bilgisinin ve
Rablerini bilmelerinin temel kuralıdır.
Nefislerinin
kararlılığıyla Allah’ı amaçlamaları ise şöyle olur: Onlar gece boyunca ve
gündüz süresince Allah’ın yapıtlarının ilginçliklerini, yaratıklarının
acaipliklerini, mahlûkatının çeşitlerini düşünür, dikkatlerini onların değişik
durumlarına, onlara ve onların yapıcısına ve yaratıcısına nasıl ulaşılacağına
yöneltir. Allah’a olan sevgileri ise, Allah’ın kendileri ve tüm varlıkları
üzerindeki ihsanını ve nimetlerini çokça görmelerinden dolayı O na olan
iştiyakları ve sevgileridir; [zira] kalpler kendisine ihsanda bulunanın
sevgisi üzere biçimlenir. Çaba ve işleriyle O’nun rızasını talep etmelerine
gelince, bu, nebilerin ve resullerin (a.s.) getirdikleri Yüce Rablerinin
emirlerini kabul etmeleri, gecelerinde ve gündüzlerinde bunlardan gafil kalmadan,
kalkmalarında ve oturmalarında, gitmelerinde ve gelmelerinde, yemelerinde ve
içmelerinde, fiil ve işlerinde bunların sırlarını unutmadan onların (nebilerin
ve resullerin) işret ettikleri her şeyi yapmak, durumlarının ve davranışlarının
hepsinde değişimde bulunmaktır. Onlar tüm işlerinde şeksiz ve şüphesiz olarak
sanki Rablerini kalp gözüyle görmektedirler. Nitekim Elçilerin Efendisine
(a.s.) “ihsan” hakkında sorulduğunda şöyle demiştir: İhsan, “Allah’ı
görürcesine O’na kulluk etmendir, her ne kadar sen Onu görmesen de O seni
görmektedir.” Ve Allah en iyi işleri yapanların ödülünü zayi etmez. O,
şöyle buyurmuştur: “Şüphesiz Allah kendisine karşı gelmekten sakınanlar ve
iyilik yapanlarla (muhsinûn) beraberdir ", “Allah iyilik edenlerin
mükâfatını zayi etmez.”[138]
Allah
bizleri ve tüm kardeşlerimizi doğru yola ulaştırsın, seni, bizi ve tüm kardeşlerimizi
doğru yola iletsin, O, kullarına çok şefkatli olandır.
“Hareketin
Çeşitlerinin Miktarı Risalesi"[139]
bitti, bunu “Nedenler ve Nedenlilere Dair Risale”[140]
takip edecektir.
Aklî
Nefsânîlerin/Nefıs ve Akla Dair Olan Şeylerin
(en-Nefsâniyyâtul-akliyyât) Dokuzuncu -İhvân-ı Safâ Risâleleri’nin
KırkıncıRisâlesi: Nedenler ve Nedenlilere Dair[141]
Rahman
ve Rahim Olan Allah’ın Adıyla!
“
_/\jlah’a hamd ve seçilmiş kullarına selam olsun! “Allah mı daha hayırlıdır,
yoksa O’na ortak koştukları varlıklar mı?”[142]
Ey
kardeşim, bil ki, şüphesiz biz kaç cins hareket olduğunu ve onların birbirlerinden
nasıl ayrıldıklarını açıklamış ve âlemin sonradan yaratılmış olduğuna işaret
etmiş olduk. İmdi bu risâlede ise illetleri ve malulleri anlatmak istiyoruz.
Bize göre:
Yüce
Allah’ın kullarına verdiği nimetler tükenmeyecek ve sayılamayacak kadar
çoktur. Fakat Allah’ın bu nimetleri büyük ve çok olmasına rağmen bir kısmı bir
kısmından üstündür. Allah’ın şu ya da bu topluluk içindeki bir kısım kullarına
özgü kıldığı bol ve güzel nimet ve bağışlarından biri de -“Kime hikmet
verilmiş ise şüphesiz ona pek çok hayır verilmiştir”[143]
sözü ile anlattığı gibiyüce hikmettir (elhikmetü’l-baliğa). Yüce Allah
bu âyetteki “hikmet” ile özellikle Kuran ilmini, Kuran ayetlerinin tefsirini,
Kur anın gizli manalarını, Allah ve Allah’ın ayetleri hakkında ancak yalan
söylemek, günah işlemek ve kusur yapmaktan arınmış kişilerin bilebileceği Kur
an ayetlerinin ince işaretlerini anlatmak istemiştir. Zira bir topluluk
Allah’ın ayetlerini manalarının akisne yorumluyor. Nitekim söz konusu bu
topluluk “Allah arş üzerine istifa etti”[144]
ayetindeki “istiva” lafzını, arş üzerine oturmak ve arş üzerine
yerleşmek ve Allah’ın görülmesi anlamındaki “ru’yet” lafzını, işaret
edilebilen bir cisme bakmak/nazar etmek şeklinde tefsir ediyorlar. Keza onlar,
Allah’ın işitmesini ve görmesini ilahi uzuvlar, konuşmasını söz ve harfler ile
ve Allah’ın inişini (nuzül) yedinci gökten dünya semâsına intikal etmekle
açıkladılar. Yorumunu ancak Allah ve ilimde derinleşmiş olanların bileceği pek
çok ayeti de yanlış yorumladılar. İşte bu ilimde derinleşmiş olanlar
(râsihler) Allah’ın ayetlerinin yorumlarını ve sırlarını bilen ve
anlayanlardır. Bu kimseler “Allaha inandık, her şer Rabbimiz katindadır”[145]
derler. İşte bu söz, Rabbânî olan bilge kişilerin (hakim) ve felsefe bilen
âlimlerin sözüdür.
Sonra
bil ki, “feylesof” lafzının Yunanlılar nezdindeki manası bilge (hakim)
demektir. Felsefeye ise “hikmet” adı verilir. Hakim (bilge kişi) fiilleri
muhkem, sanatı sağlam, sözleri doğru, bilgileri, görüşleri düzgün (sahih),
amelleri temiz ve ilimleri gerçek (hakikat) olan kişidir. Bilge kişinin bildiği
bilgiler (ulûm), eşyanın (şeylerin) gerçek mahiyetine, cinslerinin sayısına, bu
cinslerin türlerinin ve birer birer her türün özelliklerine dair olan bigidir.
Eşyanın illet (neden)lerinin araştırılması şöyledir: Eşyanın hakikatleri var
mıdır? Eşyanın hakikatleri nedir? Bu hakikatler kaç tanedir? Onlar hangi
hakikatlerdir? Nasıl hakikatlerdir? Nerede ve ne zaman hakikattirler? Niçin
hakikattirler? Bu hakikatler kimlerdir? Zira bilge kişi bu tarz soruları en iyi
şekilde soran, sorulduğu zaman doğru cevab veren ve düşünüp araştırdığı zaman
bu soruların manalarını en iyi şekilde anlayıp kavrayan kişidir. Nitekim bu
konuyu “İlimlerin Cinslerine Dair Risâle”[146]de
anlattık.
Sonra
bil ki, bu dokuz sorunun cevaplanması en zor olanı; “niçin” (limmiyye) sorusunun
cevabıdır. Çünkü niçin sorusu illetleri (nedenleri) soran bir sorudur. Ayrıca
illetler, güçlü bir araştırmayı, doğru bir kavrayışı, arı duru bir zihni,
dikkatli bir incelemeyi gerektirecek kadar çok çetrefil ve kapalıdırlar.
Sonra
bil ki eşyanın (şeylerin) hakikatlerinin bilgisine dair araştırma soruları dokuz
çeşittir:
Bu
soruların ilki, o var mıdır? İkincisi, o nedir? Üçüncüsü,
o niçin vardır? Dördüncüsü, o nicedir? Beşincisi, o hangi
şeydir? Altıncısı, o nasıldır? Yedincisi, o nerededir? Sekizincisi,
o ne zamandır? Dokuzuncusu, o kimdir? Ve bu sorulardan her birinin
diğerinin cevabına benzemeyen özel bir cevabı vardır. Buna göre her kim ki
eşyanın hakikatlerinin gerçek bilgisini (marifet) elde etmek ve onların illet
ve sebeplerini haber vermek isterse önceden hakkıyla ve doğru olarak tek tek bu
dokuz araştırma sorusunun her birini ve bunlara verilen cevapları bilmiş olması
gerekir.
Sonra
bil ki, niteliğin bilgisi, niceliğin bilgisinden önce gelir. Dolayısıyla kim ki
eşyanın niteliğini, sıralanışını ve düzenini bilmez ise onun bu şeylerin illet
ve sebeplerine dair bilgi olarak haber verdiği sözüne güvenilmez. Aksine onun
verdiği bu bilgi başkasının haber verişini anlatmaktan ibarettir. Zira o,
yalnızca bir ileticidir. Çünkü eşyanın hakikatlerini bilmek, illet ve
sebeplerini araştırmak isteyen kişinin öncelikle usullerin (temel prensiplerin),
kanunların ve tümel cinslerin bilgisiyle işe başlaması gerekir. Sonra da aslın
dallarını, türleri ve harfler olan şahısları araştırması gerekir.
Sonra
bil ki eşyanın hakikatlerinin bilgisi konusunda işin özü ve temeli, insanın
âlemin sonradan(hâdis) oluşunu, Yaratıcı mn (Bari) âlemi nasıl eşsiz
şekilde yarattığını (ibdâ’) ve icat (ihtira) ettiğini, varlıkları nasıl
düzene koyduğunu, kainâtı şu andaki nizamını ve bu nizamın niçin böyle olduğunu
tasavvur etmesinde yatar.
Sonra
bil ki her akıllı kişi âlemin hâdis olmasına dair âlimlerin kelamını ve Yüce
Yaratıcı nın âlemi henüz yok iken nasıl eşsiz şekilde yarattığını (ibda) ve
icat (ihtira) ettiğine dair bilgelerin sözlerini işitip onların
söylediklerini düşündüğünde Tanrının âlemi nasıl yarattığını, ne zaman
yarattığını, daha önce yok iken niçin bu zamanda bu işi yaptığını bilmiş olmayı
arzular ve temenni eder. Doğrusu her akıllı kişi bu üç konuyu düşünür, zorluğu
ve çetrefilli oluşundan dolayı bu konuların nasıl, ne zaman ve niçin olduğunu
tasavvur edemezse çoğu kez aklı karışır, filozofların söyledikleri konusunda
şüphelenip kuşkulanır ve aptallaşıp apışıp kalır.
Sonra
bil ki, âlemin sonradan olduğunu ve Yüce Yaratıcının onu hiçbir şeysiz nasıl
var ettiğini tasavvur etmenin zor oluşunun nedeni şudur: Öteden beri
gözlemlenegelmektedir ki, her yapılmış şeyin yapıcısı onu, herhangi bir
maddeden, herhangi bir zaman ve mekânda, bir takım hareketlerle ve aletlerle
yapmaktadır (Buna göre nasıl olur da âlem bunlar olmadan var edilmiş olur?!).
Âlemin
sonradan oluşu (hudûs), yapılışı ve Yüce Yaratıcının onu var etmesi ise
bu şekilde değildir. Oysa Yüce Yaratıcı bu şeylerin hepsini yani maddeyi,
zamanı, mekanı, hareketleri, aletleri ve arazları yokluktan varlığa çıkarandır.
İşte bu yüzden âlemin nasıl meydana getirildiği ve var edildiği tasavvur
edilemez.
Bölüm
Bil
ki, âlemin nasıl sonradan olduğunu düşünüp zorluğu nedeniyle bu yolla meydana
gelmeyi tasavvur edemedikleri zaman, akıllı kişilerde bu kuşku ve şaşkınlıkların
ortaya çıktığını şüphesiz Yüce Allah bilir ve buna göre sonradan oluşun tasavvuru
için bu yoldan daha kolay ve daha kestirme bir yol açar ve bu yolu onların
nefislerine (zihin) iyice yerleştirir. Sanki (bu) yol, onların nefislerinde
İlâhi bir kitab gibi yazılmıştır. Bu yol aklının insafına sığındığında hiçbir
akıllı kimsenin inkâr etmesi mümkün olmayan bir yoldur. Çünkü akıllı kişi bu
yolun doğruluğuna kendi nefsinde bir yol ile şehâdet eder. Ve işte bu yol
sayıların sûretinin niteliğidir. Ve “Aritmatik Risâlesı”nde görüldüğü
gibi, sayının kökeni, “iki”den önce gelen “bir” sayısındandır.
Sonra
bil ki bilgeler ve âlimler peygamberlerin vârisleridirler. Peygamberler ise,
Allah’dan aldıkları mânâları, anlama ihtimali ölçüsünde her ümmetin anladığı ve
tanıdığı şeylerle insanlara farklı dillerle açıklayan ve anlatan Allah ile
yaratıkları arasındaki elçilerdir. Peygamberler, kendi yollarından geçip
gidince, âlimler ve bilgeler onların halifesi olup, onların makamına geçtiler
ve söyledikleri, yaptıkları ve insanlara dini öğreti, ahiret yolu ve dünya
düzeni nevinden öğrettikleri şeyler konusunda Peygamberlerin görevlerini
devraldılar. Dolayısıyla kim âlimlerin ve bilgelerin söylediklerini kabul eder
ve emrettiklerini yaparsa o kişi mutluluk ve kurtuluş yoluna girmiştir. Kim
onların söylediklerini kabul etmekten kaçınır ve inkâr ederse büyük bir tehlike
ve yok olma korkusuyla karşı karşıyadır. Ey kardeşim, bilgelere karşı çıkmaktan
ve âlimlerle inatlaşmaktan sakın! Aksine senin için uygun olduğunda âlimlerden
ol. Kendi nefsinden, ilimde ve hikmette üstün bir mertebede olmanın dışında bir
şey istememelisin. Allah’ın “De ki bilenler ile bilmeyenler bir olur mu?
Allah’ı ancak akıl sahipleri zikreder”[147]
sözü ile anlattığı gibi, Allah’a yakınlık ancak ilim ve hikmetle olur.
Şüphesiz
anlattıklarımızdan, âlimlerin, erdemlerinin ve bilgelerin menkıbelerinin bir
yönü ortaya çıkmış oldu. Şimdi şöyle diyoruz: Şüphesiz bilgeler tümel ve doğru
bir kelime söylediler. Bu kelime ise onların şu sözüdür: “Tabiat boş yere bir
şey yapmaz.” Bu sözün mânâsı şudur: Varlıklar içinde faydası ve yararı olmayan
hiçbir şey yoktur. Dahası, varlıklar içinde olan her bir şey ya bir yararın
elde edilmesi veya bir zararın savuşturulması içindir. Durum anlattığım gibi
olunca; hikmeti bildiğini veya doğru bilgiyi araştırmaya giriştiğini iddia eden
herkesin kendisine her varlığın sebebi/illeti, niçini ve nasılı, var oluşundaki
hikmeti, varlığındaki yararı sorulduğunda -şayet bu konularda iyi bilgiye sahip
isebunlardan haber vermesi gerekir. Aksi takdirde, “Allah ve Rasûl’ü daha iyi
bilir” demeli ve “Ben bilmiyorum” demekten kaçınmamalıdır. Bize göre eşyanın
hakikatlerini ve illetlerini araştırıp incelemek isteyen, onların sebeplerini,
niçinini, nedenini, nasılını, onlardaki hikmetin ne olduğunu soruşturan
kişinin, her şeyden önce dünya ilgilerinden ve işlerinden arınmış bir kalbe,
arınmış bir nefse, ince bir anlayışa, açık bir akla, temiz bir ahlâka, boş ve
bozuk düşüncelerden arınmış bir gönüle sahip olması, dört matematiksel hikmeti
(aritmetik, geometri, musiki, astronomi) öğrenmiş olması, mantık ve doğal
bilimler (tabiiyyât) konularında araştırma yapmış olması, “İlimlerin
Cinsleri Risâlesı’nde açıkladığımız gibi, bu konulara dair soruları ve
cevapları bilmiş olması gerekir. Sonra da, “peygamberlerin ilmi” adı verilen ve
“ilahiyât ilmi” diye nitelenen bu ilimde araştırma yapması gerekir. Çünkü bu
ilim, insanın bilgilerinin gelip dayandığı en yüce gayedir. Bundan sonra
semâların sâkini, feleklerin sahibi en yüce topluluk olan meleklerin rütbesi
gelir.
Bölüm
Sonra
bil ki, eşya (şeyler), gözle görünen varlıklar (ayınlar) ve nesnelerdir. Yani
Yüce Yaratıcı’nın varlığından akıtması (feyz) ve yaratması (ibda')
ile var ettiği başka başka olan suretlerdir. Nitekim sayılar da somut
nesnelerdir yani başka başka suretlerdir. Bunlar tekrar yoluyla nefislerin
düşüncesinde “bir” sayısından akarlar (feyezan). Eşya, Yüce Allah onları
yaratıp icad etmeden önce onlar Yüce Yaratıcı nın ilminde vardırlar. Nitekim
bir sayısı da nefislerin düşüncelerinde kendinden sayılar ortaya çıkmadan önce
olduğu hal üzere değişmeden kalır.
Yüce
Yaratıcının en özel vasıflarından biri, Ohun varlıktan başka olmasıdır. Zirâ o,
varlıkların aslı ve sebebi (illet)’dir. Nitekim bir sayısı da, sayıların aslı,
ilkesi ve kaynağıdır. Şayet Yüce Yaratıcının (bir) zıddı olmuş olsaydı o “yokluk”
( adem) olurdu. Fakat yokluk bir şey değildir. Oysa Yüce Yaratıcı, eşya ile bir
karışım ve kaynaşma (imtizaç) içine girmeksizin, her şeydedir ve her
şeyle beraberdir. Nitekim bir sayısı da her sayı ve sayılanda bulunur.
Dolayısıyla her bir varlıktan bir sayısı kalkınca tümsayıların ortadan
kalkmasını zannederiz. Oysa sayılar ortadan kalkınca bir ortadan kalkmaz.
Tıpkı bunun gibi Yüce Yaratıcı olmamış olsaydı asla hiçbir şey var olmazdı.
Oysa eşya yok olmuş olsaydı onların yok olmasıyla Yüce Yaratıcı yok olmazdı.
Varlıkların bir kısmı rütbeve konumca Yüce Yaratıcı ya çok yakındır. Bu çok
yakın olan varlık akıldır. Nitekim sayılardan biri de rütbe ve oran olarak bir
sayısına daha yakındır. Ki bu, iki sayısıdır. Sonra üç, sonra da dört gelir.
Daha sonra da artırılabildiği kadar artırılır. İşte Yüce Allah’tan başlayarak
varlıkların sıralanışı ve düzenlenişi tıpkı; sayılar ve “ Aklî İlkeler
Risâlesı’nde açıkladığımız gibi, sayların dizilişi ve düzenlenişi gibidir.
Sonra
bil ki, eşyanın ilkelerini araştıran ve düşünenlerin pek çoğu Allah’ın ilmindeki
malûmatın ezelî olduğunu zann ve vehm ettiler; tıpkı açığa çıkmadan ve sanatlarında
bilinen maddeye onları koymadan önce sanatçıların nefislerinde yaptıkları
şeylerin (masnûât) suretlerinin bulunması gibi veya aklını kullananların
nefislerinde akledilenlerin suretinin bulunması ve akledenlerin de onları
tasavvur etmesi gibi. Oysa durum onların zannettikleri ve vehm ettikleri gibi
değildir. Aksine Allah’ın ilminde eşyanın bilgisi, daha önce açıkladığımız gibi,
sayıların “bir” sayısında bulunduğu gibi bulunur. Çünkü yapılan şeylerin
sureti, onları yapan sanatkârların nefislerinde, hocaların yaptıklarını
araştırıp, tefekkür edip, düşünüp yorumladıktan sonra meydan gelir. Onların
hocalarının nefislerinde bulunup da yaratıp icat ettikleri sanatlar, onların
nefislerinde, tabiî yapıtları araştırıp düşünüp ve tefekkür ettikten sonra
ortaya çıkar. Yapıtları (masnû’ât) araştırıp düşünüp ve tefekkür ettikten
sonra akledenlerin nefislerinde hâsıl olan akledilir şeylerin suretinin hükmü
de böyledir. Oysa Yüce Allah’ın ilminin hükmü böyle değildir. Aksine sayılar
“bir” sayısının zâtından (aslından) olduğu gibi, Onun ilmi de kendi
zâtındandır. Zira örneğin, örnek verilene, azında değil çoğu manâsında uygun
olması gerekir. Yüce Yaratıcı nın sayılarla ortaya çıkmış olan şeylere
nisbetinde “bir” sayısı ile örnek/misal olması, Yüce Yaratıcı ya başka
örneklerden daha çok uygun düşer.
Sonra
bil ki, her yetkin varlık, kendisinden kendi altındakine bir çeşit feyz verir
ve bu feyz verme onun kendi cevherinden yani onun zâtını ayakta tutan
suretinden olur. Bu konudaki örnek, ateşin sıcaklığıdır. Şüphesiz ateş kendi
çevresinde olan cisimlere bir sıcaklık ve ısıtma akıtır/transfer eder
(feyezan). Sıcaklık, ateşin cevherselliği olup onu ayakta tutan suretidir. Aynı
şekilde sudan da çevresinde bulunan cisimlere bir sıcaklık ve ıslatma transfer
olur. Zira “ıslaklık” suda bulunan cevherliktir ki, bu da suyun zâtını ayakta
tutan surettir. Yine aynı şekilde güneşten, feleklere ve hava üzerine ışık ve
aydınlık akar. Çünkü ışık, güneşte var olan cevhersel bir şeydir. Bu ışık,
güneşin zâtını ayakta tutan güneşin suretidir. Yine aynı şekilde nefisten de
cisimlere hayat akara. Çünkü hayat, nefse ait cevhersel bir şeydir. Hayat
nefsin zâtını ayakta tutan surettir.
Bölüm
Bil
ki, feyz, feyiz verenden kesintisiz ve biteviye devam ettiği sürece feyz
verilen şey de devam eder. Feyz aynı vetire üzere kesintisiz devam etmediği
sürece kendisine feyz verilenin varlığı geçersiz (bâtıl) ve yok olur.
Çünkü feyz veren ilk varlık yok olmuştur. Bunun örneği havadaki aydınlıktır.
Şimşek çakıp kesintisiz devam ettiği sürece tıpkı gündüz vaktinde olduğu gibi,
hava aydınlanmış olarak bâkî kalır. Çünkü güneş, havaya feyzini tek düze ve
kesintisiz olarak verir. Güneş ile hava arasına bir engel girince havanın
aydınlığı yok olur. Zira aydınlık saat saat bozulmakta ve havaya verilen
aydınlık feyzi devam etmemektedir. Aynı şekilde nefisten cisimlere verilen
hayat feyzi de kesintisiz devam ettiği sürece cisimlerdeki hayat devam eder.
Nefis cesetten ayrılınca cesetin zenginliği olan hayat hükümsüz olup yok olur.
Yüce Yaratıcıdan dolayı (var) olan âlemden varlığı ve devam etmesinin hükmü de
böyledir. Buna göre Yüce Yaratıcı nın feyzi, cömertliği, vergisi biteviye ve
kesintisiz olduğu sürece âlemin, Yüce Allah’dan dolayı olan varlığı daimi olur.
Bil
ki, âkil kimselerin çoğu, Yüce Allah’dan meydana gelen âlemin varlığının, kendi
başına müstakil var olduktan sonra ustasına gerek duymayan, ustanın inşa ettiği
evin varlığı gibi olduğunu zann ve vehm ettiler. Oysa durum, onların zan ve
vehm ettikleri gibi değildir. Çünkü evin yapılışı; toprak, su, taş, tuğla,
kireç, kiremit, tahta ve bunlara benzeyen şeyler gibi, kendi başlarına ayakta
duran ve dışarıda mevcut olan bir takım şeylerden yapılan bir bileşik (terkib)
ve karışımdır. Oysa (Yüce Allah’ın var etmesi demek olan) yaratma ve icat,
bileşik ve karışım değildir. Aksine yokluktan varlığa olan bir ortaya çıkarma
ve icat etme işidir. Bu konunun örneği; konuşanın sözü ve yazı yazanın yazmasıdır.
Bunlardan birincisi olan konuşmak yaratmaya (ibdâ), diğeri olan yazma ise
bileşime (terkib) benzer. İşte bu yüzden konuşan susunca kelâmın (söz)
varlığı yok olur. Yazan yazmasını bırakınca var olan yazı yok olmaz.
Dolayısıyla âlemin Yüce Allah’dan olan varlığı, sözün konuşandan olan varlığı
gibidir. Konuşma kesilince sözün varlığı yok olur. Söylediğimiz şeyin delili ve
anlattığımız şeyin hakikati; Yüce Allah’ın şu sözüdür: “Şu bir gerçek ki,
gökleri ve yeri yok olmamaları için (yörüngede) tutan sadece Allah’tır; eğer
(yörüngeden) sapmalarına (izin verirse), bunun ardından hiçbir güç onları
tutamaz...”[148]
Ve başka bir ayette “O, her an (gün hayata ve varlığa dair) bir işe müdahale
etmektedir”[149]
şeklinde buyrulmaktadır. Zira bir iş, Yüce Allah’ı başka bir işten alıkoyamaz.
Sonra
bil ki, her akıllı kişi, âlemin nasıl sonradan olduğunu, Yüce Yaratıcı mn onu
nasıl yoktan yarattığını, gök tabakalarını ve arzı nasıl var ettiğini, felek
kürelerini nasıl bir araya getirdiğini (terkib), basit yıldızları ve
dört öğeyi nasıl döndürüp idare ettiğini ve bu dört öğeden doğan üç şeyi nasıl
var ettiğini düşündüğünde bu konularda şu üç görüşten birine inanması gerekir.
Ya bunların bir defâda yoktan var edildiğini, Yüce Yaratıcı mn onları yokluktan
varlığa şimdi oldukları hali üzere çıkardığını zan ve vehm eder. Ya da bunların
aşamalı olarak (tedrici) yaratıldığını, zamanların ve asırların (dehr)
geçmesiyle, ilkten başlayıp en sonuna kadar bir sıraya göre yokluktan varlığa
çıkarıldığını zan ve vehm eder. Veya bu eşyanın bir kısmının bir defada, bir
kısmının ise tedrici olarak yaratılıp var edildiğini zan ve vehm eder. Zira
aklî bir taksimde (bölümlemede), bu üçünün dışında bir ihtimal yoktur. Bu
şeylerin tek bir defada zamansız olarak var edildiğini zannedip söyleyen ise
söylediği bu söze görünen âlemden bir delil bulamaz. Dolayısıyla söylediği
konuda kendisi de kuşkuludur.
Bu
şeylerin yokluktan varlığa bir düzen ve sıraya göre aşamah/tedrici olarak çıkarılıp
var edildiğini söyleyen kişi ise söylediği bu şeye tek bir tümevarım (istikra)
ile varlıklardan pek çok şâhid/delil bulabilir.
“Bu
şeylerin bir kısmı bir çırpıda bir kısmı ise tedricen var edilip meydana
getirilmiştir” diyenin ise bu sözünü ve iddiasını açıklaması, şerhetmesi ve
detaylandırması gerekir.
Bölüm
Bize
göre tabiî şeyler, süre (asır/dehr) ve zamanın akışı içinde aşamalı olarak yaratılıp
var edilirler. Bu durum şundan dolayıdır: Tümel madde (heyûlâ} yani
mutlak cisim; salt cisim olup sıvısı, katisından ayrılıncaya, saydam küresel
felek şekillerini kabul edip uzay boşluğunda birbirleriyle birleşinceye,
gezegen yıldızları olarak dönmeye başlayıp kendi merkezlerini edininceye ve
dört öğe (erkân) birbirinden ayırıcı niteliklerini kazanıp birbirleriyle
sıra ve düzen oluşturana kadar hiç şüphe yok ki üzerlerinden uzun bir süre
geçmiştir. Bu iddianın delilli, Yüce Allah’ın “Allah gökleri ve yeri altı
günde (aşamada) yarattı’[150]
[151]
ve “Ve Allah nezdinde bir gün sizin saydıklarınızdan bin sene
gibidir”" şeklindeki sözleridir.
İlâhi
ve rûhâni şeylerin meydana gelişi ise, zaman, mekân, oluş ve bozuluşa konu olan
madde olmaksızın bir defada sıralı ve düzenli olarak olmuştur. Dahası bunlar
Yüce Allah’ın “Ol” sözü ile olurlar (künfeyekün). Rûhânî ve İlahî şeyler
ise etkin (faal) akıl, küllî nefs, ilk madde (heyûlâ) ve sadece
suretlerdir. Akıl, Yüce Yaratıcı nın ışığı ve ondan ilk akan (feyezan eden)
şeydir. Nefis ise aklın ışığıdır ve Yaratıcı, onu akıldan transfer ettirmiştir.
İlk madde, nefsin yayılan gölgesidir. Sadece suretler ise Yüce Allah’ın izni ve
O’nun akıl ile nefsi desteklemesi ile nefsin maddeye giydirdiği nakışlar,
boyalar ve şekillerdir. Bütün bu şeyler, zaman ve mekân içinde olmaksızın Yüce
Allah’ın “Künfeyekün” (“Ol” der ve o da oluverir) sözüyle olur. Nitekim
Yüce Allah şöyle der: “Bizim emrimiz ise, sadece göz kırpması gibi, bir
anlık iştir. ”[152]
Bunun örneği, şimşek çakmasının meydana gelmesi, zaman olmaksızın güneşin
doğması, gözlerin aydınlanması ve eşyanın görülmesidir.
Sonra
bil ki, dört öğenin varlığı, günler, aylar ve seneler itibariyle kendilerinden
meydana gelenlerden (müvelledât) önce gelirler. Nitekim zamanlar,
devirler ve çağlar itibariyle feleklerin varlığı dört öğeden önce gelir. Sonu
gelmeyen uzun zamanlar itibariyle ruhlar âleminin varlığı, felekler âleminin
varlığından önce gelir. Bütün sayılardan önce gelmesi gibi, Yüce Yaratıcı da
varlıkça bütün varlıklardan önce gelir.
Sonra
bil ki, şüphesiz boyutları olan cisim ile ilişkisi olmadan önce nefsin üzerinden
uzun bir zaman geçmiştir. Nefis, kendi rûhâni âleminde, nûrâni yerinde, hayvânî
yurdunda kendi sebebi/illeti olan etkin/faal akıldan gelecek feyzi, erdemleri
ve iyilikleri kabul etmeye yönelmiş olarak durmaktadır. Nefis, nimetlenmiş,
lezzetlenmiş, dinlenmiş, sevinmiş ve gönenmiştir. Nefis, bu erdem ve
iyiliklerle dolunca onu havuz gibi bir şey ele almıştır. Böylece o da bu havuza
taşan iyilikleri ve erdemleri taleb etmeye yönelir. Halbuki bundan önce cisim,
şekiller, suretler ve nakışlardan hiçbirini taşımıyordu. Sonra nefis, maddeye
yöneldi ve cismin katisı, seyreğinden ayrıldı ve cismin üzerine bu erdemler ve
iyilikler aktı/feyezan etti. Yüce Yaratıcı, nefsin bu durumunu görünce cismi
ona mekân kıldı ve cismi onun için hazırladı. Sonra da Yüce Allah, bu cisimden
felekler âlemini ve en dıştaki felekten başlayıp arzın merkezinde son bulana
kadar gök tabakalarını yarattı. Hava boşluğunda felekleri birbiriyle bileşik
hale getirdi ve gezegenleri merkezlerine yerleştirdi, şimdi olduğu üzere en
güzel nizam ve tertib üzere öğelerini de kendi sıralarına göre tertib etti.
Yüce Yaratıcı bütün bunları, nefsin gezegenleri idare etmeye ve onları seyrü
sefer ettirmeye güç yetirmesi için ve nef sin kendi fiillerini, erdemlerini ve
faal akıldan kabul ettiği iyilikleri kolayca ortaya çıkarması için yaptı.
İşte
âlemin yani cisimler âleminin yok iken var olmasının sebebi budur. Kim maddenin
nasıl özleştiğini, cismin ince (latif) cüzlerinin yoğun (kesif) cüzlerinden
nasıl ayrıldığını, saydam türevin felekî şekilleri nasıl kabul ettiğini,
mertebe ve devirleri içinde bu cüzlerin hava boşluğunda birbirleriyle nasıl
bileşime girdiğini, aydınlatıcı yıldızların cisimlerinin nasıl dairesel h
areket ettiğini seyrüseferlerine ve feleklerdeki merkezlerine nasıl
yerleştiklerini ve dört unsurun parçalarının birbiriyle nasıl özümsendiğini,
bunların birbirinden nasıl ayrıldığını, şekillerinin çeşitli ve suretlerinin
muhtelif olmasına rağmen, cisimsel olması bakımında şu anda olduğu hal üzere
bütün bunların tek bir maddeden nasıl düzenlendiğini tasavvur etmek isterse,
kendi cesetinin ana rahmindeki kandan özümsenip ayırt edilerek nasıl bir araya
getirildiğine, bir kısmının nasıl beyaz ve sert kemik, bir kısmının nasıl
sapsarı yağ olduğuna, bir kısmının nasıl içi boş damarlar olduğuna, bir
kısmının nasıl bedensel organlar olduğuna, bir kısmının parçalarının nasıl birbirine
benzediğine, bir kısmının nasıl kalp olduğuna, karaciğerin ve akciğerin cürmünü
oluşturduğuna bakıp anlamaya ve açıklamaya çalışsın. Mide, dalak, beyin ve
omuriliğin durumu da böyledir. Bunların bazısı nasıl deri, kıl, tırnak ve
şekiller, sûretler, renkler, tatlar, kokular ve tabiatları muhtelif bu
organlara benzeyen şeyler oldu. Eğer kişi bedenin bölümlerinin hayız kanı ve
nutfeden meydana gelişini ve bedenin bu kandan oluşturulduğunu kendisine en
yakın ve bilgisi kendisine en kolay gelen, bu spermin bu suretleri, şekilleri,
tatları ve renkleri nasıl kabul ettiğini tasavvur etmekten acizolursa,
kendisine en uzak olan, en cahili olduğu ve en az anladığı felekleri, tabaka
tabaka göklerin ve yerlerin nasıl yaratıldığını kavramaktan da aciz olur.
Bölüm
Sonra
bil ki, tümel/küllî nefis, kendi rûhâni âlemine, nurâni mahalline ve cisimle
ilişkiye geçmeden önceki ilk haline geri dönecektir. Nitekim Yüce Allah şöyle
der: “Yaratılmışlar (evrenini) ilk defa nasıl yaratmışsak, onu öylece tekrar
yaratacağız.”'[153]
Fakat bu durum uzun zamanlar, devirler ve dehirlerin geçmesinden
sonra olur. Nefis cismâniâlemden ayrılınca cismâni âlem harap olacaktır.
Feleklerin dönmesi, yıldızların seyri, öğelerin karışım ve birleşmesi duracak,
bitkiler, hayvanlar ve madenler çürüyecek ve cisim suretler, şekiller ve
nakışlardan soyunacak, âlem, ilk başta olduğu gibi, bunlardan boş kalarak bakî
kalacaktır. Zira nefis, cisimden yüz çevirmiş, kendi âlemine yönelmiştir. İlk
sebebine/illetine kavuşmuş, O’nun yanında yer almış ve O nunla birlik olmuştur.
Nefsin kendi âlemindeki illetine yönelip O ndan erdemleri ve iyilik feyzlerini
aldıktan sonra cisme yönelmesi ve cismin durumunun düzeltilmesiyle
ilgilenmesinin örneği; hocasını seven ve ona yönelen akıllı ve iyi bir adamın
örneği gibidir. Bu adam, ilim, hikmet, meârifı öğrenmeyi, uzun zaman boyunca hocasının
güzel ahlâkı ve düzgün edebiyle edeblenip ahlâklanmayı isteyen ve sevendir.
Öyle ki bu adam iyilikler, erdemler, ilimler ve hikmetlerle dolunca bu sırada
feyz kaynağına benzemeye başlar. Kendisinden bu iyilik ve erdemlerin alacağı ve
onlarla kendisine faydalı olacağı birisini ister, temenni ve talep eder.
Böylece terbiye etmesini, hikmet ve ilmini kabul edeceğini bildiği bir öğrenci
bulunca onu öğretmeyi isteyerek, onu eğitmeyi arzulayarak, fiillerinde ve
sanatlarında hocasına benzemeyi umarak bu öğrenciye feyz ve fayda verecek şey
ile yönelir. Tıpkı hocasının da kendi hocasına, muallimine, onu potansiyel
durumdan (kuvveden) fiile çıkaran, onun cevherini damıtan, unsurunu
saflaştıran ilk hocasına benzeyerek yaptığı gibi.
İşte
bu hoca, öğrencinin talim, ahlâklanma ve eğitimini bitirdikten sonra Rabbine
ibâdet etmeye yönelir. Yaratıcı sına yakarmak yalnızlıkları talep eder,
kendinden önceki hocalarına, akrabalarına kavuşmayı ve melekler zümresine
girmeyi temenni eder. Allah’ın rahmeti onlara olsun, peygamberlerin sureti de
böyledir. Yine aynı şekilde bilgelerin ve kadîm rabbanilerin suretleri de
böyledir. Bütün bunlar, hikmetini açık etme ve erdemleri yarattıklarına
akıtma/transfer etme bakımından Yüce Allah’a benzemek içindir. Zira Allah
onları yok iken var etmiştir. Sonra da sayısını sadece Allah’ın bileceği
çeşitli nimetler, türlü türlü iyilikleri ve bereketleri kullarına akıtmıştır.
Öyle ise ey kardeşim, bu işaretleri ve uyarıları iyi anla! Umulur ki senin
nefsin, gaflet ve cehalet uykusundan uyanır.
Bölüm
Bazı
haberlerde anlatıldığına göre, Yüce Allah’ın peygamberlerinden biri Rabbine
yakarışı (münacat) sırasında şöyle dedi: Yarabbi yok iken yarattığın bu
şeyi niçin yarattın? Rabbi de ona remiz yoluyla şöyle dedi: “Ben, erdemleri ve
iyilikleri gizli olan ve bilinmeyen bir hazine idim. Sonra bilinmek istedim.”
Bu sözün manası şudur: Ben bu yaratma işini yapmamış olsaydım, (insanların)
hakikatleriyle özünü bilmeye akıllarının ulaşmaktan hayrete düştüğü, dillerinin
niteliklerinin aslını anlatmaktan yorulup aciz kaldığı, yaptığım ve yarattığım
ilginç ve muhkem şeyler türünden ortaya koyduğum ve transfer ettiğim (feyezan)
bu iyilikler ve erdemler gizli kalırdı.
Ey
kardeşim! Âkil kişilerin ve bilgelerin kelamını, onların sözlerinin
inceliklerini ve derin mânâlara işaretlerini art niyetli olarak anlamaktan
kaçın. Art niyetli anlayış, sahibini bilgelere karşı kötü zanna götürür. Pek
çok insanın bilgeler hakkında, onların “âlemin kadim ve ezelî olduğunu”
söylediklerine dair vehm ettiği şey, bu tür art niyetli/yanlış
anlayışlardandır. İşte bu onların sözlerini ve işaretlerini yanlış anlamaktan
kaynaklanan kötü zanlardır. Bunun sebebi şudur: İnsanlar bilgelerin, “âlem,
zaman ve mekân içinde yaratılmamıştır” sözünü duyunca onların bu sözünü işiten
zannetti ki onlar, âlemin kadim/ezelî (öncesiz ve sonradan yaratılmamış)
olduğunu söylüyorlar. Çünkü bu kişi, bilgelerin bu sözle neyi kast ettiğini
anlayamadı. Oysa onlar, “zamanda ve mekânda değil” sözleriyle ancak yaratmanın
en değerli olanını kast ettiler. Çünkü zaman, feleğin hareketlerinin sayısı,
mekan ise feleğin dış yüzeyidir. Dolayısıyla felek olmayınca ne zaman ne de
mekân var olur. Aksine Yüce Yaratıcı feleği yoktan var edip ona dairesel (devrâni)
bir hareket verince feleğin varlığından sonra mekânı ve zamanı beraberce var
etti.
Yine
onların, “Cevher, kendisinden dolayı cevher ve araz kendisinden dolayı arazdır”
sözleri de yanlış anlaşılan sözlerindendir. Dolayısıyla bu sözü işiten ve ne
demek istediklerini anlamayan kişi onların şöyle dediğini zanneder: “Cevher ve
araz, bir yaratıcının yaratması veya bir yapıcının yapmasıyla var olmuş
değildir.” Zira cevher kendisinden dolayı vardır. Oysa durum onların zannedip
vehme kapıldıkları gibi değildir. Çünkü bilgeler, ancak varlıkları düşünüp,
hallerini araştırıp varlıkların bir kısmını sıfatlar, bir kısmını farklı farklı
mevsuflar (nitelenenler) olarak bulunca ve nitelenenlerin farklı oluşunun
illetinin/sebebinin sıfatlarının farklılığından dolayı olduklarını bilince
(cevher ve arazla ilgili) bu sözü söylemişlerdir. Sıfatların farklı oluşu ise
kendilerinden dolayıdır. Çünkü Yüce Allah, sıfatların kendisinde bulunan bir
illetten dolayı değil de, onları kendi kendileri ile farklı olarak yaratmıştır.
Bu konunun örneği, ak ve karanın durumunun farklı oluşudur. Bu durum başka bir
illetten dolayı değil, ak ve karanın kendi zâtlarında/özlerinde farklı
olmasından dolayıdır. Kim ak ve karanın başka bir illeti olduğunu zannederse
bu illet sonsuzca sürüp gider. Bu şundandır: Kara, nitelenmiş olandır ve o
ancak kendisinde karalığın bulunmasından dolayı karadır. Ak’ın durumu da
böyledir. O ancak kendisinde aklığın bulunmasından dolayı aktır. Karalık ve
aklık ise onlarda bulunan bir yapısal özellikten (sınaat) dolayı değil, aksine
kendi zâtlarından dolayı kendiliklerinde farklıdırlar. Çünkü Yüce Allah böylece
onları iki farklı zât olarak yaratmıştır. Bilgelerin sözünün manası ise şudur:
Karalık, kendisindeki bir sıfattan dolayı değil, kendi kendisinden dolayı karalıktır.
Oysa onlar; hikmet eğitimi almamış ve şeriatı kötülememiş pek çok insanın
zannettiği gibi; karalığın bir icat edicinin icadı ve bir yapıcının yapmasıyla
olmadığını söylemek istemediler.
Sonra
bil ki, fâilin fiillerini açığa çıkarmasına ve yapıcının yaptığını sağlam
olarak yapmasına engel olan sebeplerden biri de güçsüz olmaktır. Fakat bazen bu
güçsüzlük, fâilin kuvvetinin zayıflığından ve bilgisinin azlığından olur.
Bazen de bu güçsüzlük, âciz kalmak, yapıcının işini sağlam olarak yapması için
gereken âlet ve edevatın yokluğundan veya zaman, mekân, hareketler ve
benzerlerinin yokluğundan kaynaklanır. Bazen de bu âciz oluş, madde yönünden
ve hikmetli iş yapan sanatkârın verdiği sureti, maddenin zorla kabul etmesinden
kaynaklanır. Bunun örneği, soğuk demirin demircinin elinde, kendinden bükülen
bir ip gibi; uzun bir ip olarak bükülmeyi zorla kabul etmesidir. Burada âciz
olma, demirciden kaynaklanmaz fakat demirin bir ip gibi bükülmeyi zorla kabul
etmesinden kaynaklanır. Unsurunun akıcı olmasından dolayı üzerine yazı yazanın
yazısını kabul havanın etmemesi de böyledir. Marangozun âcziyetinden dolayı
değil ama kerestenin yokluğundan dolayı göğe yükselerek bir merdiven yapamaması
da böyledir. Yine bilge bir insanın bebeği öğretememesi, bilgedeki acziyetten
dolayı olmaması da buna örnektir. Çünkü bebek, bebeklik halinde iken bu
eğitimi almaya yatkın değildir. Bu kıyasa (prensibe) göre aciz olmak maddeden
ve onun suretleri zorla kabul etmesinden kaynaklanır, yoksa hikmetli iş yapan
sanatkârın (Sâni-i Hakim) âciz olmasından dolayı değildir.
Sonra
bil ki, âlimlerin pek çoğu, maddeden kaynaklanan acziyeti bilmiyorlar ve
maddenin durumunu değerlendiremiyorlar. Böylece acziyetin tümünü güçlü ve hikmetli
iş yapan fâile/özneye ait kılıyorlar. Bundan dolayı çoğu kez onlar bu acziyeti
Yüce Allah hakkında (da) zan ve vehim yoluyla düşünüyorlar. Bunun üzerine,
“Yüce Allah pek çok şeyi yaratmaktan âcizdir” diyorlar. Tıpkı onların “Yüce
Allah, iblisi kendi memleketinden çıkarmaya kadir değildir” demeleri gibi.
Oysa onlar aczin, onun memleketinde olmayan şeyin yokluğundan kaynaklandığını
düşünemiyorlar, yoksa acziyet Yüce Allah’ın kudretinin yokluğundan değildir.
Diyorlar ki, Yüce Allah deveyi, iğnenin deliğinden geçirebilecek kadar güçlü
değildir. Oysa aczin, iğneden kaynaklandığını düşünmüyorlar. Diyorlar ki,
Allah, bir kişiyi tek bir zaman içinde hem oturan hem de ayak duran vaziyette
yapamaz. Oysa onlar bilmiyorlar ki bu aciz oluş, Allah’tan değil bizden
kaynaklanmaktadır. Zira oturmak ve ayakta durmak, tek bir zaman içinde birlikte
var olamaz. Sonra da şöyle söylüyorlar, bütün bunların Allah’ın kudreti
dairesinde olduğunu söylemek doğru olmaz. Onlara, “ Allah her şeye kadirdir’
sözünün manası nedir? diye sorulduğunda, Yüce Allah’ın söylediğinin aksine,
bu sözün genellik değil özellik ifade ettiğini söylerler. Çünkü Yüce Allah
mutlak olarak bu sözü genel anlamda zikredip “her şeye kâdirdir” dedi. Sonra
da: “Biliyor musun? Allah kendi mislini (kendi gibisini) yaratmaya kâdirdir
(yaratâbilir)” sözleriyle, “O, her şeye kâdirdir” sözünün genel olduğunu
söyleyenin bu sözüne şüphe sokmuşlardır[154].
Oysa onlar bu aczin Allah’ın mislinin bulunmamasından kaynaklandığını, yoksa
onun kudretinden kaynaklanmadığını bilmiyorlar. Zira acziyet yokluktur, varlık
değildir.
Bölüm
İllet
nedir? İllet, başka bir şeyin olmasını gerektiren sebepdir. Ma’lûl nedir? Olması
için bir sebebi bulunan şeydir.
İllet
kaçtır? İllet dört nevidir. Bunlar fâil(etkin) illet, maddî illet, sûrî
(şekilsel) illet vegâi (amaçsal/tamâmi) illettir.
Ma’lûl
(illetli/sebepli) kaç tanedir? Malûl dört nevidir ve bunların hepsi yaratılmıştır.
Bunların bir kısmı beşerî-hayvânî[155]
olarak, bir kısmı ise tabiî olarak yaratılmıştır. Tabiî olarak yapılmış
olanlar ise madenler, bitkiler ve canlılardır. Yaratılmışların bir kısmı basit
ve nefsânî olanlardır. Bunlar felekler yıldızlar ve erkân (öğeier)’dır. Bu
yaratılmışların bir kısmı İlâhi ve rûhâni olanlardır. Bunlar ise madde, sırf (mücerred)
suret, nefis ve akıldır.
Yaratma
(sanat) nedir? Yaratıcının kendi nefsinde bulunan suret ve nakışları maddede
ortaya çıkarmasıdır. Hikmetle iş yapan her yaratıcının (sanatkâr) yaratmasında
bir çeşit amacı vardır. Bu amaç ise, bilginin ilminde veya yaratıcının düşüncesinde
o şeyi yaratmadan önce vardır. Âlim veya yaratıcı yaptığını bu amaçtan dolayı
yapar. Fâil amaca ulaşınca fiil sona erer ve fail yapmayı durdurur.
Sonra
bil ki, her yaratılmışın dört nedeni (illet) vardır. Bunlar, fail (etkin)
neden, maddî neden, sûrî (şekilsel) neden ve tamamî (amaçsal/gâî) nedendir.
Bunların örneği, (üzerine oturulan) divandır. Divanın fail illeti marangoz,
maddî illeti kereste, sûrî illeti dikdörtgen şeklinin verilmesi, gâî illeti ise
divanın üzerine oturmaktır. Her beşerî yaratıcı, yaratmasının tamamlanması için
şu altı şeye muhtaçtır: Herhangi bir madde, belli bir zaman, belli bir mekân,
el ve ayak gibi edevat, keser ve burgu gibi birtakım âletler ve birtakım
hareketler. Her tabiî yaratıcı ise bunlardan dört tanesine muhtaçtır. Bunlar
ise madde, mekan, zaman ve harekettir. Her nefsânî yaratıcıya bunlardan iki
tanesi yeterlidir. Bu ikisi ise madde ve bir takım belli hareketlerdir. Yüce
Yaratıcı ise bunlardan hiçbirine muhtaç değildir. Çünkü Onun fiili bu şeylerin,
yani madde, zaman, hareketler, âlet edevatın yoktan yaratılması (ibda)
ve icat (ihdirâ) edilmesidir.
Bil
ki, her beşerî yaratıcı ve hikmetle iş yapan (hakim) kişi, güç
yetirebildiği ölçüde yaptığını en sağlam ve en güzel şekilde yapmaya çalışır.
Fakat çoğu kez onun önüne, ya maddî illetten veya maddenin sureti zorla kabul
etmesinden veya âlet ve edevâtların yokluğundan veya gücün zayıflığı unutma,
dalgınlık ve yanılmadan veya işinin uzmanlığı konusundaki bilgisinin azlığından
dolayı bir takım engeller çıkar. Oysa Allah bütün bunların hepsinden
münezzehdir.16
Bölüm
Sonra
bil ki, varlıkların tümü iki nevidir. Bunlar tümeller/küllî ve tikeller (cüzi)
dir. Tümelleri, Yüce Yaratıcı en değerlisinden başlayıp en değersizine
doğru sıralamıştır. Nitekim bunu “İlkeler RisâlesTnde açıklamıştık.
Tikelleri ise Yüce Yaratıcı, en değersizinden başlayarak en tam ve yetkin olana
doğru sıralamıştır. Nitekim bunları “Tabiat Risâlesi”nde açıklamıştık.
Sonra
bil ki, tek bir sorunun birçok cevabı olabilir. Fakat her cevap, her soru için
uygun düşmez. Bunun nedeni insanların içinde avâm (sıradan) ve havâsın (seçkin
insanların) bulunmasıdır. Âlemin yaratılması (hudûs) ve yaratılmasını
gerektiren illeti/sebep sorulduğunda seçkin kişinin cevabı daha sonra
anlatacağımız veya açıklayacağımız gibidir. Âlem yok iken Allah’ın onu niçin
yarattığı sorulduğunda sıradan insanın cevabı, “Allah’ın âlemi yaratmasında bir
hayır ve hikmet vardır ve hakîm olanın hikmetli bir iş yapması zorunlur!”
şeklinde olur. Şayet Yüce Allah âlemi yaratmamış olsaydı hikmeti ve iyilik
yapma fiilini terk etmiş olurdu. İşte avâmın cevabı budur. Şayet biri, “Allah
âlemi niçin şu değil de bu vakitte yaratmıştır?” derse ona, “Çünkü Allah
yarattığı vakitte yaratacağını bilendir» denir. Şayet daha önce yaratmış
olsaydı Allah’ın fiili, ilmine aykırı olurdu. Allah, böyle olmaktan yüce ve
büyüktür. Eğer, “Allah neden âlemi şu anda olduğu suret/şekil üzere yaratmıştır
da bundan başka suretler üzere yaratmamıştır?” denilirse, cevap olarak şöyle
denir: Çünkü bu
16. Allah
hakkında bunlar düşünülemez.
suret
daha sağlam ve düzgündür. Eğer, “Başka suret de sağlam ve düzgündür”, denilirse
ona “Bunun nasıl böyle olduğunu açıkla” denir. Doğrusu rabbânî bilgeler (elhukemâu
r-rabbâniyyûn}, âlemin şimdiki bu suretinden daha sağlam ve daha düzgün
bir suretin olmasının câiz ve mümkün olmadığını söylüyorlar. Eğer biri “Kronik
hasta olan Zeyd’in şimdi olduğundan daha sağlam bir yapı ve daha iyi/güzel bir
surette olması mümkün değil miydi?” derse ona, “Sen bize bir bütün olarak
âlemin suretini sordun, yoksa onun tek tek parçalarının suretini sormadın”
denir. Dahası senin “insan olmanın sureti” (insan şekli) hakkındaki görüşün
nedir? insan olmanın suretinin şu anda olduğundan daha sağlam ve düzgün olması
câiz midir?
Sonra
bil ki, Yüce Allah insanı ilk kasıtla en güzel kıvamda yaratmıştır, kronik
hasta olan Zeyd’in ve felç olan Amr’ın sureti ise felekî sebeplerden ve tabiî
illetlerden dolayıdır. Bu konunun açıklanması ise uzar gider. Bu şundandır:
Bilgeler eşyanın illetlerini araştırdılar ve eşyanın sebeblerini haber
verdiler. Öyle ise bu illetler, ancak tümellerin illetlerindendir. Tikellerin
illetlerini anlamaya ve bilmeye ise insanın bilgisi yetmez. Dahası insanların
akılları, tikellerin illetlerini onların çetrefil ve gizli olan illetlerini ve
sebeplerini bilmeye yetmez.
Biz
dikkatli ve yoğun araştırmaları, güzel düşünce ve inançları ile bilgelerin kavradıkları
bu sebep ve illetlerin bir yönünü geri kalanlarına delil olması, bu konuyu
araştırmak, incelemek, yorumlamak istediğimiz şeye kıyas olması, bilgelere
benzemiş ve onların izinden gitmiş olmak için anlatmak istiyoruz.
Bölüm
Şu
sorulara nasıl cevap verilir: “Yüce Allah, âlem yok iken onu niçin yarattı?”
dendiğinde şöyle denir: Çünkü Allah hikmet sahibidir, âlemi yaratması hikmettir
ve hâkimin hikmetli iş yapması zorunludur, o zaman Allah, hikmetin gereği
olarak âlemi yarattı. “Allah âlemi, bundan önceki vakitte değil de niçin bu
vakitte yarattı?” dendiğinde, buna şöyle cevap verilir: Allah’ın önce değil de
bu vakitte yaratacağını önceden bildiği için. Eğer, “Niçin Allah âlemi şimdiki
olan sureti üzere yarattı da bundan başkabir surette yaratmadı?” denirse,
şöyledenir: Bu suretin daha sağlam ve dayanıklı olduğunu bildiği ve fiilinin
ilmine uygun olması için bildiğini yaptı. “Allah âlemi nasıl yarattı ve yaratma
nasıl başladı, nasıl sona erdi?” denirse, buna şöyle cevap verilir: Şüphesiz
biz âlem konusunda dört risâle ortaya koyduk. Bu risâlelerin ikisi “ilkeler” ve
ikisi “âlem” konusundadır. Biz bu risâlelerde, Yüce Allah’ın varlıkları ve
bütün kâinatı nasıl var ettiğini, varlık ve bekâ açısından; tıpkı “bir”in
“iki’den önce geldiği sayıların sıralanması gibi; bir kısmı bir kısmını
izleyecek şekilde varlıkları nasıl tertib ve tanzim ettiğini açıkladık. Bu
risâleyi incelemek isteyenin bundan önce anlatılan dört risâleyi inceleyip
araştırması gerekir. Çünkü, “O nasıldır?” sorusunun cevabını bilmek, “Niçin
böyledir?” sorusunun cevabını bilmekten önce gelir. Nitekim biz bunu, bilgelere
ait dokuz cins sorular ve bu sorulara verilen cevapları açıkladığımız
risâlelerde anlattık.
Sonra
bil ki, Yüce Allah için iki âlem vardır. Bu iki âlemden biri cismâni diğeri ise
rûhânîdir. Buna göre cismâni âlem, muhit feleği, bu feleğin kapsadığı diğer
felekler, yıldızlar, öğeler (erkân) ve öğelerden meydana gelenlerden ibarettir.
Rûhânî âlem ise akıl âlemi ve aklın ihtiva ettiği nefis ve üç boyutlu cisimler
olmayıp üç sureti gölgeler olan suretlerden ibarettir.
Bil
ki, felekler âlemi, ayfeleğinin altında bulunan öğeler âlemini kuşattığı gibi,
rûhâni âlem de felekler âlemini kuşatır. Şüphesiz Yüce Allah, felekler âlemini
şekillerini küresel, hareketlerini döngüsel olarak yaratmıştır. Çünkü pek çok
sebep ve mana bakımından küresel şekil, şekillerin en üstünüdür ve döngüsel
hareket de değişik açılardan hareketlerin en üstünüdür. Yüce Allah, feleği on
iki bölüme ayırdı çünkü on iki sayısı sayıların en değerlisidir. Bunun nedeni
onun ilk artık sayı olmasıdır. Feleklerin sayısını da karekökü olan ilk sayıya
uygun olması için dokuz olarak belirledi. İlk mükemmel tek sayıya uygun olması
için seyrüseferden yıldızların sayısını yedi yaptı. Bu yedinin ikisini ışık veren
(güneş ve ay), ikisini uğurlu, ikisini uğursuz ve birini de uğurlu uğursuz
karışımı yaptı. Ve yine feleğin içinde iki düğüm yarattı ve bazı burçları ters
şekilde (münkalib), bazılarını iki cesetli, bazılarını sabit, bazılarını
ateş ve bazılarını da toprak tabiatlı kıldı. Bütün bunların böyle olması,
içinde pek çok hikmetler bulunduğu ve Allah’ın sanatının bu şekilde daha sağlam
olduğu içindir. Bu hikmetlerin bilgisinin özüne beşerin (insanın) anlayışı
ulaşamaz. Ancak Yüce Allah’ın bu hikmeti kendisine ilham ettiği ve kalbini
doğruya (hidayet) erdirilmiş ve gönlünü hikmet nuruyla aydınlatmış olduğu kişi
hariç. Nitekim, O, şu sözü ile bunu anlatır: “O, dilemedikçe Allah’ın
ilminden bir şeyi kavrayamazlar.”[156]
Eğer,
“Yüce Yaratıcı cisimler âlemini, biri, felekler âlemini, küreleri ve yıldızlar
sınıfını içine alan ulvî (yüce), diğerini de, rükünler âlemini ve
yaratıkların cinslerini içine alan süfli (alt seviyede) olmak üzere iki
kısım olarak neden yarattı?” denince ona cevap olarak şöyle denir: Bunun pek
çok sebepleri ve farklı farklı illetleri vardır. Ayrıca, bunun içinde sebep
olarak, beşerin bilgisinin özünü/künhünü yeterli düzeyde anlayamayacağı
hikmetin kusursuzluğu ve sanatı muhkem yapılması da vardır. Fakat biz burada,
akıl sahihleri için bir basiret (öngörü) ve basiret sahipleri için ise bir
açıklama olması için bu hikmetlerden bir kısmını anlatacağız. Doğrusu Allah’ın
iki tane yurdu vardır. Biri, cisimlerin âlemi ve cisimlerin meskeni olan dünya
yurdudur. Diğeri ise ruhların âlemi ve nefislerin mahalli olan ahiret
yurdudur.
Şayet,
“Yüce Yaratıcı, felekler âleminde niçin iki aydınlatıcı, iki uğurlu, iki uğursuz
yıldız ve iki düğüm yarattı, birer tanesi yeterli değil miydi?” denirse, buna
şöyle cevap verilir: Bu, âhiret ve dünyadan ibaret iki yurdu olana,
anlattığımız şeyin doğruluğuna ve söylediğimiz şeyin gerçek olduğuna işaret
etmesi içindir. Bu şundandır: İki ışık verici yıldızdan birinin durumları dünya
işlerinin ve bu işlerin sahihlerinin durumlarına benzer ve aydınlık veren bu
iki yıldızdan biri Ay’dır. Diğer aydınlatıcı yıldızın halleri ise âhiretin ve
onun çocuklarının hallerine benzer ve en büyük aydınlatıcı olan bu yıldız ise
Güneştir. İşte bu nedenle dünya işleri ve onun çocuklarının durumları yönlerin
en eksiğinden ve en tam ve en mükemmele doğru sıralanan mertebelerin en
aşağısından sayılır. Sıralanmalar gayelerine ulaşınca bozulur, mertebeler
çürüyene kadar aşağıya doğru inmeye ve noksanlaşmaya başlar. İşte ayın
başındaki, sonra ortasına doğru, sonra ayın ortasından sonuna doğru olan bu durumu
her sene on iki kez izlenir. İşte iki uğurlu yıldızın sonucu/hükmü budur. Bu
yıldızlardan biri dünyanın çocuklarının mutluluğuna, diğeri ise ahiretin
çocuklarının saadetine işaret eder. Bunun sebebi şudur: En küçük uğur olan
Zühre (Venüs) yıldızı dünya çocuklarının doğum zamanlarına hâkim olunca
onlara, rütbenin, izzetin, kerametin, sevincin, lezzetin, nimetin, refahın,
oyun, eğlence ve zenginliğin ve dünyalıların yarıştıkları niteliklerin güzel
şeyler olduğuna işaret eder. Dünyalılar bu nitelikleri mutluluk kabul ederler.
Oysa bunlar gerçek anlamda mutluluk değil, tam tersine sıkıntı veren, mutsuzluk
ve belâ olan şeylerdir. İnsanların doğumlarına en büyük uğurlu yıldız olan
Müşteri (Jüpiter) yıldızı hâkim olduğunda ise bu yıldız onlara güzel ahlâkı, zihin
(nefis) parlaklığını, iyiyi sevme ve yapmayı, toplumsal ilişkilerde adalet ve
insafı, dine dört elle sarılmayı varılacak en son yeri (meâd) hatırlamayı,
dünyevî lezzet ve şehvetleri terk etmeyi, ahiretin durumunu tefekkür etmeyi,
ölümden sonraki dönüşü ve ahiret çocuklarının işaret ettiği ve [dünya
çocuklarının işaret ettiğine][157]
zıt olan bu özelliklere benzeyen şeyleri işaret eder ve onlara yol gösterir.
İki uğursuz yıldızın hükmü de böyledir. Bunun nedeni bu ikiden biri sıkıntıya
ve dünya çocuklarının uğursuzluğuna işaret eder. İşte bu Zühal yıldızıdır. Bu
yıldız doğum zamanlarını istila edince yoksulluğa, sefâlete, darlıklara,
zillete, zayıflıklara, illete, hastalıklara, yorgunluklara, sıkıntılara,
musibetlere, kederlere, hüzünlere, sayılamayacak kadar peş peşe gelen belalara
işaret eder. Çünkü dünya çocuklarının hiçbirinin kendinden kurtulamadığı bu
belaların elinde rehin kalmıştır. Merih (Mars) yıldızı doğum zamanlarını
istila edip güçlenince şerrin bütün türlerine işaret eder. Günahkârlığa (fıs/c),
ahlâksızlığa (fücur), nefislerin öldürülmesine, akrabalık ilişkilerinin (sday-t
rahim) kesilmesine, kanların dökülmesine, ar perdesinin yırtılmasına,
mahremlerin ortaya dökülmesine ve itaatin dışına çıkılmasına, cahiliyye onuruna
(veya hakikate karşı emek harcanmasına), hızlılığa, aceleciliğe, işlerin sonunu
araştırmayı terk etmeye, verânın ve takvanın (haram ve yasak işlemekten
kaçınmanın) azlığına, âhiretin durumunun ve ölümden sonra dönülecek yerin
inkârına işaret eder. Öyle ise dünyada durumu böyle olanın âhiretteki nasibi
ancak azapdır. Merkür’ün yıldızlarla karışık olmasında ise dünya işlerinin
ahiret işleriyle ilgisi olmasına, onlara katıldığına işaret vardır. Müstakil
olan burçların hükmü de böyledir, onlar da dünya işlerinin dönüşümüne ve dünya
ehlinin durumlarına işaret eder. Sabit burçlar ise ahiret işlerinin devamlılığına
ve ahiret ehlinin hallerine işaret eder. İki cesetli burçlar dünya işlerinin
ahiret işleriyle bitişikliğine ve onlarla kaynaştıklarına işaret eder. Biri
ayın konaklarının başı, diğeri kuyruğu olan felekte iki düğümün bulunması -ki
bu ikisinin feleğin içindeki varlığı gizli ve felekteki etkileri açıktırâlemde
zâtları gizli ve latif, fiilleri ve tesirleri açık olan cevherlerin olduğuna
işaret eder ki, bunlar meleklerin cinsleri, cinlerin kabileleri, şeytanların
orduları, canlıların ruhları ve nefisleridir. “Neden ay ve güneş tutulması var
da diğer yıldızların tutulması yok?” denirse, cevap olarak şöyle denir: Güneş
ve ayın iki tanrı olduğunu zanneden şüphecilerin kalplerindeki kuşkuların yok
olması için. Doğrusu güneş ve ay birer tanrı olmuş olsaydı güneş ve ay
tutulması meydana gelmezdi.
Sonra
bil ki, Yüce Allah, canlının doğasında elemleri/ızdırapları, bedenlerini öldüren
hastalıkları, nefislerinin mutsuzluğunu ve bedenlerinin helak olmasının sebeplerini
dört çeşit olarak belirledi. Bu sebepler: Açlık, susuzluk, türlü türlü
şehvetler ve aşağılayıcı lezzetlerdir. Hâkim (hikmetli) olan Yaratıcı nın bütün
bunları yapmaktaki amacı ise canlıların neslinin etmesi ve yaşamlarının düzgün
olmasıdır. Canlılarda ortaya çıkan elemler/ızdıraplar ve belâlar ise birincil
amaç değildir. Fakat maddede bulunan eksiklikten dolayı (bu elemler ve
belalar) dolaylı olarak (arizî olarak) amaç olur. Bundan dolayı Yüce Allah,
yemeyi-içmeyi gerektirsin ve bedenlerinden boşalanın yerini sindirilmiş
besinler alsın diye canlılar için açlık ve susuzluk hissini yaratmıştır. Çünkü
iç ve dış sebeplerden dolayı sürekli bedenden bir şeyler boşalır. Şehvetler ise
bedenlerinin mizâclarına uygun muhtelif besinleri ve tabiatlarının ihtiyaç
duyduğu şeyleri arzulamak içindir. Lezzet ise; ne artık ne eksik; canlının
gereken ölçüde yemesi içindir. “Niçin cesetlerinde ortaya çıkan âfetler
sırasında nefisler için bir takım acı, ağrı korku ve elem hisleri var edilmiştir?”
denirse, şöyle cevap verilir: Belli bir vakte kadar, bedenlerde ortaya çıkan
bu elemlerden nefislerin cesetlerini koruma tutkusuna sahip olması içindir.
Zira cesetler ne bir yararı elde etmeye ve ne de bir zararı kendisinden
uzaklaştırmaya güç yetirebilir. “Niçin bazı canlılar, diğer bazılarının etini
yiyen özellikte yaratılmıştır?” denirse, şöyle cevap verilir: Allah’ın
yaratıklarından hiçbirinin yararsız yok olmaması içindir. Bundan dolayı
canlıların birbirini yemesinin sebep/illet ve hikmetini bilme konusunda
âlimlerin zanna dayalı düşünceleri doğruyu yakalayamadı ve akılları karıştı.
Zira Yaratıcı, bu durumu canlıların doğasında köklü bir özellik olarak yarattı
ve onları bu durumu mümkün kılan bir takım alet ve edevatlarla donattı. Köpek
dişleri, pençeler, tırnaklar ve demirler bu aletlerden bazılarıdır. Canlılar bu
aletlerle yakalamaya, yere sermeye, tutmaya, parçalamaya, ısırmaya, yemeye,
güç yetirirler. Her ne kadar yenilecek (canlılara) kesme, öldürme ve
hastalanma sırasında elemler, acılar ve ıstıraplar ilişse de, onlar için
şehvet, lezzet, açlık ve benzerleri şeyler yaratmıştır. Dolayısıyla âlimler bu
konuları düşünüp kendilerine illetin durumu, illet ve hikmet yönünün ne olduğu
aydınlanmayınca bu konuyla ilgili değişik görüşlere sahip oldular ve görüşleri
birbirine karıştı. Öyle ki onlardan bazıları, canlıların birbirine baskı
kurması ve birbirlerini yemesi; Hikmetli iş yapanın fiilinden değil, aksine
rahmeti çok az olan şerli kimsenin fıilindendir dediler. İşte bu yüzden onlar,
âlemin biri iyi ve diğeri kötü iki fâili vardır dediler. Bir kısmı bu durumu
yıldızlara ait kıldılar. Bir kısmı da bu durumlar, canlıların geçmiş kozmik
devirlerdeki günahlarının cezalarıdır dediler. Bunlar reenkarnasyonculardır (ehl-i
tenasüh). Bir kısım âlimler, bu durumlar geçici olarak böyledir dediler.
Bir kısmı da, en uygun olan durumun bu olduğunu söyledi. Bir kısmı ise bu
konuda yorum yapmaktan âciz olduğunu itiraf etti ve şöyle dedi: Canlıların
birbirini yemesindeki sebebin/illetin ne olduğunu bilmiyor ve bu konuda
hikmetin tarzını anlamıyorum. Ancak şu var ki Hâkim olan Yaratıcı, hikmeti
olmayan hiçbir şeyi yapmaz. Bir kısmı da, daha ileri gidip, “Yaratıcının bu
fiilinde hiçbir hikmet yoktur” dediler.
Bütün
bu sözler, onların hikmet ve illeti arama/talep konusunda söyledikleri sözlerdir.
Ancak onlar yine de hikmeti tam olarak anlamadılar. Çünkü onların araştırmaları
tikel ve eşyanın illetlerini incelemeleri özeldir. Oysa tümel şeylerin
illetleri, tikel araştırmayla bilinmez. Çünkü Yaratıcı nın fiillerindeki amaç
ancak tümel olan yarar ve genelin salahıdır. Her ne kadar bu amaca sonradan ve
bazen tikel zararlar ve istenmeyen özel şeyler gelse de bu böyledir. Çünkü
tümel şeylerin illetleri bazı kereler bilinmeyebilir. Bu konudaki örnek;
peygamberler aracılığıyla gelen dînî hükümler ve bu hükümlere dair cezalardır.
Bu durum öldürmenin cezası olan kısas hükmünde görülür. Kısasın uygulandığı
kişide ölüm ve ızdırap/elem olmakla birlikte, Yüce Allah: “Ey akıl
sahipleri! Kısasta sizin için hayat vardır”[158]
demiştir. Hırsızın elinin kesilmesi hükmü de böyledir. Her ne kadar hırsıza bir
elem ve hüzün ilişse de, el kesmede kamunun yararı ve tüm insanların yararı
vardır. Güneşin batıp doğması ve yağmurların yağması da böyledir. Bunların
yararı genel ve yararı tümeldir. Her ne kadar bu fiillerden, bazı insanlara,
canlılara ve bitkilere tikel zararlar gelse de durum böyledir. Yine aynı
şekilde bazen şeriatın yasalarını anlatma ve dini orta koyma konusunda
nebilere, sâlihlere ve onların yolundan gidenlere bir takım sıkıntılı belalar/
cihad etme durumları ve ıstıraplar ilişir. Fakat Yüce Yaratıcı nın şeriatın
yasalarını/ yollarını açıklamadaki amacı; genel yarar ve kıyamete kadar
peygamberlerden sonra gelen ve sayıları bilinmeyen tüm varlıkların, yararları
ve faydaları olunca, Yüce Yaratıcı, işin bu zorluk yönünü kolaylaştırdı ve
müşriklerden gelen eziyeti ve düşmanlarıyla cihad etmeyi, çarpışmalarda onu
karşılayan savaşı, seferlerin yorgunluğunu, gece namaz kılmayı, gündüz oruç
tutmayı, farzları yerine getirmeyi ve farzlar konusunda nefislere karşı cihad
etmeyi ve bedenlerin yorulmasını kolaylaştırdı ve bu durumları Peygamber’in
gözünde küçük işlerden gösterdi.
İşin
(vahyin) gelişi, genelin yararı ve tümelin faydasına dönük olunca bu konudaki
şiddetli sıkıntılar, cihad etmeler ve belâlar; küçük ve tikel bir iş olur. Öyle
ise bu konudaki sebebin/illetin ne olduğunu, hayvanların birbirini
yemelerindeki hikmet tarzının ne olduğunu ortaya koymak ve kendisine gerçeğin
ve doğrunun açıklanmasını isteyen kişi, bu örnek ve prensibe/kıyasa göre yorum
yapmalıdır. Oysa biz, varlığın tümündeki ve canlıların birbirini yemesi
konusundaki illetin ne olduğunu ve hikmet yönünün ne olduğunu açıklamak
istiyoruz. Fakat anlatılması gereken bir takım şeyleri daha önceden
anlatmalıyız.
Bölüm
Biz
diyoruz ki, bil ki, kavmin akıllıları kesme ve öldürme sırasında hayvanlara
ilişen elem ve acılardan dolayı hayvanların etini yemeyi kabul etmediler
(yadırgadılar). Halbuki bu durumlar olmasaydı, hayvanların bitkileri yemesini
yadırgamadıkları gibi, hayvanları yemeyi de yadırgamayacakları. Zira
bitkilere, elemler ve acılar ilişmez. Bize göre hayvanların acıya duyarlı
tabiatta yaratılmaları ve onlara gelen âfetler sırasında nefislerine ilişen
acılardaki Allah’ın kastı ve garazı; reenkarnasyoncuların zannettiği gibi,
hayvanların cezalandırılması ve onlara işkence etmek değildir. Aksine onların
nefislerini, kendilerine gelen âfetlerden dolayı ceset ve heykellerini
korumaya, kollamaya teşvik içindir. Zira cesetler, ne yarar vereni elde etmeye
ve ne de zarar vereni kendinden uzaklaştırmaya güç yetirebilirler. Eğer böyle
olmamış olsaydı nefisler, cesetleri küçümser, cesetlerin ömürleri bitmeden ve
ecelleri gelmeden önce nefisler bedenleri terk eder ve onları yok olmaya
teslim ederdi ve en kısa sürede ve bir def ada cesetlerin hepsi helak olurdu.
İşte
bu sebepten dolayı elemler ve acılar, bitkiler için değil de hayvanlar için var
kılındı ve öldürme ya da savaşla veya kaçma, firar ya da sakınmayla meydana
gelen âfetlerden cüsselerini koruması için hayvanlarda ebedi olma/yaşama isteği
sevgisi var kılındı. Hayvanların eceli geldiğinde ne savaşmak ne kaçmak ne de
sakınmak onlara fayda verir. Aksine, onlara bazı elemler ve acılar ilişmiş olsa
bile, teslim olmak ve boyun eğmek fayda verir.
Şüphesiz,
hatırlarsan biz gerekli olan şeyi anlatmıştık. Bize göre şimdi Yüce Allah
yeryüzündeki canlı cinslerini yaratınca ve onların ebedi olarak zâtlarıyla
daimi olamayacaklarını da bilince canlıların her bir türü için mümkün olan en
çok sayıda tabiî bir ömür belirledi. Sonra da Allah isterse onu öldüğü halde
diriltir, isterse diriltmez. Şüphesiz Yüce Allah bilir ki, her gün canlılardan
sayısını ancak Allah’ın bilebileceği kadarı denizde, karada, ovada ve dağda
ölür. Sonra Allah, onların ölü ve kokmuş bedenlerini, hikmetinin gereği olarak,
yarattıklarından hiçbiri fayda ve yarar vermeden zayi olmasın diye, geride
kalan canlıların besinleri ve hayatta kalmalarının maddesi yapmıştır.
Ölmüşlerin bedenlerinde, ölmüşlere asla zarar vermeyen fakat canlıların
bedenine yarar veren bir şey vardır. Ayrıca bu konuda başka nitelikler de
vardır. Canlılar ölülerin leşlerini yemese de leşler geride kalsaydı ve
günlerce, asırlarca leşler birikseydi, yeryüzü ve denizlerin dibi bu leşlerle
dolup taşsaydı, bunlar çürüyüp kötü kokularıyla havayı ve suyu kirletselerdi,
işte bu durum canlıların helak olmasına sebep olurdu. Canlıların hepsinin
yararlanması ve kendilerine gelecek zarardan korunması için Yüce Yaratıcının
canlıları birbirlerini yiyen olarak yaratmasında bundan daha büyük hangi
hikmet vardır? Her ne kadar kesme ve öldürme sırasında bazı canlılara bir takım
elemler ve acılar ilişse de durum böyledir. Öldürenin canlıyı yakalayıp
öldürme ve kesmesindeki amaç, canlılara elem ve acı vermek değildir. Aksine
canlılara yararın ulaşması ve onlardan zararın giderilmesi içindir.
Bölüm
Sonra
bil ki, Yüce Allah varlıkları var edip, kainatı icat edince onları tümeller ve
tikeller olarak iki kısma böldü. Bunların hepsini, “İlkeler (Mebâdi)
Risalesinde açıkladığımız gibi, tekil sayıların sıralanışı gibi, sıra ve
düzene koydu. Tümellerin sıralanışı, bunların en şereflisi, bir altındakinin
illeti/sebebi, varlığını devam ettirmesinin nedeni, tamamlayıcısı, en yüce
gayelerine ve en son olgunluğuna ulaştıracak tarzda oldu. Tikellerin
sıralanışı ise, noksan olanı tam olan için illet/sebep, tam olanın varlığını
devam ettirmesinin nedeni, aşağıda olan şerefli olanın hizmetçisi, yardımcısı
ve ona boyun eğmiş olarak yaratılmakla olur. Bu durumun açıklanışı tikel
bitkilerden yapılır: Bitkiler mertebe bakımından tikel canlıdan daha aşağı ve
özelliği hayvanın özelliğinden daha eksik olunca Allah, bitkilerin cisimlerini
canlıların cismi için besin ve canlıların bekası için madde yaptı. Bu konuda
(Allah) bitkisel (nebatî) nefsi, hayvânî nefsin hizmetçisi yapıp onu onun emrine
verdi. Aynı şekilde hayvânî nefsin rütbesi de insani nefsin rütbesinden daha
aşağı ve eksik olunca hayvânî nefsi, İnsanî nâtık (düşünen) nefse hizmetçi
yaptı ve onun emrine verdi. İşte anlattığımız bu hikmet, sağduyu sahipleri için
tümel, apaçık ve açıktır. Bu hüküm ve kıyasa/kurala göre şöyle diyoruz: Daha
önce de açıkladığımız gibi, bazı canlılar yaratılış bakımından daha tamam ve
suretçe daha mükemmel olunca noksan olan nefis, tamam ve kâmil olan nefse
hizmetçi kılınmış ve emrine verilmiştir. Bu nefislerin cesetleri nâtık
nefislerin cesetleri için besin ve madde, varlıklarını devam ettirmeleri için
sebep kılındı, ki böylece nâtık nefisler en tam olan gayelerine ve nihaî
olgunluklarına ulaşsın. Nitekim nebâtî/bitkisel nefis, rütbece hayvânî nefsin altında
olunca o kendi rütbesinde hayvânî nefse hizmetçi kılındı, emrine verildi ve
hayvânî nefsin besini ve cesetlerinin maddesi kılındı. Noksan hayvânî
nefislerin hükmü de böyledir. Bunlar da yaratılışı tam olan hayvânî nefislere
hizmetçi kılınmış ve emrine verilmiştir. Bu olgun/kâmil hayvânî nefislerin
cisimlerinin büyüyüp gelişmesi, kendilerinden daha şerefli ve mükemmel
nefislere cisimlerini teslim etmesi içindir. Bu durum ise bu cisimlerin, kâmil
nefislerin cesetlerinin besini olması, bedenlerinin maddesi olması,
şahıslarının mümkün olan en uzun süre hayatta kalmasına sebebi olması ve nesillerinin
üremesinin ve suretinin var olarak kalmasının illeti olması içindir. Çünkü
şahısların maddesi daimi olarak erime ve çözülme içindedir. Dolayısıyla
şahıslardan çözülüp kopan şeyin yerine geçecek olana gerek duyulur. Öyle ise
anlattıklarımızdan hayvanların birbirini yemesindeki illetin ne olduğu apaçık
ortaya çıkmıştır. Canlıların birbirini yemesindeki genel menfaat ve tümel fayda
ise şudur: Eğer böyle olmamış olsaydı asırların geçip giden her gününde
yeryüzü, denizlerin dibi ve nehirlerin içi hayvanların çürümüş leşleriyle
dolup taşardı, havalar bozulur, bundan dolayı yaşayanlara hastalık bulaşırdı ve
bir def ada bütün canlılar helak olurdu. Diğer bir sebep/illet de şudur: Allah,
yaşayan şeyleri ya bir yararı elde eden veya bir zararlı şeyi defeden olarak
yaratınca hiçbir şeyi yararsız ve faydasız bırakmadı. Şayet Yüce Allah
canlıları birbirlerini yiyen özellikte yaratmamış olsaydı bazı hayvanlar
faydasız ve boş yere yaratılmış olurdu. Az önce anlattığımız gibi, onlara genel
bir zarar isabet eder ve tümel/tümden yok olurlardı. Boynunu kesme, öldürme,
ölme ve hastalıklar sırasında hayvanların başına gelen elemler, acılar ve
sıkıntılar ise, reenkarnasyoncuların zannettiği gibi, Yaratıcı bunları, onların
nefislerine azap etmek ve onlara verdiği bir ceza olarak yapmamıştır. Aksine
Yüce Allah, bu durumu, onların cesetlerini gelecek âfetlerden belli bir vakte
kadar korumaya teşvik etmek için yapmıştır. Çünkü böyle olmadığında nefis,
cesetleri değersiz bulur, bedenleri bu âfetlere bırakır ve bedenleri helak
edici şeylere ve telef olmaya terk ederdi. Canlılar, ecelleri gelmeden,
ömürleri son bulmadan, tamama ve kemâle ermeden önce topluca helak olurlardı.
“Canlıların yaşamayı sevip ölümden tiksinmelerindeki illet/sebep nedir?”
dendiğinde, şöyle denir: Bunun değişik illetleri ve pek çok sebebi vardır. Bu
illetlerin birincisi şudur: Hayat bâkî kalmaya, ölüm ise fâni olmaya benzer.
Bâkî olma sevgisi tüm yaratıkların doğasında bulunur. Zira bâkî kalmak
varlığın, fâni olmak ise yokluğun arkadaşıdır. Yokluk ve varlık birbirinin
zıddıdır. Allah, bütün varlıkların illeti olduğu için ebediyyen bâkî kalan
odur. Varlıkların tümü bâkî kalmayı sever ve öyle olmayı arzular. İşte bu
yüzden bilgeler “Allah, ilk âşık olunan (maşuk) ve Allah’ın dışındaki
yaratıkların arzuladığı varlıktır” demişlerdir. Bir diğer illet ise canlıların
nefislerinin ölümden tiksinmeleridir. Bu tiksinti, nefislerin cesetlerini terk
ettiği sırada, nefislere ilişen elemler, acılar ve sızılardan dolayı olan
şeydir. Başka bir illet de canlıların nefislerinin, cesetlerinin dışında bir
varlıklarının olduğunu bilmemeleridir. “Canlıların nefisleri, cisimlerden başka
olan bir varlıklarının olduğunu niçin bilmiyorlar?” denirse, cevaben şöyle
denir: Bu manâları onların bilmesi uygun düşmez deriz. Çünkü şayet kendilerinin
cisimlerden ayrı bir varlığının olduğunu bilmiş olsalardı nefisler tamama ve
kemâle ermeden cesetlerden ayrılırlardı. Nefisler kemâle ermeden cesetlerden
ayrılınca da bir fiil ve bir amel yapmaksızın boş ve âtıl kalırlardı. Oysa
böyle olmak hikmetten değildir. Oysa onların (aynı zamanda) yaratıcısı olan
illeti (yani Yüce Yaratıcı), kesinlikle bir fiili olmadan boş kalması için
herhangi bir işten geri kalmaz. Tam tersine “O, her gün bir iştedir”
Bölüm
Sonra
bil ki, tam ve kâmil nefisler, bu destekle, ceset sahibi nefisler tamamlansın,
kemâle ersin, noksanlık halinden kurtulsun kemâl haline ulaşsın diye
cesetlerden ayrılınca cesetlerdeki eksik nefisleri desteklemekle meşgul
olurlar. Yine desteklenmiş nefis, en mükemmel, en şerefli ve en yüce hale
ilerler. “Doğrusu, (varlık bilgisinin) en son sınırı Rabbine aittir.”[159]
[160]
Bu durumun örneği, şefkatli olan baba ve merhametli olan hocadır. Çünkü onlar,
tamam olmaları için öğrencilerine ve çocuklarına bilgi öğretme ve onları
cehâletin karanlıklarından bilimlerin ve bilgilerin rahatlatıcı aydınlığına
çıkarmak bakımından örnektirler. Zira babalar ve hocalar Yüce Allah’a uyarak ve
hikmetinde O’na benzeyerek nefislerinde potansiyel olarak bulunan ilimleri,
marifletleri, sanatları ve hikmetleri fiile çıkarmak ve izhar etmekle
kemâle/olgunluğa ererler. Zira Yüce Allah, varlıkların potansiyel durumdan
işler hale (fiile) çıkmasının ve görünür olmalarının illeti, sebebi ve
mebdeidir (esası/ilkesidir). İlmi çok olan, sanatları sağlam olan ve ameli
güzel olan her nefis, Rabbine en yakın ve en çok benzemeye çalışandır. İşte
kemalin bu düzeyi, Allah’ın kendilerine emrettiği şeyi koruyan ve
emredildikleri şeyleri de yapan meleklerin mertebesidir. “Onların kendilerine
yalvarıp yakardıkları kimseler var ya; (Allaha) en yakın sandıkları
hangileriyse, işte onlar bile Rablerine yakın olmak için var güçleriyle çaba
gösterirler.”2' İşte bu manadan dolayı bilgeler şöyle der:
“Hikmet, beşerin gücü ölçüsünde Allah’a benzemeye çalışmaktadır.” Bunun manası
bu kişinin ilimlerinin hakiki, sanatının muhkem/sağlam, amellerinin sâlih,
ahlâkının güzel, görüşlerinin doğru, ilişki ve davranışlarının dürüst ve
başkasına verdiği feyzin kesintisiz olması demektir. İşte noksanlıklardan uzak
ve yüce olan Allah da böyledir.
Sonra
bil ki, şüphesiz bilgeler, insanın mahiyeti ve manasının hakikati konusunda
pek çok görüş ayrılığına düşmüşlerdir. Zira bu konudaki araştırma dedikodudan
(kıyl u kâlden) ibarettir. Fakat bütün bunların hepsi üç görüşte toplanır.
Onlardan bazıları, insan et, kan, kemik ve benzerlerinden özel bir yapıda
yapılmış olarak görünen şeyin bütünüdür, bunların dışında başka bir şey
değildir dediler. Bazısı, insan, cismâniolan cesetve nefsânî yani toplama yakın
duran rûhânî olan ruhun toplamından ibaret olan bir bütündür, dediler.
Onlardan biri de şöyle dedi: Hakiki manâda insan düşünen nefis (nefs-i
nâtıka)’tir. Onun için ceset, düşünen nefisin üzerine örtülmüş bir gömlek veya
onu sarıp örten bir örtü yerindedir. İnsanın mahiyetine ilişkin bilgelerin
sözlerine dair olan üç görüş budur. Onların nefsin mahiyetine dair farklı
görüşlerini ise açıklayacağız. Çünkü bu ihtilaflar üç görüşte toplanır. Bu görüşler
şunlardır. Onlardan bir kısmı, “Nefis; duyularla hissedilmeyen ve görülmeyen
latif bir cisimdir” dediler. Bir kısmı, “Nefis; ancak cisim olmayan ve
hissedilmeyen rûhânî, akledilir (ma'kûl) ve ölümden sonra bâkî kalan bir
cevherdir” dediler. Onların bir kısmı da “Nefis, bedenin mizâcı ve cesedin
karışımından doğan ve ölüm sırasında da; ceset çürüyüp beden telef olunca;
bozulup yok olan ve ancak ve ancak kesinlikle yalnızca cisimle beraber varlığı
olan bir arazdır” dediler. Bunlar kendilerine “cismiyyûn” (cisimciler)
denilen bir topluluktur. Bu topluluk, duyularla algılanan cisimler, en-boy
derinlik gibi üç boyutlu olan arazlar, renkler, kokular, tatlar gibi cisimlere
hulûl etmiş arazlar ve açık, çaplı, kuturlu türünden kenarlı şekillerden başka
bir şey bilmezler. Zira bunlara göre, rûhânî cevherlere, aklî suretlere,
fiillerini ve etkilerini yalnızca cisimde gösteren cisimlere geçmiş nefsânî
güçlere dair hiçbir bilgi yoktur.
Bölüm
Sonra
bil ki, değerli ve güzel bilgilerden biri de insanın kendi nefsini bilmesidir.
Çünkü hikmetle uğraştığı halde, eşyanın hakikatlerini bildiğini iddia eden her
âlimin kendi nefisini bilmiyor olması ve kendi zâtının hakikatından cahil
kalması çok çirkin bir şeydir. Çünkü böyle birinin benzeri; kendisi aç iken
başkasını yediren, kendisi çıplak iken başkasını giydiren veya kendisi yolunu
şaşırmışken başkasına yol yordam gösteren kişi gibidir. Şüphesiz bu şeyler
konusunda kendi zâtını akleden her kişi bilir ki insan öncelikle kendi nefisini
bilmek daha sonra da başkasını bilmekle işe başlamalı.
Sonra
bil ki, insanın kendi nefisini ancak araştırma ve incelemeyle bilmesi mümkün
olur. Bu araştırma ve inceleme de üç açıdan olur: Birincisi, nefisten
soyutlanmış olarak yalnızca cesedin araştırılıp incelenmesidir. İkincisi,
cesetten soyutlanmış olarak yalnızca nefsin durumunun ve cevherinin
araştırılıp incelenmesidir. Üçüncüsü ise, nefis ve cesedin topluca bir
arada araştırılıp incelenmesidir. Biz bu üç konuyu daha önce uzun uzun “Bedenin
oluşumu Risâlesi’ nde[161]
açıklamıştık. Fakat biz şimdi bu konuların gerekli olan tarafını burada
anlatacağız. Bize göre ceset, et, kemikler, damarlar, sinirler ve
benzerlerinden oluşturulmuş bir cisimdir. Bütün bunların hepsi, uzunluğu,
derinliği ve genişliği olan cisimlerdir, duyularla idrâk edilir ve akıllı kişi
bunların varlığında asla şüphe etmez. Nefis ise bizâtihi diri olan, potansiyel
olarak (bilkuvve) idrâk eden ve bilen, tabiî olarak faâl/etkin olan, var
olduğu sürece durup dinlenmeden dönüp dolaşan göksel/semâvi ve rûhânî bir
cevherdir. Rabbi, nefsi yarattığı zaman böyle yaratmış ve böyle var kılmıştır.
Söylediğimizin delili ve anlattığımızın doğruluğunu bilmek için az önce nefsin
durumuna dair yaptığımız açıklama yeterlidir. Keza aynı durum, bundan sonraki
konuda da açıklanacaktır. Ceset ve nefis birleştiğinde ise, yaşadığı sürece
gözlemlenen, muhatab olunan, konuşan, soran, cevap veren, âlim ve ârif olan ve
duyularla algılanan bu şey ortaya çıkar. Bu gözlemlenip duyumlanan şey ölünce
artık bu şeyler ondan ortaya çıkmaz. Çünkü ölüm, nefsin cesetten ayrılmasından
başka bir şey değildir. İşte bu sırada ilimler, sanatlar, konuşmalar,
hareketler, duyumlar ve benzeri türünden cesetten ortaya çıkan faziletlerin
hepsi yok olur.
Sonra
bil ki, akıllıların ve âlimlerin büyük çoğunluğu nefsin varlığını kabul edenlerdendir.
Veya nefisin durumu hakkında söz söyleyip onu cesedin mizacından doğan bir şey
olarak zann ve vehmedenlerdendir. Oysa durum hiç de onların zannettikleri ve
vehmettikleri gibi değildir. Çünkü bir şeyden doğan, o şeyin cevherinden
meydana gelir. Oysa hiç şüphesiz cisim, cisimdir. Halbuki nefis ne bir cisimdir
ne de herhangi bir arazdır. Nefsin cisim olmadığının delili şudur: Cisim ancak
hareket eden veya hareketsiz olan olarak akledilir. Buna göre cisim, cisim
olması bakımından hareketli olmuş olsaydı her cismin hareketli olması
gerekirdi. Şayet cisim, cisim olması bakımından hareketsiz olsaydı her cismin
hareketsiz olması gerekirdi. Oysa durum böyle değildir. Aksine bazı cisimler
daima hareketlidir ve bazıları ise bazen hareketli, bazen hareketsizdir. Hava,
su, ateş, canlı ve bitkiler gibi. Bu durum bize gösteriyor ki burada cismi
hareket ettiren ve durduran başka bir şey vardır.
Nefis
ne cisimdir ve ne de cisimden meydana gelmiş cisimle ayakta duran veya cismin
içinde bulunan herhangi bir arazdır. Çünkü araz kendi başına ayakta durmayan
ve hali cisimden daha eksik olan bir şeydir. Oysa bir şeyi hareket ettirip
durduran arazdan daha güçlü ve daha değerlidir. Diğer bir delil ise arazın
hiçbir fiilinin olmamasıdır. Çünkü fiil de arazlardan bir arazdır ve fâili ile
ayakta durandır. Arazın bir fiili olmuş olsaydı onun kendi başına var olması
gerekirdi. Oysa o, kendi başına ayakta duran değildir ki, başkası onunla nasıl
ayakta dursun. Öyle ise işte bu durum, arazın hiçbir fiilinin olmadığının
delilidir.
Yine
açıkladık ki, cismin hiçbir fiili yoktur. Çünkü gerçek anlamda fâil, fiil edinmeye
ve terkine güç yetirendir. Çünkü fiili terk etmek, fiilde bulunmaktan daha kolaydır.
Şayet arazın bir fiili olmuş olsaydı, araz fiili yapmaya güç yetirdiği gibi,
onu terk etmeye de güç yetirirdi. Her kim, fâil, hisseden, âlim, anlayan,
yapıcı, hâkim, ârif (bilen), mütekellim (konuşan), feleklerin terkibinden,
burçların kısımlarından, hareketlerden, hayvan ve bitkilerden oluşmuş olarak
doğan şeylerden, madenlerden, madenlerin tür ve özelliklerinden, bütün
bunların yarar ve zararlarından soyutlanmış olan düşünen nefsin; iddia edildiği
üzere bir delil olmaksızın veya zannedilenn şeyi gerektiren apaçık bir kanıt
olmaksızın; ancak bir araz veya bedenin karışımından doğmuş bir mizaç olduğunu
zannederse, o, kendi nefsinin durumundan câhil olan ve kendi zâtının hakikatim
bilmeyen biridir. Öyle ise böyle birinin “Ben eşyanın hakikatini biliyorum ve
bu duyularla algılanamayan varlıkların illetlerini açıklıyorum” sözüne nasıl
güvenilir? Dahası ancak aklî bir delil, felsefî burhânlar, mantıkî veya
geometrik öncül ve sonuçlarla bilinebilen gizli varlıkların sebeplerini
bildiğine dair sözüne nasıl güvenilir? Bilen, düşünen, yapıcı/yaratıcı (sâni)
ve hâkim olan nefsinin, cisim veya mizâc (karışım) veya kendi başına ayakta
duramayan, hissi, hareketi ve şuuru olmayan herhangi bir araz olduğunu zanneden
kimse gerçekten çok uzaktır. “Size vaat edilen şey uzak hem de çok
uzaktır"[162],
“Uzak bir yerden ona çağrı yapılır."[163]
Nefsinin böyle olduğunu zanneden doğru yoldan sapmıştır. “Allah’ı
hakkıyla takdir edemediler."[164]
Zira kendi nefsini bilemeyen kişi için Allah’ın bilinmesi nasıl kolay olabilir?
Nitekim Hz. Peygamber (salla'llâhü aleyhi ve sellem) “Nefsini bilen şüphesiz
Rabbini bilir ve sizin nefsini en iyi bileniniz Rabbini en iyi
bileninizdir." Ve Allah Teâlâ da şöyle buyurmuştur: “Bilakis insan
kendi nefsine karşı basiret sahibidir"[165],
ve “Kendi nefisleriniz hakkında basiret sahibi değil misiniz?"[166],
“Onları kendi nefislerine şâhid tutup ben sizin Rabbiniz değil miyim?"
dedi, onlarda “Evet sen bizim Rabbimizsin" dediler”[167]
ve “Ben onları ne göklerin ve yerin ve ne de kendi nefislerinin yaratılışına
şahit kıldım."[168]
Bilgi (marifet) ehli, Allah’ın “Allah, kendisinden başka ilah
olmadığına yalnızca meleklerin ilim sahiplerinin şehâdet ettiğine şahadet
eder"[169]
sözüyle buna işaret ettiğini söyler. Burada “ilim sahipleri” ile, cahili gaflet
uykusundan uyandırmak için nefislerini bilen ârifler kast edilir.
“Bitki
türlerinin, yapraklarının meyvelerinin, çeşitlerinin, renklerinin, tatlarının,
kokularının ve tabiatlarının farklı farklı olmalarındaki hikmet nedir?”
denirse, şöyle denilir: Suretleri farklı, doğaları değişik ve türlü türlü
huyları olan canlılar için pek çok menfaatler ve tasarruflar olduğu içindir.
“Niçin bazı canlıların doğalarında ve yaratılışlarında ülfet, ünsiyet ve sevgi
vardır?” denirse, şöyle cevap verilir: Pek çok menfaat ve yararları için
yardımlaşmak üzere bir araya gelmelerini sağlamak içindir. “Bazı canlıların
doğalarında nefret, düşmanlık ve vahşetin var olmasının hikmeti nedir?”
denirse, şöyle denir: Kendi yararları ve âfetlerden kurtulmaları için zak
mekanlara, bölgelere gidip dağılmalarının gerekli olduğu ve belli mekanlarda
yığılmamaları, yaşama çabalarının ve eylemlerinin sıkışık olmaması içindir. Sonra
da insanlar kentlerde ve köylerde bir araya geldiler ve birbirleriyle
yardımlaşmaya olan şiddetli ihtiyaçlarından dolayı kümeler ve gruplar
oluşturdular. Çünkü insan tek başına yaşamaya güç yetiremez, güç yetirmeye
çalışsa bile çok zor yaşar.
Bölüm
İnsanların
dilleri, renkleri, huyları ve suretlerinin farklı olmasındaki illet/sebep
nedir? Halbuki hepsinin ataları birdir. Bize göre farklı yerlerde yaşamalar,
renklerinin ve topraklarının farklı farklı olması, soludukları havaların,
doğan burçları ve batan yıldızlarının bambaşka olması, düşününce konularında
düşmanlıklarının çok olmasına rağmen görüşlerinin çeşit çeşit olmasının nedeni,
çeşitli bilimleri bulup ortaya çıkarmak, nefsin eğitilmesi konusunda çalışmak
veya nefsi gaflet uykusundan uyandırmak, cehaletin karanlığından sıyrılıp
çıkmak, tam ve kâmil olmaya ulaşmak, mümkün ve eşit olabilecek en tam olan
haller üzere bâkî kalmak içindir. Ve yine en tam, en kâmil ve üstün bir hale
geçmek için bütün canlıların nefislerinin ölmesine hükmedilmiştir.
Sonra
bil ki, eşyanın hakikatlerini bilmek isteyen bir kişinin öncelikle varlıkların
illetlerini ve yaratılmışların sebeplerini araştırması, üzüntü, keder ve
dünyevî işlerden boş olan bir kalbe sahip olması, kötü huylardan arınmış ve
temizlenmiş bir nefsinin ve yanlış inançlardan kurtulmuş bir gönlünün olması,
herhangi bir mezhebin lehinde veya aleyhinde taassup içinde olmaması gerekir.
Çünkü asabiyet/taassup ölçüsüz arzu/hevâdır, hevâ da akıl gözünü kör eder,
hakikatlerin anlaşılmasını engeller ve nefsin basiretini, eşyayı hakikatleriyle
tasavvur etmemesi için kör eder. Böylece bu kişi, nefsini hevâdan alıkoyar ve
doğru yola yönelir.
İşte
biz bu risâlede varlıkların illetlerini ve sebeplerini incelemek istiyoruz ve
incelemeyi, yalnızca kardeşlerimizin geleneği ve Allah’ın bize verdiği
hidayetteki gücümüz ve çalışmamıza göre biraz arttırmak istiyoruz. Fakat
öncelikle açıklamak istediğimiz bu illetleri ve sırları zorunlu olarak sonuç
veren bir takım öncülleri ilkeler (asıllar) olarak ortaya koymakla işe başlayalım.
Bize
göre ilimde derinleşmiş (râsih) olan âlimler ve rabbâni olan bilgeler dediler
ki, Yüce Allah varlıkları yoktan var edip yaratıkları icat edince onları peş
peşe gelen sayıların sırası gibi tertip etti ve orantılı sayılara doğru
varlıklarda birbirini izleyen bir düzene göre düzenledi. Zira sayılara göre
yapılan bu tertip ve tanzim daha sağlam ve daha dayanıklıdır. Nitekim biz bu
konuyu “Aklî İlkeler Risâlest’nde açıklamıştık.
Yüce
Yaratıcının fiili ise sadece bizim anladığımız gibidir. Bunun sebebi şudur:
Yüce Allah nicelik veya nitelik olarak varlıkların her bir cinsini, birbirine
uygun düşen özel sayılara göre var kıldı. Yüce Yaratıcı bunu, araştırdıkları,
açık ve görüneni, gizli ve gâip olana getirerek yorumladıkları zaman âlimler
için bir delil ve akıl sahipleri içinse bir açıklama olsun diye yaptı. Böylece
bu durum onlar için açıklanır ve onlar bilirler ki, varlıkların tümü hakîm
olan Yaratıcı nın yaratmasındandır. Dolayısıyla iştiyakla Allah ile
buluşacakları ana kadar basiret ve kesin inanç ve bilgileri (yakîn) artar
ve gece-gündüz Rablerine ibadet ederler.
Sonra
bil ki, var olan şeylerin bir kısmı özel sayılara göre var olan şeylerdir. Bir
kısmı burçlarda ve feleklerde, bir kısmı temel öğelerde, bir kısmı
yaratılışında, bir kısmı canlıların bedenlerinin bileşiminde, bir kısmı farz
kılınmış dînî/şer’î yasalarda ve bir kısmı da konuşmalarda ve tartışmalarda
var olan şeylerdir. Yüce Allah’ın Kuranı en fasîh (edebî) olan bir dil ile
indirmesi ve bu kitabı ondan daha önce indirdiği her kitaptan daha kolay ve
bereketli kılması, bu (İslâm) şeriatını, şeriatların en tam ve en mükemmeli
kılması, bu var olan şeylerin başlıcalarındandır. Yüce Allah, farz kılınmış
yasalar içinde, ikili, üçlü, dörtlü, beşli, altılı, yedili, sekizli ve
ulaşabildiği kadar artan bir takım şeylerin varlığına hükmetmiştir ki, böylece
akıl ve basiret sahipleri bu konuları düşünüp tefekkür edip yorumladıklarından
şeriatın yasalarında ve hükümlerinde riyâziyât, tabiiyyât ve ilahiyyât
konularıyla uyumlu bir takım sayılı şeyler bulsunlar. İnsanlar kesin olarak
bilsinler ki, bu Kuran yaratıkların sanatkârı ve varlıkların yaratıcısı olan
Hakim ve Sâni olan Allah’ın kalındandır. Yine bilsinler ki, bu şeriat, Yaratıcı
nın koyduğu ve açıkladığı bir şeriattır. Böylece bu sayılan şeylerin hikmetini
araştırmaya girişenlerin kalplerine gelen kuşku yok olur. Kurandaki sûrelerin
başında bulunan bu harfler, yirmi sekiz olarak gelen alfabe harflerinin
yalnızca on dört tanesidir. Yüce Allah’ın hiçbir ilave yapmadığı on dört harf
şunlardır: Elif (ı), ha (c), ra (_>), sin (^), sad (j=), tı (i),
ayın (^), kâf (j), kef (u), lâm (j), mim (?), nûn (j), lâmelif (ıj)
ve Ye (l$)’dir. Allah, bazı sûrelerin başında bunlardan birer harf,
bazılarında iki harf, üç harf, dört harf ve beş harf koymuş ve bunun üzerine
artırma yapmamıştır.
Sonra
bil ki, tefsir âlimleri Kuran sûrelerinin başında yer alan bu harflerin manaları
hakkında tartışmaya ve “Öyle denildi, böyle denildi” gibi sözler etmeye (kîylu
kâl) başlamışlardır. Şöyle ki: Bu harflerin tefsirinin hakikati nedir? Bu
harflerden istenilen araç nedir? Kur anın pek çok sûresinin başlarında bulunan
bu harfler şunlardır: “Elif Lâm Mim bu kitapta asla şüphe yoktur”3',
“Elif Lâm Mim, Allah’tan başka ilah yoktur”32, “Elif, Lam, Mim, Sad”33,
“Elif, Lâm, Râ bunlar hakim olan kitabın ayetleridir”34, “Elif, Lâm
Râ, bu, hikmet sahibi ev her şeyden haberdar olan Allah tarafından ayetleri
sağlam (muhkem) kılınmış bir kitaptır”35, “Elif Lâm Râ, bunlar
apaçık olan kitabın ayetleridir”36, “Elif Lâm Mim Râ, (bunlar) kitabın
ayetleridir”37, “Elif Lâm Râ, bu indirdiğimiz kitaptır”313,
“Elif Lâm Râ, bunlar, kitabın ve apaçık Kuranın âyetleridir”39,
“Kef, he, ye, ayın, sâd"40, “Tâ, hâ, biz Kuranı sana sıkıntıya
düşesin diye indirmedik”4' “Tâ, sin, mim”42, “Tâ, sin”43,
“Tâ, sin mim”44 “Elif, lâm, mim, insanlar imtihandan geçirilmeden
sadece”iman ettik” demekle bırakılacaklarını mı zannederler?”45,
“Elif, lâm, mim, Rûmlar en yakın yerde yenildiler”46, “Elif, lâm,
31. Bakara,
2/2.
32. Âl-i
İmrân, 3/2.
33. A’râf,
7/1.
34. Yûnûs,
10/1.
35. Hûd,
11/1.
36. Yûsuf,
12/1.
37. Ra’d,
13/1.
38. İbrahim,
14/1.
39. Hicr,
15/1.
40. Meryem,
19/1.
41. Tâhâ,
20/1.
42. Şuarâ,
26/1.
43. Nemi,
27/1.
44. Kasas,
28/1.
45. Ankebût,
29/1-2.
46. Rûm,
30/1-2.
mim,
bunlar hikmet dolu kitabın âyetleridir”[170],
“Elif, lam, mim, kendisinde şüphe olmayan bu kitabı, âlemlerin Rabbi olan
Allah indirmektedir”[171]
“Yâ, Sin, kikmetlerle dolu olan Kurana ant olsun”[172],
“Sad, zikir (şeref) sahibi Kurana ant olsun”[173],
“Ha, mim, bu kitap mutlak gâlip ve hakkıyla bilen Allah tarafından
indirilmiştir”[174],
“Ham, mim, bu kitap Rahmet ve merhametin kaynağı olan Allah tarafından
indirilmiştir”[175],
“Ha, mim, ayın, sin kaf’[176],
“Ham, mim, apaçık olan kitaba andolsun”[177],
“Ha, mim, apaçık olan kitaba andolsun”[178]
“Ha, mim, apaçık olan kitaba andolsun”[179],
“Ham, mim, bu kitap üstün ve hikmet sahibi olan Allah tarafından indirilmiştir”[180],
“Kaf, şerefli Kurana ant olsun”[181],
“Nun, kaleme ve yazdığına ant olsun.”[182]
Bunların hepsi yirmi dokuz sûredir. Sâd, kâf ve nûn örneklerinde görüldüğü
gibi bir kısım sûrelerin başında tek bir harf olarak gelmiştir. Ta-ha, Yas-in,
Ha mim örneklerindeki gibi bazı sûrelerin başında iki harf gelmiştir.
Elif-lam-mim, tı-sin-mim, elif-lam-mim ve eliflam-ra örneklerindeki gibi bazı
sûrelerin başında üç harf gelmiştir. Elif-lam-mim-râ, elif-lam-mim-sad
örneklerindeki gibi bazılarının başında dört harf gelmiştir. Kafhe-ye-ayın-sad
ve ha-mim-ayın-sin-kaf örneklerindeki gibi bazılarının başında beş harf
gelmiştir. Beş harfe bir ilâve daha yapılmamıştır.
Âlimlerin
bir kısmı bu harflerin, Yüce Allah’ın yemin ettiği yemin etme harfleri olduklarını
söylemişlerdir. Bazıları da “Bu harflerin her biri kendi başına varlığı olan birer
kelimedir” dedi; tıpkı “Elif’in Allah, “Lâm”ın Cebrail, “Mim”in Muhammed (salla'llâhü
aleyhi ve sellem) olması örneğinde olduğu gibi. Bir kısım âlimler de “Bunlar
ebced (cümel) hesabının harfleridir” dedi. Cebir bilimi konusunda gelen
şu rivâyette, Yahudi reisleri Medine’de toplandılar ve ebced hesabı yoluyla bu (İslâm)
ümmetinin sınırının (hadd) ne kadar olduğunu bildiklerini iddia ettiler.
Çünkü bu olayın, bizim anlatmaktan vazgeçtiğimiz meşhûr ve bilinen bir
hikâyesi vardır. Bir kısım âlimler de bu harfler, Kur’an’ın sırrıdır ve
bunların tevilini ancak Allah bilir dediler. Bazı âlimler de, Yüce Allah’ın “O,
dilemedikçe Allah’ın ilminden bir şeyi kavrayamazlar”[183]
ve “Oysa onların gerçek yorumunu ancak Allah ve ilimde derinleşmiş(râsih)
olanlar bilir”[184]
sözleriyle anlattığı gibi, ilimde râsih olanlar, Allah’ın kendilerine öğrettiği
bilgiden dolayı bu harflerin tefsirini bilir dediler. Bazı âlimler, bu
harflerin bilgisi bir takım sırlardır ki bunları herkesin değil, Allah’ın sâlih
kullarından özel olanların (havas) bilmesi uygundur, dediler.
Sonra
bil ki, harflerle ilgili bu görüşlerin her biri bu kavimlerin birini ikna ederken
diğerini ikna etmemektedir. Bunun nedeni: İnsanlar arasında taklide rıza göstermeyen,
aksine burhânî (felsefi) kanıtlar getirmek, hakikatleri keşfetmek ve niçinin,
nedenin ve nasılın illetini taleb etmek isteyen akıllı bir topluluğun
bulunmasıdır. Çünkü bu manâya dair yapılan tefsir ve yorumlar onların merakını
(bilgi açlığını) gidermez. Aksine onlar bu yorumların ötesindeki en güzel
yorumu ve en açık tefsiri elde etmek istiyorlar. Şimdi biz bu yorumların bir
kısmını anlatalım ve yalnızca onların akıllarının en çok meyletme ihtimali olan
bir kısmına da işaret etmekle yetinelim.
Bölüm
Bil
ki, bize göre “niçin’i bilmek isteyen yirmi sekiz harfin tümünü değil, yalnızca
on dördünü bilmek ve bu on dört harften de beşli olanlara daha fazlasını
eklemek istemiyor. O, bu konuda (ilahi) maksadın ve hikmetin ne olduğunu bilmek
istiyor. Öyle ise onun, şeriatın yasalarında zorunlu/farz kılınan ve duyuyla
algılanan şeylerin hepsini incelemesi ve yorumlaması gerekir. Tıpkı namazların
beş vakit oluşu, zekâtların beş olması[185],
imanın şartlarının beş olması gibi. Zira İslâm beş şey üzerine bina edilmiştir
ve Hz. Peygamber’in ehl-i beytinin erdemlileri beştir, şeriat vazedenler
beştir, Hz. Peygamber’in minberinin basamakları beştir, şeriat ve din işlerinde
ve hükümlerinde beşlilere benzeyen başka şeyler de böyledir. Beşli olarak
sayılan şeylerden araştırılan/gerçekleştirilen şeyler de böyledir; tıpkı geri
dönüşü ve ileri gidişi olan beş seyyare yıldızı (gezegen), yaratılışı
tam olan canlılardaki beş duyu, bitkilerin yaratılışındaki beşliler ve haftanın
yedi günündeki beş günün isimlerinde olan gibi. Ya da senenin tüm günlerinden
çalınan beş gün gibi[186]
ve bir kısmı bir kısmına uygun olan varlıklardaki beşlilere benzeyen şeyler
gibi. Ve yine beş sayısının özelliğinin yorumlanması gerekir. Çünkü beş sayısı
küresel bir sayıdır. Beşe dairesel sayı da denir ve beş sayısı kendisini ve
kendinden meydana gelen sayıları da korur. Nitekim bu konuları “Aritmetik
Risâlesi”nde açıkladık. Öklid’in kitabında beş erdemli şekil ve musiki
kitabında beş erdemli oran/nispet ve bu beşlilere benzeyen şeyler anlatılmıştır.
Öyle ise aklı başında olan kişi, bizim anlattığımız şeyleri değerlendirip düşündüğünde
umulur ki, Allah onun kalbine bilgi verir ve gönlünü aydınlatır. Böylece,
varlıkların ve yaratılmışların illetlerini ve şu anda oldukları hal üzere
olmasındaki hikmetin ne olduğunu bilme yolunda onu başarılı kılar.
Yine
aynı şekilde sûrelerin başındaki bu harflerin sırlarını ve bunların niçin yirmi
sekiz harfin sadece on dördü olduğunu bilmek isteyen kişinin, sayısı yirmi
sekiz olan varlıkları yorumlaması gerekir. Böylece o, onların bulundukları
yerde iki kısma ayrıldığını bilir. İnsanın iki elinin oynaklarının toplamının
yirmi sekiz olması bunlardandır. Doğrusu sağ elde on dört ve sol elde on dört
oynak (mafsal) vardır. Oynakların sayısı, insanın sırt omurgasındaki yirmi
sekiz halkanın sayısına uygundur. Bu halkaların on dördü alt omurgada, on
dördü üst omurgadadır. Bu omurga halkaları aynı şekilde inek, deve, eşek ve
aslan gibi yaratılışı tam olan canlılarda kısacası, emziren ve doğuran her
canlıda bulunur. Bu halkaların on dördü omurganın gerisinde ve on dördü bedenin
ön yönündedir. Keza kuşların uçarken kullandıkları kanatlarındaki teleklerin
sayısı da böyledir. Doğrusu her kanatta on dört telek vardır ve uzun kuyruklu
her şeyde olduğu gibi uzun kuyruklu canlıların kuyruklarındaki omur
halkalarının sayısının varlığı da böyledir. Balık, yılan ve bazı böcekler gibi
uzun boylu olarak yaratılmış canlıların omurgalarındaki halkaların sayısının
varlığı da böyledir. Dillerin en edebî ve güzel (fasih) ve en mükemmeli
olan Arap dilindeki harflerin sayısı da yirmi sekizdir. Bu harflerden on
dördünün başına “el takısı”(lâm-ı tarif) getirilir ve on dördünün başına
getirilmez. Başına “el takısı”(lâm-ı tarif) getirilenler şunlardır: (1)
et-Tâu, (2) es-Sâu, (3) ed-dâl, (4) ez-zâl, (5) er-Râu, (6) ez-Zây, (7) es-Sîn,
(8) eş-Şîn, (9) es-Sâd, (10) ed-Dâd, (11) et-Tâu, (12) ez-Zâu, (13) el-Lâmu ve
(14) en-Nunu.64 Başına lâmu tarif gelmeyen harfler şunlardır: Elif,
Bâ, Cim, Ha, Hı, Ayın, Gayın, Fâ, Kaf, Kef, Mim, He, Vâv ve Yâ.65
Aynı şekilde kalemle yazılan harflerin hükmü de iki kısımdır. Bunların on dördü
noktalıdır. Bunlar ba, ta, se, cim, ha, zel, za, şın, dad, za, gayın, fe, kaf,
nun ve yadır.66 On dördü ise noktasızdır. Bunlar elif, ha, dal, râ,
sin, sad, ta, ayın, kef, mim, vav, he, lam’dır.67 Arap yazısını
vazeden bilge kişinin kararı da böyledir. Doğrusu o, Arap yazısını vazederken
Bârî’nin (Yüce Yaratıcı) hikmetine uydu. Zira Arap yazısını vazeden bilge ve
filozoftur. Şüphesiz “Hikmet, beşerin gücü ölçüsünde Tanrı ya benzemesidir”
denilmiştir. Bu kelimenin manası; insanın yaptıklarında bilge, bilgilerinde
araştırmacı ve fiillerinde çok çok iyi olmasıdır. Felekteki ayın menzillerinin
sayısı da yirmi sekiz olan şeylerdendir. Doğrusu bu menzillerin sayısı yirmi
sekizdir. Bu menzillerin on dördü kuzey burçlarında, on dördü güney
burçlarındadır. Şüphesiz anlattıklarımızdan ve söylediklerimizden bilinmekte
ve doğrulanmaktadır ki, nerede var olursa olsun sayısı yirmi sekiz olan
varlıklar iki kısma bölünmektedir. Her bir on dördün hükmü diğer on dördün
hükmünden başkadır. İşte bu illetten dolayı harfleri var eden yirmi sekiz
harfin on dördünü ebced (cümel) hesabının harfleri olarak getirdi de,
diğer on dördünü böyle yapmadı. Çünkü bu on dördün, diğer on dörtte bulunmayan
bir hükmü vardır. Zira bu harfler, yalnızca Allah’ın samimi (muhlis) kulları
olan özel kimselerin (havâs) bilmesi uygun olan gizlenmiş bir sırdır.
Daha
önce bu harflere birazcık işaret ettiğimizi ve bunların Kur'anın sırrı olduğuna
delil getirdiğimizi hatırla. Bu harflerin sırlarını açıklamak caiz değildir.
Zira bilgeler ve peygamberler (a.s.) bize izin vermemiştir. Temiz bir kalbi,
arınmış bir nefsi ve temiz bir ahlâkı olan kişi için anlattıklarımız
yeterlidir. Şimdi biraz da yirmi sekiz sayısının öteki sayılara olan
üstünlüğünü anlatalım.
Bil
ki, bize göre yaratılmış her sayının, kendinden başkasında bulunmayan kendine
özgü bir üstünlüğü (fazilet) vardır. Şüphesiz biz “Aritmetik
Risalesinde sayıların üstünlüklerini biraz anlatmıştık. Tam sayı olması
yirmi sekiz sayısının erdemlerin
di
-.P'Pnv AJ'-M
dendir.
Tam sayılar eksik ve artık sayılardan veya varlığı az olan sayılardan daha
değerlidir. Bu şundandır: Sayı dizisinin her bir basamağında yalnızca tek bir
sayı bulunur; tıpkı birler basamağındaki altı, onlar basamağındaki yirmi sekiz,
yüzler basamağındaki dört yüz doksan altı ve binler basamağındaki sekiz bin
yüz yirmi gibi.
Yine
bize göre iki çift sayıların ilki, üç tek sayıların ilki ve dört köklü
sayıların ilki olunca bunlar arasında toplama yapılır ve tam sayı olan yedi
elde edilir. Zira seyyâre olan yıldızların (gezegenlerin) sayısı yediye
uygundur. Sonra da üç ile dört çarpılır ve ilk artık sayı olan on iki elde
edilir. Zira felek burcu buna uygun olarak on iki yaratılmıştır. Sonra yedi ile
dört çarpılır ve tam sayı olan yirmi sekiz elde edilir. Ve ayın konakları bu
sayıya uygun kılınmıştır. Sair varlıklar ise on iki sayısına uygun kılınmıştır;
tıpkı insanın deliklerinin on iki, uzuvlarının on iki ve senenin aylarının on
iki olması gibi.
Bu
kıyasa göre birbirine uygun düşen daha pek çok on ikili, yedili, altılı, beşli,
dörtlü, üçlü ve ikili şeyler vardır. Bütün bunlarla, bunların hepsinin Yüce bir
Yaratıcının (Kerim Sâni) yaratması olduğuna delil getirilmek istenmiştir.
Nitekim Yüce Allah da “Basiret sahipleri için bunlarda bir ibret
vardır"[187]
şeklinde buyurur. Allah seni, bizi ve bütün kardeşlerimizi doğru yola ulaşmakta
başarılı kılsın, seni ve bizi engin doğru yola iletsin. Zira O, kullarına son
derece merhametlidir.
“İlletler
ve Malûller Risalesi” tamamlandı, bunu “Tanımlar ve
Resimler Risalesi”[188]
izleyecektir.
Aklî
Nefsânîlerin/Nefis ve Akla Dair Olan Şeylerin
(en-Nefsânîyyâtu’l-Akliyyât) Onuncu
-İhvân-ı Safâ Risâleleri’nin Kırk BirinciRisâlesi:
Tanımlar ve Resimlere Dair[189]
Rahman
ve Rahim Olan Allah’ın Adıyla!
A |
llah’a
hamd, seçtiği kullarına (peygamberlerine) selam olsun. “Allah mı daha
hayırlıdır yoksa O’na ortak koştukları varlıklar mı?”
Ey
kardeş! Bil ki, nedenleri (‘ilel} ve nedenlileri (ma’lûlâf)
bitirdik. Kardeşlerimizin yaptığı gibi, orada bütün bilgelerin (hukemâ)
sözlerini açıkladık. Şimdi de bu risâlede “tanımlar ve resimler”! anlatmak
istiyor ve diyoruz ki:
Şüphesiz
Peygamberler (onlara selam olsun), Allah ve O’nun yarattıkları arasında
elçidirler. Bilginler (ulema) ise peygamberlerin mirasçılarıdır.
Bilgeler de bilginlerin en faziletli olanlarıdır. Bilgede yedi övülmüş
özelliğin bulunduğu söylenmiştir. Bunlar da, onların eylemlerinin (ef’âl}
sağlam, sanatlarının kusursuz, sözlerinin doğru, ahlâklarının güzel,
görüşlerinin isabetli, işlerinin (a’mâl) pâk ve bilgilerinin gerçek
olmasıdır.
Bil
ki, eşyanın hakikatini bilmek, onların tanımlarını (hudûd) ve
resimlerini bilmektir. Buna göre bütün eşya iki çeşittir: Bileşikler (mürekkeb)
ve basitler. Bileşiklerin hakikati, kendisinden meydana getiren bileşenlerin
(öğe) bilinmesiyle, basitlerin hakikati ise ona özgü olan niteliklerin
bilinmesiyle bilinir.
Bunun
örneği şudur: Sana “Çamurun hakikati nedir?” denildiğinde, bu soruya cevap
olarak “O, su ve toprak karışımıdır” denilir. “Sirkeli bal şerbeti nedir?” diye
sorulunca; “Sirke ve bal karışımıdır” denilir. “Yatak nedir?” “Odun ve suretin
bileşmesidir.” “Söz (kelam) nedir?” “Lafız ve mananın bir araya gelmesidir.”
“Ezgi (lahn) nedir?” “Yüksek perdeli ve kalın nağmelerin birleşmesidir.”
“Canlı nedir?” “Ruh (nefis) ve bedenin birbirine bağlanmasıdır” denilir.
Bunlara kıyasla söz konusu bileşiklerin (ne olduğu) sorulduğunda, cevap
olarak, onları oluşturan ve meydana getiren şeylerin söylenmesi gerekir.
Basitlerin
gerçek mahiyeti ise onlara özgü olan niteliklerin bilinmesiyle bilinir. Bunun
örneği şudur: Sana “Heyûlâ (şekilsiz madde) nedir?” diye sorulduğunda,
“Surete (şekle) girebilen basit cevherdir” denir. “Suret nedir?” denildiğinde
“Bir şeyin mahiyetidir, onun ismi, eylemi ve ayakta durma (kıyâme)
özelliği vardır” denilir. “Cevher nedir?” denirse “Kendi başına varlığı olan ve
nitelikleri (sıfat) bulunan şeydir” denir. “Sıfat nedir?” denirse “Cevherin
bir parçası gibi olmayan ve cevherden ayrılan arazdır” denir. “Şey nedir?” denirse
“Bilinen ve kendisinden haber verilen manadır” denir. “Varlık (mevcût)
nedir?” denirse “O, duyulardan birinin hissettiği veya aklın tasavvur ettiği ya
da bir delilin işaret ettiği şeydir” denir. “Yokluk (ma'dum) nedir?”
denirse “Zikredilen bu şeylerin varlıklarının karşılığının olmamasıdır” denir.
“Varoluş (vücûd) nedir?” denirse “Var olandır” denir. “Yok oluş (‘adem)
nedir?” denirse “Var olmamadır” denir. “Ezelî (kadim) nedir?” denirse
“Var olmamanın olmamasıdır” denir. “Yaratılmış (muhdes) nedir?” denirse
“Bir başkasının kendisini meydana getirdiği şeydir” denir. “Yaratma/meydana
getirme (ihdâs) nedir?” denirse “Oluşun (tekvin), meydana getirilmesidir”
denir. “Neden/delil (illet) nedir?” denirse “Başka bir şeyin meydana
gelmesinin sebebidir” denir. Nedenli/delillendirilen (malûl) nedir?” denirse
“Onun var olması için sebeplerden bir sebebin bulunduğu şeydir” denir.
“Âlim
nedir?” denirse şöyle denir: “O, eşyayı sahip oldukları gerçeklik üzere kavrayandır.”
“îlim nedir?” denirse şöyle denir: “Bilinen şeyin (malûmun) âlimdeki tasavvurudur.”
“Canlı nedir?” denirse şöyle denir: “Bizzâtihi (özsel olarak) hareketli olandır
(müteharrik).” “Güç yetiren (kâdir) nedir?” denirse şöyle denir: “Bir işi yapmak
istediğinde o iş kendisine imkansız olmayan kimsedir.” “Eylem (fiil) nedir?”
denirse şöyle denir: “İşi yapanın (müessir) işi/eserdir.” “Yaratıcı (Bâri)
ne demektir?” denirse şöyle denir: “Her şeyin nedenidir (illet), bütün
varlığın sebebidir (sebep), yaratılmış olanların yaratıcısıdır (mübdi);
bunlardan her birini yerine getirmesi sebebiyle kainatı meydana getirendir (muhteri’),
onu eksiksiz yapandır, onun tamamlayıcısıdır, onu mükemmel yapandır ve nihaî
noktası ve amacı bakımından en yüksek noktaya ulaştırandır.” “Güç (kudret)
nedir?” denirse şöyle söylenir: “Bir eylemi (fiil) ortaya çıkarma imkânıdır.”
“Sanat nedir?” denirse şöyle denilir: “O, sanatçının düşüncesinden ürettiği ve
şekilsiz maddeden (heyûlâ) üretip ortaya koyduğu şeydir.” “Sanat eseri
nedir?” denirse şöyle denilir: “Şekilsiz madde (heyûlâ) ve biçimin bir
araya gelmesidir.”
“Etkin
akıl (el-aklu’l-faâl) nedir?” denirse şöyle denilir: “O, Allah’ın
yarattıkları içerisinde ilk yaratılmış olandır ve kendisinde her şeyin
suretinin bulunduğu nurlu (nûrânî) basit cevherdir.” “Nefis nedir?”
denirse şöyle denir: “İşareti (alamet) etkinlik olan canlı, psişik
(rûhânî), basit cevherdir ve o, etkin aklın suretlerinden biridir.” “İrade
nedir?” denirse şöyle denir: “Mümkün bir işin olmasına ve olmamasına şüpheli
şekilde (vehm) işaret etmektir.” “İnsanî akıl nedir?” denirse şöyle denir:
“Diğer canlılarda olmaksızın, (insan) bireylerinden her birine özel olan ayırt
etme gücüdür.” “Cins nedir?” denirse şöyle denir: “Genel bir manası olan,
suretinde bir topluluğun ittifak ettiği niteliktir.” “Şahıs nedir?” denirse
şöyle denir: “Başkası olmaksızın kendisine işaret edilen her topluluktur. O,
fiiller ve suretler aracılığıyla kendisi dışındakilerden ayrılır.” “Hassa
(özellik) nedir?” denirse şöyle denir: “Kendisi dışındakilere ait olmayan özel
niteliktir, kaybolması yavaştır.”
“Işık
nedir?” denirse şöyle denir: “Kendisiyle başka şeylerin görüldüğü, doğrudan
(zâtî olarak) aydınlatıcı olan ve görünen cevherdir.” “Karanlık nedir?” denirse
şöyle denir: “Işık olması mümkün olan şeyde ışığın yokluğudur.” “Gündüz nedir?”
denirse şöyle denir: “O, güneşin aydınlatmasıdır.” “Gece nedir?” denirse şöyle
denir: “O, yeryüzünün gölgelenmesidir.”
“Sıcaklık
nedir?” denirse şöyle denir: “Maddenin (heyula) parçalarının kaynamasıdır.”
“Soğukluk nedir?” denirse şöyle denir: “Maddenin parçalarının donmasıdır.”
“Nemlilik nedir?” denirse şöyle denir: “Maddenin parçalarının
akışkanlaşmasıdır.” “Kuruluk nedir?” denirse şöyle denir: “Maddenin
parçalarının birbirine kenetlenmesidir.”
“Renk
nedir?” denirse şöyle denir: “Cisimlerin ışınlarının parıltısıdır.” “Koku
nedir?” denirse şöyle denir: “Bileşik cisimleri ayıran, niteliklere sahip
buharlardır.” “Ses nedir?” denirse şöyle denir: “Cisimlerin çarpışmasından
havada oluşan vuruştur/titreşimdir.”
“Hareket
kaç tanedir?” denirse şöyle denir: “Altı çeşittir: O, oluştur (kevn),
bozuluştur (fesad), artmadır, eksilmedir, değişimdir ve yer değiştirme (intikal)’dın
“Onların fiillerdeki durumları nedir?” denirse şöyle denir:” Oluş, (bir şeyin)
maddeyi ve şekli kabul etmesidir ve onun yokluk (‘adem) dairesinden
çıkmasıdır. Bozuluş, şeklin ortaya konulması ve bu şeklin maddeden
ayrılmasıdır. Artma, bir şeyin sınırlarının uzaklaşmasıdır. Azalma o şeyin
sınırlarının yakınlaşmasıdır. Değişim, nitelenen (şey) üzerinde sıfatların yer
değiştirmesidir. İntikal, bir yerden bir yere gitmektir.”
“Mekân
nedir?” denirse şöyle denir: “Yerleşenin yerleştiği her yerdir ve o cismin
sınırlarıdır (nihâyât)” “Zaman nedir?” denirse şöyle denir: “Feleğin
hareketlerinin sayısı, gece ve gündüzün tekrarıdır.”
“Felek
nedir?” denirse şöyle denir: “Şeffaf, küre şeklinde, âlemi kuşatan cisimdir.”
“Âlem nedir?” denirse şöyle denir: “Feleğin içine aldığı var edilmiş bütün
varlıklardır.” “Yıldızlar nedir?” denirse şöyle denir: “Bilinen bir konumda
sabitliğinin sürekliliği sebebiyle hareketsiz (gibi görünen) ve ışık saçan
cisimlerdir.” “Cisim nedir?” denirse şöyle denir: “Uzunluğu, genişliği ve
derinliği olan şeydir.” “Şeffaf cisim nedir?” denirse şöyle denir: “Arkası
görünen her cisimdir.”
“Ateş
nedir?” denirse şöyle denir: “Eşyayı bölen, onu parçalarına ayıran ve basit
şekline dönüştüren parlak ve sıcak (şeydir).” “Hava nedir?” denirse şöyle
denir: “Üst, alt, batı, doğu, güney ve kuzey olmak üzere altı yöne; latif,
hafif, akıcı, şeffaf, hızla hareket eden cisimdir”. “Su nedir?” denirse şöyle
denir: “Yeryüzünü kuşatan akıcı cisimdir.” “Yeryüzü (arz) nedir?”
denirse şöyle denir: “Cisimlerin en ağırı olan ve âlemin merkezinde bulunan
ağır bir cisimdir.”
“Yönler
nedir?” denirse şöyle denir: “Altı çeşittir: Doğu, batı, güney, kuzey, üst
(fevk) ve alt (taht). Böylece doğu, güneşin doğduğu yer; batı, (güneşin)
battığı yer; kuzey, kuzey yıldızının (cedy) yörüngesi; güney, süheyl
yıldızının yörüngesi; üst, okyanusa yakın olan; alt yeryüzüne yakın olandır.”
“Çamur
nedir?” denirse şöyle denir: “Su ve topraktır.” “Köpük (zebed) nedir?”
denirse şöyle denir: “Su ve havadır.” “Buhar nedir?” denirse şöyle denir: “Su
ve ateştir.” “Duman nedir?” denirse şöyle denir: “Ateş ve topraktır.” “Şimşek
nedir?” denirse şöyle denir: “Ateş ve havadır.”
“Madenler
nedir?” denirse şöyle denir: “Toprak özelliğinin (turâbiyye) galip olduğu
şeydir.” “Bitki nedir?” denirse şöyle denir: “Su özelliğinin (maiyye)
galip olduğu şeydir.” Canlı (hayvan) nedir?” denirse şöyle denir: “Hava
özelliğinin (hevaiyye) galip olduğu şeydir.” “însan nedir?” denirse
şöyle denir: “Ateş özelliğinin (nariyye) galip olduğu şeydir.”
“Melekler nedir?” denirse şöyle denir: “Feleğin tabiatının galip olduğu
şeydir.” “Cin nedir?” denirse şöyle denir: “Ateş ve hava özelliğinin galip
olduğu şeydir.” “Şeytanlar nedir?” denirse şöyle denir: “Toprak ve ateş
özelliğinin galip olduğu şeydir.”
“Rüzgar(lar)
nedir?” denirse şöyle denir: “Havanın dalgalanması ve yönlerden birine doğru
akmasıdır.” “Etkin tabiat (et-tabiatu'l-fâile) nedir?” denirse şöyle
denir: Temel bileşenlere (erkân) nüfuz eden (sâri) tümel/küllî felekî
nefsin kuvvetlerinden biridir.” “Esir nedir?” denirse şöyle denir: “Ay
yörüngesine (felek) yakın olan sıcak havadır.” “Meltem nedir?” denirse şöyle
denir: “Yeryüzüne yakın olan ılık havadır.” “Şiddetli soğuk (zemherîr)
nedir?” denirse şöyle denir: “Meltem küresinin üstünde, esirin dışında ve son
derece soğuk olan havadır.”
“Işın
(şua*) nedir?” denirse şöyle denir: “Güneşin, ayın ve gök yüzünden
(hava) dünyanın merkezine doğru hareket eden yıldızların ışığıdır.” “Işığın
yansıması (in ikas) nedir?” denirse şöyle denir: “Bu ışıkların hava
içinde yeryüzünden, denizlerden, nehirlerden ve dağlardan geri dönmesidir.”
“Buhar
nedir?” denirse şöyle denir: “Su yüzeylerinden geri dönen bu ışınlarla beraber
havada yükselen nemli su parçacıklarıdır.” “Duman nedir?” denirse şöyle denir:
“Sıcakla beraber havada yükselen ince toz parçacıklarıdır.” “Bulut ve ince
bulut nedir?” denirse şöyle denir: “Su ve toprak parçacıkları havada
çoğaldığında ve kümelendiğinde bulut oluşur. Bulutun incesine ‘gaym’, yoğun
olanına ‘sehâb’ adı verilir.”
“Yağmur
nedir?” denirse şöyle denir: “Su parçacıklarının birbiriyle birleşmesi,
soğuması, ağırlaşması ve yeryüzüne geri dönmesidir.” “Rüzgar(lar) nedir?”
denirse şöyle denir: “Toz parçacıklarının soğuması ve merkeze geri dönmesidir.”
“Şimşek nedir?” denirse şöyle denir: “Dumansı (duhânî) parçacıkların bulutun
içinde birbirine sürtünmesiyle kıvılcımlanan ateştir.” “Gök gürültüsü nedir?”
denirse şöyle denir: “Bulutların içinde dönen ve dışarı çıkmak isteyen
sestir.” “Yıldırım nedir?” denirse şöyle denir: “Şimşeklerle beraber
rüzgarların bir anda dışarı çıkmasıyla ortaya çıkan sestir.” “Ses nedir?”
denirse şöyle denir: “Cisimlerin birbiriyle çarpışmasından kaynaklanan ve
havada meydana gelen titreşimdir (gar’/vuruş).”
“Sis
nedir?” denirse şöyle denir: “Yağmurdan sonra yeryüzünde beliren nemli
buhardır.” Işık halkası (hale) nedir?” denirse şöyle denir: “Güneş, ay
ve yıldız ışınlarının yansımasıyla ince bulutun (gaym) üstünde meydana
gelen dairedir.” “Gökkuşağı nedir?” denirse şöyle denir: “Gökkuşağı; ışık
halkası (hale), meltem küresinde dik konumda olarak ortaya çıktığında (oluşan)
bu dairenin kuşatıcısının (muhit) yarısıdır.” “Gök kuşağının renkleriyle
boyanan renklerin nihai olarak sayısı kaçtır?” denirse şöyle denir: “Dörttür:
kırmızı en üstte, sarı onun altında, yeşil sarının altında, mavi yeşilin
altında.” Biz bu türlü şeylerin nasıl ortaya çıktıklarının bir kısmını “Meteoroloji
Risalesinde[190]
açıkladık.
“Kar
nedir?” denirse şöyle denir: “înce bulutların arasında donan ve yumuşak bir
şekilde (yeryüzüne) inen küçük taneciklerdir.” “Dolu nedir?” denirse şöyle
denir: “Yoğun bulut (sehâb) kümesinden çıktıktan sonra havada donan
taneciklerdir.” “înce bulut (gaym) nedir?” denirse şöyle denir: “Basit ve ince
olan şeye ince bulut (gaym) denir.” “Pamuktan dağlar gibi birbiri üstüne
kümelenmiş olan şeye bulut (sehâb) denir.” “Sel nedir?” denirse şöyle
denir: “Yağmurların çok (yağması) sebebiyle akan, vadileri (dolduran) sudur.”
“Nehirlerin kabarması nedir?” denirse şöyle denir: “Dağ yamaçlarından inen
kaynak sularının vadilere akıp oraları doldurmasıyla sellerin artmasıdır.”
“Akan nehirlerin hepsi hangi kaynaktan doğar?” denirse şöyle denir: “Dağların
ve çöllerdeki tepelerin zirvesinden ve eteğinden kaynamaya başlar ve ormanlara,
göletlere ve vadilere doğru akar.”
“Deprem
(zelzele) nedir?” denirse şöyle denir: “Bir kısım arazi parçasının yeryüzü
içinde hapsolmuş rüzgar/enerji sebebiyle hareket etmesidir.” “Çöküntü (husûf)
nedir?” denirse şöyle denir: “Yeryüzü parçası yüzeyinin (yerin altındaki)
hava boşluğuna kaymasıdır, (bu parça) yarıldığında hapsolmuş enerjinin ortaya
çıkmasıdır.”
“Dağ/dağlar
nedir?” denirse şöyle denir: “Yeryüzünün direkleridir, rüzgarların ve
denizlerin setleridir.” “Ada/yarımada nedir?” denirse şöyle denir: “Denizlerin
ortasındaki kara parçasıdır.” “Çöl nedir?” denirse şöyle denir: “Bitki ve
binanın olmadığı kara parçasıdır.” “Sulak vadi nedir?” denirse şöyle denir:
“Su ve bitkinin olduğu yerdir.” “Gölet nedir?” denirse söyle denir: “Yağmur
sularının toplandığı yerlerdir.” “Yeryüzü (arz) nedir?” denirse şöyle
denir: “Üzerindeki bütün dağlar ve denizlerle beraber Allah’ın izniyle havada
duran küre şeklindeki cisimdir.”
“Hava
nedir?” denirse şöyle denir: “Bütün yönlerden yeryüzünü kuşatan şeydir.” “Felek
nedir?” denirse şöyle denir: “Bunun gibi hava ile kuşatılan şeydir.” “Dünyanın
merkezi nedir?” denirse şöyle denir: “Yerin dibinin orta noktasıdır ve bu
noktanın yerin merkezinden yüzeyine olan uzaklığı muhitin (kuşatıcı
felek/yörünge/çekirdek) 3.5/22(yirmi ikide üçbuçuk) katıdır.”[191]
“Deniz/denizler nedir?” denirse şöyle denir: “Yeryüzünde sadece suların
toplamasıyla oluşan birikintidir.” “Denizlerin artması nedir?” denirse şöyle
denir: “Nehir ve vadi sularının denizlere boşalmasıdır.” “Gece ve gündüz,
denizdeki gel-git (med-cezr) olayının sebebi nedir?” denirse şöyle
denir: “Ayın doğuşu esnasında gelmenin (meddin) sebebi (illet), ayın, denizin
derinliklerindeki su parçacıklarının kaynamasına etki etmesi, denizin kabarmasını
harekete geçirmesi ve dökülen bu nehirlerin geriye dönmesidir. Böylece gelme (med)
ayın etkisini/eylemini (denizin hareketinde) ortaya çıkarmış olur. Ayın batması
esnasında gitmenin (cezrin) sebebi ise, ayın batışı ve bu parçacıkların denizin
derinliklerine geri dönmesidir. Ayın batışı, kaynamanın yok olmasına etki eder.
Bu kaynama; köpürme, kabarma ve sakinliktir. Böylece gitme (cezr) de
(ayın bu faaliyetini) ortaya çıkarmış olur.” “Deniz suyunun tamamının tuzlu,
acı ve ağır; yağmur, nehir ve çoğu kuyu suyunun ise tatlı ve hoş olmasının
sebebi (illet) nedir?” denirse şöyle denir: “Onun illetlerini ve sebeplerini
daha önce bahsi geçmiş olan risâlemizde anlattık.”
“Dört
tabiat nedir?” denilirse şöyle denir: “Soğukluk, sıcaklık, nemlilik ve kuruluk.”
“Dört erkân (unsur) nedir?” denilirse şöyle denir: “Ateş, hava, su ve
toprak.” “Dört karışım (ahlat) nedir?” denilirse şöyle denir: “Sarı,
siyah, kan ve balgam.” “Doğumlu varlıklar nelerdir?” denilirse şöyle denir:
“Madenlerdir, bitkilerdir ve canlılar (hayvanlar)dır.”
“Madenler
nedir?” denilirse şöyle denir: “Cevher ve onun dışında toprağın derinliklerinde
bulunan cansız şeydir.” “Bitki nedir?” denilirse şöyle denir: “O, ortaya çıkan
şeydir ki, toprağın üstünde ağaç gibi şeylerin belirmesidir.” “Canlı nedir?”
denilirse şöyle denir: “Canlı nefsin ve ölü bedenin bir araya geldiği hareket
eden ve hisseden her cisimdir. Onun meydana gelmesi iki türlüdür: Onlardan biri
rahimde oluşma ve diğeri yumurtadan çıkar. Biri eşyadan, diğeri ise doğurtan ve
doğuran olarak iki tarafın bir araya gelmesinden meydana gelir.”
“îrade
nedir?” denilirse şöyle denir: “Herhangi bir şeyin meydana gelmesine zan/ vehim
ile işarettir. Onun ya da başka bir şeyin olması imkân dâhilindedir.” “Güç (kudret)
nedir?” denilirse şöyle denir: “Seçme (ihtiyar) hakkı olan eylemlerden
bir şeyi seçme imkânıdır.” “Seçme (ihtiyar) nedir?” denilirse şöyle
denir: “Duyuya dayalı olarak kapalı ve açık iki durumdan birini zan (vehim)
ile kabuldür.” “Bilgisizlik (cehl) nedir?” denilirse şöyle denir:
“Sureti olmadan bir şeyin tasavvurudur.” “İtikat nedir?” denilirse şöyle denir:
“Bir şeyin kesin olarak gerçekleşeceğine ihtimal vermektir.” “Vehim nedir?”
denilirse şöyle denir: “O, hayvânî nefsin kendisiyle eşyayı hayal ettiği
kuvvetlerinden biridir.”
“îman
nedir?” denilirse şöyle denir: “Haber verenin (muhbir) haber verdiği
şeyi doğrulamak (tasdik)’tır.” “İslâm nedir?” denilirse şöyle denir: “İtiraz
etmeden teslim olmaktır.” “Din nedir?” denilirse şöyle denir: “Bir topluluğun
kendisinden ödül ve ceza gelmesi beklenen bir başkana (reis) itaatidir.”
“Küfür nedir?” denilirse şöyle denir: “Bir şeyin üzerini kapamak/örtmektir.”
“Şirk nedir?” denilirse şöyle denir: “Rabliğin (rubûbiyyet) iki olduğunu
ispat etmektir.” “İnkâr nedir?” denilirse şöyle denir: “Hakkı inkar/reddetmektir.”
“Günah (masiyet) nedir?” denilirse şöyle denir: “İtaatin dışına
çıkmaktır.” “İtaat nedir?” denirse şöyle denir: “Emredenin emrine ve yasaklayanın
yasaklamasına (nehiy) uymaktır.” “Dönüş yeri/ahiret (meâd) nedir?”
denilirse şöyle denir: “Tikel/cüzî nefislerin tümel/küllî nefse dönmesidir.”
“Sevap nedir?” denilirse şöyle denir: “Her nefsin bedenden ayrıldıktan sonra
rahat, lezzet, sevinç, mutluluk bulduğu şeydir.” “Ceza (ikap) nedir?”
denilirse şöyle denir: “O, (eşyanın) cisimlerden ayrıldıktan sonra korku, hüzün
ve acı yaşamasıdır. Her nefis kazandığı şeye göre eğer hayır kazanmışsa hayır,
şer kazanmışsa şer elde eder.” “İyilik (marûf) nedir?” denilirse şöyle
denir: “Âdet olduğu üzere devam eden herhangi bir fiildir. Şeriat ve sünnet onu
yasaklamaz.” “Kötülük (münker) nedir?” denilirse şöyle denir: “Âdet
üzere devam etmeyen, sünnette ve şeriatta yer almayan herhangi bir fiildir.”
“İşçinin ücreti nedir?” denilirse şöyle denir: “Her çalışanın yaptığı iş için
hak ettiği karşılıktır.”
Bölüm
Şekil
cisimsel surettir, renk rûhânî surettir. Bu ikisi birlikte eşyanın tamamında
bulunur. Düşünen biri bunu düşündüğünde o ikisinin, meyvelerin cinsinde (olduğunu
bilir). Yani o ikisi, olgunlaşması ve hoş, ince nemin (meyveye) dönüşmesi için
meyvelerin şeklinde mevcuttur. Bu da ya akışkan (seyyâl) ya da
yoğunlaşmış nem (şeklinde olur). Akışkanlık, aynen ağacın zarını koruyan parça
gibi nemi korumak ve onun bozulmasını engellemek için önce gelmiştir. Meyvenin
(oluş) düzeninde yağ cinsi varlıklarının bulunmasının sebebi şudur: Meyvenin
bizzât kendisi (nefsi) bu yağlı (unsurları) kabul eder ve bozulmaması için
onları korur. Nitekim âyette şöyle buyurulmuştur: “İşte bu, aziz ve âlim
(Allah’ın) takdiridir.[192]
Ayrıca bu yağ unsurlarının meyvelerde bulunmasının bir sebebi de, bütün
meyvelerde bulunan doğal sıcaklığın oluşması ve onlara ulaşmasıdır, böylece
meyve faydasız bir biçimden faydalı bir biçime geçmiş olur. Çünkü tabiatın
amacı, kendisinden beklenen faydaları vermesi için İlahi düzendeki sırasına
uygun olarak, maddesel (heyûlâî) nem meydana getirmek için her şeyi
doğal sıcaklığında pişirerek olgunlaştırmaktır.
Eğer
meydana gelen (ve aşağıda belirtilecek) dışsal bir sebepten (araz) ötürü bunu
gerçekleştiremezse şu olur: Bir şeye ya nem galip gelir ki, bu durum o şeyde
küflenmeyi doğurur ve bu bozulmaya işarettir ya da nemin azlığı söz konusu olur
ki, bu da kuruluğu ve sertliği ortaya çıkarır. Bunun sonucu olarak bitki, ağaç
ve ziraat tohumlarında bozulmalar ortaya çıkar, hepsi (ya çok) sıcak (ya da
çok) nemli olur. Çünkü bu durumda sıcaklık nemden daha fazladır ve nem de
sıcaklığı engelleyicidir. Böylece işin başında yumuşaklık/tazelik/yaşlık
(tarâvet) ortaya çıkar.
Sen
(peynir ya da yoğurt mayası yapma/mayalama (el-infaha)[193])
işine bakmaz mısın? Bu işlemde, inek sütü fâzla sıcak sebebiyle katılaşır ve
sütün sıcaklığı (ve mayayı) takip etmesi onu kabul ettiği anlamına gelir.
Çünkü aşırı sıcaklıkta, kendisiyle beslenmesi ve ondan kaynaklanan bu madde var
oldukça (sütün içindeki) geri kalan maddelerin yaşaması için nemi kendine
doğru çeken çekici bir güç vardır. Eğer ondaki soğukluk ve nem artırılırsa
cisimlerin içindeki sıcaklık gözden kaybolur ve böylece onu yakarak yok etmiş
olur. Çünkü sıcaklık etkin (fâil) sebep nem ise sureti kabul eden maddî
sebeptir. Aynı şekilde sıcaklık yukarı doğru yayılma hareketi yapar. Onun
yayılması, çıkış yerinden sağa, öne ve kalpten (merkezden) yukarı doğrudur.
Çünkü kalp b ?denin en önemli parçasıdır ancak bedenden daha önemli değildir.
Nitekim ağacın kökleri ağacın en önemli parçasıdır fakat ağaçtan daha önemli
değildir. Bu durumda büyükler az ve küçükler çok olduğu için küçükler büyükler
karşısında direnç gösterir. Âleme ilk hareketi veren (el-muharrikul-evvel)
tek/bir olduğundan dolayı, fiili O nunki gibi ilk olan her varlığın fiili
O’nun fiili gibi olmuştur. Canlının (hayvan) bedenindeki kalpten ilk ortaya
çıkan her bir yaratıcı (güç/damar) ilk meydana gelen şeydir. Bu ilk yaratıcıdan
iki damar meydana gelir: Bunlardan biri bedenin en yukarısında, diğeri ise onun
en aşağısındadır. Bitkilerin bedeninden de iki damar (kök) ortaya çıkar:
Bunlardan birisi en aşağıya iner ve yaşamın sebebi olması bakımında yerden ve
sudan madde elde eder; diğeri beslenmek için yukarı çıkar. Bedenin, yaprağın ve
meyvenin beslenmesi (gelişmesi) bu damardan olur.
Bölüm
Sonra
bil ki, sayı, matematiksel (riyazi) hikmetlerden biridir. Buna göre,
hayale (mevhûm) dayalı “bir”de var olduğu düşünülen birlik, sayının aslı ve
kaynağıdır ve onun (birin) parçası yoktur. Sayı, bir araya getirilmiş birlerin
çokluğudur. O, sayanın nefsinde birin tekrarlanmasıyla kalıp haline gelen bir
surettir. Sayılanlar (madûdât) sayımı yapılan şeylerdir. Hesap, sayının
toplanması ve bölünmesidir. Hesaplananlar (mahsûbât), ölçüleri
(miktarları) bilinen şeylerdir.
Sayı
çift ve tektir. Tam (sahih) yarısı sayı olan her sayı çifttir. Çiftin
üzerine bir eklenen her sayı tektir. Sayıların tamı ve kesirli (küsûr) olanı
vardır. On bir temel sözcük ile kendisine işaret edilen her sayı tam sayıdır.
Bu temel sözcükler, iki, üç, dört, beş, altı, yedi, sekiz, dokuz, on, yüz,
bindir. Bunların birleşmesiyle oluşanlar şunlardır: Yirmi, otuz, kırk, elli,
altmış, yetmiş, seksen, doksan, yüz, iki yüz, üç yüz, dört yüz, beş yüz, altı
yüz, yedi yüz, sekiz yüz, dokuz yüz, bin, iki bin, üç bin, dört bin, beş bin,
altı bin, yedi bin, sekiz bin, dokuz bin. Tekrar eden bu terimler gidebildiği
yere kadar götürülebilir.
Kesirli
sayılar, kendilerinden türetilen dokuz terimle işaret edilen her sayıdır.
Bunlar: Yarım, üçte bir, dörtte bir, beşte bir, altıda bir, yedide bir, sekizde
bir, dokuzda bir, onda bir. Ya da bunların benzeri sayıların birleşmesiyle
oluşanlardır: Yarımın yarısı, üçte birin üçte biri, dörtte birin dörtte biri,
beşte birin beşte biri, yedide birin yedide biri gibi. Bu dokuzundan oluşan
bunlara benzer sayılar da böyledir. Her türlü durumunda “1” ile başlayıp “4”
ile biten sayıların sureti (rakamı), 1 2 3 4’tür. Bu dört (rakam) asildir,
bunlardan sonra bunlardan türeyenler, daha sonra diğerleri gelir. Nitekim bunu “Aritmetik
Risalesinde açıkladık. Sayıların dört basamağı vardır: Birler basamağı,
onlar basamağı, yüzler basamağı ve binler basamağı. Bunun da aynı şekilde
çeşitli sırası ve düzeni vardır. Bunu da incelediğinde öğrenirsin.
Bu
sıralamaların bir kısmı doğal olup şöyledir: 12 345678910
Çift
sayıların peş peşe sırası örneğin şöyledir: 2 468101214161820
Tek
sayıların peş peşe sırası örneğin şöyledir: 1 3 5 7 9 11
Tekin
çifti olanların sırası örneğin şöyledir: 6 10 14 18
Çiftin
çifti ve tek olanların sırası örneğin şöyledir: 12 25 28[194]
İlk
tek sayıların sırası örneğin şöyledir: 3 5 7 9
Köklü
sayılar örneğin şunlardır: 4 9 16 25
Küplü
sayıların sırası örneğin şöyledir: 6 2 2 4 6
Köklü
olmayıp kareli olan sayıların sırası örneğin şöyledir: 6 15 14 18 25 62
Bu
niteliklerden (keyfiyet) her türe ait çeşitli nicelik türeyişler vardır. Bu
türlerin de kendilerine ait özellikleri vardır. Bunların bir kısmını “Sayılar
Risâlesi”nde[195]
açıkladık.
Oran,
iki sayıdan birinin diğerine göre değeridir. Bileşik oran, birinci sayının
ikinci sayıya göre değeridir, mesela, İkincinin üçüncüye göre değeri gibi.
Basit oran, birincinin İkinciye göre değeridir, örneğin, üçün dörde göre değeri
gibi. Çarpma, iki sayıdan birinin, ilk sayıdaki birlerin değerine göre katını
almaktır.[196]
Bölme, çarpmanın tersidir. Kök içine almak, sayının kendisiyle çarpılmasıdır.
Köklü sayı bunların bir araya gelmesinden oluşur. Küplü sayı, köklü sayıların
köklerinin çarpılıp bir araya gelmesidir.
Sonra
bil ki, geometri (hendese), matematiksel hikmetin aslıdır. Geometri bilimi,
boyutların ve miktarların (derecelerin, değerlerin, niceliklerin) bilinmesidir.
Boyutlar üç türlüdür: Uzunluk, genişlik ve derinlik. Miktarlar da üç türlüdür:
Çizgiler (hutût), yüzeyler/düzlemler ve cisimler. Çizgi, tek boyuta sahip olan
değerdir (miktar). Yüzey/düzlem, iki boyutlu değerdir. Cisim ise üç
boyutludur. Çizgiler üç türlüdür: Doğru, kavisli, ve bu ikisinden oluşan eğri.
Yüzeyler/düzlemler üç türdür: Basit, basık/içbükey/konkav,
kubbeli/dışbükey/konveks. Cisimlerin birçok türü vardır: Bunlardan bazıları
yüzeylerin/düzlemlerin çokluğu yönüyle, bazıları şekillerin çokluğu yönüyle,
bazıları da bunların her ikisi açısındandır.
Yüzeylerin/düzlemlerin
çokluğuna göre farklılaşanların sekiz türünü burada zikredelim: Bunlardan
birincisi küredir. O, kendisiyle tek bir yüzeyin çevrelendiği cisimdir.
Kürenin yarısı iki yüzeyle çevrilidir, kürenin dörtte biri üç yüzeyle
çevrilidir. Ateşküre dört yüzeyle çevrilidir, yerküre kübiktir ve altı yüzeyle
çevrilidir, gökküre sekiz yüzeyle çevrilidir, suküre yirmi yüzeyle çevrilidir
ve felekküre on iki yüzeyle çevrilidir.
Yüzeylerin
birçok türü vardır: Bazen üçgenlerin kenarları yönünden, bazen açılar, bazen
de bunların hepisi açısından ortaya çıkar. Fakat bunların hepsi şu dört türde
birleşir: Üçgen, kare, daire ve çok açılı yüzey. Üçgenin yüzeyi, üç
çizgiyle çevrilidir ve onun üç açısı vardır. Karenin yüzeyi dört çizgiyle
çevrelenmiştir ve dört açısı vardır. Daire, tek bir çizgiyle
çevrelenmiş, içinde tek nokta olan, doğrusal ve o noktadan çıkan tüm çizgilerin
kendisine yöneldiği bir yüzeydir. Bu çizgilerin merkezden çevreye uzaklığı
eşit olduğu gibi, onların birinin diğerine göre (uzunlukları da) eşittir. Çok
açılı şekil, aynen beşgen, altıgen, yedigen ve bu şekilde gittiği yere kadar
götürülebilecek örnekler gibidir. Açılar, dik açı, dar açı ve geniş açı olmak
üzere üç türlüdür. Dik açı, yanındaki açının aynısı olan açıdır. Dar açı, dik
açıdan daha küçük olandır. Geniş açı, dik açıdan daha büyük olandır.
Bölüm
Bitki,
beslenen ve büyüyen her cisimdir. Hareket eden ve hisseden her cisim canlı
(hayvan)’dır. İnsan, canlıdır, konuşandır ve ölümlüdür. O, düşünen nefis ve
ölümlü bedenin bileşkesidir. Cisim latif/ince, uzun, geniş ve derin cevherdir.
Ses, cisimlerin çarpışmasıyla havada meydana gelen vuruştur/titreşimdir.
Hecesi olan her ses lafızdır, bir manayı gösteren her lafız ise
kelamdır/sözdür. “Doğruluk (sıdk) nedir?” denilirse şöyle denir:
“Kendisine ait olan nitelikleri kabul etme/alma; kendisine ait olmayan
sıfatları reddetmedir.” “Yalan nedir?” “Yalan bunun tersidir.” Yine şöyle denir:
“ Doğru ve yalan sözlerde, doğruluk ve yanlış gönüllerde, hayır ve şer
fiillerde, hak ve batıl hükümlerde/yargılarda, fayda ve zarar hissedilen
şeylerdedir’.’
Dünya,
ölüm diye isimlendirilen ayrılık zamanına kadar nefsin cesetle kaldığı süredir.
Ölüm, nef sin bedeni kullanmayı terk etmesidir. Ahiret, ölümden
sonra ikinci dirilmedir. Aynı zamanda denir ki, ölüm cesetten ayrıldıktan sonra
nefsin varlığını devam ettirmesi ve cesedi kendi âleminde bırakmasıdır. Cennet,
ruhlar âlemidir. Cehennem, cisimler âlemidir. Cennet aynı zamanda en
yüksek mertebedir. Cehennem de en düşük mertebedir. Bu yüzden bitkisel nefsin
cenneti, hayvansal surettir. Hayvansal nefsin cenneti, insansal surettir.
İnsansal surete ait nefsin cenneti, meleklerin suretidir. Meleklerin suretinin
Allah katında makamları ve dereceleri vardır. Bu yüzden bazıları bazılarından
daha şereflidir. Mesela, onlardan bazıları Allah’a daha yakın(mukarreb) iken
bazıları böyle değildir.
Yeniden
dirilme (bas), nefislerin gaflet ve cehalet
uykusundan uyanmasıdır. Uyku, nefsin, vücudu yardımıyla kuşatmakla
birlikte ondan başkasıyla meşgul olmasıdır. Kıyamet, (kabirde) cesetten
uzaklaşan ve ayrılan nefsin (cesetle birleşerek) kabrinden kalkmasıdır. Haşr,
tikel/cüz’î nefislerin tümel/küllî nefse doğru toplanması ve birbirleriyle
birleşmesidir. Çünkü tikel/cüz’ tümelin/küllün parçalarından biri ve tümel de
kendisinden ayrılan parçaların toplamıdır; birleşme (ittihat), rûhânî
cevherlerin karışmadır, (müzikteki) ince (zir) ve kalın (bam)
seslerin karışımı gibi. Hesap, cesetlerle bir arada iken, tümel nefsin
bildiği şeyler konusunda tikel nefislere itiraz etmemesidir (muvâfakat). Sırat,
Yüce Allah’a götüren dosdoğru yoldur.
Bölüm
Başlıca
renkler beyaz, siyah, kırmızı, sarı, yeşil, mavi ve kararmış renktir. Beyaz
şeyleri üç sebepten dolayı beyaz olarak görürsün: Birincisi, nem fazla
olduğundan beyaz olan şeylerde ışık hapsolunmuştur. Nemin (rutubet) rengi ise
süt gibidir. İkincisi, ışığın birçok şeye tuz gibi seyrelerek
girmesidir. Üçüncüsü, ışık, neminin donması sebebiyle beyaz olan
şeylerde hapsolunmuştur. Mesela gümüşte durum b öyledir.
Halbuki
ışık, şeffaf cisimlerin arkasından beyaz görülür. Şayet ona sonradan bir şey
ilişirse (ârız olursa) bu durumda sarı gözükür. Sarı olan şeyler, ışığın saf
bir şekilde görülmesini engelleyen sebeplerden dolayı, ateşin sarı görülmesi
gibi sarı olarak görülür. Çünkü onun sıcaklığı, gözün gözeneklerini kapatır.
Böylece görme gücü, onu tam olarak algılayamaz. Şeffaf cisimlerin bir kısmı
sarı gözükür. Çünkü sıcaklık (gözün) gözeneklerini kapatır. Mesela, beyaz
şeylerin pişirildiklerinde sarılaşmalarında durum böyledir.
Eşyanın
kırmızı görünmesinin iki sebebi vardır: Bunlardan biri, çürütücü, diğeri ise
eritici sebeplerdir. Çürütücülerin sebebi nemin fazlalığı, eriticilerinki ise
aşırı sıcaklıktır. Mesela, bütün sulardan ve nemden kendisine yükselen buharın
çokluğu sırasında ve eritici şiddetli sıcağın bulunması sebebiyle meyvelerin
olgunlaşması ve çiçek açması esnasında güneşi kırmızı olarak görürsün. Bu
bilgiyle ortaya çıkmıştır ki, göz, şeffaf cisimlerin ardından ışığı görüp bu üç
sebepten biri ona baskın geldiğinde ışığı kırmızı olarak görür.
Yeşile
gelince, yersel (karasal/topraksal) nemin ışığa galip gelmesi, gözün sadece onu
görmesinin engellenmesi ya da saf bir şekilde ışığın görmeye engel olmasıyla
oluşur.
Siyah
ise (karasal/topraksal) nemin, ışığın göze veya gözün ışığa ulaşmasını engellemesidir.
Çünkü siyah gözü/bakışı/bakış açısını toplar, beyaz ise ayırır.
Geriye
kalan bütün renkler bu iki taraf (siyah-beyaz) arasındadır. Bunlar üzerine
gözün yaptığı iş, bu ikisinden birinin diğerine baskın gelmesine göre
şekillenir.
Tatlar
dokuz çeşittir: Tatlılık, acılık, tuzluluk, yağlılık, ekşilik, keskinlik,
keskin (şarap vb) koku, tatlılık ve tatsızlık. Tatlılık dili yumuşatır. Acılık
dilin parçalarını ayırır ve sertleştirir. Keskinlik bunu artırır. Tuzluluk
ayırır ve kurutur. Keskinlik, toplar ve büzer. Ekşilik ayırır ve büzer.
Sonra
bil ki ey kardeş! Sen, rahimde sperm (nutfe) olarak yaratıldığından beri
Rabbine yönelensin ve nefsinle (öz) ona bağlısın. Her gün O’nun düzenlediği bir
halden başka bir hale daha tam, daha mükemmel, daha şerefli olarak geçmektesin.
Düşük olan bir mertebeden daha üstün ve şerefli başka bir mertebeye, daha
yüksek bir menzile, Rabbinle karşılaşacağın ve O’nu müşahede edeceğin bir yere
yükselmektesin. (Rabbin) hesabını tamamlasın (hakkını tam olarak versin),
ondan geriye senin nefsine kalan sevinç ve eğlence olsun. Bu sevinç,
peygamberlerle, (Allah’a verdiği) söze sâdık kalanlarla (sıdık), şehitlerle,
sâlihlerle -ki, bunlar ne güzel dostlardırberaber sonsuza kadar, ezelden ebede
kadar devam etsin. Allah seni, bizleri ve bütün kardeşlerimizi doğruya ulaşma
konusunda başarılı kılsın. Allah sana, bizlere ve tüm kardeşlerimize doğru
düşünme/akıl yolunu (sebîlu'r-reşâd) göstersin, zira O, kullarına çok
merhamet edendir.
İhvânus-Safâ
ve Hullânul-Vefâ kitabının üçüncü bölümü olan Aklî
Nefsânîler/ Nefis ve Akla Dair Olan Şeyler (en-Nefsânîyyâtu'l-Akliyyâf)
bölümü tamamlandı. Bunu dördüncü bölüm olan “İlahî ve Dinî Yasalar"
(en-Nâmûsiyyâtu’l-îlahiyyâf) takip etmektedir. Bunun birinci risâlesi “Mezhepler
ve Dinler e dairdir.
İlahî
ve Dînî Yasalara (el-Ulûmun-nâmûsiyyetul-ilâhiyye
ve'ş-şer’iyye) Dair İlimlerin Birinci -İhvân-ı Safâ Risâleleri’nin
Kırk İkinciRisâlesi: Mezheplere ve Dinlere Dair[197]
Rahman
ve Rahim Olan Allah’ın Adıyla!
A |
llah’a
Hamd ve O'nun seçilmiş kullarına selam olsun. “Allah mı daha hayırlıdır
yoksa O’na ortak koştukları varlıklar mı?”1
Ey
kardeş! Bil ki, biz kitabımızın başında sunduğumuz fihristte belirttiğimiz
üzere, psikolojiye ve aklî ilimlere dair risâlelerimizin sonuncusu olan
tanımlar (elHudûd ver-Rusûni) risâlesini bitirdik. Şimdi ise bu dördüncü
bölümde ilahiyâta dair konuları ele almak istiyoruz. İlahiyattan söz etmek, en
yüce maksat ve en yüce gayedir. Bu konuya dair ilk risâlemiz olan mezheplerden
ve dinlerden söz edeceğimiz risâlemize başlıyor ve diyoruz ki:
Bil
ki, insanlar, bedenlerinin biçim ve suretleri, ahlâk ve huyları, işleri ve
zanaatları bakımından farklı oldukları gibi görüşleri ve mezhepleri bakımından
da farklıdırlar.
Bil
ki, onların ahlâk ve huylarının farklı olmasının sebebi, dört açıdan ele alınabilir:
Birincisi, bedenlerinin bileşimi (terkip) ve mizaçlarının karışımı; İkincisi,
beldelerinin toprağı, havasındaki değişim ve yetiştikleri zaman dilimi; üçüncüsü,
dînî yaşantı tarzlarında babalarının ve onları terbiye edip büyüten kimselerin
âdetleri üzerine yetişmeleri ve dördüncüsü de, doğdukları ve ana rahmine
düştükleri anda, feleğin konakları ve yıldızların konumlarıdır.
“Ahlâk
Risâlesfnde bu ilmin bir boyutunu açıklamıştık. Bu
risâlede ise görüş ve mezheplerin asıllarım ortaya koyup, onlardan çeşitli
öğretiler ve hükümler çıkaran âlimlerin ihtilaflarını konu edinen ilim
dallarını ele alacağız. Bu görüş ve mezheplerin miktarından, âlimleri ihtilafa
sürükleyen sebeplerden ve bunların niceliğinden bahsedeceğiz. Ancak bundan önce
âlimlerin ne tür konularda ihtilaf ettikleri, onların nicelikleri ve
mahiyetleri hakkında söz etmeyi gerekli buluyoruz.
Üzerinde
ihtilaf edilen konular üç kısımdır: Bunlar sırasıyla, duyularla algılananlar,
aklî olanlar ve kanıtlanmış İlahî meselelerdir.
Duyularla
algılanan konular, “Duyu ve Duyulur Risalesinde açıkladığımız üzere,
maddenin (heyûlâ) aldığı suretlerdir. Doğrudan onlarla temas halinde olan
duyular, onları algılar ve onlardan etkilenirler.
2.
Nemi, 27/59.
Aklî
konular ise, “Akıl ve Akledilenler Risalesinde açıkladığımız gibi,
algılanan bu nesnelerin resimleridir. Duyular bunları, kendileriyle doğrudan
kurdukları temasın ortadan kalkmasından sonra vehimlerde bir tasavvurun
oluştuğu anda hayâl gücüne iletir.
Kanıtlanmış
İlahî meselelere gelince; bunlar duyularla algılanamayan ve vehimler tarafından
tasavvur edilemeyen (zihinde şekillendirilemeyen) şeylerdir. Geometriye ve mantığa
dair kitaplarda açıkladığımız gibi, ancak delil ve kesin kanıtlar, akılları
bunları onaylamaya ve kabule zorlar. Örneğin, Öklid’in kitabında, kesin kanıt (burhân)
şunu ortaya koymuştur: İster cisim, ister düzlem, ister çizgi türünden olsun,
sonlu olan her miktarın ki, burada onun da hangi ölçüde olduğu fark etmez;
sonsuza dek bir benzerinin (misi) bulunması mümkündür. Bu elbette
duyularla algılanması ve vehimler aracılığıyla tasavvur edilmesi mümkün
olmayan bir hikmettir. Söz konusu hikmetlerin örnekleri bu tür kitaplarda ve
daha başka geometri eserlerinde çoktur.
Yine
felsefeye ve hikmete dair eserlerde, kesin kanıt, mantık aracılığıyla şunu da
ortaya koymuştur: Âlemin dışında ne boşluk ne de doluluk söz konusudur. Bu hikmeti
de duyuların algılaması ve vehimlerin tasavvur etmesi mümkün değildir. Bu tür
şeylerin âlimler nazarında örnekleri çoktur.
Özellikle
Allah’ı bir olarak kabul edip Onu iyi tanıyan bilginler; Allah’ı diri (hayy),
kâdir, âlim, hakîm (sözlerinde ve fiillerinde isabetli olan) ve yaratıcı (hâlık)
olarak kabul etmişler; Onun ayakta durmakla, oturmakla, girmekle, çıkmakla,
hareket ve sükûnla vb şeylerle nitelenemeyeceğini onaylamışlardır. Bu tür
niteliklerle ancak nefis, etkin/faal akıl, melekler ve rûhânîler olarak
isimlendirilen basit cevherler gibi heyûlâdan soyutlanmış suretler
nitelenebilirler. Ne var ki bunların hiçbirisi, herhangi bir suret ve şekilde
duyular tarafından algılanıp vehimler aracılığıyla tasavvur edilemez.
Cahillerin
Allah’ı nitelemelerine gelince; “Allah onların nitelemelerinden münezzehtir.
Ancak onlar, yine de Allah’ın, ihlâs sahibi kulları müstesna [onlar bu tür nitelendirmelerden
uzaktır]”[198]
buyurmak suretiyle kendi zâtını tenzih etmiş olmasına rağmen O’nu
yaratılmışların nitelikleriyle nitelendirmişlerdir. Öyleyse yukarıda
anlattıklarımızdan anlaşıldığı üzere; beş duyu ve vehim gücünün algılayıp
tasavvur etmekten aciz kaldığı türden kesin kanıta dayalı konular, yalnızca
zorunlu kanıt ve kesin delilin akılları onaylamaya mecbur kıldığı
hususlardandır.
Sonra
bil ki, kile, arşın vb şeylerin beş duyuya ait ölçü birimleri olması gibi, kesin
kanıtlar da akılların ölçüleridir. Nasıl ki, insanlar beş duyu ile algılanan
şeylerin değerini ve ölçüsünü takdir ve tahmin etme konusunda ihtilafa
düştüklerinde, kile ve arşın gibi ölçü birimlerine başvuruyor ve onların
sonuçlarına rıza göstererek aralarındaki anlaşmazlıkları çözüyorlarsa, aynı
şekilde zorunlu kanıtları bilen akıl sahibi kimseler de, beş duyu ve vehim gücü
ile algılanıp tasavvur edilmesi mümkün olmayan hususlarda ihtilaf ettiklerinde,
delile, kesin kanıta/burhâna ve zorunlu olarak bilinen önermelerden elde
edilen sonuçlara başvururlar. Herne kadar beş duyu ve vehim gücü ile algılayıp
tasavvur edemeseler de onları onaylayıp kabul ederler. Çünkü onlar, hakkı onaylamanın
batılda diretmekten hayırlı olduğunu bilirler. Yine anlattığımız hususlardan şu
da açık olarak ortaya çıkmıştır ki farklı konular, hisle, akılla ve kanıtla
bilinenler olmak üzere üç cinsten ibarettirler. Dolayısıyla şimdi insanların
hangi sebeplerden ihtilaf ettiklerini ortaya koymak istiyoruz.
Bölüm
Bilinenlerin
Kavranması Konusundaki İhtilafların
Ortaya
Çıkış Nedenlerine Dair
Bil
ki, bize göre, insanların bilinen ve tanınan bu üç konuyu kavramada ihtilaf
etmelerinin sebepleri şu üç kısımdan ibarettir: Birincisi, anlamların
inceliği, soyutluğu ve gizliliğidir. İkincisi, bu anlamlara götüren
çeşitli yöntemlerin, onların kavranmasına yardımcı olan sebepler olmasıdır. Üçüncüsü
ise, insanların bu anlamları kavrayan zihinsel güçlerinin kalitesi ve
kalitesizliği bakımından farklı olmasıdır. İşte insanların görüş ve
mezheplerinin farklı olmasının aslı ve sebebi budur. Diğerleri bunlara ilave
edilen detaylardan ibarettir. Şimdi bu konuyu açmamız gerekirse şöyle
söyleyebiliriz:
İnsan,
yalnızca cisimsel bir bedenin ve rûhânî bir nefsin toplamından ibaret olunca;
o, cisimsel bedeninin uzuvlarıyla sanatları icra ettiği gibi, rûhânî nefsini
de, akılla bilinenleri (ma'kulât) kavramak suretiyle takviye eder. Bu
bakımdan tüm beşerî sanatların, bütün insanların bedensel güçlerinin bir
karşılığı olarak konulmuş olmaları gibi, tümel/küllî ilimler de bütün
insanların zihinsel kuvvetlerinin bir karşılığı olarak konulmuşlardır. Çünkü
tek bir insanın sımrlı(cüzi) gücüyle tüm ilimleri ortaya koyması ve tüm
sanatları icra etmesi mümkün değildir. Bununla birlikte insan nefsinin pek çok
gücü vardır ve bu güçlerden her biri için şaşırtıcı fiiller söz konusudur.
Nitekim bedeninin de çok sayıda oynakları ve nadir organları bulunmaktadır.
Dolayısıyla bedeninin her bir organı için de çeşitli hareketler vardır. Biz,
“Bedenin oluşumu’na dair risâlemizde bu ilmin bir boyutuna temas etmiştik.
Ancak
burada ona dair sekiz türden söz etmek istiyoruz: Bunlar bilinenleri kavramaya
dair güçler/kuvvetlerdir. Öncelikle beş duyu algısından söz edeceğiz. Çünkü
onlar, insanın kendileriyle ilimlere ve tanımlara ulaştıkları nefsin ilk
kuvvetleridir. Ardından beynin ön kısmında yer alan hayal kuvvetini ele
alacağız. Sonra, beynin ortasında bulunan tefekkür kuvvetine ve nihayet beynin
arka kısmında yer alan hafıza kuvvetine değineceğiz.
Şunu
bil ki, insanlar bilinenleri kavramada, bu kuvvetlerinin kalitesi ve kalitesizliği
bakımından birbirlerinden son derece farklılık arz etmektedirler. Bu onların
mezhep ve görüş ayrılıklarının sebeplerinden birisidir. Nitekim insanlardan
bazıları keskin bir görme yetisine sahiptir. Onlar uzaktaki küçük cisimleri
dahi görebilirler. Bir kısmı daha az görürken, diğer bir kısmı ise hiç görmez.
Onların durumu, işitme duyusu bakımından da farklı değildir. Aynı şekilde
onlardan bir kısmı çok hafif sesleri bile işitip, ritimli ve ritimsiz nağmeleri
birbirinden ayırt edebilirken, bir kısmı bu konuda aruz kalıplarına muhtaçtır.
Diğer bir kısmı ise bu tür konularda hiçbir şeyden anlamaz. Onların tatma,
dokunma ve koklama gibi diğer duyu kuvvetlerine dair hükümlerini de bunlara
kıyas edebilirsin. Onların zekâlarına, sezgilerinin kalitesine ve zihinlerinin
berraklığına ilişkin hükümler de bunlara benzer. Nitekim sen, insanlardan
bazılarının çok iyi bir hayal, hassas bir ayırt etme ve süratli bir tasavvur,
hatırlama ve ezberleme kuvvetine sahip olduğunu görürsün. Hâlbuki onların bir
kısmının ise anlayışı kıt, zihni hantal, kalbi kör ve unutkandır. Bu da aynı
şekilde âlimlerin mezhep ve görüş ayrılıklarının sebeplerinden biridir. Çünkü
onların kavrayışları farklı olunca, görüşleri ve inançları da buna paralel olarak
farklılık arz eder.
Bölüm
Bilgi
Kuvvetlerindeki Kavrayış Farklılığının Sebebine Dair
Şunu
bil ki, bize göre, bilme ve kavrama kuvvetlerine dair dile getirdiğimiz farklılıkların
sebebi, onların bizzât kalitesi ve kalitesizliği bakımından farklı olmaları değildir.
Bunun nedeni, ancak onların bilinenlerin suretlerini kavramadaki hallerinin
farklı olmasıdır. Dolayısıyla onların fiillerindeki farklılık da kullandıkları
alet ve edevatların kalite ve kalitesizlik bakımından farklı oluşları
yüzündendir. Bunun nedeni ise, bedenin her bir organının nefsin kuvvetlerinden
birisinin alet ve edevatı olmasıdır. Bedenin uzuvları, bazı insanlarda ya da
bazı zamanlarda kalite ve kalitesizlik yönünden farklı durumlarda olunca, söz
konusu kuvvetlerin fiilleri de onlara bağlı olarak farklı olacaktır. Örneğin,
iki gözbebeği, bedenin iki organıdır. Bu ikisi, görme duyusunun aletleridir.
Onlar sonradan oluşan (arızî) âfetlerden arınmış, sağlıklı, arı ve duru bir
şekilde görme kapasitesine sahip olunca, onlarda, karşılarındaki şeylerin
suretleri, tıpkı aynalarda, karşılarındaki şeylerin suretleri göründüğü gibi
görünür. Dolayısıyla bu görme duyusu, söz konusu görünen nesneleri oldukları
gibi görür. Ancak onlar, maruz kaldıkları herhangi bir afetten dolayı
anlattığımız hususlardan yoksun kalırlarsa, görme duyusu, görülen nesneleri
algılama konusunda engelli olur. İşitme duyusu için de aynı şey söz konusudur.
Nitekim onun aletleri olan işitme kanalları açık ve kirlerden arınmış olurlar
ve herhangi bir arızî afete maruz kalmazlarsa, sesler o kanallarda olduğu gibi
tınılar ve böylece işitme duyusu onları oldukları gibi algılar. Ancak o da
herhangi bir arızî sebepten dolayı zikrettiğimiz hususlardan yoksun kalırsa,
işitilen nesneleri algılama konusunda engelli olur. Koklama duyusu için de
benzer şeyler söylenebilir. O da burun delikleri açık, yoğun akıntıdan ve herhangi
bir arızî engelden arınmış olduğunda kokuları algılar. Onları birbirinden ayırt
eder ve tanır. Burunda akıntı, nezle veya herhangi bir arızî engel bulunursa,
algılama ve ayırt etme yeteneğinden engelli olur. Tatma duyusunun durumu da
bundan farklı değildir. Dilin oylumunda bulunan yaşlık, yeterli olup herhangi
bir afetten arınmış olduğunda, tat alma duyusu, tadılan şeyleri oldukları gibi
tadar ve hepsini birbirinden ayırt ederek tanır. Ancak ne zaman bu yaşlık
herhangi bir karışımla ortadan kalkar ya da onun mizacındaki denge bozulursa,
tatları oldukları gibi algılama ve onları birbirlerinden ayırt etme konusunda
engelli olur. Dokunma duyusunun durumu da aynıdır. O da, deri ile kaslar
arasındaki hücrelerde dokunmuş olan sinirler ne zaman bir afete maruz kalırsa,
dokunma hissini algılamaktan engelli olur. Hayal gücünün durumu için de benzer
şeyleri söyleyebiliriz. Beynin ön kısmı normal ve afetlerden arınmış olduğunda,
algılama kuvvetinin oraya gönderdiği algıların resimlerini orada oldukları
gibi hayal eder; onların görünümlerini içine alır. Ne zaman ki o da, tıp
kitaplarında anlatıldığı üzere aşırı hastalıklardan birisine maruz kalırsa,
göğüs zarı iltihabı (zâtülcenb) ve karasevda (malihulya)
hastalarının durumunda olduğu gibi, fiilini gerçekleştirmeye algılanan
resimleri hayal etme konusunda engelli olur. Beynin ortasına yerleşmiş olan
tefekkür gücünün hükmü de bunun gibidir. O da ne zaman ölçülü ve normal olup
herhangi bir afete maruz kalmazsa, insanın fikri, görüşü, ayırt etme ve anlama
kapasitesi gerektiği gibi olur. Orası da herhangi bir afete veya anormal bir
duruma maruz kalırsa, zihin, fikir yürütme, ayırt etme, görüş belirtme ve bir
neticeye gitme gibi fiillerini ve durumlarını denetleme bakımından engelli
olur. Nitekim beyin, kalpten sonra gelen en değerli organdır. Beynin arka
kısmına yerleşmiş olan hafıza kuvvetinin hatırlama ve unutma bakımından hükmü
de bu şekildedir.
Bu
bölümde anlattıklarımızın hepsini, söz konusu kuvvetlerin tüm hayvanların bilgi
kaynakları oldukları için zikrettik. Bu kuvvetlerin, kullandıkları araçların uygun
yardımlarda bulunmasıyla da kuvvetleri artar. Onların farklı olması durumunda,
kalite ve zekânın az ya da çok olması bakımından bilgileri de farklı olur.
Bütün ilimlerde ve bilgilerde asıl olan budur. İnsanların bilgilerinde
ihtilafın çoğalması ve âlimlerin görüş ve mezheplerinde çekişmeleri, bu
güçlerin eylemlerinin (fiil) farklı olmalarından dolayıdır.
Diğer
bir husus da şudur: Nefse/ruha dair ilimlerle ilgilenen ve onun durumları
hakkında söz eden âlimlerin çoğu, nefsin çeşitli kuvvetleri, fiilleri ve
kendileriyle farklı davranışlar gösterdiği huyları bulunduğu kanaatindedirler.
Daha önce anlattığımız üzere, onlar nefsin hallerinin ve huylarının
farklılığının ancak onun her biri bedenin bir uzvu olan aletlerinin biçim,
kalite ve kalitesizlik yönünden farklı oluşlarından kaynaklandığını
düşünüyorlar. Bir başka husus da; “nefsin bedenin bir mizacı olduğu” şeklinde
ifade ettiğimiz görüşe katılan tabiat ve mantık bilginlerinin, organların
mizacının değişmesi ve biçimlerinin farklılaşması durumunda, canlıların
fiillerinin ve huylarının ve özellikle de insanın hastalık anında ve
organlarının teker teker mizacının değişmesi durumunda, fiillerinin ve
huylarının değiştiğini fark etmeleridir.
İlahiyatçılara
gelince; onlar bu konuda farklı düşünüyorlar. Onların görüşlerini “Ellibirinci
Bölürn’de yer alan risâleler içinde zikrettik. İlahiyatçıların bu konudaki
görüşlerine ilişkin kesin kanıtlarını ise (bütün risâleelrin özetini bir araya
getiren) “er-Risâle el-Câmia”da ifade ettik. Bu bölümde zikrettiğimiz
husus ise, insanların, görüş ve fikirlerinde farklı olmalarına sebep olan
bilgileri ve ilimleri bakımından farklı oluşlarının sebeplerinden bir
tanesidir.
İkinci
sebebe gelince; o anlamların inceliği, letafeti, açıklığı ve görünüşü yönünden
ortaya çıkmaktadır. Bu tıpkı daha önce anlattığımız gibi, beş duyuyla algıla
nan açık cisimsel olgularla beş duyuyla algılanamayan; yalnızca aklî deliller
ve kesin kanıtlar neticesinde bilinebilen gizli ruhsal olgular arasındaki
farklılığa benzer. Bu kısım, âlimlerin görüşleri ve mezhepleri arasındaki farklılıkların
sebeplerinin çoğunluğunu oluşturmaktadır.
İnsanları
bilgilerinde ihtilaf etmeye sevk eden sebeplerden üçüncüsüne gelince; bu
onların farklı kıyas türlerini ve istidlal yöntemlerini kullanmalarıdır. Bu
kısım da dalları ve şubeleriyle ihtilafların çoğunluğunu oluşturur. Ayrıca o,
insanların kazanımlarıdır. Bundan dolayı onlar kınanırlar ya da övülürler;
sevap veya cezayı hak ederler. İlk iki kısma gelince; bunlar onların iradesiyle
değildir; dolayısıyla onların kazanından da değildir.
Bölüm
Bilme/Allâme
Kuvvetlerinin Sayısına Dair
İnsanların
muhtelif konuları kavrayış bakımından farklı oluşlarının sebeplerinin sayısına
ilişkin anlattıklarımızdan açıkça ortaya çıkmıştır ki, bunlardan birisi,
duyu/hassase, hayal, düşünme ve hafıza olmak üzere dört türden ibaret olan
bilme ve kavrama kuvvetlerinin farklılığıdır. Bu kuvvetlerde kalite ve
kalitesizlik yönünden bulunan farklılıklara dair açıklamalara daha önce
değinildiğinden, bu bağlamda onların kavramları kavramalarını sağlayan belli
sebepler ve bu konuda onlara engel olan hususlar üzerinde durmak istiyoruz.
Öncelikle duyu kuvvetlerinden söz edecek, ardından da hayal kuvvetleri bahsine
geçeceğiz. Sonra da düşünme ve hafıza kuvvetlerini ele alacağız.
Her
duyu gücünün (kuvve) duyumsadığı şeyleri algılamasında ihtiyaç duyduğu
şartların açıklanmasına gelince; burada söylediğimiz hususlardan ibarettir.
Şüphesiz beş duyu organlarından her biri, duyumsadıklarını algılamasında, ne
fazla ne de eksik, belli şartların oluşmasına muhtaçtır. Bu şartlardan birisi
ya da bazısı yok olduğunda yahut gerekli olan miktardan fazla veya eksik
bulunduğunda, bu durum onun algıladıklarım hakikatlerine uygun olarak
algılamasına engel olur. Örneğin görme kuvveti, kuşkusuz gördüğü şeyleri
görmesinde belli bir ışığa, uzaklığa, hizaya ve konuma muhtaçtır. Bunlardan
birisi yok olduğunda, bu onun görülen şeyleri hakikatlerine uygun olarak
görmesini engeller. Çünkü görme kuvvetinin, görülenleri zifiri karanlıkta
algılaması mümkün olmadığı gibi, aşırığı ışık ve parlak nurda da algılaması
mümkün değildir. Nitekim insanın, zifiri karanlıkta küçük şeyleri görmesi
mümkün olmadığı gibi açık bir havada, gün ortasında güneşe bakması da mümkün
olmaz. Yine insanın çok uzaktaki ve çok yakındaki küçük şeyleri de görmesi mümkün
değildir. Mesela insan, elini göz kapaklarının üzerine yada göz hizasının
dışında bir yere koyduğunda, onu göremez. Çok kuvvetli bir yaydan fırlatılan ok
gibi çok hızlı hareket eden cisimler de görülemezler.
Diğer
duyu organlarının durumu da bunun gibidir. Onlar da algıladıkları şeyleri
algılamalarında belli şartlara muhtaçtırlar. Onlardan birisi yok olduğunda ya
da gerekli miktardan fazla veya eksik olduğunda, bu durum onun algıladığı
şeyleri algılamasına engel olur.
Bölüm
Her
Duyu Organı İçin Bizzât Gerekli Olan Şeyler
Bil
ki her duyu organı için bizzât kendisine özgü duyulurlar bulunduğu gibi, sonradan
ortaya çıkan/arızî olarak algılanan şeyler de vardır. O, bizzât kendisine özgü
duyumlarında hata etmez. Ancak arızî olanlarda hata edebilir. Bunun bir örneği,
gözdür. Bizzât ona özgü olarak bulunan görülenler; nurlar, ışık ve
karanlıklardır. Renklere gelince, bunlar ancak nur ve ışık aracığıyla
görülebilirler. Diğer cisimlere gelince; onların yüzeyleri, şekilleri,
konumları, boyutları ve hareketleri renkler aracılığıyla görülür. Dolayısıyla
renkleri olmayan cisimler, görülemezler; göz onları idrâk edemez.
Sonra
bil ki, göz, duyu organlarının en üstünü ve algıladıklarının hakikatini en iyi
idrâk edenidir. Nitekim şöyle denmiştir: “ Haber görme gibi değildir; doğru
ile yanlış yani göz ile kulak arasında dört parmaklık mesafe vardır' Ancak
bu üstünlüğüne ve algıladıklarının hakikatini iyice idrâk etmesine rağmen, onun
da büyük hataları, pek çok yanılgıları olabilir. Nitekim insan, küçük bir şeyi
büyük; büyük bir şeyi küçük ya da yakında olanı uzakta; uzakta olanı yakında
görebilir. Örneğin o, berrak bir suyu olan gölün dibindeki gümüş parayı, yakın
ve büyük görür.
Buhar
sisinin ardındaki şeyleri de göz aynı şekilde görür. Belli bir nesneyi olduğundan
daha büyük görür. Aynı şekilde insan, hareketli bir şeyi durağan (sâkin);
hareketsiz olanı da hareketli olarak görebilir. Örneğin, sandalda bulunan
birisi sahile baktığında, oradaki sakin kişileri hareketli; kendisini ve
yanındakileri ise sakin olarak görür.
Yine
o, suyun içinde dikili duran değneğin durumunda olduğu gibi, doğru bir şeyi
eğri; dikili duranı da devrik görebilir. Keza bir koridorun tavanı ile zeminini
uzaktan bir birine çok yakın gördüğü gibi yüksekte olanı, alçakta; alçakta
olanı ise yüksekte görebilir. Bunların örneklerini çoğaltmak mümkündür. Nitekim
bunların sebepleri, optik kitaplarında detaylı bir şekilde açıklanmıştır. Duyu
organlarının en üstünü ve en değerlisi olan görme duyusunun algıladıklarını
ayırt eden ve akıllı olan insanın içine düştüğü hata ve yanılgıların boyutu bu
olunca; ey kardeş, buna kıyasla senin diğer daha düşük derecedeki duyu
organları ve idrâk kuvvetleri hakkındaki kanaatin nedir?
Bölüm
Bizzât
Kendilerine Özgü Duyulurlara Dair Algılarında
Hata Etmeyen Duyu Organlarına Dair
Bu
konuya dair şunları söyleriz: Bil ki, her duyu organı için bizzât kendisine
özgü olan duyulurlar, bir de arızî olarak bulunan duyulurlar vardır. Duyu
organı, bizzât kendisine özgü olan duyumlarda hata yapmaz. O, ancak arızî
olarak kendisine ait olan duyumlarda hata eder ve yanılır. Bunun bir örneği,
görme duyusudur.
Hiç
kuşkusuz onun kendisine özgü duyu nesneleri, bizzât nurlar (ışıklar) ve karanlıktır.
Elbette o, hiçbir zaman bunlara dair duyumlarında yanılmaz. Ancak onun
renklere, şekillere, konumlara, boyutlara, hareketlere vb şeylere dair
duyumlarına gelince; o bunları, daha önce zikrettiğimiz şartlar doğrultusunda
nurun ve ışığın aracılığıyla algılar. O, ihtiyaç duyduğu şartlarda bir
eksiklik olduğunda, bunları algılamada hata ve yanılgı içerisine düşebilir.
Diğer
duyu organlarının ve algıladıklarının durumu da bunun gibidir. Ey kardeş! Bu
konu üzerinde bir düşün. Nitekim eşyanın hakikatlerini ve niteliklerini kabul
etmeyenler ve onlar üzerinde fikir yürütmeyenler; bu konuda kendilerine verilen
[imkânları] inkâr ettiler...
İşitme
kuvvetine gelince; bizzât ona özgü olan duyu nesneleri; sadece sesler ve
nameler/ses tonlarıdır. Tatma duyusuna özgü olanlar, yalnızca tatlar; koklama
duyusuna özgü olanlar, sadece kokular ve dokunma duyusuna özgü olanlar ise, “Duyu
ve Duyulur Risalesinde anlattığımız üzere, çeşitli şeylerdir. Bunları
oradan öğrenebilirsin.
Sonra
bil ki, bu beş duyu organına ait olan her bir kuvvetin, diğerinde bulunmayan
bir özelliği vardır. Onun tamamen kendisine ait olan özelliği, kendisi için
[gerekli olan] şartlar gerçekleşip bir engel ortaya çıkmadığında,
algıladıkları şeylerde hata yapmaz. Diğer bir özelliğe gelince; onlardan her
birinin, diğer duyu organlarının bizzât kendilerine özgü olan duyulurları
algılamasıdır.
Örneğin,
görme duyusu, sesleri, kokuları ve tatları algılamaz. Diğer duyu organları
için de aynı şey söz konusudur. Ancak hareket gibi kendilerine arızî olarak ait
olan duyulurlarda ise müşterektirler. Hareket; göz, dokunma ve işitme gibi duyu
organlarının hepsiyle idrâk edilip bilinebilir.
Bölüm
İnsanın
Duyu Organlarında Bulunan Kuvvetlerin Artırılması
Bu
bağlamda deriz ki: Bil ki Allah, insanın duyu organlarında kuvveti, kaliteyi ve
ayırt etmeyi artırma [imkânını] yaratmıştır. O, bunu diğer hayvanların duyu organlarında
yapmamıştır. Özellikle de insanın dokunma duyusunda bu [imkânları]
fazlalaştırmış ve iyileştirmiştir. Örneğin, insanın ellerinde hayranlık
uyandıran sanatları yapma ve dilinde çeşitli dilleri konuşma kuvveti var
etmiştir. Hâlbuki bunu diğer hayvanların ellerinde ve dillerinde yaratmamıştır.
Bu akıllı olan herkes için açık ve net olan, saklı olmayan bir husustur. Aklı
başında olan insanların çoğu, fil, binek atı, deve, koyun, inek, köpek, kedi,
maymun, papağan gibi insanın hizmetine sunulmuş, ona alıştırılmış ve onun hizmetine
koşulmuş bazı hayvanların, sözün anlamlarını kavradıklarını, emri ve yasağı
yerine getirdiklerini, ancak konuşmaya güç yetiremediklerini zanneder.
Gerçekten de onlar, yasak, emir ve nidâ/ünleme gibi sözün belli kısımlarını
oluşturan bazı kelimelerin anlamlarını kavrarlar. Onların, haberin, istemenin,
soru sormanın ve cevabın anlamlarını bilmeleri hususuna gelince; bu mümkün
değildir. “Canlılar (hayvanlar) Risalesinde bunun sebeplerini
açıklamıştık.
Sonra
bil ki, insan sesleri işitmesi ve ses tonlarını birbirinden ayırt etmesi aracılığıyla
dillerin, konuşmaların ve kelimelerin anlamlarını kavrar. Aynı şekilde o, yazılara
ve kitaba baktığında, onların içeriğinde bulunan söz ve ibarelerin anlamlarını
kavrar. Onun dışındaki diğer hayvanlar ise bunlardan hiçbir şey anlayamazlar.
Sonra
bil ki, insanı diğer hayvanlardan ayıran bilgilerinin çoğu bu iki yoldan sağlanır.
Bil
ki, insanoğlu bu iki kuvvet bakımından son derece büyük farklılıklar gösterir.
Nitekim insanlardan bir kısmı sadece tek bir dili anlar. Bu dilin de
lafızlarından, sözlerinden ve diğer şeylerinden çok az bir kısmının
anlamlarını bilir. İnsanlardan bir kısmı ise çeşitli dilleri anlar, farklı
kitapları güzel bir şekilde okur; her dilden pek çok ismi, lafzı ve sözü anlar,
ince manaları kavrar; diğer bazıları ise bunları yapamazlar. İnsanların bilgi
bakımından farklı oluşlarının, âlimlerin görüş ve mezhep ayrılıklarının
sebeplerinden birisi de budur.
İnsanın
bilgi kapasitesini açıklama hususuna gelince; burada anlattıklarımız doğrultusunda
şunları söyleyebiliriz: İnsanın bütün bilgileri, zaman bakımından yalnızca üç
kısma ayrılır: Onların bir kısmı geçmiş zamanda gerçekleşmiş olanlarla, bir
kısmı gelecekte olacaklarla, bir kısmı da şu anda ve şimdiki zamanda olanlarla
ilgilidir. İnsanlara zaman bakımından geçmişte gerçekleşen hadiseleri öğretme
yollarından birisi haberleri dinlemek olunca, haber verenin yalancı, onu
dinleyenin de onu tasdik etmesi mümkündür. Yine haberci çok doğru, onu dinleyen
ise yalancı olabilir. Evren hakkında, gerçekleşmelerinden önce verilen
haberlerle zamanı belli fakat mekânı belli olmayan şeyler hakkındaki haberlerin
durumu da bunun gibidir. Bu husus da insanların bilgi bakımından farklılık
göstermelerinin, âlimlerin çeşitli görüş ve mezheplere sahip olmalarının sebeplerinden
bir tanesidir.
Bölüm
İnsana
Özgü Bilgilere Dair
Bu
konuda şunları söyleriz: Hiç kuşkusuz Allah, ilk insanı -ki o, insanoğlunun
babası olan [Hz.] Âdem (a.s.)’dıryaratmış ve onu kendisinden öncekilerin çoğuna
tam anlamıyla üstün kılmıştır. Onun üstünlüklerinden birisi de bilgilerinin
çokluğu ve ilimlerinin olağanüstülüğüdür. Allah, insanın bilgi ve ilimlere
ulaşması için çeşitli yollar yaratmıştır. Bu yollardan birisi beş duyu
organıdır. “Duyu ve Duyulur Risalesinde açıkladığımız üzere, insan onlar
aracılığıyla zaman ve mekânda var olan şeyleri kavrar. Onlardan birisi de,
haberleri dinleme yoludur ki insan bununla diğer canlılardan ayrılır; zaman ve
mekân bakımından kendisine gizli olan olayları kavrar. Nitekim Allah, bununla
insana lütufta bulunduğunu zikretmiştir: “İnsanı yarattı ve ona beyanı
öğretti.”[199]
Onlardan bir diğeri de yazı ve okuma yoludur. İnsan bu yolla, sözün, dillerin
ve konuşmaların anlamlarını kavrar. O, bu ikisi üzerinde düşünmek suretiyle
hemcinslerinden zaman içerisinde görmediği ya da mekân itibariyle kendisine
saklı olan hususları bilir. Allah, bu konuda da insana lütufta bulunduğunu
ifade etmiş ve peygamberi Muhammed (a.s.)’a şöyle Duyurmuştur: “Oku! Rabbin,
en büyük kerem sahibidir. O Rab ki kalemle [yazmayı] öğretti. İnsana bilmedikleri
şeyi öğretti.”[200]
İnsan bu üstünlüğü aracılığıyla şerefli meleklerle aynı payeyi paylaşmıştır.
Örneğin Allah, şöyle buyurmuştur: “Şunu iyi bilin ki üzerinizde bekçiler
var, değerli yazıcılar var; onlar, yapmakta olduklarınızı bilirler.”[201]
Bil
ki, okuma ve yazmayı kavramak ve bilmek, sözü ve konuşmaları kavramaktan sonra
gelir. Sözü ve konuşmaları kavramak ve bilmek de, algılananları bilmekten sonra
gelir. Bu, akıllı kimseler için açık ve net olan, onlara saklı kalmayan bir
husustur. Nitekim çocuk ana rahminden çıkar çıkmaz, onun duyu organları
kendilerine mahsus olan duyulurları kavrar. Dokunma duyusu, sertliği ve
yumuşaklığı, görme duyusu, nur ve ışığı, tatma duyusu, sütün tadını, koklama
duyusu, kokuları ve işitme duyusu da sesleri algılar. Ancak o, sözün ve
seslerin anlamlarını bir zaman geçtikten sonra bilir. Çocuk, ilk şeyi dokunma
duyusuyla algılar ve acı duyar. Çünkü dokunma duyusu, duyu organlarının en
kapsayıcı olanıdır. Sonra tat alma duyusuyla algılar ve annesinin sütüyle
diğerlerini birbirinden ayırt eder. Sonra kokuları ayırt eder ve koklamayı
tanır. Sonra açık olan yüksek sesle hafif olan alçak sesi birbirinden ayırır.
Sonra zamanla annesiyle babasının, kız kardeşleriyle erkek kardeşlerinin,
yakınlarının ve diğerlerinin ninnilerini birbirinden ayırır. Sonra adım adım,
tedrici olarak bu şekilde diğer duyu organlarını ve onlara mahsus olan
duyulurları kavrar ve tanır. Bu durum, terbiye çağı bitinceye kadar devam eder.
Emme kapısı kapanır, söz ve konuşma kapısı açılır. Sonra, bunun ardından okuma,
yazma, edebiyat, sanat, matematik, haberleri ve rivayetleri işitme, fıkıh,
ilimler ve bilimler hakkında düşünme, varlıkların hakikatlerini bilmeyi
arzulama, evreni araştırma, açık olandan hareketle gizli olanın, algılananlardan
hareketle [algılanamayan] akledilirlerin ve cisimsel olanlardan hareketle
ruhsal olanların, matematik, hesap ve geometri gibi ilimlerden hareketle tabiat
ilimlerinin, tabiat ilimlerinden de hareketle ilahiyât ilimlerinin -ki bu
ilimlerin en yüksek gayesi, ebedi saadet ve sonsuza dek varlığını sürdürme
vesilesidirhükmünü çıkarma günleri gelir. Allah seni ve bizleri bu gayeye
ulaştırsın; göğsünü genişletsin, kalbini açsın, kavrayışını nurlandırsın,
nefsini arındırsın, ahlâkını güzelleştirsin, durumunu düzeltsin, amellerini kusurlardan
uzaklaştırsın, sana [güzel] fikirler ihsan etsin, kitabı ve beyanı öğretmek
suretiyle velilerine ve nebilerine ikramda bulunduğu gibi sana da ikramda
bulunsun. Nitekim Allah şöyle buyurmuştur: “Sonra Kitaba (İlahî kelamı
tebliğ işine) kullarımızdan seçtiklerimizi varis kıldık.”[202]
Bölüm
Hayal
Gücüne Dair
Deriz
ki: Daha önce, duyu kuvvetinin hallerinden bir kısmına, onlar arasında duyulurları
algılama bakımından görülen f arklılıkların nasıl oluştuğuna ve bu algılamada
onlara yardımcı olan sebeplerle engel olan sebeplerin neler olduğuna değinmiştik.
Bu bölümde ise yeri beyin/dimağ olan hayal kuvvetinin hallerinden bir kısmına
değinmek istiyoruz. Çünkü duyu kuvvetlerinden sonra, onlar aracılığıyla
algılanan duyulurların resimlerini ele alma konusu gelir. Yine hayal kuvvetinin
fiillerine yardım eden sebeplerle buna engel olan sebepleri ele alacak,
ardından da insanların bu kuvvet bakımından farklı derecelerde bulunmalarını
zikredeceğiz. Çünkü bu, onların ilimler ve bilimlerde, görüşlerde ve mezheplerde
farklı oluşlarının sebeplerinden birisidir. Ancak bu kuvvetin, duyu kuvvetleri
içinde hayal edilenleri en çok duyumsayan ve fiiller bakımından onların en
büyüleyici olması nedeniyle bunun sebeplerini anlatma ihtiyacı hissettik. [Bu
konuda] şunları söyleriz: Kuşkusuz bu kuvvetlerin büyüleyici özellikleri ve
zarif fiilleri vardır. Bunlardan birisi, onların diğer duyulur şeylerin
hepsinin resimlerini almaları ve onları, duyu organlarının gözlem alanından
kaybolduktan sonra hayal etmeleridir. Bunlardan bir diğeri de, onların, duyu
yoluyla basitçe bilindikten sonra hakikati olan ve olmayan şeyleri hayal
etmeleri ve imgelemeleridir. Çünkü insanın, duyunun nefse ilettiği suretleri
heyûlâda dilediği şekilde çoğaltma imkânı bulunan bir kuvveti vardır. Nitekim insan,
onları suretlerin kilidi konumunda bulunan heyûlâdan soyutlanmış ve bazılarını
gizlenmiş bir halde bulur. Onları, kendilerine dokunmadan ve bir irtibat
kurmadan soyut olarak aldığında, aralarını dilediği gibi birleştirme ve terkip
etme imkânına sahip olur. Böylece o, heyûlâya bitişik olmadıkları halde
onların bazısını bazısıyla birleştirir. Örneğin, insanın bu kuvvet aracılığıyla
bir deveyi, bir palmiye ağacının tepesinde; bir palmiye ağacını bir devenin
sırtında; bir kuşu dört ayaklı; bir atı iki kanatlı ve bir eşeği, insan kafalı
olarak hayal etmesi mümkündür. Nitekim bu tür şeyleri, ressamlar ve nakkaşlar,
hakikati olan ya da olmayan cinlere, şeytanlara ve garip deniz yaratıklarına
ait suretler olarak yaparlar. Ancak insan için, bu kuvvet sayesinde hayal ile
tasavvur iki sebepten dolayı aynı düzeydedir. Birincisi, bu tür hayallerde,
duyulurların resimlerinden pek çok maddenin, her ne kadar farklı cinslerden,
çeşitli sanatlardan ve diğer kısımlardan olsalar da bir arada bulunmalarından
dolayı, hayal kuvvetinin onları, heyûlâda hakikati ister bulunsun ister
bulunmasın değişik tarzlarda terkip etmesi mümkündür.
Diğer
sebep ise, nefsin cevherinin ve letafetinin şerefi, rûhânîyetinin şiddeti ve
kendisinde bulunan malumata dair resimleri ve onların tasavvurlarını kolaylıkla
kabul etmesidir. Çünkü her madde (heyûlâ), bir cevher olarak çok
latif/ince, rûhânîyet bakımından ise çok güçlüdür. Bu açıdan o, suretleri
kabulde en çabuk etkilenen ve bunu en kolay bir şekilde yapandır. Örneğin tatlı
su, cevher olarak toprağa oranla daha latif olduğu için tatları ve renkleri
kabulde daha süratli etkilenir. Temizliği, tatlılığı ve akıcılığı nedeniyle
bunları daha kolay kabul eder. Aynı şekilde hava, bir cevher olarak sudan daha
latif ve akıcı olduğu için, sesleri ve kokuları kabul etmede daha çabuk
etkilenir. Yine ışık ve nur havadan daha latif olduğu için onun renkleri ve
şekilleri algılaması, rûhânî olarak daha hızlı ve güçlüdür. [Diğerlerinde durum
böyle olunca, acaba,] nefsin letafeti ve rûhânîyeti nasıldır (hesap et)! Belki
de bu kı sim, duyulurlara dair ilimlerin incelikleri üzerinde düşünen çoğu
kimseye kapalıdır. [Onların durumu bu ise, duyumsanamayan] rûhânî olaylar
üzerinde düşünenlerin durumu nasıldır! Çünkü nefsin cevheri, nurun ve ışığın
cevherine nispetle çok daha latif ve rûhânîdir. Bunun delili, onun diğer
duyulurların ve makullerin hepsinin re simlerini kabul etmesidir. İşte bu iki
sebepten dolayı insan, hayal kuvveti sayesinde, duyu kuvvetleriyle yapamadığı
hayal etme ve imgeleme işini yapmaya güç yetirir. Çünkü nefis ruhanî, diğerleri
ise cismânîdir. Bu yüzden nefis, cismânî cevherlerde duyumsadığı şeyleri,
dışarıdan kavrar. Hayal kuvvetine gelince; o, onları bizzât kendi içinde hayal
ve tasavvur eder (zihninde şekillendirir). Bu söylediğimizin doğruluğunun
delili, beşer olan sanatkârlardır. Çünkü her sanatkâr, önce, harici hiçbir şeye
ihtiyaç hissetmeksizin eserinin suretini düşünür, hayal ve tasavvur eder.
Bundan sonra herhangi bir mekânda ve zamanda bulunan bir heyûlâya yönelir.
Ardından ona, “Pratik Sanatlar Risalesinde açıkladığımız üzere
düşüncesinde canlandırdığı gibi birtakım aletler ve hareketler yardımıyla şekil
verir.
Hayal
kuvvetinin özelliğinden birisi, beş duyu organından birisinin yönlendirmediği
bir şeyi hayal etmekten aciz kalmasıdır. Nitekim gözü olmayan hiçbir canlı/
hayvan renkleri, işitmesi olmayan hiçbir hayvan da sesleri hayal edemez ve
imgeleyemez. Çünkü eşyayı hayal ve tasavvur etme daima duyusal algıya bağlıdır.
Akıl da çıkarsama faaliyetinde bizzât delilin kendisine tâbidir. İnsana
gelince; sözü kavradığında, ona verilen anlamları hayal etme imkânına sahip
olur.
Bölüm
Hayal
Kuvvetinin Şaşırtıcı Yanları ve
İnsanların Onda Farklılık Göstermelerine Dair
Bu
konudaki sözümüz şudur: Bil ki, insanlar bu kuvvet bakımından birbirlerinden
son der ece büyük farklılık gösterirler. Bunun delili, senin çocuklardan
birçoğunun, büyüklerin ve ergenlik çağma ulaşanların birçoğuna oranla
işittiklerini daha çabuk tasavvur ettiklerine ve kendilerine nitelikleri
bildirilen şeyleri hayallerinde daha güzel canlandırdıklarına tanık olmandır.
Nitekim âlimlerin, akıllıların ve ilim ve edebiyat alanlarında eğitimli olan
kimselerin çoğu, doğruluğu kesin delil ve burhânlarla ortaya konan şeylerden
pek çoğunu tasavvur etmekten aciz kalırlar.
Sonra
bil ki, insanların bu kuvvet bakımından farklı derecelerde bulunmalarının
sebebi, nefislerinin cevherlerinin farklı olması değildir. Aksine tıp
kitaplarında anlatıldığı üzere, dimağlarının bileşiminin (terkîb) ve onların
mizaçlarındaki dengenin/ itidalin f arklı olması ya da dimağların bozuk ve kötü
mizaçlı olmasıdır. Bu kuvvetin şaşırtıcı fiillerinden birisi, insan için onun
aracılığıyla büyüleyici işler yapmasının kolay olmasıdır. Nitekim Hint halkının
kâhinlerinden bir grubun imgelem yoluyla başkaları üzerinde şaşırtıcı etkilerde
bulundukları anlatılır. Ancak insanların çoğu böyle bir şeyi kabul etmezken
Yunan bilgeleri ve filozofları bunu mümkün görürler ve bizzât insan için kolay
olduğunu düşünürler. Bununla birlikte onun, insanın dışındaki bir varlık
üzerinde gerçekleştirilmesi gerçekten uzak bir ihtimaldir. Biz bu konuyu, “İçsel
Aydınlanma/Zecr, Kalplerin Nurlanması Risalesinde açıklamıştık. Bu kuvvetin
şaşırtıcı fiillerinden biriside, çocukların, cahillerin ve akıllı kimselerin çoğunun
yaptığı gibi kıyaslar terkip etmek suretiyle eşyanın hakikatleri hakkında dikkatlice
düşünüp taşınmadan hüküm vermesidir.
Örneğin
küçük bir çocuk yetişip anne-babasını görür, onlar hakkında düşünür ve onları
birbirinden ayırt eder; sonra kendisi gibi başka bir çocuk görür ve hayal
yoluyla kendi durumuna kıyas ederek onun da bir anne babasının bulunduğu hükmüne
varır. Kendisinin erkek ve kız kardeşi varsa, düşünüp taşınmadan ve iyice hesap
etmeden kendi durumuna kıyasla onun için de aynısının bulunduğunu zan ve hayal
eder.
Ey
kardeş! Bu konuda sen ne dersin? Bu doğru mu yoksa yanlış bir kıyas mı? Hatta
o, belki de anne babasının evinde herhangi bir hayvan ya da eşya görür veya
orada sıcak ya da soğuğa, açlık ya da susuzluğa, acı ya da üzüntüye maruz
kalır; sonra doğru mu yanlış mı yaptığını düşünüp taşınmadan kendi durumuna
kıyasla diğer çocukların da başlarına aynı şeylerin geldiğini zan ve hayal
eder. Sonuçta büyür, düşünür ve ayırt etmeye başlar ve bu kıyasında doğru ile
yanlışı açıkça fark eder.
Sonra
bil ki, sen akıllı kimselerden ve ilimle uğraşanlardan çoğunun yaptıkları
kıyaslarda bu durumda olduklarını görürsün. Çünkü insanların çoğu kendi beldesinde
gece veya gündüzü, kış veya yazı, sıcak veya soğuğu, rüzgâr veya yağmuru
gördüğünde, orada olup bitenlere kıyasla aynı vakitte diğer beldelerde de
benzer şeylerin olduğunu zan ve hayal eder. Matematik, geometri ve fizik
ilimlerine baktığında ise bu kıyasının yanlış mı doğru mu olduğunu açıkça
anlar. Yine sen, bu ilimlerde eğitim görmüş kişilerin çoğunun, kendi
ülkelerinin dışındaki ülkelerde gördükleri geniş arazilere, onların ardından
gelen geniş hava boşluğuna ve onların ardından da geniş bir gezegenler
sahasının bulunmasına kıyas ederek bu evrenin dışında sonsuz bir boşluğun
bulunduğunu zan ve hayal ettiklerini görürsün.
Aynı
şekilde onlar, evrenin nasıl ortaya çıktığı, göklerin ve yerin nasıl yaratıldığı
üzerinde düşündükleri zaman, insan fiillerine kıyasla bunların bir zaman ve
mekânda olduklarını zan ve hayal ettiler. Derin görüşlü kimselerden, evrenin
bir mekânda bulunmadığına dair sözlerini işittiklerinde, bunun nasıl
olabileceğini tasavvur edemezler. Evrenin zaman içinde de bulunmadığı
söylendiğinde ise, hiçbir kesin delil ve burhân göstermeden onun kadîm/ezelî
olduğunu zan ve hayal ederler.
Bölüm
Bu
Kuvvetin Üstünlüğüne Dair
Şöyle
deriz: Bil ki, kuşkusuz biz bu hayal kuvvetinin şaşırtıcı yönlerinden çoğunu
anlattık. Algılama ve kavrama kuvvetlerinin en şaşırtıcı olması nedeniyle onun
hallerine ilişkin özellikleri belirttik. Nitekim âlimlerin çoğu, hayal kuvveti
denizinde yollarını yitirmişler ve onun büyüleyici hayalleri karşısında
şaşırıp kalmışlardır. Çünkü insanın bu kuvvet aracılığıyla bir saat içinde doğu
ve batıyı, karaları ve denizleri, ovaları ve dağları uzaydaki gezegenleri ve
engin gökleri dolaşması mümkündür. O, evrenin dışına bakar ve orada sonsuz bir
boşluk/feza hayal eder. Belki geçmiş zamanı ve evrenin var olmaya başladığı
anı, ardından da onun yok oluşunu hayal eder. Yine o, esas itibariyle varlıktan
hareket ederek hakikatleri bulunsun bulunmasın yukarıda anlatılan türden
şeylerin varlıklarına intikal eder.
Bu
durum, âlimlerin görüşlerinde, mezheplerinde ve [sahip oldukları] ilimlerinde
farklı oluşlarının sebeplerinden birisidir. Nitekim sen, akıllı kimselerin
çoğunun, bu kuvvet aracılığıyla herhangi bir şeyi düşünüp hayal ettiklerinde
onun gerçek ol duğunu zannettiklerine ve hiçbir kesin delil ve burhân
bulunmaksızın gerçek olduğu konusunda bir yargıya vardıklarına tanık olursun
Yine
onlardan çoğu çeşitli ilim dallarından bir şey işittiklerinde, bu kuvvetin acizliği
ve yetersizliği nedeniyle onu tasavvur etmeden ret ve inkâr ederler. Bu konuda
elbette bir delile ve kesin kanıta/burhâna başvurmazlar.
Hüküm
vermede insaflı olan, kendileriyle övünmeden gerçeğin peşinde koşan akıllı
kimselere gelince; onlar, hayal edilen şeylerle ilgili bir haber işittiklerinde
ve çoğunlukla bir şeyi hayal ettiklerinde hemen onun doğruluğu ya da
yanlışlığı hakkında hüküm vermezler. Ancak mantıkçıların ve mühendislerin
yaptığı gibi onun doğruluğuna ya da yanlışlığına dair kesin bir kanıt ve burhân
bulduktan sonra bir yargıya varırlar.
Bu
hayal kuvvetinin özelliklerinden ve onun şaşırtıcı fiillerinden bir kısmını zikrettikten
sonra, düşünce kuvvetinin özelliklerinden bir kısmını anlatmak, onun duyulurların
hayaldeki resimlerini nasıl değerlendirdiğine değinmek istiyoruz. Düşünce
kuvvetinin fiilleri daha değerli ve şaşırtıcı yönleri daha çoktur.
Bölüm
Düşünce
Kuvvetinin Fiillerine Dair
Bu
konuda şöyle deriz: Bil ki, düşünce kuvvetinin pek çok özellikleri, muhayyile
ve diğer algılama ve kavrama kuvvetlerinin fiillerini de kapsayan şaşırtıcı
fiilleri vardır. Dolayısıyla bu kuvvetin fiilleri iki kısma ayrılır: Birincisi,
soyut olanlara ait fiilleri, diğeri de nefsin diğer kuvvetleriyle ortak olan
fiilleridir. Bunlardan bir kısmı sanatlarla ilgilidir. Onların çoğu, aleti
dimağın ortası olan düşünce kuvveti ile aleti eller olan sanat kuvveti arasında
müşterek fiillerdir. Bir kısmı da, söz, konuşmalar ve dillerin hepsiyle
ilgilidir. Bunlar da düşünce kuvveti ile aleti lisan olan konuşma kuvveti
arasında ortak fiillerdir. Diğer bir kısmı ise, duyulurların hayaldeki resimleriyle
ilgilidir. Bunlar da düşünce kuvveti ile aleti beynin ön kısmı olan hayal
kuvveti arasında ortak fiillerdir. Bir başka kısım, hafızada bulunan bilgilerin
resimleriyle ilgilidir. Bu kısım da düşünce kuvveti ile aleti beynin arka
kısmı olan hafıza kuvveti arasında müşterek fiillerdir.
Düşünce
kuvvetinin soyut olanlara özgü fiillerine gelince; bunlar; düşünce, derin
tefekkür, ayırt etme, tasavvur, bir şeyi dikkate alma, birleştirme/terkip,
analiz etme, toplama ve bir araya getirme, kesin kanıt sunan/burhânî kıyas
yapmadır. Düşünce kuvvetinin ayrıca zihinsel uyanıklık/fıraset, zecr/içsel
aydınlanma, kalbin nur lanması, kehanette bulunma, hatırlama, ilham, vahiy,
rüya görme ve yorumlama gibi fiilleri de vardır.
Bunların
açıklamasına gelince; deriz ki: Kuşkusuz insan, düşünce kuvveti ile derin
tefekkürde bulunarak ilimlerin ince ve derin meselelerini ortaya çıkarır; idare
ve siyasette tedbir imkânı elde eder. İbret nazarıyla bakmak suretiyle geçmişte
gerçekleşen olayları bilir; tasavvur yoluyla eşyanın hakikatlerini kavrar.
Terkipte bulunarak sanatları ortaya çıkarır; analiz aracılığıyla basit ve
bileşik cevherleri bilir. Toplamak ve bir araya getirmek suretiyle cinsleri ve
türleri tanır. Kıyas yaparak zaman ve mekân itibariyle bilinmeyen ince
meseleleri kavrar; zihinsel uyanıklık ve çabuk kavrayış yoluyla tabiatlarda
bulunan şeyleri tanır. İçsel aydınlanma ve kalbin nurlanması sayesinde olayları
ve hallerin değişimini bilir; kehanet aracılığıyla olayları astronomik
verilerin gereğine uygun olarak öğrenir. Rüya ve rüya yorumu ile müjdeli ve
uyarıcı olayları bilir. Vahyi ve ilhamı kabul etmeksuretiyle ise ilahi yasaları
ortaya koymayı ve semavi kitapları tedvin etmeyi öğrenir.
Düşünce
kuvvetinin üstünlüklerine ve hükümlerine gelince burada açıklandığı gibidir:
Düşünce kuvvetinin diğer duyu ve hayal kuvvetleriyle onların algıları arasındaki
yeri, yargıcın basımlar ve davacılar arasındaki yerine benzer. Nitekim yargıç
yalnızca onlar tarafından bilinen dinî bilgiye ve yasaya ya da basımlar
arasında ittifakla kabul edilmiş aklî kıyaslara göre hüküm verir. Çünkü
davacılar, sadece, basımlar tarafından da bilinen tanıkları, belgeleri, ölçü
ve ölçekleri kabul ederler.
Yeri
dimağın ortası olan düşünce kuvvetinin hüküm vermesi; duyu algıları, hayaller
ve imgelemler hakkında bir yargıda bulunması bu şekilde olur. Nitekim akıllı
kimseler, aralarındaki çekişme ve düşmanlık dolayısıyla görüşler, dinler ve
mezhepler hakkında bir iddiada bulunduklarında, düşünce kuvveti, hemen iki
hasımdan birisinin doğruluğuna ya da yanlışlığına hükmetmez. O, bu ikisi
hakkında, ancak beş duyudan ikisinin bir tanıklıkta bulunmasından ya da aklın
ilk prensiplerinden olan tikel önermelerin neticelerinin belli olmasından sonra
bir yargıda bulunur. Şarabın rengini belirleme konusunda ayrılığa düşen iki
kişinin durumu buna örnek olarak verilebilir. Onlardan birisi, onun su renginde
olduğuna hükmeder, diğeri ise bunu kabul etmez. Sonra düşünce kuvvetinin
yargısına başvururlar. O da hemen bu ikisinden birisinin doğruluğuna ya da
yanlışlığına hükmetmez; ancak beş duyudan ikisinin -ki bunlar tat alma duyusu
ile görme duyuşudurlartanıklığından sonra bir yargıda bulunur.
Yine
bu ikisi, gülsuyu, kaynatma yoluyla elde edilmiş sirke, beyaz neft vb renkleri
suyun rengine, dokunuşu suyun dokunuşuna benzeyen cisimler hakkında ileri sürülen
görüşler üzerinde ihtilaf etseler, düşünce kuvveti bu ikisi hakkında, ancak tat
ve koku duyularının tanıklığından sonra bir hükme varır.
Bu
örnekler ve kıyaslar dikkate alındığında, düşünce kuvvetinin, tüm hükümler ve
yargılara dair duyum ve hayaller üzerine verilen hükümler konusunda ihtilafa düşen
insanlar arasında verdiği diğer hükümlerin de aynı şekilde gerçekleşmesi gerekir.
Ey
kardeş, bu konuyu araştır ve dikkat et! Kuşkusuz o, ilimlere giden ilk yoldur
ve insanlar arasında duyulurlara ve hayal edilenlere dair algılar ve kavramlar
konusunda ortaya çıkan ihtilafların ilkidir.
İnsanlar
arasında duyulurlara ve hayal edilenlere dair algılarla ilgili ortaya çıkan
ihtilafların sebeplerinin hepsini ele aldıktan sonra, akıllı kimseler arasında
aklın ilk prensipleriyle bilinen şeylere dair ihtilafların sebeplerinden bir
kısmını anlatmak istiyoruz. Çünkü bu konu, sıralama itibariyle duyulurlardan
sonra gelir. Nitekim aklın ilk pernsiplerinden olan kategoriler/makûlât,
“Kategoriler/Kategoryas Risâlesi’nde açıkladığımız üzere, beş duyu
aracılığıyla zihinde toplanan ve türler ve cinsler olarak isimlendirilen
fertlerden elde edilen tikel duyumların resimlerinden başka bir şey değildir.
Sonra
bil ki, akıllı kimseler, aklın ilk prensipleri aracılığıyla bilinen bu şeyleri
tanıma konusunda gerçekten son derece büyük farklılık gösterirler. Bunun
delili, dediğimiz gibi senin her insanın en fazla duyulurlar üzerinde
düşündüğüne ve en çok hayal edilenleri dikkate aldığına tanık olmandır. Hiç
kuşkusuz bizzât aklın ilk prensipleriyle bilinen şeyler, sayı bakımından en çok
olanlar ve şeyhler ve duyulur nesneler konusunda tecrübe sahibi kimseler
tarafından en sıkı bir şekilde İncelenenlerdir. Bunun delili, Yüce Allah’ın şu
sözleridir: “Allah sizi analarınızın karnından hiçbir şey bilmez durumda
iken çıkardı’[203],
“İnsana bilmediğini öğretti”[204],
“... Sizin de babalarınızın da bilmediği şeylerin size öğretildiği...”[205]
[206],
“Her ilim sahibinin üstünde daha iyi bir bilen vardır”11, “Allah
sizden iman edenlerin ve kendilerine ilim verilenlerin derecelerini
yükseltir.”[207]
Bölüm
Aklın
İlk Prensipleriyle Bilinenlere Dair
Bu
konudaki sözümüz şudur: Bil ki, aklın ilk prensipleriyle bilinen şeylerin bir
kısmı her akıllı kimse için açık ve belli, bir kısmı ise birazcık düşünmeyi
gerektirecek ölçüde kapalı ve gizlidir. Diğer bir kısmında ise, iyice
araştırmaya ve derin düşünmeye ihtiyaç vardır. Buna örnek, akıllı kimselerin
şu sözüdür: “Bütün parçasından büyüktür”. Kuşkusuz bunun, aklıselimin ilk
prensipleri arasında olduğu bilgeler nazarında açıktır. Ancak onların, “Farklı
şeylerin üzerine eşit şeyler ilave yapıldığında, hepsi aklıselimin ilk
prensipleri bakımından farklı olur” sözüne gelince; bunda biraz düşünmeye
ihtiyaç vardır. Ancak onların, “Eşit oranlarda bulunan dört porsiyonun iki
katından birincisi, dört katından üçüncüsüne denktir” sözüne gelince; bunda çok
sıkı bir araştırmaya ve hassas bir düşünceye ihtiyaç vardır. Bu örnek,
kategorilerin ve keskin akılla bilinen şeylerin farklı olduklarını
göstermektedir.
Sonra
bil ki, akıllı kimselerden çoğu, aklın ilk prensipleriyle bilinen şeylerin hatırlananlardan
ibaret olduğunu zannederler. Bunların cisimle ilintili olan şeylere nispeti
hatırlamayı gerektirir. Dolayısıyla onlar ilmi, hatırlama/tezekkür olarak nitelendirirler.
Bu konuda Eflatunun, “ilim hatırlama/tezekkürdür” sözünü delil olarak
kullanırlar. Hâlbuki durum onların zannettikleri gibi değildir. Çünkü Eflatun,
“ilim hatırlamadır” sözüyle, sadece, nefsin bilkuvve bilici olduğunu,
dolayısıyla onun bilfiil bilici oluncaya kadar öğretilmesi gerektiğini kast
etmiş, bu yüzden de ilmi hatırlama olarak nitelendirmiştir. Sonra, öğretimin
ilk yolu, duyu organları, ardından akıl, onun ardından da burhân/kesin
kanıttır. Elbette insan, duyu organları bulunmadığında, hiçbir şey
bilemeyeceği gibi, burhânla kanıtlananlar, akılla bilinenler ve duyulurlar
olmadan da bir şey öğrenemez.
Bu
söylediklerimizin doğruluğunun delili, duyu organlarının hiçbir şekilde algılayamadığı
her şeyi hayal gücü hayal edemez. Hayal gücünün hayal edemediği şeyleri de
akıl tasavvur edemez.
Eğer
akıl ile bilinen bir şey bulunmazsa, ona dair burhân da bulunmaz. Çünkü burhân,
sadece, aklın ilk prensiplerinden alman zorunlu öncüllerin sonuçlarından
ibarettir. Aklın ilk prensipleri içerisinde yer alan şeyler ise, sadece, duyu
organları yoluyla tikel fertlerden elde edilen türlerin ve cinslerin
tümellerinden ibarettir. Bunun delili şu çocuğun durumudur. Eğer o, on cevizin
beş cevizden daha fazla ya da on arşın uzunluğundaki bir kerestenin altı arşın
uzunluğundaki bir diğer keresteden daha uzun olduğunu bilemeseydi, bütünün
parçasından daha çok olduğunu nereden bilebilirdi?
Akılla
bilinen diğer hususların durumu da bunun gibidir. Çünkü onların da ilk
prensipleri duyu organları yoluyla elde edilmiştir. Yine bunun delili, senin
duyumları daha fazla olanların onlar üzerindeki düşüncelerinin, hayalleri daha
fazla olanların da onlar üzerindeki dikkatlerinin daha çok olduğuna, tanık
olmandır. Nitekim o sayı bakımından daha fazla şeye sahiptir. Dolayısıyla
onlara dair tetkikleri de daha fazladır. Zikrettiğimiz hususlardan açıkça
anlaşılmaktadır ki akılla bilinen şeyler; tamamı zihinde bulunan, cinsler ve
türler olarak nitelendirilen nesnelerden ve fertlerden duyu organları yoluyla
elde edilen tikel duyumların resimlerinden başka bir şey değillerdir. Açıkça
görüldüğü üzere, akıl, insan için, bizzât duyulurların resimlerini tasavvur
ederek düşünce yoluyla onların cinslerini, türlerini ve zâtlarını birbirinden
ayırt edip, cevherlerini ve arazlarını bildiğinde, ayrıca dünya işlerini
tecrübe edip günlerin insanlar arasında neleri getirip götürdüğüne ibretle
baktığında konuşan/ düşünen nefisten (en-nefsu n-nâtıka) başka bir şey
değildir.
Sonra
bil ki, duyulurlar üzerinde daha fazla düşünen, varlıkların hallerine daha
dikkatli bakan, gizli olanları daha iyi araştıran, dünyevî işlere dair
tecrübeleri daha fazla olan ve insanları daha iyi gözlemleyen herkes, insanoğlu
içerisinde akıl bakımından en üstün ve çağdaşları arasında da ilim bakımından
en ilerde olanlardır.
Sonra
bil ki, hiç kuşkusuz akıllı kimseler akılları itibariyle birbirlerinden son derece
farklı derecelerde bulunmaktadırlar. Bu dereceleri ancak onları yaratan,
hikmeti ve yaratıklarına dair ilmi uyarınca onların bazısını diğer bazısına
üstün kılan Allah bilebilir.
Sonra
bil ki, insanların akılları itibariyle birbirlerinden farklı derecelerde bulunmalarının
çeşitli nedenleri ve sebepleri vardır. Bu sebeplerden biri, akılların üstünlüklerinin
çokluğu ve akıllı kimselere dair sayılarını yalnızca Allah’ın bildiği meziyetlerdir.
Tek
bir kişinin tüm ilim dallarında uzmanlaşmasının imkânsız olduğunu açıkladığımız
gibi, bu üstünlüklerin hepsinin tek bir fertte toplanması da, ömrün kısalığı ve
engellerin ortaya çıkması dolayısıyla mümkün değildir. Çünkü bütün ilimler, tüm
sanatların, sanatkârların hepsinin kuvveti karşılığında ortaya konmuş olması
gibi, insanların tamamının kuvveti karşılığında ortaya konmuştur.
Ancak
bu durumda insana gerekli olan, en uygun, en iyi ve en üstün olanı seçmesidir.
Nitekim akıllı kimseler, insanların en üstün olanlarıdır. İnsan hayvanlardan,
hayvanlar bitkilerden, bitkiler de[208]
rükünlerin en ... üstünü ve tabiatlarının özüdür.
İnsan
bütün hayvanların suretlerinin bir özetidir. O, kendisinde bitkilerin kuvvetlerinin,
madenlerin özelliklerinin ve bunlardan meydana gelip ortaya çıkan en önemlilerin
tabiatlarının en kapsayıcı şekildeki karışımı bulunan bir bütündür.
Ancak
bunların hepsinin bir fertte bulunması mümkün değildir. Bu özellikler tüm
fertlere dağıtılmıştır. Onlar, insanlar dünyada kaldıkları sürece çoğalır ve
azalırlar. Bu insanların tabiatlarının farklı olmalarının sebeplerinden bir
tanesidir. Onların tabiatlarının farklı olması ise, akıllarının farklı
düzeylerde bulunmasının sebeplerinden biridir.
İnsanların
akılları itibariyle farklı mertebelerde bulunmalarının ikinci sebebi,
fiillerini gerçekleştirmede bedenlerinin karışımlarına bağlı olan nefislerinin
cevherlerinin özelliğidir. Üçüncüsü, tek bir insanın, şahsında toplaması
mümkün olmayan ilimlerin ve bilgilerin şaşırtıcı yönlerinin çokluğudur.
Dördüncüsü, onların fiillerinin ve işlerinin şaşırtıcı yönlerinin, sanatlarının
ve geçimlerini sağlamadaki çabalarının farklılığının ve siyasetlerindeki
tedbirlerinin sayılamayacak kadar çok olmasından dolayı, tek bir insanın
bunların hepsini birden kullanarak hareket etmesinin mümkün olmamasıdır.
Beşincisi, güzellikte ve çirkinlikte birbirlerine zıt olan ahlâklarındaki farklılıklar
ve adetlerinin kalite ve kalitesizlik arasında gidip gelmesidir. Bunların
hepsinin de tek bir insanda bir araya gelmesi mümkün değildir. Altıncısı,
onların farklı dinlerin esaslarına, babalarının mezheplerine, üstatlarının ve
öğretmenlerinin görüşlerine uygun olarak yetiştirilmeleridir.
Sonra
bil ki, bu özelliklerin ve meziyetlerin hepsinin tek bir fertte toplanması
mümkün değildir. Dolayısıyla, bunlar çok olmalarına rağmen insan fertlerinin
tamamına dağıtılmışlardır. Elbette bunlar ay feleğinin altında bulunan
suretlerden birisi olan insan suretlerinden -ki o, suretlerin
suretidirayrılmazlar. Bu bakımdan sen onun fıtratı itibariyle son derce ölçülü
olduğunu görürsün. Sonra onu bu fıtratından güzel ve çirkin adetleri koparır ve
bu durum onun adeta bir tabiatı olur. Zaten adet, tabiatın ikizidir. Nitekim
“tabiatın kazanılmış olduğu” söylenmiştir. Yine, “Tabiatta bulunmayan bir şeyi
talep etmek zor olduğu gibi, kazanılmış bir âdeti terk etmek de zordur”
denilmiştir.
Sonra
bil ki, Allah’ın yeryüzündeki halifesi olan bu suret, orada, çok olmalarına
rağmen hayvanların, bitkilerin ve madenlerin üzerinde, efendilerin köleleri
üzerinde hükmetmesi gibi hükümranlık kurmuştur. Çünkü bunların hepsi ona boyun
eğmişlerdir. İnsan, fertleri çok olsa da tek bir surettir. Bütün fertlerin bu
surete nispetle durumu, tek bir insanın tüm uzuvlarının nefsinin suretine
nispetle durumu gibidir. Nitekim o, “Bedenin Oluşumu (Terkibi) Risalesinde
açıkladığımız üzere, bütün bedende, uzuv uzuv, eklem eklem, duyu duyu doğumundan
ölümüne kadar her şeye hâkimdir. Bu suretin, Allah’ın gökleri ve yeri yarattığı
günden beri, insanoğlundan öncekilerin ve sonrakilerin bütün fertlerine
nispetle durumu budur. İnsanoğlunun babası, aslı toprak olan Âdem’e, “ Yeniden
Diriliş ve Kıyamet Risalesi nde açıkladığımız üzere, yeryüzüne ve içindeki
her şeye Büyük Kıyamet’in kopuşuna kadar hükümranlık ve efendilik hakkı
verilmiştir. “Meleklerin hepsi birden ona saygıyla eğildiler.”'4 [209]
Buraya
kadar anlattıklarımızdan, akıllı kimselerin akılları itibariyle farklı mertebelerde
bulunmalarının sebeplerinden bir kısmı açıkça ortaya çıktığına göre, şimdi de
onlar arasında akılların ve akılla bilinen şeylerin üstünlüğünün nasıl tespit
edildiği konusunu anlatalım.
Bölüm
Akıllı
Kimseler Açısından Akılların Üstünlüğüne Dair
Bu
hususta şunları söyleriz: Bu durum onlar arasında dünya işlerindeki tabakalarına
ve din işlerindeki mertebelerine göre ortaya çıkar ve bilinir. Bunlar
sayılarını Allah’tan başka kimsenin bilemeyeceği kadar çoktur. Ancak biz
onların hepsini kolaylıkla anlaşılsınlar ve ezberlenebilsinler diye, şu dokuz
kısımda topluyor ve diyoruz ki:
İnsanlardan
bir kısmı, din, diyanet, peygamberlik, şeriatlar ve yasalarla uğraşmaya
ehildirler. Diğerleri de, onların hükümlerini koruyup muhafaza etmek, yollarını
izlemek ve bunlarla nasıl kulluk edileceğini bilmekle yükümlüdürler. Bir kısmı,
ilim, hikmet ve edebiyat ehli ve talim, terbiye, riyazet ve irfan ile meşgul
olmaktan sorumlu riyazet ashabıdır. Bir kısmı, krallar, sultanlar, emirler,
reisler, siyaset erbabı ve onların hizmetindeki ordulardan, divan üyelerinden,
kâtiplerden, işçilerden, hazinedarlardan vekillerden vb oluşan hizmet
gruplarıdır. Bir kısmı inşaatçı, ziraatçı, rençper, koyun güden, tımarcı ve
çobandır. Bir kısmı sanat ve meslek ehli ve tamircidir. Bir kısmı, tüccarlar,
satıcılar, değişik bölge ve beldelere ticaret malları ve ihtiyaç maddeleri
için seyahat eden kimselerdir. Bir kısmı, günden güne başkalarının hizmetinde,
onların ihtiyaçlarını karşılamak suretiyle karın tokluğuna çalışanlardır. Bir
kısmı da zayıflar, dilenciler, güçlükle çalışanlar ve fakirlerden ve
miskinlerden bunlara benzer gruplardır.
Sonra
bil ki, bu tabakalara ait gruplardan hangisi olursa olsun, onun içinde diğerlerine
yöneticilik eden bir başkan ve onun tarafından yönetilen birileri bulunur. Her
yöneticilikte bulunan başkanın aklının üstünlüğü, [yönettiği] tabaka içerisinde
ortaya çıkar. Bu üstünlük, yasalara ve kanunlara aykırı hareket etmediği sürece
yöneticiliğinin, başkanlıktaki tedbirinin ve hemcinsleriyle ilişkilerinin
güzelliği oranında bilinir. Bu başkan tarafından yönetilen herkesin aklının
üstünlüğü, kendi şahsında ortaya çıkar ve dininde bir yergiye ve inancında bir
eksikliğe yol açmadığı sürece başkana olan itaatinin güzelliği, yöneticisinin
emrini kolaylıkla yerine getirmesi ve hemcinslerine karşı iyi tutumu oranında
bilinir. Bir dindarın aklının üstünlüğü de, kendi şahsında ortaya çıkar ve daha
iyi olanı terk etmediği, dinde aşırılığa gitmediği ve mezhebinde yalpalamadığı
sürece şeriatın hükümleri ve dinin esasları içerisinde kendisine vacip olanları
güzel bir şekilde yerine getirmesi ve hemcinslerine karşı iyi tutumu oranında
bilinir. Her âlimin, edebiyatçının ve bilgenin aklının üstünlüğü, kendi
şahsında ortaya çıkar ve güzel yaptığı şeyleri bırakmadığı ve başkasının faziletini
inkâr etmediği sürece sözünün güzelliği, konuşmalarını tahsili, edebiyatının
kalitesi ve hemcinslerine karşı iyi tutumu oranında bilinir. Her sanatkârın ve
meslek sahibinin aklının üstünlüğü, kendi şahsında ortaya çıkar ve güzel
yapamadığı ya da sanatının alanı dışında kalan şeyleri yapmaya kalkışmadığı
sürece, sanatını sağlam yapması ve hemcinslerine karşı tutumunun güzelliği
oranında bilinir. Her tüccarın, satıcının ve müşterinin aklının üstünlüğü,
kendi şahsında ortaya çıkar ve ahş-verişinde yalan konuşmadığı sürece
alışverişindeki doğruluğu ve hemcinslerine karşı tutumunun güzelliği oranında
bilinir. Nihayet her fakirin, miskinin, zayıfın ya da kederli kimsenin aklının
üstünlüğü de kendi şahsında ortaya çıkar ve istemede usandırmadığı, talebi
karşılanmadığında sinirlenip küsmediği sürece tutumunun güzelliği, üzüntüsünün
azlığı, istemedeki zarafeti ve hemcinslerine karşı iyi tutumu oranında bilinir.
Bölüm
Fakir-Fukaranın
ve Belaya Uğrayanların Fazileti
[Bu
konuda] şöyle deriz: Bil ki, bu grup zenginler için bir rahmet, varlıklı, afiyet
ve nimetler içinde bulunan kimseler için bir öğüttür. Böylece her akıllı kimse,
onların [bu durumlarını] düşünüp hallerine ibretle baktığında afiyette olur ve
bilir ki kendisine ihsanda bulunup afiyet veren; onları mahrum edip belaya
maruz bırakandır. Yine anlar ki afiyette olan zengin için Allah katında
kendisini ödüllendiren bir ihsan eli bulunmasaydı, Onun katında, hiç kimse
için, karşılığında mükâfat verdiği bir kötülük de bulunmazdı. Onlar bu
durumları düşündüklerinde ve fakirlerle belaya uğrayanların hallerine ibretle
baktıklarında nimetlerin değerini anlarlar da böylece Allah’a karşı, nimeti
bollaştırmayı gerektiren şükürlerini artırırlar. Nitekim Yüce Allah şöyle
buyurmuştur: “Eğer şükrederseniz size [verdiğim nimetlerimi] artırırım.'’[210]
[211]
Bu bakımdan onlar, zenginler için bir rahmet ve afiyette olanlar için bir
öğüttür. Diğer bir husus da, hak din mensuplarının ve ahirete iman edenlerin,
bu tür kimselerin durumunu düşünüp onların hallerine ibretle baktıklarında,
ahirete olan inançlarının kesinlik bakımından artmasıdır. Böylece her akıllı
kimse bilir ki bu dünyadan sonra, belaya uğrayanların dünya hayatında maruz
kaldıkları belalara sabretmelerine karşılık ödüllendirilecekleri başka bir yurt
vardır. Yüce Allah şöyle buyurmuştur: “Allah sabredenlere mükâfatlarını
hesapsız olarak verir.”'6
Sonra
bil ki, kuşkusuz bu grubun, yani fakir-fukaranın ve belaya uğrayanların pek çok
faziletleri vardır. Allah’ın onları yaratmasının, akıllı kimselerin ve dünya
halkından varlıklı olanların çoğuna gizli kalan açık hikmetleri vardır.
Bunlardan birisi, onların varlıklı kimselere nazaran ahirete daha güçlü bir
imanla inanmalarıdır. Ayrıca onlar, varlıklı kimselere, nimet sahiplerine ve
zenginlere nispetle peygamberlerin (a.s.) davetlerine daha çabuk icabet
etmişlerdir. Onlar, diğer insanlara oranla, geçimleri daha kolay, ihtiyaçları
daha az, aza kanaatleri daha çok ve aza rızaları daha fazla olan kimselerdir.
Yine onlar, gizli ve aşikar olarak Allah’ı en fazla ananlar, düşünce ve
zikirde kalpleri en hassas olanlar ve genişlik ve darlık anında Allah’a en
içten yalvaranlardır. Onların daha pek çok özellikleri vardır. Onları saymaya
kalkışırsak söz uzar, böylece asıl konumuzdan uzaklaşmış oluruz.
Onların
faziletlerinden sadece bir kısmını zikrettik. Çünkü akıllı ve varlıklı kimselerin
çoğu, onların [durumuna] bakınca Allah hakkında kötü bir zanda bulunurlar. Bu
kimselerden bir kısmı, onların başlarına gelen şeylerin kendi kötü tercihleri,
uğursuzlukları ve kendi hallerine terk edilmeleri yüzünden olduğunu düşünür.
Bir kısmı, “doğrusu onlar yaratılmamış olsalardı, bu kendileri için daha
hayırlı olurdu” der; bir kısmı, onların kendilerinden önceki devirlerde işlenen
günahlar yüzünden ceza çektikleri kanaatindedir. Bu, ruh göçüne (tenasüh)
inananların kanaatidir. Bir kısmı, Allah’ın onları düşünmediğini ve onların
durumlarına önem vermediğini; çünkü Onun onları zengin etmeye ya da öldürmeye
ve maruz kaldıkları bela ve sıkıntılardan onları kurtarmaya gücünün yettiğini
savunur. Bir kısmı, bunların hiçbirisinin bir âlimin ilmi, bir bilgenin hükmü
ile gerçekleşmediğini, bilakis hepsinin kötü rastlantıların sonucu olduğunu
zanneder. Bir kısmı, bunların herhangi birisinin kastı, herhangi bir failin
fiili olmaksızın, feleğin hükümlerinin gerekleri olduğunu düşünür. Bir kısmı,
bunların onlara karşılığında kendilerine sevap ve ödül verilmesi için
yapıldığını ileri sürer. Bir kısmı, bu halin onlar için diğerlerine nispetle
daha iyi ve faydalı olduğunu kabul eder. Bir kısmı, bunların ezelî bilgi ve
gerçekleşmesi kaçınılmaz olan kesin takdirine göre olduğuna inanır. Bir kısmı,
bunları, [Allah’ın] kudretinin ve hükümranlığının mülkündeki bir tezahürü ve
iradesinin bir yansıması olarak görür. Bir kısmı bunlara, başkaları için bir
öğüt, tehdit ve korkutma olarak bakar. Bir kısmı, bunların her ne kadar hikmet
boyutlarını anlayamasa da en hikmetli ve sağlam işler olduklarına inanır.
Bunlara göre, kaza ve kadere göre gerçekleşen işlere sadece inanmak, teslim
olmak, sabır ve rıza göstermek gerekir. Nitekim Allahü Teâlâ şöyle buyurmuştur:
“... Hanginizin daha güzel iş yaptığını görmek için...”'7 Yine
şöyle buyurmuştur: “[(Ey müminler!) Yoksa siz, sizden önce gelip geçenlerin
başına gelenler size de gelmeden] cennete gireceğinizi mi sandınız?’[212]
[213]
Bunları sadece konumuzun açıklığa kavuşması bağlamında zikrettik. Çünkü bu
konu, âlimlerin üzerinde ihtilaf ettikleri temel konulardan bir tanesidir.
Ondan çeşitli görüşler ve farklı mezhepler ortaya çıkmıştır. Ayrıca o, kavrayış
sahiplerinin akıllarına güç gelen bir konudur. Her mezhep müntesibinin aklının
üstünlüğü, kendi şahsında ortaya çıkar ve çelişkili görüşlere inanmadığı sürece
-çünkü bu durumda mezhebinde kendisiyle çelişmiş, inancında mezhebine muhalefet
etmiş olur ki bu, akıllı kimseler nazarında ayıpların en büyüğü, âlimler
açısından da inançların en çirkinidirdinine sağlam delillerle yardımı,
mezhebinin müntesiplerine mezhepleriyle ilgili konulardaki desteği ve
hemcinsleriyle olan iyi münasebeti oranında bilinir.
Sonra
bil ki, akıllı kimselerin bir kısmının diğer bir kısmına muhalefet etmesindeki
ayıbın çoğu kendilerine ait değildir. Çünkü daha önce belirttiğimiz gibi bu,
onların mertebelerinin farklı olmasındandır. Ancak bir kimsenin mezhebinde ve
görüşünde kendisiyle çelişmesi, tahsilinin azlığına, ayırt etme gücünün
zayıflığına ve akıllı kimselerin zıtlarıyla birbirlerine karşı övündüğü cılız
görüşlülüğüne işaret eder. Akıllı kimselerin detay konularda birbirleriyle
ihtilafa düşmeleri konusunda mazur oluşlarına ilişkin diğer bir özellik de,
bütün akıllı kimselerin tek bir şey üzerinde aynı görüş etrafında
birleşmelerinin gerçekten de çok zor olmasıdır. Nitekim insanlar asıllar
üzerinde ittifak ederken detaylarda ihtilafa düşerler. Bununla birlikte bir
kimsenin bir şey hakkında tek bir görüşe inanması, birbirine zıt olan iki
görüşe ise inanmaması zor değildir. Akıllı kimselerin din ve dünya işlerindeki
tasarruflarında, akıllarının üstünlüğünün keyfiyeti ve bunun onların şahsında
nasıl bilinebileceği konusunu anlattıktan sonra, şimdi, akıllı kimselerin en
faziletlileri olan âlimlerin bir kısım hallerinden bahsetmek, onların ilimler,
sanatlar ve hünerlerdeki mertebelerini ve aklın her sanat, ilim ve mezhep
erbabının üzerinde ittifak ettikleri, kendilerine özgü olan ve onları başkalarından
ayıran ilk prensiplerine ilişkin bilgilerinin keyfiyetini açıklamak istiyoruz.
Bölüm
Sanatların
ve İlimlerin Asılları ve
Dalları
Arasındaki Farka Dair
Şöyle
deriz: Bil ki, her ilmin, edebiyatın, sanatın ve mezhebin ehli ve erbabı vardır.
Her meslek grubunun ve erbabının ise [izledikleri] asılları ve esasları vardır.
Onlar, aklın ilk prensipleri doğrultusunda bunlar üzerinde ittifak
halindedirler; durum başkaları nazarında farklı olsa da bunlar üzerinde
ihtilafa düşmezler. Kuşkusuz bu asılların da dalları vardır ve onlar, bunlar
üzerinde ihtilaf etmişlerdir. Onlar için, her asla dair dalları ortaya çıkaran
kıyaslar ve ihtilaf ettikleri hususlarda bir yargıya varabilmek için
kullandıkları ölçüler vardır. Bunların sayıları, Bir ve Kahredici olan Allah’tan
başkasının bilemeyeceği kadar çoktur. Ancak biz burada üzerlerinde düşünen ve
haklarında araştırma yapan kimselere yol gösterici olması için onlardan bir
kısmını zikredeceğiz. Bu bağlamda öncelikle matematiğin ilk konusu olan sayılardan
başlar ve şöyle deriz:
Kuşkusuz
matematikçiler arasında üzerinde ilk ittifak edilen asıl, onların sayıların
mahiyetine, ikiden önce birden nasıl ortaya çıktıklarına dair bilgileridir.
Onlar, sayıların, yalnızca birlerin çoğalmasından meydana geldiğini ve insanın
onları zihninde birin sonsuza kadar artması olarak tasavvur ettiğini bilirler.
Yine onlar, bu çoğalmanın, birler, onlar, yüzler ve binler basamağından hangi
miktara ulaşırsa ulaşsın tek ve çift olmaktan uzak kalamayacağını bilirler. Bu,
aritmetikçiler arasında ittifak edilen bir asildir. Dolayısıyla onlar bunun
üzerinde ihtilaf etmezler.
Ancak
sayıların türlerinin niceliği ve bu türlerin özellikleri konusuna gelince; onlar
bunlara dair bilgileri bakımından farklı mertebelerde bulunurlar.
Bunların
hepsi zihinlerinin kuvveti, araştırmalarının kalitesi, bakışlarının dikkati,
düşüncelerinin güzelliği ve uyanıklıklarının çokluğu ölçüsünde farklılık arz
eder.
Geometri
sanatının durumu da bunun gibidir. Bu ilmin erbabı da, uzunluk, düzlem, cisim;
uzunluk, genişlik ve derinlikten ibaret olan üç boyut ve bunlarda ortaya çıkan
açılar, şekiller, konumlar vb şeyler üzerinde ittifak etmişlerdir. Bunların
hepsi, başkaları nazarında farklı olsa da onlara göre aklın ilk prensipleri arasındadır.
Bu
asılların türlerine, bu türlerin özelliklerine, onlarda ortaya çıkan şaşırtıcı
münasebetlere ve bunlardan kaynaklanan hassas araştırmalara gelince; onlar bu
tür konularda nefislerinin kuvvetlerindeki farklılık, araştırmalarındaki
kalite, bakışlarındaki dikkat ve düşüncelerindeki derinlik oranında değişik
mertebelerde bulunurlar.
İlm-i
heyet olarak isimlendirilen astronomi
sanatının durumu da aynıdır. Bu ilmin erbabı arasında üzerinde ittifak edilen
asıl şudur: Gök, küre şeklindedir. Arz da küre şeklindedir ve göğün ortasına konmuştur.
Hepsinin merkezi bir ve ortaktır. Arz sabit, gök onun etrafında dönme dolabın
her gün ve gecede bir tam devir yapması gibi dairevi olarak hareket eder.
Dokuz
feleğin terkibi, büyük dönüşlerin planı, on iki burcun taksimi, seyyar yedi
gezegen ve sabit olan diğerleri ve arzın evrenin merkezinde nasıl bulunduğu
gibi konulara gelince; bunların hepsi onlara göre, başkaları nazarında durum
farklı olsa da, aklın ya teslimiyet ya feraset ya da burhân yoluyla tespit
edilen ilk prensipleri arasındadır. Bu tür şeyler, bu sanat dalının erbabı
arasında sabite haline gelmesi ve üzerinde ittifak edilmesi nedeniyle ilk
prensiplerden sayılırlar. Durum başkaları nazarında farklı olsa da, onlar
açısından, ister başkalarını taklit ederek onların doğruluğuna kanaat getirsinler,
ister doğrulukları onlar tarafından kabul edilmiş olsun, isterse onlar hakkında
derin görüş sahibi olarak onları burhân/kesin kanıtlar yoluyla bilmiş olsunlar,
bundan ibarettir.
Onlar,
dönen feleklerin terkibinin keyfiyeti, merkezin dışında kalan felekler, en
yüksek ve en aşağı nokta, sinüs, gök cisimlerinin eğimi, genişlik, uzunluk,
burçların çeşitli nitelikleri, yedi iklimin nitelikleri ve bunların genişlik ve
uzunluk boyutları cihetinden halleri, gece ve gündüzün bu iklimlerdeki
farklılıkları gibi konulara dair bilgilerinde ise, nefislerinin kuvvetlerindeki
farklılık, araştırmalarındaki kalite, bilgilerindeki dikkat ve
düşüncelerindeki derinlik oranında çeşitli mertebelerde bulunurlar.
Musiki
olarak isimlendirilen telif sanatının durumu da aynıdır. Musiki erbabının
üzerinde ittifak ettiği asıl, onların sayısal, geometrik ve
birleşimsel/te’lîfiyye oranlara ilişkin bilgileridir: Her sanat eseri çeşitli
şeylerin birleşiminden ibarettir. Çünkü onun parçalarının birleştirilmesi ve
bünyesinin bileşimi bu üçünden birinden uzak değildir. Bunlardan birleşimi en
yüksek oranlarda olanlar, sağlamlık bakımından en iyileri, tasarım itibariyle
en kalitelileri ve sistem yönünden en güzelleridir. Düşük oranlarda olanlar,
bunların aksi; bu ikisi arasında bulunanlar ise orta durumdadırlar. Bu ilim ve
sanat üzerinde düşünenler, nefislerinin kuvvetlerinin farklılığı, yetilerinin
fazlalığı, zihinlerinin berraklığı, alıştırmalarının çokluğu, ihtisas
sürelerinin, gözlemlerinin, araştırmalarının ve derin düşüncelerinin uzunluğu
oranında çeşitli mertebelerde bulunurlar.
Cisimler
ve onlarda ortaya çıkan çeşitli arazlar ve bunların farklı nitelikleri gibi
konuları ele alan tabiî ilimlerde de durum bundan farklı değildir. Onun pek çok
alt şubeleri ve her bir şubenin de asılları ve dalları vardır. Ancak bu ilmin
tamamında erbabının üzerinde ittifak ettiği ilk asıl, onların şu beş şeye dair
bilgileridir: Bunlar heyûlâ, suret, mekân, zaman ve harekettir. Çünkü ister
felekî isterse onun dışındaki temel şeylerden olsun her cisim bu beş şeyi
ihtiva etmektedir. Bu asıldan ortaya çıkan dallara gelince; bunlar iki
kısımdan ibarettir. Birincisi, gökler ve felekler âlemi, diğeri ise ay
feleğinin altında bulunan oluş ve bozuluş âlemidir. Bu ilmin erbabı arasında
ittifak edilen asıl, onların bu âlemin; bütün felekleri, göklerinin tabakaları
ve tek bir insanın ve hayvanın cisminin içerisinde akıp gittiği geçişken
kuvvetleriyle tek bir hareket ettiricinin tek bir hareketiyle hareket ettiğine
dair bilgileridir.
Tabiatın
nasıl terkip edildiği, onun hareketine dair ilim dalları ve bunların her birine
özgü hususlara gelince; onların bunlara dair bilgileri, nefislerinin
kuvvetleri, bu konuları araştırmalarındaki yoğunlukları, incelemelerinin
kalitesi ve düşüncelerinin derinliği oranında farklılık arz eder.
Oluş
ve bozuluşun durumu da aynıdır: Bu konunun erbabı arasında ittifak edilen asıl;
onların hararet, soğukluk, yaşlık ve kuruluk olmak üzere dört tabiata ve ateş,
hava, su ve topraktan ibaret olan dört asla ve bunların bazısının bazı zamanlarda
ve bazı mekânlarda diğer bazısına nasıl dönüştüğüne dair bilgileridir. Ancak
bunlardan söz konusu mekânlarda, zamanlarda ve cinslerde meydana gelen
varlıklara ilişkin ilimlere gelince; onlar, nefislerinin kuvvetleri,
araştırmalarının, gözlem ve düşüncelerinin kalitesi oranında farklı
mertebelerde bulunurlar.
Bunlardan
bir kısmı, meteorolojik hadiseler ve hava değişimleridir. Bir kısmı, arzın
derinliklerinde madenler olarak isimlendirilen varlıklar; bir kısmı, arzın yüzeyinde
bitkiler olarak isimlendirilen varlıklar; diğer bir kısmı da hayvanlar olarak
isimlendirilen varlıklardır. Bu dört kısımdan her bir cins üzerinde incelemede
bulunmak, kendi başına müstakil bir sanattır. Meteorolojik olaylar üzerinde,
bu sanatın erbabı arasında ittifak edilen asıl, onların rüzgâr, zemheri ve esir
kürelerinin, yine denizler ve karalardan yükselen yaş ve kuru buhar kürelerinin
tabiatlarına dair bilgileridir. Onlar, bu kürelerde ve onların müşterek
yüzeylerinde, rüzgârın, yağmurun, şimşeğin, gök gürültüsünün, donmanın, karın,
ayın ışık halkalarının, yıldız kaymalarının ve kuyruklu yıldızların nasıl
gerçekleştiğiyle ilgili bilgilerinde ise, nefislerinin kuvvetleri, araştırma,
gözlem ve düşüncelerinin kalitesi oranında farklı mertebelerde bulunurlar.
Madenler
üzerinde ittifak edilen aslın durumu da bunun gibidir. Bu asıl, onların iki
unsur olan civa ve kükürte ve tüm maden cevherlerinin özlerine dair
bilgileridir. Yeryüzü bölgelerindeki ve bunların, altın, gümüş, bakır, kurşun,
grafit, demir, sürme, arsenik, şap, zaç, tuz, petrol, zift, asfızac vb
madenleri bulunduran özel kısımlarındaki farklılıkların sebebi, bunların
özellikleri ve maruz kaldıkları değişikler gibi konulara dair ilim ve
bilgilerinde ise, nefislerinin kuvveti ve bu hususlara dair derin düşünceleri oranında
farklı mertebelerde bulunurlar.
Bitkilerin
durumu da aynıdır:
Onlardan
bir kısmının ekilen taneleri vardır; bir kısmı dikilen ağaçlardır ve bir kısmı
da yerden biten otlardır. Hayvanların durumu da aynıdır: Onlardan bir kısmı
rahimlerden doğar; bir kısmı yumurtadan ve bir kısmı da çürümüş ve kokuşmuş
şeylerden çıkar. Bunların hepsi erbabı arasında ittifak edilen bir asildir.
Ancak onların, bunların türlerinin, özelliklerinin, fiillerinin,
tasarruflarının, fayda ve zararla-
rının
farklı oluşlarına dair bilgilerine gelince; bu tür konularda farklı
mertebelerde bulunurlar. Bunların hepsi nefislerinin kuvvetleri,
araştırmalarının kalitesi, düşünce ve tefekkürdeki dikkatleri oranında
farklılık arz eder.
Mantık
ilimlerine gelince; bunlar lügavî ve felsefi olmak üzere iki kısımdır: Lügavî
olana örnek, nahiv/dilbilgisi sanatıdır. Bu ilmin erbabı arasında ittifak
edilen asıl; onların, isimlere, fiillere, harflere ve bunların raf’, nasb ve
cer hallerinin irabına dair bilgileridir. Diğer bir örnek, hitabet sanatıdır.
Bu sanatın aslı, seciyi, fesahati, örnekleri sunmayı ve benzetmeleri
bilmektir. Bir başka örnek; şiir sanatıdır. Bu sanatın aslı, vezinleri, nazım
çeşitlerini, harekeli ve sakin harfleri bilmektir. Şiir sanatının detayları
üzerinde düşünme, onun henüz emekleme aşamasında bulunanlarını, ağdalı ve
bozuk olanlarını bilme konusuna gelince; onlar bu tür konularda nefisleri,
tecrübelerinin çokluğu ve alıştırmalarının devamlılığı bakımından farklı
mertebelerde bulunurlar.
Mantığın
felsefî/hikemî kısmının durumu da aynıdır. Onun da alt kısımları vardır.
Bunlar, burhân, cedel/tartışma, safsata ve mugalâta sanatlarıdır. Burhân sanatının
erbabı arasında ittifak edilen asıl, onların Isagojideki[214]
altı, Kategoryas’daki[215]
on, Peri Hermeneiasdaki[216]
yirmi ve Analitika'daki[217]
yedi lafzın anlamlarını bilmeleridir.
Manalara
dair sanatların alt kısımlarına ve onlar içerisinde yer alan ilginç konulara
gelince; orası pek çok düşünürün yolunu yitirdiği derin bir denizdir ve pek çok
akıllı kimse onlar karşısında şaşırıp kalmıştır. Çünkü bu sanatın manaları çok
ince, asılları çok şaşırtıcı, dalları çok ve erbabının hedefleri çok uzaktır.
Nitekim bu sanat aracılığıyla felsefe ve hikmet literatürü, aklın ve burhân
olarak isimlendirilen hakikatlerin ölçüleri bilinir.
Bu
anlattıklarımızdan açıkça anlaşılmaktadır ki her ilim ve sanatın, erbabı arasında
ittifak edilen asılları vardır. Bunlar, başkaları farklı düşünseler de adeta
onların akıllarının apaçık olan ilk prensipleridir. Bunun örneği, mühendislerin
şu sözleridir: Üçgenin kenarlarından ikisinin toplamı, diğerinden yani üçüncü
kenardan daha uzundur. Bu hüküm, onlara göre adeta akıllarının apaçık olan ilk
prensibidir. Ancak onların, “Her üçgenin en uzun olan kenarı en büyük açıyı
oluşturur” sözü, biraz daha kapalı ve dikkat isteyen, dolayısıyla düşünmeyi
gerektiren bir konudur. Ancak onların, her üçgenin iç açılarının toplamı, iki
dik açının toplamına eşittir sözünde, burhâna ve bir takun önermelere ihtiyaç
vardır.
Mantık
sanatının durumu da bu şekildedir. Onda da adeta onların akıllarının apaçık
olan ilk prensipleri konumunda olan şeyler vardır: Onların, iki zıt şey, aynı
anda tek bir şeyde bir araya gelemez sözü böyledir. Kuşkusuz bu hüküm
apaçıktır. Ancak bundan daha hassas olan ve kendisinde burhâna ihtiyaç duyulan
bir konuya gelince; bunun örneği, onların “Bir şeyin oluşu, diğer bir şeyin yok
oluşudur” sözüdür.
Bu
örneğe göre, onların durumu, her sanat, ilim, edebiyat ve mezhep erbabının
nazarında yer eden kategorilerin durumu gibidir. Onların akıllarının ilk
prensipleri bulunduğu gibi, ikincil, üçüncül, dördüncül vb prensipleri de
bulunur. Bunun örneği, feleklerin terkiplerinin durumunu anlatan Majesty[218]
kitabında yer alan hükümlerdir. Bu ilim dalı, optik ilmi üzerindeki
incelemelerden, boyutları ve gök cisimlerini tanıdıktan sonra gelir. Optik
ilmi ise, geometri ilminden ve Öklid’in kitabını inceledikten sonra gelir. Buna
göre, her sanatın ilk prensipleri, kendisinden önceki diğer bir sanattan
alınmıştır. Burhân bilgisi ise, akıl ve duyu yoluyla bilinenlerden sonra gelir.
Bil
ki, her sanat, daha önce ifade edildiği gibi diğer bir sanattan alınmıştır. Her
sanatın, ilmin ve mezhebin erbabı da diğerlerine nispetle kendi sanatlarını,
onların asıllarını ve detaylarını daha iyi bilir. Çünkü onlar, kendi
sanatlarını öğrenmişler ve yalnızca onun üzerinde uzun bir deneyim ve tecrübe
kazanmışlardır. Onların kendi sanatlarının detaylarında farklı mertebelerde
bulunmalarına gelince; bu onların sanatlarındaki üstünlükleri bakımındandır.
Sanata ilk başlayan öğrencinin, sanatında kendisinden daha üstün ve yetkin
olanı sorgulaması, ona itiraz etmesi ve ondan delil ve kesin kanıt istemesi;
herhangi bir belge ve açıklama söz konusu olmadan ona karşı çıkması mümkün
değildir. Böyle bir şey, sanatlar ve ilimler açısından büyük bir beladır. Yetenek
sahibi sanat erbabı için en büyük sıkıntı ise, sanat erbabı olmayan birisinin
onun hakkındaki konuşması, onun aslından haberi olmadığı halde detayları
hakkında hüküm vermesi ve bu konuda sözünün dinlenip hükmünün kabul görmesidir.
Bu husus, insanların görüşleri ve mezhepleri arasında ortaya çıkan ihtilafların
sebeplerinin en önemlisidir. Nitekim bir grup kıssacı ve tartışmacı,
meclislerde öne atılıyor, görüşler ve mezhepler hakkında, onların
hakikatlerini, hükümlerini ve tanımlarını bilmeleri şöyle dursun,
mahiyetlerini bile bilmedikleri halde konuşuyor ve birbirlerini yalanlıyor;
halk da onların bu sözlerini dinliyor ve onlarla amel ediyorlar. Böylece onlar,
farkında olmadan sapıyor ve saptırıyorlar.
Bil
ki cedel/tartışma da sanat dallarından birisidir. Ancak ondan maksat, her halükarda
hasma galip gelmekten ve ona karşı zafer kazanmaktan başkası değildir. Bu
bakımdan, “cedel, hasmı ister kesin bir kanıt, ister bir şüphe, isterse savaş
kültüründen her hangi biri yoluyla olsun hasmın fikrini öldürmektir”. Nitekim
“savaş hiledir” de denmiştir. Çünkü o, savaşın hile olması bakımından savaşa ve
meydan muharebesine benzer.
Bölüm
Sonra
bil ki, bu sanat dalının erbabı arasında, üzerinde ittifak edilen asıl, iddiaları,
soruları, cevapları ve delili bilmektir. Soruların nasıl sorulup cevapların
nasıl verildiğine, görünenden hareketle görülmeyenin, açık olandan hareketle
gizli olanın, duyulurlardan hareketle akıl yoluyla bilinenlerin kanıtlarının
nasıl elde edildiğine, tüm tikellerin tek tek ele alınıp tümel hakkında hüküm
vermenin hangi konuda mümkün olup hangisinde de olmadığına gelince; sebep ve
sonucun birbirlerini nasıl takip ettiklerine, dalların asıllara nasıl kıyas
edildiğine, iddianın iddia ve delilin de delil ile çelişmesine, bir meselenin
aslına döndürülmesine, aslın, dalı ile çelişmesine, aslın asla, dalın da dala
kıyas edilmesine ve kötülüklerin gerekleri ve onlarla ilintili şeylere ve
kötülük yapanlardan ortaya çıkan haktan kopma, şüphe ve şaşkınlık gibi şeyleri
bilmeye dair hususlara gelince; onların hepsi bu tür şeylerde, nefislerinin
kuvvetleri, zekâlarının keskinliği, bakış ve araştırmalarındaki dikkatleri,
inatçılıkları, hayâsızlıkları ve şamataları oranında farklı mertebelerde
bulunurlar.
Sonra
bil ki, hiçbir sanat, ilim ve edebiyat erbabı yoktur ki onların maruz kaldıkları,
şaşkınlık, dehşet, şüpheler, zanlar, hata, düşmanlık, kin ve nefret gibi
şeyler; cedel erbabının inandıkları ve mücadelesini verdikleri şeylerde maruz
kaldıkları kadar olsun. Bunun çeşitli sebepleri vardır: Birincisi, her sanat,
ilim, mezhep ve görüş, cedel erbabının önüne gelir; onlar da bunlar üzerinde,
haklarında düşünmeden, araştırma yapmadan ve bir bilgi sahibi olmadan önce
konuşur, bunlara karşı çıkar ve bunların savunmasını yapar. İkincisi, cedel
erbabının sanatına, onların dışındaki kimseler, sorular sormak, iddialarına
karşı çıkmak ve cevaplarına muhalefet etmek suretiyle müdahalede bulunabilir.
Çünkü pek çok hususta, soru sormak, cevap vermekten, karşı çıkmak, bir iddiaya
başka bir iddia ile karşılık vermekten, yalanlamak, onun yalan olduğunu kesin
bir kanıtla ortaya koymaktan ve bozmak ise düzeltmekten daha kolaydır.
Üçüncüsü, cedel erbabı, mezheplerinin usullerini savunurken taklide, detaylarda
ise derin düşünceye yönelebilmektedirler. Asılda taklidi yeğleyen nasıl olup da
detaylar üzerinde derin bir düşünce ve gözlemde bulunabilir? Dördüncüsü,
onların çoğu tartışır, sonuçta görüşü ve mezhebi üzerinde ısrar eder. Bunu
yaparken de takvayı, dindarlığı ve gerçeği talep etmeyi esas almak yerine,
taassubu ve bağnazlığı esas alır. Hâlbuki taassup ve bağnazlık gerçeği görmeyi
ve doğruya ulaşmayı engeller.
Sonra
bil ki, âlimler için, ilim, edebiyat ve kelamla uğraşan bu gruptan daha kötüsü,
peygamberler için daha zararlısı, din ehline daha çok düşmanlıkta bulunanı ve
sağduyu sahipleri için bu grubun sözlerinden ve zalimce tartışmalarından, görüş
ve mezheplerinde düşmanca tavırlarından daha fena olanı yoktur. Çünkü bunlar
eğer peygamberlerin (a.s.) zamanında ve onların gönderildikleri dönemde
bulunuyorlarsa, onlardan mucize göstermelerini isterler ve onlara düşmanlıkta
bulunurlar. Nitekim bu tipler, Hz. Peygamber’ (a.s.) şöyle demişlerdir: “Bizeyerden
bir pınar fışkırtıncaya kadar sana iman etmeyeceğiz."[219]
Nuh’a (a.s.) da şöyle demişlerdir: “Bizden, basit görüşle hareket eden alt
tabakamızdan başkasının sana uyduğunu görmüyoruz."[220]
Bunlar inanan kimselerin yanlarından geçip giderken, kaş göz
işaretiyle alay ederler. Allahü Teâlâ bunları şöyle yermektedir: “Bunu sana
ancak tartışmak için söylediler. Doğrusu onlar kavgacı bir toplumdur."[221]
Peygamberlerin zamanında din ehline karşı çıkanların durumu budur.
Bunlar,
peygamberlerin zamanının dışında iken de din ve takva ehline şüpheleriyle
karşı çıkarlar. Peygamberlerin (a.s.) kitaplarını arkalarına atarlar. Eksik
akılları ve bozuk görüşleri yüzünden mezheplere ve fırkalara ayrılırlar.
Mezhepleriyle ilgili birbirleriyle çelişen kıyaslar, sahte deliller ileri
sürerler. Bunlarla gençler ve halk arasındaki akıllı kimselere karşı çıkarlar.
Onları peygamberin getirdiği dinde gösterilen yol ve yöntemlerden ayırıp, ilahi
yasa ve kanunlardan uzaklaştırırlar.
Sonra
bil ki, başka hiçbir sanatın erbabı arasında bu sanatın erbabı arasında olduğu
kadar farklılık yoktur. Çünkü sen, bunlar arasında ifadesi düzgün, konuşması
açık ve akıcı, açıklamaları büyüleyici olan, ayrıca apaçık olan gerçeği yanlış,
yanlışı da gerçek olarak gösterme gücüne sahip kimseler bulunduğuna tanık
olursun. Hâlbuki bunların kalpleri eşyanın hakikatleri konusunda boş, zihinleri
ilim ve irfandan yoksundur. Nitekim Hz. Peygamberden (salla'llâhü aleyhi ve
sellem) şöyle rivayet edilmiştir: “Ümmetim hakkında en çok endişe duyduğum
kişi, konuşmada çok mahir, ancak kalbi hikmetten yoksun olan münafık kişidir.
Çünkü o, akıcı konuşması ve beyanıyla onları değiştirir, cehaleti ve irfanının
azlığıyla onları saptırın'
Yine
sen, onlar arasında tartışan, delil getirmeye çalışan münazara eden, sözleri
birbirini yalanladığı halde bunun farkında olmayan ve bu konuda uyarıldığı
zaman buna aldırmayan kimselerin bulunduğuna tanık olursun. Ayrıca, onların
bazılarının akıllı, zeki dünya işlerinden pek çoğunu yoluna koyan, bununla
birlikte sağduyu sahiplerinin bozuk görüşlerden ayırt ettikleri apaçık şeylerde
çeşitli inançlara yöneldiğinde, onlar arasından cahillerin ve çocukların
çoğunun inanç ve görüşlerinden daha değersiz ve çirkin olanları seçtiğini
görürsün. Bunun da çeşitli sebepleri vardır: Birincisi, basiretsiz bir şekilde
kalbiyle inandığı şeylerde aşırı taassup sahibi olmasıdır. İkincisi, inancı
konusunda kendisini beğenmesidir. Üçüncüsü, inandığı asıllardaki hataları gizli
kalmakla birlikte, detaylarda çirkinliğinin apaçık ortaya çıkmasıdır.
Detaylarda
ortaya çıkan bu çirkinlik; asılların onları iptal etmesi korkusunu doğurur ve
tartışmacı, kesin delilin onlar hakkında gerektirdiği şeylerden kaçınmak için
çeşitli hilelere başvurur. Bu yüzden bazen şamata yapar; bazen gerçeği gizler,
bazen cevap verme ve gerçeği onaylama durumunda hileye başvurur ve şöyle
söylemeye tenezzül etmez: “Bilmiyorum; Allah ve elçisi daha iyi bilir. Hâlbuki
Hz. Peygamber (a.s.) zamanında [onun arkadaşlarına] bilmedikleri bir konuda bir
soru yöneltildiğinde, onlar, Allah’ın buyruğuna uyarak “Allah ve elçisi daha
iyi bilir” derlerdi. Nitekim Allah şöyle buyurmuştur: “İhtilaf ettiğiniz
konuda hüküm Allaha aittir.”[222]
Yine şöyle buyurmuştur: “... Hâlbuki onu, Resûle veya aralarında yetki sahibi
kimselere götürselerdi, onların arasından işin içyüzünü anlayanlar, onun ne olduğunu
bilirlerdi.”[223]
Ancak
tartışmacıların çoğu kendileri için gerçekten Allah’a dönüşün söz konusu
olmadığına inanır. Dolayısıyla Ona kavuşmayı ümit etmezler ve Onu görmeyi mümkün
görmezler. Eksik aklıyla düşündüğü için içtihadı onu bu görüşe sevk etmiş, böylece
Allah’ın, Kitab’ının pek çok yerinde zikrettiği şu hususları terk etmiştir: “Sonra
gerçek Mevtaları olan Allaha döndürülürler”[224],
“Hepinizin dönüşü Allah’adır. [Sonra O, Kıyamet Günü aranızda hükmünü
verir]”[225],
“Sizi boş yere yarattığımızı ve hiçbir zaman bize döndürülmeyeceğinizi mi
sanıyorsunuz?”[226],
“Kim Allah’a kavuşmayı umuyorsa [bilsin ki] Allah’ın belirlediği vakit mutlaka
gelecektir”[227],
“Zalimlerin Allah’ın huzurunda durduruldukları anı bir görseydin!”[228],
“Allah’ın huzurunda durduruldukları ve Onun kendilerine ‘bu gerçek
değilmiymiş’ dediği anı bir görseydin!”[229]
Hz. İsa da (a.s.) şöyle demiştir: “Sen kulların arasında ihtilaf ettikleri
konularda hükmünü verirsin ”[230]
Bu anlamda pek çok ayet mevcuttur.
Ancak
bunlardan bir kısmı, itirazda bulunarak şöyle der: Allah’a dönüşün anlamı,
Onun sevabına dönüştür. Eğer onlar, peygamberin getirdiği dinin esaslarını,
ilahi yasa ve kanunları ve onları koyanların, nasıl her yedi günde bir günü,
çalışmayı ve dünya işleriyle meşguliyeti terk etmek için ayırdıklarını,
mescitler, havralar, kiliseler ve tapmaklar gibi ibadet mekânlarında, ibadet
için toplanarak oruçla, duayla, bayramlarda kurban kesmekle, sahralara ve
minberlere çıkıp vaaz etmekle, yapılan vaazları sessizce dinlemekle ve ahiret
gününü hatırlamakla ihya etmeye tahsis ettiklerini ve bunların hepsinin, külli
nefsin katında, iyiler ile kötülerin birbirinden ayırt edilmeleri ve Onun,
ihtilaf ettikleri konularda hükmünü vermesi için, yedi bin yılında kopacak ve
cesetlere bürünmüş tikel ruhların başlarına gelecek olan kıyametin hallerinin
işaret ve nişanları olduğunu anlamış ve yine onlar, tartışmaları terk edip
kendilerine fayda verecek salih amellerle meşgul ve güzel huylar edinip övgüye
değer adap ve erkân sahibi kimseler olsalardı; bütün bunlar kendileri için
tartışmadan, husumetten, öfkeden, taassuptan ve düşmanlıktan daha hayırlı
olurdu.
Ancak
doğumlarında Merih gezegeninin onları istila etmesi, onları bu tür şeyleri
yapmaya teşvik etmiştir. Ayrıca acılık kuvveti onların mizaçlarında artar ve
onlara bu tür şeyler yaptırır. Onların hocalarıyla sohbetleri ve risâleleri
uzayıp gider, bunlara alışırlar, bunlar üzerinde talimlerine devam ederler ve
sonuçta bunlar onların adeti haline gelir ve bunlardan ayrı kalmaya
sabredemezler.
Ey
kardeş! Sen bunların ıslahını arzulama. Bu tartışmacı grup üzerinde çok durduk.
Çünkü mezhep ve fırkalardaki ihtilafın sebeplerinin çoğu bunlardan kaynaklanır.
Onların kendisi, söz söyleme, tartışma, ilimlerin incelikleri üzerine deliller
sunma işiyle meşgul olmaları, öğrenmeleri kendilerine vacip olan şeyleri
öğrenmeyi terk etmeleri, bunlar apaçık ortada iken onların bunların güzelliğini
bilmemeleri gibi hususlar bakımından ayrılık konusunda sebeptirler.
Bölüm
Cedelin/Tartışmanın
Âdâbına Dair
Şöyle
deriz: Bil ki, iki kişinin ya da bir topluluğun üzerinde tartıştığı her meselede,
taraflar ya bu meselede tartışma sanatının erbabıdırlar ya da değildirler. Eğer
onlar bu meselede tartışmaya ehil değillerse, onların bu konudaki sözleri
kendileri tarafından onanmış asıllara dayalı değildir. Onların herhangi bir
konu üzerinde, kendileri tarafından onanmış asıllara dayalı olmayan her sözü ve
tartışması bu konuda bir sonuca ulaştırmaz ve iddialarına bir kanıt getirmez.
Eğer tartışan taraflardan biri ehil değilse, onun arkadaşıyla tartışması,
kendisi adına bir zulümdür. Aynı şekilde arkadaşının ona karşı söyledikleri de
yersizdir. Çünkü o da tartışma sanatının ehli olmayan birisiyle
tartışmaktadır. Eğer her iki taraf da tartışma sanatının ehli ise, ya
tartıştıkları konuda aynı derecededirler ya da farklı mertebelerdedirler. Eğer
farklı mertebelerde iseler, onların durumu ilk önce zikrettiklerimizin durumu
gibidir. Fakat onlar, tartışma sanatında aynı derecede bulunuyorlarsa, onlara
düşen, kendilerini ihtilaf ettikleri konu üzerinde, bu sanatın kanunları ve
asılları karşısında hesaba çekmeleri; eğer tartışma detaylar üzerinde ise onu
asıllara kıyas etmeleridir.
Eğer
nefislerinde asıllardan hüküm çıkarma gücü yoksa, onlara düşen, aralarında bir
hükme varılabilmesi için, bu sanat dalında kendilerinden daha üstün kimseler
huzurunda muhakeme edilmeleridir.
Eğer
aralarında hüküm verecek ve hükmüne razı olacak birisini bulamazlarsa ve
nefislerinde de asıllardan hüküm çıkarma gücü yoksa, onlara düşen bu meselede
tartışmayı bırakmaları ve susmalarıdır. Eğer tartışma ve çekişmede bu
söylediklerimizi yapmazlarsa, bu durum aralarında düşmanlık ve nefret sebebi
olacak; ısrar ettikçe de ihtilaf, düşmanlık ve nefret kıyamet gününe kadar
katlanarak artacak ve bu durumları değişmeyecektir. İşte bu durum da,
âlimlerin görüş ve mezhep ayrılıklarının sebeplerinden birisidir.
Kıyas
çeşitlerinin açıklanmasına gelince; burada anlattığımız gibidir. İnsanın bildiği
konular üç kısma ayrılır: Geçmiş, gelecek ve şimdi...
Onun
şimdide olanı bilmesi, beş duyu organından biri vasıtasıyladır. Beş duyu ise
daha önce bir kısmını zikrettiğimiz gibi çeşitli nedenlerden dolayı duyulurlara
ilişkin duyumlarında bazen isabet eder bazen de yanılır.
Onun
zaman aşımına uğramış, üzerinden günler geçmiş ya da algılayamadığı bir mekânda
gerçekleşen olayları bilmesi, işitme ve haber yoluyladır. Haber veren ise bazen
doğru bazen de yalancı olabilir. Aynı şekilde dinleyen de doğru olanı yalan,
yalan olanı da doğru sayabilir. Onun gelecekte olacağı ya da algılayamadığı bir
mekânda olanı bilmesi ise bazen kıyas ile mümkün olur. Kıyas da doğru ya da
zayıf olabilir.
Kıyası
kullananın durumu da bunun gibidir. O da bazen, çocukların, cahillerin, halkın
ve entelektüellerden çoğunun kıyaslarını anlatırken ifade ettiğimiz gibi kıyası
kullanmasını bilemeyebilir. Bu durum da âlimlerin görüş ve mezhep
ayrılıklarının sebeplerinden birisidir.
Sonra
bil ki kuşkusuz sen, dikkatlice bakıp iyice düşündüğünde, insan bilgisinin
çoğunun kıyas yoluyla gerçekleştiğini görürsün. Kıyaslar ise farklı kısımlara,
çeşitli dallara ayrılır. Bunların hepsi sanatların asıllarına, ilimlere ve
onların kanunlarına göre ortaya çıkar.
Buna
fıkıhçıların kıyaslarının doktorların kıyaslarına, astrologların kıyaslarının
dilbilimcilerin ve kelamcıların kıyaslarına, felsefecilerin kıyaslarının
cedel/tartışma erbabının kıyaslarına, matematikçi mantıkçıların kıyaslarının
cedel ehlinin kıyaslarına, cedel ehlinin kıyaslarının da fizikçilerin ve
ilahiyatçıların kıyaslarına benzememesi örnek olarak verilebilir.
Diğer
sanatların ve ilimlerin durumu da aynıdır. Bunların bir kısmını yeri geldiğinde
anlatacağız. Ancak şimdi öncelikle kıyasın ne olduğundan bahsedeceğiz. Kıyas;
Algılanamayan tümel/küllî olgular hakkında, tamamı bazı cüzlerinde bulunan
niteliklerden hareketle hüküm verilmesidir.
Örneğin,
insan tikel bir ateşin sıcak olduğunu algıladığında, duyu yoluyla algıladığı
bu şeye kıyasla algılamadığı bütün ateşlerin de sıcak olduğu hükmüne varır.
Suyun bir kısmının yaşlığından hareketle bütün suların yaşlığına hükmetmek de
bunun gibidir. Tikel bir algıdan hareketle akıl tümel bir hükme varır.
Bil
ki bu hüküm ve kıyas her şeyde ve her mekânda birbirini izlemez. Nitekim pek
çok ülkede, akıllı kimseler suyun sadece tatlı olduğuna tanık olurlar.
Algılarından hareketle yeryüzündeki bütün suların tatlı olduğuna
hükmettiklerinde, farkında olmadan hata etmiş olurlar. Buna göre, her şeyde
kıyasla hükmün birbirini izlemesi hatalı da doğru da olabilir.
Ey
kardeş! İyice düşündüğünde âlimlerin ihtilaflarının ve hataların çoğunun bu
sanatta kıyasın kullanımından kaynaklandığını görürsün. Bu durum onlar farkında
olmadan gizlice ortaya çıkar. Onların hükmün kıyasları izlediği şeyleri nasıl
ayırt edeceklerini iyice bilemedikleri zaman da aynı durum söz konusudur. Eski
bilgeler bu hususu ortaya çıkarma konusunda çok çaba sarf ettiler, sonuçta onu
anladılar ve kitaplarında uzun bahisler olarak ele aldılar. Bunları tanıma ve
bilme arzusunu gerçekleştirmeye yalnızca hikmeti ve felsefeyi sevenler ile
hakikatin peşinde koşanlar sabredebilir. Mantık İlmi ne dair risâlelerimizde
bunların bir kısmını anlatmıştık. Ancak bu bölümde onunla ilgili sadece bir
örnek üzerinde duracağız.
Bil
ki ey kardeş! Tikel ile tümel hakkında hüküm vermenin birbirini izlediği kıyas,
ancak bir şeyin arızî değil, zâtî nitelikleri için söz konusudur. Zâtî
nitelikler ortadan kalktığında, nitelenen [zât] da ortadan kalkar. Nitelikler
sabit olduğunda nitelenen de sabit olur. Çünkü zâtî nitelikler, zâtı oluşturan
surettir. Arızî nitelikler ortadan kalktığında ise nitelenen de ortadan
kalkmaz. Suyun yaşlığı ve tatlılığı buna örnektir. Yaşlık ortadan kalktığında
su mevcut olmaz. Ancak tatlılık, bulunmadığı zaman suyun da bulunmamasını
gerektiren zorunlu bir nitelik değildir. Dolayısıyla yaşlık suyun zâtını
oluşturan bir surettir. Tatlılık ise suyu tamamlayan bir surettir. Buna göre,
kıyasta hükme itibar edilmesi gerekir, yoksa onun doğru ya da yanlış olduğuna
değil.
Bil
ki, ilk filozoflar, daha önce anlattığımız üzere, zikrettiğimiz bu hususu ispat
edip bilgilerinin çoğunu kıyas yoluyla elde ettiklerini ve kıyasta hata ve
kusurun bulunabileceğini gördüklerinde, kıyasta hata ve kusurdan emin
olabilecekleri bir çareyi aradılar ve bu [çareye] gerçekleri ortaya çıkarma,
doğruya isabet etme, sahte olan ve gerçekliği bulunmayan şeylerden sakınma
bağlamında burhân ve aklın ölçüsü adını verdiler. Ancak [bu konuda] onlardan
bir kısmı isabet etti, bir kısmı da yanıldı. “Allah dilediğini doğru yola
ulaştırır.”[231]
Sonra
bil, ki cedel erbabının çoğu zanda bulunuyorlar ve hükümleri ve zanlarıyla
Allah’ın kullarını gerçekleri aramakla ve onların hepsinde isabet etmekle
sorumlu tuttuğuna, isabet edemediklerinde veya yanıldıklarında ise onlara azap
tehdidinde bulunduğuna hükmediyorlar. Hâlbuki durum onların zannettikleri gibi
değildir. Nitekim Allah şöyle buyurmuştur: “Allah hiç kimseye gücünün
üzerinde bir sorumluluk yüklemez.”[232]
[233]
Güç yetirme, güç ve kuvvetin altındadır. Gerçeğe isabet etme, takatin
kapsamında değildir ki güç yetirilen bir şey olsun. Dolayısıyla Allah kullarını
ancak gerçeği aramak ve onu bulmaya çalışmakla sorumlu tutmuştur. Gerçeğe
isabet etmeye gelince; Allah dilediğini ona ulaştırır. Nitekim Allahü Teâlâ
şöyle buyurmuştur: “Bizim uğrumuza çalışıp çabalayanlara yollarımızı
göstereceğiz.”33.
Allah
bu sözünde sadece Onun uğruna olmasını şart koştu. Çünkü insanlardan bir
kısmının hakikati aramadaki gayreti, Allah’ın rızası için değil, açıklaması
burada uzun sürecek olan başka sebepler bakımından olabilir. Dolayısıyla bu tür
kimseler, hidayeti hak etmezler ve doğruya isabet etmeye de ehil olmazlar.
Sonra
bil ki bu konu ihtilafın temel sebeplerinden birisidir: Nitekim insanların
çoğu, Allah’ın kendisine ihsan ettiği anlayış, ayırt etme yetisi, zekâ ve güç
nedeniyle gerçekleri ortaya çıkarmada ilimlere ihtiyaç duymadığını söyler ya
da zanneder. Dolayısıyla da kendi güç ve kuvvetine güvenerek Rabbini, Ondan
yardım ve başarı dilemeyi unutur. Sonuçta Allah onu kendi haline bırakır ve
başarıdan mahrum eder. Allah bu konuda şöyle buyurmuştur: “Allah’ı
unuttular; Allah da onlara kendilerini unutturdu”[234]
Bölüm
Kıyasların
Çeşitlerine Dair
Bu
konuda şunları söyleriz: Bil ki, filozofların ve bilgelerin kıyasta hata ve
kusurun bilinmesi için koydukları ölçüleri çeşitli kısımlara ayrılmaktadır.
Bunlar uzak beldelerdeki halkların kendi aralarında meşhur olan tartılarında ve
ölçülerindeki farklılıkların, tatbik edilen hükümlerindeki ölçülerine göre
olması gibi sanatlara, ilimlere ve kanunlara göre değişiklik arz eder. Nitekim
tüm bu farklılıklara rağmen, gözetilen gaye, gerçeğe isabet etmek, kendi
aralarındaki alışveriş muamelelerinde adalet ve insaf sahibi olmaktır.
Filozofların aklın ölçüsü adını verdikleri burhânı ileri sürmelerindeki maksat
da aynı şekilde gerçekleri ortaya çıkarmak, doğruya isabet etmek ve kıyasların
kullanımında sahtecilikten ve hatadan kaçınmaktır. Ne var ki onlardan bir
kısmı, bu ölçülerin kullanımında isabet, bir kısmı da hata etmiştir. Bu durum
şu üç hasletin birinden kaynaklanır. Ya ölçüleri kullanan kişi, onların hakikatini
ve ölçüyü nasıl kullanacağını bilmemekte ya insanların kendi aralarında meşhur
olan tartı ve ölçülerde ve onları kullanmada güttükleri herhangi bir maksattan
dolayı onlarda hata ve kusurun nasıl meydana geleceğini bilmemekte ya da tartı
ve ölçünün doğruluğunu ve onları nasıl kullanacağını bilmemektedir veyahut da
onun başka herhangi bir maksadı bulunmaktadır. İnsanların bu ölçüleri koymadaki
maksatlarına gelince; bu sadece hakkı, doğruyu, adaleti ve insaflı olanı
gerçekleştirmektir.
Bil
ki filozofların ilimler ve sanatlarda eşyanın hakikatine ulaşmak maksadıyla
koydukları ölçüler, adedini Bir ve Kahhâr olan Allah’tan başkasının
bilemeyeceği kadar çoktur. Ancak bunların hepsi şu üç tür içerisinde yer alır:
Birincisi, bunlar ya el, ya dil ya da vicdan ile kullanılır. El ile
kullanılanlar, kantar, tahıl ölçekleri, tartılar, arşın vb şeylerdir. Özetle
insanlar her ölçüyü ahş-verişteki muamelelerinde, kendi aralarında adalete ve
insaflı olana ulaşmak için kullanırlar.
İkincisi,
pergel, usturlap ve gözlem araç ve gereçleri gibi astrologların, rasathane
çalışanlarının ve su taksim edenlerin kullandıkları şeylerdir. Bunların hepsi
zamanın cüzlerini ve vakitlerin ölçülerini bilip takdir etmek içindir.
Üçüncüsü,
ölçümcülerin, miras üleştirenlerin ve mühendislerin gramları ve boyutları
bilmek için kullandıkları arşın, kulaç, kefe, kumpas vb şeylerle, inşaat ustalarının
sanatlarında kullandıkları, pergel, cetvel, gönye, şakul, açıölçer gibi
şeylerdir. Bunların da hepsi düzgünlüğü ve eğriliği ölçmek için kullanılır.
Dördüncüsü,
her sanatkârın tek başına kullanabileceği şeylerdir. Bunların dil ile
kullanılanlarına örnek; şairlerin, hatiplerin, dilbilimcilerin ve musikişinasların
kullandıkları aruz veznidir. Vicdan ile kullanılanlarına örnek; düşünürlerin
ve filozofların duyulur ve gözlemlenen olgular üzerine düşünmeleri; bu yolla
gizli olan makulleri ve kesin kanıtları kavramada kullanılan kıyasların
doğruluk derecelerini tespit etmeleridir.
Sonra
bil ki, bu kıyasların hepsi, bilgiye götüren yollardır. Bu ölçüler de Allah’ın
kulları arasına, kendilerini, adalet, insaf, hakikat ve dürüstlük bakımından
muhakeme etmeleri ve sahtecilik ve hatadan, zulüm ve haksızlıktan kaçınmaları;
böylece zan ve tahminden sakınarak ihtilafları ve kendi aralarında münakaşa
etmeyi ortadan kaldırmaları için yerleştirdiği hâkimler ve adalet dağıtıcıları
konumundadırlar.
Sonra
bil ki, kuşkusuz bu tür kıyasları ve ölçüleri kullananlar arasında ortaya çıkan
ihtilaf ve çekişmeler de şu dört yöndendir: Birincisi, bunları kullananların,
kendi hedefleri uğruna yanıltma ve aldatmaya başvurmasıdır. İkincisi, onların
yanılmalarıdır. Üçüncüsü, bu ölçüleri nasıl kullanacaklarını bilmemeleridir.
Dördüncüsü, kıyasın ve ölçülerin kusurlu olması; düzgün olmamasıdır. Bu
sebeplerden dolayı, onlar arasında ihtilaf ve çekişme meydana gelir. İşte bu
durum da âlimler arasındaki mezhep ve görüş ayrılıklarının sebeplerinden
birisidir.
Sonra
bil ki, kuşkusuz anlattığımız bu ölçüler ve kıyasların hepsi; Allah’ın “Biz,
kıyamet günü için adalet terazileri kurarız. Artık kimseye, hiçbir şekilde
haksızlık edilmez”[235]
buyruğunda zikrettiği ölçülerin işaretleri, örnekleri ve delilleridir.
Sonra
bil ki, [hesap günü kurulacak olan] bu terazi, bütün terazilerin sonuncusudur.
Bu terazide kimin iyilikleri ağdırırsa, gerçekten kurtulmuş ve ebedi huzura ve
büyük bir kurtuluşa ermiştir. Kimin de terazisi hafif kalırsa, gerçekten
kaybetmiş ve apaçık bir hüsrana uğramıştır.
Ey
kardeş! Kendini bir yokla ve güzel işler yapmaya koyul ve çalış, azığını artırmaya
bak; kuşkusuz azığının en hayırlısı, takva azığıdır. Hesaba çekilmeden önce bu
gün kendini hesaba çek. Nitekim bu, hesabının en kolay olanıdır. Nefsinin
vasisi ol, böylece senden sonraki vasinin aşırılıklarından emin olursun. Bu gün
amellerini tart; yarının terazilerinde hesaba çekilmeden önce bundan gafil
olma. Çünkü iyiliklerinin tartısında en ağır geleni budur. Buradaki tartıyı ve
hesabı güzelce yaparsan durum nasıl olur? Eğer bunun nasıl olacağını bilemez ve
bunu güzel yapamazsan, sana nasihat eden iyi ve erdemli dost ve kardeşlerinin
meclisine gel. Böylece onlar sana nefsini nasıl hesaba çekeceğini ve
iyiliklerini nasıl tartacağını öğretirler. Çünkü onlar, bu sanatın erbabıdırlar.
Nitekim şöyle denilmiştir: “Her sanat dalında, ehlinden yardım isteyiniz.”
“Diriliş
ve Kıyamet Risâlesı’nde bu hesabı ve teraziyi ortaya koyduk;
oradan bunu öğren. A’râf burcunda, A’râf ehli ile birlikte durduğunda -ki Allah
onlardan şöyle söz etmiş ve onları şöyle nitelendirmiştir“A’râf üzerinde de
herkesi simalarından tanıyan adamlar vardır ki bunlar henüz cennete
giremedikleri halde [girmeyi] umarak cennet ehline: ‘Selâm size!’ diye
seslenirler.”[236]
Sonra Allah onları şöyle nitelendirmiştir: “Onlar öyle adamlardır ki ne
ticaret ne de alışveriş onları Allah’ı anmaktan alıkoymamıştır.”[237]
Ey kardeş! Sakın seni, “bu ancak öldükten sonra belli olur” diyen kimsenin sözü
ve zannı aldatmasın! Yazık, ne yazık: [O gün] onlara uzaktan seslenilir. Onlar
öldükten sonra bunu nereden bilecekler. Nitekim Allahü Teâlâ onlar hakkında
şöyle buyurmuştur: “Bu dünyada [hak karşısında] kör olan, Ahirette de kördür
ve en şaşkın olandır.”[238]
Ey
kardeş! Allah seni gaflet ve cehalet uykusundan uyandırsın. Kalbini marifet nuruyla
diriltsin. Ve seni şu buyruğu kapsamında yer alan kimselerden kılsın: “Hiç
ölü iken dirilttiğimiz ve kendisine insanlar arasında aydınlığında yürüyeceği
bir nur verdiğimiz kimse, karanlıklarda yürüyen ve oradan çıkamayacak olan
kimse gibi midir?’[239]
Bu, gafillerin kalplerinde üst üste birikerek koyulaşmış olan cehalet karanlığıdır.
Nitekim peygamberlerin, değerli bilgilerin ve ancak şehvet kirlerinden ve
bedensel bazların aldatıcılığından arınmış olanların ulaşabileceği saklı
sırların zikredildiği kitaplarında, bunların durumu anlatılmıştır. Allah onları
şöyle yermektedir: “Dünya hayatı ancak bir oyun, eğlence ve süstür”[240],
“Dünyanın geçici menfaatini arzuluyorlar”[241]
[242],
“Dünya hayatından hoşnut ve onunla tatmin oldular’’'2, “İşte bu
Ahiret yurdudur. Onu yeryüzünde büyüklenmeyip bozgunculuk çıkarmayanlara
veririz."™ Kuranda, dünyayı isteyenleri yerip ahireti arzulayanları
ise öven pek çok ayet bulunmaktadır. Allah seni ahiret yurdundan istifade
etmeye muvaffak kılsın. Cennet ehlinden ve bizim kardeşlerimizden olmanı nasip
etsin.
Kuşkusuz
sanatlar ve ilimler erbabının ölçü ve kıyaslarından, filozofların onlarla
ilgili kriterlerinden bir kısmı açıkça ortaya çıktıktan sonra, şimdi de onların
mezhep ve görüşlerinden bir kısmını, özellikle de din ile ilgili olanları
anlatmak istiyoruz. Çünkü din de, bir araştırma ve inceleme alanıdır. O,
insanlığın en değerli uğraşı, beşerî bilgilerin en güzeli, marifetlerin en
hayranlık uyandıranı ve kavrananların en iyi bilinenidir. Din ehli, insanların
en akıllı olanlarıdır. Onların akılla kavradıkları, bilinenlerden daha çoktur.
Bu [dini ilimlere sahip olma] mertebesi, akıllı kimselerin ilim ve marifet
yolculuklarındaki en yüksek mertebe olmayı hak etmektedir. Bu [dini] ilimler
denizi, sahası en geniş, derinliği ve enginliği en fazla olanıdır. Onun
cevherleri en değerlisidir. Onun yolcularının menzili en uzun; kârları ise en
fazla olanıdır. Daha önce zikredildiği gibi onların üzüntüleri, diğerlerine
nispetle daha büyüktür. Çünkü bu yola girenlerin ahlâkı, meleklerin ahlâkıdır.
Bu yoldan ayrılanlar, şeytanların yoluna girerler. Allah dilediği kimseleri
doğru yola ulaştırır!
Söylediklerimizin
doğruluğunu ve anlattıklarımızın gerçekliğini, hikmetli görüşlerden, ayrılıkçı
bidat fırkalarından, nebevi yollardan, sünnete dayalı yöntemlerden, melekî
tutum ve davranışlardan ve Rabbânî maksatlardan söz ederken açıklığa kavuşturacağız.
Bölüm
Fırkalar
ve Mezheplerin Türlerine Dair
Şöyle
deriz: Bil ki, bozuk görüşlerin ve âlimlerin onlar üzerindeki ayrılıklarının
bir kısmı, din, şeriat ve bunlarda izlenen yollar ile bunlarla ilgili ilimler
ve hükümlerden ibarettir. Diğer bir kısmı ise, aritmetik, geometri, astronomi,
dilbilim ve tıp gibi din işleriyle ilgili olmayan edebiyat, matematik vb
ilimler ve sanatlardan oluşur.
Din
işleriyle ilgili olanlar, Allah’tan başkasının sayamayacağı kadar çoktur. Ancak
bunların hepsini felsefî ve dini olmak üzere iki kısımda toplamak mümkünüdür.
Bu bağlamda, söz konusu mezhep ve fırkaların asıllarını ve onların detaylarından
bir kısmını mümkün olduğu ölçüde özet olarak anlatmak istiyoruz. Çünkü burada
açıklamalarda bulunmak ve çerçeveyi genişletmek uzun sürer. Dolayısıyla
öncelikle felsefî görüşlerden ve ekollerden söze başlayalım. Nitekim uİlahi
Yasalar ve Rabbânî Fırkalar Risalesinde dinî fırkalardan bir nebze söz
etmiştik. Fakat bu bölümde, felsefî görüşlerden ve bidat fırkalarından söz
etmeden önce dini fırkalara gerektiği kadar değinmeyi arzu ediyoruz. Böylece
[hak fırkaların] görüşleri üzerinde düşünen kimse, onları ezberlesin, onlara
inansın ve felsefî görüşlere ve bidat fırkalarına dalmadan, onlar üzerinde
araştırma yapmadan, onların sağduyu sahiplerinin hoşlanmadığı bozuk fikirli
taraftarlarının delillerini görmeden önce kalbini onlarla meşgul etsin.
48.
Kasas, 28/83.
İnsanı
kötülüklerden engelleyen özelliklerin mahiyetine gelince; burada açıkladığımız
gibidir: İnsanlar tabiatları, ahlâkları, işleri, adetleri, ilimleri ve
sanatları itibariyle farklıdırlar ve çeşitli branşlara sahiptirler. Bunların
sayısını ancak Allah bilir. Ancak onlardan bir kısmı hayırlı, bir kısmı ise
kötüdür. Bu bağlamda şunları söyleyebiliriz: İnsanların en kötüleri, dini
olmayanlar ve ahirete inanmayanlardır. Bunun nedeni şudur: İnsan kendisi için
mümkün olan hayır işlerini yapmaya muktedir olarak yaratılmış olmakla birlikte,
o bu kudretiyle çeşitli sebeplerden dolayı kötü işleri de yapmaya muktedirdir.
Bununla birlikte, “Ahlak Risâlesi’nde açıkladığımız gibi çeşitli unsurlar onu
bunları yapmaktan alıkoyar. Fakat insanı kötülükten alıkoyup uzaklaştıran en
önemli husus, din ve ona bağlı olarak ortaya çıkan cömertlik, takva, hayâ,
mürüvvet, rahmet, korku vb dinsel ve inançsal özelliklerdir. Hesap gününe
inanmayan, sevap ümidi olmayan ve [uhrevî] cezadan korkmayan kimseyi, gayreti
ve gücü kötülükten alıkoymaz. Her ne kadar çeşitli sebepler insanı kötülüğe yönlendirdiğinde,
başkalarından çekindiği için onun görünürde bundan uzak durması mümkün ise de,
o, gizlide bundan uzak durmaz.
Bil
ki din iki şeyden ibarettir: Birincisi, asıl ve temel dayanak olan kalpteki ve
özdeki inançtır. Diğeri ise, bu asıl üzerine bina edilmiş olan dıştaki ve
açıktaki söz ile ameldir.
Değerli
ve erdemli kardeşlerimizin âdeti üzere bu ikisini burada açıklama ihtiyacı
duyuyoruz. Öncelikle inançlardan söz edelim. Çünkü inançlar, bu bağlamdaki maksadımız
ve hedeflerimiz açısından asılları ve ilkeleri oluştururlar. Nitekim (hadiste):
“ Ameller niyetlere göredir; herkes için niyet ettiğinin karşılığı vardır..
” denilmiştir.
Bölüm
En
Sağlam Görüşlerin ve Hayırlı İnançların Mahiyetine Dair
Şöyle
deriz: Bil ki, insanların inançları, sayılarını Allah’tan başkasının bilemeyeceği
kadar çoktur. Fakat bunların hepsi şu üç kısmın dışına çıkmaz: Birincisi,
avamın dışındaki entelektüellere özgü olanlardır. İkincisi, entelektüellerin
dışında avama özgü olanlardır. Üçüncüsü ise, entelektüeller ile avamın her
ikisine birden uygun olanlardır. Biz bu kısımda, avam ve entelektüellere uygun
olan inançların hepsinden bahsetmek istiyoruz. Çünkü diğer iki kısmın
çeşitleri ve dalları çok olduğundan açıklamaları uzar. Bu konuda şunları
söyleriz:
Bil
ki, görüşlerin en sağlamı ve inançların en yararlısı, avam ve entelektüellerin
hepsinin birden inanmaları ve onaylamaları uygun olanıdır. Bunlar da, âlemin
sonradan meydana geldiğini, sanatlı bir şekilde yaratıldığını, onun yaratıcısının
hikmetli, sanatkârının ezelî, esirgeyen ve merhamet eden bir yaratıcı
olduğunu; Onun evrendeki işlerini en sağlam biçimde yaptığını, yaratışını en
güzel nizam ve tertip üzere hünerli bir şekilde gerçekleştirdiğini, onda hiçbir
bozukluk ve eğrilik bırakmadığını kabul etmektir. O, evrende icra edip
yürürlüğe koyduğu hiçbir iş, orada küçük-büyük meydana gelen hiçbir olay,
hiçbir hassas ve değerli iş yoktur ki onu var etmeden önce bilmemiş, bunlar Ona
gizli kalmış olsun. Ona zerre miktarı hiçbir şey saklı kalmaz. Onun has kulları
ve yaratıklarının en temizi olan melekleri vardır.
Onları,
yarattığı evrenini muhafaza etme görevine atamıştır. Onları, yaratıklarının
işlerine vekil kılmıştır. Onlar, Ona yasakladığı işlerde en ufak bir
itaatsizlikte bulunmazlar ve emredildikleri şeyleri yerine getirirler. Onun
âdemoğullarının da içinden seçtiği ve Kendisine yakın kıldığı has kulları
vardır. O, onları, melekler ile cinlerden ve insanlardan yarattıkları arasında
aracılar ve Kendisi için elçiler kılmıştır. Yine O, kullarına birtakım şeyleri
emretmiştir. Onlar bunları yaptıkları takdirde, bu kendileri için daha hayırlı
ve herkes için daha yararlı olur. Yine onlara birtakım işleri de yasaklamıştır.
Bunlardan kaçınmadıkları takdirde ise, kendileri için en yararlı olandan
ayrılmış ve en iyi olanı yapma fırsatını kaçırmış olurlar. Ancak O, onlara güç
yetiremeyecekleri işleri emretmemiştir. Onlar da Onun bilmediği bir şeyi
yapmazlar. Onlar, kendilerini yarattığı günden beri hep Ona döner, Ona
yönelirler; en eksik olandan en tam, en düşük olandan en yetkin ve en kötü
olandan en iyi olana doğru halden hale girerler. Onların bu hali, Ona
kavuşacakları, O nu temaşa edecekleri ve O nun da onlara amellerinin
karşılıklarını tam olarak vereceği güne kadar böylece devam eder.
Sonra
bil ki, bu görüşe, anlattığımız bu hususa ve niteliğini belirttiğimiz bu gerçeğe
ancak şu iki yolla ulaşılabilir. Birincisi, basiret ve keskin görüş ve
günahlardan arınmış temiz bir nefsin şaibelerden uzak olan kalp gözü ile bakmak
ve görmektir. Tevhide inanan eski ilahiyâtçı filozofların yaptığı gibi,
duyulurlar üzerinde derin bir düşünüşten, akılla bilinenleri dikkatlice
inceledikten, riyazet yoluyla dirayet kazandıktan ve kıyasları araştırdıktan
sonra kalp ile imanda ve dil ile de ikrarda bulunmaktır. Söz ile teslimiyeti
beyan etmek, meleklerin onları ilham ve teyit; peygamberlerin, melekleri vahiy
ve haber verme; müminlerin, peygamberleri iman ve teslimiyet; avamın ve
tebaanın, entelektüelleri ve âlimleri, taklit ve söz ve nihayet çocukların,
anne babalarını ve öğretmenlerini talim ve telkin yoluyla ikrarı gibidir.
Anlattığımız bu husus, dinin temel dayanaklarından ve doğru inançlarından
birisidir. Diğer temel esas ise, emir ve idare altında bulunanın âmirine boyun
eğmesinden ibaret olan itaatidir.
Sonra
bil ki, emirler ve yasaklar, âmirlerin ve memurların konumlarına göre değişiklik
arz eder. Bunlardan birincisi, evlatların anne-balalarının kendileri için
yararlı olan hususlardaki emirlerine itaatleri ve kendilerini zarara ve helake
sürükleyecek olan şeylere dair yasaklarına uymalarıdır: “Ana babana güzel
söz söyle. Ancak hakkında bilgin olmayan bir hususta senin Bana ortak koşman
için uğraşırlarsa onlara itaat etme...'"[243]
İkincisi,
çocukların kendileri için yararlı olan terbiyeyi alma hususunda öğretmenlerine
olan itaatleridir. Üçüncüsü, öğrencilerin kendileri için gerekli olan sanatları
ve fenleri öğreten hocalarına itaatleridir. Dördüncüsü, karıların evin
ihtiyaçları ve kendi yararlarına olan şeyleri koruma konusunda kocalarının
emirlerine itaatleridir. Beşincisi, hastaların, kendi yararları için perhiz
yapma ve gerekli ilaçları alma konusunda doktorlara olan itaatleridir.
Akıncısı, cahillerin, kendi yararları için dinin emirlerini yerine getirme ve
yasaklardan kaçınma konusunda âlimlere olan itaatleridir. Yedincisi, tebaanın
kendi yararları için iyiliği emredip kötülükten sakındırma ve birbirlerine
zulmetmeyi bırakma konusundaki emerlerinde âdil sultanlara olan itaatleridir.
Sekizincisi, sultanların, emirlerin ve meliklerin beldeleri ve ülkeleri idare
etme, vergileri toplama, yabancı ülkeler ve düşmanlarla savaşma, şehirleri
koruma, nesli muhafaza altına alma gibi kendi yararlarına olan hususlarda
peygamberlerin halifelerine olan itaatleridir. Dokuzuncusu, halifelerin, ümmet
içerisinde dinin muhafazası ve din ehlinin arasında sünnetin yaşatılması için
kendilerine çizilen çerçevede peygamberlerine olan itaatleridir. Onuncusu,
peygamberlerin, ilahi kitapların tedvini için kendilerine verilen vahiyler ve
haberler, dinin esaslarının konup sünnetin izahı, ümmetin işlerinin toparlanıp
cemaatlerin kalplerinin uzlaştırılması ve vasiyetin tebliğ edilip davetin
yapılması gibi herkesin yarar ve menfaatine olan hususlarda meleklere olan
itaatleridir. On birincisi, meleklerin kendilerine emredilen ibadeti yapmaları,
varlıkların ve yaratıkların işlerinin düzene koyulması konusundaki
sorumluluklarını yerine getirmeleri gibi herkese yararlı ve faydalı olan,
âlemin bekasını ve yaratıkların devamlılığını sağlayan ve böylece gayelerin en
sonuncusu olan en büyük mutluluğa ulaştıran [emir ve buyruklarında] Âlemlerin
Rabbine olan itaatleridir.
İşte
bu, Haniflik olan nebevi dindir; sünnete uygun olan yol ve melekî yaşayıştır.
Bu din, her idare edilenin, idare edicisine, herkesin yararına olan hususlarda
itaat etmesinden ve emir ve yasaklarında ona isyan etmemesinden ibarettir.
Buraya
kadar anlattıklarımızdan Haniflik dininin, Rabbânî yolun, sağlam inancın,
doğru görüşün, ister entelektüel ister avam olsun herkesin gitmesinde ve inanmasında
yarar bulunan seçkin yolun ne olduğu ortaya çıktığına göre, şimdi de çeşitli
mezheplerden, yaygın olan görüşlerden ve ehlini bunlara yönelten sebeplerden,
hak yoldan sapmanın, doğru olandan ayrılmanın ve batıla düşmenin nerede ortaya
çıktığından söz etmek istiyoruz. Bunu için öncelikle felsefî görüşleri ve
bidat fırkalarını anlatacak, ardından da dinlere ve ilahi yasalara
bağlılıklarını bildirenlerin, esasların ve hükümlerin detaylarındaki ihtilaf
nedenlerine değineceğiz.
Bölüm
Felsefî
Görüşler: Âlemin Ezeliliğine İnananlar/Dehriyye ile
Âlemin Sonradan Olduğuna İnanlara Dair
Şöyle
deriz: Bil ki diğer felsefî görüşler ve fırkalar bu ikisinden ortaya çıkmışlardır.
Biz öncelikle âlemin ezeliliğine inananlardan/dehriyyeden söz edeceğiz. Bu
konuda deriz ki dehriyye bir miktar anlayış ve temyiz sahibi
topluluktur. Bunlar, beş duyuyla algılanan tikel varlıklara bakarak onlar
üzerinde düşündüler, onların çeşitli hallerini dikkate aldılar ve sonuçta her
var olanın, heyulânî, sûrî/f ormal, failî/etkin ve tam olmak üzere dört
illetinin/nedeninin bulunduğu fikrine vardılar. Âlemin sonradan oluşu ve sanatı
hakkında düşündüklerinde, hep bu dört illeti aradılar ve şu hususları
araştırdılar: Acaba âlem kimin eseridir? Onu hangi şeyden meydana getirmiştir?
Onu nasıl yapmıştır? Onu niçin yapmıştır? Ve nihayet ne zaman yapmıştır?
Onların kavrayışı bunları anlamaya yetmedi. Bunlardaki incelikleri anlamadaki
zihinsel eksikliklerinden dolayı bir tasavvurda bulunamadılar. Çünkü bunları
araştıran kimselerin zeki, ilim ve amelde üstün olması, hile ve desiselerden
arınmış bir zihninin bulunması gerekir. Yine onun, “Marifetler Risalesinde
anlattığımız üzere, bu illetleri, onların anlamlarını ve hakikatlerini
kavrayabilmesi için hassas bir düşünceye ve kuvvetli bir araştırmaya ihtiyacı
vardır. Ancak onlar bu araştırmaları yaptıklarında, bunları anlayamadılar.
Cehaletleri ve kendilerini beğenmişlikleri, onları âlemin kıdemi ve ezelîliği
konusunda konuşmaya sevk etti. Diğer üç illeti bilip tanımadıkları için, faili
illetin/etkin nedenin varlığını inkâr ettiler.
Sonra
bil ki, her sanat eserine bakıp onun üzerinde düşünenler, bununla şu dört
nedeni arar: Onu kim yaptı? Ne zaman yaptı? Nasıl yaptı? Ve niçin yaptı? O bu
araştırmayı, ilk bakışta söz konusu eserde, akıllara ilişen afetlerden uzak
olan her sağduyu sahibine gizli kalmayacak ölçüde açık ve net olan şu üç şeyi
görüp fark ettiği için yapar. Bunlar, şekil, nakış, tasvirler, renkler vb
özelliklerdir. Eğer âlemin ezeliliğini iddia edip bu konuda söz söyleyenler, bu
âleme göz attıklarında, onun yapısı, şekli ve içindeki çeşitli tasvirleri,
nakışları ve renkleri hakkında derin bir tefekkürde bulunduklarında, söz
konusu şeyleri görmemiş olsalardı, onun failini aramazlar, onu nasıl, ne zaman
hangi şeyden ve niçin yaptığını araştırmazlardı. Yine onlar, bu nedenleri bilip
anlayamadıkları zaman, onların mahiyetlerini ve hakikatlerini kendilerinden
daha iyi bilip tanıyan kimselerin görüşlerine başvurmuş olsalar ve bu konudaki
acizliklerini itiraf etselerdi, bu tür sözlerde bulunmazlar ve böyle şeylere
inanmazlardı. Ancak onların kendilerini beğenmeleri, araştırmalarına ve
dikkatli bakışlarına güvenmeleri, kendilerini âlemin ezelî olduğunu söylemeye
yöneltmiştir. Çünkü onlar, güçlerinin yetmediği şeye yeltenmişler, kendi işleri
olmayan bir konuya girişmişler ve sonuçta onda hayretler içerisinde kalmışlar;
böylece Neccar maymunlarının başlarına gelenler, onların da başlarına
gelmiştir.
Bu,
insanların ihtilaf ettikleri ve ehli olmayanların içerisine dalmasının en büyük
bela olduğu bir konudur.
Bölüm
Akıllı
Kimselerin Meziyetleri ve Akıllara İlişen Afetler
Şöyle
deriz: Bil ki, kuşkusuz bu topluluk, şüpheye düşmedi ve akıllarının kıtlığı,
temyizlerinin zayıflığı ve düşünceyi terk yüzünden sapıtmadı. Ancak onlar,
akıllara ilişen afetler yüzünden şüpheye düşüp şaşırdılar. Çünkü aklın pek çok
meziyeti bulunsa da ona ilişen çok sayıda afet de vardır. “Ahlak Risâlesi’ nde
bunların bir kısmından söz etmiştik. Fakat bu bölümde, onun bir kısmından daha
söz etmemiz gerekir. Bu itibarla önce insani aklın ne olduğundan söz edelim:
İnsani akıl, onun çocukluk günlerinin ardından büyüyüp yaşlandığı
zamanlarındaki konuşan nefisten başkası değildir. Nitekim nefis, bedene
tutunduğu, yani ana rahminde cenine iliştiği gün, henüz olgunlaşmamış vaziyette
olup hiçbir bilgisi, edindiği herhangi bir huyu, bir görüşü ve mezhebi, tedbiri
ve siyaseti yoktu. Bu durumu Allahü Teâlâ şöyle ifade etmektedir: “Siz
hiçbir şey bilmez iken Allah sizi analarınızın karınlarından çıkardı.”™
50.
Nahl, 16/78.
Bu
durumda nefis, bizzât diri, bilkuvve bilici ve tabiatı gereği faal olan rûhânî
bir cevherden ibaretti. Ancak o, “Duyu ve Duyulur Risalesinde
açıkladığımız üzere, beş duyunun gözlem alanının dışında kalma döneminin
ardından, türler, cinsler ve suretlerden ibaret olan duyulurların resimlerine
ulaştığında, onları ayırt etmeye, onlar üzerinde düşünmeye, onları incelemeye,
onların zâtlarını, fayda ve zararlarını tanımaya, onları tecrübe etmeye ve
onları dikkatlice gözden geçirmeye başlar ve bu andan itibaren bilfiil bilen
akıl unvanını alır.
Aklın
meziyetlerine ve fiillerine gelince; bunlar sayılarını Bir ve Kahhâr olan
Allah’tan başkasının bilemeyeceği kadar çoktur. Bunların bir kısmını, “Makûller/
Akliyyât) Risalesinde zikretmiştik. Fakat burada onlara kısaca işaret etmek
ister ve bu konuda deriz ki: Kuşkusuz insanın tüm sağlam fiilleri, akıl ve
tutum bakımından farklılık arz eden bütün görüş ve mezhepleri, insani aklın
fiilleridir. Ancak aklın bu faziletlerine ve meziyetlerine rağmen, ona ilişen
pek çok afet vardır. Bunlardan bir kısmı, herhangi bir şeye yönelen baskın
heva/arzu ve heves, kişinin kendi fikrini beğenmesinden kaynaklanan aşırı
büyüklenme duygusu, hakkı kabul etmeye engel olan kibir, hemcinslerine ve
akranlarına karşı sürekli bir haset, şehevi şeyleri elde etmeye dair aşırı bir
hırs, acelecilik, işlerde sebat azlığı, muhakeme ve hasımla yüzleşme anlarında
kin ve düşmanlık, hevasına tâbi olan kişilere karşı meyil ve taassup, övünçte
cahilce bir gayretkeşlik, itaatsizlik ve hak etmediği halde başkan ve idareci
olmaya düşkünlük gibi akıllı kimselere ilişen afetlerdir. Bunlar onları hidayet
yollarından ayırırlar ve aklın faziletlerinden ve yararlarından istifâde
etmelerine engel olurlar.
Sonra
bil ki, dünyada akıllılar arasında siyaset ve tedbir sahibi kimselerin başkanlığı
ve idareciliğinden daha yüksek bir mertebe ve daha güzel bir fazilet yoktur.
Akıllıların da reislerine boyun eğip itaat etmelerinden daha lezzetli bir
nimet ve daha güzel bir rütbe yoktur. Buna karşın akıllı kimselerin faziletli
yöneticilerine isyan ve düşmanlık etmelerinden daha büyük bir sıkıntı ve daha
kötü bir bela yoktur. İblisin kibri, Âdem’in (a.s.) hırsı, bir işe giriştiği
andaki acelesi, ve Kabil’in hasedi gibi huylar ve hasletler de ihtilafın ve
günahların temel sebeplerinden birisidir.
Kibir,
Âdem’in Firavunu olan İblis’in, peygamberlerin firavunları gibi -ki onlar onun
ordularıdırÂdem’e secde, ona itaat ve emrine boyun eğme ile emredildiğinde
takındığı bir tutumdur.
İsyan
ve günahların temel sebeplerinden birisi olan diğer bir huy ve haslet de
Adem’in hırsı ve kendisine ait olmayan bir şeyi istemedeki ve onu elde etmeye
girişmekteki acelesi, onu vaktinden ve hak etmesinden önce almasıdır. Âdem onu
tadınca avret yeri açıldı, mertebesinden indi, derecesi düştü ve düşmanları
onunla alay etti.
Eğer
Rabbinin ona bir ihsanı ve rahmeti olarak daha önce gerçekleşmiş yazgısı
bulunmasaydı, azap onun ve zürriyetinden herkesin yakasına hemen yapışıverirdi.
Nitekim onlar azabı vaktinden önce aceleyle istemişler, ancak Allah onu bir
vakte kadar ertelemiştir. Tövbe edip pişmanlık duyduklarında ise af ve
bağışlanmayı hak etmişlerdir: “Ey Rabbimiz biz nefislerimize zulmettik. Bizi
bağışlamaz ve bize merhamet etmezsen kaybedenlerden oluruz.”5' [244]
İblise
gelince; o secde etmeyi; itaat emrine boyun eğmeyi reddedince, kibirlendi ve
başkaldırdı. Sonunda pişmanlık duyup rahmetten ümit kesmekten geriye dönmedi.
Ancak o da bekletildi, kendisine bir süre tanındı ve cezası ve azabı, belli bir
vakte kadar ertelendi: “[İblis] dedi ki: ‘Rabbim diriliş gününe kadar bana
mühlet ver! [Bunun üzerine Allah şöyle] buyurdu: ‘Sana belli bir vaktin
geleceği güne kadar mühlet verildi! [Ardından İblis şöyle] dedi: ‘İzzetin hakkı
için, ihlâslı olanları hariç kullarının hepsini azdıracağım!’[245]
Bu,
firavunların yoludur. Hepsi İblis’in orduları olan bu adamların din ve dünya
işlerindeki tutumu budur. Bunlar, peygamberlerin emri altına girip onlara itaat
etmekten kaçınırlar. Bununla birlikte onlar, ölecekleri güne kadar
ertelenirler ve onlara mühlet verilir. Öldükleri zaman ise onların kıyameti
kopar ve azap ile alçaltılırlar ve bu durumları diriltilecekler! güne kadar
devam eder. Nitekim Allahü Teâlâ şöyle buyurmuştur: “Sabah akşam ateşe
sunulurlar. Kıyamet koptuğu gün de onları azabın en şiddetlisinin içine atın.”[246]
Buraya
kadar anlattıklarımızdan açıkça görüldüğü üzere, âlemin ezelî olduğunu
söyleyenler, akıl kıtlığı ve ahmaklıktan dolayı ya da düşünce ve araştırmayı
terk ettikleri için şüpheye düşüp doğru yoldan ayrılmadılar. Aksine onlar,
kendilerine ilişen afetler, nefislerinde bulunan kötü ahlâk, çeşitli engeller,
problemli meseleler, yetkinlikteki eksiklik, yerine getirilmesi ve ivedilikle
yapılması gerekli olan hususları terk etme, üzerine vazife olmayan işlere
atılma, kaldırılması mümkün olmayan bir yükün altına girme gibi nedenlerden
dolayı şüpheye düşüp yolu şaşırdılar.
Bölüm
Âlemin
Ezelî Olduğunu Söyleyenlerin İçine Düştüğü Diğer Bir Hata
Onlar
sonucu bilmeden önce etkin nedeni bilmenin peşine düştüler. Hâlbuki beş duyunun
algı alanının dışında kalan gizli sanatkâr, ancak açık olan sanat eserinin
bilinmesiyle bilinebilir. Sanat eseri ise, heyûlâ üzerinde düşünmek ve onun
hallerini dikkate almak suretiyle bilinebilir. Çünkü heyûlânm hakikatini ve
hallerini bilmek, sanat eserini bilmek; sanat eserini bilmek de sanatkârı
bilmek demektir. Biz “Duyulur Varlıklar Risâlesi’ nde heyûlânm mahiyetini,
hakikatini ve hallerini anlatmıştık. Ancak burada ise bu konuya gerektiği
kadarıyla temas edeceğiz.
Sonra
bil ki; heyûlâ ve onun hakikati, keyfiyeti, nakşı, formu, şekli, rengi ve arazları
olmayan ham bir cevherden ibarettir. Ancak o bunları kabule hazırdır. Fakat o,
bunları sadece bir kast edenin kastı ve yaratıcının yaratması ile kabul eder.
Örneğin, odun; tahta, kanepe, sandalye, kapı gibi şeylerin formunu almaya
hazırdır. Ancak bunlar, bir marangozun kastı ve özenli gayretiyle olabilir. Bir
demir parçasının durumu da bunun gibidir. O da ancak belli bir forma,
demircinin kastından sonra girebilir. Diğer beşerî sanatlar için belirlenmiş
olan heyûlâların durumu da aynıdır. Bir araya gelmeyen dört temel unsuru
oluşturan tabi, heyûlânm durumu da bundan farklı değildir. Bunlardan madenler,
bitkiler ve hayvanlar ancak bir zorlayıcının zor laması veya bir sanatkârın
yapmasıyla meydana gelir. Etkin nedenin, Allah’ın izniyle feleğin küllî
nefsinin güçlerinden gelen bir gücü vardır.
Yalnızca
uzun, geniş ve derin bir cevherden ibaret olan mutlak cismin durumu da
böyledir. O, belli bir şekil üzere kalmaz. Bazısı iç içe geçmiş küreler ve
daireler, bazısı ise büyüklü küçüklü yıldızlar şeklindedir. Bazısı sıcaklık,
soğukluk, kuruluk, yaşlık, hafiflik, ağırlık, şeffaflık ve yoğunluk gibi
çeşitli tabiatları bulunan temel nesnelerden ibarettir. Bazısı hareketli,
bazısı ise sakindir. Bazısı çok süratli, bazısı ise yavaş hareket eder. Buna
benzer hallerin hepsi, mutlak cisimde ancak bir kast edenin kastı ve
yaratıcının yaratması ile bulunur. O da, üstün, bağışlayıcı, bir, kahhar ve her
türlü eksiklikten uzak olan Allah Teâlâ’dır.
Bu
durum, doğal akıl sahipleri için, âlemin bir sanat eseri olduğunun, her sanat
eserinin de bir sanatkârının bulunduğunun bir delili, açıklaması ve kesin
kanıtı olarak yeter. Çünkü bu, aklın ilk prensipleri arasında yer alan zorunlu
bir önerme olması itibariyle, her ne kadar, kimin, ne zaman, nasıl ve niçin
yaptığını bilemese de düşünen her aklı başında kişiye apaçık bir şekilde
görünen; arızî afetlerden uzak her sağduyu ve insaf sahibine saklı kalmayan bir
durumdur.
Bununla
birlikte, heyûlânın durumu, onun sonradan meydana gelmiş olmasının delili ve
kesin kanıtı üzerinde düşünmek, “Akim İlkeleri Risalesinde açıkladığımız
üzere, bundan çok daha fazla dikkat isteyen, araştırmayı, derin tefekkürü ve
hassas bir ayırt etme gücünü gerektiren bir husustur.
Bu
anlattıklarımızdan, âlemin ezelî olduğunu söyleyenlerin bu sözlerinin yanlışlığı
açıkça ortaya çıktığına göre, şimdi de onun sonradan var olduğunu söyleyenlerin
sözlerinden, çeşitli görüşlerinden, farklı gruplarından ve onları buna yönelten
sebeplerden ve bu konuda nerelerde isabet edip nerelerde hataya düştüklerinden
bahsetmek istiyoruz.
Bölüm
Âlemin
Tek Bir Nedenden Ortaya Çıktığı
Görüşüne Yönelten Etkenlere Dair
Şöyle
deriz: Bil ki, âlemin sonradan ortaya çıktığını söyleyenler iki gruba ayrılırlar:
Birincisi, âlemin sonradan var edilip bir sanat eseri olarak ortaya konduğuna,
onun yoktan var edip yaratan, diri, kadir ve hikmet sahibi tek bir nedeninin
bulunduğuna inananlardır. Bu görüşte olanlar, peygamberler (a.s.) ile onları
izleyenler ve tevhit ehli filozoflardır. İkincisi ise âlemin sonradan ortaya
çıktığına ve onun bir sanat eseri olduğuna inanmakla birlikte onun kadim ve
ezelî iki nedeninin bulunduğuna da inanır. Bu ihtilaf da temel görüşlerden ve
ondan orta çıkan mezheplerden birisidir. Bu bakımdan onları bu görüş ve inanca
sevk eden bakış açısını ve kıyası ve bunların keyfiyetini anlatmamız gerekir.
Bu konuda deriz ki:
Bil
ki bunun sebebi, onların oluş ve bozuluş âlemi olan ay altı âlemdeki kötülüklere
bakmalarıdır. Onlar bu çirkin ve kötü işlerden hareketle âlemin yaratıcısının
bir olması gerektiği görüşüne vardılar. Sonra Onun âlemi kötülükler ve bozgunculukla
dolmaya terk ettiğini, buna bir engel koymadığını ve bu durumu değiştirmediğini
düşündüler. [Onlara göre] eğer Onun bunları engellemeye gücü yetmiyorsa, o za
man başka bir nedenin bulunması zorunludur. Çünkü kötülükler fiillerdir. I i il
ise ancak bir etkin ve edilgen failden meydana gelir. İşte onların [bu
konudaki] görüşleri bundan ibarettir. Onların ilimden nasipleri buraya
kadardır. Araştırma, ayırt etme ve kıyastaki gayretleri, onları bu noktaya
taşımıştır.
Bu
mesele, yani âlemdeki kötülüklerin meydana gelişlerinin nedenini araştırma
konusu, âlimlerin görüşlerinin ve mezheplerinin farklı olmalarının temel nedenlerinden
birisidir. İnsanların dünyaya gelişlerinden bu yana durum hep böyle olmuştur.
Âlimler,
kötülüklerin bu âlemdeki var olma nedeninin ne olduğu, onların gerçekte
failinin kim olduğu ve kökenlerinin nereye dayandığı gibi konularda ihtilaf
etmişlerdir. Bu bölümden sonra, onların bu konuda ne düşünüp konuştuklarını anlatacağız.
Bölüm
İki
Asıldan Söz Edenleri Buna Yönelten Sebeplere Dair
Şöyle
deriz: Bilki, -Allah seni başarılı kılsıniki asıldan söz edenler, iki gruptur:
Birincisi, her ikisinin de iki faili bulunduğu görüşündedirler. Bunlardan
birisi iyi olan nur; diğeri ise kötü olan zulmettir. Bu, Zerdüştlüğe
inananların, Maniheistlerin ve bazı filozofların görüşüdür. İkincisi,
nedenlerden birisinin etkin, diğerinin ise edilgen olduğuna inananlardır.
Onlara göre, edilgen olan heyûlâdır. Bu da bazı Yunan filozoflarının görüşüdür.
Birinci gruptakiler, bu görüşe, birbirleriyle çekişme halinde olan bütün
insanlar ve hayvanlar arasında meydana gelen savaşlara, çekişmelere,
düşmanlıklara ve birtakım nedenlere ve hallere bakmaları sevk etmiştir. Bu
duruma bakıp bir kıyasta bulunmak suretiyle onlar şu hükme varmışlardır: Âlemin
ortaya çıkışının nedeni, birbiriyle çekişen iki faildir. Ancak bu faillerden
birisi iyi, diğeri ise kötüdür. İşte onların kıyası budur. Onların ilimden
nasipleri bu kadardır. Gayretleri onları bu noktaya taşımıştır. Yine onların
âlemin ortaya çıkışının keyfiyetine dair görüşleri ve sözleri vardır. Burada
onları açıklamak uzun sürer. Bunlar onların kitaplarında anlatılmıştır.
Dolayısıyla onları burada anlatmanın bir yararı yoktur.
Asıllardan
birisi etkin, diğeri ise edilgendir diyenlere gelince; onları bu görüşe, iki fail
bulunduğunu söyleyenlerin sözlerinden, faillere kötülüğün ve çirkinliğin gerektiği
sonucunu çıkarmaları; fiillerinden ve birbirleriyle zıtlaşmalarından dolayı
onlar için acizliğin ve noksanlığın zorunlu hale geldiğini, ayrıca âlemin
terkibinde ve göklerin yaratılmasında yetersiz bir düzenin ortaya çıktığını ve
genel bir bozukluğun ve kuşatıcı bir kesatlığın da kaçınılmaz olduğunu
düşünmeleridir.
Hâlbuki
durum bu hükmün gerektirdiğinin aksinedir. Nitekim onlar, evrenin düzenini
açıkça görmüşler; göklerin, enginliği, cüzlerinin büyüklüğü ve orada bulunan
yaratıkların çokluğu itibariyle sağlam yaratılışını bilmişlerdir. Göklerde
elbette bo zukluk ve kötülük bulunmaz. Onun tamamı en güzel düzen, en iyi
sistem ve uyum üzeredir. Dolayısıyla kötülükler sadece ay altındaki oluş ve
bozuluş âleminde bulu nurlar. Oluş ve bozuluş âleminde de yalnızca bitkiler ve
hayvanlar içerisinde bulunup diğer varlıklarda bulunmazlar. Bitkiler ve
hayvanlarda da her zaman değil, ara sıra bulunurlar. Ayrıca onlarda yaratıcının
doğrudan kastı ile değil, arızî sebeplere bağlı olarak ortaya çıkarlar. Yani
heyûlânm eksikliğinden veya onun her zaman ya da her durumda iyiyi kabul
etmekten aciz oluşu nedeniyle meydana gelirler.
Onların
bu konudaki kıyası, yani kötülüklerin heyûlâ tarafından ortaya çıkışını ve
gözlem alanındaki varlıkları dikkate almaları, şöyle söylemeleri bakımındandır:
Kuşkusuz biz her sanatkârın, eserinin en sağlam şekilde olmasını arzuladığını
görüyoruz. Ancak onun sanatı için belirlenmiş olan madde ve heyûlâ bu konuda
yalnızca belli ölçüde imkân verebilir. Sanatkâr, onlar üzerinde bu imkân
dâhilinde iş yapabilir. Burada acizlik sanatkârdan değil, aksine kabulde
zorlanan eksik heyûlâdan kaynaklanır.
Örneğin
biz, aramızda bulunan bir bilgenin, her bilgiyi ve hikmeti çocuklarına ve
öğrencilerine güzel bir şekilde öğretme, onları mümkün olan en kısa sürede
kendisi gibi bilge ve erdemli kişiler yapma arzusunda olduğuna tanık oluyoruz.
Ancak onlar bunu, bilgenin eksikliğinden değil, yalnızca kendilerinde bulunan
eksiklikten dolayı günlerin ve vakitlerin geçmesiyle aşamalı olarak alma
istidadı gösteriyorlar. Kemaldeki/yetkinlikteki eksiklik, kötülük/şer olarak
nitelendirilir. Kötülük ise, iyiliğin, tamlığın ve yetkinliğin yokluğundan
başka bir şey değildir. Bunlar içerisinde, tek bir nedenden ve onun bir ve
kadim oluşundan söz edenlere gelince; onlar bunlardan daha hassas ve ince
düşündüler, daha kaliteli araştırmalarda ve başka türlü tefekkürde bulundular.
Sonuçta âlemi var edenin iki ezelî varlık olduğu görüşünü çok çirkin ve kötü
buldular. Onların bu husustaki kıyasları ve değerlendirmeleri şu şekildedir:
İki
kadim asıl, her konuda ya ittifak ya da ihtilaf yahut da bir konuda ittifak,
diğer bir konuda ise ihtilaf halindedirler. Her konuda ittifak halinde iseler,
o zaman iki değil tek bir asıl söz konusudur. Aksine her konuda ihtilaf halinde
iseler, ikisinden biri yok hükmündedir. Yok, eğer bir konuda ittifak, diğer bir
konuda ihtilaf halinde iseler, o zaman da [bunları uzlaştırabilecek] bir
üçüncüsü söz konusu olur. Bu durumda iki asıl görüşü iptal olup âlemin aslının
üç olması gerekir. Üç ya da daha fazla asıldan söz edenlere gelince; onlar
içinde bu vardığımız hüküm ve çirkinlik gerekli olur. Tek bir nedene gelince;
onun üzerinde ittifak edilmiştir. Nitekim iki asıldan söz eden, [önce] tek
asıldan söz etmiş, ardından ona ilavede bulunmaya çağırmıştır.
Bölüm
Heyûlânm
(madde) sonradan oluşunu araştırma bağlamında ise şöyle deriz: Kadim
filozoflardan heyûlânm sonradan meydana geldiğini kabul edenler, bu konuyu
araştırmaya koyulduklarında, işe öncelikle matematik ilimleri üzerinde düşünüp
onlarda sağlam bir noktaya gelmekle başladılar. Sonra tabiat olaylarını
incelediler ve onları doğru bir şekilde tanıdılar. Bu noktadan itibaren ise
ilahiyât konuları üzerinde düşünüp onları saf bir zihin, keskin bir anlayış ve
yetkin bir akılla iyice araştırdılar. Sonuçta maksatlarına ulaştılar.
Araştırdıkları konuları, doğru bir anlayış kuvvetinden hareketle tasavvur
ettiler. Böylece gönülleri bu konuda huzur ve sükûna kavuştu.
İlahiyata
dair risâlelerimizde bunların bir kısmından söz ettik. Ancak bu bölümde
söylediklerimizin doğruluğunun bir delili olarak tek bir örnek üzerinde duracağız.
Onlar bu âlemin mevcut değilken sonradan nasıl ortaya çıktığı ve onu hangi
sanatkârın yaptığı üzerinde düşünmeye koyulduklarında, işe öncelikle sanat
eserlerini inceleyip onlar üzerinde derin bir tefekküre dalmakla başladılar.
Sonuçta yapılanların şu dört kısımdan ibaret olduğunu gördüler: Birincisi,
sanatkârların şehirlerin sokaklarında icra ettiği üzere beşerî sanatlardır.
İkincisi, hayvanların, bitkilerin ve madenlerin fertleri gibi dört temel
unsurdan oluşan tabiî sanatlardır. Üçüncüsü, felekler, yıldızlar ve unsurlar
gibi nefsanî sanatlardır. Dördüncüsü, faal akıl, küllî nefis, ilk heyûlâ ve soyut
form gibi İlahî sanatlardır.
Sonra
beşerî sanatları incelediler ve beşer olan her sanatkârın, sanatını icra
edebilmek için şu altı şeye muhtaç olduklarını gördüler: Heyûlâ/formsuz madde,
mekân, zaman, hareket, araçlar ve aletler... Her tabiî sanatkâr, şu dört şeye
muhtaçtır: Heyûlâ, mekân, zaman ve hareket... Her nefsanî sanatkâr, şu iki
şeye muhtaçtır: Heyûlâ ve hareket... Bu noktada onlara açıkça göründü ki, Yüce
Allah bunlardan hiçbirisine muhtaç değildir. Çünkü O’nun fiili ve sanatı,
sadece hareketsiz, zamansız, mekânsız ve araçsız olarak yoktan var etmekten
ibarettir. Bu itibarla Yüce Allah, faal akıl olarak nitelendirilen değerli,
basit ve rûhânî olan cevheri ilk yaratan şahıstır. O, sonra bu cevher
aracılığıyla ondan daha az değerdeki küllî nefis denilen cevheri yaratmıştır.
O,
faal/etkin akıl aracılığıyla küllî nefsi yarattıktan sonra, ilk heyûlâyı
uzunluk, genişlik ve derinlik yönünde harekete geçirdi. Mutlak cisim bundan
oluştu. Sonra bu cisimden felekler, yıldızlar ve dört unsur âleminin hepsini
birden terkip etti. Sonra felekleri dört unsur etrafında döndürdü; böylece
onların bazısı diğer bazısıyla karıştı. Sonuçta bunlardan madenler, bitkiler
ve hayvanlar türeyip oluştu. Âlemlerin Rabbi bütün eksikliklerden münezzehtir.
Bu değerlendirme ve kıyastan, etkin, heyûlâni ve formel nedenlerin varlıkları
açıkça ortaya çıkmıştır.
Bu
söylediklerimizin doğruluğunun ve yaptığımız nitelemelerin hakikatinin delili,
ancak bizzât nefsin kendisini tanıdıktan sonra ortaya çıkar. Çünkü nefis,
cevher olarak cisimden daha değerlidir. Bu konunun bir kısmından matematiğe,
fiziğe ve metafiziğe dair risâlelerimizde yeteri kadar bahsetmiştik. Fakat bu
bölümde, Allah’ın yardımıyla onun bir kısmından daha söz edeceğiz.
Bölüm
Deriz
ki, öncelikle cisim; uzunluğu, genişliği ve derinliği olan bir cevherdir. Diri
olmayan bir gerçekliktir. Hareketli ve duyumsayan değildir. Bu husus bütün
âlimler tarafından kabul edilmiştir.
Nefse
gelince; o, cisim olmayan bir cevherdir. Zâtı gereği diridir. Bilkuvve bilicidir.
Tabiatı itibariyle faaldir. Bunun delili, onun cisimler üzerinde açıkça görülen
etkileridir. Dolayısıyla o, cisimleri hareket ettiren, onlara hayat ve kudret
kazandıran bir yöneticidir. Cisme şekil veren, onu nakşeden, ona tahakküm eden
nefistir. O, bütün tümel ve tikel cisimlerin herhangi bir ferdinde, onun imkân
verdiği ölçüde tasarrufta bulunur. Bu durum, nefsin varlığına ve cevherinin ne
kadar değerli olduğuna delil olarak yeter.
Aklın,
nefsin cevherinden daha değerli olduğunun delili ise, her akıllı kimse için
apaçık ortadadır. Nitekim insan, ay altı âlemdeki diğer hayvanlardan üstün
olduğuna göre, elbette onun üstünlüğü nefis yönünden değil aklı bakımındandır.
Çünkü diğer hayvanların da nefisleri vardır. Bu da aklın nefisten daha değerli
olduğuna delil olarak yeter.
Aklın
Yüce Allah’tan sonra varlıkların en değerlisi ve üstünü olduğu açıkça ortaya
çıktığına göre; kendisinin ve kendisi dışındaki diğer varlıkların hepsinin
yoktan var edildiklerini, sonradan meydana gelip oluştuklarını, yine kendisinin
Rabbinin kulu ve Rabbinin de bunların hepsinin nedeni olduğunu onaylayan
akıldır. Allah, heyûlâyı yoktan var etmiş, henüz yok iken onu yaratmıştır. O
halde aklın hükmüne başvurmak zorunludur. Bu bağlamda şöyle bir itirazda
bulunulabilir: Heyûlânm kıdemini ve ezeliliğini kabul edenler de aklın hükmü
ve yargısı ile bu sonuca varmışlardır. O halde onların hükmüne dönmek ve
onların bulundukları yargıdan hoşnut olmak niçin gerekli olmasın? Buna şöyle
cevap veririz: Kuşkusuz insan aklı, doğal ve kazanılmış olmak üzere iki kısımdır.
Doğal akıl; insanda duyulur nesneler üzerinde tefekkürde bulunmasından sonra
ortaya çıkar. Kazanılmış akıldan maksat ise; duyulur nesneler üzerinde daha
fazla düşünen ve nefsini daha fazla arındıran herkesin daha fazla akıllı
olmasıdır. Bu bakımdan akıl, âlemin bir sanat eseri olarak ortaya konduğunu,
heyûlâ ve suretten oluştuğunu bilir. Doğal akıl, feleklerin, dört unsur ve
bunlardan doğanlar ve yapılanların cüzleri üzerinde düşündüğü ve böylece her
sanat eserinde devamlı olarak bulunan bu sanatın eserlerini gördüğü zaman, her
ne kadar ne zaman, nasıl, niçin ve kimin yaptığını bilemese de bunları kabul
etmeye mecbur kalır.
Heyûlânm
sonradan ortaya çıkışı ise bu doğal akıl aracılığıyla bilinmez. O ancak
kazanılmış olan akıl tarafından bilinir. Akıllı kimseler, doğal akıl bakımından
olduğu gibi bu akıl bakımından da farklı mertebelerde bulunurlar. “Her ilim
sahibinin üstünde bir bilen vardır'[247].
Bu itibarla daha fazla düşünen, ilk prensipleri duyulur nesnelerden alınmış
olan ve doğal akıl aracılığıyla bilinen makuller üzerinde daha fazla duran ve
nefsini daha fazla arındıran herkes, daha akıllıdır ve bilgi bakımından daha
yüksek bir mertebededir.
Ey
kardeş! Eğer düşünürsen, âlimlerin ihtilaflarının çoğunun bu kazanılmış aklın
hükümleri hakkında olduğunu görürsün. Bu durum bazen onların akılları
itibariyle farklı mertebelerde bulunmalarından, bazen de kıyaslarının ve onları
kullanırken izledikleri tekniklerin farklı olmasından kaynaklanır. Nitekim
onlardan bir kısmı ilimlerin inceliklerine dair araştırmalarında diyalektik (cedelî)
kıyası kullanırken, bazıları hatiplerin kıyasını veya mühendislerin burhânım
yahut da mantıksal ya da sayısal kıyasları kullanır. Böylece varılan sonuçlar
da kullanılan kıyasların farklılığı oranında farklı olur. Akılların verdikleri
hükümler, farklılıkları oranında sayılarını ancak bir ve kahhar olan Allah’ın
bilebileceği kadar farklılık arz eder. “Mantık
Risalesinde
bunların bir bölümüne dair uzun bir şerhe yer verildi. Ancak biz burada
açıkladığımız hususlara bir delil olması itibariyle tek bir örnek üzerinde
duracağız. Bu konuda deriz ki:
Bil
ki, akılı kimseler, aklî kıyasları yalnızca akılların çekincelerinden dolayı ihtilaf
ettikleri konularda, bilinenler aracılığıyla bilinmeyenleri ortaya çıkarmak
için ileri sürdüler. Bu durum oların, miktarları belli olmayan şeylerin
miktarlarını belirlerken, muamelelerinde çekince ve tahmin nedeniyle ihtilafa
düştüklerinde, bilinen şeyler aracılığıyla onların miktarlarını ortaya çıkarmak
için, tartıları, tahıl ölçeklerini ve uzunluk birimlerini kullanmalarına
benzer. Ne var ki onların beldelerinin ve izledikleri yasalar ve kanunların
farklığı oranında ölçü birimlerinin değişmesi gibi kazanılmış akıl bakımından
farklı mertebelerde bulunmaları itibariyle kullandıkları aklî kıyasları da değişiklik
gösterir.
Maddenin
ezelî olduğunu söyleyenleri, bu hükme, kullandıkları kıyas yöntemi iletmiştir.
Onlar
bu heyûlâya, sanayinin, tabiatın ve her şeyin heyûlâsına/hammaddesine
baktıkları gibi baktılar ve onları birbirine kıyas ettiler. Bu nedenle de doğrudan
saptılar ve kıyasta hataya düştüler. Onların bu husustaki durumu, “Marifetler
Risalesinde anlattığımız üzere ahmak çocukların durumuna benzer. Çünkü
sanayide kullanılan heyûlâ/hammadde, tabiatın eseridir. O mevcut olan bir
şeydir. Hâlbuki nefsin heyûlâsı, Allah tarafından başka bir şey bulunmaksızın
yoktan var edilip yaratılan bir eserdir. Eğer onlar âlemin sonradan oluşunu
araştırırken ilahiyâtçı filozofların yöntemlerini izlemiş olsalardı, ihtilafa
düşmezlerdi. Çünkü ilahiyâtçı filozoflar, âlemin ve ilk heyûlânm sonradan
oluşunu araştırmaya koyulduklarında, işe öncelikle matematiksel meseleler
üzerinde düşünüp onlarda sağlam bir noktaya gelmekle başladılar. Sonra tabiat
olaylarını incelediler ve onları doğru bir şekilde tanıdılar. Ardından metafıziksel
meseleleri düşündüler ve âlem ile heyûlânm sonradan oluş keyfiyetini
araştırdılar. Sonunda hedeflerine ulaştılar. Vardıkları sonucu iyice kavradılar.
Araştırdıkları konulara dair bir tasavvur oluşturdular. Sonra oluşturdukları bu
tasavvuru da incelediler. Böylece gönülleri huzur ve sükûna erdi. Biz bu
konunun bir kısmını “Akim İlkeleri Risalesinde açıklamıştık.
[1]
Çevirenler: Doç. Dr. Halil İbrahim Şimşek, Hitit Üniversitesi İlahiyat
Fakültesi Öğretim Üyesi; Yalçıı Atalık, Hitit Üniversitesi İlahiyat Fakültesi
Öğretim Üyesi.
[2] Nemi, 27/59.
[3] Risâletu
l-edvar ve’l-ekvâr.
[4] Rukye:
Bazı kişilerin dua ve efsun sözlerini okuyarak şifa amacıyla hastalara
üflemesine denir, (ç.n.)
[5] Risâletul-Ahlâk
[6] Risâletü
Maskatu'n-Nutfe.
[7] Risaletu l-ahlak.
[8] Risâletü mâhiyeti’t-tabiiyye.
[9] Risâletü’l-edvâr
ve'l-ekvâr.
[10] Risâletü
efali’r-rühâniyye.
[11] Risâletü’l-mûsikî.
[13]
Kamer, 54/55.
[14]
Bakara, 2/165.
[15] Nûr,
24/39.
[16] Nûr,
24/39.
[17] Nûr,
24/35.
[18]
Zuhruf, 43/71.
[19] Nûr,
24/35.
[20] Tahrîm, 66/8.
[21] Risâletul-basve’l-kıyâme.
[22]
Çeviri: Prof. Dr. Abdullah KAHRAMAN, Marmara Üniversitesi İlahiyat Fakültesi
Öğretim Üyesi.
[23]
Nemi, 27/59.
[24] Sâd,
38/46. ayete telmih var.
[25] Cuma, 62/6.
[26] Ahzâb, 33/44.
[27] Âl-i
İmrân, 3/170.
[28]
Fecr, 89/27-30.
[29]
Şems, 91/7-10.
[30]
Nahl, 16/111.
[31]
Yûsuf, 12/53.
[32]
Zümer, 39/42.
[35]
Câsiye, 45/24.
[36]
Câsiye, 45/24.
[37]
Mücâdele, 58/11.
[38]
Zümer, 39/9.
[39] Hûd, 11/106-108.
[40] Risâletul-âlâm.
[41]
Sıddîk: Allah’a verdiği sözde duran dürüst kimselere denir, (ç.n.)
[42]
Salih: İnancının gerektirdiği güzel ve yararlı işleri yapanlardır, (ç.n.)
[43]
Fâtır, 35/41.
[44]
Zümer, 39/67.
[45] Gâfır(Mumin), 40/44-45.
[46]
İsrâ, 17/72.
[47]
Kehf, 18/110.
[48] M
u'minûn, 23/115.
[49] Yunus, 10/7-8.
[50] Âl-i
İmrân, 3/31
[51]
Cuma, 62/6.
[52]
Mâide, 5/18.
[53] Âl-i
İmrân, 3/7.
[54]
Bakara, 2/255.
[55] Cin, 72/26.
[56] Cin,
72/26.
[57]
Enbiyâ, 21/28.
[58]
Meryem, 19/58.
[59]
Bakara, 2/213.
[60] Risâletü’l-ârâvel-mezâhib.
[61] Rad,
13/17.
[62]
Saffât, 37/16-17.
[63]
Saffât, 37/18.
[64]
Enam, 6/122.
[65]
Bakara, 2/56.
[66]
İsrâ, 17/79.
[67]
Ankebût, 29/64.
[68]
Zuhruf, 43/71.
[69] Şuarâ, 26/83.
[70] Yûsuf, 12/101.
[71]
Duhâ, 93/4.
[72] Tekâsür, 102/3-8.
[73] Zümer, 39/78.
[74]
A’râf: Müslümanların inancına göre cennet ve cehennem arasında bir surdur.
İyilikleri ve kötülükleri eşit olanlar oraya çıkar ve bağışlanarak cennete
gitmeyi arzu ederler, (ç.n.)
[75] A’râf, 7/48.
[76]
A’râf, 7/47.
[77] Nûr,
24/36-37.
[78]
Zümer, 39/61.
[79]
Hicr, 15/42.
[80] Sâd,
38/82-83.
[81] Bakara, 2/115.
[82]
Mücâdele, 58/7.
[83] İbn
Mâce, Mukaddime, 7.
[84]
Hadîd, 57/22-23.
[85] Meryem, 19/72.
[86]
İbrahim, 14/36.
[87]
Mâide, 5/118.
[88] A’râf, 7/38.
[89]
Ankebût, 29/25.
[90]
Burada metinde bir bozukluk olduğu gözükmektedir. Mevcut durumuna göre yaklaşık
bir anlam verilmiştir.
[91]
Aslında daha önce sayılanlar arasında buna benzetilen oğlu yoktu. Bu başka bir
oğlu olmalı, (ç.n.)
[92]
Hakka, 69/17. Âyete işaret ediliyor, (ç.n.)
[93] Kehf, 18/22.
[94]
Mücâdele, 58/7.
[95]
Cuma, 62/9.
[96]
Bakara, 2/197.
[97]
Kasas, 28/77.
[98]
Şems, 91/9-10.
[99]
Çeviri: Yrd. Doç. Dr. Ömer Bozkurt, Mardin Üniversitesi Edebiyat Fakültesi
Felsefe Bölümü.
[100] Nemi, 27/59.
[101] Risâletul-bas
ve’l-kıyâme.
[102] Risâletut-tabiiyyât
vel-ilâhiyyât.
[103] Risâletu
l-heyûlâ ves-sûret.
[104] Risâletu's-semâ ve’l-âlem.
[105]
Esir, ay feleğinin [ay feleği dâhil olmak üzere] üstündeki sıcak havaya; nesim,
yeryüzünden sonra bulunan mutedil havaya, zemherîr ise esirin altında ama
nesim küresinin üstünde bulunan aşırı derecede soğuk havaya denir. Bkz. İhvân-ı
Safâ , Resâilu İhvân-ı Safâ, Dâr-Sadır, Beyrut, tsz., c.III, s.388, 334.
(ç.n.)
[106]
Hakka, 69/7.
[107] Risâletu’l-âsâri'l-ulvîyye.
[108]
Burada anlatılan eğilme hareketi, dünya ekseninin ekliptik düzlemiyle yaptığı
açının yıl içerisinde meydana gelen değişimi sürecindeki harekettir. Bilindiği
üzere dünya, periyodik olarak, altı ay güneye eğilir; altı aydan sonra da
tekrar doğrulmaya başlar ve bu defa kuzeye doğru eğilir. Ekliptik düzlemi ile
ekvator düzlemi arasındaki açı, yılda iki sefer en büyük derecesine ulaşır,
(ç.n.)
[109] “Bu
bilge” ifadesinin kime referans edildiği bilinmemektedir, (ç.n.)
[110]
Metinde “eğildiğini” şeklinde olumlu olarak geçen bu ifade anlam açısından
sorun doğurduğundan “eğilmediğini” şeklinde olumsuz şekliyle çevrilmiştir.
Muhtemelen bir yazım yanlışı vardır, (ç.n.)
13. Risâletul-meâdîn.
[111]
Fetha: Arapça kelimeleri “e” ve “a” ünlüsüyle okumak için harflerin üzerine
konulan tire şeklindeki çizgilere denir. Zamme ise “ü” ve “u” sesi elde etmek
için yine harflerin üstüne konulan kavisli özel işarettir, (y.h.n.)
[112] Risâletu’l-hayavânât.
[113] Risâletus-smaii’l-ameliyye.
[114] Risâletul-hâs
ve l-mahsûs.
[115] Risâletul-âra
ve’l-mezâhibi ved-diyanât.
[116] Risâletu’n-nebât.
[117] Risâletu'l-âsâri’l-ulviyye.
[118] Risâletu
l-kevn ve’l-fesâd.
[119] Risâletus-semâ ve l âlem.
[120] Risâletul-musiki.
[121] Risâletu
l-imân.
[122]
Metinde “Müteharriketun” (hareketli) geçmektedir. Ancak manaya bakıldığında
“muharriketun’u (hareket ettiren) daha uygun gördüğümüzden böyle çevirdik,
(ç.n.)
[123] Bu
cümle yapı bakımından problemlidir. Köşeli parantez konularak cümledeki sorun
giderilmeye çalışılmıştır. (ç.n.)
[124] Mutaffıfin, 83/15.
[125]
Âl-i İmran, 3/18.
[126]
Zuhruf, 43/86.
[127]
Bakara, 2/115.
[128]
Hadîd, 57/3.
[129]
Mücadele, 58/7.
[130]
Kâf, 50/16.
[131] Bu
ifâdeyle Hz. Peygamber’in kast edildiğini tahmin ediyoruz, (y.h.n.)
[133] Fâtır, 35/41.
[134]
Rahman, 55/29.
[135] Hac, 22/11.
[136] Risâletul-İlahiyyât.
[137]
Sâd, 38/46. ayete bir telmih yapılmıştır, (ç.n.)
[138] Hûd, 11/115.
[139] Risâletu
kemmiyyeti ecnâsi’l-hareke.
[140] Risale
fi’l-ilel vel-ma’lûl.
[141] Çeviri:
Prof. Dr. Ali Durusoy, Marmara Üniversitesi İlahiyat Fakültesi Öğretim Üyesi.
[142]
Nemi, 27/59.
[143]
Bakara, 2/188.
[144]
Örnek olarak bk. Bakara, 2/29.
[145]
Âl-i İmrân, 3/7.
[146] Risâletü ecnâsi’l-ulûm.
[147] Zümer, 39/9.
[148] Fâtır, 35/41.
[149]
Rahman, 55/29.
[150] Örnek olarak bk. A’râf, 7/54.
[151]
Hac, 22/47.
[152]
Kamer, 54/50.
[154]
Yani mutlak, genel ve teorik olarak düşünüldüğünde “Her şeye kadir yani her
şeyi yaratmaya gücü yeten Allah’ın kendisi gibi bir Allah yaratmaya da gücünün
yetmesi gerekir” diyorlar. Fakat şimdiye kadar böyle bir Allah olmadığına göre
o zaman “Allah’ın her şeye gücünün yetmesi”ni tartışıyor ve “Her şeye gücü
yetseydi kendisi gibi bir Tanrı daha yaratması gerekirdi. Yaratmadığına göre
demek ki bir acziyet sözkonu- sudur!” diyorlar. Buna cevap olarak İhvân-ı Safa
diyor ki: Burada Allah’ın kendi gibisini yaratmaması O’nun yaratmaya gücünün
yetmediğinden yani bundan âciz olduğundan değil, kendisi gibi bir varlığın yani
O’nun mislinin olamayacağından dolayı yaratmamıştır, (y.h.n.)
[155]
İnsana ve canlıya ait olarak.
[156]
Bakara, 2/255.
[157]
Köşeli parantez anlamın doğru olması için eklenmiştir. Aksi halde anlamda
çelişki ortaya çıkmaktadır, (y.h.n.)
[158]
Bakara, 2/179.
[159]
Necm, 53/42.
[160]
İsrâ, 17/57.
[161]
Birinci ciltte bunu, “İnsan bedeninin bileşik oluşu” şeklinde ifade etmiştik,
(y.h.n.)
[162] Mu minûn, 23/36.
[163]
Metinde âyet yanlış yazılmıştır. Yazılana göre değil de gerçekte bu meali veren
âyet için bk. Fussilet, 41/44.
[164]
Enam, 6/91.
[165]
Kıyâme, 75/14.
[166]
Zâriyât, 51/21.
[167]
Araf, 7/172.
[168]
Kehf, 18/51.
[169]
Âl-i İmrân, 3/18.
[170] Lokman, 31/1-2.
[171]
Secde, 32/1-2.
[172]
Yasin, 36/1-2.
[173]
Sâd, 38.
[174]
Mümin, 40/1-2.
[175]
Fussilet, 41/1-2.
[176]
Şûra, 42/1-2.
[177]
Zuhrûf, 43/1-2.
[178]
Zuhruf, 43/1-2.
[179]
Duhân, 44/1-2.
[180]
Câsiye, 45/1-2.
[181]
Kâf, 50/1.
[182]
Kalem, 68/1.
[183]
Bakara, 2/255.
[184]
Âl-iîmrân, 3/7.
[185] Zekâtın
beş olmasıyla anlatılmak istenenin ne olduğunu tespit edemedik, (y.h.n.)
[186]
Senenin günlerinden çalman beş günün ne demek olduğunu tespit edemedik,
(y.h.n.)
[187]
Nûr, 24/44.
[188] Risâletul-hudûdve'r-rusûm.
[189]
Çeviren: Yrd.Doç.Dr. Kamil Kömürcü, Cumhuriyet Üniversitesi İlahiyat Fakültesi
Mantık Bilim Dalı.
[190] Risâletü’l-Âsâru
l-Ulvîyye.
[191] Bu
kısım, metindeki ibareye göre bu şekilde çevrilebilse de net olarak bu
mesafenin ne kadar olduğundan emin olamadık, (y.h.n.)
[192]
Enam, 6/96; Yâsîn, 36/38; Fussilet, 41/12.
[193] El-infaha:
Süt emen sarı oğlağın karnından çıkarılan şeydir. Sedef (kap) içine
sıkılır/sağılır, peynir gibi katılaşır. Oğlak süt emmeyi bırakıp (ot) yemeye
başladığında bu bölge kursak (hayvan midesi) olarak isimlendirilir.
[194]
Normal sıralamaya göre bunun 38 olması gerekir. Fakat metinde büyük ihtimalle
yanlış olarak 28 şeklinde çıkmıştır, (y.h.n.)
[195] Risâletul-aded.
[196]
Veya şöyle tercüme edilebilir: İlk sayıdaki değerlerin diğerine göre katını
almaktır. Nitekim Modern matematikte çarpma şöyle tanımlanmıştır: Çarpılan
sayının çarpan sayı kadar adedinin toplamının alınmasıdır. Mesela, 23x2
işleminde sonuç 46’dır. Bu, 23+23=46 işleminin sonucuyla aynıdır, (y.h.n.)
[197]
Çeviri: Prof. Dr. Metin Özdemir, Yıldırım Beyazıt Üniversitesi İlahiyat
Fakültesi Öğretim Üyesi.
[198] Saffat, 37/160-161.
[199] Rahman, 55/3-4.
[200] Alak, 96/3-5.
[201]
İnfitâr, 82/10-12.
[202]
Fâtır, 35/32.
[203] Nahl, 16/78.
[204]
Alak, 96/5.
[205]
Enam, 6/91.
[206]
Yusuf, 12/76.
[207]
Mücâdele, 58/11.
[208]
Burada, metinde bazı kelimeler düşmüştür. Bu sebeple metnin akışına göre bir
anlam verilmiştir, (y.h.n.)
[209] Hicr, 15/30; Sâd, 38/73.
[210] İbrahim, 14/7.
[211]
Zümer, 39/10.
[212] Mülk, 67/2.
[213]
Bakara, 2/214.
[214]
Yunanlı Porfıryus’un Kitâbu’l-Külliyyâtı (Tümeller Kitabı).
[215]
Aristo’nun Kitâbul-Mâkûlâtı (Kategoriler Kitabı).
[216]
Aristo’nun Kitâbul-İbâre adlı eseridir.
[217]
Aristo’nun Kitâbul-Kıyâsı; buna Analitika el-Ülâ (1. Analitikler)
de denilir. Bunun 2. Analitikler i de bulunmaktadır ve o burhân sanatına dair
bir kitaptır.
[218]
Yunan bilgini Batlamyus’un astronomi ilmine dair bir kitabı.
[219]
İsra, 17/90.
[220] Hûd,
11/27.
[221]
Zuhruf, 43/58.
[222] Şûra, 42/10.
[223]
Nisa, 4/83.
[224]
Enam, 6/62.
[225]
Mâide, 5/105. Ayetin orijinalinde parantez içindeki kısım şöyledir: “Sonra O
yaptıklarınızı size haber verir.”
[226]
Mü’minûn, 23/115.
[227]
Ankebut 29/5.
[228]
Sebe, 34/31.
[229]
Enam, 6/30.
[230]
Zümer, 39/46.
[231] Bakara, 2/213; Nûr, 24/46.
[232]
Bakara, 286.
[233]
Ankebut, 29/69.
[234]
Haşr, 59/19.
[235] Enbiyâ, 21/47.
[236] A’râf, 7/47.
[237]
Nûr, 24/37.
[238]
Isra, 17/72.
[239]
Enam, 6/122.
[240]
Hadîd, 57/20.
[241]
Enfâl,8/67.
[242]
Yunus, 10/7.
[243] Ankebut, 29/8.
[244] A’râf, 7/23.
[245] Sâd, 38/82.
[246] Mü’min,
40/46.
[247]
Yusuf, 12/76.
« Prev Post
Next Post »
Yorumlar
Yorum Gönder