Print Friendly and PDF

İhvân-ı Safâ Risâleleri 3

|

 

Bölüm

Elçinin Sıfatının Nasıl Olması Gerektiğinin Açıklanmasına Dair

Kaplan aslana dedi ki: Ey kral, elçide olması gerektiğini söylediğin bu özellikler nelerdir? Bize açıkla.

Kral dedi ki: Onun öncelikle güzel ahlâklı, belagatlı, fasih konuşan, anlatımı iyi, duyduğunu ezberleyen, cevabında ve sözünde dikkatli, emanete riayet eden, iyi an­laşma yapan, hukuku gözeten, sır saklayan, laf kalabalığı yapmayan, gönderenin yararını gördüğü hariç kendisine söylenenler dışında kendiliğinden görüş belirt­meyen, gönderenin kendisine bir iyiliğini görünce -ona meyleden açgözlü ve hırslı, kendisini gönderene ihanet eden ve o ülkeyi kendi iyi yaşamı için, bulduğu bir iyilik veya elde ettiği bir arzu nedeniyle vatan edinenbir kimse olmayan, bilakis gön­dericisine, kardeşlerine, ülkesinin halkına ve türünün fertlerine samimi davranan, mesajı ileten, hızla gönderenine dönen, cereyan edenleri baştan sona ona anlatan, kendisine ulaşabilecek bir kötülükten çekinerek mesajını iletme konusunda hiçbir şeyden korkmayan bir adam olması gerekir. Elçinin görevi ancak tebliğ etmektir.

Aslan kaplana şöyle dedi: Bu gruplar içinde bu işe uygun birini görüyor musun?

Kaplan dedi ki: Bu işe Dimne’nin kardeşi bilge, adil, âlim ve haberdar Kelile’den başkası uygun değildir.

Aslan çakala şöyle dedi: Senin hakkında söylediğine ne diyorsun?

O dedi ki: Allah ona iyi karşılık versin ve unsurunu güzel etsin; o, erdem ve asa­lete benzer şeyi söyledi.

Kral çakala şöyle dedi: Sen oraya gider ve topluluğu temsil eder misin? Döndü­ğünde ve başarılı olduğunda senin bize karşı bir üstünlüğün olacaktır.

O dedi ki: Kralın emri baş üstüne; fakat orada türümüzün fertlerinden olan düş­manlarımın çok olması karşısında nasıl davranacağımı ve ne yapacağımı bilmiyo­rum.

Kral dedi ki: Onlar kimdir?

Dedi ki: Köpekler, ey kral.

Şöyle dedi: Onların nesi vardır?

Dedi ki: Bunlar insanlardan himaye istemiş ve biz yırtıcı hayvanlar topluluğuna karşı onların yardımcısı olmuş değil mi?

Kral şöyle dedi: Onları kendi türlerinin fertlerinden ayrılacak ve türlerinin fert­lerine karşı kendilerine benzemeyen kimselere yardımcı olacak şekilde buna sevk eden ve yönelten sebep nedir?

Bu konuda kurttan başkasının bir bilgisi yoktu. O şöyle dedi: Ben onları buna sevk eden sebebin ne olduğunu biliyorum.

Kral dedi ki: Senin bildiğin gibi bizim de bilmemiz için onu bize söyle ve açıkla.

O dedi ki: Evet, ey kral, köpekleri Âdemoğullarıyla komşu olmaya ve onlara ka­tılmaya sürükleyen sebep, tabiat ve ahlâk benzerliğidir. Onlarda gördüğüm arzular, yiyecek ve içecek gibi lezzetler, tabiatlarındaki hırs, açgözlülük, adilik ve cimrilik ve karakterlerindeki Âdemoğullarına mahsus yerilen huylar yırtıcı hayvanlarda yok­tur. Köpekler ölü, leş, boğazlanmış, kesilmiş, pişirilmiş, kızartılmış, tuzlu, taze, iyi ve kötü olarak et; meyve, bakla, ekmek, yoğurt, süt, ekşi, peynir, yağ, pekmez, ta­hin, fıstık tatlısı, bal, buğday püresi, turşu ve yırtıcı hayvanların çoğunun yemediği ve bilmediği, ancak insanların yiyecek çeşitlerinden olan benzeri şeyleri yerler. Bü­tün bu hasletlere rağmen onlarda oradaki bir şey yüzünden kendileriyle çekişeceği korkusuyla herhangi bir yırtıcının bir köye veya şehre girmesine imkân vermeyen bir açgözlülük, adilik ve cimrilik vardır. Hatta çakal veya tilkilerden biri bir köye geceleyin tavuk, horoz veya kedi çalmak, yüzükoyun yatan bir leşi, atılmış bir ek­mek parçasını veya bozulmuş bir meyveyi sürüklemek için girerse köpeklerin onla­ra nasıl saldırdıklarını, onları köyden nasıl kovduklarını ve çıkardıklarını görürsün. Bununla birlikte yine onlar da insanlardan herhangi bir adam, kadın veya çocuğun elinde çörek, ekmek parçası, hurma veya lokma gördüklerinde nasıl zillet, meskenet, yoksulluk, düşüklük ve tamahkârlık sergilediklerini, nasıl açgözlülük ettiklerini, onu izlediklerini, kuyruk salladıklarını, başlarını hareket ettirdiklerini, gözünün içine baktıklarını ve birinin de sıkılıp elindekini ona attığını görürüz. Sonra onun onlara nasıl koştuğunu ve başkasının kendisini geçerek ona ulaşacağından korkarak aceley­le onları nasıl kaptığını görürsün. Bütün bu yerilen huylar hem insanlarda hem de köpeklerde mevcuttur. Ahlâk ve tabiat benzerliği, köpeklerin kendi türdeşleri olan yırtıcı hayvanlardan ayrılmasına, insanlarla yakınlık kurmasına ve türdeşleri olan yırtıcılara karşı insanlara yardım etmelerine sebep oldu.

Kral dedi ki: İnsanlara sığınan diğer yırtıcı hayvanlar hangileri?

Kurt şöyle dedi: Kediler de öyle.

Kral dedi ki: Niçin kediler de evcilleşti?

Şöyle dedi: Bir tek sebep var; o da tabiatlarının benzemesi. Çünkü kediler de kö­pekler gibi çeşitli yiyecek ve içecekler konusunda hırslı, açgözlü ve arzuludurlar.

Kral dedi ki: Bunların onların yanındaki durumu nedir?

Şöyle dedi: Köpeklerinkine göre biraz daha iyidir. Şöyle ki kediler onların evle­rine girerler, meclislerinde ve yataklarının altında uyurlar, sofralarına gelirler, onlar bunlara kendi yediklerinden ve içtiklerinden yedirirler. Onlar da aynı şekilde bazen fırsat buldukça yiyecek çalarlar.

Ama köpekler onların evlere ve meclislere girmelerine izin vermezler. Bu yüzden köpekler ile kediler arasında şiddetli bir kıskançlık ve düşmanlık vardır. Hatta kö­pekler kediyi evden çıkarken gördükleri zaman onu yakalamak, yemek ve parçala­mak isteyerek üzerine saldırırlar. Kediler köpekleri görünce onların yüzüne tıslarlar, tüylerini ve kuyruklarını kabartırlar, boyunlarını uzatırlar ve gururlanırlar. Bütün bunlar, insanlar nezdindeki mertebelerinde onların inatçılık, düşmanlık, kötü dav­ranış, kıskançlık, kin ve rekabetidir.

Aslan kurda dedi ki: Yırtıcı hayvanlar türünden bu ikisi dışında evcilleşenler ara­sında gördüklerin kimlerdir?

O şöyle dedi: Fareler ve sıçanlar onların evlerine, dükkânlarına ve hanelerine ev­cilleşmeden, bilakis korku ve nefret uyandırarak girerler.

Dedi ki: Onları buna sevk eden nedir?

O şöyle dedi: Çeşitli yiyecek ve içeceklere duyulan arzu.

Dedi ki: Yine yırtıcı türlerinden onlara katılanlar kimlerdir?

O şöyle dedi: Hırsız ve casus gibi, gizlice gelincik.

Dedi ki: Bunlar dışında onlara katılan başka kim vardır?

O şöyle dedi: İstemeden esir düşen çita ve domuz dışında başka kimse yoktur. Sonra kral kurda dedi ki: Köpekler ve kediler insanlarla ne zaman kaynaştılar? O şöyle dedi: Kabiloğullarının Habiloğullarına üstün geldiği zamandan beri. Dedi ki: Bu nasıl oldu? Bize anlat.

O şöyle dedi: Kabil, kardeşi Habil’i öldürünce Habiloğulları Kabiloğullarından babalarının intikamını almak istediler. Onlarla savaştılar ve harp ettiler. Kabiloğulları Habiloğullarını yendi, hezimete uğrattı, mallarını gasp etti, koyunlarım, sığırla­rını, atlarını, katırlarını ve develerini sürdüler, ganimet aldılar ve zengin oldular; do­layısıyla davetler ve ziyafetler tertip ettiler, çok sayıda hayvan boğazladılar ve onların kellelerini, paçalarını ve işkembelerini yurtlarının ve köylerinin etrafına attılar. Kö­pekler ve kediler onları görünce ekili arazilerin, verimli toprakların ve rahat hayatın bolluğuna rağbet ettiler. Böylece onlara katıldılar, türlerinin fertlerinden ayrıldılar ve günümüze kadar onların yardımcısı oldular.

Aslan kral, kurdun anlattığı bu hikâyeyi işitince şöyle dedi: Yüce ve büyük Allah’tan başka kimsede güç ve kuvvet yoktur. Biz Allah’a aidiz ve ona döneceğiz. Bu kelimeleri artırdı ve tekrarladı.

Kurt ona dedi ki: Ey faziletli kral, sana ne oldu? Köpek ve kedilerin türün fertleri­ni terk etmesine bu üzülmek de nedir?

Aslan şöyle dedi: Bir şeye üzülmüyorum. Ben de onlardanım; ama bilgeler, kral­lara ordusu ve yardımcıları arasında düşmanlarına sığınan kimseden daha zararlı ve kendi ve tabalarının işleri konusunda daha bozguncu biri yoktur deyince -çünkü o onların sırlarını, huylarını, gizli düşüncelerini, kusurlarını ve gaflet zamanlarını, ordusundaki samimi kişileri, tebaasındaki hainleri bilironu gizli yollara ve ince tuzaklara yöneltince ve bütün bunlar krallar ve orduları için zararlı olunca Allah köpeklere ve kedilere inayet etmesin.

Kurt dedi ki: Ey kral, Allah onlara senin dua ettiğin şeyi yaptı, duan kabul edildi, onların neslinden bereketi kaldırdı ve onları sürünün içine yerleştirdi.

O şöyle dedi: Bu nasıldır?

Dedi ki: Çünkü erkek köpekler bir tek dişi köpeği hamile bırakmak için onun üzerinde toplanırlar; yapışma ve kurtulma sırasındaki şiddetten dolayı o çaba ve gayretle karşılaşır. Sekiz veya daha fazla yavru doğurur. Onlar karada ve şehirde sürü olarak görülmez. Nitekim şehirlerde ve köylerde koyun sürüleri içinde onlardan her gün çok sayılamayacak kadar boğazlanır. Bununla birlikte onlar her yıl bir veya iki tane ürerler. Bunun sebebi, felaketlerin köpeklerin yiyeceklerinin çok değişik olması sebebiyle yavrularına sütten kesilmeden önce hızla musallat olmasıdır. Dolayısıy­la onlar yırtıcı hayvanların maruz kalmadıkları hastalıklara maruz kalırlar. Böylece huylarının kötülüğü ve insanların onlardan zarar görmesi, ömürlerini kısaltır ve yav­rularının sayısını azaltır.

Sonra aslan Kehleye şöyle dedi: Kral hazretlerine Allah’ın bereketi ve yardımı üzere selamet ve bereketle git ve görevlendirildiğin şeyi tebliğ et.

Bölüm

Elçi, kuşların Şah Morg/kral kuş denilen kralına varınca bir tellala seslenmesi­ni emretti, o da seslendi. Karada ve denizde, ovada ve dağda bulunan kuş türlerin­den sayılarını Allah’tan başkasının sayamadığı miktarda çok kuş onun huzurunda toplandı. Onlara elçinin getirdiği “cinlerin kralı huzurunda hayvanların insanlarla kendilerinin kul ve köle olduklarına dair iddiaları hakkında münazara etmeleri için toplanacağı” haberini iletti.

Şah Morg, veziri tavusa şöyle dedi: Burada kuşların fasih konuşanlarından insan­larla yapılacak münazarada topluluğu temsil etmesi için gönderilmeye uygun kimler var?

Tavus dedi ki: Burada buna uygun bir topluluk var.

O şöyle dedi: Onları bana açıkla da bileyim.

Dedi ki: Burada casus hüthüt/ibibik, müezzin horoz, yol gösteren güvercin, tellal turaç, şarkıcı turaç, hatip tarlakuşu, hikâyeci bülbül, mimar kırlangıç, kâhin karga, hırsız turna, üzgün bağırtlak kuşu/kaya kuşu, uğurlu tayyitava[1], şehvetli serçe, ye­şil arıkuşu, halkalı eğik güvercin, Dicleli erkek kumru, Mekkeli kumru, dağlı şahin, Farslı sığırcık, yabani ardıçkuşu, kaygılı leylek, bostancı saksağan, keskuki ördek, balıkçıl kuşu, boklu ebutemre[2], vadi turnası, çok dilli konuşkan bülbül, denizli dalgıçkuşu ve bedevi devekuşu bulunmaktadır.

Şah Morg, tavusa şöyle dedi: kendilerine bakmam, karakterlerini ve hangisinin bu işe uygun olduğunu görmem için onları bana tek tek göster.

Dedi ki: Evet, ama casus hüthüt, Peygamber Süleyman Aleyhisselam’ın arkadaşı­dır. O, renkli bir derviş elbisesi giymiş, pis kokulu, başına sanki secde ve rükû edi­yormuş gibi gagalayan uzun bir şapka takmış duran şahıstır. O iyiliği emreder, kö­tülükten ahkoyardı. Bir konuşmasında Süleyman’a şöyle demiştir: “Senin bilmediğin bir şey öğrendim. Sabadan sana sağlam bir haber getirdim. Ben, onlara hükümdarlık eden, kendisine her şeyden bolca verilmiş ve büyük bir tahtı olan bir kadın gör­düm. Onun ve kavminin, Allah’ı bırakıp Güneşe taptıklarını gördüm. Şeytan onlara yaptıklarını süslü göstermiş ve böylece onları yoldan çıkarmış. Bu yüzden de onlar doğru yolu bulamıyorlar. Göklerde ve yerde gizli olanı çıkaran, sizin gizlediğiniz ve açığa vurduğunuz şeyleri bilen Allah’a secde etmesinler diye (şeytan onları yoldan çıkarmış).”[3]

Müezzin horoz; duvar üstünde duran, kızıl sakallı, ibikten tacı, kırmızı gözlü, dizili yayılmış kaşlı, kuyruğu bayrak gibi dik, kıskanç, cömert, harem ve helalleri­nin işlerini titizlikle gözeten, namaz vakitlerini bilen, sabahları zikreden, komşuları uyandıran, güzel öğütlü kişidir. O seher vakti ezanında şöyle der: Allah’ı zikredin. Siz ne uzun uyuyorsunuz, ölümü ve eskiyi hatırlamıyorsunuz, cehennemden korkmu­yorsunuz, cennete özlem duymuyorsunuz, Allah’ın nimetlerine şükretmiyorsunuz. Keşke mahlukat yaratılmasaydı. Keşke onlar yaratıldıklarında niçin yaratıldıklarını bilselerdi. Lezzetleri mağlup edeni anın ve azık edinin. Azıkların en iyisi takvadır.

Tellal keklik; tepede duran, beyaz yanaklı, alaca kanatlı, uzun secde ve rükûdan dolayı kambur sırtlı kişidir. O çok yavrulu ve üremesi bereketli biridir. Ötüşünde zikreder ve iyi haber getirir. İlkbaharda kendi kendisine şöyle der: Şükürle nimetler devam eder, nankörlükle intikamlar mubah olur. Allah’ın nimetlerine şükredin ki sizin için artsın.

Sonra yine ilkbaharda bir şiirde şöyle der:

Biricik, aziz ve çelil olan Rabbimi tespih ederim

Kapsayan nimetlerinden dolayt hamt ederim

İlkbahar geldi, kış çekip gitti

Gece gündüzü dengeledi, mutedil oldu

Günler bir yıl döndü, tamamlandı

İyilik yapan, hayırda meydana geldi

Sonra şöyle dedi: Allah’ım, beni çakalların, yırtıcıların ve avcı insanların şerrin­den koru. Onların tabiatlarını beslenme, menfaat ve hoşlandıkları arzular bakımın­dan tasvir etti.

Yol gösteren güvercin, havada takla atar, bir yazıyı mektup içinde uzak bir beldeye götürür, uçarken ve giderken şiir söyler:

Ey kardeşlerin ayrılığından kaynaklanan hüznüm

Ey dostlara duyulan uzun özlemlerim

Rabbim, beni vatanlara ulaştır.

Şarkıcı keklik/turaç, bostanın ortasında ağaçlar ve fesleğenler arasında çalım ata­rak yürür, nağmeli ve melodili güzel sesiyle şarkı söyler ve ağıt ve öğütlerinde şiir söyler:

Ey binada ömür tüketen

Bahçede ağaçlar diken

Meydana köşkler yapan

Oturma odasında öne oturan

Zamanın belalarından gafil olan

Sakın, Rahmana karşı kibirlenme

Kabre gidişin ertesini düşün

Yılanlara ve didanlara komşu

Hoş mekânlı bir hayattan sonra

Hatip tarlakuşu; havada, ekim ve hasat başında, gündüz ortalarında minber üze­rindeki hatip gibi dik kuyruklu, çeşitli melodili seslerle ve tatlı ezgilerle şarkı söyle­yen, hutbe ve hatırlatmasında şiir söyleyen bir kişidir:

Nerede akıl ve fikir sahi pleri

Nerede kazanç ve ticaret erbabı

Tarlada çiftçilerin tohumundan

Yetmiş kat ölçek kadar

Bağışlayıcı Birden armağanlar

Ey basiretliler ders alım.

Hasat günü hakkını verin, yoksullara vermeye gücünüz yettiği halde sakın bugün orada hiçbir yoksul yanınıza sokulmasın diye fısıldaşarak yola çıkmayın.[4] Bugün hayır eken yarın onu mutluluk olarak biçer. Maruf diken yarın kazanç devşirir. Dün­ya tarla gibidir. Ahiret fertlerinden olan işçiler çift sürenler gibidir. Amelleri ekin ve ağaç gibidir. Ölüm hasada, kabir harman yerine, diriliş günü döven zamanına, cennetlikler tohum ve meyveye, cehennemlikler saman ve oduna benzer. O gün Al­lah pisi temizden ayırır. Pisi birbirine katar, topluca biriktirir ve cehenneme atar. Sakınanları kendi kurtuluşlarıyla kurtarır, onlara kötülük dokunmaz ve üzülmezler.

Hikâyeci bülbül, şu ağacın üzerinde oturur, küçük bünyeli, hızlı hareketli, beyaz yanaklı, sağa sola çok dönen, fasih dilli, iyi anlatımlı ve çok nağmelidir; insanlara bahçelerde komşuluk eder, evlerinde onlara karışır, onların konuşmalarına çok ce­vap verir, şarkılarıyla onlara hikâye anlatır, anılarında onlara öğüt verir. Eğlence ve gaflet anlarında onlara şöyle der: Sübhanellah, ne kadar oynuyorsunuz; sübhanellah, ne kadar hikâye anlatıyorsunuz; sübhanellah, tespih etmiyor musunuz; sübhanellah, ölüm için dünyaya getirilmiyor musunuz, musibet için yetiştirilmiyor musunuz, yık­mak için yapmıyor musunuz, fanilik için toplamıyor musunuz? Ne kadar oynuyorsu­nuz, ne kadar düşkünlük gösteriyorsunuz? Yarın ölmeyecek misiniz, toprağa gömül­meyecek misiniz? “Hayır, ileride bileceksiniz. Hayır, hayır, ileride bileceksiniz!”[5] Ey Âdemoğlu! “Rabbinin fil sahiplerine ne yaptığını görmedin mi? Onların tuzaklarını boşa çıkarmadı mı? Üzerlerine balçıktan pişirilmiş taşlar atan sürü sürü kuşlar gön­derdi. Nihayet onları yenilmiş ekin yaprakları haline getirdi.”[6] Şöyle der: Allah’ım, çocukların sevgisinden ve komşu kedilerinin şerrinden sana sığınırım, ey çok seven, ey bol veren, ey yargılayan, bağışlayan!

Haber veren kâhin karga; siyah giyinen, sakındıran, uyaran, yurtta tavaf için se­herlerde erken kalkan, izleri takip eden, sert uçan, çok yolculuk yapan, bölgelere giden, olup bitenleri haber veren, gaflet anlarına karşı uyaran bir kişidir. O, bağırtı ve uyarısında şöyle der: Çabuk çabuk, kaç kaç! Ey azgın ve asi, beladan sakın! Namaz ve dua dışında kaçış ve kurtuluş nerde? Belki göğün Rabbi sizi dilediği gibi korur.

Bina yapan kırlangıç, havada seyahat eder, havada seri uçar, kısa ayaklıdır, seher vakti çok tespih eder, sabah akşam çok dua ve istiğfar eder, uzak yolculuğa çıkar, yazı soğuk yerde, kışı sıcak yerde geçirir. O, tespih, zikir ve duasında şöyle der: Denizlerin ve çöllerin yaratıcısını tespih ederim, dağları sabitleyeni ve nehirleri akıtanı tespih ede­rim, geceyi ve gündüzü birbirine geçireni tespih ederim, ecel ve rızıkları belli bir ölçü­de takdir edeni tespih ederim, yolculuklarda arkadaş olanı tespih ederim, aile ve yurtta halife olanı tespih ederim. Sonra şöyle der: Ülkelere gittik, kulları gördük, eski mekâna geri döndük ve çiftleşmeden sonra üredik. Allaha hamt olsun, o cömert ve lütuf kârdır.

Bekçi turna; çölde duran, uzun boyunlu, uzun ayaklı, kısa kuyruklu, geniş kanatlı, uçarak giden ve gece iki kez bekçi düdüğü çalan kişidir. O tespih ederken şöyle der: Güneş ve Ayı hizmete sunanı tespih ederim, iki denizi birbirine karışmadan birleş­tiren! tespih ederim, iki doğunun ve iki batının Rabbini tespih ederim, insanları ve cinleri yaratanı tespih ederim, iki yüksek yeri göstereni tespih ederim ve her şeyi iki cins olarak yaratanı tespih ederim.

Kederli kaya kuşu; bozkırda ve çölde yaşar, nehirlere zor ulaşır, gece gündüz yol­culuk yapar, çok tespih çeker ve zikreder, Gidişinde ve gelişinde, varışında ve çıkışın­da şöyle der: Çatı yapılan göklerin yaratıcısını tespih ederim, yayılan yerlerin yaratı­cısını tespih ederim, dönen feleklerin yaratıcısını tespih ederim, doğan burçların ya­ratıcısını tespih ederim, gezegenlerin yaratıcısını tespih ederim, savuran rüzgârları göndereni tespih ederim, yağmur bulutlarını yaratanı tespih ederim, tespih eden gök gürültülerinin Rabbini tespih ederim, parlayan şimşeklerin Rabbini tespih ederim, taşkın denizlerin Rabbini tespih ederim, yüksek dağları sabitleyeni tespih ederim, geceyi, gündüzü ve vakitleri yöneteni tespih ederim, hayvanları ve bitkileri yarata­nı tespih ederim, aydınlıkların ve karanlıkların yaratıcısını tespih ederim, deniz ve çöllerdeki mahlûkatın yaratıcısını tespih ederim; ölümden sonra ufalanmış, ezilmiş ve çürümüş kemikleri dirilteni tespih ederim, sıfatlarının hakikatlerini övmekten ve nitelemekten dillerin bitkin düştüğü kimseyi tespih ederim!

Uğurlu ve mübarek tayyitava; suyun üzerinde durur, beyaz yanaklı, uzun bacaklı, zeki ve hafif ruhludur; kuşları gece gafil anlarında sakındırır, ruhsat ve bereketleri müjdeler. O, tespih ederken şöyle der:

Ey sabahlan ve ışıkları açığa çıkaran

Rüzgârları bölgelere gönderen

Yağmur bulutunu yaratan

Selleri ve nehirleri akıtan

Ağaçlarla birlikte otları bitiren

Tohumları ve meyveleri çıkaran!

Sevinin ey kuşlar topluluğu

Bağışlayandan gelen bol rızıkla

Çok nağmeli, dilci konuşkan bülbül; şu ağacın üzerinde durur, ufak cüsseli, seri hareketli ve güzel şarkı söyleyen kimsedir. O, şarkı ve ezgilerinde şiir söyler:

Hamt olsun takdir ve ihsan sahibi

Bir, tek ve bağışlayıcı Allah'a

Ey gizlice ve açıktan nimet veren

Rahmanın lütfuyla nice nimetler vardır

Denizler gibi akarken taşar

Ey zamanlarda olan iyi hayat

Güzel koku ve fesleğen bahçeleri arasında

Baştanlar ortasında, dallar üstünde

Rengârenk meyveli ağaçlarda

Kardeşlerim bana yardım ederse

Onlara çok ezgiler okurum.

Sonra Şah Morg, tavusa şöyle dedi: İnsanlarla münazara etmek ve topluluğu tem­sil etmek üzere bunlar içinden kimi oraya gönderilmeye uygun görüyorsun?

Tavus dedi ki: Hepsi senin buna uygun kölelerindir. Çünkü tümü fasih, hatip, şair, akıllı ve f azıldır. Ancak çok dilli bülbülün dili daha fasih, anlatımı daha iyi, şarkıcılığı ve ezgileri daha güzeldir.

Şah Morg şöyle dedi: Git ve Aziz ve Çelil Allah'a tevekkül et. Böylece onu gön­derdi.

Elçi, böcekler kralı arıya varıp haberi bildirince o tellalına emretti. O da seslendi. Eşekarısı, erkek arı, sinek, tahtakurusu, sivrisinek, bokböceği ve çekirgeden oluşan böcekler onun huzurunda toplandı. Bütün bu küçük cüsseli hayvanlar, tüysüz, ke­miksiz, yünsüz ve kılsız kanatlarla uçarlar. Bal arıları hariç bir tam yıl yaşamazlar. Yazın aşırı sıcak, kışın aşırı soğuk onları öldürür. Sonra onlara haberi bildirdi. Dedi ki: Oraya hanginiz gider ve insanlarla yapılan münazarada topluluğu temsil eder?

Topluluk dedi ki: İnsanlar bize karşı ne ile iftihar ediyorlar?

Elçi şöyle dedi: Cüsselerinin iriliği, yaratılışlarının büyüklüğü, güç, üstünlük ve galibiyetlerinin şiddetiyle.

Eşekarılarının lideri dedi ki: Biz oraya gider ve topluluğu temsil ederiz.

Sineklerin lideri şöyle dedi: Hayır, oraya biz gidiyoruz.

Sivrisineklerin lideri dedi ki: Hayır, oraya biz gidiyoruz.

Tahtakurularının lideri şöyle dedi: Oraya biz gidiyoruz.

Çekirgelerin lideri dedi ki: Oraya biz gidiyoruz.

Kral onlara şöyle dedi: Neden bütün toplulukların bu konuda hiçbir fikir ve görüş olmadan mücadeleye atıldığını görüyorum?

Topluluk dedi ki: Allah’ın yardımına duyulan güven, Allah’ın gücü ve kuvvetiyle zafere olan kesin inançtan ve eski zamanlarda, geçmiş toplumlarda ve zorba krallar­da daha önce edinilen tecrübelerden dolayı.

Şöyle dedi: Bu nasıl oldu? Bana anlatın.

Tahtakurusu dedi ki: Ey kral, bizim en ufak cüsselimiz ve en zayıf yapılımız, Âdemoğullarının en büyük, en azgın, en otoriter, en saldırgan ve en kibirli krah olan Nemrut’u -Allah ona lanet etsinöldürdü.

“Doğru söylüyorsun.” dedi.

Eşekarısı şöyle dedi: Değil mi ki insanlardan biri, keskin silahını kuşanınca, kı­lıcını, mızrağım, bıçağını ve okunu eline alınca bizden biri saldırır, iğne başı gibi ateşiyle onu sokar ve isteyip kararlaştırdığı her şeyden uzaklaştırır, onun cildi şişer, organları bitkin düşer, sinirleri kararır; öyle ki kılıcını, bıçağını veya atının gemini tutamaz.

“Doğru söylüyorsun.” dedi.

Sinek şöyle dedi: Değil mi ki otorite bakımından en güçlü ve heybetçe en sert olan kral, tahtına oturduğunda ve onun aşağısındaki muhafızlar ona bir eziyet veya kö­tülüğün dokunmasından endişelenerek ayağa kalktıklarında bizden biri onun mut­fak veya belâsından ayakları ve kanatları kirli olarak gelir, tahtın üzerine, elbisesinin üzerine, yüzüne ve sakalına konar, ona eziyet eder, o da bizden kaçınamaz.

“Doğru söylüyorsun.” dedi.

Sivrisinek dedi ki: Değil mi ki onlardan biri meclisine, makamına, tahtına, dikil­miş kulesine/kileline oturunca bizden biri elbisesinin arasına girer, onu otururken ısırır, rahatsız eder, bize vurmak istediğinde eliyle kendi kendisine vurur, avucuyla kendi yanağını tokatlar, kafasını döver; ben ondan kurtulurum.

Şöyle dedi: Haklısın; fakat kral hazretlerinin huzurunda iş sizin anlattıklarınızla yürümez. Orada iş ancak adalet, insaf, edep, ince fikir, iyi temyiz, fasih bir şekilde kanıtlama ve münazara ederek açıklama ile yürür. Sizde bunlardan biri var mı?

Topluluk başlarını öne eğip sustular. Sonra kral şöyle dedi: Ben kendim gidece­ğim. Ben sizin en iyi öğütçünüzüm.

Topluluk, kralın sözüne “Hayır!” dedi.

Arılardan bir bilge şöyle dedi: Allah’ın yardım ve dilemesiyle ben bu işe daha uygunum.

Kral ve topluluk dediler ki: Allah, karar verdiğin konuda sana hayır nasip etsin, düşmanlarına, sana üstün gelmek ve düşmanlık etmek isteyenlere karşı sana yardım etsin ve seni muzaffer kılsın.

Sonra onlarla vedalaştı, azıkaldıve yola koyuldu. Nihayet cinlerin kralının huzu­runa vardı. Diğer hayvan türlerinden gelenlerle birlikte meclise geldi.

Bölüm

Elçi olan katır, yırtıcı kuşların kralı anka kuşuna ulaşıp ona haberi bildirince o, tellalını çağırdı. Akbaba, kartal, doğan, sungur, şahin, çaylak, Mısır akbabası, baykuş ve papağan gibi pençeli, eğri gagah ve et yiyen yırtıcı kuş türleri onun huzurunda top­landı. Sonra onlara elçinin, hayvanların cinler kralı huzurunda insanlarla münazara etmek için toplanacağına dair getirdiği haberi bildirdi. Kral, veziri gergedana[7] şöyle dedi: Bu yırtıcılar içinde insanlarla münazarada türünün fertlerinden oluşan toplulu­ğu temsil etmek için gönderilmeye hangisinin uygun olduğunu düşünüyorsun?

Vezir dedi ki: Bu iş için aralarında baykuştan uygun kimse yoktur.

O şöyle dedi: Niçin böyle?

Bu yırtıcıların tamamı insanlardan ürkerler, onların konuşmasını anlamazlar, onlara iyi hitap edemezler ve onlarla komşulukları yoktur. Ama baykuş, yıkılmış evlerinde, bozulmuş konaklarında ve harabe köşklerinde onlara yakın komşudur; onların eski eserlerine bakar ve onların geçmiş asırlarını düşünür. Bununla birlikte onda takva, züht, huşu, kanaat, başkası için olmadıkça az tüketme özellikleri vardır. Gündüz oruç tutar, geceleri ihya eder. Bazen insanlara öğüt verir, hatırlatmada bulu­nur, eski kralları ve geçmiş ümmetleri için dövünür ve şu beyitleri söyler:

Nerede eski krallar?

Evleri boş bıraktılar

Hâzineleri ciddiyetle topladılar

Hâzineleri olduğu gibi bıraktılar

Onlara bakın, görünüyor mu?

Yurtlarında bir kalıntı

Yıkılmış kabirlerden başka

Orada çürümüş kemikler.

Aynı şekilde diyorlar ki:

Dikkat, ey yurt, vay sana, anlat bize

Halkın niçin terk etti bizi?

Konuşmuyorlar, konuşsalar bile derlerdi ki:

Muhakkak sen çürüdün, biz çürümedik.

Belki de şöyle der:

Sordum yurda bana haber versin diye

Dostların neler yaptıklarını

Dedi bana: Kavim meydana getirdi

Bir dönem ve irtihal ettiler

Dedim ki onları nerede arayayım?

Hangi konaklara indiler?

Dedi ki kabirlerde, muhakkak

Vallahi işlediklerine kavuştular.

Belki de yine şöyle der:

İlk gidenler içinde

Asırlardan bizim için basiretler vardı

Ölüm için varılacak yerler görmedim

Onların çıkış yerleri yoktur

Kavmimi o tarafta gördüm

Büyükler ve küçükler geçiyor

Geçmiş geri dönmüyor

Geridekilerden hiçbir geçmiş kalmıyor.

Kesinlikle inandım ki ben

Orada kavim dönüşmüş bir şey oldu.

Yine der ki:

Boş kişi uyudu, uykumu hissetmiyorum

Bugün yastığım yanımda hazırdır

Bir hastalık olmadan, fakat bana şifa verdi

Gördüğüm tasa, yüreğime değdi

Nerede ilk krallar, onları tanıdım

Uzeyb ile istenen yer arasında

İyi bir dinlenme için seçtiği yer

Kâb bin Mamet ve İbni Ümmi Duad’ın[8]

Havernak, Sedir ve Barık’ın yeri

Ve şerefeli köşkünki sindattandır.

Orada zengin oldular en iyi hayatla

Sütunları sabit bir mülkün gölgesinde

O zaman nimetler ve oyalanılan her şey

Bir gün çürümeye ve delinmeye durur

Yurtları üstünde rüzgârlar esti

Sanki onlar sözleşmişlerdi.

Sonra okuyor:

“Onlar geride nice bahçeler ve pınarlar bıraktılar; nice ekinler ve güzel konaklar! Zevk ve sefasını sürdükleri nice nimetler! îşte böyle; onları başka bir topluma miras bıraktık. Gök ve yer onların ardından ağlamadı, onlara mühlet de verilmedi.”[9]

Anka ona dedi ki: Gergedanın anlattıkları hakkında ne dersin?

Baykuş şöyle dedi: Dediklerinde haklı; ama oraya varmak imkânsızdır.

Anka dedi ki: Niçin?

O şöyle dedi: Çünkü insanlar benden nefret ediyorlar, beni görmeyi uğursuzluk sayıyorlar ve kendilerine karşı hiçbir suçum ve dokunan bir eziyetim olmadığı halde bana sövüyorlar. Beni gördüklerinde ve ben onlara karşı geldiğim, kendileriyle konu­şarak ve münazara ederek tartıştığım zaman nasıl olur? Bu bir nevi düşmanlığa yol açan bir husumettir. Düşmanlık savaşa sebep olur, savaş ise ülkeyi ve halkını yok eder.

Anka, baykuşa dedi ki: Bu işe kimin uygun olduğunu düşünüyorsun?

Baykuş şöyle dedi: Âdemoğullarının kralları sungur, doğan ve şahin gibi yırtı­cıları severler; iyi davranırlar, ellerinde taşırlar ve onları yenleriyle sıvazlarlar. Kral onlara bunlardan birini gönderirse doğru bir karar olur.

Anka, topluluğa dedi ki: Baykuşun dediğini duydunuz. Pekiyi, sizin görüşünüz nedir?

Sungur şöyle dedi: Baykuş söylediğinde haklı; fakat bizim insanlar karşısındaki üstünlüğümüz aramızdaki yakınlıktan ileri gelmez. Ayrıca onların bizde buldukları bir ilim ve edep de yoktur. Ama onlar geçimliliğimizde bize ortak oldukları ve ka­zancımızdan aldıkları için bütün bunlar onların bu konuda gösterdikleri bir tamah, açgözlülük ve şehvet, oyun, şımarıklık ve lüzumsuzluğa olan düşkünlüktür. Ahiret işlerini iyileştirme ve Rablerine itaat sadedinde gerekli olan konularla ve ahiret günü sorumlu olacakları şeylerle meşgul olmazlar.

Anka sungura dedi ki: Kimin bu işe uygun olduğunu düşünüyorsun?

Sungur şöyle dedi: Papağanın buna uygun olduğunu düşünüyorum. Çünkü in­sanlar, kralları, kadınları, seçkinleri, avamları, yaşlıları, çocukları, âlimleri ve cahil­leri onu severler; onunla konuşurlar, kendi söylediklerini ondan dinlerler. O, onların konuşma ve sözlerinde onlara hikâye anlatır.

Anka papağana dedi ki: Sungurun söylediğine ne dersin?

O şöyle dedi: Söylediğinde ve bildirdiğinde haklı. Ben oraya giderim ve Allah’ın gücü, kuvveti ve yardımıyla topluluğu temsil ederim; ama ben kralın ve topluluğun yardımına muhtacım.

Anka ona dedi ki: Ne istiyorsun?

Şöyle dedi: Allah’a dua edilmesini ve ondan yardım ve destek istenmesini.

Kral onun için yardım duasında bulundu ve topluluk ona güven verdi. Sonra bay­kuş şöyle dedi: Ey kral, dua kabul edilmediğinde faydasız bir eza, cefa ve bitkinliktir. Çünkü dua aşılama, icabet neticedir. Şartlar yerine getirilerek dua edilmezse başarı sağlanmaz.

Kral dedi ki: Kabul edilen duanın şartları nelerdir?

O şöyle dedi: Doğru niyet, mecbur olan kimse gibi kalplerin ihlâsı ve duadan önce oruç tutulması, namaz kılınması, tövbe edilmesi, sadaka verilmesi, iyilik ve uy­gun iş yapılması.

Topluluk şöyle dedi: Ey zahit, bilge, âlim ve ibadet eden kişi, söylediğinde haklısın ve lütufkârsın.

Anka, hazır bulunan yırtıcılar topluluğuna şöyle dedi: Ey kuşlar topluluğu, Âdemoğullarının bizi maruz bıraktığı zulmü ve hayvanlara yaptıkları eziyeti gör­müyor musunuz? Hatta yurdumuzun uzaklığına, onlardan uzak durmamıza ve ara­larına katılmayı bırakmamıza rağmen emir bize ulaştı. Ben iri cüsseli ve yaratılışlı, aşırı kuvvetli olmama ve hızlı uçmama rağmen onların yurdunu terk ettim, onlar­dan adalara, denizlere ve dağlara kaçtım. Aynı şekilde kardeşim gergedan da çöllere ve bozkırlara düştü; onların şerrinden kurtulmak için yurtlarından uzaklaştı. Sonra onların şerrinden kurtulamadık. Öyle ki bizi münazara, münakaşa ve muhakemeye mecbur bıraktılar. Eğer herhangi birimiz her gün onlardan birçoğunu kapıp kaçır­mak istese onlara bunu yapabiliriz. Ancak kötülere komşu olmak, onlarla muame­lede bulunmak, kötü eylemlerinde onlara eşit olmak, hürlerin tabiatıdır. Onlar gibi yapmazlar, aksine onları terk ederler, onlardan uzaklaşırlar, onları Rablerine havale ederler ve onların menfaatleriyle ve ahirette yarar ve kalp huzuru sağlayan şeylerle meşgul olurlar.

Anka daha sonra dedi ki: Denizde dalgaların önüme attığı nice gemiler vardır ki ben onlara yol gösterdim. Geminin kendisiyle kırıldığı nice boğulanlar vardır ki ben onları kurtarıp sahile ve adaya çıkardım. Bütün bunları Rabbimin rızasını kazanmak ve bana yaratılış büyüklüğü ve cüsse iriliği verene şükretmek için yaptım. Bana ih­sanda bulunduğu için ona şükürler olsun. O bize yeter. O bizim yardımcımızdır. O ne iyi dost ve ne iyi yardımcıdır!

Bölüm

Sonra elçi, deniz hayvanlarının krah ejderhaya/su yaratığına ulaşıp haberi verince tellalı seslendi ve ejderha, kıhçbahğı, timsah, yunus balığı, balina, bahk, yengeç, kerazenk, kaplumbağa, kurbağa, sedefliler ve pullular gibi -ki değişik renk ve şekiller­de yaklaşık yetmiş surettirbütün deniz hayvanları onun yanında toplandı. Onlara haberi ve elçinin sözlerini iletti. Sonra ejderha elçiye şöyle dedi: İnsanlar diğerlerine karşı ne ile övünüyorlar; iri cüsselilikle mi, sertlikle mi, kuvvetle mi, yoksa zorbalık ve üstünlükle mi? Eğer onlar bunlardan biriyle övünüyorlarsa oraya giderim, bir tek üfürüşte onları baştan sona yakarım, sonra tekrar nefes alarak kendime çekerim ve yutarım.

Elçi dedi ki: Onlar böyle bir şey ile değil; fakat akıl üstünlüğü, çeşitli ilimler, ede­biyat ilginçlikleri, hile ve sanat incelikleri, fikir, temyiz, görüş ve nefis zekâsı ile övü­nürler.

Ejderha şöyle dedi: Bilmem için bana onlardan birini tasvir et.

O dedi ki: Evet, ey kral, insanlar hile, ilim ve hikmetleriyle inci ve mercan gibi cev­herleri çıkarmak için dolu, karanlık ve çok dalgalı denizlerin derinliklerine inerler. Yine hile/çare üretirler ve yüksek dağların tepelerine çıkarlar, oradan kartal ve akbaba­ları indirirler. Aynı şekilde çözüm üreterek ahşaptan tekerlek yaparlar ve onu öküzlerin göğüslerine ve omuzlarına bağlarlar; sonra onlar üzerinde ağır yükler taşırlar, bunları doğudan batıya, batıdan doğuya naklederler ve çöl, sahra ve bozkırları aşarlar. Yine ilim ve hile ile gemiler ve vapurlar yaparlar, içlerinde mallar taşırlar ve onlarla uzak bölgelerin engin denizlerini kat ederler. Yine bu şekilde ilim ve hile ile dağların mağa­ralarına, tepelerin çöllerine ve yerin derinliklerine girerler ve oralardan madenî cev­herler, altın, gümüş, demir, bakır vs. çıkarırlar. Aynı şekilde ey ejderhalar, kıhçbahkları ve timsahlar topluluğu, onlardan biri deniz sahiline, ada kıyısına veya ırmak kenarına sizden on bin (10.000) kişinin geçemeyeceği veya yaklaşamayacağı tılsım, put veya oyuncak dikerler. Fakat ey kral hazretleri, cinlerin kralı, yargılamada adalet ve insaftan, açık delilden başkası olmaz. Zorbalık, üstünlük, tuzak ve hile ile olmaz.

Ejderha, elçinin konuşmasını duyunca çevresindeki ordularına şöyle dedi: İşitmi­yor musunuz? Ne düşünüyorsunuz, ne diyorsunuz? Hanginiz oraya gider, insanlarla münazara eder ve kardeşleri ve türünün fertleri olan topluluğu temsil eder?

Boğulanı kurtaran yunus balığı ona şöyle dedi: Balina, bu işe en uygun olan deniz hayvanıdır. Çünkü o, bunların en büyük yaratılışlısı, en iri cüsselisi, en güzel suretlisi, en temiz derilisi, en saf beyazlısı, en pürüzsüz bedenlisi, en seri hareketlisi, en sert yüzeni ve en çok üreyenidir. Türünün fertlerinden hangisi olursa olsun küçük veya büyük bütün denizler, nehirler, sığ sular, pınarlar, çaylar ve dereler onlarla dolar. Balinanın insanlar nezdinde onların peygamberini himaye etmesi içinde barındır­ması ve onu güvenli bir yere bırakması sebebiyle itibarı vardır. Ayrıca insanlar yerin balinanm/hutun sırtında durduğuna inanırlar.

Ejderha balinaya dedi ki: Yunus balığının söyledikleri hakkında ne düşünüyorsun?

O şöyle dedi: Bütün söylediklerinde haklı; fakat oraya nasıl gideceğimi ve onlarla nasıl konuşacağımı bilmiyorum. Benim yürüyecek ayaklarım, konuşacak dilim ve suya bir saatten fazla dayanacak sabrım yoktur. Ama ben, kaplumbağanın bu işe uygun olduğunu düşünüyorum. Çünkü o suya dayanıklıdır, karada otlanır, orada denizdeki gibi yaşar ve havada sudaki gibi nefes alır. Ayrıca o, güçlü bedenli, sert sırtlı, iyi organh, halim, vakur, eziyete sabırlı ve yük taşıyıcıdır.

Ejderha kaplumbağaya dedi ki: Söyledikleri hakkında ne düşünüyorsun?

O şöyle dedi: Balina doğru söyledi; ama ben bu işe uygun değilim. Çünkü yavaş yürüyorum ve yol uzak. Az konuşan dilsizdir. Fakat yengeç bu işe uygundur. Çünkü onun çok ayağı var, iyi yürüyor, hızlı koşuyor, keskin pençeli, sıkıca tutunuyor, kes­kin çenesi ve tırnakları, çok dişi, sert sırtı var ve zırhlı bir savaşçıdır.

Ejderha yengece dedi ki: Kaplumbağanın anlattıkları hakkında ne düşünüyorsun?

Şöyle dedi: Doğru söyledi; fakat ben oraya nasıl gideceğimi bilmiyorum. İlginç yaratılışlı ve eğri şekilli olmamın yanı sıra orada ünlenmekten korkuyorum.

Ejderha: “Bu nasıl olur?” dedi.

O şöyle dedi: Çünkü onlar beni başsız, gözleri omuzlarında, ağzı göğsünde, iki çenesi iki taraftan yarılmış, sekiz eğri ve kavisli ayağı olan, yanı üzer e yürüyen ve sırtı kurşundanmış gibi görünen bir hayvan olarak düşünüyorlar.

Ejderha dedi ki: Haklısın. Pekiyi, kimin bu iş için oraya gitmeye uygun olduğunu düşünüyorsun?

Yengeç şöyle dedi: Timsahın bu işe uygun olduğunu düşünüyorum. Çünkü uzun yapılı, şiddetli ayakları olan, iyi yürüyen, hızlı koşan, ağzı geniş, uzun dilli, çok dişi bulunan, bedeni güçlü, korkunç bakışlı, hedefini sert bir şekilde gözetleyen, suyun içine ve isteğine dalan bir kimsedir.

Ejderha, timsaha dedi ki: Yengecin anlattıkları hakkında ne diyorsun?

Şöyle dedi: Doğru söyledi; fakat ben bu işe uygun değilim. Çünkü ben asabi, somurt­kan, esneyen, sinsi, kaçak ve vefasızım. Orada iş zorbalık ve üstünlükle değil, yumuşak huyluluk, ağırbaşlılık, adalet, temyiz, fasih konuşma, anlatım ve hitapta dengelilik ve

insaf ile olur. Timsah dedi ki: Bana bu özelliklerden hiçbiri verilmedi. Fakat ben kur­bağanın bu işe elverişli olduğunu düşünüyorum. Çünkü o halim, vakur, sabırlı, takvah, gece gündüz ve seherlerde bolca tespih çeken ve “La ilahe illallah” diyen, sabah akşam çok namaz kılan ve dua eden bir kimsedir. O, evlerinde insanların arasına karışır, İsrailoğulları nezdinde iki defa itibarı vardır: Birisi, Nemrut’un İbrahim Halilürrahman’ı ateşe attığı gündür. O, ağzıyla su taşıyor ve sönmesi için ateşe İbrahim’in üzerine dö­küyordu. Bir başka defasında Musa bin İmran zamanında Firavuna karşı ona yardım ediyordu. O bunun yanı sıra fasih dilli, iyi anlatımlı, çok konuşan, “Sübhanellah”, “La ilahe illallah” ve “Allahu ekber” diyen birisidir. O, suda yaşayan, kara ve denize sığınan, hem iyi yürüyen hem de iyi yüzen hayvanlardandır. Onun yuvarlak ve peçeli kafası, parlak gözleri, enli kolları ve avuçları vardır. Aşarak ve sıçrayarak hızlıca yürür, bağdaş kurarak oturur, insanların evlerine girer ve o onlardan, onlar da ondan korkmaz.

Ejderha kurbağaya dedi ki: Timsahın anlattıkları hakkında ne düşünüyorsun?

Şöyle dedi: Doğru söyledi. Ben oraya giderve kardeşlerimizden, tüm su hayvan­larından oluşan topluluğu temsil ederim; fakat senin yardım ve destek için kabul edilen bir dua ile Allah’a niyaz etmeni istiyorum.

Ejderha dedi ki: Kabul edilen dua nasıl olur?

Şöyle dedi: Bundan önceki bölümde baykuşun ankaya anlattığı gibi.

Dediler ki: Doğru söyledi. Ona yardım etmesi ve onu desteklemesi için hep birlikte Allah’a dua ettiler. Onu uğurladılar, o da onlardan ayrıldı ve cinlerin kralına geldi.

Bölüm

Yılanın Sürüngenlere Şefkat ve Merhametinin Açıklanmasına Dair

Elçi sürüngenlerin krah yılana ulaşıp haberi bildirince tellalı seslendi ve engerek yılanı, yılan, akrep, kuyruk çeken küçük akrep, kırkayak, keler, zehirli keler, bukale­mun, kertenkele, hanfes/osurganböceği, hamamböceği, pis kokularda oluşan, ağaç başlarında kımıldayan, tohumların özünde, ağaçların içinde ve büyük hayvanların karnında kımıldaya kurtçuklar, beyaz karınca, sirke, kar veya ağaç meyvesinde üre­yen hayvan, gübre veya çamurda doğan ve mağara, karanlık ve çukurda debelenen güve gibi bütün sürüngen hayvanlar onun yanında toplandı. Hepsi krallarının huzu­runda toplandılar. Onları sayı sayamaz, kendilerini yaratan, şekillendiren, besleyen, yerleştikleri ve gidecekleri yeri bilen Allah’tan başkası bilmez.

Kral acayip suretleri ve çeşitli şekilleri olan bu hayvanlara bakınca onların etki­siyle bir saat boyunca şaşkın vaziyette kaldı. Sonra onları inceledi. Onlar hayvanların sayıca en çoğu, cüsse bakımından en küçüğü, bünyece en zayıfı, hile, duyu ve şuur yönüyle en güçsüzüdürler. Onlar hakkında düşüne kaldı. Sonra yılan, veziri engerek yılanına şöyle dedi: Bu topluluklar içinden hangisini oraya münazara için gönderil­meye uygun görüyorsun? Onların çoğu sağır, dilsiz, kör, elsiz, ayaksız, kanatsız, gagasız ve pençesizdir; bedenlerinde tüy, kıl, yün ve pul yoktur. Çoğu çıplak, yalınayak, zırhsız, zayıf, yoksul, miskin, çaresiz, güçsüz ve kuvvetsizdir.

Onlara karşı merhamet, sevgi, şefkat, acıma, kalp inceliği gösterdi ve hüznünden gözleri yaşla doldu. Sonra göğe baktı, dua etti ve şöyle dedi: Ey mahlûkatın yaratan, rızkı yayan, işleri yöneten! Ey merhametlilerin en merhametlisi, ey yüksek bakışta olan, ey işiten ve gören, ey sırrı ve gizliyi bilen, sen onların yaratanı ve besleyeni, şekillendireni ve yöneteni, ilk var edeni ve yeniden meydana getireni, yaşatanı ve öldürenisin. Ey merhametlilerin en merhametlisi ve yüce arşın sahibi, onlar ve bizim için veli, koruyucu, yardımcı, destekleyici, yol gösterici ve mürşit ol!

Hepsi de fasih bir dille konuştular ve “Âmin, âmin, ey âlemlerin Rabbi!” dediler.

Bölüm

Cırcırböceğinin Konuşması ve Hikmetinin Açıklanmasına Dair

Cııcırböceği, yılanın kendi tebaası, ordusu, yardımcıları ve türünün fertlerine gös­terdiği sevgi, şefkat ve merhameti görünce ona yakın bir duvarın üstüne çıktı, ses tellerini hareket ettirdi, sazını çaldı, ses ve ezgilerle şarkı mırıldandı, “Elhamdü lillah” ve “La ilahe illallah” diyerek tatlı nağmeler söyledi. Dedi ki: Allah'a hamt olsun. Ona hamt eder, ondan yardım ister ve ona bol ihsanı ve sürekli nimetlerinden dolayı şük­rederiz. Seven, bol veren ve yargılayan Allah’ı tespih ederiz, bir ve tek olanı tespih ede­riz. Münezzeh, kuddüs, meleklerin ve ruhların Rabbi, hay ve kayyum, mekânlardan, zamanlardan ve üstünde hava, altında su bulunmayan varlık sahibi cevherlerden önce celal, ikram, büyük isimler, ayetler ve burhanların sahibi! Henüz dikilmiş bir gök ve yayılmış bir yer yokken kendi nuruyla gizlenen, vahdaniyeti ve gaybının sırlarıyla bir olan! Zatına nispetle her şey için açık ve her şeyden gizli olanı tenzih ederim. Sonra hükmetti ve yönetti, dilediği gibi takdir etti, diledi, sonra ne hazır heyuladan ne hayalî suretten olan basit bir nur yarattı. Bilakis “Ol!” demesiyle oldu. O, ilim ve sırların sa­hibi faal akıldır. Mahlûkatı ne birliğindeyken korktuğu için ne de herhangi bir işinde onlardan yardım istediği için yarattı. Fakat o dilediğini yapar, istediğine hükmeder. Hikmetinde kusur arayan, hükmünü reddeden yoktur. O çabuk hesap görür.

Sonra şöyle dedi: Ey şu topluluklara karşı şefkatli, merhametli, acıyan ve onları seven kral! Bu topluluklarda gördüğün beden zayıflığı, cüsse küçüklüğü, ömür kısalı­ğı, fakirlikleri, hilelerinin azlığı seni tasalandırmasın. Onları yaratan ve rızıklandıran Allah, onlara şefkatli annenin yavrularına ve merhametli babanın çocuklarına karşı olduğundan daha merhametlidir. Yaratıcı -övgüsü yüce olsunsuretleri çeşitli ve şe­killeri farklı yaratıkları yarattığında, mertebelerini büyük cüsseli, iri yaratılışlı, güçlü bünyeli ve aşırı güçlü ile küçük cüsseli, zayıf bünyeli ve az hileli arasında çeşitli ko­numlarda sıraladığında menfaatleri elde ettikleri ve zararları savdıkları alet ve araçlar türünden bol vergilerle aralarını eşitledi. Böylece lütufta birbirlerine denk oldular. Mesela; file uzun ve sert dişleriyle kötülükleri kendisinden uzaklaştırması ve uzun hortumuyla yararları elde etmesi için iri cüsse, kuvvetli bünye ve aşırı güç verince buna karşılık küçük cüsseli ve zayıf bünyeli tahtakurusuna kötülüklerden kurtulması ve hortumuyla besin alması için iki ince kanat ve hızlı uçma özelliği verdi. Böylece küçük ile büyük, fayda elde etmeye ve zararı gidermeye yarayan vergilerde eşitlendi. Çıplak, yalınayak ve zırhsız gördüğün bu zayıf ve yoksul toplulukları yaratan ve şekil­lendiren yaratıcının eseri böyledir. Yaratıcı -övgüsü yüce olsunonları bu gördüğün hallerde yaratınca yararı elde etme ve zararı gidermeyi sağlayan araçlar onlara yetti.

Ey kral, onların hallerine bak, düşün ve ders al. Onların en küçük cüsseli, en zayıf bünyeli ve en az hilelisinin kötülükleri kendisinden uzaklaştırmada daha rahat bedenli, daha sakin ruhlu ve daha huzurlu gönle sahip olduğunu; geçimlik arama ve yararı elde etmede daha iyi ruhlu ve daha az ıstıraplı; cüssesi iri, bünyesi güçlü ve hilesi çok olanlardan daha hafif özellikli olduğunu görürsün.

Bu şöyle açıklanır: Sen düşündüğünde yırtıcılar, filler, camızlar ve diğer iri cüs­seli, büyük yaratılışlı ve aşırı güçlü hayvanlar gibi bünyesi güçlü ve kuvveti şiddetli olan büyüklerinin kötülükleri kendilerinden zorbalık, üstünlük ve dövmekle uzaklaş­tırdıklarını görürsün. Ceylanlar, tavşanlar ve yaban eşekleri gibi bazıları kötülük ve zararları kendilerinden kaçarak ve hızlı koşarak; kuşlar gibi bazıları havada uçmak ve geride kalmak suretiyle; bazıları da suya dalmak ve yüzmek suretiyle uzaklaştırırlar. Fare ve karınca gibi bazıları kötülük ve zararları kendilerinden hücrelere ve deliklere saklanarak ve gizlenerek giderirler. Nitekim Yüce Allah şöyle demektedir: Ey karınca­lar, yuvanıza girin. Süleyman ve ordusu farkına varmadan sizi ezmesin. Denildiğine göre Süleyman Aleyhisselam bunu işitince dişi karıncanın getirilmesini emretti. Gi­rince şöyle dedi: Ey Allah’ın peygamberi, sana selam olsun. Ben sakındığım şeyin içine düştüm. Süleyman onun sözüne şaşırdı. Karıncayı avucuna koyunca ona sordu: Niçin “Süleyman ve ordusu sizi ezer.” dedin? Benim kimseye zulmetmeyeceğimi ve ordumun zulmetmesine rıza göstermeyeceğimi bilmiyor musun? Böyle bir şey duyarsan bana haber ver. Niçin “Sakındığım şeyin içine düştüm.” dedin? Benim Yüce Allah’ın kulları­na karşı zorba ve zalim olmadığımı bilmiyor musun? Bunu neden söyledin?

Dişi karınca şöyle dedi: Allaha sığınırım; ben bu işaretlerle anladığın şeyi kast ediyorum. Fakat ben bununla Allah’ın sana senden sonrada kimsede olmayacak bir süs, adalet ve insaf saltanatı verdiğini kast ediyorum. Yüce Allah’ı anmayı ihmal et­memek için yuvalarından çıkmamaları ve gözetlemekle meşgul olmamaları dolayı­sıyla seslendim. Bununla bu manaya işaret etmeyi kast ettim. Kaplumbağa, yengeç, salyangoz ve sedefli deniz hayvanları gibi bazı hayvanlara Allah çok kaim deriler giydirmiştir. Kirpi gibi bazıları da kötülük ve zararları kendilerinden başlarını vü­cutlarının altına sokarak uzaklaştırırlar.

Geçimliklerini ve menfaatlerini aramadaki tasarruf çeşitleri açısından bakıldığın­da, akbaba ve kartal gibi bazıları onlara mükemmel bakış ve sert uçuşlarıyla ulaşır ve yol bulur. Karınca, pabuçtartan ve bokböceği gibi bazıları iyi koku almasıyla ulaşır. Balık ve diğer su hayvanları gibi bazıları iyi tatmak suretiyle ulaşır ve yol bulur. Ak­baba gibi bazıları iyi işitme ve vasıflarla ulaşır. Hikmetli yaratıcı bu grupları ve küçük cüsseli, zayıf bünyeli, güçsüz ve az hileli hayvanları bu organ, alet ve duyulardan ve onların iyi çalışmasından mahrum bırakınca onlara lütufta bulundu ve onları arama özelliği ve kaçma sebepleriyle donattı. Onları ya deliklerde ya bitki tohumlarında ya büyük hayvanların karınlarında ya çamurda ya da gübrede olmak üzere gizli yerlere ve korunaklı mekânlara yerleştirdi. Onların besinlerini kendilerine özgü kıldı, mad­delerini çevrelerinde var etti, bedenlerine besleyici ve kuvvetlendirici nemleri emme­lerini sağlayan çekici güçler yerleştirdi; onları aramaya ve kaçmaya muhtaç etmedi.

33.    Nemi, 27/18.

Bundan dolayı onlarda yürüyecek ayak, tutacak el, açılacak ağız, çiğneyecek diş, yutacak boğaz ve yemek borusu, dolduracağı kursak, mide suyunun pişeceği taşlık, mide ve işkembe, ağırlıklar için ince ve kalın bağırsak, kanı arıtmak için karaciğer, kalın atıkları çekecek dalak, ince atıkları çekecek safra, idrarı çekecek böbrek ve me­sane, nabız için kanın akacağı damarlar, his için beyinden gelen sinirler yaratma­dı. Onlara müzmin hastalıklar ve acı veren illetler dokunmaz. İlaca, tedaviye ve iri cüsseli, büyük bedenli ve aşırı güçlü hayvanların maruz kaldığı afetlere katlanmaya ihtiyaç duymazlar. Onları bu istek ve özelliklerden muaf tutan, yorgunluk ve bitkin­likten arındıran hikmetli yaratıcı Allah eksikliklerden münezzehtir (kusur, eksiklik ve muhtaçlıktan uzak). Bol ihsanları, büyük nimetleri ve güzel lütuflarından dolayı hamt, minnet ve şükür ona mahsustur.

Cırcırböceği bu konuşmayı bitirince sürüngenlerin kralı yılan ona şöyle dedi: Fa­sih bir hatip, bilgili bir uyarıcı ve tebliğ edici bir vaiz olman sebebiyle Allah sana hayır versin. Bu topluluğun türleri içinde böyle hikmetli, faziletli ve fasih konuşan birini yaratan Allaha hamt olsun. Yılan daha sonra ona şöyle dedi: İnsanlarla müna­zarada topluluğu temsil etmek üzere oraya git.

O şöyle dedi: Kral için başüstüne, kardeşler için samimiyetle.

Yılan o zaman dedi ki: Onların yanında yılanların elçisi olduğunu söyleme.

Cırcırböceği: “Bu niçin?” dedi.

O şöyle dedi: Çünkü insanlarla yılanlar arasında miktarı belirsiz bir ezelî düş­manlık ve gizli bir kin vardır. Hatta insanların çoğu Rablerine, “Onları niçin ya­rattın? Onların yaratılışında fayda, yarar ve hikmet değil, bilakis zarar vardır.” diye itiraz ederler.

Cırcırböceği dedi ki: Bunu neden söylüyorlar?

O şöyle dedi: İki çeneleri arasındaki zehirden dolayı. Onun hayvanları helak etmek ve öldürmekten başka yararı yoktur. Bu tamamen onların şeylerin hakikatlerini, yarar ve zararlarını bilmediklerini gösterir. Sonra dedi ki: Muhakkak ki Allah -övgüsü yüce olsunonları bunlarla imtihan etti ve bu hususta cezalandırdı. Öyle ki onların kralla­rı ihtiyaç duyduklarında yüzük taşlarındaki zehirlere muhtaçtırlar. Onlar hayvanların hallerini ve işlerindeki tasarruflarını düşünseler ve ibret alsalar, bu onlar için aydınlığa kavuşur ve zehirli yılanların çenelerindeki zehirlerin büyük faydasını, Yüce Yaratıcının onları niçin yarattığını ve yararının ne olduğunu anlarlar. Onu bilselerdi bunu demez­ler ve Rablerine yarattıklarının hükümleri konusunda itiraz etmezlerdi. Çünkü Yüce Yaratıcı, hayvanların ölüm sebebini bizim tükürüğümüzde yaratsaydı etlerimizi bu ze­hirleri etkisiz hale getirmek için sebep kılardı. Eski tabipler, etlerimizde zehirlerimizi etkisiz hale getiren bir güç buldular. Zehri etkisiz hale getirmek için etlerimizi panze­hir kapsamına soktular. Fakat insanların çoğu şükretmezler.

Cırcırböceği dedi ki: Ey bilge, bilmemiz için bize başka bir fayda daha anlat ve öğret.

Yılan şöyle dedi: Evet, ey erdemli hatip! Bil ki Hikmetli Yaratıcı konuşmanda bah­settiğin ve her türe yararı çekmek veya zararı itmek için birtakım alet ve organlar verdiğini söylediğin bu hayvanları yaratınca bazılarına sıcak mide, işkembe veya taş­lık verip şiddetli çiğnemeden sonra mide suyunu oraya akıttı ve bu onlar için besine dönüştü; yılanlara sıcak mide, taşlık, işkembe ve etleri çiğneyecek azıdişi vermedi, bunlara o organlara karşılık yediği etleri pişirecek sıcak bir zehir verdi. Onlar hay­vanların cüssesini tutup çeneleri arasına alınca bundan sonra üzerlerindeki zehir sebebiyle onları çiğneyecek hale gelirler, onları yutarlar ve sindirirler. Bu zehir olma­saydı yiyecek sindirilmez, onlar için besin meydana gelmez, onlar açlıktan ve zarar görerek ölürler, sondan helak olurlar ve bu diyarda onlardan geriye kimse kalmazdı.

Cırcırböceği dedi ki: Ant olsun ki zehrin faydası, yılanların hayvanlara yararı ve sürüngenler arasında onların yaratılış ve oluşlarındaki hikmet ve menfaat benim için açıklığa kavuştu.

O şöyle dedi: Yırtıcıların faydası ve vahşi hayvanlar, büyükbaş hayvanlar ve ev­cil hayvanlar arasında oluşu gibi; ejderha, kıhçbahğı ve timsahın denizde oluşunun faydası gibi; akbaba, kartal ve yırtıcı kuşların kuşlar arasında oluşunun faydası gibi.

Cırcırböceği dedi ki: Bana daha çok anlat.

O şöyle dedi: Evet, Allah -şanı yüce olsunmahlûkatı kudretiyle icat etti ve ya­rattı, işlerini kendi iradesiyle yönetti, yaratıkların bazısının bazısı sayesinde ayakta durmasını sağladı, hikmetin tamamlanması, bütünün iyiliği ve genelin yararı görü­len şeylerden dolayı onlar için nedenler ve sebepler var etti. Fakat Yaratıcıdan kasıtlı bir niyet olmaksızın, ama olmasından önce olan şeyle ilgili geçmiş bilgisiyle belki nedenler ve sebepler bakımından bazısına afetler ve kötülük dokunur. Onun olacak kötülük ve afetleri bilmesi, faydanın genel ve iyiliğin kötülükten daha fazla olması sebebiyle onları yaratmasını engellemez. Bunun izahı şöyledir: Allah Azze ve Celle, Güneşi, Ayı ve diğer gezegenleri yaratınca Güneşi âlem için bir lamba, ısısıyla var olanlar için bir hayat ve sebep kıldı. Onun âlemdeki konumu, kendisinden bedenin hayat sebebi ve bütünün iyiliği olan diğer organlarına doğal sıcaklık yayılan kalbin bedendeki konumuna benzer.

Aynı şekilde Güneş de bütün için hayat ve iyilik, genel için yarar hükmündedir. Fakat belki ondan bazı hayvan ve bitkilere zarar ve kötülük dokunur. Bu, genele fay dası ve bütüne iyiliği cihetiyle mazur görülür.

Zühal, Merih ve felekteki diğer yıldızlar da aynı hükme tabidir. Aşırı sıcak ve so­ğuk sebebiyle bazen onlardan34 belalar dokunmakla birlikte onları da âlemin iyiliği ve genelin menfaati için yarattı.

Allah’ın beldelere hayat ve hayvan, bitki ve madenlerden oluşan kullara iyilik ol­ması için gönderdiği yağmurlar da bazen kendilerinden kimi hayvan ve bitkilere kötülük ve yokluk dokunmasına rağmen aynı hükme tabidir.

Yılanlar, yırtıcılar, ejderha, timsah, sürüngenler, böcekler ve çekirgeler de aynı hükme tabidir. Allah bütün bunları olan ve bozulan kokuşmuş maddelerden hava­nın ve sürüngenlerin arınması, yükselen buharlardan bozukluğun dokunmaması ve dolayısıyla havanın kokmaması, bundan veba ve hayvanların bir defada helak olması için sebeplerin meydana gelmemesi için yarattı. Bu şöyle açıklanır: Kurtçuk, sinek, tahtakurusu ve bokböceği kumaşçı, demirci ve marangoz dükkânında değil, kasap, yağcı, sütçü, pekmezci, irmikçi ve gübreci dükkânında olur. Yüce Allah bunları bu kokuşmuş şeylerden yaratınca onlardaki şeyleri emdiler, onlarla beslendiler, hava

34.    Arapça metinde “onlara” anlamına gelecekşekilde“leha” ibaresi yer alıyor. Fakat öncekivesonrakibenzer cümleler de dikkate alındığında bağlama uygun olan, “onlardan” anlamına gelen “mınha" ibaresidir, (ç.n.) onlardan arındı ve salgından kurtuldu. Sonra bu küçük hayvanlar büyük hayvanlar için besin olurlar. Bu, şanı yüce Yaratıcının hikmetindendir. O hiçbir şeyi faydasız ve yararsız yaratmaz. Bu nimetleri bilmeyen kimse bazen Rabbine şöyle diyerek itiraz eder: Onları niçin yarattın, onlarda ne fayda var? Bütün bunlar sanatının hükümleri ve Rablığının yönetimi konusunda onun cahilliği ve Rabbine karşı itirazıdır. İnsan­ların cahilliğinin şöyle olduğunu duyduk: Onlar Yaratıcının inayetinin Ay feleğini geçmediğini iddia ederler. Eğer onlar mevcutların hallerini düşünüp ibret alsalardı bilirlerdi ve inayetin küçük büyük her mahlûku eşit olarak kapsadığı gerçeği onlar için açıklığa kavuşurdu. Yüce Allah hakkında yalan ve iftira söylediklerinde Allah zalimlerin söylediklerinden münezzehtir, çok yüce ve uludur. Ben bu sözümü söylü­yor ve Allah’tan kendim ve sizler için bağışlanma diliyorum.

Böylece elçilerle ilgili konuşma bitmiş oldu.

Bölüm

Ertesi gün olunca uzak ülkelerden hayvanların liderleri geldiler. Kral hüküm ver­mek için oturdu. Tellal seslendi: Dikkat, zulme uğrayan ve davası olan kim varsa gelsin, ihtiyaçlar giderilecek. Çünkü kral yargılama için oturdu. Cinlerin kadıları, fakihleri, âdilleri, yöneticileri ve bilgeleri geldiler. Uzak ülkelerden gelen cin, insan ve hayvan toplulukları hazır oldular; kralın huzurunda sağlı sollu dizildiler ve ona tahiyyat (güzel övgüler) ve selam ile dua ettiler.

Sonra kral sağma ve soluna baktı; hayvan türlerini ve suret, şekil, renk, ses ve ezgi farklılıklarını gördü. Bir süre şaşkın halde baka kaldı.

Sonra şöyle dedi: Şeyleri rahmetiyle yaratan, kudretiyle var eden, bazısını üstün, bazısını değersiz, bazısını iri cüsseli, bazısını küçük cüsseli, bazısını konuşabilir, ba­zısını dilsiz kılan, bir kısmına havada, bir kısmına suda, bir kısmına da çölde, bozkır­da, dağda ve mağarada yaşama alanı vereni eksiklikten tenzih ederim. Rabbimiz sen bunu boşuna yaratmadın. Seni şanına uygun büyüklükle tenzih ederim!

Sonra kral cin filozoflarından olan bilgeye dönerek şöyle dedi: Rahmanın yarat­tığı şu ilginç yaratıkları görmüyor musun?

O dedi ki: Evet, ey kral, onları baş gözümle görüyor, kalp gözümle müşahede edi­yorum. Kral onlara şaşırdı. Onları yaratan, inşa eden, var eden, yetiştiren, besleyen, koruyan, yerleşim yerlerini ve gidecekleri yeri bilen Hikmetli yaratıcının hikmetine ben de şaşırdım. Bütün bunlar, hata ve unutmadan dolayı değil, gerçekleştirme ve açıklamadan dolayı onun nezdindeki apaçık bir kitaptadır. Çünkü o kendisini gözlerin bakışından nur perdeleriyle gizleyince ve vehim ve fikirlerin tasavvurundan yüce ve aşkın olunca yarattıklarını gözün idrak etmesi ve delil ve burhana ihtiyaç duymaması için gözlerin müşahedesine açtı, gaybında gizli şeyleri gün yüzüne çıkardı ve açıkladı.

Sonra ey adil kral, bil ki cisimler ve küre cevherleri âleminde gördüğün bu suret­ler, şekiller, heykeller ve sıfatlar, ruhlar âlemindeki bu suretlerin misalleri, benzerleri ve boyalarıdır. Ancak onlar şeffaf nuranî şeyler, bunlar yoğun karanlıklardır. Bunla­rın onlara nispeti, levha ve duvar yüzeylerindeki resim ve nakışların et, kan, kemik ve deriden oluşan hayvanların dayalı olduğu bu suret ve şekillere nispeti gibidir. Zira ruhlar âlemindeki bu suretler, hareket ettiriciler ve hareketlilerdir. Bunlar dışındaki­ler durgun, sessiz, duyulur, fani, eskiyen ve bozulan şeyler; onlar ise düşünen, düşü­nülen, görünmez ruhanî ve kalıcı şeylerdir.

Sonra cinlerin bilgesi ayağa kalktı, konuştu, Allaha hamt ve sena etti ve şöyle dedi: Mahlûkatın yaratıcısı, yaratıkların meydana getiricisi, yaratılanların var edicisi, yapı­lanların mucidi, zamanların, sürelerin ve vakitlerin çeviricisi, mekân ve yönlerin inşa edicisi, feleklerin yöneticisi, mülklerin müvekkili, yedi göğün yükselticisi, gok taba­kalarının altında yayılmış yerlerin yayıcısı, çeşitli nitelikleri, renkleri ve dilleri olan mahlûkların şekillendiricisi Allah’a mahsustur. O ihsan türleri ve rivayet çeşitleriyle nimet verendir. O yarattı ve tesviye etti, belirledi ve yol gösterdi, öldürdü ve diriltti. O yüksek bakıştadır, uzak olan yakındır, algılayan duyuların idrakinden uzak, yakaranların yalnızlığına yakındır. İyileri iyiler için, kötüleri kötüler için yaratan, eksiklikten münezzehtir. Mümin erkekleri ve mümin kadınları yaratan, Müslüman erkekleri ve Müslüman kadınları var eden, ibadet eden erkekleri ve ibadet eden kadınları meydana getiren, kıyama duran erkeklere ve kıyama duran kadınlara ilham eden, oruç tutan er­keklere ve oruç tutan kadınlara yardım eden, tövbe eden erkeleri ve tövbe eden kadın­ları doğru yola ileten, zikreden erkekleri ve zikreden kadınları konuşturan ve gözlerin idrak edemediği ve haberlerin anlatamadığı kimse eksiklikten münezzehtir. Onu tasvir edenlerin dilleri sıfatların içyüzünü incelemekten yorgun düşmüş; akıl sahipleri bü­yüklüğünün ihtişamı ve saltanatının yüceliğini düşünmede ve ayetlerini ve burhanını açıklamada şaşkın kalmıştır. Onu idrak edecek akıl gücü ve niteleyecek düşünme gücü yoktur. O, bir, üstün, güçlü ve bağışlayıcı; cinleri Âdemden önce sıcak ateşten havada diledikleri gibi yüzen ve keder ve sıkıntıları olmayan gizli ruhlar, ince görüntüler, tuhaf suretler, hızlı hareketler olarak yaratan Allah’tır. Bu, Allah’ın bize olan ihsanıdır. O, cin, insan, melek, kara ve deniz hayvanlarından oluşan mahlûkatı şekil ve suretleri değişik türler olarak yarattı ve onları dilediği gibi sınıflar halinde derecelendirdi. Bazılarının mertebeleri yükseklerin yükseğindedir; bunlar, Arşının nurundan yarattığı ve onu ta­şıyan yakınlaşmış melekler ve onun seçkin kullarıdır.

Bazıları aşağıların aşağısındadır. Bunlar, asi şeytanlar ve onların kâfirler, münafık­lar, hasetçiler, cin ve insanlar gibi yarattıklarının inkârcılanndan oluşan kardeşleridir.

Bazıları bunlar arasındadır. Bunlar onun mümin erkekler ve mümin kadınlardan, Müslüman erkekler ve Müslüman kadınlardan oluşan iyi kullarıdır. Bizi imanla yü­celten, İslam’a yönelten ve Yüce Zatın dediği gibi yeryüzünde kendi halifeleri kılan Allah’a hamt olsun: “Nasıl davrandığınıza bakalım diye.”35 Sahipliğimizi ilim, inlim, ihsan, adalet ve insafla üstün kılan Allah’a hamt olsun. Bu, Allah'ın bize karşı bir lütfudur. Eğer düşünüyorsanız kulak veriniz ve itaat ediniz. Bu sözümü söylüyor ve Allah’tan kendim ve sizler için bağışlanma istiyorum.

Bilge sözünü bitirince kral, insan topluluğuna baktı. Onlar giysi, dil, şekli ve renkleri farklı yetmiş civarında adamdırlar. Dedi ki: İnsanı adi bir sudan yaratanı eksiklikten tenzih ederim. İnsanı güvenli bir yerde bir sperm(mıtfe)den yaratanı ek­siklikten tenzih ederim. İnsanı pişmiş çamura benzeyen bir balçıktan yaratanı eksık-

35.    Yunus, 10/14.

likten tenzih ederim. Spermi pıhtılaşmış kan haline getiren, pıhtılaşmış kanı cenine dönüştüren, sonra ceninden kemikler yapan, ardından kemikleri et ve deri ile örten, sonunda ona kendi ruhundan üfleyen zatı eksiklikten tenzih ederim. En mükemmel yaratıcı olan Allah yüceler yücesidir.[10] Takdir eden ve yol gösteren, öldüren ve dirilten zatı eksiklikten tenzih ederim. İnsanı hayvanların en yücesi ve varlıkların en üstünü yapanı eksiklikten tenzih ederim. İnsanı en mükemmel biçimde yaratanı eksiklikten tenzih ederim. Yüce arşın sahibi Allah’ı eksiklikten tenzih ederim.

Sonra kral baktı; onların arasında orta boylu, düzgün yapılı, güzel görünümlü, hoş elbiseli, tamamen yumuşak, saf bünyeli, tatlı bakışlı, hafif ruhlu bir adam gördü. Vezire dedi ki: O kim ve nereli?

O şöyle dedi: İranşehi, yani Irak ülkesinden bir adam.

Kral dedi ki: Ona konuşmasını söyle.

Vezir ona işaret etti. O da “Başüstüne!” dedi.

Bölüm

Şöyle dedi: Hamt âlemlerin Rabbine mahsustur. İyi son sakınanlara aittir. Za­limlerden başkasına düşmanlık edilmez. Muhammed’e ve temiz ailesine salat olsun. Hamt, bir, tek, fert, çok merhametli, çok lütufkâr, ihtişam ve ikram sahibi, ihsan eden ve nimet veren; mekânlar ve zamanlardan, cevherler ve oluşlardan, tabiat sahiplerin­den önce olan Allah’a mahsustur. Sonra yaratmaya başladı, icat etti, saklı gaybından parlak bir ışık, ışıktan tutuşmuş bir ateş, sudan çalkalanan bir deniz çıkardı. Su ile ateşi bir araya getirdi; o kızarmış duman ve katmerleşmiş yağ oldu. Dumandan tavan olan gökleri, yağdan yayılmış yerleri yarattı. Orayı köklü dağlarla sabitledi, taşkın denizleri çukurlaştırdı. Denizden yükselen buharları, yerlerden de bulanık duman­ları ortaya çıkardı. Onlardan oluşan bulutları meydana getirdi. Onları rüzgârlar va­sıtasıyla bozkırlara, sahralara ve çöllere sevk etti. Onlardan bizim ve hayvanlarımız için yarar olmak üzere yağmur ve bereketler indirdi, ot ve bitki bitirdi.

Sudan insan yaratan, ondan kendisiyle huzur bulması için eşini meydana getiren, ikisinden çok sayıda erkekler ve kadınlar yayan, zürriyetlerini mübarek kılan, karada ve denizde faydayı bir süreye kadar onların hizmetine veren Allah’a hamt olsun. On­lar bundan sonra öleceklerdir. Sonra onlar kıyamet günü diriltileceklerdir.

En mutedil ülkeyi bize mesken olarak seçen, orayı hava, meltem ve toprak açı­sından güzelleştiren, orada ırmak, ağaç ve meyveleri çoğaltan ve bizi kullarından birçoğuna üstün kılan Allah’a hamt olsun. Hamt, şükür ve övgü ona mahsustur. Çün­kü o bizi nefis zekâsı, zihin duruluğu ve akıl üstünlüğü ile seçti. Onun rehberliğiyle gizli ilimleri keşfettik, rahmetiyle benzersiz sanatları ortaya çıkardık, ülkeleri ma­mur ettik, nehirler açtık, ağaçlar diktik, binalar yaptık, saltanat ve siyaseti yönettik, bize peygamberlik ve elçilik verildi. Peygamber Nuh Aleyhisselam, yüksek makamlı İdris, Rahmanın dostu İbrahim, Allah ile konuşan Musa, Mesih İsa ve Muhammed Mustafa -Allahın salat ve tahiyyatları hepsine olsunbizdendir. Bizim içimizden Nabatlı Feridun, İsrailli Süleyman bin Davut, Harirli Menuçehr, Temimli Dara, Farslı Erdeşir bin Babakan, Behram, Enuşirvan, Bozorcumihr bin Tahtan ve Sasan hane­danından ve Saman Oğullarından beylik beyleri gibi erdemli krallar çıktı. Onlar ne­hirler açtılar, ağaç dikmeyi ve şehirler, kasabalar kurmayı emrettiler; krallık, siyaset, ordu ve tebaa yönettiler. Biz insanların özüyüz, insanlar hayvanların özü, hayvanlar bitkilerin özü, bitkiler madenlerin özü, madenler de unsurların özüdür. Biz akıllıla­rın özüyüz. Hamt, minnet, şükür ve sena ona aittir. Kocadıktan sonra dönüş onadır. Bu sözümü söylüyor ve kendim ve sizler için Allah’tan bağışlanma istiyorum.

Sonra kral, orada hazır bulunan cin bilgelerine dedi ki: İnsanın kendi faziletleri ve övünçlerine dair söylediği sözler hakkında ne diyorsunuz?

Şöyle dedi: Dediklerinde haklı.

Karar ve kesinlik sahibi denilen dışındaki tüm cin bilgeleri konuştular. O herhan­gi birine meyletmiyordu. Birisi konuşup hata ve yanlış yaptığında onu hata ve sapık­lığından geri çeviriyordu. Dedi ki: Ey bilgeler topluluğu, bu insanın konuşmasında bahsetmediği bir hususu bıraktığını biliniz. O, işin özü ve direğidir.

Kral: “O nedir?” dedi.

Dedi ki: Şunu demedi: “Bizim içimizden tufan çıktı, yeryüzündeki bitki ve hay­vanları batırdı, ülkelerimizde diller farklılaştı, akıllar karıştı, beyinler şaştı. Zorba Nemrut bizdendi. İbrahim’i ateşe biz attık. İlya'yı/Beytülmakdis’i yıkan, Tevrat’ı ya­kan, Süleyman Aleyhisselam’ın çocuklarını ve İsrail ailesini öldüren Buhtunnasır da bizdendi. O, Adnan ailesini Fırat kenarından Hicaz ülkesine kovan, asi, zorba, katil ve kan dökücü bir kimsedir.”

Kral şöyle dedi: Hepsi onun yanında değil, karşısında iken o bunu nasıl söyler ve anar?

Karar sahibi dedi ki: Bir kimsenin faziletlerini dile getirip onlarla övünürken kö­tülüklerini anmaması, tövbe edip özür dile[me]mesi mahkemede insaf ve yargıda adalet değildir.

Sonra kral topluluğa baktı, esmer, ince vücutlu, uzun sakallı, bol saçlı, belindeki kırmızı şalıyla korkunç görünen bir adam gördü. “O kim?' dedi.

Şöyle dedi: Hint ülkesinden, Serendip adasından bir adam.

Kral vezire: “Ona emret!” dedi.

O da ona konuşmasını emretti.

Bölüm

Hintli şöyle dedi: Bir, tek, fert, sonsuz, ezelî ve ebedî, zamanlardan, vakitlerden, cevherlerden ve olanlardan önce olan Allaha hamt olsun. Sonra ışık denizini azgın yaptı, içinde felekler meydana getirdi, onları döndürdü, yıldızlara şekil verdi, onları gezdirdi, burçları kısımlara ayırdı, onların doğmasını sağladı, yeryüzünü yaydı ve mes­kun hale getirdi, bölgeleri çizdi, denizleri çukurlaştırdı, ırmakları akıttı, dağları sabit leştirdi, açık arazileri genişletti, bitkileri çıkardı, hayvanları var etti, bize mekân olarak ülkelerin ılımlısını seçti, orayı zaman açısından sıcak yaptı, öyle ki gece ve gündüz eşit­tir, kış ve yaz ılımlıdır, sıcak ve soğuk aşırı değildir. Ülkemizin toprağını bol madenli, ağaçlarını güzel kokulu, bitkilerini ilaç, hayvanlarını fil, dallarını sac/tik yaptı, onları hurma dalları gibi ayırdı, ayrıkotlarım/ikr işlerini[11] de kamış haline getirdi, onları yakut ve zebercet saydı. Âdem Aleyhisselam’ın ilk yaratılışını orada yaptı. Diğer hayvanlar da aynı hükme tabidir. Onların oluşumu da ekvator çizgisinin altında başladı.

Sonra Yüce ve Aşkın Allah, bizi seçti, şehirlerimize peygamber gönderdi ve hal­kının çoğunu bilge kıldı. Bedr, Berhemyum, Budasef ve Beluher bunlardandır. Bizi sihir, büyü ve kehanet gibi ince ilimlerle imtiyazlı kıldı. Ülkemiz halkını hareket ba­kımından insanların en hızlısı, sıçrama bakımından en hafifi, ölüm sebepleri üzerine atılma ve ölümü küçümseme açısından en cesuru yaptı. Ben bu sözümü söylüyor ve kendim ve sizler için Yüce Allah’tan bağışlanma istiyorum.

Kesin kararlı şöyle dedi: Konuşmayı tamamlar ve şöyle dersen: “Sonra biz beden yakmakla, dolunaylara, putlara ve maymunlara tapmakla, zina çocuklarını artır­makla, yüz karartmayla ve soğan ve biber yemekle denendik.”

Sonra kral baktı ve başka bir adamı gördü ve düşündü. O, uzun boylu, sarı bir kıyafet giymiş, elinde baktığı yazılı bir kâğıt bulunan, mırıldanan ve öne arkaya sal­lanan bir kimsedir.

Kral vezire: “O kim?” dedi.

O şöyle dedi: Şamlı ve İsrail Oğullarına mensup İbrani bir adam.

Kral dedi ki: Ona konuşmasını emret.

Vezir, İbrani’ye emretti ve o da “Başüstüne.” dedi.

Bölüm

İbrani dedi ki: Bir, ezelî, yaratıcı, hikmetli, üstün, hay ve kayyum olan, geçmiş zaman ve vakitlerde kendisi olduğu halde başkası bulunmayan Allah’a hamt olsun.

Sonra yaratmaya parlak ışık ile başladı, ışıktan yanan bir ateş ve sudan çalkalanan bir deniz yarattı, ikisini bir araya getirdi, onlardan duman ve yağı var etti. Dumana şöyle dedi: Burada gök ol! Yağa dedi ki: Burada onun yeri ol! Gökleri yarattı, onla­rın yaratılışını iki günde tesviye etti, yeryüzünü iki günde yaydı; onların katmanları arasında iki günde melekler, cinler, insanlar, kuşlar, yırtıcılar, vahşiler, evcil hayvan­lar, büyükbaş hayvanlar ve diğerlerinden oluşan mahlûkat sınıflarını yarattı. Sonra yedinci günde arşa yöneldi. Yarattıkları içinden beşerin atası Âdem’i, onların ço­cuklarından ve soyundan Nuh’u, onun soyundan Rahmanın dostu İbrahim’i, onun soyundan İsrail’i, onun soyundan da Musa bin İmran’ı -onlara selam olsunseçti. Onunla konuştu, onu kurtardı ve ona el ve asa mucizesini, Tevrat’ı ve peygamberle­rin -kendilerine selam olsunkitaplarını verdi.

Denizi yardı, onun düşmanı Firavunu batırdı, İsrail Oğullarına kudret helvası ve bıldırcın indirdi, onları kral yaptı ve onlara âlemlerde kimseye vermediği şeyleri verdi. Hamt, sena, şükür ve ihsan ona aittir. Bu sözümü söylüyor ve kendim ve sizler için Allah’tan bağışlanma istiyorum.

Kesin karar sahibi şöyle dedi: Şunu unuttun ve demedin: Bizden, maymunlar, domuzlar ve tağuta kulluk eden kimseler meydana getirdi. Onlar en kötü makamda ve doğru yoldan en çok sapmış kimselerdir. Üzerimize alçaklık ve miskinlik damgası vuruldu, öfke üzerine öfkeye maruz kaldılar. Bu onların dünyadaki rezilliğidir. Yap­tıklarına karşılık onlar için ahirette büyük bir azap vardır.

Sonra kral baktı ve uzun boylu, üstünde yün elbise, belinde kemer kuşak, elin­de fırlattığı, içinde ateş buharlaştırdığı, sesini yükseltmeye, kelimelerini okumaya ve seslendirmeye yarayan bir sopa[12] bulunan bir adam gördü.

Kral vezire “O kim?” dedi?

O şöyle dedi: Mesih Aleyhisselamın ailesinden Süryani bir adamdır.

Kral vezire dedi ki: Ona konuşmasını emret. Vezir ona emretti, o da “Başüstüne.” dedi.

Bölüm

Süryani şöyle dedi: Bir, tek, fert, ebedî, doğurmamış ve doğmamış olan ve başlan­gıç oluşunda denksiz, birsiz, sayısız ve desteksiz olan Allah’a hamt olsun.

Sonra sabahları yardı, ışıkları aydınlattı, ruhları ortaya çıkardı, karaltıların suret­lerini yarattı, cisimleri var etti, gök cisimlerini meydana getirdi, felekleri döndürdü, kralları görevlendirdi, göklerin ve yayılmış yerlerin yaratılışını tesviye etti, sağlam dağları sabitledi, taşkın denizleri, bozkırları ve çölleri hayvanlar ve bitkiler için mes ken yaptı.

Bakire Meryem’den insan suretli bir beden edinen, ona ilahhk cevherini ekleyen, onu Ruhülkudüs’le destekleyen, elinde acayiplikler ortaya çıkaran, İsrail ailesini hata yoluyla öldürülmekten kurtardıktan sonra dirilten[13], bizi taraftar ve yardımcıları yapan, içimizden rahipler ve papazlar çıkaran Allaha hamt olsun. Biz yeryüzünde büyüklük taslamayız. Kalplerimize şefkat, merhamet ve korku/ruhbanhk yerleştirdi. Hamt, şükür ve sena ona aittir. Bizim hatırlamayı bıraktığımız faziletlerimiz vardır. Allah’tan kendim ve sizler için bağışlanma istiyorum. O bağışlayıcı ve merhametlidir.

Kesin karar sahibi dedi ki: Yine de ki: Biz ona hakkıyla riayet etmedik, inkâr ettik ve o üçün üçüncüsüdür, dedik. Haçlara taptık, kurbanda domuz eti yedik, Allaha yalan söz ve iftira isnat ettik.

Sonra kral, duran bir adama baktı ve onu düşündü. O, son derece esmer, zayıf bedenli, üzerinde peştamal ve cüppeden ibaret iki elbise bulunan, rüku ve secde et­mesi, Kuran okuması ve Rahmana yakarmasıyla ihramhya benzeyen bir kimsedir. “O kimdir?” dedi.

Vezir şöyle dedi: O, Tihame’den bir Kureyşlidir.

Kral dedi ki: Ona konuşmasını emret. Vezir ona emretti, o da "Başüstüne. dedi.

Bölüm

Kureyşli şöyle dedi: Bir, ebedî, tek, doğurmamış, doğmamış ve hiçbir dengi ol­mayan Allah’a hamt olsun. O ilk ve sondur, dış ve içtir, başlangıçsız ilk ve sonsuz sondur, her şeyde kudret ve saltanatıyla zahirdir, her şeyde ilim, dileme, etkileme ve iradesiyle batındır. O, şanı yüce ve burhanı açık olandır. Mekânlardan, zamanlardan ve varlık sahibi cevherlerden öncedir.

Sonra ona “Ol!” dedi ve oldu. Tesviye etti, belirledi, yol gösterdi. O en yüce bakış­tadır. O, göğü direksiz yükseltti, bina etti, tavanını yükseltti ve tesviye etti, gecesini karanlık yaptı, kuşluk vaktini ortaya çıkardı, daha sonra size ve hayvanlarınıza fay­dalanma olması için yeryüzünü yaydı, oradan su ve otlağını çıkardı ve dağları sabit­leştirdi. Onunla birlikte başka bir tanrı yoktur. Yoksa her tanrı kendi yarattığını gö­türür ve biri diğerine üstün gelirdi. Allah’ı onların nitelediklerinden tenzih ederim. Allah’a denk tutanlar yalan söylediler, uzak bir şekilde saptılar ve açıkça zarar ettiler.

Müşrikler hoşlanmasa da o, elçisi Muhammed’i bütün dinlere üstün gelmesi için hidayet ve hak din ile gönderdi. Allah, ona, ailesine, ashabına, itretine/soyuna, bü­tün yakın meleklerine, gönderilmiş peygamberlerine, göklerin ve yerlerin halkından olan iyi kullarına ve Müslümanlara salât etsin. Bizi ve sizi rahmetiyle onlardan eyle sin. O, merhametlilerin en merhametlisidir.

Bize dinlerin en iyisini seçen, bizi Furkan sahibinin ümmetinden kılan ve Kuran okumak, Ramazan ayı orucunu tutmak ve kutsal evinin, rükün ve makamın etra­fında tavaf etmekle; Kadir gecesi, Arafat, zekât, taharet, salavat, cemaat, bayramlar, minberler, hutbeler, dini anlama, peygamberlerin sünnetlerini ve Rabbanilerin ha­yatını bilmeyle yücelten Allah’a hamt olsun.

O bize öncekilerin ve sonrakilerin haberlerini ve hallerini, kıyamet gününün hesabı m öğretti ve nimetler yurdunda ebedîlerin ebediliği ve zamanlar zamanı süresince pey­gamberlerin, şehitlerin ve salihlerin sevabını vaat etti. Âlemlerin Rabbi Allaha hamt, peygamberlerin sonuncusu Muhammede ve gönderilmiş imamlara salât olsun. Bizim açıklaması uzun sürecek daha başka faziletlerimiz de vardır. Uzatmaktan korktuğumuz için onları anmayı terk ettik. Allah’tan kendim ve sizler için bağışlanma istiyorum.

Kesin karar sahibi şöyle dedi: Ayrıca şunu da söyle: “Ardından biz terk ettik, Pey­gamberin vefatından sonra mürtetler ve şüphe eden münafıklar olarak geri döndük ve din vasıtasıyla dünyayı isteyerek hayırlı ve faziletli imamları öldürdük"

Sonra kral baktı ve başında bağ/mişedde olan ve önünde gözlem aletleriyle oyun yerinde ayakta duran bir adam gördü. Vezire: “O kim?" dedi.

O dedi ki: Yunan ülkesinden Rum halkına mensup bir adam.

Kral: “Ona emret.” dedi. Konuşmasını emretti, o da “Başüstüne.” dedi.

Bölüm

Yunanlı şöyle dedi: Bir, tek, fert ve ebedî olan; sayılar, çiftler ve teklerden önceki bir gibi suretli ve boyutlu heyuladan önce olan, benzerlerden ve zıtlardan aşkın olan Allaha hamt olsun.

Yine üstün ve yüce olan, varlığından ilimler ve sırlar sahibi, ışıkların ışığı ve ruh­ların unsuru faal aklı taşıran Allah’a hamt olsun.

Işığından aklı ve hareketli ve hayat ve bereket kaynağı tümel felekî nefis cevherin­den araştırmayı çıkaran Allah’a hamt olsun.

Nefisten varlıkların unsurunu, heyulanın zatlarını ve olanları ortaya çıkaran Allaha hamt olsun.

Ölçülü ve boyutlu cisimleri, mekânları ve zamanları yaratan Allah’a hamt olsun.

Suretli, görünümlü, konuşan, düşünen ve dairevî hareketleri olan felekleri ve ge­zegenleri meydana getiren; nefisleri, ruhları ve melekleri onların döndürülmesiyle görevlendiren; onları karanlığın lambaları ve ufuklarda ve bölgelerde ışıkların doğuş yeri yapan Allah’a hamt olsun.

Varlığın özleri olan unsurları oluşturan; onları bitki, hayvan, insan ve cinlerin meskeni yapan; bitkileri bitiren, bunu bedenler için madde, hayvanlar için besin ya­pan, denizlerin derinliklerinden ve dağların içinden faydalı yoğun madenî cevherler çıkaran Allah’a hamt olsun.

Ülkemizi bitki ve nimet bolluğu ile ayrıcalıklı yapmak suretiyle bizi kullarının çoğundan üstün kılan; üstün özellikler, mutedil yaşantılar, akıl üstünlüğü, temyiz inceliği, kavrayış kalitesi, ilginç ilim ve sanatların çokluğu, tıp, geometri, astronomi, feleklerin bileşimi ilmi; hayvan, bitki ve madenlerin faydalarını bilme, hareketler, gözlem aletleri, tılsımlar, matematik, mantık, fizik ve ilahiyat ilmi ile krallar yapan Allah’a hamt olsun. Bol ihsanından dolayı hamt, övgü ve şükür ona mahsustur. Bi­zim açıklaması uzun sürecek daha başka faziletlerimiz de var. Kendim ve sizler için Allah’tan bağışlanma istiyorum.

Kesin karar sahibi dedi ki: Bu bahsettiğin ve övündüğün ilimler ve hikmet, bir kısmını Batlamyus zamanında İsrail ailesinden, bir kısmını da Mitos zamanında Mı­sır halkından alıp ülkenize taşımasaydiniz ve kendinize nispet etmeseydiniz nereden sizin olacaktı?

Kral, Yunanlıya şöyle dedi: Bahsettiği konuda ne diyorsun?

O dedi ki: Bilge söylediklerinde haklı. Bunları onlardan aldık. Bizim ilimlerimiz ve diğer ümmetlerin ilimleri birbirindendir. Böyle olmasaydı, bunları Hint halkın­dan almasalardı Parsların nereden astronomi, felekler bileşimi ve gözlem aletleri ilmi olacaktı? Süleyman Aleyhisselam bunları galip geldiği zaman diğer milletlerin krallarının hâzinelerinden almasa ve İbranileıin diline ve Şam ülkesine naklettirmeseydi, İsrail Oğullarının nereden hiyel (hileler), sihir, büyü, tılsım dikme ve ölçü çıkarma ilmi olacaktı? Onun krallığı Filistin ülkesindeydi. İsrail Oğulları onların bir kısmına da peygamberlerinin melekler tarafından vahiy ve haberler yoluyla göklerin sakinleri, feleklerin kralları ve âlemlerin Rabbinin orduları olan yüce topluluktan kendilerine öğretilen kitaplarından mirasçı oldular.

Kral, bilgeye dedi ki: Bahsettiği konuda ne diyorsun?

O şöyle dedi: Doğru söyledi. İlimler şu ümmette değil de bu ümmette, şu zaman­da değil de bu zamanda çoğaldı. Krallık ve peygamberlik onlarda olunca onlar diğer ümmetlere üstün gelirler; onların üstünlüklerini, erdemlerini, ilimlerini ve kitapla­rını alırlar, ülkelerine taşırlar ve kendilerine nispet ederler.

Sonra kral, iri cüsseli, güçlü, güzel elbiseli ve Güneşle birlikte gözünü döndürerek göğe doğru bakan bir adama baktı. “O kim?” dedi.

Vezir dedi ki: Merv ve Şaha ülkesinden Horasanlı bir adam.

Kral şöyle dedi: Ona konuşmasını emret. Vezir ona emretti, o da “Başüstüne.” dedi.

Bölüm

Horasanlı dedi ki: Bir ve tek, büyük ve yüce, güçlü ve kudretli, kuvvetli ve üstün, ihtişamlı ve bağışlayan ve kadir-i mutlak olan Allah’a hamt olsun. Ondan başka tanrı yoktur. Dönüş onadır. Konuşanların dilleri onun sıfatlarını tasvir etmekten aciz ka­lır. Düşünürlerin kavrayışları onun vasıflarının iç yüzünü idrak edemez. İhtişamının büyüklüğü hususunda akıllıların akılları ve görenlerin gözleri hayrete düşer. Yüce oldu, zuhur ve tecelli etti. O, en yüksek bakış yerindedir. “Gözler onu idrak etmez, o gözleri idrak eder. O latif ve haberdardır.”[14] Geceyi ve gündüzü yaratmadan önce ışıklarla gizlendi. Dönen felekleri yarattı, birbirine uzak bölgeleri bulunan göklerin tavanlarını yükseltti. Mahlûkatı melek, cin, insan ve şeytan diye cinsler olarak, ikişer, üçer, dörder kanatlı, iki ve dört ayaklı, karnı üzerinde sürünen, suya dalan ve içinde yüzen sınıflar şeklinde yaratan; sonra onları türler ve şahıslar yapan, Âdemoğullarını renkleri, dilleri, giysileri, mekânları ve zamanları farklı halklar ve kabilelere ayıran ve onlara nimetlerini, üstünlüklerini, lütuflarım ve ihsanlarını bölüştüren zata hamt olsun.

Verdiği ve lütfettiği nimetler ve vaat ettiği ihsandan dolayı Allaha hamt olsun. Ülkemizin şehir, çarşı, ev, kale, hisar, nehir, ağaç, dağ, maden, hayvan, bitki, erkek ve kadınlarını çoğaltmakla bizi seçkin ve üstün kılan Allah’a hamt olsun. Kadınlarımız erkekler kadar, erkeklerimiz develer kadar, develerimiz büyük dağlar kadar güçlüdür.

Bizi seçkin kılan ve bizi peygamberlerin diliyle büyük cesaret, sağlam güç, din sevgisi ve peygamberlere uymakla öven Allah’a hamt olsun. Aziz ve ve Çelil olan Allah dedi ki: “Biz güçlüyüz ve çok yiğidiz. Emir şenindir; bak, ne emredersin?”[15]' Azız ve ve Çelil olan Allah geride kalan bedeviler için şöyle dedi: “Çok cesur bir kavme karşı davet edileceksiniz’’[16] Yine dedi ki: “Allah, kendi sevdiği ve kendisini seven bir kavmi getirecektir’[17]. Resulüllah (as) dedi ki: “İman Süreyya yıldızına asılı olsaydı onu Farslılardan bir adam alırdı’. Yine o (as) dedi ki: “Fars adamlarından olan kardeşleri­mi tebrik ederim. Onlar ahir zamanda gelirler, onu beyaz üzerindeki bir siyah olarak bulurlar, ona inanırlar ve onu tasdik ederler”.

Bizi kesin inanç, iman, ahiret için çalışma ve mead (öte dünya) için azık sağla­makla seçen Allah’a hamt olsun. İçimizde Incil’i okuduğu halde ondan bir şey anla­mayan, Mesih’e inanan ve onu tasdik eden kimseler vardır. İçimizde Kuran okuduğu ve onu seslendirdiği halde ondan bir şey anlamayan, Muhammed’e inanan, onu tas­dik eden ve ona yardım eden kimseler vardır. Biz kara giydik, Hüseyin’in intikamını talep ettik, Mervan Oğullarına mensup azgınları kovduk. Onlar azdılar, isyan ettiler, Allah’ın sınırlarını ve dini çiğnediler. Biz Muhammed (as)’ın ailesinden beklenen İmam Mehdi Aleyhisselam’ın kendi ülkemizden ortaya çıkmasını istiyoruz. Bizde onunla ilgili bir haber ve eser vardır. Verdiği, lütfettiği, nimet verdiği ve ikram ettiği için Allaha hamt olsun. Bu sözümü söylüyor, kendim ve sizler için Allah’tan bağış­lanma istiyorum.

Farslı sözünü bitirince kral çevresindeki bilgelere baktı ve “Onun anlattıkları hak­kında ne düşünüyorsunuz?” dedi.

Filozofların reisi şöyle dedi: Onlarda tabiat sertliği, küfürlü konuşma, oğlan ço­cuklarıyla evlenme, annelerini evlendirme ve ateşe tapma olmasa anlattıklarında haklı. Onlar Rahmandan başka Güneşe tapıyorlar.

Bölüm

Yırtıcı ve Vahşi Hayvanlar İçinde Aslanın Sıfatlarının,
Huylarının ve Övülen ve Yerilen Özelliklerinin Açıklanmasına Dair

Üçüncü gün olunca toplulukların liderleri belirtilen yere geldiler ve dün olduğu gibi mecliste yerlerini aldılar. Kral sağa sola baktı ve eşeğin yanında duran, göz ucuy­la bakan, köpekten korkan ürkek bir zanlı gibi sağa sola dönen çakalı gördü.

Kral, tercüman vasıtasıyla “Sen kimsin?” dedi.

O dedi ki: Ben yırtıcıların lideriyim.

[Kral] şöyle dedi: Seni kim gönderdi?

O: “Kralımız.” dedi.

[Kral]: “O kim?” dedi.

O dedi ki: Aslan Ebulharis.

Kral şöyle dedi: Ülkede nerede barınır?

O dedi ki: Çalılıklarda, ormanlarda ve ağzı dar, içi geniş çukurlarda.

[Kral] şöyle dedi: Onun tebaası kimlerdir?

O dedi ki: Vahşi, evcil ve büyükbaş hayvanlardan oluşan kara hayvanları.

[Kral] şöyle dedi: Onun ordusu ve yardımcıları kimlerdir?

O dedi ki: Kaplanlar, çitalar, kurtlar, çakallar, tilkiler, kara kedileri, pençeli ve köpekdişli bütün yırtıcılar.

[Kral] şöyle dedi: Bana onun suretini, ahlâkını ve tebaa ve ordusu içindeki tavrını anlat.

O dedi ki: Pekiyi, ey kral. O en iri cüsseli, en büyük yaratılışlı, en güçlü, kuvvet ve saldırması en şiddetli, heybet ve ihtişamı en görkemli, geniş göğüslü, dar kalçalı, ince kıçlı, büyük başlı, yuvarlak yüzlü, açık alınlı, geniş avurtlu, burun delikleri açık, önkolları sağlam, köpekdişleri ve pençeleri keskin ve sert, parlak gözlü, yüksek sesli, şiddetli kükreyen, iri bacaklı, cesur kalpli, korkunç görünümlü, kimseden korkmayan ve camızların, fillerin, timsahların, cesur adamların, silahla donanmış ve zırhlı süva­rilerin sert saldırısından korkmadığı bir yırtıcıdır. O çok kararlı ve kesin görüşlüdür.

Bir şeye niyetlendiğinde onu kendi kendisine yapar, ordu ve yardımcılarının herhangi birinden yardım istemez. Düşük işlerden yüz çevirir, kadınlara, çocuklara ve uyuyan­lara saldırmaz. Yüce tabiatlıdır. Uzakta bir ışık görünce gece karanlığında ona doğ­ru gider, onun uzağında durur, öfkesinin galeyanı sakinleşir, saldırganlığı yumuşar. Güzel bir şarkı duyunca ona yaklaşır ve onunla huzur bulur. Küçük karınca dışında hiçbir şeyden ürkmez ve acı çekmez. Tahtakurusunun fil ve camızlara, sineğin insan ların zorba krallarına musallat olması gibi onlar da ona ve yavrusuna musallat olurlar.

[Kral] dedi ki: Onun tebaası içindeki yaşantısı nasıldır?

O şöyle dedi: Onların en iyisi ve en adili. Ben bundan sonra anacağım.

Bölüm

Anka Kuşunun, Barındığı Adanın ve
Oradaki Bitki ve Hayvanların Sıfatlarının Açıklanmasına Dair

Sonra kral, oraya gelen topluluklara baktı ve yakındaki ağacın dalma oturmuş bu­lunan papağanı gördü. O gelen topluluk içinden her konuşana bakıyor, düşünüyor, konuşma ve sözlerinde anlattıklarını dile getiriyor.

Kral ona: “Sen kimsin?” dedi.

O dedi ki: Ben yırtıcı kuşların lideriyim.

[Kral] şöyle dedi: Seni kim gönderdi?

O: “Kralımız.” dedi.

[Kral]: “O kimdir?” dedi.

O: “Sürgündeki Anka kuşu.” dedi.

[ Kral] şöyle dedi: O, ülkenin neresinde barınır?

O dedi ki: Deniz gemilerinin ve herhangi bir insanın nadiren ulaştığı Yeşil Deniz adasının yüksek dağlarının tepelerinde.

[Kral] şöyle dedi: O adayı bize anlat.

O dedi ki: Pekiyi. Hoş topraklı, ılıman havalı, ekvator çizgisinin altında yer alan, pınar ve ırmaklardan gelen tatlı suyu bulunan, havaya doğru yükselen tik ağaçlarının bol olduğu bir yerdir. Çalılıklarının kamışı mızrak, ayrıkotu kamış, hayvanları fil, camız, domuz ve Allah’tan başka kimsenin bilmediği daha başka türler.

[Kral] şöyle dedi: Bize Ankanın şeklini, huylarım ve yaşantısını anlat.

O dedi ki: Pekiyi. O en iri cüsseli, büyükyaratılışlı, sert uçuşlu, koca başlı, demir kazma gibi büyük gagalı, koca kanatlı bir kuştur. Onları yaydığında gemi yelkenleri­ni andırır. Zorba Nemrut’un şemsiyesine benzer bunlara uygun bir kuyruğu vardır. Uçarken havadan dalınca hava titreşiminin şiddetinden, kanat çarpışından dağlar sallanır. Uçarken, çaylağın yeryüzünden fareyi kapması gibi, yeryüzünden camız ve filleri kapar.

[Kral] şöyle dedi: Onun yaşantısı nasıldır?

O dedi ki: Onların en iyisi ve en adilidir. Bundan sonra bahsedeceğim.

Bölüm

Yılan ve Ejderhanın Sıfatı, İlginç Yaratılışları ve
Korkunç Görünümlerinin Açıklanmasına Dair

Kral, oraya yakın bir duvar yarığından bir ezgi ve vızıltı duydu. O mırıldanıyor ve homurdanıyor, bir an olsun sakinleşip yatışmıyor. Onu düşündü. O, duran ve ka­natlarını hareket ettiren bir cırcırböceğidir. Onun hafif ve hızlı bir hareketi vardır. Ondan ince saz telinden işitildiği gibi bir ezgi ve vızıltı işitilir.

Kral ona: “Sen nerelisin?” dedi.

O şöyle dedi: Ben sürüngenlerin ve böceklerin lideriyim.

[Kral]: “Seni kim gönderdi?” dedi.

O: “Kralımız” dedi.

[Kral]: “O kim?” dedi.

O: “Yılan” dedi.

[Kral] şöyle dedi: O, ülkenin neresinde barınır?

O dedi ki: Şiddetli soğuk küresi yanındaki meltem küresine doğru uzanan yüksek dağlarda. Öyle ki oraya bulutlar çıkmaz, yağmur düşmez, orada zemheri soğuğunun şiddetinden bitki bitmez, hayvan yaşamaz.

[Kral] şöyle dedi: Onun ordusu ve yardımcıları kimlerdir?

O dedi ki: Bütün yılanlar, çekirgeler ve böcekler.

[Kral] şöyle dedi: Ordusu nerede barınır?

O dedi ki: Yeryüzünün her mekânında. Onların sayısını onları yaratan, şekillen­diren, meydana getiren, yerleştikleri yeri ve gidecekleri yeri bilen Allah’tan başkası sayamaz.

Kral şöyle dedi: Yılan niçin ordusu ve türünün fertleriyle birlikte oraya yükseldi?

O dedi ki: Çeneleri arasında bulunan ve onu vücudunda tutuşturan zehrinin aşırı yakıcı sıcaklığından zemheri soğuğuyla rahatlamak için.

[Kral] şöyle dedi: Bize onun şeklini, ahlâkını ve yaşantısını anlat.

O dedi ki: Onun şekli ejderhanın şekli ve ahlâkı onun ahlâkı gibidir.

[Kral] şöyle dedi: Bize ejderhayı kim anlatır?

O dedi ki: Su hayvanlarının lideri.

[Kral]: “O kimdir?” dedi.

O dedi ki: Şu oduna binmiş olan.

Kral baktı. Kurbağa, oraya yakın deniz sahilinde bir odunun üzerine binmiştir. O, Allah’tan ve sadık yüce meleklerden başkasının bilmediği Allah’ı tespih, tekbir, hamt ve tehlil (lâ ilahe illallah demek) sesleriyle öter.

Kral: “Sen kimsin?” dedi.

O dedi ki: Ben su hayvanlarının lideriyim.

[Kral] şöyle dedi: Seni kim gönderdi?

O: “Kralımız.” dedi.

[Kral]: “O kim?” dedi.

O: “Ejderha.” dedi.

[Kral] şöyle dedi: O, ülkenin neresinde barınır?     

O dedi ki: Çalkalanan dalgaların ve birleşik bulutların kaynağının bulunduğu de­nizlerin dibinde

[Kral] şöyle dedi: Onun ordusu ve yardımcıları kimlerdir?

O dedi ki: Timsahlar, yunus balıkları, yengeçler ve adedini bir ve üstün olan Allah’tan başkasının sayamadığı deniz hayvanı türleri.

[Kral] şöyle dedi: Bize onun şeklini, ahlâkını ve yaşantısını anlat.

O dedi ki: Pekiyi, ey kral. O, iri yaratılıştı, ilginç suretli, uzun boylu, geniş cüsseli, korkunç görünümlü ve ürkütücü yapılı bir hayvandır. Bütün deniz hayvanları, aşırı güçlü ve çok saldırgan olduğu için ondan korkar ve ürkerler. Hareket ettiğinde hız­lı yüzmesi nedeniyle denizin dalgası da hareketlenir. Koca başlı, parlak gözlü, geniş ağızlı ve çok dişlidir. Sayılamayacak kadar çok deniz hayvanını yutar. Karnı onlarla dolup hazımsızlık çekince eğrilir, bükülür, başı ve kuyruğu üzerine yaslanır, orta kıs­mını suyun dışına çıkarır, Güneşin kaynağında doğan gökkuşağı gibi havada yükselir, karnındakileri hazmetmek için karnının sıcaklığında dinlenir. O bu haldeyken bazen bayılır. Altından bir dalga doğar, onu yukarı kaldırır, karaya atar ve o da ölür. Onun bedenini yırtıcılar günlerce yer. Onu Şeddin ötesinde oturan Yecüc ve Mecüc toplulu­ğuna atar. Onlar insan suretli, yırtıcı ruhlu, yönetim ve siyaset, alışveriş, zanaatkârlık, ekme ve biçme bilmeyen; bilakis yırtıcı, vahşi hayvan ve balık avlamasını ve birbirle­rine baskın yapıp yağmalamayı bilen ve birbirlerini yiyen iki topluluktur.

Ey kral, bil ki bütün deniz hayvanları ejderhadan korkar ve ürkerler. O, kürur ve sivrisineğe benzeyen ve onu sokan küçük bir hayvandan başka bir şeyden korkmaz. Bu ne ona saldırabilir, ne de ondan sakınabilir. Onu sokunca zehri onun vücuduna akar ve o ölür. Deniz hayvanları onu yemek için toplanırlar. Onun bedeni onlar için günlerce rahat bir geçimlik olur. Büyük yırtıcıların küçüklerini bir süre yemesi gibi onlar da onu bir süre yer. Bu durum yırtıcı kuşlar için de geçerlidir. Çünkü serçeler, tarlakuşları, kırlangıçlar ve diğerleri çekirge, karınca, sinek, tahtakurusu ve benzer­lerini yerler. Atmacalar, şahinler ve benzerleri, serçe ve tarlakuşlarmı avlayıp yerler. Sungur, şahin, akbaba ve kartallar da onları avlayıp yerler. Sonra onlar ölünce onları da küçükleri olan karınca, sinekve kurtçuklar yerler.

Âdemoğullarının durumu da böyledir. Onlar oğlak, kuzu, koyun, sığır, kuş ve diğerlerinin etlerini yerler. Onlar öldüğünde de kabirlerinde onları kurtçuk, karınca ve sinekler yerler.

B öylece küçük hayvanlar büyüklerini yerler. Bazen de büyükler küçükleri yerler. Bundan dolayı insanların mantıkçı filozofları şöyle demişlerdir: Bir şeyin iyiliği, di­ğer şeyin bozulmasındadır. Allah -eksiklikten tenzih ederimdedi ki: “Biz bu gün­leri insanlar arasında döndürürüz. Bunu bilenlerden başkası düşünmez.”44

Ey kral, bu insanların kendilerinin efendi, diğer hayvanların onların köleleri ol­duğunu iddia ettiklerini işittik. Onlar, diğer hayvanlara ait anlattığın tasarrufları anlamıyorlar mı? Anlattıkların hususunda onlar arasında fark var mı? Onlar bazen yiyorlar, bazen yeniyorlar. Âdemoğulları aynı akıbete duçar oldukları halde hayvan­lara karşı ne ile övünüyorlar? Şöyle denilmiştir: İşler sonlarıyla [değerlendirilir]. Hepsi topraktan yaratıldı, yine toprağa döneceklerdir.

44.    Al-i İmran, 3/140.

Sonra kurbağa şöyle dedi: Ey kral, bil ki ejderha insanların bu sözünü ve hay­vanların kendilerinin köleleri, kendilerinin de onların efendileri oldukları iddiasını duyunca onların söylediği yalan ve iftiraya hayret etti. Dedi ki: Şu insanlar ne kadar cahil ve azgınlıkları, kendini beğenmişlikleri ve akıl hükümlerinden dolayı büyük­lenmeleri ne kadar aşırı! Yırtıcılar, vahşi hayvanlar, yırtıcı kuşlar, yılanlar, ejderhalar, timsahlar ve kılıçbalıkları onlardan dolayı yaratıldığı halde nasıl oluyor da onların kendi kulları olduğunu caiz görüyorlar? Acaba onlar düşünmüyorlar ve dikkat etmi­yorlar mı ki yırtıcı hayvanlar ormanlardan çıkmış, yırtıcı kuşlar havadan üzerlerine atılmış, yılanlar dağ tepelerinden üstlerine inmiş, timsah ve ejderhalar denizden çık­mış ve insanlara bir hamlede saldırmış olsa onlardan hiçbir kimse kalır mı? Acaba onlar yurtlarında ve evlerinde bunların arasına karışsa onlarla birlikte yaşamak ve hayat sürdürmek iyi olur mu? Onlar Yüce Allahın zararlarını gidermek için bunları kendilerinden ve yurtlarından uzaklaştırmakla lütfettiği nimeti düşünmüyorlar mı? Ellerinde esir olan bu güvenli hayvanların gece gündüz kötü işkence görmelerine rağmen güçsüz, saldırmaz ve hilesiz olması onları yanılttı ve haksız ve delilsiz olarak bu iddiaya sevk etti.

Bölüm

Sonra kral, renkleri, nitelikleri, giysileri ve kıyafetleri farklı, durmakta olan yakla­şık yetmiş iki adama baktı ve onlara şöyle dedi: Dediklerini duydunuz. Dikkate alın ve düşünün. Sonra onlara: “Kralınız kim?” dedi.

Onlar: “Bizim birçok kralımız var.” dediler.

O: “Onların yurtları nerededir?” dedi.

Onlar şöyle dediler: Çeşitli ülkelerde. Her birisi, ordusu ve tebaası ile birlikte bir şehirdedir.

Kral dedi ki: Niçin? Neden bu hayvan topluluklarından her türün sayılarının çok­luğuna rağmen bir krah var da az oldukları halde insanların çok kralları var?

İnsanların Iraklı lideri şöyle dedi: Evet, ey kral, ben size neden insanların kralları­nın çok da diğer hayvanların çok olmalarına rağmen krallarının az olduğunu haber vereyim.

Kral: “Nedir?” dedi.

O şöyle dedi: İnsanlar, isteklerinin ve işlerindeki tasarruf çeşitlerinin çok ve hal­lerinin değişik olmasından dolayı kralların çokluğuna ihtiyaç duydular. Diğer hay­vanların tabi olduğu hüküm böyle değildir. Diğer özellik, onların krallarının sadece cüsse büyüklüğü, yaratılış iriliği ve çok kuvvetli olma bakımından ancak isimde ol­masıdır. İnsanların krallarının hükmü belki bunun tersinedir. Şöyle ki bazen kral, onların en ufak cüsselisi, en ince bünyelisi ve en zayıfıdır. Krallardan istenen, iyi siyaset, yargıda adalet, tebaanın işlerini gözetme, ordunun ve yardımcıların halle­rini kontrol etme, mertebelerini düzenleme ve benzer/zor işlerde onlardan yardım istemedir. İnsan krallarının tebaa, ordu ve yardımcılarının çeşitli sınıfları ve sıfatlan vardır. Onlardan bazısı, kralın kendileri sayesinde düşmanlarına, emrine karşı gelen asilere, ihtilalcılara, hırsızlara, eşkıyalara, başıboşlara, serserilere, ülkede fitne, ayak­lanma ve bozgunculuk çıkarmak isteyenlere saldırdığı silahlı kişilerdir.

Bazıları, vezirler, kâtipler, valiler, divan üyeleri, vergi tahsildarlarıdır. Kral, mal­ları, hâzineleri, ordunun erzakını ve ihtiyaç duyulan mal, giysi ve eşyayı onlar vası­tasıyla toplar.

Bazıları, bina ustaları, boyacılar, çiftçiler, ekin ve nesil erbabıdır. Şehirler onlarla imar edilir ve herkesin geçimi onlarla sağlanır.

Bazıları, dini ayakta tutan ve kralın tebaayı korumak, yönetmek ve işlerini en sağlam ve en iyi şekilde yürütmek için ihtiyaç duyduğu şeriatı uygulayan kadılar, âlimler ve fakihlerdir.

Bazıları, tacirler, sanatkârlar, meslek erbabı ve şehirlerde ve köylerde alışveriş, ti­caret ve üretimde yardımlaşanlardır. Geçim ve iyi hayat onlar olmadan ve birbirleri­ne yardım etmeden gerçekleşmez.

Bazıları, hizmetçiler, köleler, cariyeler, kapı muhafızları, hazinedar vekiller, sulta­nın koruyucuları, elçiler, haberciler, özel nedimler ve kralın tüm hayatında ihtiyaç duyduğu benzeri kimselerdir.

Kral, saydığım bütün bu topluluklara işlerine bakma, durumlarını gözetme ve aralarında hükmetme konusunda muhtaçtır.

Bütün bu hasletlerden dolayı insanlar çok krala ihtiyaç duydular. Belirttiğim gibi, her ülkede veya her şehirde oranın tüm halkının işlerini yöneten bir tek kral vardır. Bunların hepsini bir tek kişi yapamaz. Çünkü yeryüzünün yedi bölgesi bulunmakta­dır; her bölgede birçok ülke, her ülkede birçok şehir ve her şehirde sayısını Allah’tan başka kimsenin sayamadığı birçok insan vardır. Onların dilleri, huyları, görüşleri, mezhepleri, işleri, halleri ve istekleri farklıdır.

Bu özelliklerden dolayı ilahi hikmette ve rabbani inayette insanların krallarının çok olması gerekir. İnsanların bütün kralları, Allah’ın yeryüzündeki halifeleridir. Onları, kullarını yönetmeleri, işlerini yürütmeleri, düzenlerini korumaları, hallerini kontrol etmeleri, zulmü engellemeleri, mazluma yardım etmeleri, hak ile hükmet­meleri, adaleti gerçekleştirmeleri, emirlerini emretmeleri, yasaklarını yasaklamaları, siyaset ve yönetimde kendisine benzemeleri için ülkelerine kral ve kulları üzerine yönetici yaptı. Allah her şeyin idarecisi, en üstününden en alçağına kadar kullarının yöneticisi, onların koruyucusu, yaratıcısı, rızık vereni, dilediği gibi ve dilediği şekilde ilk defa var edeni ve yeniden yaratanıdır. O yaptıklarından sorumlu değildir; ama onlar sorumludurlar. Ben bu sözümü söylüyor ve Allah’tan kendim ve sizler için bağışlanma istiyorum.

Bölüm

Arının Fazileti, İşlerinin İlginçlikleri, Hallerinin Tasarrufları ve Diğer Böceklerde Bulunmayıp Sadece Ona Özgü Olan Asalet ve Vergilerin Açıklanmasına Dair

İnsanların lideri sözünü bitirince kral, hayvan türlerine baktı. Bir ses ve vızıltı işitti. Bu, havada duran, hafif bir şekilde kanatlarını hareket ettiren arılar başkanı ve lideri erkek arıya aittir. Onun ut tellerinden gelen küp/zir ezgisi gibi ses ve vızıltısı duyulur. O, Allah’ı tespih, takdis ve tehlil eder. Kral ona: “Sen kimsin?” dedi.

O şöyle dedi: Ben böceklerin lideri ve kralıyım.

[Kral) dedi ki: Kendi kendine nasıl geldin? Niçin diğer hayvan topluluklarının yaptığı gibi tebaan ve ordun içinden bir elçi göndermedin?

O şöyle dedi: Herhangi birine bir kötülük, fenalık veya eziyet dokunmasın diye onlara olan şefkat, merhamet ve sevgimden dolayı.

Kral ona dedi ki: Bu hasletler diğer hayvan krallarında yokken sana nasıl özel olarak verildi?

O şöyle dedi: Bana sayamadığım kadar çok olan bu bol vergileri, ince lütfü ve büyük ihsanı Rabbim tahsis etti.

Kral ona dedi ki: Onlardan bazılarını duymam için anlat, anlamam için açıkla.

O şöyle dedi: Evet, ey kral, Allah’ın bize bizden sonra diğer hayvanlara vermedi­ği krallık ve peygamberliği vermesi, onu babalarımızdan ve dedelerimizden kalan, kıyamete kadar çocuklarımıza ve nesillerimize bir hazine olarak halef selef ilişkisi içinde geçen bir veraset kılması onun bana, babalarıma ve dedelerime tahsis ettiği ve verdiği nimetlerdendir. Bunlar, cinlerden, insanlardan ve diğer hayvanlardan birçok mahlûkun aldandığı iki büyük ve bol nimettir. Rabbimizin bize tahsis ettiği ve ver­diği nimetlerden biri, yuva kurma, ev yapma ve oraya rızık toplama gibi geometrik sanat inceliğini, felekî şekil bilgisini ilham etmesi ve öğretmesidir. Aynı şekilde bize tahsis ettiği ve verdiği nimetlerden biri doğru yolda yürümektir. Yine bize tahsis ettiği ve verdiği nimetlerden biri bütün meyvelerden ve bitki çiçeklerinden yemeyi helal kılmasıdır. Bize tahsis ettiği ve verdiği nimetlerden biri de kazanımlarımızı, erzaklarımızı ve karnımızdan çıkanları içinde insanlar için şifa olacak ve Allah’ın şu sözünü doğrulayacak şekilde tatlı ve lezzetli bir içecek yapmasıdır: “Rabbin bal arısına; dağlardan, ağaçlardan ve onların yaptıkları çardaklardan evler edin, sonra meyvelerden ye ve boyun eğerek Rabbinin yolunu tut, diye vahyetti. Onların karın larından değişik renkte ve insanlar için şifa olan bir içecek çıkar.”41

Yine Rabbimizin bizim için seçtiği ve verdiği nimetlerden biri, suret ve görünü­şümüzün yaratılışını, ahlâkımızın güzelliğini, eylem ve davranışlarımızın iyiliğini, işlerimizin yürütülmesini, siyasetimizin tebaamızı yönetmemizin güzelliğini akıl sahipleri için bir ibret ve basiretliler için bir işaret kıldı. Bundan dolayı Yüce Allah, hikmetiyle yaratılışımızı ince bir yaratılış, bünyemizi zarif bir bünye ve suretimizi ilginç bir suret yaptı. Yüce Allah vücudumuzu üç burgulu eklem şeklinde oluştur­du. Vücudumuzun ortası, küp şeklinde bir dörtgen, sonu kıvrımlı ve süslü bir koni, başımız yayılmış bir yuvarlaktır. Bedenimizin ortasında ayağa kalkmak, oturmak, düşmek, ilerlemek ve evlerimizin temelini atabilmek için daire içindeki altıgen şekil­li kenarlar gibi ölçüleri uyumlu dört ayak ve iki el meydana getirdi. Evlerimiz etrafı sarılmış altıgenler şeklindedir. Evlerimizin yapısında ve konaklarımızın/kovanlarımızın şekillerinde rabbani ilhamlar ve ruhanî düşünceler vardır. Zira matematikçi­ler, şekillerimizin konumlarına ve evlerimizin altıgenliğine akıl erdirememişlerdir. Eşkenarlı ve geniş açıh olmalarındaki amaç, yavrularımıza zarar veren ve gücümüz ve hâzinemiz olan içeceğimizi/bahmızı bozan havanın girmemesidir.

Bu dört ayak ve iki elle ağaç yapraklarını ve evlerimizi ve kovanlarımızı yaptığı­mız nemli ve yağlı meyve çiçeklerini toplarız. Allah, omzuma havada bağımsız olarak

45.    Nahl, 16/68.

uçmamı sağlayacak ipek dokumalı dört kanat koydu. Bedenimizin son kısmını uçuş esnasında başımızın ağırlığıyla uyumlu olması için içi boş, kademeli ve hava dolu bir koni şeklinde yaptı. Bana diken gibi keskin bir iğne verdi; düşmanlarımı korkutmak ve eziyet vermek amacıyla saldıran kimseleri engellemek için onu benim için silah kıldı. Başımı sağa sola kolay hareket ettirebilmem için boynumu hafif yaptı. Başımı yuvarlak ve geniş yaptı. İki yanıma parlak ayna gibi iki berrak göz yerleştirdi. Onları bizim için renk, şekil, aydınlık ve karanlık gibi görülür şeyleri idrak etme organı kıldı. Başımıza boynuza benzer iki ince ve yumuşak şey yerleştirdi. Onları bizim için sert dokunulurların yumuşak kısımlarını, sertlik ve yumuşaklığı algılama organı kıl­dı. Bize güzel koklanırları ve hoş kokuları hissetmek için iki burun açtı. Bize yemeği ve güzel yiyecek ve içecekleri tanımak için tatma gücü bulunan açık bir ağız verdi. Bizim için ağaçların nemli ve yumuşak meyvelerini toplamaya yarayan iki keskin bıçak verdi.

Yunanlı tabiatçılar ve tabipler, bizim bitkilerin tabiatları hakkındaki bilgimiz ve yaralarının özellikleri hususundaki vukufiyetimizden aciz kalmışlardır. Hayvanla­rın memelerinde hazmedici ve içenlerin boğazından kolayca geçecek şekilde kanı saf süte dönüştürücü bir güç yarattığı gibi, karnımızda bu rutubetleri çekici, tutucu, sindirici, pişirici, olgunlaştırıcı ve tatlı ve lezzetli bir bala, saf bir içeceğe, kendimiz ve çocuklarımız için besine ve kış stokuna dönüştürücü bir güç yarattı. Bizim ve yav­rularımızın artıklarını Yüce Allah’ın en seçkin yaratıkları için bir sebep ve şifa kıldı. Çünkü altıgen şekiller çizmemizde ve oluşturmamızda, eşit açılar yapmamızda insan ruhları için şifa meydana getirdi. Artık, tükürük ve salyamızda insan bedeni için şifa yarattı. Artığımızın mum denilen artığını Güneşten elde edilen nuranî ışığın yerine gece karanlığında aydınlık için sebep kıldı.

Yüce Allah’ın bize verdiği bu nimet ve ihsanlardan dolayı gece gündüz onlar sebe­biyle çok zikrederek, Rabbimizi tenzih etmek suretiyle onların şükrünü eda ederek, tehlil ve tekbir ederek,46 yücelterek ve överek, tebaamıza şefkat göstererek, ordumu­zun ve yardımcılarımızın durumlarını gözeterek ve yavrularımızı yetiştirerek çalış­tık. Biz onlar için bedende baş gibiyiz; onlar da bizim için bedende organlar gibi­ler. Hiçbirisi diğeri olmadan varlığını sürdüremez ve hiçbiri diğeri iyi olmadan iyi olamaz. Bu yüzden birçok tehlikeli işte onlara olan merhametim sebebiyle kendimi onlar için feda ettim. Bahsettiğim nedenle tebaamızın ve ordumuzun temsilcisi ve lideri sıfatıyla kendim elçi olarak gelmeyi seçtim.

Bal arısı konuşmayı bitirince kral şöyle dedi: Ne kadar fasih konuşan bir hatip, ne kadar iyi bilen bir bilge, ne kadar güzel yöneten bir başkan, ne kadar erdemli gözeten bir kral, Rabbinin nimetini ve Mevlasının ihsanını ne kadar iyi tanıyan bir kul oldu­ğun için Allah seni mübarek kılsın.

Kral sonra dedi ki: Ülkenin neresinde barınıyorsunuz?

O şöyle dedi: Dağların ve tepelerin başlarında, ağaçların ve çukurların arasında. Bazılarımız evlerinde ve yurtlarında Âdemoğullarına komşuluk ederler.

Kral dedi ki: Onların muamelesi nasıldır, onlardan nasıl korunuyorsunuz?

46.    Tehlil: La ilahe illallah; tekbir: Allahtı ekber demektir, (ç.n.)

O şöyle dedi: Onların yurtlarından uzakta olanlarımız genellikle güvendedir. Fa­kat bazen bizi hedefleyerek geliyorlar ve bize eziyet etmek için saldırıyorlar. Bize galip geldikleri zaman konaklarımızı yıkıyorlar, evlerimizi harap ediyorlar; yavrula rımızı öldürme, kovanlarımızı ve erzakımızı ele geçirme, onları aralarında paylaşma ve bizi bırakıp kendilerine ayırma konusunda umursamaz davranıyorlar.

Kral dedi ki: Onlara ve bu yaptıklarına nasıl sabrediyorsunuz?

O şöyle dedi: Zorda kalan kimse bazen istemeyerek, bazen de gönüllü ve tes limiyetle sabreder. Eğer öfkelenir, kaçar ve yurtlarından uzaklaşırsak bizi aramak, güzel koku hediyeleri ve tef, davul ve nefesli çalgılar gibi çeşitli hilelerle ve pekmez ve hurma gibi güzel ve süslü armağanlarla bizi hoşnut etmek için peşimizden gelirler. Onların işi, hile yolunda yürüyen, çocuklara kuru üzüm ve ceviz verip elbiselerini ve paralarını alan ve onlarla eğlenen soyguncuların işine benzer.

Yine bunlar bize hurma ve kuru üzüm gibi bedenimize zarar veren hediyeler gön­dermek suretiyle bizimle alay ederler ve bizden saf ve tatlı balımızı alırlar. Yüce Allah bunu onların bedenlerinin iyileşmesi ve hastalıklarının yok olması için bir sebep kıl mıştır. Biz onları sıkıntıya sokmuyoruz, onlarla anlaşıyoruz. Barış hem bizim hem de onlar için hayırlıdır. Çünkü düşmanlık ve husumet hayvanların helak ve şehirlerin harap olmasına yol açar. Biz tabiatımızdaki iyilikten, göğsümüzdeki sağlamlıktan, nefret ve haset azlığından ve iyi başvurudan dolayı onlara müracaat ediyoruz ve on larla anlaşıyoruz. Kalbimiz Yüce Allah’ın ilham mahalli oldu; nefret ve haset mahalli olamaz. Çünkü bu ikisi bir araya gelemeyecek zıtlardır. Yüce Allah bizi yakın ve iyi kimselerden kıldı, bize vahyetti. Bizim fasık (günahkâr) ve azgın olmamız uygun olmaz.

Bütün bunlara rağmen bu insanlar bizden hoşnut olmazlar. Hatta yalan ve iftira dışında hiçbir delil, açıklama ve burhan olmadan bizim onların kölesi, kendilerinin de bizim mevlamız ve efendimiz olduklarını iddia ederler. Biz onlara, kölelerin iş­lerindeki tasarruflar konusunda efendilerine muhtaç oldukları gibi muhtaç değiliz. Bilakis onlar, hizmetçilerin efendiye muhtaç oldukları gibi bize muhtaçtırlar. Allah, yardım istenendir. Bu sözümü söylüyor, kendim ve sizler için Allah’tan bağışlanma istiyorum. O bağışlayan ve merhametlidir.

Bölüm

Cinlerin Başkan ve Krallarına
İyi İtaatlerinin Açıklanmasına Dair

Erkek arı cinlerin kralına dedi ki: Cinlerin başkan ve krallarına iyi itaati nasıldır?

[Kral] şöyle dedi: Onların emir ve yasağına en iyi şekilde itaat etmek ve boyun eğmektir.

O şöyle dedi: Kral üstün oluyor ve onları bir şeyle hatırlıyor.

[Kral] şöyle dedi: Bil ki Âdemoğullarına mensup insanlarda olduğu gibi, cinlerin iyileri ve kötüleri, Müslümanları ve kâfirleri, hayırlıları ve günahkârları vardır. İyile­rin başkan ve krallarına iyi itaat etmeleri insanların bildiklerinden daha üstün nite­liktedir. Çünkü onların krallarına itaati, felekteki yıldızların büyük ışık olan Güneşe itaatleri gibidir. Buna göre felekte Güneş kral, diğer yıldızlar onun ordusu, yardımcı­ları ve tebaası konumundadır. Merih’in/Mars’ın Güneşe olan nispeti, ordu komuta­nının krala olan nispeti gibidir. Jüpiter kadı, Satürn hazinedar, Merkür vezir, Venüs hanım, Ay veliaht ve diğer yıldızlar da ordu, yardımcılar ve tebaa gibidir. Onların hepsi Güneş feleğine bağlıdırlar; doğru ilerlemede, dönmede, durmada, irtibatta ve ayrılmada onunla birlikte hareket ederler. Bütün bunlar doğuşta, batışta, aydınlan­mada ve uzaklaşmada onun geleneklerini aşmayan, kurallarını ve âdetlerinin işle­yişini çiğnemeyen bir hesaba göredir. Bütün hal ve tasarruflarında hiçbir isyan ve muhalefet görülmez.

Bal arısı cinlerin kralına dedi ki: Yıldızların kendi krallarına olan bu güzel itaat ve boyun eğmeleri, bu düzen ve tertip nereden geliyor?

O şöyle dedi: Âlemlerin Rabbinin ordusu olan meleklerden.

O dedi ki: Meleklerin âlemlerin Rabbine karşı güzel itaati nasıldır?

[Kral] şöyle dedi: Beş duyunun düşünen nefse/nefs-i natıkaya itaati gibidir.

O: “Bana daha çok açıklama yap.” dedi.

[Kral] şöyle dedi: Pekiyi. Ey bilge, beş duyunun duyulurlarını idrak etmede ve idrak ettiklerinin haberlerini düşünen nefse iletmede emir ve yasağa, vaat ve tehdide ihtiyaç duymadığını, aksine düşünen nefis ne zaman duyulur şeyle ilgilense duyu­nun derhal, geciktirmeden ve yavaşlatman onun ilgilendiği şeye boyun eğdiğini, onu idrak ettiğini ve bunu ona ilettiğini görmüyor musun?

Emirlerinde Allah’a isyan etmeyen ve emredildikleri şeyleri yerine getiren melek­lerin, başkanlar başkanı, krallar kralı, efendiler efendisi, her şeyin yöneticisi, yaratı­cısı ve hâkimler hâkimi olan “âlemlerin Rabbine” itaatleri de böyledir. Eğer o ikisin­de ondan başka tanrılar olsaydı bozulurlardı. Âlemlerin Rabbi olan Allah eksiklikten münezzehtir.

Cinlerin kötüleri, kâfirleri ve fasıkları insanların kötüleri, günahkârları ve fâsıkl arından oluşan başkanlarına ve krallarına en iyi şekilde itaat ederler ve gönüllü olarak boyun eğerler. Bunun kanıtı, inatçı cinlerin Süleyman Aleyhisselam’a onun yüklediği zor işlerde ve yorucu zanaatlarda boyun eğdirildikleri zaman iyi taat et­meleridir. Onun için dilediği mihrapları, heykelleri, kalkan gibi sahanları ve sağlam tencereleri yapıyorlar.

Cinlerin başkanlarına iyi itaat ettiklerinin bir başka kanıtı, çöl ve bozkırlarda yol­culuk yapan bazı insanların bildikleri şeylerdir: Onlardan biri bir vadiye indiğinde orada cin çarpmasından korkar, onların gürültü ve bağırışlarını işitir, onların başkanlarına ve krallarına sığınır, Kuran, İncil ve Tevrat’tan bir ayet okur ve onunla on­lara ve onların saldırı ve eziyetlerine karşı yardım ister. Onlar, kendi yerinde olduğu sürece ona saldırmazlar.

Cinlerin kendi başkanlarına iyi itaat ettiklerinin göstergelerinden biri de cinlerin inatçılarından ve şeytanlarından birinin bir insanoğluna tahayyül, korku, çarpma ve dokunma yoluyla musallat olması halinde büyücünün kabile reisinden, kraldan veya ordusundan yardım istemesidir. Onlar ondan istirhamda bulunurlar, onun huzu­runda toplanırlar ve arkadaşları konusunda onun emir ve yasaklarına uyarlar.

Aynı şekilde cinlerin iyi itaat ettiklerinin ve kolay boyun eğdiklerinin ve davetçinin davetine çabuk karşılık verdiklerinin delillerinden biri de bir grup cinin, ya­nına uğradıkları, Kuran okurken rastladıkları, huzurunda durdukları, dinledikle­ri, icabet ettikleri ve kavimlerine uyarıcılar olarak döndükleri zaman Muhammed Aleyhisselama icabet etmeleridir. Nitekim Kuranda yirmi civarında ayette onların durumu anlatılmıştır. Bu ayetler, deliller ve alametler, cinlerin kendilerini davet edenlere, iyi veya kötü niyetle kendilerinden yardım isteyenlere iyi itaat ettiklerini, kolaylık gösterdiklerini, çabuk boyun eğdiklerini ve karşılık verdiklerini gösterir.

İnsanların tabiat ve karakteri ise belirttiğimin aksinedir. Onların başkan ve kral­larına itaatleri çoğunlukla hile, tuzak, nifak, gurur ve karşılık, erzak, mükâfat, azil, istek ve yücelik talebidir. İstediklerini bulamazlarsa açıkça başkaldırırlar, muhalefet ederler, itaatten çıkarlar, topluluğu terk ederler ve yeryüzünde düşmanlık, harp, sa­vaş ve bozgunculuğa kalkışırlar.

Onların kendi peygamberlerine ve Rablerinin elçilerine karşı tutumları da böy­ledir. Bazen onların davetini reddetmek, açık gerçeği ve zaruri delili geri çevirmek suretiyle inkâr ederler ve onlardan inatla mucize isterler. Bazen de gizlice ve açıkça münafıklık, şüphe, kuşku, hile, aldatma ve hıyanetle icabet ederler. Bunun sebebi, ta­biatlarının kaba, karakterlerinin adi, âdetlerinin kötü, işlerinin çirkin, cehaletlerinin çok fazla ve kalplerinin kör olmasıdır. Sonra memnun olmazlar; hatta hiçbir delil ve burhanları olmadığı halde kendilerinin efendi, başkalarının onların kölesi olduğunu iddia ederler.

İnsan topluluğu, cinlerin kralının böceklerin lideri erkek arı ile konuşmasının uzadığını görünce şaşırdılar, yadırgadılar ve şöyle dediler: Kral, böceklerin lideri er­kek arıyı bu mecliste hazır bulunan grupların liderlerinden hiçbirinin layık görülme­diği bir yüceliğe ve makama layık görmüştür.

Cin bilgelerinden biri onlara şöyle dedi: Bunu yadırgamayın ve buna şaşmayın. Erkek arı her ne kadar küçük cüsseli, ince görünümlü ve zayıf bünyeli olsa da büyük asıllı, iyi cevherli, zeki nefisli, çok yararlı, mübarek alınlı ve bilge sanatlıdır. O, böcek başkanlarının başkanı, onların hatibi, krah ve elçisidir. Krallar, şekilleri onlarınkin­den farklı olsa ve krallıkta birbirlerinden ayrılsalar da yönetim ve başkanlıkta cinsle­rinin fertlerinden olan kimselerle konuşurlar. Adil ve bilge kralın baskın gelen heves, benzer tabiat veya herhangi bir sebep ve nedenin etkisiyle gruplardan diğerlerine değil de sadece birine meyledeceğini sanmayın.

Cinlerin bilgesi konuşmasını bitirince kral hazır bulunan topluluğa baktı ve şöy­le dedi: Ey insanlar topluluğu, bu hayvanların sizin zulüm ve haksızlığınızla ilgili şikâyetlerini işittiniz. Biz de sizin ret ve inkâr etmelerine rağmen onlar hakkındaki kölelik ve kulluğa dair iddianızı işittik. Ben sizden iddianızı ispatlayacak delil ve ka­nıt istedim; siz belirttiğiniz şeyleri ortaya koydunuz. Onların size verdikleri cevapları da işittik. Sizin dün belirttikleriniz dışında başka bir şeyiniz var mı? Eğer doğru söz­lüyseniz, onlara karşı lehinize delil olması için burhanınızı getirin.

Bölüm

İnsanlar cin kralının kendileri hakkında söylediklerini duyunca Rum başkanlarından bir lider ayağa kalktı ve şöyle dedi: Çok merhametli ve lütufkâr olan, cömert, ihsan eden, affeden ve bağışlayan Allah’a hamt olsun. O insanı yarattı, ona ilimleri ve açıklamayı ilham etti, delil ve burhanı açıkladı, üstünlük ve saltanat verdi, zamanı kullanmayı ve devir değişimini öğretti, bitki ve hayvanları onun hizmetine sundu, maden ve unsurların/elementlerin faydalarını tanıttı. Evet, ey kral, bizim dedikleri­mizi ve anlattıklarımızı kanıtlayan güzel hasletlerimiz ve bol iyi işlerimiz vardır.

Kral şöyle dedi: Onlar nelerdir?

Rum dedi ki: İlimlerimizin çokluğu, bilgilerimizin çeşitliliği, temyiz gücümüzün inceliği, fikir, düşünce, siyaset ve yönetimimizin üstünlüğü, tasarruflarımızın ilginç­liği ve sanat, tecrübe ve mesleklerde, dinimiz ve ahretimizle ilgili işlerde geçim ve yardımlaşmamızın iyiliği; işte bütün bunlar bizim onların efendisi olduğumuz, onla­rın da bizim kölemiz oldukları şeklindeki iddiamızın delilidir.

Kral, hazır bulunan hayvanlar topluluğuna şöyle dedi: Sizin efendiniz ve sahibiniz oldukları şeklindeki iddialarına ilişkin anlatım ve kanıtlamalarına ne diyorsunuz?

Topluluk, insanın Âdemoğullarının faziletleri ve Allah’ın diğer hayvanlar arasın­dan sadece onlara verdiği ve tahsis ettiği bol ihsanlar hakkında anlattıkları üzerinde bir saat düşündü. Sonra bal arısı konuştu ve hitap ederek, zikrederek ve tespih ederek ayağa kalktı ve şöyle dedi:

Bir, gökleri var eden, mahlûkatı yaratan, vakitleri yöneten, damla ve bereketleri indiren, bozkırlarda otları bitiren, bitkilerde çiçek çıkaran, rızıkları ve yiyecekleri paylaştıran Allah’a hamt olsun. Yaptığımız salavat ve tahiyyatlarla sabah gelirken onu tespih ederiz, akşam giderken ona hamt ederiz. Nitekim Yüce Allah şöyle demiştir: “Allah’ı tespih etmeyen hiçbir şey yoktur; fakat siz onların tespihini anlamazsınız.”47

Ne var ki ey adil kral, bu insan, kendilerinin bizim efendimiz, bizim de onların kölesi olduğumuza delalet eden ilimlerinin, bilgilerinin, düşünce, görüş, yönetim ve siyasetlerinin olduğunu iddia etmektedir. Eğer bizim hakkımızda düşünürler ve durumumuzu ortaya koyarlarsa bizimle ilgili husus onlar için aydınlığa kavuşur ve hallerimizin çevrilmesinden ve durumumuzu iyileştirmedeki yardımlaşmamızdan aynı şekilde bizim ilim, anlayış, bilgi, temyiz, düşünce, görüş, siyaset ve yönetimimi­zin onlarınkilerden daha ince, daha hassas, daha muhkem ve daha sağlam olduğu­nu anlarlar. Arı topluluğunun kendi yurtlarında toplanması, bir tek başkana sahip olmaları, bu başkanın yardımcılar, ordular ve tebaa edinmesi, onları gözetmesi ve yönetmesi, pergel ve mühendislik bilgileri olmadan içi boş altıgen borular gibi altı­gen şeklinde ve küçük parçalar halinde birbirine komşu evler ve konaklar edinmeleri ve kapıcılar, muhafızlar, bekçiler ve zabıtalar şeklinde işbölümüne gitmeleri bunun örnekleridir. Onlar ilkbahar günlerinde ve yazın Aylı gecelerde meraya nasıl gidiyor­lar? Ayaklarıyla ağaç yapraklarından mumu ve bıçaklarıyla bitki çiçeklerinden balı nasıl topluyorlar? Sonra onları bazı evlerde nasıl depoluyorlar? Onların başı, sanki kâğıtla bağh şimşek başlarıymış gibi nasıl bağlanır? Bazı evlerde nasıl yumurtlar, 47. İsra, 17/44.

kuluçkaya yatar ve yavru çıkarırlar? Bazı evlerde nasıl barınırlar ve oralarda kışın, yazın, soğuk, rüzgârlı ve yağmurlu günlerde nasıl uyurlar? Bu birikmiş baldan kış günleri bitinceye kadar günbegün hem kendileri hem de yavruları israf etmeden ve kısmadan nasıl beslenirler? İlkbahar günleri gelir, bitkiler biter, zaman güzelleşir, bit­kiler ve çiçekler çıkar. İlk yılda olduğu gibi nasıl otlanırlar. Bu, hocaların öğretmesi, öğretmenlerin eğitmesi, anne ve babaların telkini olmadan uygulanan, bilakis bize Yüce Allah’ın öğrettiği, vahyettiği, ilham ettiği, nimet olarak verdiği, ikram ettiği ve lütfettiği bir âdettir. Ey insanlar topluluğu siz bizim köle kendinizin efendi olduğu nuzu iddia ediyorsunuz. Niçin bizim artıklarımıza rağbet ediyorsunuz, onları bul­duğunuzda seviniyorsunuz ve yediğinizde şifa buluyorsunuz? Kral olan kimse nasıl olur da hizmetçi ve uşakların artıklarına rağbet eder? Bizim size ihtiyacımız yok. Sizin bu iddianız için bir dayanağınız yoktur. Çünkü bu iddia bir yalan ve iftiradır.

Yine ey kral, bu insan, karıncaların halini bir bilse! Yer altındaki bir köyde nasıl evler, konaklar, sokaklar, dehlizler, odalar ve eğri katmanlar ediniyorlar? Bazılarına kış için nasıl tahıl, zahire ve yiyecek dolduruyor? Bazı evleri nasıl su akmaması için alçak ve korunaklı, bazılarını da yüksek yapıyorlar? Tahıl ve yiyeceği yağmurdan ko­rumak için yukarı doğru kıvrımlı evlerde saklıyorlar. Bazısı ıslandığında onları bu­lutsuz günlerde nasıl seriyorlar? Buğday tanesini nasıl iki parçaya bölüyorlar? Arpa, bakla ve mercimeği kabuğu soyulduğunda bitmediğini bildikleri için nasıl sererler? Onların yaz günlerinde gece gündüz yuva edinerek ve zahire toplayarak nasıl çalış­tıklarını görürsün. Köyde arayış içinde tıpkı gidip gelen kafileler gibi nasıl bir gün sağa, bir gün sola dönerler? Onlardan biri bir süre gittiği zaman taşıyamadığı bir şey bulur, onun bir miktarını ahr ve diğerlerine haber vermek için dönüp gider. Biri onu her karşıladığında bu şeyi haber vermek için ağzındaki şeyi ona koklatır. Sonra on­lardan her birinin nasıl geldikleri bu yol üzerinde olduğunu görürsün. Sonra onlar­dan bir topluluk bu şey üzerinde nasıl toplanır? Sonra onu nasıl taşırlar ve yardımla­şarak çaba ve zorlukla korurlar. İçlerinden birinin işte gevşeklik veya yardımlaşmada tembellik gösterdiğini anladıklarında onu öldürmek üzere toplanırlar ve diğerlerine ibret olması için onu fırlatıp atarlar. İnsan onlar hakkında düşünür ve hallerinden ib­ret alırsa, onların da kendilerinde ve bize karşı övündükleri söz konusu şeyde olduğu gibi ilim, anlayış, temyiz, bilgi, dirayet, yönetim ve siyasetlerinin olduğunu anlar.

Aynı şekilde ey kral, eğer insan çekirgeler hakkında düşünürse, onlar ilkbahar­da meradan beslenince nasıl toprağı güzel, çukuru bol bir yer ararlar? Oraya nasıl inerler, ayakları ve pençeleriyle çukur kazarlar, bu çukura kuyruklarını sokarlar, yu­murtalarını oraya atarlar, gömerler ve sonra uçarlar? Günlerce yaşarlar, sonra onları kuşlar yer. Geriye kalanlar ölür, sıcaktan ve soğuktan helak olur ve onlar uçarlar.

Sonra yıl döndüğü, ilkbahar günleri geldiği, vakit mutedil olduğu ve hava güzel­leştiği zaman bu gömülü yumurtalardan küçük haşereler gibi yeryüzüne nasıl yayı­lırlar, ağaç yapraklarından yerler, şişmanlarlar ve ilk yıl olduğu gibi yumurtlarlar? Bu onların âdetidir. Bu, güçlü ve bilgili zatın takdiridir. Bu insan, bizim de ilim ve bilgimizin olduğunu bilsin.

Ey kral, ağaçların ve dağların tepelerinde olan ipekböceği de böyledir. O ilkbahar günlerinde otlaktan doyup şişmanlayınca dağ başlarında salyasından kendi üzerine yuva ve barınağa benzer koza örmeye başlar. Sonra belirli bir süre uyur. Uyandığı zaman yumurtasını kendi üzerine ördüğü kozanın içine atar. Sonra onu deler ve içinden çıkar. Sonra bu deliği kapatır. Onun kanatları çıkar ve uçar. Onları kuşlar yer veya sıcaktan, soğuktan, rüzgârdan ve yağmurdan ölürler. Bu yumurta o kozaların içinde yaz, sonbahar ve kış boyu yıl dönüp ilkbahar günleri gelinceye kadar sıcak, soğuk, rüzgâr ve yağmurdan korunmuş olarak kalır. Bu yumurta kozanın içinde ku­luçkada kalır, bu delikten küçük haşereler gibi çıkar, belirli bir süre ağaç yaprakları üzerinde hareket eder. Doyup şişmanlayınca ilk yıl olduğu gibi salyasından kendi üzerine koza örer. Bu onun ebediyen âdetidir. Bu, her şeye yaratılışını veren, sonra onu maslahat ve yararlarıyla ilgili işlere yönelten güçlü ve bilgili zatın takdiridir.

Ey kral, sarı, kırmızı ve siyah eşekarılarının hali de böyledir. Onlar da çatı ve du­varlarda yuva edinirler. Ağaç dalları arasında bal arılarının yaptığı gibi yumurtlar ve kuluçkaya yatarlar. Fakat kış için yiyecek toplamazlar ve yarın için bir şey biriktirmez­ler. Ama vaktin elverdiği ölçüde günü birlik beslenirler. Zamanın değiştiğini ve kışın geldiğini hissedince mağaralara ve gizli sıcak yerler e giderler. Bazıları duvar deliklerine ve erişilmez gizli yerlere girerler ve orada kış boyu günlerce uyurlar. İlkbahar geldiği, vakit ılıman olduğu ve hava güzelleştiği zaman Yüce Allah sağlam kalan bedenlere hayat ruhu üfler. Onlar yaşarlar, yuva yaparlar, yumurtlarlar ve ilk yıl olduğu gibi yav­rularını yetiştirirler. Bu onların güçlü ve bilen zat tarafından belirlenen âdetidir.

Bütün bu böcek ve sürüngen türleri, yumurtlar, kuluçkaya yatar ve ilim, bilgi, dirayet, şefkat, merhamet, acıma, sevgi, incelik ve yumuşaklıkla yavrularını yetişti­rirler; yavrularından iyilik, mükâfat ve karşılık beklemezler.

Ama insanların çoğu, çocuklarından iyilik, bağlılık, karşılık ve mükâfat beklerler ve onları yetiştirmiş olmayı başlarına kakarlar. Nerede fazilet erbabı üstün hürlerin huylarından olan mertlik, erdem, kerem, cömertlik ve eli açıklık? İnsanlar bize karşı ne ile övünüyorlar? En tatlı yiyecekleri bizim artıklarımız, en güzel giysileri ipekböceklerinin artıkları. Onlar yiyecek ve giyeceklerinde bizim iyiliğimize muhtaçlar. Biz onlara daima nimet sağlıyoruz. Kendilerinin bizim efendimiz, bizim de onların kölesi olduğumuzu nasıl iddia ediyorlar?

Sonra bal arısı şöyle dedi: Pire, tahtakurusu, kurtçuk ve bu türe mensup diğer hayvanlar, yumurtlamaz, kuluçkaya yatmaz, doğurmaz, yavrularını emzirmez ve ye­tiştirmez, yuva yapmaz, ot biriktirmez, barınak edinmezler; aksine diğerlerinin kat­landığı kış soğuğu, rüzgâr, yağmur ve zamanın diğer hadiseleri sebebiyle hayatlarını müreffeh ve huzurlu bir şekilde sonlandırırlar.

Üzerlerinde zaman değiştiğinde, varlık sarsıldığında, unsurların tabiatları baskın geldiğinde ruhlarını afet ve hadiselere teslim ederler ve ahireti kesin olarak bildikleri için ölüme boyun eğerler. Yüce Allah’ın ilk defa var ettiği gibi gelecek yıl kendilerini tekrar var edeceğini bilirler. İnsanların yaptığı gibi söylemez ve inkâr etmezler. On­lar şöyle demişlerdir: “Biz çukurun içinde kemik haline gelip çürüdüğümüz zaman tekrar geri mi gönderileceğiz? O zaman bu zararlı bir geri dönüştür.”[18]

Ey kral, bu insan, bu böcek ve sürüngenlerin tasarruflarıyla ilgili anlattığım bu hususları düşünce bilir ve onların da ilim, anlayış, bilgi, temyiz, dirayet, düşünce, görüş, siyaset ve yönetimlerinin olduğu onun için aydınlığa kavuşur. Bütün bunlar, onların bize karşı övündükleri kendilerinin efendi, bizim köle olduğumuz iddiaları sebebiyle Yüce Yaratıcıdan bir inayettir. Ben bu sözümü söylüyor, kendim ve sizler için Allah’tan bağışlanma istiyorum. O bağışlayıcı ve merhametlidir.

Bal arısı konuşmasını bitirince kral ona şöyle dedi: Ne kadar iyi bilen bir bilge, ne kadar fasih konuşan bir hatip ve ne kadar edebî anlatan bir açıklayıcı olman sebebiy­le Allah seni mübarek kılsın!

Bölüm

Sonra kral dedi ki: Ey insanlar topluluğu, dediklerini öğrendiniz ve işittiniz, ver­diği cevabı anladınız. Başka bir şeyiniz var mı?

Arap olan başka bir insan ayağa kalktı ve şöyle dedi: Evet, ey kral, bizim efendi, onların da kölemiz olduğuna delalet eden özelliklerimiz ve iyi işlerimiz var.

Kral dedi ki: Getir, onlardan bir kısmını anlat.

O: “Pekiyi.” dedi.

[Kral] dedi ki: Onlar nelerdir?

O şöyle dedi: Hayatımızın iyi, yaşamımızın zevkli ve sayısını Yüce Allah’tan başka­sının bilmediği yiyecek, içecek ve lezzet türlerinden olan gıdalarımızın temiz olma­sıdır. Bunların bizimle ortak oldukları şeyler vardır, daha doğrusu onlar bunlardan mahrumdurlar. Şöyle ki bizim yemeğimiz meyvelerin özü iken onlarınki kabukları, çiçekleri ve odunlarıdır. Tahılların özü bize, saman ve yaprakları onlara aittir. Yağı ve pekmezi bize, çöpü ve odunu onlara aittir. Ayrıca bizim ekmek, somun, çörek, bazla­ma ve simit, renkli ve kek gibi diğer unlu mamullerimiz vardır. Bizim sirkeli etimiz, üstübecimiz, pastamız, etli ekmeğimiz, cevizli ve şekerli yemeğimiz, balığımız, güzel kokulu bitkilerimiz, içecek çeşitlerimiz, kızartmamız, tatlımız, un helvamız, fındıklı hamur işimiz ve badem yağlı tatlımız vardır.

Bizim halis içki, iyi şarap, dili buran ekşi süt, mayhoş meşrubat, gülsuyu ve meyve suyu gibi içecek çeşitlerimiz; süt, kesilmiş süt, yoğurt, ayran, safı yağ, tereyağı, sütlü bulgur/keşk ve süt suyu gibi süt ürünlerimiz ve ondan yapılan yemekler, tatlılar, gü­zel ve iştah açıcı yiyeceklerimiz vardır. Bunların çokluğunu Yüce Allah’tan başkası sayamaz. Bütün bunlar onlarda yoktur. Yiyeceklerinin sertliği, kabalığı, kuruluğu, güzel kokusunun azlığı, yağının ve tadının az olması, lezzetlerinin azlığını gösterir. Bu özellikler kölelere özgüdür. Bu, hür ve yüce olan nimet sahiplerinin halidir. Bü­tün bunlar, bizim onların efendisi olduğumuza ve onların bizim kölemiz ve hizmet­çimiz olduklarına delalet eder. Ben bu sözümü söylüyor, Allah’tan kendim ve sizler için bağışlanma istiyorum.

Bölüm

O sırada kuşların lideri olan bülbül konuştu. Bir ağacın dalında şarkı söyleyerek oturuyordu. Ayağa kalktı ve şöyle dedi:

Bir, tek, fert, ebedî, ezelî, daimi, baki, ortağı ve çocuğu olmayan, bilakis kendisi mevcutları yoktan var eden, mahlûkatı yaratan, varlıkların nedeni, cansızlar ve bitki­ler gibi olanların sebebi, var olanları meydana getiren, gökleri oluşturan, dilediği ve istediği şekilde doğanların doğumunu sağlayan Allah’a hamt olsun.

Ey kral, bil ki bu insan, yiyeceklerinin güzelliği ve içeceklerinin lezzetliliği ile övünüyor. Bütün bunların kendileri için bir ceza, mutsuzluk sebebi ve acıklı azap olduğunu bilmiyor. Çünkü bunların haramında azap, helalinde sorgu vardır. Onlar bu ikisi arasındaki şeyler konusunda korku ile ümit arasındadırlar.

Kral dedi ki Bu nasıldı? Bize açıkla.

Onlar bunu topluyorlar, bedenlerini yorarak, nefislerini bitkin düşürerek ve ruh­larını sıkıntıya sokarak meydana getiriyorlar. Bu uğurda katlandıkları mutsuzluk ve sıkıntı; sürmek, ekmek, toprağı kazmak, nehir açmak, yarık kapatmak, posta bi­nekleri yetiştirmek, dolap dikmek, kova çekmek, sulamak, korumak, temizlemek, biçmek, taşımak, toplamak, harman dövmek, savurmak, ölçmek, bölmek, tartmak, öğütmek, hamur yapmak, ekmek pişirmek, tandır kurmak, tencere koymak, odun, diken ve çöp toplamak, ateş yakmak, dumana katlanmak, dükkân yapmak, kasap endişesi taşımak, bakkal muhasebesi yapmak, mal ve para kazanma, bedeni yoran sanat ve kazanç öğrenme, ruhu bıktıran işler, muhasebe ve ticaret yolunda çaba­lamak ve sıkıntı çekmek, mal ve ihtiyaç malzemesi amacıyla çıkılan yolculuklarda gidip gelmek, toplamak, biriktirmek, tekelcilik yapmak ve cimrilik ve pintilik acısı çekmekle birlikte ölçülü olarak harcamak gibi sayılamayacak kadar çoktur. Eğer on­ları helalinden toplar ve Allah rızası için harcarsa hesap gerekir. Eğer helal olmayan yolla olur ve onu Allah rızası dışında harcarsa keder, hesap ve azap vardır. Çünkü ölüm ve hesap gibi yiyecek ve giyecek de gereklidir.

Biz bütün bunlardan muafız. Bizim yemeğimiz ve gıdamız, yerden ve göğün yağ­murundan bizim çıkarılan çeşit çeşit yaş baklalar, taze ve yumuşak sebzeler, kuru ot­lar, bitkiler, kılıfında, başağında ve kabuğunda saklanmış yumuşak tohumlar, değişik şekilde meyveler, güzel tatlar ve hoş kokular, taze ve yeşil yapraklar, bahçelerde çiçek ve fesleğenlerdir. Yeryüzü bunları halden hale, yıldan yıla bizim için bedenlerimiz yorulmadan ve bitkin düşmeden, nefislerimiz sıkıntı çekmeden ve ruhlarımız acı duymadan çıkarır. Çiftçinin yorgunluğuna, sıkıntıya ve ruhumuzu yoran sulamaya ihtiyaç duymayız. Ne tohum ekmeye, ne hasat etmeye, ne harman dövmeye, ne un öğütmeye, ne ekmekyapmaya, ne pişirmeye ne de kızartmaya ihtiyaç duyarız. Bütün bunlar hür ve yüce kişilerin alametleridir.

Aynı şekilde yiyeceğimizi günbegün yediğimizde artıklarımızı yerine bırakırız, Onları korumamız gerekmez. Ne hazinedara, ne korucuya, ne bekçiye, ne de hırsız ve yankesici korkusu olmadan başka bir vakte kadar biriktirmeye ihtiyacımız vardır. Kendi yerlerimizde uyuruz. Yurtlarımız ve yuvalarımız kapısız, kilitsiz ve kalesiz, güven içinde, emniyetli, huzurlu ve rahattır. Bunlar hür kimselerin alametleridir. Hâlbuki siz bunlardan mahrumsunuz.

Yine sizin için bahsettiğiniz her bir lezzet ve çeşitli yiyecek ve içeceklerle birlikte değişik hastalıklar, müzmin dertler, öldürücü marazlar ve bir gün gelip bir gün giden sıtma, dört günde bir gelen sıtma, ikinci, üçüncü ve dördüncü sıtma tarzında ateşler, hazımsızlık, ekşili geğirti, ishal, kabızlık, nikris, akciğer zarı iltihabı, menenjit, veba, sarılık, karın tümörü, akciğer veremi, cüzzam, zatülcenp, abraşlık (albino), sekte, baş ağrısı, diyabet, kana bulanma, idrar sıkışıklığı, uyuz, çiçek hastalığı, delilik, çıban, beze, kızamık, yara ve verem çeşitleri gibi bizim muaf olduğumuz muhtelif cezalar ve azaplar vardır. Bunlarda dağlama, kesme, iğne vurma, burna ilaç çekme, hacamat, kan alma, ishal eden pis kokulu ilaçlar içme, ateşe katlanma ve tabiata yerleşmiş birtakım şeh­vetlerin terk edilmesi gibi nefse, ruha ve bedene acı veren tedavilere ihtiyaç duyarlar.

Bütün bunlar size, Rabbinize isyan ettiğiniz, ona itaati bıraktığınız ve tavsiyesini unuttuğunuz zaman dokundu. İnsanların ilki olan “Âdem Rabbine karşı geldi ve azdı.”[19] “İnsan çok zalim ve çok cahildir.”[20] Biz ise bütün bunlardan uzağız. Pekiyi, edepsizlik, kibir ve haya azlığından değilse, siz kendinizin efendi, bizim köle olduğumuzu nere­den iddia ediyorsunuz? Siz hayatta sağlam vücutlu olduğunuz sürece istek ve arzuları elde etmek için yorgunluk ve sıkıntı içinde olacaksınız. Hasta olduğunuz sürece eziyet ve hasret içinde olacaksınız. Ölümden sonra ise ceza, azap, hitap ve sorguya maruz kalacaksınız. Biz bütün bunlardan uzağız. Pekiyi, hangimiz efendi, hangimiz köleyiz?

însan dedi ki: Ey hayvanlar topluluğu, hastalıklar bize olduğu gibi size de doku­nuyor. Bunlar sizde olmayıp sadece bize özgü şeyler değildir.

Kuşların lideri şöyle dedi: Bunlara sadece size karışan güvercin, horoz, tavuk, ev­cil hayvanlar ve büyükbaş hayvanlar veya elinizde esir olan ve menfaatleri konusun­da kendi görüşüyle tasarrufta bulunmaktan men edilen hayvanlar yakalanır. Ama kendi görüş ve idaresiyle menfaat, siyaset ve riyazeti için feragat edenlere hastalık ve ağrılar az ilişir. Çünkü onlar ancak ihtiyaçları olduğu zaman gerektiği kadar, bir çeşitten gerekmesi sebebiyle açlık acısını sakinleştirecek kadar yer ve içerler. Sonra istirahat eder, uyur ve yatışır. Kendisini aşırı hareketten, sıcak Güneş’te veya soğuk gölgede durmaktan, tabiatlarına uygun olmayan ülkelerde kalmaktan veya mizaçla­rına uymayan yiyecekleri yemekten uzak tutar.

Size karışan köpekler, kediler ve elinizde esir olan evcil ve büyükbaş hayvanlar kendi menfaatleri konusunda fıtratlarına yerleşen tabiatlarının gerektirdiği vakitler­de kendi görüşleriyle tasarrufta bulunmaktan mahrumdurlar. Zamansız ve iştahsız yer ve sulanırlar ya da açlık ve susuzluğun şiddetinden dolayı ihtiyaçlarından fazla yerler. Gerektiği gibi dinlenmelerine müsaade edilmez; bilakis çalıştırılırlar ve vü­cutları yorulur. Bu yüzden kendilerine ilişen şeylerden dolayı bazı hastalıklara ma­ruz kalırlar. Çocuklarınızın yakalandıkları hastalıklar ve ağrılar da böyledir. Hamile kadınlarınız ve süt emziren cariyeleriniz bahsettiğin ve övündüğün çeşitli yiyecek ve içeceklerden oburluk ve açgözlülükle gerektiğinden fazla yer ve içerler. Dolayısıyla bedenlerinde tabiatlarına aykırı kaba karışımlar ürer ve bu, karınlarındaki ceninle­rin bedenlerini etkiler. Bundan çocuklarının bedenlerinde kötü süt olur. Bu da felç, yüz felci, sakatlık, bünyenin titremesi, yaratılışın bozulması ve suretin çirkinleşmesi gibi hastalık, illet ve ağrılara sebep olur.

Bahsettiğim çeşitli ağrı ve hastalıklar, sizin yakalandığınız ve maruz kaldığınız şeylerdendir. Bunların ardından gelen ani ölüm, şiddetli can çekişme ve size doku­nan gam, üzüntü, feryat, ağlama, bağırma ve musibet; işte bütün bunlar sizin için bir ceza, işlerinizin kötülüğünden ileri gelen bir eziyet ve tecrübelerinizin rezaletidir. Biz bütün bunlardan uzağız. Ey kendisine şaşkın bakan insan, sizin unuttuğunuz başka bir şey daha var.

O: “Bu nedir?” dedi.

O şöyle dedi: Yediklerinizin en iyisi, içtiklerinizin en tatlısı ve tedavi olduğunuz şeylerin en yararlısı, arının salyası olan baldır. O size değil, böceklere mensuptur. O halde bize karşı ne ile övünüyorsunuz? Atalarımız ve atalarınız doğuda bu dağın tepesindeki bu bahçede oldukları günlerde bu hususta eşit olarak ortak idiler. Bu meyvelerden ve tahıllardan Rablerinin öğüdünü terk edinceye, ortak düşmanlarının sözüne kanıncaya, Rablerine isyan edinceye, oradan çıplak ve kovulmuş olarak çı­karılıncaya, bu dağın tepesinden aşağısına atıhncaya ve dolayısıyla bu susuz, ağaçsız ve barınaksız çöle düşünceye ve orada aç, çıplak ve sahip oldukları nimetleri kaybet­tiklerine ağlar halde kalıncaya kadar yorgunluk, bitkinlik, sıkıntı ve aralarında düş­manlık, haset, tekelcilik, hasat, biriktirme, açgözlülük, cimrilik, korku, kaygı, keder ve üzüntü olmadan yiyorlardı.

Sonra onlara Allah’ın yardımı yetişti, tövbelerini kabul etti ve buradan onlara sı­kıntı, yorgunluk, meşakkat ve zorlukla sürmeyi, ekmeyi, biçmeyi, dövmeyi, öğüt­meyi. ekmek pişirmeyi, yeryüzünün otlarından, pamuk, keten ve kamıştan elbise edinmeyi öğreten bir melek gönderdi. Bir kısmını daha önce andığımız bu şeylerin sayısını Allah’tan başkası sayamaz.

Bu iki tür yeryüzünde, karada ve denizde, düzlükte ve dağda üreyince ve çocukları çoğalıp yayılınca ve yeryüzünün bu hayvan türlerinden oluşan sakinlerine yerlerini dar edince, yurtlarını ele geçirince, onlardan alabildiklerini alınca, esir edebildikle­rini esir edince, onlardan kaçabilenler kaçınca, sert bir şekilde peşlerine düşünce, siz onlara karşı azgınlık ve taşkınlık edince nihayet iş sizin şu an içinde bulunduğunuz övünme, münazara, tartışma ve husumet noktasına ulaştı.

Sizde bulunduğunu belirttiğin eğlence, oyun, şenlik ve sevinç meclisleri, bizde olmayan düğün, ziyafet, dans, komedi, selamlama, kutlama, metih, övgü, süsleme, taç giydirme, bilezik ve halhal takma ve bizim mahrum olduğumuz benzeri şeyler. Sizin için aynı şekilde bütün özellikleriyle bizde olmayan ceza ve musibet çeşitlen ve acıklı bir azap vardır.

Aynı şekilde sizde düğüne karşılık matem, kutlamaya karşılık taziye, ezgi ve şarkıya karşılık dövünme ve feryat, gülmeye karşılık ağlama, sevinç ve neşeye karşılık keder ve hüzün, yüksek meclis ve eyvanlara karşılık dar ve karanlık kabir ve tabutlar, geniş kalelere karşılık dar ve karanlık hapishane ve yer altı hücreleri, dansa karşılık kelepçe, kırbaç, azap, dövme ve ceza; süsleme, taç giydirme, halhal ve bilezik takmaya karşılık zincir, bukağı, çivi, tomruk, pranga ve benzeri şeyler; metih ve övgüye karşılık hiciv, sövgü ve kötü anma; her iyiliğe karşılık kötülük, her lezzete karşı lık acı, her nimete kar­şılık ıstırap ve her sevince karşılık bizde görülmeyen dert, keder, üzüntü ve bela vardır. Bütün bunlar mutsuzların alametleridir. Sizin meclislerinize, avlularınıza, eyvanlarını­za ve içki sofralarınıza karşılık bizim şu geniş uzayımız, ferah havamız ve nehir kenar­larındaki ve deniz sahillerindeki bahçelerimiz ve çayırlarımız var. Bahçeler ve ağaçlar

üzerinde uçmak ve dağların tepelerinde takla atmak var. Allahın geniş ülkelerinde di­lediğimiz yere gider geliriz. Allah’ın helal rızkından yorgunluk ve bitkinlik çekmeden yeriz. Hiçbir eziyete katlanmadan çeşit çeşit tahıllar ve meyveler buluruz. Hiçbir engel ve tepkiyle karşılaşmadan göl ve ırmak sularından içeriz. Sizin beden yorgunluğu, bit­kinliği, zorluğu ve sıkıntısıyla, nefis cefasıyla, kalp kederiyle ve ruh üzüntüsüyle taşı­ma, düzeltme, satma, satın alma veya fiyatım toplamada muhtaç olduğunuz ip, kova, testi ve kırbaya ihtiyaç duymayız. Bütün bunlar, mutsuz kölelerin alametleridir. Öyley­se sizin efendi, bizim sizin köleniz olduğumuz sonucu nereden çıkıyor?

Sonra kral, insanların liderine şöyle dedi: Cevabı duydunuz. Sizin anlatacak baş­ka bir şeyiniz var mı?

O dedi ki: Evet, bunların kölemiz, bizim de efendi olduğumuzu gösteren fazilet ve iyi işlerimiz var.

Kral şöyle dedi: O nedir? Açıklama ve burhan getir.

Bölüm

Iraklı bir İbrani adam ayağa kalktı ve şöyle dedi: Hamt âlemlerin Rabbi Allah’a, güzel son sakınanlara mahsustur. Zalimlerden başkasına düşmanlık edilmez. ‘Al­lah, Âdem’i, Nuh’u, İbrahim ailesini ve İmran ailesini birbirinden gelen soylar olarak âlemlere seçti. Allah işiten ve bilendir.”[21] O bizi vahiy, peygamberlik, indirilmiş ki­taplar, muhkem ayetler, onlardaki çeşitli helal ve haramlar, had ve hükümler, emir ve yasaklar, vaat ve vait, metih ve sena, hatırlatma ve haber verme, misal ve ibret alma gibi teşvik ve tehditler, öncekilerin ve sonrakilerin kıssaları, hesap günü tasvirleri, sahip olduğumuz bahçe/cennet ve bolluk/naim, bizi kendileriyle yücelttiği gusül, temizlik, oruç, sadaka, zekât, bayram, Cuma, ibadet, mescit, satış ve namaz evine gitme ile üstün kıldı. Bizim minberlerimiz, hutbelerimiz, ezanımız, inikatlarımız, ifazalarımız[22], ihramımız, telbiyelerimiz, hac rükünlerimiz ve benzeri şeylerimiz var. Bütün bu özellikler bizim üstünlüklerimizdir. Hâlbuki siz bunlardan mahrumsunuz.

Bütün bunlar bizim efendi, sizin ise bizim kölemiz olduğunuzu gösterir.

Kuşların lideri dedi ki: Ey insan, eğer düşünür, bakar ve ibret alırsan bilirsin ve bütün bunların sizin lehinize değil, aleyhinize olduğu açıklığa kavuşur.

Kral şöyle dedi: Bu nasıldır? Bize anlat.

O dedi ki: Hepsi de azap, ceza, günahların bağışlanması, kötülüklerin silinmesi ve Yüce Allah’ın şu sözünde belirttiği gibi, kötülük ve çirkinliklerden alıkoymadır: “Na­maz kötülük ve çirkinliklerden ahkoyar.”[23] Peygamber Aleyhisselam dedi ki: “Oruç tutunuz ki sıhhat bulasınız.” Biz günah, kötülük, çirkinlik ve münkerden uzağız. Biz belirttiğin ve övündüğün şeylere ihtiyaç duymadık.

Ey insan, bil ki Yüce Allah, elçi ve peygamberlerini kâfir ve cahil toplumlardan, kendisine başkasını ortak koşanlardan, rablığım inkâr edenlerden, birliğini redde­denlerden ve onunla birlikte başka bir tanrının bulunduğunu iddia edenlerden baş­kasına göndermedi. Çünkü siz: “Allah üçün üçüncüsüdür.”, “Üzeyir Allah’ın oğlu­dur.”, Mesih Allah’ın oğludur.” Ve “Yüce Allah, bıyığı terlememiş, kısa ve kıvırcık saçlı genç suretindedir.” diyorsunuz.

Sizden gelen hurafe ve mecazlar da bunlardandır. Siz onun hükümlerini değiştiri­yorsunuz, emirlerine karşı geliyorsunuz, itaatinden uzak duruyorsunuz, ihsanını bil­miyorsunuz, onu anmaktan gafil oluyorsunuz, ahit ve sözleşmesini unutuyorsunuz, sapıyorsunuz, saptırıyorsunuz, azıyorsunuz ve doğru yoldan ayrılıyorsunuz. Bundan dolayı peygamberler ve elçiler size ya gönüllü olarak, ya zorla ya da açıktan, daha doğrusu savaşma ve sertlikle hidayet yolunu, doğru yolu tanıtmak için gönderildi. Biz bütün bunlardan uzağız. Çünkü biz Rabbimizi biliyoruz, Müslümanız, ona ina­nıyoruz ve şüphe etmeden, kuşku duymadan ve sapmadan onu birliyoruz.

Sonra ey insan, bil ki peygamberler -kendilerine selam olsunruh tabipleri ve müneccimleri/gözlemcileridir. Tabibe hastadan, müzmin illet sahibinden başkası ihtiyaç duymaz. Müneccime mutsuz bedbahtlardan ve Hûda’nın yıldızından sapan kimselerden başkası ihtiyaç duymaz. Nitekim Aleyhisselam dedi ki: “Ashabım yıldız­lar gibidir; hangisine uyarsanız doğru yolda yürürsünüz.”

Sonra ey insan, bil ki size nikâh esnasında ilişen cima, şiddetli kızışma, zina ve livata şehveti, erkeklik organının soyulması ve kızarması, fuhuş ve başka kadınlarla yatmadan; pis kokudan, buhardan, ter kokusundan dolayı ve gece gündüz, sabah ak­şam, kuşlukta ve sabah erken vaktinde onların artırılması ve kullanılması sebebiyle gusül ve temizlik farz kılınmıştır. Biz bunlardan uzağız. Senede bir defa dışında tah­rik olmaz ve çiftleşmeyiz; o da yoğun şehvet, sürükleyici zevk sebebiyle değil, fakat neslin devamı içindir.

Oruç ve namaz ise gıybet, laf taşıma, çirkin söz, oyun, eğlence ve saçmalama gibi günahlarınızın bağışlanması için farz kılındı. Peygamberler -kendilerine selam olsunsizi bu yöntemle tedavi ediyorlar. Çünkü siz günahlar sebebiyle hastasınız. Ruhlarınız günah yiyecekleriyle ve laf taşıma ve gıybet içecekleriyle doldu. Onlar kardeş eti yemektedirler. Şeriatın emri, kötü ve zararlı yiyeceklerden diyet etmektir. Diyet oruçtur. Çünkü diyet sağlığın, karın hastalığın başıdır.

Sonra peygamberler sizin halinize, gece gündüz yaptığınız isyana, günah ve şüp­he yemeği yemenize, Allah hakkında yanlış zanda bulunma içeceği içmenize bakın­ca bu yediklerinizin sindirilmesi için size çeşitli şekillerdeki hareketleri emretti. Bu değişik şekillerdeki hareketler beş vakit namazdır. Çünkü doktor, yiyeceğin mideye çökmesinden ve geceleri ağır şeylerin yenmesinden sonra yukarıdan aşağıya, aşağı­dan yukarıya ve yeryüzünde birtakım hareketler yapmayı ve adımlar atmayı emre­der. Biz bütün bunlardan uzak ve muafız. Bize oruç, namaz ve çeşitli ibadetler vacip kılınmadı.

Sadakalar ve zekâtlar size ancak fazlaca helal ve haram mal toplamanızdan, ölçü ve tartıyı düşürerek gasp ve hırsızlık yapmanızdan, çalmanızdan, çok yığmanız ve biriktirmenizden, sünnetler bir yana vacip yerlere bile inf'ak (ihtiyaç sahiplerine yar­dım) etmekten geri durmanızdan, cimrilik, pintilik ve tekelcilik yapmanızdan, hak­ları engellemenizden, yemediklerinizi toplamanızdan ve ihtiyaç duymadıklarınızı yığmanızdan dolayı farz kılındı. “Altın ve gümüş yığanları ve onları Allah yolunda harcamayanları acıklı bir azap ile müjdele.”[24] Size fazla gelenleri fakir ve zayıflarınıza infak etseydiniz size zekât ve sadakalar vacip olmazdı. Biz bunlardan muafız. Çünkü biz türümüzün fertlerine şefkat gösteriyoruz, bulduğumuz hiçbir rızık konusunda cimrilik yapmıyoruz, bize fazla gelen azıkları biriktirmiyoruz, bilakis aç ve Allah’a tevekkül ederek uçuyoruz, tok ve Allaha hamt ederek dönüyoruz.

Hatırlattığın üzere kitaplarda sizin için helali, haramı, hadleri ve hükümleri gös­teren muhkem ve apaçık ayetlerin bulunması, sizin için bir öğretim, cehaletiniz, kör­lüğünüz ve yararlı ve zararlı şeyleri az bilmeniz sebebiyle bir eğitimdir. İnsan çok zalim ve cahildir. Siz çok gafil olmanız, yanılmanız ve unutmanız nedeniyle öğret­menlere, hocalara, uyarıcılara ve vaizlere muhtaçsınız.

O size helali ve haramı açıklar. Çünkü haram, yendiğinde sıcağın bastığı kimseye zarar veren çok sıcak yemek gibidir. O, otuz yaşında bir gençtir ve çok sıcak bir ülke­de oturur. Çoğu zaman onu kötülük çukuruna, kötülüğe, incelme ve erime cehenne­mine düşürür. Sanki kor gibi bir su içirilir ve bağırsakları parçalanır.

Helal; hafif yapılı, çok faydalı, mide suyuna iyi gelen, bol besinli ve mutedil mi zaçlı, bünyesi sağlam ve ekvatorun yanındaki yüksek ülkede oturan, doğru yolda olan kişinin yediğinde yararlandığı bir yemeğe benzer. Bu durumdaki kimse çoğun­lukla bünyenin mutedil ve hastalıkların az olduğu sağlık cennetinde, selam ve bolluk yurdunda kalır. Ey insan, gaflet uykusundan ve cehalet yatışından uyan!

Bil ki bu hükümler ve konular, size vurulmuş zincir, bukağı ve prangadır. Çünkü İlahî hikmet, bu zorunlu sırları gerektirdi ve dinî ve felsefî konuları sizin için öğret­men ve eğitmen kıldı. Biz bütün bunlardan uzağız. Zira Yüce Allah ihtiyaç duyduğu­muz her şeyi daha başlangıçta bize peygamberleri aracı kılmadan ve perde arkasın­dan seslenmeden şu sözüyle arıya vahyettiği gibi bir ilham ve vahiy olarak ilham etti: “Rabbin bal arısına, dağlardan evler edin diye vahyetti.”[25] Yine Yüce Allah’ın dediği gibi: “Her biri kendi namazını ve tespihini bildi.”[26] Süleyman’a kuş dilini öğretti. Ey gafil insan, anla! O şöyle dedi: “Allah, ona kardeşinin cesedini nasıl örteceğini gös­termek için yeri eşeleyen bir karga gönderdi. [Dedi ki:] Yazık bana! Kardeşimin cese­dini nasıl örteceğim konusunda şu karga gibi dahi olamadım mı? Ve pişman oldu.”[27] Kalbi körelen kimse günahı ve hatasından dolayı pişman olmaz.

Sizde bayramlar, cumalar ve ibadet evlerine gitmelerin olduğu; fakat bizde bun­ların olmadığı bahsine gelince; bil ki siz ahlâkınızı güzelleştirmiş, zorluk ve sıkıntı anlarında kardeşlerinize yardım etmiş ve işlerinizle ilgili yararlarda bir tek can gibi olsaydınız, o size bayramları ve Cuma toplantılarını vacip kılmazdı. Çünkü şeriatla­rın sahibi, bunu insanların birbirinden uzaklaştıktan sonra dostluğa vesile olacak şe­kilde toplanmaları için gerekli kıldı. Çünkü dostluk kardeşliğin, kardeşlik sevginin, sevgi de işleri iyileştirmenin esasıdır. İşlerin iyileştirilmesi, ülkenin iyiliği; ülkenin iyiliği de âlemin ve neslin bekasıdır. Bundan dolayı şeriat, istenen amacın gerçek­leşmesi için insanların yılda iki defa, haftada bir defa özel bir yerde, günde beş defa mahalle ve çarşı mescitlerinde toplanmalarını emretmiştir.

Bu sırlardan dolayı elçilerin efendisi şöyle demiştir: “Mescide komşu olanın mes­citten başka bir yerde namazı olmaz.” Bizde böyle bir şey yoktur. Çünkü biz buna ihtiyaç duymayız. Çünkü bizim için bütün mekânlar mescit, bütün yönler kıbledir. Nereye yönelirsek Allah’ın yüzü/yönü oradadır. Bizim için her gün Cuma ve bayram, her hareket namaz ve tespihtir. Biz senin bahsettiğin hiçbir şeye ihtiyaç duymadık. Zira namaz, kalplerin nefret kirinden ve şüphe pisliğinden arınması, Yüce Allah’a halis bir niyetle yaklaşma, doğru itikat, iyiliği emretme kıblesine yönelme, müminle­rin yararlarım gerçekleştirme/kıyam, düşmanlık ve kinden geri durma/kuud, tevazu ile eğilme/rüku ve secde etme, hilim, iyi kardeşlerle birlikte şahitlik etme/teşehhüt ve bilgisizlikten korunmaktır/teslimdir. Bu özel fiiller yerine getirilince namaz diye adlandırılır. Biz bunlarla meşgulüz: Nereye yönelirseniz Allah’ın yüzü oradadır. Biz bütün vakitlerde toplanırız, türümüzün fertlerine eziyet etmekle uğraşmayız, kar­deşlerin maslahatlarım gerçekleştiririz, sövgü ve kötülükten kaçınırız, insana boyun eğmek suretiyle rükû ederiz ve taneleri yerden toplarken onlara tevazu göstermek suretiyle secde ederiz.

Bu yüzden bize cuma ve bayram vakitleri belirlenmedi. Bizim için bütün günler bayram ve cuma, bütün hareketler namaz ve tespihtir. Biz ihtiyaç duymadık. Çünkü biz sizin bahsettiğiniz ve bize karşı övündüğünüz şeylere muhtaç değiliz.

Kuşların lideri konuşmasını bitirince kral, hazır bulunan insan topluluğuna baktı ve şöyle dedi: Kuşun dediklerini işittiniz ve bahsettiklerini anladınız. Başka bir şeyi­niz var mı, anlatın; eğer doğru sözlü iseniz onu açıklayın.

Bölüm

O zaman Iraklı ayağa kalktı ve şöyle dedi: Halkı yaratan, rızkı yayan, nimetleri bol veren, karada ve denizde bize ikramda ve lütufta bulunan ve bizi yarattıklarının bir­çoğundan üstün kılan Allah’a hamt olsun. Evet, ey kral, bizim onların efendisi oldu­ğumuzu, onların da bizim kölemiz olduğunu gösteren daha başka hasletlerimiz, iyi işlerimiz, vergilerimiz ve yüceliklerimiz vardır. Elbisemizin güzel, giysimizin yumu­şak olması, avretimizi örtmemiz, yatağımızı gizlememiz, elbisemizin yumuşaklığı, örtümüzün sıcaklığı bunlar arasında yer alır. İpek, ipekli kumaş, yünlü ipek, ipek[28], pamuk ve keten gibi güzel ziynetlerimiz; samur, sincap ve yaban eşeği çeşitleri; hah, deri sergi, yastık, yatak, keçe ve berbuli gibi örtüler sayılamayacak kadar çoktur. Bü­tün bu ihsanlar, bizim onların efendisi olduğumuz, onların da bizim kölemiz olduğu şeklindeki iddiamızın delilidir. Onların elbiselerinin sert, derilerinin katı, örtüleri­nin çirkin ve avretlerinin açıkta olması yine onların bizim kölemiz olduğunun, bizim de onların efendisi ve sahibi olduğumuzun kanıtıdır. Bizim onlar üzerinde efendiler gibi hüküm sürme ve krallar gibi tasarrufta bulunma hakkımız vardır.

Iraklı insan sözünü bitirince kral, hazır bulunan hayvan topluluklarına baktı ve şöyle dedi: Onun bahsettiği ve size karşı övündüğü şeyler hakkında ne diyorsunuz? Eğer cevabınız varsa buyurun.

Dediler ki: Bizim ondan daha iyi ve daha sağlam bir cevabımız var.

Bölüm

Bundan sonra yırtıcıların lideri olan “Dimne'nin kardeşi Kelile ayağa kalktı ve şöyle dedi: Güçlü, çok bilgili, dağları ve tepeleri yaratan, orman ve çalılıklarda bitki ve ağaçları var eden ve onları vahşi ve büyükbaş hayvanlar için yiyecek yapan Allaha hamt olsun. O yüceler yücesi, gözü pek, cesur ve yiğit; sağlam önkolları, keskin pen­çeleri, sert köpek dişleri, geniş ağızları olan, hızlı sıçrayan, uzun atlayan, karanlık gecelerde istekleri ve yiyecekleri için yayılan yırtıcıların yaratıcısıdır. O, insanların cesetlerinden ve hayvanların etlerinden bir süreye kadar faydalanmak üzere onlar için yiyecek yaptı. Sonra hepsi için ölümü, faniliği ve çürümeye dönüşü kararlaştırdı. Verdiği ve lütfettiği için, sabır ve rızaya hükmettiği için hamt ona aittir.

Sonra yırtıcıların lideri orda bulunan bütün cin bilgelerine ve hayvan liderlerine dönerek şöyle dedi:

Bu insandan daha çok yanılan ve daha çok gaflet gösteren bir kimseyi gördünüz mü ey bilgeler topluluğu veya işittiniz mi ey hatipler topluluğu?

Topluluk dedi ki: Bu nasıldır?

O şöyle dedi: Çünkü o, güzel giysi, yumuşak elbise ve örtü gibi şöyle şöyle üstün­lüklerinden bahsetti.

Sonra dedi ki: Ey insan, bana haber ver, sizde bu bahsettiklerin var mı? Onunla ancak dışınızdaki diğer hayvanlardan aldıktan, onları dışınızdaki yırtıcılardan sö­mürdükten ve onlara üzerinde üstünlük sağladıktan sonra övündünüz.

İnsan dedi ki: Bu ne zaman oldu?

O şöyle dedi: Giydiklerinizin en yumuşağı ve süslendiğiniz elbiselerin en güzeli ipek, dibac ve ibrişim[29] değil mi?

“Evet” dedi.

O şöyle dedi: Bu, insanoğullarına değil, sürüngen türüne mensup olan en zayıf hayvanların salyasından değil mi? Onu kendi üzerlerine yuva ve yumurta olması, içinde uyumak ve kendilerini afetlerden, sıcaktan, soğuktan, rüzgârdan, yağmurdan, devrin hadiselerinden ve zamanın musibetlerinden koruyacak örtü, kılıf ve sığınak olması için ördüler. Siz geldiniz, onları zorla aldınız, onlara baskı ve zulümle üstün geldiniz. Allah da sizi onlarla cezalandırdı, onların çile yapılması, eğrilmesi, bükül­mesi, örülmesi, dikilmesi, kısaltılması, kesilmesi ve sizin müptela olduğunuz ve ce­zalandırıldığınız kalp meşguliyeti, beden yorgunluğu ve ruh sıkıntısı gerektiren ta­mir, satış, alış ve koruma benzeri sıkıntı, yorgunluk ve zorluklarla imtihan etti. Sizin için hiçbir zaman istikrar, sükûnet ve huzur yoktur.

Hayvanların yünlerini ve derilerini, yırtıcıların postlarını ve kıllarını, kuşların tüylerini almanız da aynı hükme tabidir. Siz bütün bunları zorla aldınız, gaspla çıkardınız, onlara zulüm ve haksızlıkla üstün geldiniz, onları kendinize zorla mal ettiniz. Sonra gelmiş, onlarla bize övünüyorsunuz, utanmıyorsunuz, düşünmüyor­sunuz ve ibret almıyorsunuz. Eğer bunlarda bir övünme ve iftihar varsa biz buna sizden daha layığız. Çünkü Yüce Allah bunları bizim sırtımızda bitirdi, bizim de­rimizden meydana getirdi ve onları bizim için elbise, giysi, örtü, kılıf, perde ve süs kıldı. Bütün bunlar onun bize karşı lütfü, acıması, merhameti, şefkati ve çocuk­larımıza ve küçük yavrularımıza sevgisidir. Öyle ki bizden biri doğunca üzerinde derisi çıkar, derisi üzerinde kıl, yün, saç, tüy ve pulu biter. Bütün bunlar cüssesinin iriliğine ve yaratılışının büyüklüğüne göre bir elbise, giysi ve örtüdür. Onları edin­mede bizim çalışmaya ihtiyacımız yoktur. Sizin müptela ve cezalı olduğunuz gibi biz pamuk atmaya, eğirmeye, bükmeye, ditmeye, örmeye, biçmeye veya dikmeye ihtiyaç duymayız. Sizin için ölünceye kadar rahat yoktur. Bütün bunlar, atanızın isyan etmek, Rabbinin tavsiyesini terk etmek ve sapmak suretiyle işlediği günah sebebiyle sizin için bir cezadır.

Cinlerin kralı, yırtıcıların liderine dedi ki: Âdem’in yaratılışındaki başlangıç, ilk başlangıcı nasıl oldu? Bize onu anlat.

O şöyle dedi: Pekiyi. Ey kral, Yüce Allah Âdem’i ve eşini -ikisine selam olsunyarattığı zaman doğuda, ekvator çizgisinin altında yer alan Yakut dağının başındaki bu cennette bulunan diğer hayvanlara yaptığı gibi varlıklarını sürdürmede ve şahıs­larını devam ettirmede ihtiyaç duydukları madde, besin, örtü ve giysi gibi nedenleri giderdi. O, Âdem ve Havva’yı -ikisine selam olsunçıplak olarak yarattığında her birinin başında vücutlarının her tarafına sarkan uzun, düz, kıvırcık, siyah ve yumu­şak ve yeni cariyelerin başındakilerin en iyisi olan saç bitirdi ve oradaki hayvanların en iyi suretlisi ve tüyü çıkmamış, müreffeh iki genç olarak oluşturdu.

Bu kıl onlar için elbise, avretleri için örtü, onlar için giysi, kılıf ve perde, onları sıcak ve soğuğa karşı koruyan bir engel idi. Onlar bu bahçede yürüyorlar, çeşit­li meyvelerden sakınıyorlar, onlardan yiyorlar, onlarla besleniyorlar ve bu ülkede, bahçede, hoş kokular içinde, çiçekler arasında rahat, mutlu, neşeli, müreffeh ve kor­kusuz bir şekilde, beden yorgunluğu ve ruh sıkıntısı çekmeden geziyorlardı. Sınır­larını aşmaları ve vakitsiz bir şey yemeleri yasaklanmıştı. Rablerinin öğüdünü terk ettiler, düşmanlarının sözüne kandılar ve kendilerine yasaklanan şeyi yediler. Do­layısıyla -kuşların liderinin birinci bölümde iddia ettiği ve cinlerin bilgesinin aynı şekilde kendi konuşması esnasında belirttiği gibimertebeleri düştü, şuurları dağıl­dı, avretleri açıldı ve oradan çıplak, kovulmuş, horlanmış ve geçim işlerini ve dünya hayatının gerektirdiği ihtiyaçları üstlenmekle cezalandırılmış bir halde çıkarıldılar.

Yırtıcıların lideri konuşmanın bu noktasına gelince insanların lideri ona şöyle dedi: Ey yırtıcılar topluluğu, size düşen ise susmak, utanmak ve konuşmamaktır.

Kelile ona: “Niçin böyle?” dedi.

O dedi ki: Çünkü ey yırtıcılar topluluğu, buraya gelen topluluklar içinde sizden daha şerli, daha katı kalpli, daha az yararlı, daha çok zararlı ve leş yemeye ve geçimlik aramaya daha düşkün bir topluluk yoktur.

O: “Bu nasıldır?” dedi.

O dedi ki: Çünkü ey yırtıcılar topluluğu, siz hiç acımadan, düşünmeden ve mer­hamet etmeden bu evcil ve büyükbaş hayvanları keskin pençelerle parçalıyorsunuz, derilerini yırtıyorsunuz, kemiklerini kırıyorsunuz, kanlarını içiyorsunuz ve etlerini ısırıyorsunuz.

Yırtıcıların lideri şöyle dedi: Sizden öğrendik ve sizin bu evcil hayvanlara yaptık­larınızı takip ettik.

İnsan dedi ki: Bu nasıl oldu?

O şöyle dedi: Çünkü atanız Âdem ve çocukları yaratılmadan önce yırtıcılar böyle bir şey yapmıyor ve onların dirilerini avlamıyordu. Zira onların bol miktarda leşi vardı. Onlardan her gün eceliyle ölenler beslenmeye yetiyordu. Onların dirilerini avlamaya, istekleri konusunda kendilerini tehlikeye atmaya, saldırmaya, savaşmaya ve taarruza ihtiyaç duymuyorlardı. Aslanlar, kaplanlar, çitalar, kurtlar ve et yiyen yırtıcı sınıfının diğer üyeleri fil, camız ve domuzlara yiyecek leş buldukları sürece, çok mecbur kalmadıkça ve ihtiyaç duymadıkça saldırmıyorlardı. Çünkü onlar diğer hayvanlara olduğu gibi birbirlerine de şefkat gösteriyorlardı. Ey insanlar topluluğu siz gelince, onlardan koyun, sığır, deve, at, katır ve eşek sürülerini ayırıp alıkoyunca ve çöllerde, bozkırlarda ve ormanlarda hiçbirini bırakmayınca yırtıcılar onların leş­lerinden mahrum oldu ve onların dirilerini avlamaya mecbur kaldılar. Nasıl mecbu­riyet durumunda ölü, kan ve domuz eti size helal kıhndıysa bu da bize helal kılındı.

Merhametimizin az ve katı kalpli olduğumuz şeklindeki iddianıza gelince, bu hayvanların sizin onlara yaptığınız zulüm, haksızlık ve taşkınlıktan şikâyet ettikleri gibi bizden şikâyetçi olduklarını görmedik. Bizim onları keskin pençeler ve sert kö­pek dişleriyle yakaladığımız, derilerini parçaladığımız, karınlarını yardığımız, ke­miklerini kırdığımız, kanlarını içtiğimiz ve etlerini yediğimiz şeklindeki açıklama­nıza gelince; onlara siz de aynı şekilde davranıyorsunuz, bizim yaptığımızdan daha ziyade şekilde onları keskin bıçaklarla boğazlıyorsunuz, derilerini yüzüyorsunuz, karınlarını deşiyorsunuz, kemiklerini satırlarla kırıyorsunuz, ateşte pişiriyorsunuz, sıcakta kızartıyorsunuz.

Bizim hayvanlara zarar verdiğimizden bahsettiniz. Durum dediğiniz gibidir. Eğer düşünür ve ibret alırsanız, bütün bunların sizin yaptığınız zarar, haksızlık ve zulüm yanında küçük ve önemsiz olduğunu bilirsiniz ve anlarsınız. Nitekim evcil hayvanla­rın lideri birinci bölümde bundan bahsetmişti.

Sizin birbirinize verdiğiniz zarar, birbirinizi kılıç, kırbaç ve bıçaklarla darp et­meniz, mızrak ve kargılarla yaralamanız, topuz ve bıçaklarla vurmanız, el ve ayak kesmeniz, zindanlara hapsetmeniz, alışverişte hırsızlık yapmanız, çalmanız, düş­manlık sebepleri olarak aldatmanız, hainlik etmeniz, alay etmeniz, iftira atmanız, tuzak kurmanız ve hile yapmanız ve benzeri özellikleriniz yırtıcıların bu hayvanlara yapmadığı şeylerdir. Birbirlerine böyle davranmazlar ve bunları bilmezler. [İnsan] bütün bunlarda ileri gider.

Başkalarına faydasının az olduğu sözüne gelince; eğer düşünür ve ibret alırsan, bizim size derilerimiz, kıllarımız, tüylerimiz ve yünlerimizden yararlanmanız ve hiz­metinize aldığınız yırtıcıların avından faydalanmanız şeklindeki faydamızın açık ve görülür olduğunu bilir ve anlarsın. Fakat ey insan, sizin kendiniz dışında hangi hay­vana bir faydanızın dokunduğunu haber ver! Zararınız açık ve ortadadır. Çünkü bu hayvanları boğazlamada, etlerini yemede ve deri ve kıllarını kullanmada bize ortak oldunuz. Fakat kendi cesetlerinizden yararlanmada bize cimrilik yaptınız. Diriniz­den de ölünüzden de yararlanmamaları için onları toprağın altına gömdünüz.

Yırtıcıların hayvanlara saldırdığı, onları yakaladığı ve öldürdüğü şeklindeki anlatı­mına gelince; yırtıcılar bunu ancak Âdemoğullarmın Kabil ve Habil zamanından gü­nümüze kadar birbirlerine yaptıklarını gördükten sonra yaptılar. Rüstem ve îsfendiyar zamanında, Cemşid ve Tubba devrinde, Dahhak ve Feridun döneminde, Sivas ve Menucehr[30] zamanında, Dara ve İskender devrinde, Buhtunnasr, Davud hanedanı, Behram hanedanı ve Adnan hanedanı dönemlerinde, Kostantin ve Yunan halkı zamanın­da, Osman ve Yezdigerd devrinde, Abbas Oğulları ve Mervan Oğulları döneminde vs. günümüze kadar şahit olunduğu gibi her gün savaşlarda ve harplerde ölüler, yaralılar ve vurulmuşlar görüyoruz. Her yıl, her ay ve her gün insanoğullar mm birbirlerine kar­şı ve birbirleriyle bir olay yaptıklarını görüyoruz. O zamanlar meydana gelen kötülük, bela, öldürme, yaralama, sakat bırakma, yağmacılık, esir alma gibi olaylar belirleneme­yecek ve sayılamayacak kadar çoktur. Şimdi gelmiş, bize karşı övünüyor ve yırtıcıları yaratılışça yeryüzündekilerin en kötüsü olmakla suçluyorsunuz. Bize karşı söylediğiniz bu yalan ve iftiradan utanmıyor musunuz? İnsan ne zaman yırtıcıların birbirine, sizin her gün birbirinize yaptığınız gibi davrandığını görmüştür?

Sonra yırtıcıların lideri insanların liderine şöyle dedi: Ey insanlar topluluğu, yırtı­cıların halleri hakkında düşünseniz ve işlerindeki tasarrufları dikkate alsanız onların sizden daha iyi ve daha erdemli olduğunu bilir ve anlarsınız.

İnsanların lideri dedi ki: Bu nasıl olur? Bize onun hakkında delil getir!

O şöyle dedi: Sizin en hayırlılarınız zahitler, ahitler, rahipler, hahamlar ve seyyah­lar değil mi?

O: “Evet.” dedi.

O şöyle dedi: Değil mi ki sizden biri hayır ve iyilikte son mertebeye ulaştığında aranızdan çıkar ve sizden kaçar, gidip dağ ve tepe başlarına, vadi içlerine, sahillere ve yırtıcıların barınağı olan ormanlara sığınır. Mağara ve oyuklardaki yerlerinde onlara karışır, vatanlarında onlarla içlidışlı olur, gölgeliklerinde onlara komşu olur ve yırtı­cılar onlara saldırmaz.

[İnsan] dedi ki: Evet, dediğin gibi, biz de aynısını söylüyoruz.

O şöyle dedi: Yırtıcılar iyi olmasaydı sizin en iyileriniz onlara komşu olmaz, sizin salihleriniz onlarla içlidışlı olmaz; bilakis onlardan kaçar ve sakmırlardı. Bu, sizin zannettiğiniz gibi yırtıcıların Allah’ın en kötü yaratıkları olduklarını değil, iyi ol­duklarını gösterir. Bu, sizin onlar hakkında yalan ve iftira olarak dile getirdiğiniz bir sözdür. Yırtıcıların senin zannettiğin gibi değil de iyi olduklarının bir diğer kanıtı, si­zin krallarınızın türünüzün iyileri ve hayırlıları hakkında şüphelendiklerinde onları yırtıcıların önüne atma gibi bir âdetlerinin olmasıdır. Onlar eğer onu yemezse onun iyi olduğunu anlarlar. Çünkü şairin dediği gibi, iyileri iyilerden başkası tanımaz:

“Türünü araştıran onu bilir

Diğer insanlar onu reddetse de”

Ey insan, bil ki yırtıcılar içinde hem iyiler hem de kötüler vardır. Onların kötüleri, insanların kötülerinin birbirlerini yediği gibi, birbirlerini yemezler.

Nitekim Yüce Allah şöyle zikreder: “Böylece zalimleri yaptıkları sebebiyle birbir­lerinin velisi yaparız.”[31] Bu sözümü söylüyor, kendim ve sizler için Allah’tan bağış­lanma istiyorum.

Yırtıcıların lideri konuşmasını bitirince cinlere mensup bir bilge şöyle dedi: Bu konuşmacı doğru söyledi. İyiler kötülerden kaçarlar ve kendi türlerinin dışından da olsa iyilerle yakınlık kurarlar. Kötüler de aynı şekilde iyilerden nefret ederler, on­lardan kaçarlar ve türlerine mensup kötü fertlere sığınırlar. Âdemoğullarının çoğu kötü olmasaydı iyileri onların arasından dağ başlarına, ormanlara ve türleri dışından oldukları ve hayır, iyilik ve selamet gibi ruhsal huylar dışında şekil ve yaratılış bakı­mından onlara benzemedikleri halde yırtıcıların barınaklarına kaçmazlardı.

Bütün topluluk şöyle dedi: Bilge, dediğinde, anlattığında ve bildirdiğinde doğru söyledi.

O zaman insan topluluğu mahcup oldu, işittikleri kınama ve eleştiriden dolayı başlarını önlerine eğdiler. Toplantı bitti ve bir tellal şöyle seslendi: Yarın güven ve huzur içinde tekrar dönmek üzere dağılın!

Bölüm

Ertesi gün kral mecliste yerine oturdu, bütün topluluklar protokole göre geldiler ve ayrıldılar. Kral insanlar topluluğuna baktı ve şöyle dedi: Dün cereyan edenleri ve kendi anlattıklarınızı işittiniz ve söylediklerinizin cevabını duydunuz. Dün dile getirdikleriniz dışında söyleyecek bir şeyiniz var mı?

O vakit Farslı lider ayağa kalktı ve şöyle dedi: Evet, ey adil kral, bizim sözümüzün ve iddiamızın doğruluğunu kanıtlayan başka iyi işlerimiz, çok sayıda erdemimiz ve birçok hasletimiz var.

Kral dedi ki: Buyur, onların bir kısmını anlat.

“Pekiyi” dedi. Sonra şöyle dedi: Filozofların, isimleri hakkında ihtilaf, varlığı ve kıdemi hakkında ittifak ettiği, kudretiyle yaratıkları var eden, onların arasından Teala’nın: “Biz Âdemoğullarım yücelttik, karada ve denizde taşıdık, temiz yiyecek­lerle rızıklandırdık ve onları yarattıklarımızın birçoğundan üstün kıldık.” dediği gibi Âdem ve çocuklarını seçen, onları hayvanlardan iman elbisesi ve yücelik giysisiyle üstün kılan ve onlara hidayet yolunu ilham eden Allah’a hamt ve mahlûkatın hayırlı­sı ve peygamberlerin iyisi olan Muhammede ve ailesine salât olsun.

Konuya gelirsek, ey kral, bil ki içimizde krallar, beyler, halifeler, sultanlar, reisler, ve­zirler, kâtipler, valiler, divan üyeleri, muhafızlar, komutanlar, başkanlar, seçkinler, kral hizmetçileri ve yardımcısı askerler vardır. Yine bizim içimizde tacirler, zanaatkarlar, çiftçiler ve nesil sahipleri vardır. Bizim aramızda ileri gelenler, aristokratlar, zenginler, nimet sahipleri ve cömert kimseler vardır. Yine aramızda edebiyatçılar, âlimler, muttakiler ve faziletliler vardır. Bizim içimizde hatipler, şairler, fasih konuşanlar, kelamcılar, nahivciler, nakilciler, hadis ravileri, Kuran okuyanlar, bilginler, fakihler, kadılar, hâkimler, adiller, arındıranlar, hatırlatanlar, filozoflar, mühendisler, astronomlar, fi­zikçiler, tabipler, müneccimler, büyücüler, kâhinler, tabirciler, kimyacılar, tılsımcılar, gözlemciler ve açıklaması uzun sürecek daha birçok sınıf vardır. Bütün bu topluluk ve sınıfların huyları, seciyeleri, tabiatları, karakterleri, iyi işleri, güzel hasletleri, övülen gö­rüşleri, iyi, çeşitli ve değişik ilim ve sanatları vardır. Bütün bunlar bize özgüdür ve diğer hayvanlar bunlardan mahrumdur. Bu, bizim onların efendisi olduğumuzun, onların bizim kölemiz olduklarının delilidir. Özetle, âlem bizimle ve bizim varlığımızla ayakta durmaktadır. Çünkü bahsettiğim bütün bu sanatlar ve farklı şahıslar, şüphesiz âlemin ayakta durmasının ve devamlılığının sebebi olmuştur.

Bölüm

İnsanların lideri sözünü bitirince papağan konuştu ve şöyle dedi: Hepsine namaz/ dua ve tespihleri öğretilen yükseltilmiş göklerin, yayılmış yerlerin, sabit dağların, kabaran denizlerin, çöl ve bozkırların, dağılan rüzgârların, meydana getirilen bu­lutların, yağan damlaların, ağaç ve bitkilerin, dizilen kuşların yaratıcısı olan Allah’a hamt olsun.

Sonra dedi ki: Allah size merhamet etsin, biliniz ki bu insan, Âdemoğullarının sınıflarını andı ve tabakalarını saydı. Ey kral, eğer o düşünse, adaleti gözetse ve kuş cinslerinin ve türlerinin çokluğunu dikkate alsaydı onların çokluğundan onun nezdinde Âdemoğulları sınıflarının ve tabakalarının sayısının bunun yanında küçük ve az olduğunu bilir ve anlardı. Nitekim daha önce bu kitabın bir bölümünde bahsi geçmiş ve Şahmorg, kuşların hatibi ve fasihi tavusa demişti.

Fakat ey insan, şimdi belirttiğin ve övündüğün her sözün karşısına onun tersi başka bir söz, nispet ettiğin her iyiliğin karşısına bizde olmayan çirkin başka türler koy. Şöyle ki sizde firavunlar, nemrutlar, cebbarlar, fâsıklar, müşrikler, münafıklar, mülhitler, sapanlar, ahdinden dönenler, Haricîler, yelkesenler, hırsızlar, serseriler ve yankesiciler vardır. Aynı şekilde sizin içinizde deccallar, azgınlar, sapıklar ve şüphe edenler vardır.

Yine sizin aranızda pezevenkler, kırıtan kadınlar, ücretle verenler, homoseksüel­ler, lezbiyenler ve fahişeler vardır. Aynı şekilde sizin içinizde gammazlar, yalancılar ve sırrı ifşa edenler vardır. Yine aranızda aptallar, cahiller, ahmaklar, noksanlar ve bunlar gibi kötü huylu, düşük tabiatlı, yaşantı ve eylemleri çirkin, tutum ve davra­nışları kötü, yerilen ve zalim sınıflar vardır. Bizde bunların hiçbiri yoktur. Biz övü­len hasletlerin ve mutedil davranışların birçoğunda onlarla ortağız. Bahsettiğin ve övündüğün şeylerin ilki, sizin içinizde kral ve başkanların olduğu, onların yardım­cılarının, ordularının ve tebaalarının bulunduğudur. Balansı, karınca, kuş ve yırtı­cı topluluklarının da başkan, yardımcılar, ordu ve tebaalarının olduğunu; onların başkan ve krallarının Âdemoğullarının krallarına göre daha iyi siyasetli ve daha sıkı gözetleyici, onlara karşı daha çok sevgili, daha çok merhametli ve daha çok şefkatli olduğunu bilmiyor musun?

Bunun açıklaması şöyledir: İnsanların kral ve başkanlarının çoğu, tebaa, ordu ve yardımcılarının işleriyle ancak kendilerine bir yarar sağlamak, kendilerinden bir za ran gidermek veya onu kim olursa olsun yakın ya da uzak arzuları sebebiyle isteyen kimsenin nefsi için ilgilenirler. Ondan sonra hiçbirini düşünmez, ister yakın ister uzak olsun, hiç kimsenin işi onu ilgilendirmez.

Bu, kral ve fazılların eylemi, siyaset sahibi merhametli başkanların davranışı de­ğildir. Aksine kralın siyaset ve şartları, başkanlığın özellikleri, kral ve başkanın, kim olursa olsun yarattıklarına ve kullarına cömert, kerim, şefkatli ve merhametli, baş­kanlar başkanı ve krallar krah olan Yüce Allah’ın sünnetine uyarak tebaasına merha met göstermesi ve acıması, ordusuna ve yardımcılarına şefkatli davranması ve onları sevmesidir. Hayvan türlerinin kral ve başkanları, Yüce Allah’ın sünnetine insanların kral ve başkanlarından daha güzel uyarlar. Şöyle ki halanlarının kralı, tebaasının işine bakar, onların, ordusunun ve yardımcılarının durumlarını gözetir. Bunu ne nefsi ve şehvetlerini arzuladığı için, ne kendisine bir yarar sağlamak için, ne kendisinden bir zararı gidermek için, ne de onu kendi şehvetleri sebebiyle isteyen kimsenin nefsi için yapar. Aksine bunu tebaasına, yardımcılarına ve ordusuna şefkat, merhamet, acıma ve sevgisinden dolayı yapar. Karıncaların krah ve turnaların kralı koruma ve uçuş­larında, kaya kuşlarının krah da giriş ve çıkışında böyle yapar. Başkan ve idarecileri olan diğer hayvanlar da kendi yavrularından iyilik, yakınlık ve mükâfat istemedikle­ri gibi, aynı şekilde tebaalarından yönetmelerine karşılık bedel ve tazminat istemez­ler. Oysa insanlar kendi çocuklarından onları yetiştirmelerine karşılık olarak iyilik ve mükâfat isterler. Bunun aksine biz, [dişisinin üzerine] zıplayan, çiftleşen, hamile kalan, yavrularını emziren ve yetiştiren hayvanlar ile çiftleşen, yumurtlayan, kuluçka­ya yatan, civcivlerini ve yavrularını besleyen ve yetiştiren hayvanların yavrularından iyilik, ilişki ve sevgi beklemediklerini, fakat onları sevgi, şefkat, merhamet ve acıma duygusuyla yetiştirdiklerini görüyoruz. Bütün bunlar, Yüce Allah’ın sünnetine uy­maktır. O, kullarını yarattı, meydana getirdi, yetiştirdi, onlara nimet verdi, ihsanda bulundu ve onlardan hiçbir şey istemeksizin lütfetti. O onlardan ne bir karşılık ne de teşekkür bekler. Eğer insanların tabiatları adi, huyları kötü, yaşantıları haksız, adetleri rezil, amelleri kötü, fiilleri çirkin, görüşleri sapık olmasaydı ve nimetlere nankörlük etmeselerdi Yüce Allah onlara şu sözünü emretmezdi: “Bana ve anne babana teşekkür et. Dönüş banadır.”[32] Hâlbuki bizim çocuklarımıza emretmemiştir. Çünkü onlardan itaatsizlik ve nankörlük sadır olmaz. Ey insanlar topluluğu, emir, nehiy, vaat ve tehdit bize değil, size yapılmıştır. Çünkü siz, kendilerinde muhalefet, hile ve isyan görülen kötü kullarsınız. Siz köleliğe bizden daha uygunsunuz; biz ise hürriyete sizden daha uygunuz. Utanmazlık, kibir, yalan ve iftira olmadan sizin bizim efendimiz olduğunu­zu, bizim ise sizin köleniz olduğumuzu nereden çıkarıyorsunuz?

Sonra papağan konuşmasını bitirince topluluk dedi ki: Bu konuşmacı bütün an­lattıklarında ve bildirdiklerinde doğru söyledi. O zaman insan topluluğu kendilerine yöneltilen hükümden dolayı utandı, hayâ ve mahcubiyetten başlarını öne eğdiler. Bundan sonra insanlar bir daha konuşamadılar.

Papağanın konuşması bu noktaya gelince kral, cin bilgelerinin reisine şöyle dedi: Bu konuşmacının andığı, övdüğü, tebaasına aşırı merhametli ve şefkatli, ordusunu ve yardımcılarını çok seven onlara acıyan ve yaşantıları güzel olarak nitelediği bu krallar kimler? Ben bunda bir işaret ve sır olduğunu sanıyorum. Bu sözlerin hakika­tini ve bu gayelerin işaret ettiği şeyi bana anlat.

O: “Başüstüne!” dedi.

Bölüm

Cinlerin bilgesi dedi ki: Ey kral, bil ki krallar/mülûk ismi mülk isminden, mülk ismi de melekler isminden türemiştir. Bu hayvanların cins, tür ve şahıslarından, bü­yük veya küçük hangisi olursa olsun Yüce Allah bütün tasarruflarında her birisinin terbiyesi, korunması ve gözetilmesi için bir melek görevlendirmiştir. Onlar bunlara, annelerin küçük çocuklarına ve zayıf yavrularına gösterdiklerinden daha çok mer­hamet, acıma, sevgi ve şefkat gösterirler.

Kral, bilgeye şöyle dedi:Bahsettiğin bu merhamet, acıma, sevgi ve şefkat melekle­re nereden geliyor?

O dedi ki: Yüce Allah’ın yaratıklarına olan merhamet ve acımasından, kullarına olan şefkat ve sevgisinden. Meleklerin, annelerin ve babaların bütün merhamet ve şef­kati, mahlûkların birbirlerine gösterdikleri merhamet, Yüce Allah’ın yaratıklarına olan merhamet ve acımasının, kullarına gösterdiği şefkat ve sevginin milyonda biridir.[33]

Söylediklerimizin doğru, anlattıklarımızın gerçek olduğunun delili, Rablerinin onları var ettiği, yarattığı, meydana getirdiği, tesviye ettiği, yetkinleştirdiği ve yetiş­tirdiği zaman yaratıklarının en yakını olan melekleri onları korumakla görevlendir­miş ve onları merhametli, cömert ve iyi kılmış olmasıdır. Onlar için ilginç iskeletler, orijinal suret ve şekiller, idrak edici ince duyular aracılığıyla yararlar ve ihtiyaç mad­deleri yarattı. Onlara zararı gidermeyi ve yararı edinmeyi ilham etti. Emrine boyun eğen geceyi, gündüzü, Güneşi, Ayı ve yıldızları onların hizmetine verdi. Dikkat edin, yaratma ve emretme ona aittir. Onları kışın ve yazın karada ve denizde, ovada ve dağda idare eder. Onlar için belli bir süreye kadar faydalanılmak üzere ağaç ve bitki­lerden yiyecekler yarattı, onlara açıkça ve gizlice bol bol nimet verdi. Saymak istesem sayamam. Bütün bunlar Allah’ın mahlûkatına karşı ne kadar çok merhametli, acıyan, sevgili ve şefkatli olduğunu gösteren deliller ve burhanlardır.

Kral dedi ki: Âdemoğullarını korumak ve işlerini gözetmekle görevli yakın me­leklerin reisi kimdir?

O şöyle dedi: O, insana ait tümel düşünen nefıstir/nefs-i natıkadır. O, Allah’ın yeryüzündeki halifesidir. Âdem topraktan yaratıldığında ve bütün melekler ona secde ettiğinde o Âdem’in bedenine yerleştirildi. Düşünen nefse itaat için boyun eğdirilmiş olan hayvani nefisler, tıpkı cisimsel beden suretinin insan soyunda günümüze kadar baki olması gibi onun soyunda günümüze kadar bakidir. Onunla meydana gelirler, onunla büyürler, onunla kazanırlar, onunla mümkün olurlar, onunla sorguya çekilir­ler, ona dönerler, kıyamet günü onunla tanınırlar, onunla yeniden diriltilirler, onunla cennete girerler, felekler âlemine onunla çıkarlar. Bununla Allah’ın yeryüzündeki ha­lifesi olan nefs-i natıkanın yükselişini kast ediyorum. İblis, Âdem’e secde etmekten kaçındı. O, öfke ve şehvet gücü, kötülüğü emreden nefistir. Kral bütün bunları bilir. Çünkü Yüce Allah’ın sözünün, peygamberlerin sözünün ve bilgelerin görüşlerinin çoğu, kötülere kapalı olan sırlardan bir sırra işarettir. Onları Yüce Allah’tan ve ilimde derinleşenlerden başkası bilmez. Kalpler ve akıllar, bunun manalarını anlamayı ta­şımıyordu. Bundan dolayı Aleyhissalatü Vesselam şöyle dedi: "İnsanlarla akıllarına göre konuşun.” Rablık sırrını ifşa etmek küfürdür.

İlimde derinleşen seçkin filozoflar fazla açıklamaya ihtiyaç duymazlar. Çünkü onlar bütün sır ve işaretlerin hakikatlerini bilirler. Yüce Allah’ın sözü böyledir: “Bize kuş dili öğretildi. Bize her şey verildi. Bu, apaçık bir üstünlüktür.”[34], “Nün. Kaleme ve yazdıklarına ant olsun’[35], “Tura ve yazılan kitaba ant olsun’[36], “Bir gece kulunu Mescid-i Haramdan etrafını bereketli kıldığımız Mescid-i Aksu'ya götüren [Allah] ek­siklikten münezzehtir”[37] [38], “Ağacın mübarek bir yerinde: Ey Musa, ben âlemlerin Rabbi Allah'ım”66, “İncire, zeytine, bereketli dağa/Tur-i Sinine ve bu kutsal beldeye yemin olsun ki.”[39] Onun sözü: “Güneş dürüldüğü, yıldızlar söndüğü zaman”[40], “Genişliği gökler ve yer kadar olan bir cennet”[41], “Cinlerden ve insanlardan bir kısmını tama­men cehenneme dolduracağım”[42], “Kemikleri çürümüşken kim diriltecek?”[43], “Asanı at. Onun canlı gibi kımıldadığını görünce geri döndü ve arkasına bakmadı”[44] [45], “Bunu tanrılarımıza kim yaptı, ey İbrahim? Dedi ki: Daha doğrusu, bunu onlara şu büyükleri yapmıştır, ona sorun”73, “Babacığım, niçin işitmeyen, görmeyen ve senden bir zararı gideremeyen şeylere tapıyorsun?"[46], “Ey ateş, İbrahim için soğu ve esenlik ol!”[47] [48], “Kef he ye ayn sad”76, “Ta ha. Biz Kuranı sana sıkıntı çekmen için indirmedik”[49] [50] [51], “Ayn sin kaf’60, “Biz onu Kadir gecesinde indirdik.”6' Peygamber (a.s) şöyle buyurdu: “Biz küçük cihattan büyük cihada döndük.” Yine onun sözü: “Onlara danışın ve muhalefet edin”, “Cennet annelerin ayakları altındadır”. Bunlara benzer birçok ayet ve haber vardır. Bunun altında avama ve cahillere, özellikle ahir zamanda açılması caiz olma­yan sırlardan bir sır vardır. Bu amaçla eşyanın hakikatlerini avam insanların anla­yışına göre buna uygun olmayan bir elbise ile örttüler. Fakat seçkinler ve filozoflar bundaki amaç ve hakikati bilirler ve onu kötülerden ve bedevilerden gizlerler:

“İlmi cahillere veren onu zayi eder

Hak edenlerden alıkoyan zulmeder.”

Sonra kral şöyle dedi: Allah seni iyi bilen bir filozof ve iyi anlayan bir âlim olarak mübarek kılsın! Allah seni hayırla ödüllendirsin. Bana başka şeylerle daha çok açık­lama yap.

O: “Pekiyi.” dedi. Sonra kral bilgeye/fılozofa şöyle dedi: Gözler niçin melekleri ve ruhları idrak edemez?

O dedi ki. Çünkü şeffaf ve nuranî cevherlerin rengi ve cismi yoktur. Koklama, dokunma ve tatma gibi cisimsel duyular onları idrak etmez. Nadiren onları pey­gamber ve elçilerin gözleri ve kulakları gibi güçlü ve hassas gözler görür. Ruhlarının saflığı ve gaflet uykusundan uyanmış, cehalet yatağından kalkmış ve yanlış karan­lıklarından çıkmış olmaları sebebiyle onların ruhları dirilir; dolayısıyla meleklerin ruhlarına benzer hale gelirle, onları görür, sözlerini işitir ve onlardan vahiy ve haber alırlar. Bunları türlerinin fertleri olan insanlara bizzat ve bedenleriyle benzedikleri için çeşitli dillerle iletirler.

Kral dedi ki: Allah seni hayırla mükâfatlandırsın. Ey papağan, konuşmanı tamamla!

Bölüm

Sonra papağan şöyle dedi: Ey insan, aranızda zanaatkârlar ve meslek sahipleri olduğu sözüne gelecek olursak; bu, başkalarında olmayıp sadece sizde bulunan bir üstünlük değildir. Fakat bazı kuş, sürüngen ve diğer hayvan türleri bu konuda sizinle ortaktır. Bu şöyle açıklanabilir: Böceklere mensup olan balansı, ev edinme ve yav­ru yuvası yapmada sizin sanatkârlarınızdan daha usta, daha bilgili ve daha sağlam, [binaları da] sizin mühendis ve ustalarınızın binasından daha iyi ve daha güzeldir. Onlar evlerini/kovanlarmı tahta, kerpiç, tuğla ve alçı kullanmadan birbiri üstüne yığılmış, kalkan gibi yuvarlak tabakalar halinde yaparlar. Sanki onlar üst üste odalar gibidir. Evlerinin ölçüsünü sanat mükemmelliği ve yapı sağlamlığı nedeniyle kenar­ları ve açıları eşit altıgenler şeklinde oluştururlar. Onlar işlerinde sizin, insan usta­ların daire yapmak için pergele, çizgi çekmek için cetvele, işaretlemek için şakule, ölçmek için gönyeye ihtiyaç duymanız gibi, geometri kitapları okumaya, pergel ve cetvel aletleri kullanmaya ihtiyaç duymazlar.

Sonra o meraya gider, ağaç ve bitki yapraklarından ayaklarıyla mum toplar, bitki çiçeklerinden ve ağaç güllerinden bıçaklarıyla bal toplar. İçine toplayacağı küfe, sele, maşa ve sepete veya kendisiyle alacağı alet ve edevata ihtiyaç duymaz. Hâlbuki sizin ustalarınız balta, kazma, testi, silgi ve benzeri aletlere ihtiyaç duyarlar.

Örümcek de böyledir. O da böceklerdendir. O ilkin ağını örmede ve düzen kur­mada sizin dokumacı ve örgücülerden daha bilgili ve daha beceriklidir. O ağını örme esnasında önce bir duvardan diğer duvara, bir ağaçtan diğer ağaca, bir daldan diğer dala veya su üzerinde yürümeden ya da havada uçmadan ırmağın bir kenarından di­ğer kenarına bir çizgi uzatır. Sonra daha önce örmüş olduğu bu çizgi üzerinde yürür. Ağından evvela çekilmiş çadır ipleri gibi doğru çizgiler uzatır. Sonra motifini daire­vi olarak örer ve ortasını sinek avlayabilmek için açık daire şeklinde bırakır. Bütün bunları iği, çıkrığı, harekatı, tarağı ve sizin dokumacı ve örgücülerinizin zanaatların­da ihtiyaç duydukları daha başka meşhur ve bilinen araç ve gereçleri olmadan yapar.

İpekböceğideböyledir. O daböceklerdendir.Osanatmdasizin zanaatkârlarınızdan daha mahir ve ustadır. Mesela, o merada doyduğu zaman ağaçlar ve dikenler arasın­da kendisine yer arar ve salyasında ince, düzgün, yapışkan ve sağlam ipler uzatır. Kendisini sıcaktan, soğuktan, rüzgârdan ve yağmurdan korumak için kendi üzeri­ne torba gibi bir yuva/koza örer ve orada belli bir vakte kadar uyur. Bütün bunları hocalardan, anne ve babalardan bir şey öğrenmeksizin, Yüce Allah’ın bir ilhamı ve öğretimi olarak yapar. Bütün bunlar, terzi, yamacı ve örgücülerin ihtiyaç duydukları gibi iğ, çıkrık, iğne veya çırpıcı tokmağı olmadan yapılır.

Kuşlardan olan kırlangıç da böyledir. Çıkacak bir merdiven, çamur taşıyacak bir küp ve evini dayayacağı bir direğe ihtiyaç duymadan kendisi için ev, yavruları için çamur tavan altında havada asılı beşik yapar. Hiçbir alet ve edevata ihtiyaç duymaz. Yavruları kör olduğunda çamurdan “memiraf ” denilen bir ot getirir ve onunla yav­rularının gözünü ovar ve böylece gözleri aydınlanır. Bütün bunlar, insanların değil, Allah’ın öğrettiği şeylerdir. Hâlbuki siz en ufak bir sanatta ve en önemsiz bir işte hocalara ve öğretmenlere ihtiyaç duyarsınız. Siz belli bir süre öğretim olmadan ken­diliğinizden bir işi yapamazsınız.

Böceklerden olan beyaz karınca da böyledir. Kendi üzerine toprak toplamadan, çamur ıslatmadan ve su istemeden sırf çamurdan uzun bina ve dar geçit gibi evler yapar. Ey bilgeler, eğer biliyorsanız söyleyin, o bu çamuru nereden elde ediyor, nere­den topluyor ve nasıl taşıyor?

Kuş ve hayvan türlerinin ev, yuva ve barınak edinmeleri ve yavrularını yetiştir­meleri de bu örneklerdeki gibidir. Onların insanların çalışanlarından daha becerikli, daha bilgili ve daha usta olduklarını görürsün. Devekuşunun yetişmesi de böyledir. O, yavruları için kuş ve evcil hayvandan oluşur. O kendisine yirmi, otuz veya kırk yu­murta toplar ve onları üç kısma ayırır. Bazısını toprağa gömer, üçte birini Güneş’in altında bırakır, üçte birinin üzerine ise kuluçkaya yatar. Yavruları çıkınca Güneş’in altındakileri kırar ve Güneş’in eritmiş ve yumuşatmış olduğu rutubetleri onlara içi­rir. Yavruları gelişip güçlenince gömülü olanları çıkarır ve üzerlerinde sinek, tahta­kurusu, sürüngen, karınca böcek toplanması için onlarda delik açar. Sonra yavruları bunları yer. Nihayet güçlendiklerinde koşar, oynar ve otlanırlar.

Ey insan, söyle: Eğer kabul edici onları taşımaz ve kundağa sarmazsa ve bakıcı yavrusunun göbeğini nasıl keseceğini, onu nasıl kundaklayacağını, nasıl yağlayaca­ğını, nasıl sürme çekeceğini, nasıl su içireceğini ve nasıl uyutacağını öğretmezse ka­dınlarınızdan hangisi çocuklarını böyle güzel yetiştirebilir? O hiçbir şeyi bilmez ve tanımaz.

Çocuklarınızın bilgisizlik ve erzak kıtlığında durumu da böyledir. Doğdukları gün işlerindeki yararları bilmezler; dört, yedi veya on yıl yaşlarına girmeden menfa­at sağlamayı ve zarar gidermeyi düşünmezler. Ömürlerinin sonuna, öldükleri güne kadar her gün yeni bir bilgi ve edep öğrenmeleri gerekir. Yavrularımız rahim veya yumurtadan çıktıklarında maslahat, yarar ve zararları konusunda ihtiyaç duydukları her şeyin kendilerine öğretilmiş ve ilham edilmiş olduğunu görürüz. Baba ve an­nelerin öğretimine gerek yoktur. Mesela, sen tavuk, keklik, bıldırcın, dağ tavuğu ve benzerlerinin yumurta kabuğunu kırıp çıktığını, ilk andan itibaren koştuğunu, yem topladığını, kendisini yakalamak isteyenden belki yetişilemeyecek kadar kaçtığını görürsün. Bütün bunlar baba ve annelerin öğretimiyle değil, Allah’ın vahiy ve ilha­mıyla olur. Bütün bunlar onun yarattıklarına gösterdiği merhamet, şefkat, acıma ve sevgidir. Güvercin ve serçe gibi kuşların aksine şu kuş türünün erkeği kuluçkada ve yavru yetiştirmede dişisine yardım etmediği için Allah onun yavrularının sayısını çoğaltmış ve bunun dışındaki hayvan ve kuş türleri ihtiyaç duyarken onları su içme, yem ve yiyecek toplama konusunda anne ve baba eğitimine ihtiyaç duymadan kendi kendine yetinecek şekilde çıkarmıştır. Bütün bunlar Yüce ve Mukaddes Allah’ın adı geçen bu hayvanlara karşı inayetidir.

Ey insan, bize söyle: İnayeti çok ve gözetimi tam olan Allah katında bu iki grup­tan hangisi daha üstündür? Mahlûkatını yaratan, onlara acıyan, merhamet eden ve kullarını seven, onlara şefkat gösteren ve dostça davranan Allah’ı eksiklikten tenzih ederiz, sabah akşam ona hamt ederiz ve tespih ederiz, gece gündüz onu yüceltiriz. Hamt, ihsan, şükür, lütuf, sena, iyilik ve nimetler ona aittir. O, merhametlilerin en merhametlisi, hâkimlerin en iyi hükmedeni ve yaratanların en iyisidir.

İçinizde şairler, hatipler, konuşmacılar, öğüt verenler ve benzerleri olduğu sö­züne gelelim. Eğer siz kuşların dilinden, böcek ve sürüngenlerin tespihinden, evcil hayvanların La ilahe illallah demesinden, cırcır böceğinin zikrinden, kurbağanın duasından, bülbülün vaazlarından, tarlakuşunun hutbelerinden, turnanın tespih ve tekbirinden, horozun ezanından, güvercinin ezgisinden, kumrunun okumasın­dan, kâhin karganın azarlayıcı ötüşünden, kırlangıcın anlattığı konulardan, ibibiğin haberlerinden, karıncanın söylediklerinden, balansının iddialarından, sineğin teh­didinden, tahtakurusunun ikazından ve sesli, vızıltılı ve zilli hayvanların söylemek istediği diğer şeylerden anlasaydınız, ey insanlar topluluğu, bu topluluklar içinde de Âdemoğullarında olduğu gibi hatipler, fasihler, konuşmacılar, vaizler, uyarıcılar ve tespih edenler olduğunu bilir ve kavrardınız. Öyleyse bize karşı niçin hatipleriniz, şairleriniz ve benzeri kimselerle övündünüz?

Yüce Allah’ın şu sözü, senin dediklerine ve anlattıklarına karşı delil ve burhan olarak yeter: “Allah’ı hamt ile tespih etmeyen hiçbir şey yoktur. Fakat siz onların tes­pihini anlamazsınız.”[52] “Anlamazsınız” ifadesiyle size cehalet, bilgi ve anlayış kıtlığını nispet etti. Şu sözüyle de bize ilim, anlayış ve bilgiyi nispet etti: “Hepsi ona salât ve tespih etmeyi bildi. De ki: Hiç bilenlerle bilmeyenler bir olur mu?” Bunu taaccüp üslubuyla söyledi. Çünkü her akıllı, hem Allah’a hem de insanlara göre cehalet ile bilginin aynı şey olmadığını bilir. Ey insanlar topluluğu, bize karşı ne ile övünüyor­sunuz ve sizdeki bütün bu özelliklere rağmen kendinizin efendi, bizim ise sizin kö­leniz olduğumuzu nasıl iddia ediyorsunuz? Hâlbuki bunun yalan ve iftira olduğunu daha önce açıklamıştık.

Müneccimlerin ve sihirbazların işi olduğunu söylediğiniz konuya gelince; biliniz ki onların çarpıtma, vehme düşürme ve aldatmaları; avam, havas, kadınlar, çocuklar ve ahmakların cahillerine sundukları ince yiyecekleri vardır. Bu size ve birçok akıllı ve edibe gizli kalır. Onlardan biri olanları daha olmadan önce bildirir, gelecekten haber verir ve doğru bilgi, açık aklî deliller ve ispatlayın burhanlar olmadan onu ürkütür. Şöyle der: Şu kadar ay, şu kadar yıl sonra filan şehirde şöyle şöyle olur. O, beldesinde, kavminde ve komşularında nelerin olduğunu; kendisinde, malında, çocuklarında, hizmetçilerinde veya işleriyle ilgilendiği kimselerde nelerin meydana geldiğini bilmeyen bir cahildir. O, aleyhine değerlendirmede bulunulmaması, doğ­ruluğunun, yalancılığının, çarpıtma ve hilesinin anlaşılmaması için ancak uzak bir yerde ve uzun bir zamanda gabya taş atar.

Sonra ey insan, bil ki müneccimin sözüne ancak sizin kral ve zorbalarınızdan olan zalimler ve azgınlar, geçici şehvetlerle gururlanan firavunlar ve nemrutlar, zor­ba Nemrut, sütunlar sahibi Firavun, ülkelerde azgınlık yapan ve çocukları öldürme gibi bozgunları artıran Semud ve Ad gibi ahireti ve dönüş yurdunu inkâr edenler, eski ilmi ve kesin kaderi bilmeyenler aldanır. Yıldızların yaratıcı ve yöneticisini bil­meyen, bilakis dünyadaki işleri yedi yıldızın ve on iki burcun idare ettiğini zanneden ve vehmeden, bütünün üstündeki rabler rabbi, sebepler sebebi ve hesap gününün sahibi olan yöneticiyi tanımayan müneccimler derler. Allah onlara kudretini, emir­lerinin ve iradesinin uygulamasını defalarca gösterdi. Şöyle ki müneccimler, zorba Nemrut’a memleketinde yılların birinde yakınlık delilleriyle bir çocuğun doğacağı­nı, yetişeceğini, onun büyük bir konumunun olacağını ve putlara tapanların dinine karşı çıkacağım haber verdiler. Onlara dedi ki: Hangi evde olacak, nerede büyüye­cek, hangi gün doğacak?

Bilemediler. Fakat onun vezirleri ve arkadaşları, öldürülenlerin tamamı içinde olması için o sene doğacak bütün çocukların öldürülmesini emrettiler. Bunun müm­kün olduğunu sandılar. Bunun sebebi, onların ezelî ilmi, kesinleşmiş kazayı ve mut­laka olması gereken gerçek kaderi bilmemeleridir. Meydana gelecek olay konusunda işaret ettikleri şeyi yaptı. Yüce Allah, dostu İbrahim’i onların tuzak, hile ve komplo­larından kurtardı.

Müneccim Musa Aleyhisselam’ın doğumunu haber verdiğinde Firavun da böyle yaptı. Allah, emrinin ulaşmasını istediği için muhatabını[53] onların tuzak ve komp­losundan kurtardı. Firavun, Haman ve orduları, kaygılandıkları şeyi gördüler. Ast­roloji bu misal ve kıyasa göre gerçekleşir. Bu, Allah’ın kaza ve kaderine karşı onlara fayda sağlamadı.

Sonra ey insanlar topluluğu, müneccimlerin sözüyle sizin gurur ve azgınlığınız­dan başka bir şeyiniz artmıyor. İbret almıyor, düşünmüyor ve cehaletinizden uyan­mıyorsunuz. Şimdi gelmiş, bize karşı müneccimleriniz, tabipleriniz, mühendisleri­niz ve filozof bilgelerinizin olmasıyla övünüyorsunuz.

Papağan konuşmasının bu noktasına gelince kral şöyle dedi: Allah seni iyi ödül­lendirsin. Ne güzel söyledin ve açıkladın!

Bölüm

Sonra kral, yırtıcıların liderine dedi ki: Bize olacakları olmadan önce bilmenin faydasının ve ilgisinin ne olduğunu delillerle haber ver. Bir şeyi gidermek, engelle­mek ve ondan kaçınmak mümkün olmadığı zaman bu işten anlayanlar, zecr (engel­leme), kehanet, astroloji, fal, kura, çakıl vurma, avuç içine bakma ve benzeri istidlal (kanıt sağlama) çeşitleriyle yıllar ve zamanlar içinde cereyan eden, korkulan ve sakı­nılan bela, musibet ve hadiselerden neyi haber veriyor?

Lider şöyle dedi: Evet, ey kral, onları gidermek ve onlardan sakınmak mümkün­dür. Fakat bu astrologların ve diğer insanların istediği ve arzuladığı şekilde olmaz.

Kral dedi ki: Bu nasıl olur? Ne şekilde istenmesi, giderilmesi ve kaçınılması ge­rekir?

Lider şöyle dedi: Yıldızların Rabbinden, yaratıcısından ve yöneticisinden yardım istemek suretiyle.

Kral dedi ki: Ondan nasıl yardım istenir?

O şöyle dedi: Dua, ağlama, yalvarma, oruç, namaz ve ibadet evlerinde namaz ve sadaka, doğru niyet ve kalp ihlâsı gibi ilahi yasa geleneklerini ve nebevi şeriat hü­kümlerini kullanmak ve Allah Tebarek ve Teala’dan onları kendilerinden dilediği gibi uzaklaştırmasını ve çevirmesini istemek suretiyle. Ya da o bu konuda onlar için hayır ve iyilik meydana getirir. Çünkü astrolojik ve zecrî/engelleyici deliller olacakları ol­masından önce ancak yıldızların Rabbinin, yaratıcısı, yönetici ve şekillendiricisinin yapacaklarından haber verir. Yıldızların Rabbinden ve felek ve yıldızlar üstündeki güçten yardım istemek, olacakların hükümlerini kıran ve devir hükümleriyle, yıl ve ayların şanslarıyla ve diğer doğanlarla gerektiren şeyleri gidermede astrolojik ve zecrî incelemelerden/ihtibarattan yardım istemekten daha evla, daha doğru ve daha gereklidir.

Kral dedi: Şeriatların sünnetleri belirttiğin şartlarda kullanılırsa ve Allaha dua ederlerse malumda olanı ehli üzerinden mutlaka kaldırır mı?

O şöyle dedi: Onun mutlaka malumdaki şey olması gerekir. Fakat Allah bazen onun ehlinden olanın kötülüğünü giderir, onlar için onda bir hayır ve iyilik meydana getirir ve onları kurtuluş alanına çeker.

Kral dedi ki: Bu nasıl oluyor? Bana açıkla.

O şöyle dedi: Ey kral, Nemrut’un müneccimleri ona yaklaşmayı/kıranı haber ver­diğinde bu yeryüzünde dini putperestlerin dinine aykırı olan bir çocuğun doğacağı­na delalet etmiyor muydu? Onlar bununla İbrahim Halilürrahman'ı kast etmiyorlar mıydı?

[Kral:] “Evet” dedi.

O şöyle dedi: Nemrut, dini, memleketi, tebaası ve ordusu için bir fesat ve felaket­ten korkmuş değilmiydi?

[Kral:] “Evet” dedi.

O şöyle dedi: Değil mi ki o, yıldızların Rabbinden ve yaratıcısından bunda ken­disi, tebaası ve ordusu için hayır ve iyilik kılmasını dileseydi Yüce Allah onun, ordu­sunun ve tebaasının İbrahim’in dinine girmesini sağlardı. Bunda onlar için bir hayır ve iyilik yok mu?

[Kral:] “Evet” dedi.

Firavunun durumu da böyledir. Müneccimleri ona Musa Aleyhisselam’ın doğa­cağını haber verdiklerinde Rabbinden onu kendisi için mübarek ve göz aydınlığı kıl­masını istese ve onun dinine girseydi, bu onun, kavmi ve ordusu için iyilik olmaz mıydı? Nitekim karısı ve insanların kendisine en sevimlisi ve en özeli olan kişi böyle yapmıştır. Yüce Allah o adamı Kuranda anmış, methetmiş ve övmüştür: “Firavun ai­lesinden imanını gizleyen bir adam dedi ki: Rabbim Allah diyen bir adamı öldürüyor musunuz?”[54] Yüce Allah’ın şu sözüne kadar: “Allah onu kurdukları tuzaktan korudu. Kötü azap Firavun ailesini kuşattı.”[55] [56] Yunus Aleyhisselam’ın kavmi de böyle değil miy­di? Kendilerini kuşatan azaptan korkunca yıldızların Rabbi, yaratıcısı ve yöneticisi olan Rablerine dua ettiler, o da onların üzerinden azabı kaldırdı. O zaman astroloji ilminin ve olacakları olmadan önce haber vermenin faydası, onlardan kaçınma veya onları giderme şekli veya onlardaki hayır ve iyilik açıklığa kavuşmuş oldu. Bundan dolayı Musa Aleyhisselam İsrail Oğullarına tavsiyede bulunarak şöyle dedi: “Paha­lılık, kuraklık, fitne, çoraklık, düşman istilası, kötülerin iktidarı ve iyilerin musibeti gibi afet ve felaketlerden korktuğunuz zaman yalvarma, dua, Tevrat’ın namaz, zekât, sadaka ve kurban gibi kurallarını yerine getirme, pişmanlık, tövbe, ağlama ve Yüce Allah’a yakarmaya dönün. O kalplerinizin ve niyetlerinizin doğruluğunu bilirse endi­şelerinizi giderir ve korktuğunuz ve müptela olduğunuz şeyleri üzerinizden kaldırır.”

Peygamberlerin ve elçilerin sünneti -kendilerine selam olsuninsanlığın atası Âdem’den Muhammed’e -ikisine de salât, selam, tahiyyat ve hoşnutluk olsunkadar hep böyle cereyan etmiştir.

Astroloji hükümlerinin ve olacakları ve onlara delalet eden afet ve felaketleri olu­şundan önce haber vermenin, müneccimlerin ve onların “cüzî bir şans seçmelerini, bütünün hükümlerini gerektirenlerden parçayla sakınmalarını” söyleyen sözüne aldananların kullandığı gibi değil, bu şekilde kullanılması gerekir. Feleğe karşı feleğin Rabbinin gücünün kullanılması nasıl caiz olmasın? Nitekim Yunus Aleyhisselam’ın kavmi ile Salih ve Şuayb (a.s)’ın kavmine mensup müminler böyle yapmışlardır.

Bu örnekte olduğu gibi, hastaların ve illetlilerin tedavisinin önce Yüce Allah’a dua ile dönmek, ondan istemek ve ondan kendilerine de astroloji hükümleri konusunda bahsettiğim kaldırma, giderme ve iyilik gibi yapmasını temenni etmek suretiyle ol­ması gerekir. Nitekim Yüce Allah, İbrahim’in durumunu onun şu sözüyle açıklamış­tır: “Beni yaratan; bana yol gösteren, beni doyuran, bana içiren ve hastalandığımda bana şifa verendir*6 Dönüş, tabiplerin sanattaki eksik, tabiat hükümlerini bilme­yen ve tabiatın Rabbinin ve sanatındaki lütf ünün bilgisinden gafil olan hükümlerine doğru olmamalıdır. Öyle ki sen insanların çoğunun hastalıklarının başlangıcında tabiplere sığındıklarını görürsün. Tedavi ve iyileştirme uzayınca, bu kendilerine fay­da vermeyince, onlardan ve tedavilerinden umutlarını kesince Yüce Allah’a dönerler, mecbur kalanlar gibi dua ederler, bazen kâğıt parçasına yazarlar ve onu mescit ve ki­lise duvarlarına veya sütunlarına asarlar. Birbirlerini çağırırlar, şöhret ve ceza/nekal ile seslenirler. Onların sözü şöyledir: Dertli için dua edene Allah merhamet etsin. Nitekim meşhurlara böyle yapılır. Bu, hırsızlık yapan, yol kesen veya buna benzer iş­ler yapanların cezasıdır. Eğer onlar daha işin başında Yüce Allah’a dönseler, gizlice ve açıktan ona dua etselerdi kendileri için şöhret ve cezadan daha hayırlı ve iyi olurdu.

Astroloji hükümlerinin, felaketlerin zararını gidermede ve onların hükümlerin gerektirdiklerinden ve bunlara delalet eden hadiselerden kaçınmada müneccimlerin kullandığı gibi değil, bu örnekte olduğu gibi kullanılması gerekir. Onlar onu bunla­rın olan gereklerinden sakınmak için tikel şanslarla öğrenmeye çalışarak kullanırlar. Onları senelerin, ayların, toplumların, geleceklerin ve duanın kabul edilmesi, bağış­lanma talebi ve Yüce Allah’tan korktukları ve sakındıkları şeyleri üzerlerinden dile­diği gibi çevirmek suretiyle kaldırması isteği için uygun vaktin seçilmesinin şansları/ tavali gerektirir. Nitekim şöyle anlatırlar: Bir krala müneccimleri zamanın birinde şehir halkından bazılarını helak etmesinden korktuğu bir hadiseyi haber verdiler. Onlara dedi ki: Ne şekilde ve niçin oluyor?

Ayrıntılı olarak bilemediler; fakat şöyle dediler: Tahammül edilemeyen bir sul­tandan.

Onlara dedi ki: Bu ne zaman olacak?

Dediler ki: Bu sene, bu ayda.

Kral, ondan nasıl sakınılacağı konusunda görüş sahipleriyle istişare etti. Din ve tak­va sahipleri ve dindarlar kendisinin ve tüm şehir halkının şehir dışına çıkmasını ve müneccimlerin haber verdiği korkulan ve sakınılan şeyi kendilerinden uzaklaştırması için Allaha dua etmelerini önerdiler. Kral onların önerisini kabul etti ve olayların çı­kacağından korktukları bu ay içinde dışarı çıktı. Şehir halkının çoğu da onunla birlikte çıktı, korktuklarını kendilerinden uzaklaştırması için Allah’a dua ettiler ve bu gece­yi aynı halde geçirdiler. Şehirde müneccimlerin verdiği haberi önemsemeyen, ondan korkmayan ve kaçınmayan bir topluluk kaldı. Gece büyük bir yağmur ve Arim seli (Kuran-ı Kerimde geçen büyük bir sel felaketi) geldi. Şehir vadinin çıkışında kurul­muştu. Şehirde geceleyenler helak oldu, dışarı çıkıp çölde geceleyenler kurtuldu. Böylece bir topluluktan uzaklaşıyor, bir topluluğa isabet ediyor. Ortadan kalkmayan ve ol­ması gereken şeye gelince; fakat Allah bu hususta dua eden, sadaka veren, namaz kılan ve oruç tutan kimselere, Nuh kavmine yaptığı gibi, hayır ve iyilik lütfediyor. Onlardan iman eden kimse kurtuldu ve o bu konuda onlara iyilik yaptı. Nitekim Yüce Allah bunu şu sözüyle ifade etmiştir: “Biz onu ve gemide onunla beraber olanları kurtardık, ayetlerimizi yalanlayanları ise boğduk. Onlar basiretleri kapalı bir topluluk idiler.”[57]

Tabiatçı, mantıkçı ve cedelci (tartışmacı) filozoflarınız ise sizin lehinizde değil, aleyhinizdedirler.

İnsan: “Bu nasıl olur?” dedi.

O şöyle dedi: Çünkü onlar Âdemoğullarını düzgün yöntemden, doğru yoldan, dinden ve şeriat hükümlerinden ihtilaflarının çokluğu, görüş, düşünce ve iddiala­rının çeşitliliği ile saptırıyorlar. Onların arasında âlemin kıdemini, heyulanın kıde­mini, suretin kıdemini savunanlar vardır. Onlar arasında iki neden, üç neden, dört neden, beş neden, altı neden, yedi neden olduğunu iddia edenler vardır. Onlar ara­sında yaratıcı ile yaratılanın beraber olduğunu savunanlar vardır. Onlar arasında sonsuzluğu savunanlar da sonluluğu savunanlar da vardır. Onlar arasında ahireti hem kabul edenler hem de inkâr edenler vardır. Onlar arasında peygamberleri ve vahyi hem kabul edenler hem de inkâr edenler vardır. Onlar arasında şüphe eden, kuşkuya düşen ve şaşıran kimseler vardır. Onlar arasında aklı ve burhanı savunan­lar vardır. Onlar arasında insanların yakalandığı, hayret, şüphe ve ihtilafa düştüğü değişik düşünceleri ve çelişkili görüşleri taklit edenler vardır. Bizim mezhebimiz bir, yolumuz bir, Rabbimiz birdir. Ona hiçbir şeyi ortak koşmayız. Onu sabahları tespih, akşamları takdis ederiz. İçimizden kimsenin kötülüğünü istemeyiz. İçimizde onunla ilgili kötülük gizlemeyiz. Yüce Allah’ın yarattıklarından hiçbirine karşı övünmeyiz. Yüce Allah’ın bölüştürdüklerinden razıyız. Biz onun hükümlerine boyun eğiyoruz. Hüküm, yönetim ve sanatında Rablerine itiraz edenlerin dediği gibi, niçin, nasıl ve neden yaptı ve yönetti demiyoruz.

İçinizdeki mühendis ve yüzölçümcülerden bahsettin ve onlarla övündün. Haya­tım üzerine yemin ederim ki onların anlamada çok mahir ve iddia ettiklerini tasav­vurdan uzak olan burhanlarla ilgilenmeleri vardır. Fakat onların çoğu, öğrenilmesi gerekli ilimleri öğrenmeyi terk ettikleri için düşünmezler. Onları bunlara dair bilgi­sizlik kaplamaz. İddia ettikleri gereksiz fuzulilikler üzerinde gelişirler. Onlardan biri ormanların ve kazıkların alanıyla, dağların tepe yüksekliğini, denizin dibinin derin­liğini, çöl ve bozkırların parçalanmasını, feleklerin bileşimini, ağırlıkların merkezle­rini ve benzeri şeyleri bilmeyle ilgilenir. Fakat o bununla beraber beden bileşiminin ve vücut alanının keyfiyetini, ince ve kahn bağırsak uzunluğunun ve göğüs, kalp, akciğer ve beyin boşluğunun genişliğinin bilgisini, midesinin ve kemik şekillerinin yaratılış niteliğini, beden eklemlerinin uyumunu ve bilmesi kolay, anlaması yakın, bilmesi zorunlu, düşünmesi faydalı, dikkate alması Rabbini, yaratıcısını ve şekillen­diricisini bilmeye yönelten ve ileten benzer şeyleri bilmez. Nitekim Peygamber (as) şöyle demiştir: “Kendisini bilen Rabbini bilir.” Bütün bu şeyleri bilmemekle birlikte bazen Allah’ın kitabını bilmeyi, şeriat ve dininin hükümlerini anlamayı ve mezhe­binin sünnetlerinin gereklerini anlamayı da terk eder. Ne onları terk etmesi ne de bilmemesi onu içine ahr.

Tabipleriniz ve doktorlarınızla övünmenize gelince; hayatıma ant olsun ki geniş karınlarınız, eziyet verici şehvetleriniz, açgözlü nefisleriniz, çeşitli yiyecekleriniz, onlardan kaynaklanan müzmin hastalıklarınız, acı veren illetleriniz, sizi tabiplere koşturan öldürücü ağrılarınız olduğu müddetçe siz onlara muhtaçsınız. Şiirde ne güzel söylenmiştir:

“Tabip tıbbı ve tedavisiyle

Gelmiş bir kötülüğü gideremez.”

Allah sizin tabiplerinizi artırdı. Çünkü tabibin muayenehane kapısının önünde hasta, illetli ve sağlıksız kimseden başkası görülmez. Nitekim müneccimin dükkân kapısının önünde de felaketzede, talihsiz ve korkaktan başkası görülmez. Müneccim onun felaketine felaket eklemekten başka bir şey yapmaz. Bir parça ahr; kesinlik ve burhana dayanmayan, aldatıcı, tahmin ve zanna dayalı süslü konuşma dışında ne saadetini çabuklaştırabilir ne de felaketini geciktirebilir.

Aranızdaki tabip müsveddeleri de böyledir. Hastanın rahatsızlığını, illetlinin ateşli acısını artırırlar. Hastanın iyileşmesi bazen ilaç içmesiyle olur. O, bilgisizli­ğinden dolayı bunu yasaklar ve ondan ahkoyar. Tabiatın hükmüne rağmen onu terk ederse belki iyileşmesi daha hızlı, şifası daha başarılı olur. Ey insan, sen tabipleriniz ve müneccimlerinizle övünüyorsun; ama bu lehinize değil, aleyhinizedir.

Biz ise tabip ve müneccimlere muhtaç değiliz. Çünkü biz günlük yemekten başka bir şey yemeyiz. Günün zaruri gıdası tek çeşit ve tek yemekten oluşur. Dolayısıyla bize değişik hastalıklar ve çeşitli illetler bulaşmaz. Biz ne tabiplere ne ilaç içmeye, ne panzehire, ne de sizin muhtaç olduğunuz tedavi yöntemlerine ihtiyaç duyarız. Bütün bu haller hürler, hayırlılar ve seçkinlere layık ve uygun; onlar ise köleler ve talihsiz­lere layık ve uygundur. Öyleyse yalan ve iftira dışında herhangi bir delil ve burhana dayanmadan kendinizin bizim efendimiz olduğunuzu, bizim ise sizin köleniz oldu­ğumuzu nereden çıkarıyorsunuz?

Bahsettiğiniz ve övündüğünüz tacirleriniz, başkanlarınız ve ileri gelenlerinize ge­lince; ne sizin ne de onların üstünlüğü vardır. Çünkü onların hali kölelerin, mutsuz­ların ve güçsüz fakirlerinkinden daha kötüdür. Gün boyu kalplerinin meşgul, beden­lerinin yorgun, nefislerinin kederli, ruhlarının azaplı olduğunu görürsün. Yaptıkla­rında oturmazlar, devşirmeyecekleri şeyleri dikerler, yemediklerini toplarlar, bina­ları imar, kabirleri harap ederler. Dünya işlerinde zeki, ahiret işlerinde ahmaktırlar. Birisi dinar ve mal toplar, kendisi için harcamakta bile cimrilik eder, onu karısının kocasına, kızının kocasına, oğlunun karısına veya varisine bırakır. Başkaları için yo­rulurlar ve başkalarının işlerini yaparlar.

Tacirleriniz ise haram helal demeden toplarlar, dükkânlar ve hanlar yaparlar, bu­raları mallarla doldururlar, tekelcilik yaparlar, onları kendilerinden, komşularından ve dostlarından bile esirgerler, fakirlere ve düşkünlere haklarını vermezler, yangın, batma, hırsızlık, zalim sultanın el koyması, yol kesme veya benzeri şekillerde bir çırpıda elinden çıkıncaya kadar harcamazlar. Eliyle yaptıklarının cezası olarak üzün­tüsü ve musibetiyle kalır. Ne çıkardığı bir zekât, ne verdiği bir sadaka, ne iyilik ettiği bir yetim, ne bir güçsüze yaptığı hayır, ne akrabaya gösterdiği bir yakınlık, ne arka­daşa yaptığı bir ihsan, ne mead için hazırladığı bir azık, ne de ahiret için yaptığı bir hazırlık vardır.

Nimet ve mürüvvet erbabı dediğin kimselerin eğer bahsettiğin gibi mürüvveti olsaydı hayat onları sevindirmezdi. Fakirlerini, komşularını, kardeş çocuklarından oluşan yetimleri, türlerinin fertlerinden oluşan zayıfları, aç, çıplak, hasta, müzmin, felçli, kendilerinden bir dilim ekmek, bir parça kumaş dilenmek için yola atılmış halde gördüklerinde onlarla ilgilenmezler, onlara merhamet etmezler ve onları dü­şünmezler. Onlardaki nasıl bir mürüvvet, nasıl bir kardeşliktir? Lezzetleri onları nasıl sevindiriyor? Dikkat edin, onlar hayvanlar gibidirler, hatta yol itibariyle daha sapıktırlar.

Kâtipler, valiler ve divan üyelerinden bahsetmiş ve onlarla övünmüştün. Size, an­layışlarının dakik, temyizlerinin iyi, tuzaklarının ince, dillerinin uzun ve kitaplarda­ki hitaplarının etkili olması sebebiyle başkalarının yönelmediği kötülük sebeplerine yönelen ve başkalarının ulaşmadığı şeylere ulaşan kötülerle övünmek yakışır. On­lardan biri kardeşine veya arkadaşına secili lafızlar, tatlı konuşma ve kışkırtan fasih hitapla süslü sözler yazar. Onun arkasından onun sonunu getirmekle, nimetini yok etmek için hile yapmakla, onu kızdırma sebeplerine ulaşmakla, müsadere işlerini düzenlemekle ve malına el koymayı tevil etmekle uğraşır.

En iyileriniz olarak gördüğünüz, Rableri katında sizin için yapacakları dua ve şefaatin kabul edileceğini umduğunuz Kuran okuyucuları ve dindarlarınız; bıyık kesme, yen kısaltma, peştamal ve pantolon paçası sıvama, yün ve kıldan yapılmış kaba ve eski püskü elbiseler giyme, uzun süren suskunluk, çok ibadet etme, din âlimi olmayı ve şeriat hükümleri ile dinin sünnetlerini öğrenmeyi bırakma, nefsi ıslah et­meyi ve ahlâkı güzelleştirmeyi terk etme gibi takva, huşu, züht ve inziva gösterisiyle sizi aldattılar; alınlarındaki secde, dizlerindeki nasır izleri görününceye kadar bilgi­sizce çok rükû ve secde ile meşgul oldular; beyinleri kalınlaşıncaya, dudakları çatla­yıncaya, vücutları zayıf düşünceye, renkleri değişinceye, belleri bükülünceye kadar yemeyi ve içmeyi terk ettiler. Kendileri gibi olmayanlara karşı kalpleri kin, nefret ve sertlikle; ruhları içerde Rablerine karşı vesvese ve husumetle doludur. İblisi, şeytan­ları, kâfirleri, fasıkları, günahkârları, kötüleri, niçin yarattı? Onları niçin yetiştirdi ve rızıklandırdı? Onları güçlendiriyor, mühlet veriyor ve helak etmiyor. Neden böyle yaptı? Kalpleri bu gibi arzu, hurafe ve vesveselerle doludur ve ruhları kuşkucu ve şaş­kındır. Onlar sizin yanınızda iyi iseler de Allah katında kötüdürler. Bunlar görünür­de insan olsalar da manevî olarak böyle değildirler. Onların nesiyle övünüyorsunuz? Onlar sizin için ancak utançtır.

Fakihleriniz ve âlimlerinize gelince; Onlar, dinde dünyayı hedefleyerek, başkan­lık, valilik, kadılık ve görüş ve kıyaslarıyla müftülük umarak derinleşen kimseler­dir. Yorumlarıyla bazen helal, bazen haram kılarlar. Müteşabihlerin peşine düşerler, Allah’ın indirdiği muhkem ayetlerin hakikatini terk ederler. Sanki bilmiyorlarmış gibi onların arkalarına atarlar ve şeytanların kalplerine fısıldadığı hayalleri takip ederler. Bütün bunlar, Yüce Allah’tan korkmadan ve sakınmadan dünyayı talep et­mek ve başkanlık kazanmak içindir. Onlar ahirette ateşin yakıtıdırlar. Ya da Allah’a tövbe eder ve ondan bağışlanma dilerler. Sizin için bunun hangisi övünç?

Kadılarınız, adaletçileriniz ve arındıranlarınız ise daha kurnaz, daha zalim ve daha azgındırlar. Onlar tutum itibariyle firavun ve zorbalardan daha kötüdürler. Onlardan birinin yöneticilikten önce sabahları mescitte oturup namazını muhafa­za ettiğini, işiyle uğraştığını, yeryüzünde komşuları arasında vakarla yürüdüğünü görürsün. Fakat yönetim ve kadılığı üstlenince güzel bir katıra, semerli, eğerli, zen­cilerin taşıdığı bir örtüsü olan ve yeryüzünde sürüklenen iki nah bulunan bir Mısır eşeğine bindiğini görürsün. Zalim sultandan kendisini ona götüren yetim ve vakıf mallarıyla kadılığı temin eder. Düşman onunla haksız kazanç ve rüşvet karşılığında anlaşma yapar. Onlardan rüşvet kabul eder. Cinayet, yalancı şahitlik, emanet ve gü­venilen şeyleri yerine getirmeyi bırakmada onlara ruhsat verir. Onlar, Tevrat, İncil ve Furkanda (Kur an) kınanmışlardır. Allah’a karşı kibirleniyor ve saygısızlık mı edi­yorsunuz?

Peygamberlerin -kendilerine selam olsunvarisleri olduklarını iddia ettiğiniz halifelerinizi tasvir etmek için Yüce Allah’ın söylediği yeter. Allah’ın Elçisi (a.s.) dedi ki: “Zorbalığın ortadan kaldırmadığı hiçbir nübüvvet (peygamberlik) yoktur.” Hila­fet diye adlandırıyorlar, zorbalar gibi davranıyorlar ve kendileri her yasağı işledik­leri halde çirkin işlerden alıkoyuyorlar. Allah’ın dostlarını ve peygamberlerin (a.s.) çocuklarını öldürüyorlar, onlara sövüyorlar, haklarını gasp ediyorlar, içki içiyorlar ve günahlara dalıyorlar. Allah’ın kullarını hizmetçi, dönemlerini devlet, mallarını ganimet edindiler. Allah’ın nimetini küfür ile değiştirdiler, insanlara övünmek için sert davrandılar, dönüş konusunu unuttular, dini ve ahireti dünya karşılığında sattı­lar. Elleriyle kazandıklarından dolayı onlara yazıklar olsun! Elde ettiklerinden dolayı yazıklar olsun onlara! Onlardan biri yönetici olunca işe önce babaları ve selefleri için saygınlığı bulunan kimseleri yakalamakla başlar ve nimetini yok eder. Belki amca­larını, kardeşlerini, amca oğullarını ve akrabalarını öldürür. Bazen gözlerine çeker, onları hapseder, sürgün eder veya onlardan kurtulur. Bütün bunları kötü zanları ve kesin inançlarının eksikliği sebebiyle, güç yetirileni elinden kaçırma korkusu ve mu­kadderde olmayanı elde etme umuduyla yaparlar. Bütün bunları aşırı dünya düş­künlüğü, onu şiddetli arzulama, ona tamahkârlık gösterme, ahirete az istekli olma ve orada amellere karşılık verileceğine az inanma sebebiyle yaparlar. Bu özellikler hürlerin huylarından ve seçkinlerin eylemlerinden değildir. Ey insan, sizin hayvan­lara karşı krallarınız, beyleriniz ve sultanlarınızı anarak övünmeniz lehinize değil, aleyhinizedir. Bizim köle olduğumuz, kendinizin efendi olduğunuz iddiası geçersiz, yalan ve iftiradır. Bu sözümü söylüyor, kendim ve sizler için Allah’tan bağışlanma istiyorum. O bağışlayan ve merhamet edendir.

Bölüm

Papağan sözünü bitirince kral çevresindeki cin ve insan filozoflarına şöyle dedi: Bana kendisiyle üzerine uzun binalar ve revak ve dehliz benzeri kolyeler yaptığı bu çamuru ağaç kurduna/beyaz karıncaya getirenin kim olduğunu haber verin. O, ne koşacak ayakları, ne de uçacak kanatları olan bir hayvandır.

îbranilere mensup bilgili filozof dedi ki: Evet, ey kral, bu çamuru ona onun Davud Oğlu Süleyman (a.s.)’ın değneğini yediği gün kendilerine yaptığı ihsandan do­layı ona bir mükâfat olarak cinlerin taşıdığını işittik. Dolayısıyla [Süleyman] yere kapaklandı ve cinler onun öldüğünü anladılar, kaçtılar ve acıklı azaptan kurtuldular.

Kral, çevresindeki cin âlimlerine şöyle dedi: İnsanın bahsettiği şey hakkında ne diyorsunuz?

Dediler ki: Biz cinlerin böyle bir şey yaptığını bilmiyoruz. Zira eğer cinler oraya toprak, çamur ve su taşımış olsalardı onlar hâlâ aşağılayıcı azap içinde olurlardı. Çün­kü Süleyman onlara bina yapımında su ve toprak taşıma dışında bir iş yüklemiyordu.

Yunanlı filozof dedi ki: Ey kral, bizde buna dair bir ilim var ve o bu İbrani’nin bahsettiğinden farklı bir şey.

Kral şöyle dedi: Bana onun nasıl bir şey olduğunu anlat.

O dedi ki: Pekiyi, ey kral, bu hayvan, zarif yaratıhşh ve ilginç tabiatlı bir hayvan­dır. Mesela; tabiatı çok soğuk ve bedeni gevşektir; şişkin gözenekleri hava ile dolar, tabiatının aşırı soğukluğundan donar, suya dönüşüp bedeninin dışına ter olarak sü­zülür, üzerine daima hava bulutu çöker, ıslanır ve kir gibi toplanır. O bunu bede­ninden toplar ve kendi üzerinde onu afetlerden koruyacak olan bu yüksek kuleleri yapar. Onun neştere benzer iki keskin bıçağı vardır. Onlarla tohum, odun, meyve ve bitki kırpar; tuğla ve taşları oyar.

Kral cırcırböceğine şöyle dedi: Bu hayvan senin liderleri olduğun böceklerdendir. Yunanlının dediği hakkında ne düşünüyorsun?

Cırcır böceği dedi ki: Dediklerinde hakh; fakat tasvir henüz tamamlanmadı ve bitmedi.

Kral: “Sen tamamla!” dedi.

O dedi ki: Yüce Yaratıcı yaratılmış türlerini belirlediğinde ve nimet ve ihsanları aralarında bölüştürdüğünde onun kendilerine olan adaleti, ilhamı ve insafı gereği denk ve eşit olmaları için aralarında hikmetiyle adaleti gerçekleştirdi. Onu hamt ile tespih ederim. Mahlûkat içinde onun deve ve fil gibi büyük cüsse, güçlü yapı, hor ve hakir nefis verdikleri vardır. Onlar içinde lütufkâr yaratıcının adalet ve hikmeti gereği nimet ve ihsanlarda denk olmaları için güçlü, değerli, bilgili ve hikmetli nefis ve küçük bünye verdikleri vardır.

Kral, cırcırböceğine şöyle dedi: Bana daha fazla açıklama yap.

Dedi ki: Pekiyi. Ey kral, file bakmaz mısın? Cüssesinin büyüklüğüne ve yaratılı­şının iriliğine rağmen nefsi nasıl da hakirdir! Omzuna binen küçük çocuğa boyun eğer, onu dilediği gibi çevirir. Deveye bakmaz mısın? Cüssesinin iriliğine ve boy­nunun uzunluğuna rağmen bir fare veya bokböceği de olsa yularını çeken kimseye itaat eder. Onlardan daha küçük olan küçük böcekler içindeki çekirgeye bakmaz mı­sın? Ağzıyla file vurunca onun nasıl öldürür ve helak eder? Ağaç kurdu da böyledir. Onun küçük cüssesi ve zayıf bünyesi olsa da güçlü bir nefsi vardır. İpekböceği, meme kurdu ve eşekarısı gibi diğer küçük cüsseli hayvanlar da böyledir. Bedenleri küçük ve yapıları zayıf da olsa onların bilgili ve hikmetli nefisleri vardır.

Kral şöyle dedi: Bundaki hikmet boyutu nedir?

O dedi ki: Çünkü Yüce Yaratıcı, güçlü bünyenin ve büyük cüssenin ağır iş, zor çalışma ve yük taşıma dışında bir şeye elverişli olmadığını bilir. O bunlara büyük nefisler ekleseydi ağır işe ve zor çalışmaya boyun eğmez, reddeder, inkâr eder, inat eder, direnir ve kaçınırlar. Yarattıklarının menfaatlerini bilen yaratıcı eksiklikten münezzehtir. Ama küçük cüsseler ve balansı, ipekböceği ve meme kurdu ve ben­zerlerinin nefisleri gibi bilen büyük nefisler, sanatlarda maharetten başka bir şeye elverişli değildir.

Kral: “Bana daha çok açıklama yap.” dedi.

O dedi ki: Pekiyi. Sanatta maharet; arının sanatında olduğu gibi, onun üretken çalışmasının nasıl ve işinin hangi şeyden olduğu ve ne ile çalıştığı bilinmez. Çünkü evlerini ve yuvalarını pergel, cetvel ve diğer araçlar olmadan nasıl altıgen şeklin­de yaptıkları bilinmez. Bal ve mumu nereden topladıkları, nasıl ürettikleri ve nasıl ayırdıkları bilinmez. Eğer büyük cüsseli olsalardı bu anlaşılır, gözlemlenir, görülür ve idrak edilirdi. İpekböceğinin durumu da böyledir. Eğer o iri cüsseli olsaydı bu ince ipi nasıl gerdiği, eğirdiği ve sardığı görülürdü. Ağaç kurdunun bina yapması da böyledir. İri cüsseli olsaydı bu çamuru nasıl ıslattığı ve nasıl bina yaptığı görülürdü. Ey kral, Yüce Yaratıcının âlemin yaratılışını inkâr eden insanların filozoflarına kud­retini mevcut heyula ile değil, mumdan ev edinen ve mevcut madde olmadan bal toplayan arının sanatıyla kanıtladığını sana haber vereyim.

Kral şöyle dedi: İnsanlar onların bitki çiçeklerinden ve ağaç yapraklarından top­ladıklarını zannettiler.

O dedi ki: İlim, kudret, hikmet ve felsefelerinin olduğunu iddia ettikleri halde ni­çin bunlardan kendileri bir şey toplamıyorlar? Eğer onlar bunu yeryüzünden, sudan veya havadan topluyorlarsa niçin onlardan bir şey görmüyorlar, bunu nasıl topla­dıklarını, taşıdıklarını, ayırdıklarını, bina yaptıklarını ve depoladıklarını bilmiyor­lar? Aynı şekilde onların elinde Yüce Allah’ın nimetleri çoğalınca Yaratıcı, kudretini azgın ve zalim zorbalara mesela Nemrut’u en küçük cüsseli böceğin öldürmesi şek­linde gösterdi. Aynı şekilde Firavun, Musa’ya karşı azgınlık zulüm yapınca onun üze­rine çekirge sürüsünü ve onlardan daha küçük olan bitleri gönderdi; o onları yendi, fakat ibret almadı ve geri durmadı. Yine Allah, Süleyman Aleyhisselam’da krallık ve peygamberliği toplayınca, saltanatını övünce, cinleri ve insanları onun hizmetine verince ve yeryüzü krallarına üstün gelip onları yenince cinler ve insanlar onun işi hakkında şüpheye düştüler ve onun şu sözüyle reddetmesine rağmen bunun kendi­sine ait bir hile ve güç ile olduğunu zannettiler. “Bu, şükür mü, yoksa nankörlük mü edeceğimi denemek için Rabbimin bir lütfudur.”88 Sözü onlara fayda etmedi, kalple­rindeki bu konuyla ilgili şüpheyi gidermedi. Nihayet Allah bu ağaç kurdunu gönder­di ve o onun değneğini kemirdi. O, mihraba yüzüstü kapaklandı. Cin ve insanlardan kimse ona olan saygı ve taziminden dolayı buna cesaret edemedi. Allah, onların be­denlerinin büyüklüğü, cüsselerinin iriliği ve saldırganlıklarının şiddetiyle övünen zorba krallarına ibret olması için kudretini açıkladı. Bütün bunlara rağmen öğüt al­mıyorlar, uyanmıyorlar ve engellenemiyorlar; aksine ısrar ve inat ediyorlar, bize karşı türümüzün küçük ve zayıf fertleri eliyle yere serilen krallarıyla övünüyorlar.

Meme kurdu, deniz hayvanlarının en küçük bünyelisi, en zayıf kuvvetlisi, en yu­muşak cüsselisi, en büyük nefislisi, en çok ilim ve bilgi sahibi olanıdır. O, denizin dibinde gücünü istemede işine yönelir. Hatta bir vakit geldiğinde yağmurlu günde denizin dibinden suyun yüzeyine çıkar, dudağa benzeyen iki kulağını açar, onlara yağmur suyundan tohum damlar. Bunu bilince iki dudağını tuzlu deniz suyunun sızmasından endişelenerek şiddetli bir şekilde birleştirir, sonra nazik bir şekilde baş­langıçta olduğu gibi denizin dibine iner, orada su olgunlaşıncaya kadar iki sedefe yapışarak yaşar, böylece ondan inci meydana gelir. Eğer doğru söylüyorsanız, böyle bir işi insanların hangi âlimlerinin yaptıklarını bana haber verin.

88. Nemi, 27/40.

Yüce Allah, insan nefislerinin tabiatına tamamı küçük cüsseli, zayıf bünyeli ve yüksek ruhlu ipekböceğinin salyasından olan ipek, ibrişim ve ondan üretilen güzel elbise giyme sevgisini yerleştirdi ve yediklerinin en tatlısı ve küçük cüsseli, zayıf bün­yeli, yüksek ruhlu ve sanatında maharetli hayvanların en zayıfının tükürüğü olan balı zevklerine sundu. Meclislerinde yaktıklarının en iyisi, balansının artıklarından biri olan mumdur. Aynı şekilde süslendiklerinin en görkemlisi, hikmetli sanatkâr ve yaratıcının hikmetine delalet etmesi ve onların onun hakkındaki bilgilerinin, nimet lerine şükürlerinin, yarattıkları üzerindeki düşünme ve ibretin artması için bu küçük cüsseli ve yüksek ruhlu böceğin karnından çıkan incidir. Sonra onlar bütün bunlarla birlikte karşı çıkarlar, gaflete düşerler, dikkatsizlik ederler, eğlenirler, haddi aşarlar, haksızlık ederler, zorbalıklarında gidip gelirler, nimetlerine nankörlük ederler, lütuflarını inkâr ederler, sanatını reddederler, zayıf halka karşı övünürler, haddi aşarlar, haksızlık ederler ve zulmederler.

Böceklerin lideri olan cırcır böceği konuşmasını bitirince kral şöyle dedi: Allah seni belagatli söz söyleyen bir filozof, iyi hüküm veren bir doğru kişi, fasih konuşan bir hatip, Rabbini iyi bilen bir muvahhit, nimetlerine şükreden erdemli bir zikirci olarak mübarek kılsın!

Bölüm

Sonra kral, insana şöyle dedi: Dediklerini işittin, verdiği cevabı anladın. Başka bir şeyin var mı?

O dedi ki: Evet, onların bizim kölemiz olduklarını ve bizim de efendi olduğumu­zu gösteren hasletlerimiz ve iyi işlerimiz var.

[Kral] şöyle dedi: Onlar nelerdir, anlat.

O dedi ki: Bizim şeklimizin birliği, onların şekillerinin çokluğu ve farklılığı. Baş­kanlık ve efendilik birliğe, kölelik çokluğa benzer.

Kral topluluğa şöyle dedi: Dediği ve bahsettiği konuda ne düşünüyorsunuz?

Topluluk onun dediğini bir süre düşündü. Sonra kuşların lideri bülbül konuştu ve şöyle dedi: Ey kral, o dediklerinde doğru söyledi. Fakat bizim şekillerimiz farklı ve çok olsa da nefislerimiz birdir. Fakat bu insanların şekilleri bir olsa da nefisleri çok ve değişiktir.

Kral şöyle dedi: Onların nefislerinin çok ve değişik olduğunun kanıtı nedir?

O dedi ki: Görüşlerinin çok, düşüncelerinin farklı ve diyanetlerinin değişik ol­masıdır. Onların içinde, Yahudiler, Hıristiyanlar, Sabiiler, Mecusiler, müşrikler, puta, ateşe, Güneşe, Aya, yıldızlara ve daha başka şeylere tapan kimseler olduğunu görür­sün. Yine aynı din mensuplarının Samirî, Gayyanî, Calutî, Nasturî, Yakubî, Melkanî, Şinevî, Manevî, Hürremî, Mazdekî, Deysanî, Behramî, Şemsî, Haricî, Rafızî, Nasıbî, Kaderi, Cühenî, Mutezilî, Sünnî, Cebrî vs. şeklinde değişik mezhep ve görüş sahibi olduklarını görürsün. Bu mezhep mensupları birbirlerini küfürle itham ederler, la­netlerler ve öldürürler. Biz bunların hepsinden beriyiz. Mezhebimiz bir, inancımız birdir. Hepimiz muvahhit, birleyen, mümin ve Müslüman kimseleriz; müşrik, mü­nafık, fasık, şüphe duyan, kuşku besleyen, hayret eden, sapan ve saptıran kimseler değiliz. Rabbimizi, yaratanımızı, rızık verenimizi, diriltenimizi ve öldürenimizi ta­nırız. Onu sabah akşam tespih eder, tehlil eder, takdis eder ve tekbir ederiz. Fakat bu insanlar onların tespihlerini anlamazlar.

Farslı insan dedi ki: Biz de böyle düşünüyoruz. Rabbimiz bir, ilahımız, yaratıcı­mız ve rızıklandıranımız bir, diriltenimiz ve öldürenimiz birdir; onun ortağı yoktur.

Kral şöyle dedi: Rab bir olduğu halde niçin görüş, mezhep ve diyanette ihtilafa düşüyorsunuz?

O dedi ki: Çünkü diyanetler, görüşler ve mezhepler, ancak yollar, yöntemler, mih­raplar ve araçlardır. Maksat birdir. Hangi yöne dönersek dönelim, Allah’ı zatı orada­dır.

O şöyle dedi: Madem bütün diyanetlerin maksadı bir, yani Allah’a yönelmek; öy­leyse niçin birbirinizi öldürüyorsunuz?

Farslı basiretli kişi dedi ki: Evet, ey kral, bu, din bakımından değildir. Çünkü din­de zorlama yoktur. Fakat bu, dinin krallık denilen sünnetidir.

O şöyle dedi: Bu nasıl bir şey, bana açıkla.

Dedi ki: Din ve krallık birbirinden ayrılmayan ikiz kardeştir. Hiçbiri kardeşi ol­madan varlığını sürdüremez. Ancak din birinci kardeş, krallık onu takip eden so­nuncu kardeştir. Krallık, insanların insanların itaatini sağlamak için dine, din de insanlara kendi sünnetinin gönüllü veya zorunlu uygulanmasını emretmek için krallığa muhtaçtır. Bundan dolayı diyanet sahipleri krallık ve başkanlığı ele geçirmek için birbirlerini öldürürler. Her biri bütün insanların kendi dininin gelenek/sünnet ve hükümlerine uymasını ister. Ben hakikatlerin anlaşılması için krallığı ve Allah’ın fıkhını haber veriyorum ve şüphesiz kesin doğru olan şeyden bahsediyorum.

Kral: “O nedir?” dedi.

O dedi ki: Nefislerin öldürülmesi bütün din, diyanet ve devletlerde gelenektir. Ancak din geleneğinde nefis öldürme, din talibinin kendisini öldürmesidir. Krallık geleneğinde ise saltanat talibinin başkasını öldürmesidir.

Kral şöyle dedi: Kralların saltanat uğrunda başkalarını öldürmesi anlaşılır bir şeydir. Ama din talibinin diğer diyanetler hususunda kendisini öldürmesi nasıl bir şeydir?

O dedi ki: Pekiyi, ey kral, İslam dininin geleneğinin nasıl açık ve ortada olduğunu görmüyor musun? İşte Yüce Allah şöyle buyurdu: “Allah müminlerden cennet karşı­lığında canlarını ve mallarını satın aldı. Allah yolunda savaşırlar; hem öldürürler hem öldürülürler”[58] Sonra şöyle dedi: “O halde onunla yapmış olduğunuz bu alışverişten dolayı sevinin”[59] Yine dedi ki: “Onlar Allah yolunda cihat ederler; kınayanın kına­masından korkmazlar.”[60] Yine dedi ki: “Allah kendi yolunda saf halinde savaşanları sever”[61] Tevrat geleneğinde şöyle dedi: “Yaratıcınıza tövbe edin ve nefislerinizi/kendinizi öldürün. Bu, yaratıcınız katında daha hayırlıdır”[62] Mesih Aleyhisselam İncilde şöyle dedi: “Eğer bana yardım etmek ve Babamız katında melekûtta benimle birlik­te olmak istiyorsanız savaşmak ve sert davranmak için hazırlanın. Yoksa bana ait bir şey üzerinde değilsiniz demektir.” Kabul ettiler, öldürüldüler, Mesih’in dininden dönmediler.

Hintli Brahmanlar da böyle yaparlar. Din uğrunda kendilerini öldürürler ve be­denlerini yakarlar. Yüce Allah’a en yakın kurbanın, tövbekârın ahirete kesin inançla günahından vazgeçmek için kendisini öldürmesi ve bedenini yakması olduğunu dü­şünürler ve buna inanırlar. Düalist Maniehistler de böyle yaparlar. Kendilerini/nefıslerini şehvetlerden alıkoyarlar ve onu öldürmek ve bela ve değersizlik yurdundan kurtarmak için meşakkatli ibadetleri yüklenirler.

Diyanet erbabının çeşitli ibadetler, tüm şeriat hükümleri ve nefis tıbbı sanatıyla nefisleri öldürme ve cehennem ateşinden kurtulma, dönüş ve yerleşme yurdu olan ahir etin nimetlerine ulaşabilme isteği konusundaki geleneklerinin hükmü buna kı­yasla bulunur. Krala diyanet ve mezhep sahipleri içinde hem iyilerin hem de kötülerin bulunduğunu bildiriyor ve hatırlatıyorum. Fakat kötülerin en kötüsü, hesap gününe inanmayan, ihsan sevabını ummayan, kötülüklerin karşılığından korkmayan ve var eden, meydana getiren, rızıklandıran, dirilten, öldüren ve döndürdüğünü tekrar yara­tan hikmetli yaratıcının birliğine inanmayan kimsedir. Dönüş ve varış onadır.

Bölüm

Sonra Hintlilerin lideri şöyle dedi: Biz insanlar sayı, topluluk, cins, tür ve şahıs olarak hayvanlardan daha çoğuz ve zamanın hallerini, isteklerini ve ilginçliklerini çevirme şekillerini daha iyi biliriz.

Kral şöyle dedi: Bunu sana bildiren nedir?

O dedi ki: Çünkü yeryüzünün meskun bölgesi, sayısı sayılamayacak dar çok ve çeşitli milletlerin oluşturduğu on yedi bin şehir ihtiva eder. Hintliler, Çinliler, Sindliler, Zencliler, Hicazlılar, Yemenliler, Habeşliler, Necidliler, Nubeliler, Mısırlılar, Saidliler, İskenderiyeliler, Barkahlar, Kayravanlılar, Berberîler, Bevadililer, Tancahlar, Halidathlar, Merdumaneliler, Keyvanlılar, Keleliler, Endülüslüler, Romalılar, Kostantinliler, Dicleliler, MakedonyalIlar, Bircanlılar, Sakalibeliler, Rusyalılar, Emlaclılar, Ebvabhlar, AzerbaycanlIlar, Ermeniler, Müslümanlar, Şamlılar, Yunanlılar, Diyarlılar, İraklılar, Horasanlılar, Huzistanlılar, Cibaliler, Ceylanlılar, Dilmanlılar, Taberistanlılar, Cürcanlılar, Nişaburlular, Kirmanlılar, Farslılar, Mekranlılar, Kabulistanhlar, Molitanhlar, Sicistanlılar, Maveraünnehirliler, Gurlular, İstadanhlar, Bamyanhlar, Saharistanlılar, Keylanlılar, Harezmliler, Yecüc ve Mecüc ülkesi halkı, Ferganalılar, Saniyatlılar, Keymakhlar, Hakanhlar, Sistanlılar, Cucirliler, Tibetliler, Cadılar, Maçinliler, Cezayirliler, Sevadatlılar, Cibal halkı, Fülüvat halkı ve Sahil halkı bu sayısız milletlerden bazılarıdır. Bunlar, köyler, bedeviler, Kürtler, çöl, badiye, ada, orman ve çalılıklarda yaşayanların dışındadır. Bu ülkelerin halklarının tamamı, renkleri, dilleri, huyları, tabiatları, görüşleri, mezhepleri, sanatları ve diyanetteki tutumları farklı olan insan topluluklarıdır. Onların sayısını kendilerini yaratan, rızıklandıran, onlara bilgi veren, sırlarını ve fısıltılarını bilen, yerleşik oldukları ve dönecekleri yeri bilen Allah’tan başkası sayamaz. Hepsi apaçık bir kitaptadır. Sayılarının çokluğu, hallerinin farklılığı, işlerdeki tasarruflarının ve ilginç amaçlarının çeşitliliği onların diğerlerinden daha üstün, yeryüzünde kendileri dışında yaratılmış hayvan türlerin­den daha iyi olduklarını ve onların efendi, hayvanların ise köle, hizmetçi ve uşak olduğunu gösterir. Bizim açıklaması uzun sürecek daha başka birçok faziletimiz ve çeşitli iyi işlerimiz vardır. Bu sözümü söylüyor, Allah’tan kendim ve sizler için bağış­lanma istiyorum.

Bölüm

İnsan sözünü bitirince kurbağa konuştu ve şöyle dedi: Büyük, aşkın, yüce, ceb­bar, güçlü, bağışlayan, üstün ve akan nehirlerin, kabaran, yerleşimi uzak, alanı geniş, dalgalı, taşkın, inci ve mercan kaynağı olan acı ve tuzlu denizlerin yaratıcısı Allah’a hamt olsun. O, onların karanlık yerleşim yerlerinin ve çalkalanan dalgalarının derin­liklerinde çeşitleri ve grupları olan mahlûk sınıflarını yarattı. Bazıları büyük cüsseli ve iri yapılıdır. Bazılarına kahn deriler, dizili sert pullar ve kıvırcık sedefler giydirdi.

Bazıları yürüyen çok ayaklılar, bazıları uçan kanatları olanlar, münasip aç karın­lılar, koca kafalılar, açık ağızlılar, parlak gözlüler, geniş avurtlular, keskin dişleri ve pençeleri olanlar, yayvan karınlılar, işlenmiş derililer, uzun kuyruklular, çevik ha­reketliler, hızh yüzenler, küçük cüsseliler, alet ve edevatsız düz boylular, hareket ve hissi zayıf olanlardır. Bütün bunların, özünü onları yaratan, şekillendiren, inşa eden, rızıklandıran, tamamlayan yetkinleştiren ve gayesinin son sınırına ve nihayetinin bitimine ulaştıran, yerleştikleri yeri ve dönecekleri yeri bilen Allah’tan başkasının bilmediği sebep ve nedenleri vardır. Hepsi apaçık bir kitaptadır. Hata korkusundan ve unutma kaygısından dolayı değil, açıklamak ve beyan etmek için.

Kurbağa sonra dedi ki: Ey adil kral, bu insan insanoğullarının sınıflarını andı, onların tabaka ve mertebelerini saydı ve hayvanlara karşı bunlarla övündü. O su hayvanlarının cinslerini görse, türlerinin şekillerini, şahıslarının şekillerindeki il­ginçlikleri ve yapı çeşitlerinin gruplarını gözlemlese idi ilginçlikleri görür, insan sınıflarının çokluğu ve şehirlerde, köylerde, çöllerde ve beldelerde olduklarını söy­lediği çok sayıda topluluk hakkında bahsettikleri gözünde küçülürdü. Bu meskun bölgede çeyreğinde yaklaşık olarak on dört büyük deniz vardı: Rum denizi, Cürcan denizi, Ceylan denizi, Kulzum denizi, Fars denizi, Hint denizi, Çin denizi, Yecüc ve Mecüc denizi, Yeşil deniz, Batı denizi, Kuzey denizi, Güney denizi, Doğu denizi ve Habeş denizi. Bu meskûn bölgede beş yüz küçük deniz vardır. Ceyhun, Dicle, Fırat, Mısır Nil’i, Azerbaycan’daki Elkurverres nehri ve Hermandusketan gibi yaklaşık iki yüzü uzun nehirdir. Her birinin uzunluğu yüz fersah ile bin fersah arasında değişir.

Ormanlar, vadiler, göletler, küçük ırmaklar ve dereler sayılamayacak kadar çok­tur. Bunların içinde çeşit çeşit balıklar, yengeçler, kerzenkler, kaplumbağalar, kıhçbahkları, timsahlar, yunus balıkları ve sayısını Allah’tan başkasının bilmediği çok miktarda diğer türler vardır. Onların ister türleri, ister şahısları olsun, cins olarak dokuz yüz şekil olduğu söylenir. Karada vahşiler, yırtıcılar, evcil hayvanlar, büyükbaş hayvanlar, böcekler, sürüngenler, kuşlar, yırtıcı kuşlar ve insanlara ait diğer kuşlar­dan yaklaşık olarak beş yüz cins ve tür şekli vardır. Bütün bu mahlûklar Allah’ın kulları ve köleleridir. Onları kudretiyle yarattı, merhametiyle şekillendirdi, onları meydana getirdi, yetiştirdi, besledi, korudu ve gözetti. Onların hiçbir gizli işi ona gizli kalmaz. Onların kaldıkları yeri de gidecekleri yeri de bilir. Sonra kurbağa şöyle dedi: Ey insan, bu olanları düşünsen ve ibret alsaydın insanların çokluğuyla, sınıf ve tabaka sayılarıyla övünmenin onların efendi, diğerlerinin ise onların kölesi olduğu­na delalet etmediğini bilir ve anlardın.

Kurbağa konuşmasını bitirince cinlere mensup bir filozof şöyle dedi: Ey Âdemoğullarına mensup insanlar topluluğu, ey ağır bedenli, iri ve kaba cüsseli, ey üç bo­yutlu kara, deniz ve hava sakinleri, kara hayvanları topluluğu, ruhanî yaratıkların çokluğuna dair bilgiyi, nuranî suretleri, gizli ruhları, ince hayalleri, basit nefisleri; ruhanî ve kürevî melekler ve arşın taşıyıcıları gibi gök tabakaları alanında oturan ve felekler âleminin geniş uzayında yolculuk eden ayrık ruhları, iki küresinin alanında bulunan ateş ruhlarını; cin kabileleri ve şeytanların kardeşleri gibi şiddetli soğuk ala­nında bulunanları ve İblisin tüm ordularını unuttunuz ve ihmal ettiniz. Ey insanlar ve hayvanlar topluluğu, eğer siz unsurlu cisim ve boyutlu bedenlerde olmayan bu yaratık türlerini tamsaydınız ve onların türlerinin, suretlerini çokluğunu, şahıs ve şekillerinin sayısını bilseydiniz bütün cismanî hayvanların, bedenli türlerin ve tikel şahısların çokluğu gözünüzde küçülürdü. Çünkü zemherir/soğuk küresinin alanı, kara ve denizin alanından on kat daha çoktur. Aynı şekilde esir/eter küresinin ala­nı, zemherir küresinden on kat daha fazladır. Yine Ay feleği küresinin alanı, hepsi­nin küresinden kat kat fazladır. Utarit feleği de Ay feleğine oranla böyledir. Birbirini çevreleyen diğer yedi feleğin en yüksek çevreleyen/muhit feleğine nispeti de böyle­dir. Hepsinin uzayı ve geniş alanları ruhanî yaratıklarla doludur. Hatta Peygamber Aleyhisselam’ın haber verdiği gibi, orada bir yaratık türünün bulunmadığı bir karış yer yoktur. Ona Yüce Allah’ın şu sözü hakkında soru soruldu: “Rabbinin ordularını ondan başkası bi İmez.”[63] Aleyhisselam dedi ki: “Yedi gökte ayakta, rükûda veya secde halinde olan Allah’a yakın bir meleğin bulunmadığı bir karış yer yoktur.”

Sonra filozof şöyle dedi: Ey hayvanlar ve insanlar topluluğu, bahsettiklerimi dü­şünseniz ve ibret alsaydınız kendinizin sayıca en az ve mertebe ve konum itibariyle en düşük olduğunuzu anlardınız. Ey insan, çoklukla övünmek, sizin efendi, başka­larının sizin köleniz olduğunu göstermez. Daha doğrusu, hepimiz Allah’ın kölesi, ordusu ve tebaasıyız; hikmet ve rablığının gerektirdiği gibi, birbirimizin hizmetin­deyiz. Bundan ve bol nimetinden dolayı ona çokça hamt olsun.

Cinlerin filozofu konuşmasını bitirince kral şöyle dedi: Ey insanlar topluluğu, an­lattıklarınızı ve övündüklerinizi işittik. Siz de bizim cevabımızı işittiniz. Bahsettikle­riniz dışında başka bir açıklamanız var mı? Eğer doğru sözlüyseniz ortaya koyun ve açıklayın da dinleyelim.

Bölüm

O sırada Hicazh, Mekkeli, Medineli hatip ayağa kalktı ve şöyle dedi: Evet, ey kral, bizim efendi olduğumuz, bu hayvanların kölemiz olduğunu, onların sahibi ve mevlası olduğumuzu kanıtlayan başka üstünlüklerimiz ve iyi işlerimiz var.

Kral: “Onlar nelerdir?” dedi.

O şöyle dedi: Rabbimizin bize birtakım vaatleri vardır: Tekrar diriltilme, yeniden diriliş, kabirlerden çıkış, kıyamet gününde hesap, sırattan geçme, diğer hayvanlar arasından cennete girme; bunlar Firdevs cenneti, Naim cenneti, Adn cenneti, Huld cenneti, Me’va cenneti, selam yurdu, makam yurdu, muttakilerin yurdu, Tuba ağacı, Selsebil pınarı, içenlere zevk veren içki ırmakları, saf bal ırmakları, süt ve tuzsuz su nehirleri, köşklerde dereceler, hurilerle evlenme, celal ve ikram sahibi Rahmana komşuluk, bu koku ve reyhandan koklamak. Bunlar Kuranda takriben yedi yüz ayette zikredilir. Bu hayvanlar bütün bunlardan mahrumdur. Bu, bizim efendi, on­ların bizim kölemiz olduğunun delilidir. Bizim bahsettiklerimiz dışında başka iyi işlerimiz de var. Bu sözümü söylüyor, kendim ve sizler için Allah’tan bağışlanma diliyorum.

O esnada kuşların lideri bülbül ayağa kalktı ve şöyle dedi: Evet, ey insan, hayatım üzerine yemin ederi ki mesele dediğin gibidir; fakat aynı şekilde insanlar toplulu­ğu olarak tehdit edildiğiniz kabir azabı, Münker ve Nekirin sorguya çekmesi, kıya­met gününün halleri, hesabın şiddeti, ateşe girme korkutması, cehennem, cahim, sair, leza, sakar, hutame ve haviye[64] azabı, katrandan gömlekler, irin içme, zakkum ağacının meyvesini yeme, kızgın malike/cehennem sorumlusuna komşuluk, bütün İblis ordusuyla birlikte şeytanlarla diyalogdan da bahset. Kuranda her vaat ayeti­nin yanında bir de tehdit ayeti vardır. Bütün bunlar bizim için değil, sizin içindir. Biz bunların tamamından uzağız. Sevapla müjdelenmediğimiz gibi azapla da tehdit edilmedik. Rabbimizin ne lehimize ne aleyhimize olan hükmüne razı olduk. Bizden vaadin güzelliğini kaldırdığı gibi tehdidin korkusunu da kaldırdı. Böylece sizinle bi­zim aramızda deliller denkleşti ve miktarlar eşitlendi. Siz ne yüzle övünüyorsunuz?

Hicazh dedi ki: Aramızda miktarlar nasıl olur da eşitlenir! Biz her halükârda ebe­dilerin ebediliğiyle ve ezelden ebede bakiyiz. Eğer itaatkâr isek peygamberle, veli­ler, imamlar, vasiler, bilgeler, iyiler, faziletliler, “abdal”lar, zahitler, salihler, abidler, arifler, basiretliler, akıllılar, feraset sahipleri, zekiler ve hayırlı seçkinler ile beraber oluruz. Onlar Allah’ın yüce meleklerine benzerler, hayırda yarışırlar, Rablerine ka­vuşmak için can atarlar, bütün vakitlerde ona yönelirler, onu dinlerler, ona bakarlar, azamet ve ululuğunu düşünürler, bütün işlerinde ona tevekkül ederler, ondan ister­ler, ondan talep ederler, ondan rica ederler ve onun korkusundan tedirgin olurlar. Eğer biz geri çevrilirsek o zaman Peygamberimiz Muhammed Aleyhisselam’ın şe­faatiyle kurtuluruz, cennette huri ve gılmanlar, güzel koku ve reyhan ve Rahmana kavuşma ile birlikte ebedi oluruz. En iyisini ve daha fazlasını yapanların bizim hakkımızdaki seslenişi şöyledir: “Selam size! Tertemiz geldiniz. Artık ebedî kalmak üzere

girin buraya”[65] Ey hayvanlar topluluğu, siz bütün bunlardan mahrumsunuz. Çünkü [ruh bedenden] ayrıldıktan sonra bozulursunuz, çürürsünüz, fani olursunuz, baki olmazsınız. Bu, bizim efendi olduğumuzun, sizin de bizim kölemiz ve hizmetçimiz olduğunuzun delilidir.

O zaman hayvanları liderleri ve cinlerin bilgeleri hep birlikte şöyle dediler: Şimdi hakkı getirdiniz, doğruyu konuştunuz ve sıdkı söylediniz. Zira övünenler, bahset­tiklerinizin benzerleriyle övünürler. İş yapanlar, onların yaptıkları gibi iş yapsınlar. Rağbet edenler, onların yaşantısına, ahlâkına, edeplerine, görüşlerine ve ilimlerine rağbet etsinler. Yarışanlar bu konuda yarışsınlar.

Fakat ey insanlar topluluğu, bize onların vasıflarını anlatın, davranışlarını açık­layın. Eğer doğru söylüyorsanız bize onların bilgi yollarını, güzel huylarını ve salih amellerini öğretin; biliyorsanız onları anlatın.

O zaman topluluk düşünerek sustu. Hiçbirinin verecek bir cevabı yoktu. Onlar­dan biri şöyle dedi: Cennet muttakiler için hazırlanmıştır.

O sırada Farisî nisbeli, Arabî dinli, Hanefî mezhepli, Irakî edepli, İbranî asıllı, Mesihî yöntemli, Şamî ibadetli, Yunanî ilimli, Hindî basiretli, sufı tavırlı, melekî ahlâklı, rabbani görüşlü, İlahî ve ezelî bilgili haberdar, fazıl, zeki ve basiretli âlim ayağa kalktı ve şöyle dedi: Âlemlerin rabbi Allah’a hamt olsun. İyi son sakınanlaiçindir. Zalimlerden başkasına düşmanlık edilmez. Allah’ın sala vatı peygamberlerin sonuncusu ve iyilerin özü Muhammed’e ve tüm ailesine olsun.

Sonra şöyle dedi: Ey adil kral ve siz hazır bulunan topluluk! Biliniz ki Allah’ın dostları, yarattıklarının en iyileri, kullarının ve mahlûkatının en hayırlıları olan bu kimselerin övülen vasıfları, temiz amelleri, çeşitli ilimleri, güzel sıfatları, rabbani bilgileri, melekî huyları, adil ve kutsal tavırları ve ilginç halleri vardır. Diller onları anmaktan bitkin düşmüş, anlatanların tasvirleri sıfatlarının özünden aciz kalmıştır. Onların vasıflarını anlatanlar bunu artırdılar, vaizler yollarının açıklamasını ve güzel huylarını anlattıkları meclislerde hutbelerini zamanlar ve vakitler boyunca uzattılar; fakat bilgilerinin özüne ulaşamadılar. Adil kral, bu yabancılar ve cevapları hakkında ne buyurur?

Kral, bütün hayvanların onların emir ve yasakları altına girmelerini ve yeni bir devir başlayıncaya kadar insanların görevlisi olmalarını emretti. Bundan son­ra başka bir hüküm verdi. Daha sonra kralın hizmetçilerinden biri ayağa kalktı ve şöyle seslendi: Dikkat ediniz, ey hayvanlar topluluğu, bu insanların açıklamasını işittiniz, sözlerini kabul ettiniz ve buna razı oldunuz. Allah’ın eman ve koruma­sında güvenli olarak geri dönün.

***

Sonra ey kardeş, bil ki biz bu risalede istenen amacı açıkladık. Bizim hakkı­mızda kötü zanda bulunma. Bu risaleyi çocuk oyuncağı ve kardeş saçmalığı san­ma. Çünkü bizi bulunduğumuz durumdan çıkarmaması için hakikatlere lafızlar, ibareler ve işaretler giydirme âdetimiz yürürlüktedir. Allah, velilerine, iyi kulla­rına ve itaatkârlarına yaptığı gibi, sizi onları okumaya, dinlemeye ve manalarını anlamaya muvaffak kılsın; kalplerinizi açsın, göğüslerinizi genişletsin, gözlerinizi sırların bilgisiyle aydınlatsın, size onlarla amel etmeyi kolaylaştırsın. Allah di­lediğine güç yetirir. Onun ihsanı, cömertliği, lütfü, keremi, fazlı ve rahmetiyle, mahlûkatın yaratıcısının yardımıyla Hayvanlar Risalesi tamamlandı. Allah’ın en üstün selamı ve salâtı Muhammed’e ve onun yol gösterici imamlar ailesine olsun. Bunu “Bedenin Bileşimi Risalesi” takip etmektedir.

Cisimsel-Doğal Bilimlerin Dokuzuncu
(İhvan-I Safa Risalelerinin Yirmi Üçüncü) Risalesi:
Bedenin Oluşumuna Dair[66]

Rahman ve Rahim olan Allah’ın adıyla!

A

llah’a hamd olsun, o her şeye yeter; Onun seçmiş olduğu kullarına selam olsun; Allah mı daha hayırlıdır yoksa onların ortak koştukları mı?

Ey kardeşim! Allah seni de bizi de kendi katından bir ruh ile desteklesin! Bil ki, biz canlılar hakkındaki risalemizi, onların ilginç beden yapılarını (hey âkil) ve garip durumlarını anlatmayı bitirdik. Bu risalenin amacı, canlıların cinslerini, kaç çeşit olduklarını, görünüş ve tabiatlarının farklı farklı oluşlarını açıklamaktır. Bu anlat­tıklarımızda bizim başka bir amacımız da bu işaret ve ibarelerle gerçek mahiyetini (hakikat) açıklamaktır. Melik ve melaikeyi ele aldığımız özel bölümde anlattığımı­za göre, amacımızın ne olduğunu bilge kişiler/fılozoflar (hükemâ) kavramışlardır. Şimdi, bu risalede, insan bedeninin oluşumunu/terkibini anlatmaya sıra gelmiştir. Çünkü o, hayvani mertebenin sonu, İnsanî mertebenin ilki ile bağlantılıdır. Bizim bu risaleyi telif etmedeki bir amacımız da insanın küçük bir alem oluşunu açıklamaktır. Şimdi diyoruz ki;

Ey kardeşim! Allah seni başarıya ulaştırsın! Bil ki, eğer insan eşyanın hakikatini kavradığını iddia edip kendi nefsini bilmezse, o herkesi yedirip doyuran ama kendisi aç kalan bir kimseye; başkalarını tedavi edip kendisi zayıf, perişan ve illetli birine; insanları giydiren ama örtmesi gereken avret yerlerini herkesin gördüğü çıplak kim­seye; ya da herkese yol gösteren ama kendi evinin yolunu bilmeyen yolunu şaşırmış birine benzer. Siz biliyorsunuz ki, bu konularda insanın önce kendisinden başlaması sonra başkasıyla ilgilenmesi gerekir.

Bilin ki, nasıl ki inşa edilmiş şeye ev deniliyorsa, inşân ismi de bu bedene ve bede­ni mesken tutmuş olan nefse birlikte verilmiş bir isimdir. Bu ikisi (beden ve nefs) bir­likte, o ismin iki parçası (cüz)dır. İnsan, o ikisinin toplamından ve ikisinin bir araya gelmesinden oluşmaktadır. Fakat iki parçadan birisi olan nefs, öz (lübb) konumunda olup diğerine göre daha üstündür; ikinci parça olan beden ise kabuk gibidir. İnsan, o ikisinin birleşmesinden ve ikisinin bir araya gelmesinden oluşmaktadır. Öte yandan iki cüzden birisi olan nefs ağaca, diğeri ise meyveye benzer. Başka bir ifadeyle nefs biniciye diğeri, yani beden ise binite benzer. Bunların bir araya gelmesinden oluşan insan bir süvari gibidir. Bundan dolayı her insan, kendi nefsini gerçekten bilmesi gereklidir. Bu hakikati kavrayabilmesi için de ona şu üç açıdan bakması (nazar)[67] gerekir:

Birincisi, bedenin hallerine bakıp ne olduğuna, parçalarının bileşimi ve organla­rının bir biri ile uyumlu hale gelmesi sonucu onun nasıl bir varlık olduğuna, nefisten ayrı olarak kendisine özgü niteliklerin (stfât) neler olduğuna bakmak.

İkincisi, bedenden soyutlanmış nefsin durumuna, onun güçlerine, onların nasıl ve neler olduğuna ve kendisine has sıfatların neler olduğuna bakmak.

Üçüncüsü, ikisinin birleşmesine ve ikisinin birlikteliğinden ortaya çıkan ahlâk, davranışlar, hareketler, sanatlar, eylemler, sesler ve bunlara benzeyen şeylere bak­mak.

Biz, nefsin gerçeğini ve hallerini anlatmaya bir kanıt olsun diye, ilk olarak, bede­nin durumları ve niteliklerini kısaca anlatmakla konuya başlıyoruz. Çünkü bedenin durumları, görünürdedir, duyu vasıtaları ile idrak edilebilir, keşfedilebilir, tasavvur edilebilir. Nefseve ahvaline gelince, onlar duyu vasıtalarının algısına kapalıdır, bede­nin derinliğinde gizlidir, örtülüdür, saklıdır ve sadece akılla idrak edilebilir.

Ey kardeşler! Bilin ki, bedenin durumlarının görüneni nefsin durumlarının gö­rünmeyenlerinin delilidir; zahir batına, açık olan örtülü olana, belli olan gizli olana, hissedilebilen akılla kavranana delildir. Birinci risalede, bedenin et, kan, kemikler, damarlar, sinir, deri ve benzerlerinden oluştuğunu söylemiştik. Bedenin bütün bu bileşenleri, cisimdir, dünyevidir, ölümlüdür, karanlıktır, ağırdır, parçalanabilir, deği­şebilir, bozulabilirdir. Nefse gelince, onun cevherleri semavidir, ruhanidir, düşünen­dir, nuranidir, ağırlığı yoktur, parçalanamaz, bozulmaz; aksine hareketlidir, ebedidir, eşyanın suretlerini ve gerçek mahiyetlerini bilme ve kavrama gücüne sahiptir.

Bölüm

Bedenin Oluşumunun, Vücudun Karışımlarının
Nasıl Oluştuğuna ve Karakterlerin Özelliklerine Dair

Biz diyoruz ki: Ey kardeşim! Allah seni başarılı kılsın! Bil ki, Yüce Yaratıcı bedeni yaratıp ona şekil vermiş, Kendi ruhundan ona üfleyip canlı haline getirmiş, sonra nefsi bedene yerleştirip bedenin sorumluluğunu ona yüklemiştir. Bedenin bünyesinin ku­ruluşu, parçalarının bir araya getirilmesi, organlarının birbiri ile uyumlu hale getiril­mesi, tıpkı bir şehrin kuruluşu gibidir. O şehir de taş, toprak, kerpiç, kireç, kum, tahta, kereste, demir gibi farklı şeylerden kurulmuş olup, şehir bu malzemelerle sağlamlaş­tırılmış, binaları dikilmiş, surları erişilmez hale getirilmiş, caddeleri açılmış, yerleşim yerleri ayrılmış, meclisleri güzelleştirmiş, evleri oturulacak şekilde düzenlenmiş, depo­ları doldurulmuş, evlere insanlar yerleştirilmiş, yolları yürümeye müsait şekle sokul­muş, nehirleri akıtılmış, çarşıları açılmış, sanat üretimi başlamış; sanatkârı işe, tacirler alışverişe başlamış, kral ise orayı yönetmeye ve halkına hizmet etmeye başlamıştır.

İşte aynen bunun gibi, Yüce Allah, bedeni oluşturmak istediğinde önce bir kıs­mı diğerine üstün gelmesi sebebiyle güçleri birbirine karşıt dört tekil tabiat yarattı. Sonra onlardan ikisini diğer ikisi ile uyumlu hale getirdi. Sonra birbiri ile birleşebilen, birbiri ile uyumlu hale gelebilen, diğer elementlerin güçleri ile orantılı olan dört elementi (erkân) yarattı. Sonra bu bedenin kuruluşunu, onun yapısının asılları olan bu dört elementten oluşturdu. Ardından bedenin kuruluşuna tabiatı birbirine zıt, güçleri birbiriyle orantılı dört karışımla (ahlat) devam etti ki onlar da bedenin asıl unsurlarının toplamından elde edilmiştir.

Sonra bu dört karışımı bir araya getirerek ondan şekilleri farklı dokuz cevher meydana getirdi. Bu dokuz cevher bedenin yapısının sahipleridir. Sonra onları da birbiri ile uyumlu hale getirdi ve yerli yerindeliği ile birbirine bağlı on tabaka halin­de bir kısmını diğerleri üzerine oturttu. Sonra onları, boyları birbirine denk ve aynı seviyede iki yüz kırk sekiz direğe dayadı ve onlar üzerine ayağa kaldırdı. Sonra, on­ları birbirine yapıştırdı ve iplerini uzattı; onları aynen ip gibi saran, birbirine girmiş, uzatılmış, yedi yüz elli bağ ile eklemleri birbirine tutturdu ve tedbir olarak bozuk ve eksik olanları onlardan ayırdı. Sonra onların evlerini belirledi, hâzinelerini ayırdı, renkleri ve çeşitleri farklı cevherlerle dolu mamur on bir hazine oluşturdu. Cadde­lerini belirledi, yollarını yaptı, kapılarını açtı ve ikamet edenler için üç yüz altmış su yolu belirledi, oradan pınarlar çıkardı, üç yüz doksan yatakta farklı yönlere akan ne­hir akıttı, surlarında on iki menfez açtı. Bu şehrin binasını, birbirine yardım eden ve oranın hizmetkarları olan yedi sanatkâr eliyle sağlamlaştırdı, korunması için oranın an noktalarını (erkân) bekleyen beş muhafız görevlendirdi.

Sonra bu şehri iki sütun üstünde havaya kaldırdı. İki kanat ile altı yöne hareket ettirdi. Sonra orada insanlar, cinler ve meleklerden üç kabile iskan etti ve onları ora­nın ikamet edenleri yaptı. Sonra onların başına bir meleği reis tayin etti, orada olan her şeyin isimlerini ona öğretti ve onları unutmamasını tembih ve onları korumasını tavsiye için şöyle dedi: “Onların isimlerini onlara bildir” Yine onlara itaat etmeleri için Yüce Allah şöyle buyurdu: “Ademe secde edin, bütün melekler secde etti, sadece İblis secdeden kaçtı ve büyüklük tasladı”3

Bu dört tekil tabiatın ayrıntısı; sıcaklık, soğukluk, kuruluk ve yaşlıktır. Tabiatları birbiri ile birleşebilen ve güçleri orantılı dört unsur ise ateş, hava, su ve topraktır. Yapısı bir biri ile zıt dört karışım safra, balgam, kan ve siyah safradır; dokuz cevher kemik, beyin, sinir, damarlar, kan, et, deri, tırnak ve saçtır. On tabaka ise baş, omuz, göğüs, karın, karın içi, böğür, iki kalça, iki baldır, iki bacak ve iki ayaktır.

Sütunlar, kemiklerdir; bağlayıcılar ise sinirlerdir.

On bir hâzineye gelince onlar, beyin, omurilik, akciğer, kalp, karaciğer, dalak, öd, mide, bağırsaklar, iki böbrek, testislerdir. Caddeler ve yollar, atardamarlar, nehirler ise toplardamarlardır.

On iki kapı ise iki göz, iki kulak, iki burun deliği, ön ve arka boşaltım yolları, ağız ve göbektir.

Yedi sanatkâr; çekici, tutucu, hazmedici, savunucu, geliştirici, besleyici ve şekil­lendirici güç (kuvvet)tür.

3.    Bakara, 2/3-34.

Beş duyu şunlardır: İşitme, görme, koklama, tatma ve dokunma.

İki sütun ayaklar, iki kanat ise ellerdir.

Altı yön şunlardır: Ön, arka, sağ, sol, üst ve alt.

Üç kabileye gelince, onlar, üç nefis ve onların güçleri ve fiilleridir. Birisi şehevani nefis (en-nefsuş-şehvâniyye)dir. Onun ahlakı ve fiilleri, cinlere benzer. Diğeri hayvani nefis (en-nefsu‘l-hayvâniyye)dir. Onun ahlakı ve hisleri ise insanlara benzer. Üçüncüsü de düşünen nefis (en-nefsu'n-nâttka')dir. O ayırıcı vasfı ve güzellikleri ile meleklere benzer. Bunların hepsinin üstünde yegane yönetici ise akıldır.

Bölüm

Bedenin Ev Gibi Nefsin de Evin Sakini Gibi Oluşuna Dair

Bil ki, bedenden soyutlanmış haliyle nefsin mahiyeti hakkında düşünmek, onun varlığını bedenden ayrı tasavvur etmek, felsefî ve hikemî düşünmeye alışkın olanlar için bile oldukça çetindir. Ya onların dışındakiler için nasıldır acaba? Fakat onun beden üzerinde tezahür eden fiillerine bakıp bedenle birlikte hallerinin hareketleri değerlendirilince, o zaman, bu ona kolay gelir. Konu öğrencilerin anlayışına ve düşü­nenlerin tasavvuruna yaklaşır, varlığı ve cevherinin üstünlüğü ortaya çıkmış olur. Bu nedenle, net bir açıklama olması, yeni başlayanların anlayabilmesi ve düşünenlerin zihinlerinde tasavvur için daha elverişli olsun diye bu konuyu biraz açmak ve bazı misaller vermek istiyoruz.

İşte bu gerekçelerle şöyle diyoruz: Bil ki, bu beden, bu nefis için, adeta için­de oturan için yapılmış, her şeyi ile mükemmel hale getirilmiş, odaları bölünmüş, hâzineleri doldurulmuş, tavanı yerli yerine oturtulmuş, kapıları açılmış, perdeleri asılmış, ev sahibinin evinde ihtiyaç duyacağı sergi, kap-kacak, giysi, yiyecek türün­den her şey en sağlam ve en mükemmel şekilde hazırlanmış bir ev konumunda­dır. İki ayağı ve bedenin onların üzerinde duruşu, evin temelleri gibidir, bedenin üstündeki baş ise evin en üstünde bulunan odaya benzer. Arkasındaki sırtı evin sırtı gibi, ön tarafındaki yüzü ise evin ön tarafı gibidir. Boynu ve boyu, evin revakı mesabesindedir. Gırtlağın açılması ve orada sesin dolaşması, evin dehlizi gibidir. Vücudun ortasındaki göğsü, evin avlusu gibidir. Göğsündeki bölümler, evin odaları ve hâzineleri gibidir. Akciğer ve serinliği yazlık oda, burun delikleri ve nefesin gırt­lakta dolaşması hortum gibidir. Doğal sıcaklığı ile kalbi, kışlık oda gibidir. Mide ve gıdanın onun içinde faydalı hale gelmesi, mutfak gibidir. Karaciğer ve kanın onun içinde toplanması, şarap odası gibidir. Damarların içleri, kanın dolaşımı ve bedenin diğer kısımlarına ulaşması, evin su yolları gibidir. Dalak ve onun içindeki kanda tortunun oluşumu, evin mefruşat deposuna benzer. Öd ve safranın keskinliği, si­lah odası gibidir. Göğüs boşluğu ve onun içindeki bölmeler, harem odası gibidir. Bağırsaklar ve onun içindeki yemeğin ağırlığı, tuvalet gibidir; mesane ve idrarın onun içinde toplanması, idrar yapma bölümü gibidir. Vücudun alt kısmındaki iki boşaltım organı, evin kanalizasyonu gibidir. Kemikler ve vücudun onlar üzerinde duruşu, evdeki duvarlar konumundadır. Eklemler (mafsallar, mefâsil) üzerinden uzunlamasına geçen sinirler, duvardaki mertekler ve kirişler gibidir. Kemikleri ve sinirleri saran et, sıva gibidir. Kaburgalar, evin kolonları gibidir. Kemiklerin için­deki boşluklar, sandıklar ve çekmeceler gibi, onların içindeki ilik ise, mücevherler ve değerli eşyalar gibidir. Onların başlarındaki delikler, evin odalarındaki küçük pencereler gibidir. Nefes alıp vermesi evden çıkan duman gibidir. Beynin (dimağ) orta lobu, eyvan gibidir. îki gözbebeği, kabul ve arz odası gibidir. îkisi arasındaki engeller, perdeler gibidir. Ağzı evin kapısı, burnu evin kapısının üst kısmı, iki du­dağı kapının iki kanadı, dişleri korkuluklar, dili muhafız gibi; beynin ortasındaki akıl, avlunun ortasında, evin önünde ve toplantı yerinin başköşesinde oturan sultan gibidir. Görünmeyen duyu vasıtaları dostlar, görünen duyu vasıtaları ise asker ve casuslar gibidir; gözleri gözcüler, iki kulağı haber toplayan görevliler, elleri hizmet­çiler ve parmakları da sanatkârlar gibidir. Hasılı bedende bulunan her bir organ, ev sahibinin hal ve hareketlerinin benzerini icra etmektedir.

Bir başka açıdan bu beden, bu nefis için bir sanatkârın dükkanına benzer. Beden­deki azaların tamamı, nefis için sanatkârın dükkanındaki alet edevata benzer. Nefis ise, tıpkı sanatkârın her bir aletle bir sanat ve beceri ortaya koyması gibi, bedendeki bütün organlar sayesinde çeşitli işler ve beceriler sergiler. Mesela bir marangoz gibi, o, baltayla yontar, testere ile biçer, burgu ile deler, törpü ile düzeltir, delgi ile deler. Demirci de böyle çalışır: Körükler hava verir, maşa ile ahr ve çekiçle döver. Diğer sanat ehli de bunlara benzer şekilde, her biri kendi sanatına uygun aletlerle farklı ürünler ve çeşit çeşit eserler ortaya koyar.

îşte bu şekilde nefis, iki gözle görür, iki kulakla işitir, iki burun deliği ile koku ahr, dil ile tadar, iki dudak ve dil ile konuşur, iki el ile dokunur, parmakları ile sanat­lar icra eder, iki dizi üstüne çöker, iki kalçası üzerine oturur, iki yanı üzerine yatar uyur, sırtı ile yaslanır, iki omzu ile yük taşır, beyninin orta lobu ile eşyayı düşünür, beyninin ön lobu ile algılanabilir şeyleri tahayyül eder, beyninin arka lobu ile bilgi­leri muhafaza eder, gırtlağı ile ses çıkarır, burun delikleri ile havayı solur, dişler ile yiyecekleri parçalar, yutak [merî] ile yiyecekleri yutar ve (diğer organları da) bunlara benzer şekilde (çalışır). Kısaca bedende bulunan her bir organ, nefis için bir iş görür, bir beceri ve maharet sergiler.

Sonra bil ki, bu beden kendisinde ikamet eden bu nefis için, halkının yaşamına elverişli ve orada ikamet edenler için uygun hale getirilmiş bir şehre benzer. Bede­nin halleri şehrin hallerine, nefsin o bedendeki hareketleri de şehir halkının oradaki hareketlerine benzer. Bedendeki organlar ve eklemler, şehirdeki mahallelere benzer. Organlardaki ve eklemlerdeki bölmeler/kaplar ve kanallar, mahalledeki evlere ben­zer. Bu bölmeler ve kanallardaki örtüler ve perdeler, mahallede yol kenarlarındaki evlerin odalarına ve çarşılardaki dükkanlara benzer.

Şehirdeki mahalleye benzeyen organlar ve eklemlerin açıklaması şöyledir: Baş ve onun üzerindekiler, göğüs ve onun içerisindekiler, karın ve onun içine dolanlar, iki ayak ve bedenin tamamıdır.

Mahalledeki evlere benzeyen bedendeki bölmeler ve kanallar şunlardır: Beyin, kalp, akciğer, dalak, öd, mide, ince bağırsaklar, kahn bağırsaklar, iki böbrek, damar­lar. Evlerdeki odalara ve çarşılardaki dükkanlara benzeyen bölmeler ve örtüler de akciğerdeki, beyindeki, kalpteki, kemiklerdeki ve diğer organlardaki boşluklardır.

Bölüm

Bil ki, bu bedene yerleşmiş nefiste olup bedenin organlarına dağılmış olan doğal güçler ve içgüdüsel ahlak, bu şehrin çeşitli bölgelerine yerleşmiş kabilelere ve boylara benzer. Bu güçlerin ve ahlakın, vücudun bölmelerine/kaplarına ve eklemlerin kanal­larına dağılmış olan eylemleri ve hareketleri, şehir halkının evlerinde yaptıkları işle­re, yollarındaki hareketlerine ve çarşılardaki faaliyetlerine benzer. Kabile ve boylara benzeyen doğal kuvvetler ve içgüdüsel ahlak da üç çeşittir:

Birincisi, nebâti nefsin kuvvetleri, eğilimleri ve şehvetleridir: Bunlar onun erdem­leri (fezâil) ve erdemsizlikleri (rezâil). Bulunduğu yer karaciğerdir. Onların fiilleri, şahdamar kanah ile bedenin diğer yerlerine akar.

İkincisi, hayvâni nefsin güçleri, onların eylemleri, ahlakı, duyuları, erdemleri/faziletleri ve erdemsizlikleri/reziletleri. Onların bulunduğu yer kalptir. Onların fiilleri, atardamarlar kanah ile bedenin diğer yerlerine akar.

Üçüncü çeşit ise, düşünen nefsin (nefs-i natıka) kuvvetleri, onun ayırt etme yete­nekleri, kabiliyetleri, faziletleri ve reziletleridir. Onların meskeni beyindir. Onların fiilleri, damarlar kanalı ile bedenin diğer yerlerine akar.

Sonra bil ki, bu üç nefsin birisi diğerinden ayrı ve kopuk değildir, tam tersi on­lar, tıpkı bir ağaçtan çıkmış ve her birinden çokça filizin çıktığı, her filizden birçok yaprak ve meyvenin yetiştiği üç dalın bir ağaca bağlı olması gibi, bir kökten çıkmış dallar olarak tek bir öze bağlıdır. Bir başka açıdan bu üç nefis, üç tane ırmağın doğ­duğu bir kaynağa benzer: Her ırmaktan birçok kol doğar, her koldan da sayısız çay ayrılır. Bu üç nefsin durumu, kendisinden üç boy (ş‘ab), her boydan da birçok sülale (batn), her sülaleden çeşitli kollar ve aşiretlerin doğduğu bir kabileye benzer. Yine bu üç nefis, üç sanatı birden icra eden ve üç ayrı isimle anılan bir kişiye benzer. Bu kişi sanatını iyi icra ettiği sürece ona, mesela, demirci, marangoz ve inşaat ustası denir. Nihayet bu üç nefis, hem yazan hem okuyan hem de öğreten kişiye benzer ki ona, okuyucu (kâri’), yazıcı (kâtip) ve öğretmen (muallim) denir. Çünkü bütün bu isimler, kendisinden ortaya çıkan fiillere, hareketlere, sanatlara ve ürünlere nispetle faile verilmektedir.

İnsanın nefsinin durumu da yukarıda anlatılanlara benzer. Öz olarak tektir, fa­kat kendisinden ortaya çıkan fiillere ve eylemlere göre ona farklı isimler verilmiştir. Örneğin, vücutta beslenme ve büyüme meydana getirirse ona, büyüyen nefis (ennefsu’n-nâmiyye); eğer vücutta duyu, hareket ve intikal meydana getirirse o zaman hayvâni nefis (en-nefsu'l-hayvâniyye) ve eğer düşünme ve fark etmeyi meydana geti­rirse, düşünen nefis (en-nefsu n-nâtıka) diye isimlendirilir.

Sonra bil ki, vücuttaki her organın, nefsin güçlerinden aldığı kendisine özel bir gücü vardır. O güç, işte bu organı idare eder ve diğer bir kuvvetin bir başka organda yaptığı fiilden farklı işler yapar. Bu güç, bu organ için özel nefis olarak isimlendirilse bile değişen bir şey yoktur. Bunun örneği şöyledir: Görme gücüne göz nefsi (nefsuldyn), duyma kuvvetine kulak nefsi, tatma kuvvetine dil nefsi, koklama kuvvetine burun nefsi denir. İşte bunlarda olduğu gibi, kendisini idare eden ve fiiller ortaya çıkmasını sağlayan güçlere göre diğer organlara da özel isimler verilir.

Bil ki, bu üç nefis cinsler (ecnâs), onların güçleri türler (enva), bunların fiilleri de bireyler (eşhas) gibidir. Türler gibi olan güçler, yirmi beş türdür. Onlardan dördü, reisler gibi tekildirler; yedisi sanatkâr ve çıraklar gibi birbirlerine yardım edenlerdir; beşi toplayıcılar gibidir; üçü hizmetçiler gibi takdim edenlerdir; üç tanesi hane sahi­bi gibidir; üç tanesi de idareciler gibidir.

Bu nefislerin, bireyler gibi olan güçlerinin fiillerine gelince, sayılamayacak kadar çoktur, sayısını ancak Allah bilir. Fakat bir kısmını burada sayacağız ki, onlar diğerle­rinin delili olsun. İşte bu kuvvetlerin fiillerinin bir kısmı, şehirdeki aristokrat (eşraf) ve yöneticilerin fiillerine benzer; bir kısmı tüccar, satıcılar ve şehre mal getiren ithalat­çıların işlerine benzer. Bir kısmı, serseriler ve bozguncuların yaptıkları işlere benzer­ken bir kısmı da sultanların ve şehir için savaşan ordunun eylemlerine, bir kısmı da şehrin kadılarının, adil kimselerin ve arabulucuların işlerine benzer. Söz konusu fiil­lerin bir kısmı çocukların, kölelerin, kadınların ve ahmakların yaptıklarına, bir kısmı da şeytanların, fitnecilerin ve cahillerin işlerine benzer. Nihayet bir kısmı alimlerin, fakihlerin (hukukçular) ve din işleriyle meşgul olanların (ehlüd-dîn) fiillerine benzer.

Bunların geniş bir şekilde anlatımı hususunda şunları deriz: Reisler gibi olan dört tekil kuvvet, nebatî nefsin kuvvetleridir. Onlar da sıcaklık, soğukluk, yaşlık ve kuru­luktur. Vücudun faydasına ve bozulmasına yarayan haller bu dördü üzerinde döner dolaşır. Şöyle ki, bu kuvvetlerin bedenin organlarına sirayeti, orantılı ve eşit seviye­li olup, buna paralel olarak bedenin durumu da sağlıklı ve problemlerden arınmış şekilde düzgün olması, şehre hükmeden ve oranın sahipleri olan idarecilerin, aris­tokratların ve yöneticilerin yaptıklarına benzer. Şehrin sağlamlığı, sulhu ve işlerinin yolunda gitmesi, onların tutum ve davranışlarına bağlıdır. Vücuda yemek ve içeceğin alınması, bu güçlerden her birinin gerektiği kadar bu gibi gıdaları alması, bu şehir halkının alma, verme, ahş-veriş ve kendi aralarındaki muamelelerde adaletli davra­nışlarına benzer. Gerektiği kadarına aykırı bir şekilde yapılan işler, bu şehir halkının aralarında çekişmeleri, ihtiyaçlarını teminde kavga etmeleri ve muamelelerinde hak­sızlık yapmaları halinde ortaya koydukları davranışlara benzer. Güçlerin aynı sevi­yede kalması ve vücudun yapısındaki karışımların eşit olması için her uzvun ihtiyaç duyduğu gıdayı bölüştürmesinden müteşekkil bu kuvvetlerin özel işleri, kadıların, adil kimselerin ve arabulucuların şehirde insanlar arasındaki fiillerine benzer.

Fakat bu kuvvetlerin işlerinin kötü ve düşmanca olması, bu yüzden de vücuda hastalık ve bozukluk girmesi, serserilerin ve hizipçilerin kötülük yapmaları, fitneler çıkarmaları, savaşmaları, çarşı-pazarı yakmaları, evleri tahrip etmeleri, soygunlar yapmaları ve şehri birbirine katmaları sırasında sergiledikleri eylemlere benzer.

Bu güçlerin vücuda ilaç ve içecek alınması ve karışımların fazlalığının atılması sırasında sergiledikleri fiiller, sultanın ve ordunun serserilerle savaşması, fitneyi or­tadan kaldırarak sükuneti sağlaması, eşkıyayı cezalandırmaları, ellerini kesmeleri ve onları şehirden defetmeleri sırasında sergiledikleri davranışlara benzer.

Vücut karışımlarının fazlalığının atılması, hastalıkların gitmesi, dengesinin bo­zulmasından sonra düzene kavuşması sırasında bu güçlerin ortaya koyduğu işlere gelince, onlar, şehir idarecilerinin halk arasında barışı ve sükûneti sağlamak, serseri­lerin şehirde meydana getirdikleri kargaşayı gidermek ve tahrip ettiklerini yeniden imar etmek için sergiledikleri fiillerine benzer.

Hane sahipleri gibi olan kuvvetler, şehvânî kuvvet, gadabî kuvvet ve düşünen kuvvettir. Şehevânî kuvvetin bedenin organlarında yürüttüğü faaliyeti gadabî kuvvet yönetmez ve sürekli bu kuvvetin yanında bulunmazsa, onun faaliyeti, kocalarının sahip olmadığı kadınların, babalarının ve velilerinin terbiye etmediği çocukların ve ahmakların yaptıklarına benzer.

Tersi olsa, yani gadabî kuvveti düşünen kuvvet idare etmez ve sürekli bu kuvvetin yanında bulunmazsa, onun yaptıkları, akıllı kimselerin idare etmediği, sözü dinle­nen yaşlıların (meşâyih) sürekli yanlarında olmadığı, yine sözü dinlenen yaşlıların iyiye yönlendirmeyip kötüden sakındırmadığı şeytanların, gençlerin, cahillerin ve aklı kıtların yaptıklarına benzer.

Eğer düşünen kuvveti akıl idare etmez ve sürekli yanında bulunmazsa onun sergi­lediği fiiller, nebilerin (as) halifelerinden adil bir imamın idare etmediği ve yanlarında devamlı bulunmadığı zaman dini hükümlerde tartışan, ihtilaf eden ve çeşitli mezheple­re ve itikatlere ayrılan bilginlerin (ulemâ) ve Kur an alimlerinin (kurrâ) işlerine benzer.

Toplayıcı ve ithalatçılar gibi olan beş kuvvete gelince onlar, beş duyudur. Onlar­dan birisi, sesleri idrak eden duyma gücü olup onun cereyan ettiği yer iki kulaktır. Bir diğeri ışıkları, renkleri ve şekilleri idrak eden görme gücü olup cereyan ettiği yer iki gözbebeğidir. Üçüncüsü tadan güç olup cereyan ettiği yer dildir. Dördüncüsü kokuları idrak eden koklama gücü olup cereyan ettiği yer burun delikleridir. Beşinci duyu ise sertliği, yumuşaklığı, dayanıklılığı, gevşekliği, soğuğu, nemi ve yaşı idrak eden dokunma gücü, onun cereyan ettiği yer damarlar ve bütün bedendir. Bu kuv­vetlerin bedenin dışındaki duyulabilenlerin suretlerini idrak etmeleri ve onları bey­nin ön lobunda tahayyül eden (mütehayyile) güce nakletmeleri sırasındaki fiilleri, toplayıcıların ve ithal edicilerin fiillerine benzer. Nitekim onlar, kullanılan eşyayı ve ihtiyaç duyulan şeyleri, çeşitli yerlerden taşır, şehre getirir ve tüccara sunarlar.

Tüccar ve satıcılar gibi olan karşılıklı alan ve veren (mütenavilat) üç kuvvet şun­lardır: Bulunduğu yer beynin ön lobu olan tahayyül eden (mütehayyile) güç, bulun­duğu yer beynin orta lobu olan tefekkür eden (mütefekkire) güç ve bulunduğu yer beynin arka lobu olan koruyucu (hafız) güçtür.

Tahayyül eden gücün işleri ve duyu vasıtalarından algılananların görüntülerini alması ve onları tefekkür eden kuvvete göndermesi, şehrin meydanlarında ve çarşı­larında bulunan simsarların ve satıcıların yaptıklarına benzer.

Tefekkür eden kuvvetin işleri ve duyu vasıtalarından algılananların görüntülerini alması, onları ayıklaması ve bir kısmını diğerlerinden ayırması, onları beynin arka­sındaki koruyucu güce göndermesi, tüccarın ve onlardan mal alıp evlerine, dükkan­larına ve hanlarına götürenlerin yaptıkları işlere benzer.

Koruyucu gücün fiilleri ve tefekkür eden kuvvetten eşyanın görüntülerini alarak onları hatırlama zamanına kadar koruması ve orada tutması, ambarcılar, vekiller, stokçular ve benzerlerinin yaptığı işlere benzer.

İdarecilere benzeyen üç kuvvete gelince, onlar, gadabî güç, şehevânî güç ve nâtıka gücüdür. Onları zaten yukarıda izah ettik.

Şehrin çarşılarındaki sanatkârlara benzeyen ve fiilleri vücudun organlarında olup birbiri ile yardımlaşan (müfeavine) yedi kuvvet şunlardır: Çekici (cazibe) güç, tu­tucu (mâsike) güç, öğütücü (hâzime) güç, savunma (dâfia) gücü, beslenme (ğâziye) gücü, büyüme (nâmiye) gücü ve şekillendirici (musavvire) güç. Nasıl ki öğrenciler hocalara ve ameleler işverene hizmet ediyorsa, aynı şekilde bu kuvvetlerin bir kısmı da diğerlerine hizmet eder; nasıl ki çarşılarda sanatkârlar birbirlerine yardım edi­yorsa bu kuvvetler de birbirlerine yardım ederler. Örneğin demirciler marangozla­ra, marangozlar inşaat ustalarına yardım eder, yün tüccarı (hallaç) yün eğirenlere (gazzâl), yün eğirenler dokuyuculara, dokuyucular da terzilere yardım eder vb.

Bunların her birisi arkadaşının yapacağı üretim için ön hazırlık yapar ve ona ve­rir. Vücudun organlarındaki güçlerin fiilleri ve yaptıkları işlerde birbirlerine yardım etmeleri de aynen böyledir. îşte çekici güç, kendi işi olarak yiyecek ve içeceği mide­ye çeker, mide suyu midedekileri karaciğere çeker, kan da karaciğerden damarlara damarlardan da vücudun diğer taraflarına çeker. Tutucu gücün işi, karışımlardan organa geleni tutmaktır. Öğütücü gücün işi, bu karışımları olgunlaştırmak ve onları beslenme gücü için hazırlamaktır. Savunma kuvvetinin görevi, karışımlardan organa yaramayanları ayırıp başka organa göndermektir. Beslenme gücünün işi, gıda mad­desinden her bir uzva uygun olanları ona yapıştırmaktır. Büyüme gücünün işi ise, uzva yapışmış olan bu maddeyi almak ve onu o uzvun her tarafında çoğaltmaktır. Şekillendirici gücün işi, her bir organda bulunan bu maddeden fazlalığı almak ve onun benzerini şekillendirmektir. Bu kuvvet özel olarak döl yatağında (rahim) görev yapar.

îşte bu yedi gücün vücudun organlarında çok çeşitli fiilleri, her organda diğerindekinden farklı sanat ürünleri vardır. Onların bu vaziyeti, çarşılardaki sanatkârların yaptıklarına benzer. Onlardan birkaçını zikredeceğiz, diğerleri de ona göre anlaşılır.

Bu kuvvetlerin yiyecek ve içeceği mideye çekmesi, orada tutması, sindirmesi ve içgüdüsel sıcaklık ile onları olgunlaştırması gibi midedeki fiilleri, şehrin çarşıla­rındaki fırıncıların, lokantacıların ve benzerlerinin yaptıkları işlere benzer. Mide­de mide suyunun olgunlaşmasından sonra onu süzmesi, lezzet, renk, koku, tatlılık ve öz gibi inceliklerini çıkarması ve onları ayırarak karaciğere, tortuyu bağırsaklara göndermesi gibi işleri, şehrin çarşılarında ağaçların meyvelerinden özü, bitkilerin danelerinden yağı, hayvanın sütünden kaymağı ve yağı çıkaran parfümcülere (attâr) benzer. Karaciğerdeki saf mide suyunu ikinci defa pişirmesi ve kırmızı kan oluncaya kadar olgunlaştırması, sonra onu süzmesi, ayrıştırması ve kanın tortusunu dalağa, en ince (latif) kalıntıyı öde, ince sıvıyı (rakîk) mesaneye, normal (mutedil) olanı kal­be göndermesi gibi işleri, şehrin çarşılarındaki berberlerin, dikişçilerin, gülsuyu ve şarap yapanların ve benzerlerinin yaptıklarına benzer.

Kalpte kanın üçüncü defa inceltilmesi, süzülmesi ve damarlara akıtılması, şehrin çarşılarında gül kokusu yapan, sirkeyi ateşte ilaç haline getiren, ince ıslaklıkları dam­la damla akıtan ve bunun gibi şeyler yapanların işlerine benzer.

Bu güçlerin beyinde yaptıkları ve oraya çıkan kanı ruhani ince bir rutubet haline gelecek kadar inceltmesi, tıpkı kulakların, gözlerin, burun deliklerinin ve dilin tam merkezinde dolaşan ve kendisinden tahlil yapılan buharlar gibidir.

Duyuların uyarılmaları (infiâlât), şehrin çarşılarında menekşe, nilüfer ve zeytin­den ince yağlar ve bunun gibi şeyler yapanların eylemlerine benzer. Mide suyunun posasını mideden ince ve kahn bağırsaklara göndermesi ve onu vücuttan atması sı­rasındaki faaliyeti, temizlikçilerin, çöpçülerin ve gübreleri ekili alanlara taşıyanların işlerine benzer. Kanı atardamardan vücudun diğer kısımlarına göndermesi işi, suyu şehrin evlerinin aralarından akıtmak için ırmakları kazan, kuyular ve kanallar açan­ların yaptıkları işe benzer. Et, yağ ve kemik ve benzeri şeyler olması için kanı yoğun­laştırması, maddeyi kurutması ve benzeri işler için sergiledikleri fiilleri, helvacılar, hamurcular, damıtıcılar ve benzeri kimseler gibi sıvıları yoğunlaştırma işi yapanların eylemlerine benzer. Kemik oluncaya kadar maddeyi kurutma ve sağlamlaştırma sı­rasındaki fiilleri, kerpiç, çömlek, cam pişirenler ve benzeri şeyler yapanların işlerine benzer. Ayak, baldır ve kol kemikleri ve benzerlerine şekil vermesindeki fiilleri, sü­tunlar, taht ayakları ve benzerlerini yontan marangozların yaptıklarına benzer.

Dizler, baldırlar, bilekler, dirsekler ve parmakların eklemlerini oluşturması sı­rasındaki fiilleri, özel makinelerin anahtarlar, sandıklar ve benzerlerini yapmasına benzer.

Belin, boynun ve sırtın omurlarını oluşturmadaki fiilleri, gemi direkleri, gemiler ve benzeri şeyler yapanların işlerine benzer. Kafatası kemiğini oluşturması ve düz­gün bir şekil vermesi, dökümcülerin ve ibrikler ve testiler yapanların işlerine benzer.

Dişleri şekillendirmesi, onları yerlerine yerleştirmesi ve dekore etmesi, değir­menlerin ve tekerleklerin deliklerini ve oyuklarını yapan ağaç oymacılarının işlerine benzer.

Damarları şekillendirmesi ve uzatması, onları organların üzerine sarması ve on­lara dolaması, yün eğiricilerin, urgancıların, ip eğiricilerin ve onlar gibilerinin yap­tıkları işlere benzer.

Derileri ve vücudu kaplayan diğer örtüleri yapma sırasındaki fiilleri, dokuyucu­ların, örgücülerin ve onlar gibi iş yapanların fiillerine benzer.

Yaraların ve iltihapların iyileştirilmesindeki fiilleri, terzilerin, yamacıların ve ilik açanların yaptıklarına benzer.

Deri üzerinde kıl bitmesinde sergiledikleri fiilleri, çiftçilerin, ağaç dikenlerin ve onlar gibi işler yapanların fiillerine benzer.

Tırnakların yapılmasındaki fiilleri, kürekler, kazmalar, beller ve buna benzer şey­ler yapanların işlerine benzer.

İşkembe, ince bağırsaklar ve kahn bağırsakların yapılması sırasındaki fiilleri, el­biselerden halılar, çuvallar ve kahn abalar yapmalarına benzer.

Diyafram ve bağırsakların şekillendirilmesindeki fiilleri, pamuk ve keten elbise­ler ve bu gibi şeyler üretenlerin fiillerine benzer.

İki gözdeki perdelerin yapımındaki fiilleri, ipek ve ince elbiseler dokuyanların işlerine benzer.

Kemikleri beyazlatma, etleri kızıl yapma, yağı inceltme, saçları siyahlatma işleri, boyacıların, süslemecilerin ve yağcıların yaptıklarına benzer.

Rahimdeki faaliyetleri ve cenine suret vermeleri, yumurtada yavruyu oluşturma­ları, ressamların, süslemecilerin, oyuncak imal edenlerin ve benzerlerinin yaptıkları işlere benzer.

Eğer tabiplerden veya doğa bilimcilerden birisi, ‘bu anlatılanlar tabiatın yaptı­ğı işlerdir’ derse, o kişi bilsin ki, antik filozoflar (kudemâ) şöyle demiştir: Tabiat, nefsin fiilidir. Şeriat alimlerinden birisi, ‘bunların hepsi, dilediğini yapan, istediği biçimi veren Yaratıcı (el-Hâlik el-Bârî) aittir’ derse, o da bilsin ki, nefis zaten Yüce Yaratıcı nın fiilidir. Biz burada bu fiilleri nefse ait kabul ederek anlattık. Çünkü Yüce Yaratıcı, fiilleri kendi zatına nispet etmez, aksine başkasına emir vermek suretiy­le, Ondan meydana gelir. Bu şekilde yapması, insanın gaflet uykusundan ve cehalet sarhoşluğundan uyanması, nefsi hakkında tefekkür etmesi, sırlardaki bu gariplikleri müşahede etmesi, bunları Varedenin (Sânı) her şeyi bildiğini (alîm), her şeyi yerli yerince yaptığını (hakim) ve yaratılanların bu Hakîm’in yoktan var ettiğini anlaması içindir. Çünkü yerli yerince, sapasağlam bir ürün, Hakim bir Varedenin hikmetini ortaya koyar, onlarla istidlal yapılır. Yüce Allah ayette şöyle buyurur: “Kendi nefisle­rinizde (de deliller vardır), hala görmeyecek misiniz?”4

Mevcutların tamamı, Allah’ın yapıtıdır. Çünkü O Yücenin hikmeti ve sanatı, yerli yerince yaratılanlar, düzenli var edilenler ile aşikar olur. “Kendi nefislerinizde” Allah’ın delilleri, sırları, sanat ürünleri, acaiplikleri vardır, ey gafiller, “hala görmeye­cek misiniz!” ve ey cahiller, hala bakıp düşünmeyecek misiniz!

Özetle nefis ile birlikte bu beden ve onun içteki ve dıştaki organlarının hepsine dağılmış olan güçleri, mafsalların hareket noktalarında fiillerinin oluşması, oralar­daki hareketlerin teknikleri, uyanık halde iken kafasının deliklerinin boşlukların­daki duyuları, mamur ve orada ikamet edenlerin yaşamına elverişli hale getirilmiş, kapıları açılmış, yolları yapılmış, tüccarı yerleşmiş, sanatkârları yerlerini almış, ya­şayanlar birbiri ile dostça yaşamaya başlamış, hayvanları sağa sola koşuşan ve diğer canh varlıkların hayat emareleri duyulmaya başlanmış bir şehre benzer.

Bu bedenin uyku vaktindeki, yani duyularının dinlendiği ve hareketleri­nin sükûnet bulduğu sıradaki hali, bu şehrin, gece olunca çarşılarının kapandığı, sanatkârlarının dinlenmeye çekildiği, yollarının ıssızlaştığı, halkının uyuduğu, hal ve hareketlerinin dingin hale geldiği ve seslerinin sustuğu sıradaki haline benzer.

Yine nefsin ayrılması sırasında bu bedenin durumu, bu şehir halkının göç etme anma, orada oturan kimselerden boşalmasına, komşularının tek başına kaldığında, harap hale geldiğinde, yırtıcılar ile baykuşların sığınağı olduğunda, duvarları yıkıl­dığında, çarşıları çöktüğünde, taş, kerpiç, çamur ve topraktan başka bir şeyin gö-

4.    Zâriyât, 51/21.

rünmediği tepelere ve yığınlara dönüştüğündeki haline benzer. Nefsin bedenden ayrılması demek olan ve geri dönüşü asla olmayan ölüm sırasında bedenin hali de böyledir. Şu ne güzel sözdür: Kulların sabaha erdiği her gün mutlaka bir melek şöyle seslenir: ‘Ölmek için doğun, harab olması için yapı yapın!” Bundan sonra beden, değişim geçirir, bozulur, kurtçukların, sineklerin ve karıncaların yuvası haline gelir, sonra da çürür ve toprak olur. Ondan geriye sadece kemikler ve damarlar kalır da şehrin taşlarının ve kerpiçlerinin görünmesi gibi ortalıkta görünürler. “Sizi ondan yarattık, oraya döndüreceğiz ve sizi bir defa daha oradan çıkaracağız”, “Bütün işler O’na döndürülür. Öyle ise O'na kulluk et ve O na tevekkül et. Rabbin yaptıklarınız­dan habersiz değildir.”[68]

Allah seni, bizi ve bütün kardeşlerimizi doğruya ulaştırsın, seni ve bizi doğru yola iletsin. O, kullara kesinlikle çok şefkatli ve merhametlidir.

Bedenin Oluşumu Risalesi {Risâletu Terkîbi’l-cesed) tamamlandı. Bunu Algılayan ve Algılanan Risalesi takip edecektir.

Cisimsel-Doğal Bilimlerin Onuncu
(İhvan-ı Safa Risalelerinin Yirmi Üçüncü) Risalesi:
Nefsin Eğitilmesinde ve Ahlakın Düzeltilmesinde
“Duyu (hâs) ve Duyum (mahsûsfa Dair[69]

Rahman ve Rahim olan Allah’ın adıyla!

I~Iamd Allah’a, selâm Onun seçilmiş kullarının üzerine olsun!

Bölüm

“Allah mı daha hayırlıdır, yoksa (Ona) ortak koştukları varlıklar mı?”2

Ey iyiliksever ve merhametli kardeşim! Allah seni ve bizi kendinden bir ruhla desteklesin! Biz insanın cesedinin oluşumunu, insanın küçük bir alem oluşunu açık­lamayı, insanın şekilsel yapısının erdemli bir şehre ve onun nefsinin de bu şehrin kralına benzediğini açıklamayı bitirdikten sonra şimdi de bu risalede bir kısım bilgi­leri zikretmek istiyor ve diyoruz ki:

İnsan bilgileri üç yoldan ahr: Bunlardan biri, beş duyu olup bunlar bilgi yollarının ilkidir. İnsan bilgilerinin çoğunun kaynağı bu duyulardır. O, bebekliğinin ilk aşama­sından itibaren bu yollarla bilgi ahr, bu duyular bütün insanların ve canlıların ortak özelliğidir.

İkinci yol, akıldır. Akılla insan, diğer canlılardan ayrılır. Onun akıl yoluyla bilgi elde etmesi bebeklikten sonra ergenlik anında olur.

Üçüncü yol, her insanın değil de sadece bazı âlimlerin sahip olduğu bûrhan yo­ludur. Onların bu yolla bilgi sahibi olması, geometrik mantıkî işlemler (riyâziyyât) üzerinde iyice düşünüp taşındıktan sonra olur.

Bu risalenin sonunda bilgi alma yollarının neden üç tane olduğunu açıkladık. Şimdi de beş duyu yolunu açıklamak ve duyusal güçlerin duyulacak şeyleri nasıl algıladığını (idrak) anlatmak istiyoruz. Fakat bundan önce, tamamı cismani arazlar olan duyularla algılanacak şeyleri zikretmemiz gerekir. Zira cisim bu duyu organla­rıyla algılanmış (hissedilmiş) olur. Aynı zamanda bu algılamanın niteliğini de tespit edeceğiz. Çünkü bu, öğrenci durumunda ve başlangıç aşamasında olanın daha kolay anlayacağı, daha açık ve daha net bir şeydir. Bundan sonra, gerçek bilgi ve marifetle-

2. Nemi, 27/59.

re bakınca, tamamı rûhânî, gizli, kapalı ve başlangıç noktasında olanların anlayama­yacağı (veya zor anlayacağı) nefis ve nefsin algılayıcı güçlerini zikredeceğiz.

Diyoruz ki: Allah seni başarıya ulaştırsın, bilmiş ol ki, algılanan şeylerin tama­mı, cismin cisim olmasından sonra ona dahil cismani arazlar olunca, mutlak cismi zikretmeye ve sadece cisim olarak onu anlatmaya ihtiyaç duyduk. Sonra da, cisim olması dolayısıyla tamamı ona ilave nitelikler olan dahilî arazları zikredeceğiz. O halde diyoruz ki, cisim sadece madde ve suretten oluşmuş bir cevherdir. Bunun ka­nıtı, bilginlerin cismin tanımındaki şu ifadeleridir: Cisim, uzun, geniş ve derin şeydir. Buradaki şey “cevheridir, o da maddedir. Uzunluk, genişlik ve derinlik ise suretlerdir. Cisim, cevher olması sebebiyle değil, ancak bu niteliklerle cisim olur. Zira nefis ve akıl da birer cevherdirler, fakat uzunluk, genişlik ve derinlikle nitelendirilmezler. İşte bu, cismanî cevherler ile ruhanî cevherler arasındaki farklardan biridir.

Sonra bilmiş ol ki, uzunluk, genişlik ve derinlikten sonra cismin nitelendirildi­ği her nitelik, cismin cisim olmasından sonra onun mahiyetine dahil ve ona ilave edilmiş bir niteliktir ki buna “tamamlayıcı suret” denilir. Bunun örneği filozofların (hukemâ.) şu sözüdür: Cisim mutlaka, hareket, durma, birleşme, ayrılma, karanlık (gölge) oluşturma, aydınlatma, ışığı geçirme (şeffaflık), geçirmeme, sıcak, soğuk, yaş, kuru, hafif, ağır, katı, gevşek, sert, yumuşak, tadı, rengi, kokusu olma vb. bir nite­lik durumunda olur (yani mutlaka bu durumlardan birinde olur). Bunların tamamı, cismin cisim olmasından sonra onun mahiyetine dahil, ona ilave ve onu tamamlayan arazlardır. Bu araz ve nitelikleri teker teker zikretmeye ve anlatmaya ihtiyaç duyu­yoruz.

Diyoruz ki: Bütün bu a’râz ve sıfatlar, cismi tamamlayan ve onu en son haddine ulaştıran suretler(şekiller)dir. Bunların bir kısmı cisme diğerlerinden daha öncelik­lidir. Buna göre, cisim için hareketsizlik (sükûn) hareketten, birleşme ayrılıktan, ka­ranlık aydınlıktan ve mekân zamandan daha elverişlidir.

Bunun açıklaması şöyledir: Hareketsizlik (sükûn) cisim için hareketten daha elverişlidir. Zira cismin altı yönü vardır, bir kere de bütün yönlere hareket etmesi imkânsızdır. Yönlerden birine hareket etmesi de diğerine hareket etmesinden daha öncelikli(ev/â) değildir. O zaman hareketsizlik (sükûn) hareketten daha elverişlidir. Gök cisimleri (eflak) ve ateş gibi bazı cisimlerin devamlı hareket halinde olması ise, cismin cisim olması bakımından ayrı bir durum olup cismi tamamlayıcı bir şeydir. Madde (Heyûlâ) Risalesinde açıkladığımız üzere, hareket, cisme dahil ve cismi ta­mamlayan ruhanî (manevi) bir şekildir. Hareketsizlik ise bu şeklin olmayışıdır.

“Cismin her birinden ayrılmadığı[70] [71] (ayrı düşünülemeyeceği)” söylenen birleşme ve ayrılık ise, cismin cisim olması yönünden değil de bazı cisimlerin belirginleşmesi (teşehhus) bakımındandır. Bu da şöyledir: Bir bütün olarak âlemin cismi birbirinden ayrılmaz ve başkasıyla da birleşmez. Çünkü bir tek âlem vardır. Birleşme ve ayrıl­ma ise ancak şahıs, hayvan, bitki ve ay altı alemde (felek) bulunan ana kütlelerin (ümmehât) parçalarından bazısı için söz konusudur.

“Yıldızların birleşmesi veya ayrılması” konusunda söylenen sözün aslı yoktur. Zira her yıldız kendi gezegenine veya onun bulunduğu dereceye bağlıdır. Yıldızların birleşmesinden maksat, tek çizgi (yörünge) üzerinde birbirlerine paralel olmalarıdır. Bu, gözlerimizin görüntü mesafesinden başlayıp kuşatıcı gezegene kadar çıkan çiz­gidir.

“Cismin mekândan ayrılmayacağı (mekândan ayrı düşünülemeyeceği)” şek­lindeki görüşün sebebi ancak şudur: Yıldızların ve gezegenlerin bir kısmı diğerini kuşattığına göre, kuşatanın kuşattığı şeyin mekânı olduğu söylenmiştir. “Madde Risâlesi”nde zaman ve mekânın mahiyeti konusunda bilginlerin farklı görüşlerini açıklamıştık.

“Cismin zamandan ayrılmayacağı (zamandan ayrı düşünülemeyeceği)” şeklinde söylenen ifade cismin tanımından değil, hareket dolayısıyladır. Buna göre, “Madde Risâlesi”nde açıkladığımız üzere, zaman, gök cisminin (felek) tekrarlı bir şekilde dö­nüşüyle meydana getirdiği hareketten başka bir şey değildir.

“Cismin karanlık veya aydınlık/parlak olmaktan ayrı düşünülemeyeceği” şeklin­deki ifâde doğru bir taksim değildir. Fakat şöyle denilir: cisimlerin bazısı karanlık, bazısı aydınlık bazısı ise ne karanlık ve ne de aydınlık olup şeffaftır. Buna göre karan­lık cisimler gölgesi olan, ışık gölgesi olmayan, şeffaf ise bazen ışığı bazen de karanlığı yansıtandır.

Bilmiş ol ki, evrende yer ve aydan başka gölgesi olan başka bir cisim yoktur. Fakat Ay’ın yüzü ışığı red ve kabul edebilen parlak (pürüzsüz) bir yapıdadır. Yerin yüzü ise parlak (pürüzsüz) bir yapıda değildir. (Batlamyus’un) el-Mecisti adlı gök cisimleri ve geometri konusundaki kitabını inceleyen ve bu ilim konusunda uzman olanlar söylediğimizin hakikatini bilirler.

Evrende ışık veren cisimler sadece iki cinstir, bize göre bunlar da yıldızlar ve ateştir.

Ay altı alemde bulunan ve dokuzuncu felek (esir)[72] denilen ateş ışık seçici değildir. Çünkü eğer o ışık saçıcı olsaydı bizden yıldızların ışığını engellerdi. Tıpkı, aynı hat üzerinde olduğu ve biri diğerinin arkasında bulunduğunda, kandillerden birinin di­ğerinin ışığını engellemesi gibi.

Şeffaf cisimler ise, gök cisimleri, ateş, hava, su, billur, yakut, cam ve bunun gibi bazı yer cisimleridir. Şeffaf, tabii rengi olmayan cisimdir. Tabii renk, cisimden ayrıl­mayan şeydir. Gözün siyahlığı, karın beyazlığı, zaferanın sarılığı, aprus (carthamus tinctorius/papağan yemi) denilen maddenin kırmızılığı ve bitkinin yeşilliği böyledir.

Derin suyun dibinde ve havada görülen mavilik gibi, genişlemesine olan renge gelince; ismi yüce olan Allah, havanın maviliğini ve bitkinin yeşilliğini canlıların gözlerinin yararına olarak yaratmıştır. Çünkü bu iki renk gözü güçlendirici özelliğe sahiptir. Her canlı yaşarken her daim göğe bakmaya ve yaşamasını sağlayacak şeyleri aramak, elde etmek için de bitkiye bakmaya ihtiyaç duyar.

Bazı cisimlerdeki sıcaklığa gelince; bu, maddenin parçalarının hafif hareketle kaynayıp kabarmasından dolayıdır.

Bazı maddelerin soğuk olmasının sebebi, söz konusu parçaların hareketsiz olması veya belirtilen kaynamanın donmasıdır.

Bazı cisimlerin yaş olması, hareketli parçaların hareketsiz olanlarla karışık olması sebebiyledir.

Bazılarının kuru olmasının sebebi, bu parçaların tamamının hareketli veya hare­ketsiz olmasından dolayıdır. Bundan ötürü ateş, yakıcı ve kuru olmuştur. Maddenin yerdeki bütün parçaları hareketli olduğundan dolayı yer soğuk ve kuru olmuştur. Maddenin bütün parçaları hareketsiz olduğundan su ve hava yaş oldu. Çünkü mad­denin yerdeki bazı parçaları hareketli, bazıları ise hareketsizdir. Ancak sudaki par­çaların çoğu hareketsiz iken, havadaki parçaların çoğu hareketlidir. Bu sebeple hava sıcak ve yaş; su ise soğuk ve yaş olmuştur.

Bazı maddelerin ağır, bazılarının ise hafif olmasına gelince; bunun sebebi şudur: Bütün (kütle) halinde bulunan cisimlerden her birinin bir konumu vardır ve baskı uygulayan birisi olmadan o konumdan çıkmaz ve orada durur. Baskıdan kurtulduğu zaman da kendine mahsus yerine döner. Şayet o cismin yerine dönmesini engelleyen bir engel bulunursa aralarında çekişme çıkar. Şayet yöneliş evrenin merkezine doğru olursa buna “ağırlık”, okyanusa doğru olursa “hafiflik” denilir. Bunun nasıl olduğunu “Gökyüzü ve Âlem Risalesinde[73] açıkladık.

Bazı cisimlerin katı olmasının sebebi, kendilerine soğukluk ve kuruluğun baskın olmasındandır. “Oluş ve Bozuluş Risâlest’nde[74] soğukluk ve kuruluğun mahiyetini açıkladık.

Bazı cisimlerin gevşek olması, sıvı parçaların toprak parçalarına baskın olmasın­dan dolayıdır.

Bazı cisimlerin sert olmasının sebebi, yüzeyinin görünen kısmı üzerindeki parça­ların farklı olmasındandır. Bu parçaların bazısı yüksek ve bazısı alçaktır. Eğe, törpü vb. âletler gibi.

Bazı cisimlerin düz ve pürüzsüz olmasının sebebi, bu parçaların tek bir yüzeyde konumlanmış olmasındandır. Ayna yüzeyi vb. cisimler böyledir.

Cisimleri ve onlara nüfuz eden algılanabilir arazlarını kısaca zikrettikten sonra şimdi de beş duyunun araçlarını (âlât) ve bunlarda bulunan rûhânî duyusal güçlerin kanallarının yerlerini zikredeceğiz.

Bölüm

Birinci olarak şunu söylüyoruz: Beş duyu nedir?, Duyusal güçler nedir, duyu (his) nedir? Duygu/hissetme (ihsas) nedir? Duyulanan şeyler nelerdir? Bunların cevabı şöyledir:

Bilmiş ol ki, duyular, bedene ait araçlar olup beş tanedir. Bunlar: Göz, kulak, dil, burun ve eldir. İşte bunların her biri bedenin bir organıdır.

Duyusal güçler ruhânî-nefsânî güçler olup her biri vücut organlarından birine aittir. Nitekim bundan sonraki bölümde bunu açıkladık.

Duyulanlar ise, duyu organları vasıtasıyla idrak edilen şeylerdir. Duyularla idrak edilen şeyler, tabiî cisimlere nüfuz etmiş, duyularda etkili ve karakterinin {mizaç) niteliğini değiştiren arazlardır.

Duyu (his), duyulan şeyle doğrudan ilişki kurulduğunda duyu organının karakte­rinin değişikliğe uğramasıdır. Duygu/hissetme ise, duyu organının karakterinin nite­liğine ilişkin değişikliklerin duyusal güçler tarafından hissedilmesi (fark edilmesidir.

Bunun açıklaması şöyledir: Görme gücünün kanalı iki gözdedir. Bu, her iki göz­bebeğinin deriye ait yaşlıkta yer edinmesi (gizlenmesi) şeklindedir. İşitme duyusu­nun kanah, kulaklardadır. Bu da, beynin arka lobuna düşen işitme kanallarında yer almaktadır. Koklama duyusunun kanalı burun deliklerindedir. Bu duyu, beynin ön lobuna düşen burunda yer almış durumdadır. Tatma gücünün kanah ağızdır. Bu di­lin ıslaklığında yer almaktadır. Dokunma gücünün kanah, derisi ince olan bütün canlıların beden yüzeylerinin genelidir. Fakat bu duyu insanda özellikle de par­mak uçlarında daha belirgindir. Nitekim şöyle denilmiştir: Parmak uçları bedene hâkimdir. Bu duyu, bedenin iç ve dışında yer almaktadır.

Bilmiş ol ki, duyularla algılanan {mahsûsât) şeylerin tamamı beş cinstir. Bunla­rın bir kısmı, dokunma yoluyla bilinir. Bunlar da on nevi olup şunlardır: Sıcaklık, soğukluk, ıslaklık, kuruluk, sertlik, yumuşaklık, katılık, gevşeklik, hafiflik ve ağırlık.

İkinci cins, tatma yoluyla bilinen yiyeceklerdir. Bunlar dokuz nevi olup şunlardır: Tatlılık, acılık, tuzluluk, yağlılık, ekşilik, keskinlik, keskin (şarap vb.) koku, tatlılık ve tatsızlık.

Üçüncü cins, koku alma duyusu yoluyla hissedilen kokulardır. Bu da güzel ve kötü koku olmak üzere iki çeşittir.

Dördüncü cins, işitme yoluyla algılanan seslerdir. Bunlar da canlıya ait olan ve cansız varlığa ait olan olmak üzere iki çeşittir. Cansıza ait sesler, doğal ve aletle ilgili olmak üzere iki nevidir. Canlıya ait sesler, konuşma sesi olan ve olmayan şeklinde iki çeşit olup konuşma sesi de bir anlamı olan ve olmayan olmak üzere iki türlüdür.

Beşinci cins, görme yoluyla algılanan görüntülerdir. Bunlar on çeşittir: Işıklar, ka­ranlıklar, renkler, yüzeyler, cisimlerin bizzat kendileri, cisimlerin şekilleri, konumla­rı (vaziyetleri), boyutları, hareketleri ve hareketsizlikleri.

Duyularla algılanan şeyleri kısaca ifade ettiğimize göre o zaman şimdi de algıla­yıcı güçlerin algı alanlarına giren şeyleri nasıl algıladıklarını teker teker anlatalım. Önce dokunma duyusu ve niteliğini anlatarak başlıyoruz. Çünkü dokunma duyusu­nun dokunulan şeyleri algılaması cisimsel bir algıdır. Sonra konuyu görme gücünü anlatarak bitiriyoruz. Zira görme gücünün görüntüleri algılaması ruhanî bir algıdır.

Bölüm

Dokunma Gücünün Sıcaklık ve Soğukluğu Nasıl Algıladığına Dair

İlk olarak şunu ifade edelim ki, canlıların beden yapısı daima bir miktar sıcaklık ve soğukluk taşır. Onunla başka bir cisim karşılaştığı zaman bu cisim mutlaka bedenden daha hararetli veya daha soğuk ya da bu konuda onunla eşit olur. Şayet bedenden daha hararetli olursa, onunla karşılaştığı zaman kızgınlık durumu bir şekilde artar. Eğer ondan daha soğuk olursa soğukluk durumu bir şekilde artar. Dokunma gücü bu değişim ve dönüşümü algılar ve bu haberi beynin ön lobunda bulunan hayal gücü(e/kuvvetü'l-muhayyile)ne iletir. Şayet bu cismin durumu bedenin mizacındaki hararet ve soğukluğun her ikisinde eşitse, ondan bir şey değiştirmez, onu etkilemez ve (algıla­ma) güçleri bir şey algılamaz. Ancak bu cisim mutlaka bedenden daha katı veya daha yumuşak olur. Bu durumda algılama gücü bu değişim ve dönüşümü algılar. Şayet cisim hararet ve soğukluk niteliklerinde vücutla eşit olursa ona tesir etmez, onda his oluşturmaz. Fakat bu cisim bedenden daha sert veya gevşek olur. Bu durumda bedene etki eder, algılayıcı güç de bu değişimi algılar. Hararet, soğukluk, yumuşaklık, sertlik, katılık ve gevşeklik gibi altı nitelikte birbirine eşit olan iki cisim az bulunur.

Bu gücün, sertlik ve gevşekliği nasıl algıladığına gelince; canlının bedenine başka bir cisim çarptığı zaman mutlaka bunlardan biri diğerini oyar. Cisimdeki oyuk par­mağın hamurda meydana getirdiği oyuk gibi olursa algılayıcı güç bu yumuşaklığı algılar ve onun haberini hayal (muhayyile) gücüne iletir. Şayet bu oyuk elin demire gömülmesi gibi olursa algılayıcı güç bu sertliği algılar ve onun haberini hayal (mu­hayyile) gücüne iletir.

Bu gücün sertlik ve yumuşaklığı nasıl algıladığına gelince; daha önce anlattığımız gibi olmaktadır. Yani cisimlerin dış yüzeyindeki parçaların durumu farklı olup bazısı yüksek ve bazısı alçak olduğunda bu katı ise bu sert cisim olur.

Cisimlerin dış yüzeyindeki parçaların tamamı tek bir düzlemde olursa, iki yu­muşak cisim karşılaştığında, aralarında boşluk olmadan dokunan yüzeylerden biri diğerinin üzerine kapanır.

Canlının bedenine gelince: Onunla katı bir cisim karşılaşınca ondan meydana gelen parçalar bedenin bazı parçalarını içine doğru iter. Böylece beden yüzeyi katı­laşır, algılayıcı güç bu değişimi algılar ve onun haberini hayal gücüne iletir. Canlının bedeni yumuşak bir cisimle karşılaşınca, bedenin parçalarını ikinci sefer içine doğru iter ve algılayıcı güç bu değişimi algılar.

Bu konu, beden organlarının mizacının değişmesine göre değişiklik arzeder. Buna göre insan elini bir elbisenin üzerine koyduğu zaman onun yumuşak olduğunu hisseder. Sonra elini yanağına dokundurur ve onun sert olduğunu anlar. Zira insanın yanağı dokunma bakımından daima elinden çoğu kere daha yumuşaktır.

Aynı şekilde elini bir çuvala dokundurduğunda onun sert olduğunu hisseder. Sonra o çuvala ayağıyla dokunduğunda onun yumuşak olduğunu görür. Zira ayak elden daha serttir.

Yine bunun gibi insan serin olan bir hamama girdiği zaman birinci odayı sıcak bulur, daha sıcak odadan çıktığı zaman onu soğuk bulur. Çünkü mizaç onu değiştir­miştir. Görmüyor musun ki, dokunma gücünün algı sahasına giren şeyleri algılama­sı, beden mizacının sıcaklık, soğukluk, sertlik, katılık yumuşaklık ve gevşeklik gibi durumlarında değişik olmasına ve algılanan şeyin durumlarının değişmesine göre değişiklik arzeder. Zira algılayıcı güç zat ve cevherinde farklılık arzeder.

Bu gücün yaşlık ve kuruluğu nasıl algıladığına gelince; kuru bir cisim bedenle karşılaştığı zaman bedenin ıslaklığını emer ve kurutur. Algılayıcı güç bu değişikliği hisseder. Bedenle yaş bir cisim karşılaşınca onun yaşlık ve rutubetini artırır.

Bu gücün ağırlık ve hafifliği nasıl algıladığına gelince; bu güç, itme, çekme ve yüklenme anında ağırlık ve hafifliği algılar. Ağır ve hafif bedenin gücüne göre deği­şir. Karınca gibi bazı hayvanlar beden ağırlığının kat kat fazlası olan yükü taşır. Ba­zıları ise beden ağırlığından fazlasını taşıyamaz. Canlıların özelliklerini anlattığımız risalede bunun sebep ve gerekçesini açıklamıştık.

Bölüm

Tatma gücünün algı sahasına giren ve sadece yiyeceklerden oluşan şeyleri na­sıl algıladığına gelince: Bunlar dokuz çeşittir: Birincisi, dilin mizacına uygun olan tattır. İkincisi, dilin mizacına aykırı olan acılıktır. Üçüncüsü, tuzluluk, dördüncüsü, yağlılık, beşincisi, ekşilik, akıncısı, keskinlik, yedincisi, burukluk, sekizincisi, tatlılık, dokuzuncusu ise tatsızlıktır.

Bunların algılanması, bu tatların yaşlığının dilin yaşlığıyla birleşmesi ve karışma­ları şeklinde olur. Dilin mizacı bu yiyeceğin tadına göre değerlendirilir; eğer tatlı ise dil de tath, acıysa acı, ekşiyse ekşi...vs. ve böylece dil bunları algılar. Algı, algılayıcı­nın mizacının sadece nitelik bakımından algılanan gibi olmasından daha fazla bir şey değildir. Algılama ise, nefsin bu mizaçların değişimini hissetmesinden daha fazla bir şey değildir.

Koklama duyusunun kokular olan ve algı sahasına giren şeyleri nasıl algıladığına gelince: Bu güzel ve kötü koku olmak üzere iki türlüdür. Cisimlerin kokuları vardır. Onlardan devamlı, ruhanî bir mizaç olarak hava ile beraber hoş buharlar çıkar. Nitelik bakımından hava onun gibi olur: Eğer koku hoşsa hava da hoş, kötü olursa kötü olur.

Akciğeri olan canlı, kalpte bulunan içgüdüsel harareti canlandırmak için daima havayı koklar. Bu hava onun burun deliğine ve genzine ulaşır. Oradaki bu hava da nitelik bakımından onun gibi olur. îşte koklama gücü bu değişimi algılar ve onun haberini hayal gücüne iletir. Şayet koku güzel ise canlının tabiatı ondan lezzet ahr, eğer kötü ise hoşlanmaz ve tiksinir. Zıtlık kuralının değişmesine göre, kokular da canlıların genizlerinde lezzet ve tiksinme bakımından değişiklik arzeder. Buna göre domuz, sinek ve solucan gibi bazı hayvanlar gübre ve leş kokusundan lezzet ahr. Bazıları ise güzel kokulardan tiksinir. Buna göre bok böceği gülün içine batırıldı­ğı zaman kendinden geçer ve hareket edemez. Onun yaşamasını isteyen tekrar onu gübrenin içine bırakır, bu sefer canlanır, hareket eder ve yaşar.

İnsanlardan da bu nitelikte olanlar vardır. Gübreciler ve çöpçüler böyledir. An­latıldığına göre, çöpçünün biri parfüm ürünlerinin satıldığı çarşıya (attar) girdi ve bayıldı. Hatta öldü sandılar. Oradan geçen bir doktor onun durumunu ve bayılma sebebini anladı ve kuru tezek getirilmesini emretti. Onun ufalanıp tütsü yapılmasını istedi. îstenen yapılır yapılmaz hemencecik hapşırdı ve kendine geldi.

Hastalardan da bu şekilde olanlar vardır. Mesela sarılık hastalığına müptela olan­lar böyledir. Bunlar misk kokusundan rahatsız olurken çamur kokusundan lezzet alırlar. Bu farklılık bedenlerin mizaçlarının farklılığına ve onlardaki baskın karışıma göredir.

Anlatılan bu üç algılama gücü, algı sahasına giren şeyleri dokunma yoluyla ve cismani olarak algılar.

İşitme ve görme gücü algı alanlarına giren şeyleri kesin olarak manevi şekilde algılar.

Bölüm

İşitme Gücünün Algılamasına Dair

İşitme gücünün algı sahasına giren sesleri algılayışı: Bilmiş ol ki, sesler canlıya ait olan ve olmayan olmak üzere iki çeşittir. Aynı zamanda sesler, tabiî ve aletten çıkan olmak üzere de iki kısımdır. Tabiî sesler, taş, demir, odun, şimşek, rüzgâr ve diğer cansız cisimlere ait seslerdir. Alet sesleri ise, davul, boru (korna), saz, çalgı telleri ve buna benzer ses çıkaran aletler böyledir. Bu ses, şiddetle birbirine çarpan iki cisim arasında değişip duran bir havadır. İşitme aletinde duran hava sürekli vurularak ku­lakları çınlatır hale gelir. Bunun altında da birçok çeşit vardır.

Canlıdan kaynaklanan sesler de mantıkî olan ve mantıkî olmayan olmak üzere iki çeşittir: Mantıkî olmayanlar konuşma özelliği olmayan insan dışındaki diğer can­lıların sesleridir. Mantıkî sesler insan sesleridir. Bunlar da bir anlamı gösterenler ve göstermeyenler olmak üzere iki çeşittir. Bir anlamı göstermeyenler, gülme, ağlama ve tüm hecesiz seslerdir. Anlamı gösterenler ise, heceli olan söz ve cümlelerdir. Bu sesler, ağız içi organların bir araya getirilmesi (yumulması) suretiyle seslerin (ölçülü bir şekilde) parçalara ayrılmasıyla olur. Ağzın bu yumulmasından harfler meydana gelir. Nitekim ağzın bir şekilde yumulmasıyla “be” harfi meydana gelir. Bir başka şekilde yumulmasıyla da “mim” harfi meydana gelir. Bütün bu sesler, ancak havada cisimlerin çarpışmasından meydana gelen bir vuruştur. Buna göre, aşırı inceliği, cev­herinin (elementinin) hafifliği, parçalarına ait hareketin hızı sebebiyle bütün cisim­lerin içine girip karışır. Bir cisim diğerine çarptığında bu hava, aralarından kızgın bir şekilde, uzaklaşarak ve dalgalanarak her tarafa yayılır. Havanın bu hareketinden küresel bir şekil meydana gelir. Nasıl ki camcının üflemesi sonucu şişe genişliyorsa veya durgun bir suya bir taş bırakıldığında nasıl ki su göletin etrafına ulaşana kadar sıkışıyorsa, bu hava da öyle genişler. Bu şekil genişledikçe durgunlaşana ve azalıp yok olana kadar hareketi ve dalgalanması zayıflar. Hava ile ilgili bu dalgalanma du­rumuna yakın bir yerde bulunan insan ve kulağı olan diğer canlılara ait işitme gücü bu hareket ve değişimi algılar.

Bilmiş ol ki, her bir sesin diğerinden farklı olarak nağmesi, kalıbı ve ruhani bir yapısı vardır. Cevherinin üstünlüğünden ve unsurunun inceliğinden dolayı hava, seslerin tamamını taşır ve birbirine karışıp yapıları bozulmasın diye, onları hayal gücüne götürene kadar, işitme gücü yanında onları en son haddine ulaştırana kadar korur. “Bu, size işitme görme ve düşünme duyuları veren Aziz ve Alîm olan Allah’ın bir takdiridir. Ne kadar da az şükrediyorsunuz"*.

8. Bkz. Secde, 32/ 9.

Bölüm

Görme Gücünün Algısına Dair

Görme gücünün algı sahasına giren şeyleri nasıl algıladığına gelince: Görme gü­cünün algı sahasına giren şeyler on çeşittir. Bunların birincisi ışıklar, karanlıklar ve renkler, yüzeyler ve cisimlerin bizzat kendileri, şekilleri, boyutları, hareketleri, dur­gunlukları ve konumlarıdır. Bu çeşitler içerisinde gerçekten ve bizzat algılanan sa­dece ışık ve karanlıktır. Ancak karanlık görülen ve kendisi sebebiyle başka bir şeyin görülmediği bir şeydir.

Bu çeşitlerin birincisi renklerdir. Renkler ancak cisimlerin yüzeylerinde bulun­duğu için yüzeyler onları göstermektedir. Yüzeyler de ancak cisimlerde bulundu­ğundan her cisim yüzeyi aracılığı ile görülür olmuştur. Her cismin mutlaka şekil, ko­num, boyut ve hareketleri vardır ve bunların tamamı zatlarına göre değil arazlarına göre sıralanmıştır.

Bundan sonra bilmiş ol ki, ışık ve karanlık ruhani (manevi), siyah ve beyaz ise cismani renklerdir. Işık beyaza, karanlık ise siyaha uygundur. Buna göre beyaz diğer renkler üzerine baskın gelir (onlardan daha belirgin durur). Nitekim görülebilecek diğer şeyler ışıkta görülür. Siyahta renkler ortaya çıkmaz, karanlıkta da bir şey gö­rülmez.

Sonra bilmiş ol ki, ruhun cesette dolaştığı gibi ışık ve karanlık da şeffaf cisimler­de dolaşır ve onlardan zamansız olarak ayrılır. Fakat ziya (aydınlık), şeffaf cisimlere sirayet ettiği zaman cisimlerin renk ve daha önce bahsedilen niteliklerini ruhani bir şekilde kendisiyle beraber taşır ve cisimlerin yapısıyla birlikte bu özellikleri korur. Bunun sonucunda da bu özellikler birbirine karışarak yapıları bozulmaz. Nitekim daha önce anlattığımız üzere, hava da sesleri yapılarıyla birlikte taşır ve onu göz be­beklerinde bulunan kırağı şeklindeki yaşlık içerisinde yer alan görme gücü yanında bulunan en ileri noktasına götürür.

Sonra bilmiş ol ki, göz bebekleri şeffaf cisimlerden biri olup cesedin aynalarıdır. Zira bunlar iki şeffaf perde ile kaplanmıştır. Bu bebekleri kaplayan perde kornea[75] [76] perdesidir. Bu prensibi tıp sanatında uzman olan bilir. Işık şeffaf cisimlere sirayet ettiği zaman kendisiyle birlikte mevcut cisimlerin rengini taşır, oradaki canlının göz bebeklerine bitişir ve diğer şeffaf cisimlerde hareket ettiği gibi bu göz bebeklerinde de hareket eder. Hava nasıl ışığın kalıbını alırsa bu kornea da bu renklerin kalıbı­nı ahr. Bu esnada görme gücü bu değişikliği algılar ve diğer algılayıcı güçlerin algı alanlarına giren şeylerin haberlerini ilettikleri gibi, o da bunun haberini hayal gü­cüne (el-Kuvvetü'l-mütehayyile) iletir. Bizim, renklerin cisimlerin şekillerini ve yine havanın da sesleri ruhani bir şekilde nasıl taşıdığına dair açıklamalarımıza şaşıran kimsenin bunu tasavvur edemediği için inkâr etmesi gerekmez. Zira algılayıcı güç­lerin algıladığı şekilleri taşımaları daha ruhani ve daha şaşılacak bir şeydir. Biz bunu ve nasıl olduğunu “Akıl ve Ma’kul Risalesi”'°nde açıkladık.

îlim adamlarının çoğu zannetmektedir ki, gözün gördüğü şeyleri algılaması göz­den çıkan iki ışık {şua) vasıtasıyla olmaktadır. Bu ışıklar havaya ve şeffaf cisimlere nüfuz etmekte bunun sonucunda göz de algı sahasına giren bu şeyleri görmektedir. Ancak bu, ruhani ve tabii şeyler konusunda tecrübesi olmayan kimsenin zannından ibarettir. Şayet bu konularda tecrübesi olsaydı, bizim dediğimizin doğru olduğunu anlardı.

Bölüm

Sonra bilmiş ol ki, algılayıcı güçlerin her biri bedenin bir parçası ve bir uzvu ol­duğu halde bu algılayıcı güçler, nefsin parçalarından değildir. Fakat bunların her biri bizatihi nefistir. Onlara farklı isimlerin verilmesi farklı işlevlerinden dolayıdır. Buna göre, görme işini yaptığında ona “görücü”, işitme işini yaptığında “işitici”, tatma işini yaptığında “tadıcı” denir.

Böylece cisimde gelişme (artma) meydana geldiğinde “artıcı”; his ve hareket mey­dana geldiğinde “canlı” ve düşünme ve ayırt etme meydana geldiğinde ise “konuşu­cu” adını alır.

Algılayıcı güçlerin (cisimlerin) işlevlerinin farklılığına göre onlara verilen diğer isimler de bu kıyasa göredir. Nasıl ki zenaatkârların yaptıkları işler kullandıkları alet­lere göre farklı ise, bunların işlevlerinin farklılığı da beden organlarının farklılığına göredir. Buna göre marangoz balta ile yontar ve testere ile keser. Demirci, çekiçle döver ve soğutucu ile soğutur. Bu örnekte olduğu gibi, diğer zenaatkârların meslek­lerini icra ederken yaptıkları işler de kullandıkları aletlere göre farklılık arzeder.

Bunun gibi, nefsin bedende icra ettiği işler organların farklılığına göre değişiklik arzeder. Zira nefse göre bedenin organları zenaatkârın aletleri gibidir.

Bölüm

Burada Açıklandığı Üzere,
Algılanan Şeylerin Sonuçlarının Yeri Beynin Ön Lobu Olan
Hayal Gücüne Nasıl Ulaştığına Dair

Biz diyoruz ki, beynin ön lobunda ince ve yumuşak sinirler yayılır. Bunlar al­gılayıcı güçlerin kökleriyle birleşir. Birleştikleri yerde farklı parçalara bölünür ve beynin parçaları içerisinde örümcek ağı gibi bir ağ oluştururlar. Algılayıcı güçlerin parçalarına ait olan algılama keyfiyeti başladığında, onun yanındaki algıların mizacı değiştiğinde ve ona ait algılama biçimini de değiştirdiğinde, bu değişiklik, beynin ön lobunda bulunan ve tamamıyla kaynağı olan sinirlere ulaşır. Haber getirenlerin mektupları nasıl ki harita sahibinin yanında birleşiyorsa, algılanan şeylerin tama­mının algı sonuçları da hayal gücü yanında toplanır. Bu mektupların tamamı kralın huzuruna gönderilir. Kral onları okur ve içeriklerini anlar. Sonra da koruması için hazinecisine teslim eder. O da bu mektupları ihtiyaç anma kadar saklar.

İşte hayal gücünün hükmü de böyledir. Algılayıcı güçlerin ilettiği algılanmış şey­lerin algı sonuçları hayal gücünün yanında toplandığı zaman o bunları, onlar hak­kında düşünmesi ve anlamlarına bakması için beynin ortasında bulunan düşünme gücüne verir. O da bunlar üzerinde düşünüp mahiyetlerini, zarar ve faydalarını öğ­rendikten sonra bunları hatırlaması gereken zamana kadar muhafaza etmesi için ha­fıza gücüne iletir.

Bölüm

Algılanan Şeylerin Bazının Bizzat Bazısının ise
Arazla Algılandığına Dair

Biz diyoruz ki, bilmiş ol ki, insan bir meyveyi uzaktan gördüğünde onun tatlı, acı, güzel kokulu, kötü kokulu, sert, yumuşak, katı, gevşek, sıcak, soğuk, yaş veya kuru olduğunu derhal anlar. Onun bu özelliklerin tamamını bilmesi göz yoluyla değildir. Ancak bu bilgi, düşünme gücüne, onları görmesine, onlara ait tecrübesine ve bu konuda devam ede gelen alışkanlıklara dayanır.

Aynı şekilde bunlara ait bir hükümde yanıldığı zaman, bu yanılma göz tarafından olmaz. Fakat bu yanılma, görmeden ve değerlendirmeden karar verdiği zaman dü­şünme gücü tarafından olur.

Bunun örneği şöyledir: İnsan serap gördüğü zaman onu su zanneder. Burada ya­nılan göz değildir. Fakat düşünme gücü, bu renkli şeye dokunulabileceğine tadılabileceğine, onun akıcı ve yaş bir cisim olduğuna karar verir. Yanma geldiğinde ise onun bu nitelikte olmadığını görür ve yanıldığı ortaya çıkar. Halbuki hayal gücü ona bir algı gücünün algılama sonucunu ulaştırdığı zaman düşünme gücünün yapacağı şey, ya karar vermemektir veya bir başka algılama gücünden haber alıp öyle karar ver­mektir. Diğer algı gücü de bu duruma şahitlik ederse ancak o zaman durumun şöyle şöyle olduğuna karar verir. Bunun örneği şöyledir: Göz kâfurdan yapılmış ve elma rengine boyanmış bir elma gördüğü zaman, onun haberini hayal gücüne, hayal gücü de düşünme gücüne ulaştırdığında, düşünme gücü, tat alma, koklama ve dokunma gücünden bilgi almadan o cismin tadının, kokusunun ve dokunuşunun bir meyve olan elma gibi olduğuna hükmetmemesi gerekir. Aksine her bir algı gücünden kendi alanına dair algı bilgisini aldıktan sonra düşünme gücü o cismin şöyle şöyle olduğu­na hükmeder ki, verdiği hüküm hatası olmayan doğru bir karar olsun.

Bundan sonra bilmiş ol ki, bu sebepten dolayı konuşma gücü, çocukların dil­lerinde, algılanan şeylerin anlamlarından bir şeye hükmetmekten engellenmiştir". Zira düşünme gücü henüz manalarına hükmetmemiş ve onları doğru olarak ayırt etmemiştir. Eğitim yaşları geçip ay, planlamayı konuşma ve ayırt etme sahibinin Merkür’üne doğru sevkettiği zaman, çocuğun dili algılayıcı gücün düşünme gücüne götürdüğü ve algılanan şeylere ait manaları ifade etmeye ve açıklamaya başlar.

11. Yani çocukların dilleri algılanan şeylerden hiçbirini henüz konuşamazlar, (ç.n.)

Bölüm

Lezzetin, Elemin, Rahatın Mahiyeti ve
Duyuların Nasıl Algıladığına Dair

Biz diyoruz ki, canlılar her zaman lezzet, elem, yorgunluk ve rahatla başbaşadırlar. Zira canlıların bedenleri dört ana unsurdan oluşmaktadır. Bunlar dört karışım olup tabiatları birbirine zıt olan sıcaklık, soğukluk, yaşlık ve kuruluktur. Bunların ta­mamı değişme (başka şeye) dönüşme bakımından fazlalık ve noksanlık arasındadır. İşte bu fazlalık ve noksanlık bazen mizacı normalden karışım ve tabiatlardan birinin fazla olması yönüne, bazen de bunlardan birinin az olması yönüne götürür. Lezzet, mizacın normalin dışına çıktıktan sonra normale dönmesidir. Bundan dolayı canlı lezzeti ancak önceden çektiği ıstıraptan sonra hisseder.

Bilmiş ol ki, algılayıcı güç mizacı normalin dışına çıkaran bütün algılardan irkilir ve ıstırap duyar. Mizacı normale döndüren her şeyden de hoşlanır ve lezzet alır.

Sonra bil ki, rahat, sağlık ve normal durumda kalmaktır. Yorgunluk ise ıstırap ve lezzet arasında gidip gelmektir.

Sonra bil ki, bu risaleyi dikkatle inceleyen ve orada duyu organları ve onların duyumladıkları şeylere dair anlatmış olduğumuz bilgiler üzerinde düşünen kimse algılanan şeylerin tamamının cisimsel arazlar olduğunu anlamış olur. Algılanan bu şeyler, maddenin şekilleridir. Nefsin onları beş duyu gücü ile anlaması, duyular yo­luyla olmaktadır. Duyular, bedensel aletlerdir. His, duyulmadıkları şeylerle doğru­dan karşılaştıklarında duyuların mizacının değişmesidir. Duyumsatmak, bu mizaç­larda meydana gelen değişikliklerin algılayıcı güçler tarafından hissedilmesidir.

Bölüm

Beş Ruhanî Gücün Anlatılmasına Dair

Biz diyoruz ki: Allah seni başarılı kılsın! Bilmiş ol ki, insan nefsinin diğer beş ruhani gücü daha vardır. Onların faaliyeti bedensel beş duyunun faaliyetinden fark­lıdır. Bunlar, hayal etme, düşünme, koruma, konuşma ve sanat yapma gücüdür. Bu güçler, bilinme sahasına ait şeylerin resimlerini (şekillerini) maddeleri dışında ru­hani bir şekilde bilmektedir. Duyu organları ise, daha önce açıkladığımız üzere, algı sahalarına ait şeyleri ancak maddeleri içinde bilmektedir. Yine bu ruhanî güçler, bedensel duyuların faaliyetinden ayrı olarak, bilinme sahasındaki şeylere ait şekil­lerin bir kısmını diğer kısmından ahr. Zira daha önce açıkladığımız üzere, algılayıcı güçlerden her biri, duyumsanacak şeylerden sadece bir cinsi algılamaya mahsustur. Buna göre, görme gücü, sesleri, yiyecekleri, kokuları ve dokunulan şeyleri değil an­cak renkleri algılar. Aynı şekilde işitme gücü renkleri, yiyecekleri, kokuları, dokunu­lan şeyleri ve sesleri algılamaz. Koklama, tat alma ve dokunma güçlerinden her biri ise algılamaları konusunda kendi sahaları dışında bir şeye karışmazlar.

Ruhani beş güç ise, bilinen şeylerin şekillerini algılama konusunda birbirinin adeta yardımcısıdır. Buna göre hayal etme gücü, algılanan şeylerin tamamının şe­killerini aldığı ve mumun yüzük taşının nakışını alıp kabul ettiği gibi, onları kabul ettiği zaman, onun işi onları anında düşünme gücüne götürmektir. Algı konusu olan şeyler algılayıcı güçlerin algı sahasından kaybolduklarında bu şekiller, yüzük taşının nakışının mühürlenen mumda maddesinden soyutlanmış ruhani şekiller halinde kaldığı gibi, bu şekiller de kendi başlarına ruhani şekil olarak kahr. Bu durumda o şey buna madde, kendisi de ona suret gibi olur.

Sonra, algılanan şeyin kendisine bakmak, onu apaçık görmek, düşünmek, ayırt etmek, özelliklerini, fayda ve zararlarını araştırmak sonra da, hatırlanması gereken zamanda hatırlaması için hafıza gücüne götürmek düşünme gücünün özelliğindendir. Dil ile icra edilen konuşma gücünün özelliği şudur: Bir şeyleri haber vermek, onun anlamlarını bildirmek, onlara dair malumat isteyenlere cevap vermek istediği zaman o şeyler için alfabe harflerinden lafızlar meydana getirir, onları bu şeylerin zatında bulunan manalar için nişanlar haline getirir ve onları topluluğun duyma gücüne ifade eder.

Sesler havada ancak işitenin payını alacağı kadar bekleyip sonra kaybolduğu için ilahi hikmet bu lafızların manalarının yazı sanatıyla kaydedilmesini bir çare olarak sunmuştur. Sanat gücünün özelliği, bilginin, geçmişlerden geçmekte olanlara fayda verici olması, öncekilerden sonrakilere eser olarak kalması ve mevcut olanlardan olmayanlara bir hitap olması için, bu manalara kalemle çizgilerden oluşan şekiller vermek ve onları levhaların yüzlerine ve tomarları iç yüzüne bırakmaktır. îşte bu yazı, Yüce Allah’ın insana büyük nimetlerindendir. Nitekim en güzel övgüye layık olan Allah bunu şu şekilde hatırlatmıştır:

“Yaratan Rabbinin adıyla oku! O, insanı bir aşılanmış yumurtadan yarattı. Oku! İnsana bilmediklerini belleten, kalemle (yazmayı) öğreten Rabbin, en büyük kerem sahibidir, insana bilmediğini belleten O’dur”'1.

Bölüm

İnsanın Bilinenleri Üç Yoldan Bilmesine Sebep Olan Şeye Dair

Biz diyoruz ki, İnsan, cismani beden ve ruhanî nefisten meydana geldiği için ruhani nefsi ile bilgiyi algılar, cismani cesedi ile de sanatkârı bilir. “Aklî İlkeler Risalesinde açıkladığımız üzere, nefis varlıkların orta mertebesindedir. Zira eşya­nın bir kısmı nefis cevherinden daha yüce ve daha şereflidir. Allah, akıl ve maddi şekillerden soyutlanmış olan suretler -ki bunlar Allah’a yakın meleklerdirböyledir.

Varlıkların bir kısmı nefis cevherinden daha aşağı derecededir. Madde, tabiat ve bütün cisimler böyledir. Buna göre nefsin şeref bakımından kendinden daha alt se­viyede bulunan şeyleri bilmesi, doğrudan temas kurma, dokunma, karışma ve kap­sama gibi duyu vasıtalarıyla olur.

Nefis cevherinden daha şerefli ve daha yüce olanların bilinmesi, akılların kapsa­madan ve doğrudan temas kurmadan kabul etmek zorunda kaldığı burhan yoluyla olur. Bu nefislerin zatıyla ve cevheriyle bilinmesi akıl yoluyla olur. Zira ışığın göze ve aynanın ona bakana göre durumu ne ise akhn da nefse göre durumu öyledir. Aynı [77] şekilde ışık olmadan göz hiçbir şeyi göremez. Mesela insan yüzünü ancak ayna ile ve ona bakarak görür. Nefis de zatına ancak akıl ışığı ile bakar. Varlıkların gerçek mahiyetlerini de ancak akla bakarak anlar.

Basiret gözü açıldığı zaman nefsin akla basiret gözüyle bakması kolaydır. Basiret gözü nefis için ancak, gaflet ve cehalet uykusundan uyandığı, algılanan şeylere baş gözüyle baktığı, onların anlamları hakkında düşündüğü ve onların gerçek mahiyeti­ni tam olarak bildiği zaman açılmış olur.

Bundan dolayı “Duyu (hâs) ve Duyum (mahsûs) Risalesi[78]”ni “Akıl ve Ma’kul Risalesi[79]”nden öne aldık. Kardeşim! Anlattığımız bu şeyleri değerlendir, onların an­lamları ve gerçek mahiyetleri hakkında düşün. Eğer bunu yaparsan gaflet ve cehalet uykusundan uyanırsın, basiret gözü açılır, onun zatında eşyanın şekillerini görürsün ve onun cevherinde varlıkların anlamlarını ortaya çıkarmış olursun. Çünkü bunlar bütün ilimlerin madeni ve hikmetin barınağıdır. Nitekim kıymetli bir feylosof (ha­kim) şöyle demiştir: Bütün ilimler potansiyel olarak nefsin içindedir. Sen nefsin zatı hakkında düşünüp onu bildiğin zaman bütün ilimler bilfiil nefsin zatında olur.

“Duyu (hâs) ve Duyum (mahsûs) Risalesi[80]” tamamlandı. Bunu, “Nutfenin (Ana Rahmine) Düşmesi Risalesi”[81] izleyecektir. Verdiği bol nimetlerden dolayı bü­tün Allah’a hamd, peygamberlerinin en hayırlısı ve onların efendisi ve sonuncusu Muhammede ve onun temiz ehl-i beytinin evlatlarına salat ve selam olsun!

Cisimsel-Doğal Bilimlerin Onbirinci
(İhvan-ı Safa Risalelerinin Yirmi Beşinci) Risalesi:
Spermin Düştüğü Yere Dair[82]

Rahman ve Rahim olan Allah’ın adıyla!

Allah’a hamd olsun, o her şeye yeter; Onun seçmiş olduğu kullarına selam olsun; Allah mı daha hayırlıdır yoksa onların ortak koştukları mı?

Bölüm

Ey iyi ve şefkatli kardeş! Allah seni de bizi de kendi katından bir ruh ile destekle­sin! Bil ki, her bir şeyin ve her yaratılanın (muhdes) belli bir zaman süresince evrende (kevn) kalmasını İlahi hikmet tasarlamış, rabbani inayet takdir etmiştir. Bu zaman dilimi, felekî varlıkların güçlerini, Ayaltı alemdeki oluşumlardan bir türe ait birey­lere kabul edebileceği kadarıyla akıtmaya yetecek miktardadır. Bunun teferruatını Aziz ve Çelil olan Allah’tan başka kimse bilemez. Fakat biz, diğerlerinin durumuna örnek olması için, bu olayı bir açıdan anlatacağız.

Bu takdirden dolayı insan, döllenmenin başladığı günden doğum günü cenin çık­masına kadar rahimde sekiz ay, yani 240 gün kahr ki bu, doğal kalış süresidir. Bu zamanın daha az ya da daha çok olması, açıklaması çok uzun bir takım illet ve sebep­lerden dolayıdır. Şimdi yedi yıldızın nutfeye (sperm) ve cenine etkilerini adım adım, ay ay anlatmak istiyoruz. Bu anlatacaklarımız diğer canlılardan doğanlara, oluşlara (havadis) ve oluşumlara (kâinat) da kıyaslanabilir. Konuya başlamadan önce kısaca yedi yıldızın durumlarını (ahvâl) hatırlatmamız gerekir. Çünkü onlar, oluşumların durumlarının farklı farklı olmasını zorunlu kılan nedenlerdir.

Ey kardeşim! Bil ki! Her yıldızın kendi yörüngesinde, yani dönüş feleğinde, dört durumu (hâl) vardır. Yine Güneş’ten kaynaklanan dört durumu, Koç burcu (Hamel) yörüngesinde dört durum, burçlar feleğinde de dört durum vardır. Bunların tamamı on altı çeşit durumdur. Bu da kendisiyle çarpılınca iki yüz elli altı (16 x 16 = 256) tür hal yapar. Bunu da üç yüz altmışla çarpsan doksan iki bin yüz altmış (256 x 360 = 92160) bireysel hal yapar.

Yıldızların dönüş feleklerindeki hallerinin ayrıntısı şöyledir: Ya zirvesine çıkışı (su'ud), ya oradan inişi (hubût), ya saat yönünde dönüşü (râcı) ya da saat yönünün tersine dönüşüdür (müstakim). Güneş’ten kaynaklanan halleri de ya ona yakın olması, ya onun karşısında olması, ya ondan ışık alması veyahut da ondan ışık almamasıdır.

Koç burcu (Hamel) yörüngelerinde feleklerin dönüşlerinin halleri ise ya merkez­lerinin yörüngenin en uzak noktasında veya en yakın noktasında olması, ya en yakın noktadan en uzak noktaya çıkması veyahut da en uzak noktadan en yakın noktaya inmesidir.

Burçların yörüngesinin halleri ise ya inişten şerefe gitmesi ya da şereften inişe geçmesi veya güneysel burçlarda veya kuzeysel burçlarda ya da çarpık veya düzgün burçlarda olması yahut enlem ve sapmasının güneyde veya kuzeyde veyahut da en­leminin güneyde sapmasının ise kuzeyde veya tersi olmasıdır. Bütün bu durumların oluşumlara etkileri, zamanlara, mekanlara, cinslere ve türlere göre çok farklı olur. Bunun hesabını ancak Yüce Allah bilir, fakat biz bunu sadece bir açıdan anlatacağız.

Ey kardeşim! Allah seni de bizi de kendi katından bir ruh ile desteklesin! Bil ki, Ayaltı alemdeki oluşumlar (kâinat) üç cinstir: Canlılar (hayvanât), bitkiler (nebâtât), madenler (me adin). Onlar maddede (heyûlâ) suretleri korunan asıllardır.

Türlere gelince, onlardan ayrılan kısımları vardır. Şahısların (eşhâs) oluş (kevn), bozuluş (fesâd) ve akışta (seyelân) varlıkları kalıcıdır. Onların maddesi ise, dört ana unsur olan ateş, hava, su ve topraktandır. Onları vareden fail ise felekler okya­nusundaki akıcı (sâri) Felekî Küllî Nefstir ki, bunu kendisini Yaratan, Vareden ve Şekillendirenin izni ile yapar. Yıldızlar ise onları Vareden’in aletleri konumundadır. İşte bütün bunlar Aziz ve Kadir olanın düzenlemesidir.

Bölüm

Ayaltı Alemdeki Dört Unsurda ve
Sonradan Oluşan Tikel Türevlerde Tabiatın Fiillerinin

Nasıl Değerlendirildiği ve Nefislerin Etkilerinin Nasıl Olduğuna Dair

Ey kardeşim! Allah seni de bizi de kendi katından bir ruh ile desteklesin! Bil ki, “Pratik Sanatlar Risalesi”nde[83]de açıkladığımız gibi, sen şehirlerin çarşılarına girip başındaki iki gözle insan sanatkârlara baktığında ve onların üretim yaptıkları madde üzerinde kendi sanatlarını nasıl icra ettiklerini gördüğünde, işte o zaman, kendisinin üretim yaptığı ana madde konumunda olan unsurlara geçen (sâri) Felekî Küllî Ne­fisten yayılmış cüzi nefisler olan doğal güçlere ve onun ürünleri olan hayvan, bitki ve maden fertlerine, sonra onun için alet-edevat niteliğinde olan yıldızlara bakman gerekir. Belki aklın nuru ile bakarsın ve bu cisimlere akan ruhani güçleri nefsinin saf cevheri ile görürsün ve onların bu cisimler üzerinde veya onlarla veyahut da onlar­dan icra ettikleri fiilleri bizzat görürsün de işte o zaman kendi nefsini bilirsin, çünkü o da onlardan birisidir.

Bil ki, felekin göğsünde, ana unsurlar (ümmühât) olan dört unsurun misali, kap­taki süte benzer. Yıldızların felekler okyanusundan (muhîtu’l-eflâk) hareketleri, kap­la birlikte sütün çalkalanmasına benzer; bu hareketlerden doğan oluşumlar, sütün moleküllerinden (letâif) toplanmış olan kaymağa (zübde) benzer.

Sonra bil ki, felekî şahısların hareketinden dolayı dört unsur çalkalandığı ve on­ların özünün inceliklerinden (letâif) bir şey toplanarak basitliklerden fert haline gel­diği ve karakteristik özelliğe geçtiği zaman, işte bu vakitte ve saatte toprak, deniz, hava ve ateşten olan bu şey hangi mekanda ve zamanın hangi vaktinde olursa olsun Felekî Küllî Nefsin güçlerinden bir güç (kuvvet) ona birleşir. Bu öze bağlandığı ve bu bütüne (cümle) özgü olduğu için bu güç de diğer kuvvetlerden ayrılarak fert haline gelir ve karakteristik özelliğe geçer. İşte bu anda bu kuvvete cüz i nefs denilir, yine bu sırada işaret bu bütüne ulaşır. Çünkü ister hayvan, ister bitki, isterse maden olsun, o, artık meydana çıkmış bir oluştur.

Ey kardeşim! Bil ki, bu vakit ve bu saat, kürenin (felek) doğu ufkundan bu özün oluştuğu bölgenin ufkuna yükselen bir derece olması gerekir; feleğin şekli ve yıl­dızların yerleri de doğumların, dönüşümlerin ve olayların astronomik tablolarında astrologların (ashâbul-ahkâm fi-zîcân) tasvir ettikleri ve çizdikleri yapıda olur. İşte bu sırada bu kuvvete, diğer yıldızların ruhani kuvvetleri katılır ve o kuvvetle birlikte bu öze, onu şekillendirecek maddeleri çeker. Özün onları kabulü, ister hayvan, ister bitki isterse maden olsun, bu cinsin türlerine ait şahısların tabiatlarındaki fiiller, ah­lak ve niteliklere göre olur.

Bu anlatılanın örnekleri şöyledir: Erkeklerin kanının özü olan insan spermi, vü­cudun boşluklarına dağılmış olan kan hücrelerinde dağıldıktan sonra, cinsel birleş­me hareketi sırasında yerinden hareket ederek idrar yolunda toplandığında, idrar yolundan da çıkar ve rahme dökülerek orada yerleştiğinde, işte o vakit ve o saat bü­yüyen cisimlere (el-ecsâmu'n-nâmiye) geçişli (sâri) olan nebatî nefsin güçlerinden bir güç ona bitişir. Bu kuvvet aynı zamanda, dört ana unsurun hepsine geçişli olan tabii nefsin kuvvetlerinden bir kuvvettir. Yine o, alemde var olan bütün cisimlere geçişli olan Felekî Küllî Nefisten yayılan bir güçtür. Nitekim bu konuyu bilge kişilerin/fılozofların (hükemâ) İnsan Küçük Alemdir, Alem Büyükİnsandtr[84] sözünü ele aldığımız risalede açıklamıştık.

Bölüm

Ey kardeşim! Bil ki, nebatî nefsin çekici, tutucu, öğütücü, savunma, beslenme, büyüme ve şekillendirici adıyla yedi etkin (faal) gücü vardır. Spermin rahimde yer­leşmesi sırasında onun ilk eylemi, hayız kanını rahme çekmesi, onu orada tutması ve öğütmesidir.

Ey kardeşim! Bil ki, bu güç kanı buraya çektiğinde onu, yumurta akının sarı­sının etrafına dolanması gibi, spermin etrafını sarar ve onun üzerine dolar. Öyle ki, kan spermin etrafında yumurtanın sarısı gibi, onun üzerine sarılan hayız kanı da yumurtanın akı gibi olur. Sonra spermin ısısı kanın rutubetini ısıtır ve onu ol­gunlaştırır. Böylece, nasıl ki mayadan dolayı sütün yoğurdu büzüşürse, aynı şekilde rutubet öyle olgunlaşır, büzüşür ve embriyo (alaka) olur. Bu anda Satürn’ün (Zühal) ruhani güçleri, bu toplamı ele geçirir, artık bir ay, yani otuz gün, yani yedi yüz yirmi saat boyunca diğer yıldızların ruhani güçlerinin ortaklığı ile onun dönüşümlerini yönetir. Nitekim bu gelişmeler, astrolojik hükümlere dair kitaplarda uzun uzadıya anlatılmıştır. Biz, bundan sonra anlatacaklarımıza temel kural (düstûr) olsun diye bu olayın sadece bir kısmını anlatmak istiyoruz.

Ey kardeşim! Bil ki, spermin (nutfe) dönüşümünü yönetmenin başlangıcı, geçişli yıldızların en üstünü olması nedeniyle Satürn’ündür. Çünkü o, kendisini takip eden yıldızlar felekinden bir felek olarak en şerefli cevherlerin mekanı, ruhani güçlerin makamı, kutsi nefsin madeni, hayırlı ruhların yerleştiği yeri, aklî güçlerin, düşünen bilgin meleklerin ve şeffaf aydınlatıcı cisimlerin başlangıç noktasıdır. Melekler vahyi, desteği, haberleri, hayrı ve bollukları buradan indirir; salih amellerle buraya çıkılır; yine müminlerin ruhları ve Allah’ın güzel kulları olan peygamberler, sıddıklar, şehit­lerden salihler -bunlar ne güzel dostlardıriçinden seçilmişlerin nefisleri ile buraya yükselmek mümkün olur. Nitekim bu meseleyi “Öldükten Sonra Diriliş ve Kıyamet Risalesi nde[85]anlattık.

Ey kardeşim! Gaflet uykusundan ve cehalet sarhoşluğundan uyan, bu geçici yurt­tan göçmeye hazırlan, kendine azık hazırla ve bil ki azıkların en hayırlısı takvadır. Böyle yaparsan belki nefsin bu makama yükselmede başarılı olur da ödüllerin en gü­zeli ile mükafatlandırılır. Çünkü nefsin bu aleme varışı buradan başlar, varış ve karar kıhş noktası buraya olur. Bunu “Devirler ve Oluşlar Kisa/esi”nde[86]açıkladık.

Sonra Ey kardeşim! Bil ki, Satürn’ün idaresi (tedbîr) bir ay yani otuz gün bitip ikinci ay girinceye kadar devam ettiği sürece, embriyo her hangi bir şeyle harman­lanmadan ve karışmadan olduğu gibi kahr, hatta Satürn’ün serinliği, sükûneti ve do­ğasının ağırlığından dolayı (embriyo) hareketsiz ve sakin olur, maddeler kendisine doğru akar. İkinci ay girince, embriyonun idaresi, yörüngesi Satürn’ün yörüngesini takip eden Jüpiter’in (Müşteri) olur, onun ruhani güçleri onu ele geçirir. Bu anda embriyoda bir sıcaklık meydana gelir, ısınır ve mizacı orta bir duruma gelir, iki su birbiriyle harmanlanır, iki karışım birbirine karışır; bu toplama titreme, sarsılma, hazmetme, pişme gibi bir hareket gelir. Bu hal Jüpiter’in idaresinin devam ettiği iki ay tamamlanıncaya kadar devam eder. Sonra üçüncü ay girer. İdare Jüpiter’in yö­rüngesini takip eden Mars’ın (Merrîh) olur ve bu embriyoyu onun ruhani güçleri ele geçirir. Titremesi ve sarsılması biraz daha artar, sıcaklığı ve ısısı yükselir, böylece bu embriyo, bir çiğnemlik kırmızı et parçası (mudğa) haline gelir. Ardından diğer yıldızların ruhani güçlerinin Mars’ın gücüne katılması ile pişme ve sağlamlaşmadan sonra üç ay tamamlanıncaya kadar halden hale geçmeye devam eder. Sonra dördün­cü ay girer ve idare Yüce Yaratanın izni ile yıldızların kraliçesi, feleğin kraliçesi ve evrenin (âlem) kalbi olan Güneş’in olur.

Bölüm

Ceninin Dördüncü Aydaki Durumu

Ey kardeşim! Bil ki, spermin ana rahmine düşmesinden itibaren dördüncü ay girdiğinde ve idare Güneş'e geçip ruhani güçleri de bir çiğnemlik kırmızı et parça­sını ele geçirdiğinde ona hayat ruhu üflenir ve hayvani nefs ona nüfuz eder. Bunun böyle olmasının sebebi, Güneş’in felekte yıldızların kraliçesi, nefsinin de bütünüyle evrenin ruhu olmasıdır. O Ay küresinin altındaki bütün oluşları özellikle de rahmi olan bütün canlıları, çok daha özel olarak da insandan doğanları ele geçirir. Güneş’in evrende (âlem) kapladığı yer (czrm), kalbin insan vücudunda kapladığı yer kadar­dır. Diğer yıldızların ve kürelerin kapladığı yerler ise vücudun organları ve bedenin mafsalları kadardır. Güneş’e ait güçlerin ruhaniyyetinin âlemde dolaşması da kalpten vücudun diğer organlarına yayılan içgüdüsel geçişli ısının dolaşması gibidir.

Diğer yıldızların ruhani güçleri ise, onlar, askerler, yardımcılar ve hizmetçiler gi­bidir. Bütün bunlar Yüce Yaratıcı nın izniyle, bütün bunlar her şeye Gücü Yeten ve her şeyi Bilenin düzenlemesiyle meydana gelmektedir. Yaratanların en mükemmeli olan Allah, her şeyden yücedir.

Ey kardeşim! Bil ki, Güneş’in burçlardaki yıldızların hududunda seyri, ışığının parlamasının şiddeti ve ruhani güçleri ile felekten yani yıldızların, feleklerin ve burç­ların ruhani güçlerinden Ayaltı alemdeki oluş ve bozuluş (el-kevn ve’l-fesâd) alemine doğru her günün saatinde, derece ve dakikasında, başka gün ve saattekinden farklı olarak çeşitli renkler ve idarelerle iner. Bu olayın nasıl gerçekleştiğinin hakikatini an­lamaya insanın kavrayışı yetmez. Fakat biz, söylediklerimize kıyas, açıkladığımız ve tasvir ettiklerimize delil olması için bunun bir kısmını anlatacağız. Şöyle ki, sperm (nut/e) rahme düştüğünde Güneş’in burçlardan bir burcun bir derecesinde olması gerekir. Spermin rahme düşmesinden itibaren Güneş’in seyri ile dördüncü burca ulaşınca -ki böylece felekin devrinin üçte bir mesafesini almıştır. Bu üçte birlik me­safe, şerefinden evine (beyt) kadar olan miktardırateşimsi (nâriyye), toprağımsı (turâbiyye), havamsı (hevâiyye) ve suyumsu (mâiyye) burçlarının özelliklerini ta­mamlamış olur. Böylece ceninin bünyesinin oluşumuna dört ana unsurun tabiatları karışmış, karışım dengeli olmuş, biçim verilmiş, beden yapısı inşa edilmiş, kemik­lerin şekilleri ortaya çıkmış, mafsallar eklenmiş, eklemeler düzenli yapılmış, sinirler eklemler üzerine dolaştırılmış, et boşluklarına damarlar uzatılmış ve nihayet belli belirsiz bir bünye ortaya çıkmıştır.

Bölüm

Ceninin Beşinci Aydaki Durumu

Ey kardeşim! Bil ki, beşinci ay girdiğinde, Güneş çocuk evi (beytu l-veled) diye isimlendirilen ve doğası spermin ana rahmine düştüğü günki burca uygun olan beşinci burca yürüdüğünde, idare küçük yardımcı ve nakış ve şekillendirme yapan Venüs’e (Zühre) geçtiğinde, onun ruhani güçleri belirsiz et parçasını ele geçirdiğinde şekillenme tamamlanır, bünye son şeklini ahr, organların suretleri ortaya çıkar, iki gözün resmi görünür hale gelir, iki burun deliği yarılır, ağız açılır, iki kulak ve iki boşaltım yolu delinir, eklemler ayrışır. Fakat bu sırada cenin düzenli bir bütün ve iki dizi göğsüne toplanmış, iki dirseği iki tarafına bitişmiş, başı yan tarafa ve iki dizi üzerine düşmüş, iki avucu iki yanağında ve adeta mahzun bir şekilde uyuyan birine benzer halde bir keseye toplanmış demet gibi sıkıca kavranmış olarak kalır.

Ey kardeşim! Eğer sen onu o halde görsen, mekanının darlığı ve halinin zayıflığı nedeniyle ona acırsın. Halbuki o, Allah’ın yarattıklarına olan şefkati ve onlara ikramı sebebiyle bulunduğu durumun hiç de farkında değildir. Doğum gününe kadar onun göbeği annesinin göbeğine bağlı kalır, gıdayı annesinden emer. Eğer erkekse yüzü, annesinin sırtı tarafına dönük, eğer kızsa tersi olur.

Ey kardeşim! Hele şu işe bir bak ve anlattıklarımızı bir düşün. Belki gaflet uy­kusundan ve cehalet sarhoşluğundan kendine gelirsin de nasıl ki gözlerinle yarat­tıklarını görüyorsan aynı şekilde kalp gözünle her şeyi yerli yerince yapan (hakini) Yaratanı görürsün. Böylece artık bilmeyenlerin yoluna uymazsın.

Ey kardeşim! Bil ki, koyun, geyik, bazı yırtıcılar ve gebe kalmayan ve onun zor­luğunu çekmeyen bütün hayvanlar vs. canlıların büyük kısmı bu anlatılan süre içe­risinde ürer. “Hayvan Risalesinde[87] anlattığımız bazı sebeplerle bazılarının doğumu ise altı, dokuz, on iki ay tamamlanıncaya kadar bekler. Bu risalenin bir başka bö­lümünde de insanın doğumunun sekiz ay tamamlanıncaya kadar gecikmesinin ve dokuzuncu aya kadar ceninin rahimde kalmasının amacını açıklayacağız.

Bölüm

Ceninin Altıncı Aydaki Durumu

Sonra bil ki, altıncı ay girdiğinde yönetim Merkür’e (Utarit) geçer ve cenine onun ruhani güçleri hükmeder. O zaman rahimde cenin hareketlenir ve ayakları ile tekme atar, ellerini uzatır, eklemlere bağlı organlarını oynatır, mekanının farkına varır ve rahatsızlık duyar, ağzını açar, dudaklarını hareket ettirir, burun deliklerinden nefes ahr, dilini ağzı içinde çevirir. Bu vaziyet üzere bazen hareketlenir, bazen sakince du­rur, bazen uyur, bazen uyanık kalır. Bu hali altıncı ay tamamlanıncaya kadar devam eder. Sonra yedinci ay girer ve yönetim Ay’ın (Kamer) olur, ruhani güçleri cenine hükmetmeye başlar, bu andan itibaren ceninin eti artar, gövde irileşir, boyu uzar, organları sağlamlaşır, eklemleri kuvvetlenir, hareketleri çevikleşir, mekanının darlı­ğını hisseder, oradan başka bir yere geçmeyi ve çıkmayı ister. Eğer burada anlatma­sı uzayacak olan yıldızların hükümlerinin sebepleri gereği onun bu isteği ve doğal yolla çıkışı takdir edilmişse, cenin tamamlanmış olarak yaşar, büyür ve yaşam sürer. Eğer cenin, sekizinci ayın girişine ve Güneş’in beytu’l-mevte girişine kadar rahimde kalırsa, yönetim, tekrar ilk sırada yer alan Satürn’e geçer ve ona onun ruhani güçleri ele geçirir, ceninde ağırlık ve sükunet meydana gelir, serinlik ve uyku baskın olur, hareket azalır. Eğer bu ayda doğarsa, büyümesi yavaş, hareketleri ağır, ömrü kısa olur, belki de ölü doğar. Eğer dokuzuncu ay girer, Güneş dokuzuncu yani beytü’nnukle ve esfâr burcuna geçer, yönetim de yeniden büyük yardımcı Jüpiter’e döner ve onun ruhanî güçleri ona hükmederse, bedenin yapısı normal hale gelir ve hayat ruhu kuvvetlenir, bedende hayvani nefsin fiilleri belirir. Çünkü Güneş, üçgen burç­ların özelliklerini tamamlamıştır: Sekiz ayda iki kere ateşimsi, toprağımsı, havamsı ve suyumsu. O zaman Güneş burçlar feleğinde 240 derece olur. Bu mesafe, ikisi de aynı tabiatta olan (Güneş’in) beyti ile beytinin dokuzuncu şerefi arası kadardır. Yine bu süre zarfında cenin, Güneş’in üçgen burçlarındaki seyrinde felekten iki kere inen yıldızların ruhanî güçlerini kabul etmiştir. Bu iki iniş, daha önce anlatıldığı gibi, bir kere beşinci burca bir kere de dokuzuncu burcadır. Bir kere gidişi kalır ki onu bun­dan sonraki bölümde anlatacağız. Güneş’in, dönüş tamamlanıncaya, yani spermin düştüğü vakti olan dereceye tekrar gelinceye kadar kalan gidişi, dört burç yüz yirmi derecedir.

Eğer cenin sekiz ay sonra çıkarsa, her dereceye bir sene düşecek şekilde dünya­daki hayatı başlar ki bu da doğal yaşam süresidir. Bu, insanın burçların tabiatlarını üçüncü defa tamamlayacağı ve kemale erdireceği Güneş’in, spermin ana rahmine düştüğü günün yer aldığı dereceye tekrar gelinceye kadar kalan müddettir.

(Rahimde kalış süresinin) bu müddetten fazla veya az olması, çeşitli sebepler ve nedenlerden dolayıdır ki bunları izah etmek oldukça uzun sürer. Onlar “Astroloji, Ceninlerin Beklemesi ve Doğanların Ömürleri Hakkında Kitap’\a[88] [89] anlatılmıştır. Biz de “Nedenler ve Nedenliler Risalesi ’indesbır kısmını anlatmıştık. Fakat anlattıkları­mıza delil olması için burada bir kısmını tekrar anlatacağız.

Ey kardeşim! Bil ki, Ay küresinin altındaki oluşumlar (kâinat), basit ve eksik hal­leri ile başlar, aşama aşama en olgun ve en mükemmel hale doğru geçerler. Bu da zamanın ve vakitlerin geçmesi ile olur. Çünkü bu oluşumların tabiatı, göksel varlık­ların (el-eşhâsu'l-felekiyye) bir anda nüfuz etmesini kabul etmez, fakat zeki bir öğ­rencinin yetkin bir üstattan bilgi alması gibi, tedrici olarak parça parça kabul eder.

Bil ki, yıldızların felekler okyanusundan (muhîtul-eflâk) yerkürenin merkezine doğru bütün vakitlerdeki akışları, daima birbirine bağlıdır. Fakat renkleri çeşit çeşit, şekilleri farklı farklıdır. Bu, onların yörüngelerdeki yerlerine, burçlar feleğindeki pa­ralelliklerine ve hududlarına göredir. Nitekim bundan sonraki bölümde bu konuyu açıklayacağız.

Ey kardeşim! Bil ki, İlâhî hikmet ve rabbânî inâyet, Ayaltı alemdeki varlıklardan her oluşa, belli bir varlık ölçüsü ve belli bir kalış süresi takdir etmiştir. Bu ya belirlen­miş ölçüde olur ya da felekî şahıslardan birinin dönüşü miktarınca olur. Nitekim bu meselenin bir kısmını “Tabiatın Mahiyeti Risalesi’nde[90] açıklamıştık. Şimdi de yine onun sadece İnsanî şahıslardan bir örneği anlatıyoruz. O da şöyledir: însan sper­mi (nutfe) rahme düştüğü zaman, onun İnsanî sureti kabul edinceye kadar orada normal kalış süresi, dört aydır. Bu süre de Güneş’in dört burca, yüz yirmi dereceye gitmesi ve bu gidişi ile de üçgen burçlarının tabiatlarını bir kerede tamamlaması kadardır. Bu durumda cenin doğum gününe kadar dört ay daha bekler. Bu süre de

Güneş’in dört burca, yüz yirmi dereceye gitmesi ve bu gidişi ile de üçgen burçlarının tabiatlarını bir kerede tamamlaması kadardır. Böylece ona, spermin rahme düştüğü dereceye dönünceye kadar, yüz yirmi derece kalır. Doğan yavru, dünyadaki normal ömrünü yani her derece için yüz yirmi seneyi tamamlar, Güneşe bir sene kalır.

Ey kardeşim! Allah seni de bizi de kendi katından bir ruh ile desteklesin! Bil ki, ilk dört ayda yıldızların fiilleri ve ruhanî güçlerinin etkileri, cesedin yapısının kuruluşu­na, çeşitli organlarının oluşumuna ve nebatî nefsin güçlerinin yayılmasına ayrılmış­tır. Çünkü kalp, karaciğer, beyin, mide, akciğer, dalak, bağırsaklar, damarlar, sinirler, kemikler, kaslar, ilik ve deri gibi vücuttaki her organın diğer organa göre farklı bir yaratılış biçimi vardır. Her yaratılışın farklı bir oluşumu, her oluşumun farklı karı­şımları, her karışımın mizaçları vardır. Bu mizaçların da sıcaklık, soğukluk, yaşlık ve kuruluk gibi birbirine zıt nicelik ve nitelik açısından farklı farklı tabiatları vardır. Ni­tekim “Kitâbu’t-Teşrîh’de uzunca anlatılmış, biz de “Gıdaların Yapıları ve Kuvvetleri­nin Dereceleri"10 adlı kitapta ve bir miktar da “Bitki Risâlesi’nde[91] [92] anlatmıştık. Nebatî nefsin her organda diğerinden farklı doğal bir fiili vardır. Bu konuyu da “Cüzi Nefis­lerin Doğuşu Risâlesi’nde'2 anlatmıştık.

Bölüm

Ey kardeşim! Bil ki, vücudun yapısı ve organlarının oluşumu, bu dört ayda ta­mamlanır. Çünkü, “Ruhanî Varlıkların Fiilleri Risâlesi’nde'3 açıkladığımız üzere, ev­renin (âlem) ruhu olan Güneş’in bu müddet zarfında üçgen burçlarından dördünü geçmesiyle, bu burçların tabiatları felekler okyanusundan Ayaltı alemdeki oluş ve bozuluş alemine inmiş, küre üzerindeki yıldızların ruhanî güçleri vücudun yapısına geçmiş ve merkez noktalarına yerleşmiş olur. Bir başka neden de bu dört ay içinde vücudun oluşum maddesinden etkin tabiatın ihtiyaç duyduğu şey toplanmış olur. Bu da spermin anne rahmin düştüğü gün meydana gelir, çünkü o gün bu madde orada toplanmış olur. Çünkü tabiat, hayız günlerinde bu maddeyi bedenin dışına atar. Eğer sperm rahimde yerleşir ve kalırsa, o zaman, kandilin ateşinin fitil aracılığıyla yağı kendine çektiği ve mıknatıs taşının demiri kendine çektiği gibi, bu maddeyi kendine doğru çeker. Eğer bu kan, yumurta akının, sarısının etrafını sardığı gibi bu spermin etrafını sarar, sonra, peynir mayasının sağılan süte yaptığı gibi, spermin ısısı bu kanı ısıtır ve kurutursa, işte o, Satürn’ün ruhanî güçlerinin sperme ilk etkisi olmuş olur. Çünkü sureti maddede tutması, hareketsizlik ve değişmezlik onun fiillerinin özelliğindendir.

İkinci dört ayda burçlardan yıldızların etkileri ise, hayvani nefsin güçlerinin iş­leyebilmesi ve fiillerini ortaya koymaya imkan vermesi için vücudun yapısının ta­mamlanmasına ve organların yaratılışının sağlamlaştırılmasına yöneliktir. Şöyle ki, bu müddet zarfında Güneş’in diğer üçgen burçlarında yürümesiyle bu güçler bir defa daha iner. Eğer yapı tamamlanır ve yaratılış sapasağlam hale gelirse, ona hayvani nefsin güçleri nüfuz eder ve bu toplanmış şey rahimden bu dünyanın geniş­liğine nakledilir. Böylece, yapının son şeklini alması, suretin sağlam hale gelebilmesi, natıka kuvvetinin ona işleyebilmesi ve fiillerinin orada ortaya çıkabilmesi için ona dört yıl sürecek olan yeni bir yönetim başlar. Şöyle ki, bu ruhanî güçler, etkilerini ve fiillerini doğanın terbiyesi ve duyuların hissedilenleri kavramasını sağlamlaştırmak için kullanır. Sonra nefs i natıka döner ve doğan çocuğun dili, hissedilen şeylerin anlamlarından ve ayrıştırılmasından hareketle bir ifade ile konuşur.

Bölüm

Ey kardeşim! Bil ki, yukarıda açıkladığımız üzere, bu yıldızların, şu ana kadar mey­dana gelen oluşuma ulaşabilmesi için iki ya da üç ayda bu işleri ve etkileri yapması mümkün değildir. Tabiatın ürünleri tasavvur edilmesi için beşer ürünlerinden duyu­larla algılanan bir örnek vereceğiz. O da şudur: Usta bir evin yapımını istediğinde, bir müddet düşünce ve fiillerini evin şeklinin ortaya çıkmasına, odalar, holler ve salonlar için binanın kurulmasına, duvarların yükseltilmesine, direklerin dikilmesine, köşe­lerin bağlanmasına ve odaların üstünün kapatılmasına harcar. Bu, evin oluşum ve yapım müddetidir. Bundan sonra gayret ve yönetimini, kapıların ve pencerelerin yer­leştirilmesi, direklerin (bâzîr) dikilmesi, yüzeylerin_süslenmesi, duvarların kireçlen­mesi, tavanların ve nakışların süslenmesi gibi şeyleri yaparak evin tamamlanmasına harcar. Bundan sonra evin mükemmel hale gelmesi kalır ki, o da sergiler ve mobilya­nın konulması, perdelerin asılması, dolapların eşya ve giyimliklerle doldurulması, ev sahibinin eve oturması ve bir müddet oradan istifade etmesidir.

Ey kardeşim! İnsan vücudunun oluşumu, spermin rahme düşmesinden itibaren nefsin ona yaklaşması ve vücudun ölümüne kadar onunla birlikte kalması da işte bu şekilde meydana gelir. Bu (ölüm) da nefsin vücudu terk etmesi ve bedenin toprağa gömülmesidir. “Devirler ve Oluşlar Risalesi’ nde'4 açıkladığımız gibi bu zaman dilimi, bu felekî şahısların dönüşlerinden bir dönüş müddetidir.

Ey kardeşim! İnsan vücudunu oluşumunda etkileri ve fiillerini anlattığımız yıl­dızların, feleklerin ve burçların Şanı Yüce Yaratıcı nın kendileri ile insanı yarattığı alet-edevatı olduğunu sanmak ve düşünmek sana gerekmez. Aksine onlar “Felekî Külli Nefs”[93] [94]in alet ve edevatıdır. Bu nefis, Yüce Yaratıcı ya itaatkar bir kuldur. Mukarrebun meleklerinden bir melek olan küllî akıl (elaklul-küllî) ile onu destekler. Nebisi Muhammed’in (ona selam olsun) diliyle kitabında zikrettiği gibi, “Arş t taşı­yan ve onun çevresinde bulunan (melekler) Rablerini hamd ederek teşbih ederler, O’na inanırlar ve inananlar için bağışlanma dilerler”.[95] Ey kardeşim! Eğer nefsini gaflet uykusundan uyandırırsan, uzun cehalet sarhoşluğundan kaldırırsan, rabbani ma­rifetlerde yükselir ve ilahi ilimlere teveccüh edersen, kıyamet günü diriltildiğin ve alemlerin rabbinin melekûtunu gördüğünde, peygamberlerle, sıddıklarla, şehitlerle ve salihlerle -bunlar ne güzel dostlardırbirlikte Araf tepesinde durduğunda bu sırların ve anlatılmak istenenlerin hakikatini bileceksin.

Yıldızların sperme etkilerini özet bir şekilde anlatmayı bitirdiğimize göre, şimdi biraz da birisi birinin beytinde ve haddinde[96] olduğu zaman onların her ay yaptık­ları etkilerini ve onların fiillerini sık sık tekrarlamasını anlatmak istiyoruz.

Ey kardeşim! Allah seni de bizi de kendi katından bir ruh ile desteklesin! Bil ki, Ayaltı alemdeki hayvan, bitki ve madenler olan felekî şahıs varlıklarına ve onlardan her bir cinse, bunlardan her bir türün kabulüne göre çeşitli etkiler vardır. Bu cins­lerden her bir türe bulundukları farklı bölgelere göre türlü türlü etkiler vardır. Bu türlerin fertlerinden her bir ferde (şahs), sürdükleri ömür boyunca farklı zaman­lardaki kabullerine göre birbirinden ayrı etkileri vardır. Bu etkilerin biri diğerine benzemez, onun aslını kavramaya beşer aklı yetmez, onu sadece Yüce Allah bilir. Fakat yine de biz diğerlerine örnek olmak üzere bir örnek vereceğiz, bu örneği de bir insan ferdi üzerinden yapacağız. Spermin anne rahmine düşmesinden doğumu­na kadar olan dokuz ayhk sürede ona olan etkilerin çeşitlerini kısaca anlatacağız, aksine onun anlatımı çok uzun sürer. Sonra doğumundan doğal ömrün sonu olan ölümüne kadarki etkileri başka bir bölüm halinde yıl yıl kısa bir şekilde anlataca­ğız ki o, Ay küresinin altındaki oluşumlardan diğer doğanlara kıyas edilsin. Artık diyoruz ki;

Ey kardeşim! Allah seni de bizi de kendi katından bir ruh ile desteklesin! Bil ki, yıldızların oluşumlara etkileri birkaç açıdan değişir. Bazen yükselmeden apojelerine (evcât) veya buradan alçalmadan perijeye (hadîd) yörüngelerinde konumlarının değişmesi bakımından, bazen güney ve kuzeyde arz ve eğim bakımından; bazen ba­tış, doğuş, saat yönünde dönüş, saatin ters yönünde ve duruşu halinde iken Güneşe nispetleri bakımından; bazen birbirleriyle dengeli olmaları bakımından; bazen dört kazık (evtâd) ve onları takip eden duraklarda yeryüzünün çeşitli mevkilerine eklipslerinin değişmesi, onlardan sapmaları veya onlardan uzaklaşmaları bakımın­dan; bazen kış, yaz, bahar, sonbahar, gece, gündüz, her ikisinin saatleri, ayların başlangıç ve sonlarının değişmesi bakımından ve buna benzer durumlardan do­layı yıldızların etkileri değişiklik arzeder). Bu durumların değişmesini Almagesff[97] bilenler (Ehlu’l-Mecistî) bilir. Yıldızların etkilerinin farklı oluşunu ise doğumların kanunları üzerine konuşan astrologlar (ashâbu’l-ahkâm) bilir. Felekî şahısların güç­lerinin bu yeryüzü (sefelî) fertlerine ulaşmasının mahiyetini ise dindar (rabbani) psikoloji (ilmu'n-nefs) araştırmacıları bilir. Bu konuyu kısmen “Ruhanilerin Fiilleri Risalest’nde[98] açıkladık.

Bölüm

Yıldızların Etkilerinin Mahiyetine Dair

Ey kardeşim! Bil ki, bu felekî şahıslar, musiki oranına göre bazısı bazısına üç tür­den konu olurlar. Birisi, birinin diğerine göre büyüklük oranıdır. İkincisi, birinin diğerine ve dört unsura göre merkezlerinin uzaklığı oranıdır. Üçüncüsü de hızlılık ve yavaşlıkta hareketlerinin oranıdır. İşte bundan dolayı onlara birinci bölümde an­latımı yapılan bu muhtelif haller arız olduğu zaman, ilişkileri de değişir. Bu durumda oranın değişmesine göre oluşumlara etkileri farklı olur. Bu, tıpkı, tellerin uzatılması ve kısaltılması, inceltilmesi ve kalınlaştırılması, mızrabın hareketlerinin hızlı ve ya­vaş olmasına göre seslerin ve nağmelerin değişmesine benzer. Böyle olunca karak­terleri, görüşleri ve ahlaklarına göre dinleyicilere olan etkileri de değişir. Nitekim bu konuyu “Musiki Risalesı’nde[99]kısmen anlatmıştık.

Bölüm

Ey kardeşim! Allah seni de bizi de kendi katından bir ruh ile desteklesin! Bil ki, Ay küresinin altındaki varlıkların hepsi, yıldızların etkisine maruzdur. Fakat cev­herleri farklı farklı olduğundan etkileri kabulleri de farklı olmaktadır. Onun türleri o kadar çoktur ki, sayısını Şanı Yüce Allah’tan başka kimse bilemez. Fakat onların tamamı iki cinse ayrılır: Cisimsel cevherler (cevâhiru l-cismâniyye), ruhâni cevherler (cevâhiru l-rûhâniyye). Cisimsel (cismani) olanlar, dört unsur cisimler ve onlardan doğan maden, bitki ve hayvan oluşumlarıdır. Hayvani cevherler ise bütün canlıların nefisleridir.

Bölüm

Ey kardeşim! Bil ki, bu cisimlere yıldızların etkilerinin çeşitleri, sayısını Aziz ve Çe­lil olan Allah’tan başka kimsenin bilemeyeceği kadar çoktur. Bu konudan biraz Tabiat Risalesinde[100], biraz “Meteoroloji Risâlesi’nde[101] [102], biraz Canlılar Risalesindeyse biraz da Oluşlar ve Devirler Risalesinde[103] bahsetmiştik. Bu risalede ise insana özel etkilerden biraz bahsetmek istiyoruz. Bu etkiler de ister vücudunun oluşum biçimine ister nefsi­nin ahlak karakterine, nasıl olursa olsun ve hangi sebeple kişilerin ahlakı ve tabiatları değişirse değişsin fark etmez. Bütün bunlar, yıldızların etkilerinin en ilginci, fiillerinin en şereflisi, sırlarının en gizlisi, göstergelerinin en incesidir. Söylediklerimiz iyice açık­lansın, tarif ettiklerimiz iyice anlaşılsın diye konuyu biraz açmak istiyoruz. Fakat önce yıldızların tabiatlarının özelliklerini ve bireysel arazlarını (ilinekler) anlatmalıyız, sonra etkilerinin nasıllığını ve göstergelerinin ilginçliklerini anlatırız. O halde diyoruz ki;

Ey kardeşim! Allah seni de bizi de kendi katından bir ruh ile desteklesin! Bil ki, Allah felekteki her yıldızı üstün bir iş ve gaye için yerleştirmiştir. Mesela Şanı Yüce Allah, Satürn’ü (Zühal), ruhanî güçler onun varlığı sebebiyle değişmez kalması için, değişmezlikler ve duruşlar için yaratmıştır. Böylece o, maddede (heyula) suretleri tutması, onların değişmemesi, sürekli kalması ve devam etmesi için varlıklara nüfuz eder. Eğer felekte Satürn’ün fiziki yapısı ve varlığı olmasa maddede suret tutunamaz, maddede yaratılmış bir şey bir an bile sabit kalamaz, akar, erir ve yok olur gider. Bu anlattıklarımızın doğruluğunu ve tarif ettiklerimizin hakikatini ancak astronomi biliminde (ilmu'l-heye) derinleşmiş olanlar ile varlıkların hakikatlerini, evrenin ni­zamının keyfiyetini ve yaratılış sırlarının mahiyetini anlayanlar bilir.

Ey kardeşim! Bil ki, daha önce anlattığımız gibi Satürn, spermin ana rahmine düştüğü andan itibaren ilk ayın delilidir. Eğer belalardan ve kınanan hallerden uzak olursa, bu sperm de Allah’ın izniyle arızî afetlerden uzak olur. Bu spermi taşıyanın durumu da aynen böyledir: Eğer bunun tersine bir durum olursa o zaman etki de bunun aksi olur. Bunun örneği şudur: Eğer Satürn, yörüngesinde yükselir, gidişinde burç ve derecelerden kendi haddinde düzgün olursa, bu sperm de annenin karnının en üst noktasına kadar yükselir, onun (annenin) hamileliği hafif, ağrı ve hastalıklar­dan uzak olur. Eğer (Satürn), Jüpiter’in (Müşteri) haddinde olursa, anne, hamileliği nedeniyle neşeli, Rabbi hakkında iyi düşünceli, esenlik ve mutluluğu daim olur. Eğer Satürn, Mars’ın (Merrîh) haddinde olursa, anne çalışmalarında aktif, işlerinde acele­ci olur. Eğer Satürn, Venüs’ün (Zühre) haddinde olursa, kadın hamileliğinden dolayı sevinçli ve doğuracağı için de mutlu olur. Eğer Satürn, Merkür’ün (Utârit) haddinde olursa, kadın hamileliğinin vaktini bilici ve ayların günlerini hesaplayıcı olur. Eğer Satürn, yörüngesinde alçalan, seyrinde dönen ve hallerinde de kınanan olursa, o za­man durum bu anlattıklarımızın tersine olur.

Sonra ikinci ay girer ve yönetim, Aziz ve Çelil olan Allah’ın izniyle Jüpiter’e geçer. O denge (itidal) yıldızı, oluşlardaki yapının sıhhatinin nedeni, varlıklardaki tertip ve düzenin sebebidir. O, insandaki akıl, kavrama, ayırma, ilim, tefekkür, anlama, din, dindarlık, takva, adalet, insaf, iffet, zühd ve bunlar gibi dinde övülen hasletlerin delilidir. Özetle millet için şeriatı koyması ve sünneti uygulamasında ilahi kanun (nâmûs) sahibinin ihtiyaç duyduğu her haslet ve halifeleri, imamları, alimleri, fakihleri, kadıları, abidleri ve zahidleri ile onlara uyanlar ve yardımcılarının ihtiyaç duy­dukları (her şeyin delilidir). Yine özetle nâmûsun hizmetinde olan, ona yardım eden görevliler, din ve şeriat görevlilerinden herkesin (ihtiyaç duyduğu şeylerin delilidir)

Eğer Jüpiter kendi yörüngesinde yükselir, seyrinde düzgün, hallerinde sınırlı olursa, rahimde toplanan bu maddeyle yoğrulur, bu tabiatta iz bırakır ve eğer Allah onun tamamlanmasını ve kemale ermesini takdir etmişse yukarıda anlatılan haslet­lerin kabulü bu bütüne işler.

Eğer Jüpiter, burçlar ve dereceden kendi haddinde olursa, bu hasletlerin tamamı ve halleri, kendisinin gayretiyle din ve şeriat işlerine ve nâmûs hükümlerine tahsis edilir, kendisi de Rabbinden ya da meleklerden bir melek ile ilham almış olur. Öyle ki peygamberliğe benzer şekilde hikmetli konuşur, insanları Allah’a ve ahirete çağırır. Eğer Jüpiter, Satürn’ün haddinde olursa, doğan çocuk alametler ve mucizeler getiren engin ve ilme dalan biri olur. Eğer Jüpiter, Mars’ın haddinde olursa, üstün, kuvvetli, üstesinden gelen ve tahammüllü olur. Eğer Jüpiter, Venüs’ün haddinde olursa, insan­lara hitabı dostça, yumuşak ve güzel öğüt ile olur. Eğer Merkür’ün haddinde olursa konuşma, deliller getirme, münakaşa ve tartışma olur. Jüpiter, vakitlerinin taksiminde kendisine eşlik eden yıldızlar, beytin sahibi ve üçgeninde kabul gördüğü zaman, bu sayılan hasletlerin tamamı ya da çoğu gerçek ve doğru olur, iyiye kullanılan makbul hale gelir. Eğer Jüpiter yerinde iken (yukarıda sayılan ve) kendisine eşlik edenler tara­fından kabul görmezse, bunların çoğu, değişmiş, tersine dönmüş, bozulmuş ve delik deşik olmuş olur. Söylediklerimizin doğruluğunu ve anlattıklarımızın doğruluğunu astrologlar/gökbilimcileri (ashâbu ‘ilmın-nücüm) ve onlardan ilimde derinleşenler bilir. Eğer Jüpiter ikinci ayda yörüngesinden alçalır ya da seyrinde geri döner ve du­rumlarında da kınanmış olursa, doğan çocuk zihni yavaş, anlayışı kıt kalır; yeme, içme ve çiftleşmeden başka bir şey bilmeyen hayvan gibi gördüğü ve duyduğu ya da doğrudan duyularına gelen veya dünya hayatında yaşam ile ilgili şeylerden başka bir şey düşünmeyen ahmak biri olur; taklit, iman ve teslimiyet olarak sadece kendisine öğretilen ve telkin edilenle yetinen ve ahiret halinden habersizlerden biri olur.

Sonra üçüncü ay girer ve yönetim Mars’a geçer. O ise oluşumlarda sıcaklık, ateş­lenme ve olgunlaşma kaynağıdır. O, yiğitlik, cesaret, dayanıklılık, girişkenlik, canla başla sarılma, gurur ve şevk gibi ordu komutanlarının, savaşçıların ve onlarla bera­ber olan, onlara hizmet eden ya da onları destekleyenlerin muhtaç olduğu hasletle­rin, ahlakın ve tabiatın delilidir.

Eğer Mars kendi yörüngesinde yükselir, seyrinde düzgün, hallerinde sınırlı olur­sa, rahimde toplanan bu maddeyle yoğrulur, bu tabiatta iz bırakır ve eğer Allah onun tamamlanmasını ve kemale ermesini takdir etmişse yukarıda anlatılan hasletlerin hazırlığı ve kabulü bu bütüne işler. Eğer Mars burç ve dereceden kendi haddinde olursa, bu hasletler ya da en azından çoğunluğu ve ahlak, kendisinin gayretiyle sava­şa, harbe, düelloya, rakiplerle kapışmaya, yenmekle galip gelme isteğine ve başkasına boyun eğme ve ona itaate karşı gurura tahsis edilir. Eğer Mars, Satürn’ün haddinde olursa, ikisinin tabiatı karışır, güçleri birleşir ve onda Marsa ait şu hasletler ortaya çıkar: Sebat, tahammül, sabır, sakinlik; kin, öfke, hile ve düzenbazlık anında acele etmeme, firar ve kaçmaya karşı gurur. Eğer Mars, Jüpiter’in haddinde olursa, ikisi­nin tabiatı karışır, güçleri birleşir ve bu kuvvetin ahlakının ve hasletlerinin fiilleri, adımların hesabını bilen akıl, tefekkür ve marifet, adalet ve insaf talebi, ihanet ve zulümden uzak kalma şeklinde ortaya çıkar. Eğer Mars, Venüs’ün haddinde olur, iki­sinin tabiatı karışır, güçleri birleşirse bu durum arzular, kadınlarla ve eşlerle baş başa kalma, heyecan, övünme, kendini beğenmişlik, şaşkınlık ve zarar vermeye girişme sebebi olur. Eğer Mars, Merkür’ün haddinde olur, ikisinin tabiatı karışır, güçleri bir­leşirse bu hasletler, deha, edep, kıvrak zeka, kurnazlık, nefret, hızlı hareket ve isabetli çözüm ile ortaya çıkar. Eğer Mars, yörüngesinden alçalır ya da seyrinde geri döner ve durumlarında da talihsizlik olursa, bu zamanda doğan kimse, kadınlar ve çocuklar gibi korkak, çekingen, kişiliği zayıf, hedefi küçük, zillete ve değersizliğe yatkın olur.

Sonra dördüncü ay girer ve Allah’ın izniyle yönetim en büyük aydınlatıcı (neyyir\ feleğin kalbi, ışığın kaynağı, ışın ve p arlaklık yayan, bütün varlıklara nüfuz eden Felekî Küllî nefsin güçleri kütlesinde (cirm) yayılmış alemin ruhunun merkezi olan Güneşe geçer. O, insanda hükümdarlık, başkanlık, güçlü ego, hedef büyüklüğü, kud­ret, saltanat, azamet, ihtişam, güç, şiddet, yönetim ve siyaset için en büyük delildir. Kısaca o, hükümdarların, idarecilerin ve onlarla beraber olanların yönetim ve siya­sette ihtiyaç duyduğu bütün hasletler ve ahlaki nitelikler [in delilidir]. Eğer kendi yörüngesinde yükselme konumunda veya evinde veya şerefinde ya da apojesinde bulunur, belalar ve kınanan hallerden uzak olursa, bu maddeyle yoğrulur, bu tabiatta iz bırakır ve eğer Allah onun tamamlanmasını ve kemale ermesini takdir etmişse bu bütünün tabiatına liderlik sevgisi, güçlü ego ve hedef büyüklüğü işler.

Eğer Güneş, burç ve dereceden Satürn’ün (Zühal) haddinde olur, ikisinin tabiatı karışır ve güçleri birleşirse, doğan, güçlü egolu, sağlam yapılı, hedefi yüksek, kendine hâkim, kesin kararlı, işlerde sabırlı, engin, sahip olduklarını elinde tutan, bildiğini koruyan, sabit fikirli, işlerde kararlı vb. ahlak, karakter ve hasletlere sahip olur. Eğer Güneş, Jüpiter’in haddinde olur, ikisinin tabiatı karışır ve güçleri birleşirse, doğan, eğer Allah onun tamamlanmasını vekemale ermesini takdir etmişse, egosu melek ve peygamberlik hasletlerinin hepsini kabule yatkın hale gelir ki, o hasletler de İnsanî erdemler, melekî ahlak, rabbani marifetler ve ilahi ilimlerdir. Eğer (bu çocuğun) do­ğumu, büyük buluşma (kıran) burcuna veya büyük buluşmaya tabi olana veyahut devirlerden birinin başlama sırasında onun kazıklarından birine denk gelirse, doğan (kişi) bu devirde gönderilmiş peygamber veya bu zamanda insanlara önder olur.

Bahse konu kişinin gönderilme keyfiyeti, delilleri, mucizeleri, kitabının hangi dilde olduğu, hangi insan topluluğuna gönderildiği, şeriatının hükümlerinin, sün­netinin gerekliliklerinin, ümmetinin yaşam şeklinin ve davranışlarındaki tercihleri­nin nasıl olduğu, uzun uzun anlatmaya muhtaçtır. Bunlar veya bunların çoğu büyük buluşmalar ve binlerin devirlerine dair kitaplarda[104] anlatılmıştır.

Eğer Güneş, Mars’ın (Merrîh) haddinde olur, ikisinin tabiatı karışır, kuvvetleri birleşirse, o zaman doğanın karakteri ve ahlakı o ikisinin tabiatının karışımı şek­linde, hayatının günlerinde ve ömrü boyunca ikisinin etkilerini kabule hazır hale gelir. Bu hale kıyasla eğer Güneş Venüs’ün ve Merkür’ün haddinde olur ve tabiatı onlarınki ile karışır ve kuvvetleri birleşirse doğan çocuğun nefsi onların etkilerini kabule hazır hale gelir, ahlakı da onların tabiatından ve etkilerinden oluşmuş ve ka­rışmış olur. Bu mevzuyu anlatmak oldukça uzun sürer, bir kısmı da dönüşümlerin hükümlerine dair kitaplarda anlatılmıştır, burada söylediklerimizin doğruluğunu ve anlattıklarımızın hakikatini bu kitapları tetkik eden ve bu ilim sahasında araştırma yapanlar bilir.

Eğer Güneş, felekte, hallerinin düzgün seyrine dair yukarıda tarif ettiğimizin ak­sine veya daha düşük oranda olursa, doğanın egosu ve hedefi küçük olur, İnsanî erdemleri, melekî ahlakı, rabbani marifetleri, İlahî ilimleri ve ilahi ihsanları az kabul eder.

Sonra beşinci ay girer ve yönetim, nakş, suretler, şekil, işaret, cilve, hoşnutluk, güzellik, süs, yüz güzelliği, görkem, yaşam, karakter, arzular, tat, sevinç ve gıptanın delili olan Venüs’e (Zühre) geçer. Kısaca o (Venüs), hem dünyada hem de ahirette yaşama, var olma ve uzun ömrü isteyen her türlü haslet ve erdemin delilidir.

Eğer Venüs kendi yörüngesinde yükselir, seyrinde düzgün, hallerinde övülen olursa, Allah’ın izniyle bu maddeyle yoğrulur, bu tabiatta iz bırakır ve bu hasletlerin sevgisi ve arzuları en üst seviyede bu bütüne işler.

Eğer (Venüs) burçta kendi vechinde olursa, vücudun şekli, kırmızı ile sarının ka­rışımı olan parlak renkte beyaz, saçları kıvrık ve lüleli, güzel görünüşlü, güzel gözlü, tatlı bakışlı, temiz yüzlü, gözünün siyahı beyazından çok, yanakları dolgun, kaşları küçük, başı yuvarlak, boynu güzel, dudakları ince, yanakları etli, parmakları kısa, bacakları kahn, orta boylu, ince derili, sürmeli ve ela gözlü. Yine eğer Venüs kendi haddinde olursa, doğan, bütünü kabul eden, ince ruhlu, güzel ahlaklı, iyi karakterli, insanlarla geçimli, hoş tavırlı olur. Eğer Venüs, burç ve dereceden Satürn’ün vechin­de olursa, vücudun şekli kahn dudaklı, iri gözlü, kıvırcık saçh, uyumsuz dişli, ayrık ayaklı, sağlam bünyeli, iri-yarı, iki gözü büyüklük-küçüklük, renk, hareket veya şekil açısından biri diğerinden farklı olur. Eğer Venüs burç ve dereceden yine Satürn’ün haddinde olursa, doğan, aşk ve muhabbeti şiddetli, sevgisi sabit, vefalı, emanet ve sö­züne bağlı, terki ve ihaneti az, nefsini dizginleyen sabırlı olur. Eğer burç ve dereceden yine Jüpiter’in (Müşteri) vechinde olursa, doğanın beden yapısı mutedil karakterli, organları birbiriyle uyumlu, kişiliği tatlı, esmere yakın beyaz renkli, gözleri ve göz bebekleri iri, saçları koyu, sakalı gür, yakışıklı, yanakları tombul, dudakları kahn, eti, yapısı ve boyu mutedil, derisi temiz, yüzü parlak olur. Eğer burç ve dereceden Jüpiter’in haddinde olur, ikisinin tabiatı karışır ve kuvvetleri birleşirse, doğan çocuk, meleklerin ahlakına benzer şekilde, karakter olarak rahat, ahlakı güzel, hasletleri beğenilen, gidişatı orta yollu, insanlarla geçimli, ilişkilerinde özgün, sevgiye bağlı, muhtemelen inancı sağlam, dinine bağh bir edebiyatçı (edîb) olur. Eğer Venüs yö­rüngesinden alçalır ya da seyrinde geri döner veya hallerinde değişken olursa, (do­ğan çocuğun) mutluluğu az olur. Bunun sebeplerinin anlatılması burada çok uzar, onlar hükümler, doğumlar ve değişimlere dair kitaplarda anlatılmıştır.

Sonra altıncı ay girer ve yönetim, ilimler, marifetler, algılamalar, edepler, hikmet­ler, hareketler, sanatlar, söz söyleme, güzel anlatım, konuşma, açık ve akıcı ifade, ayırt etme, zeka, okuma, müzik, matematik ilimleri ve hikmet sahibi Merkür’e (Uta­rit) geçer. Venüs’ün Mars’ın kız kardeşi, Ay’ın Satürn’ün kardeşi ve Güneş’in hepsinin babası olması gibi Merkür de Jüpiter’in küçük kardeşidir.

Eğer Merkür kendi yörüngesinde yükselir, seyrinde düzgün, hallerinde düzgün olursa, Allah’ın izniyle bu maddeyle yoğrulur, bu tabiatta iz bırakır ve ilimleri, ma­rifetleri, düşünmeyi ve güzel anlatımı kabul bu bütüne (cümle) işler. Eğer Merkür burç ve dereceden kendi haddinde olursa, bu doğanın nefsi, Yüce Allah’ın izniyle, zeki, kalbi diri, zihni saf, anlaması keskin, hatırlaması süratli, bilgileri seçkin, ilimleri parlak, açıklaması açık ve net olur. Eğer (Merkür) Satürn’ün haddinde bulunur, ikisi­nin tabiatı karışır ve kuvvetleri birleşirse ve şayet Allah da onun tamamlanmasını ve kemale ermesini takdir etmişse doğan, ilmi konularda keskin görüşlü, araştırmada derinliklere dalan, bilgilerde geniş fikirli, düşüncelerini açıklarken ağır dil ve zor ifade kullanan olur. Eğer Merkür Jüpiter’in haddinde olursa, doğanın kişisel gayreti, Allah’ın izniyle, din ilminde olur. Dolayısıyla konuşma ve sözleri genellikle dindarlık, şeriat hükümleri, insanlara nasihat, adaleti anlatma, yaratılışı açıklama, iyiliği teşvik, kötülükten uzaklaştırma, ahireti hatırlatma, ahiret yurdunun hallerini tarif ve cüzî nefsin beşeri bedenlerle bağlantısında en nihai gaye olan nefsin bedenden ayrılması sırasında ölümden sonraki değişimi tasvir hakkında olur. Nitekim Diriliş ve Kıyamet Risalesinde[105] bunları anlattık. Eğer Merkür Mars’ın haddinde bulunur, ikisinin ta­biatı karışır ve kuvvetleri birleşirse, doğanın nefsi onun etkilerini kabule hazır hale gelir, nefsinin gayretinin çoğunluğu münakaşa ve tartışma, savaşları anlatma üzerine olur, güzel konuşan, hitabetinde aceleci, hazır cevap, çokça dil sürçmesi ve yanlış yapan, çabuk tekrarlayan, muhtemelen de şair, hatip, kadı, münakaşacı veya cedelci olur. Eğer Merkür Venüs’ün haddinde bulunur, ikisinin tabiatı karışır ve kuvvetleri birleşirse, doğanın nefsi ikisinin etkilerini kabule hazır hale gelir, nefsinin gayretinin çoğunluğu şiirler, şarkılar, ezgiler, melodiler, ölçülü ritimler ve düzgün hareketlerle dünya işlerinin güzellikleri, zevklerinin övgüsü ve lezzetlerinin tarifi hakkında olur. Eğer Merkür, yörüngesinde alçalırsa, seyrinde dönüş halinde ve hallerinde de kına­nan olursa, o zaman doğan ya suskun ya dilsiz ya aptal veyahut deli olur.

Sonra yedinci ay girer ve Güneş’in spermin rahme düştüğü sırada bulunduğu konumunun karşısındaki yedinci burca seyri biter. Böylece idare, görünüşte Güneş’e benzeyen fakat tecrübede ona muhalif, iki alem (felekler ve dünya) arasında ortada duran, feyzini yüce alemden yani yıldızlardan alıp bu feyzleri ve hayırları süflî aleme akıtan küçük aydınlatıcı (neyyir) Ay’a geçer.

Eğer Ay bu durumda kendi yörüngesinde yükselir, ışığı çok, seyrinde süratli, sı­kıntılardan kurtulmuş olursa, bu maddeyle yoğrulur, bu tabiatta iz bırakır ve Ay’ın oradan aldığı ve bu aleme getirdiği bu akış (feyezan) bu bütüne işler. Doğan çocuğun nefsi, yıldızların diğer etkilerini kabule hazır hale gelir. Bu da Yıldızlara Giriş Risa­lesi [106]inde anlatıldığı gibi, Ay’ın içinde bulunduğu yirmi beş hale göre olur. Eğer Ay kendi menzilesinde, şerefinde, apojesinde, eğiminde veya vechinde olursa, doğan çocuk, eğer Allah onun tamamlanmasını ve kemale ermesini takdir etmişse, hayatı­nın çoğunda mutlu, yaptıklarının çoğunda hem dünya hem de ahirette övülen olur. Eğer Ay, Merkür’ün haddinde olur, ikisinin tabiatı karışır ve güçleri birleşirse, do­ğanın karakterleri karışık ve değişken, kişiliği renkli, ahlakı istikrarsız, görüşler ve inançlarda birinden diğerine geçen, çapraşık işlere girişen, dünya işlerinde karma­şık, onlarda az sebat eden, tez değişen ve birini bırakıp diğerine atlayan, kolay boyun eğen, musibete kolayca kapılan, nefsinin arzusuna kapılan, kardeşlerinden ayrılan birisi olur. Eğer Ay Satürn’ün haddinde olursa, yukarıda tarif ettiğimiz durumlar ter­sine cereyan gelişir, doğan çocuk da hallerinin çoğunda bir zorluk ve şiddetin dışın­da sabit, az değişen, birinden birine az atlayan biri olur. Eğer Ay Venüs’ün haddinde olur, ikisinin tabiatı karışır, güçleri birleşirse, doğan erkek olur, dış görünüşte kişiliği erkeklik içyapı olarak kadınlık tezahür eder. Eğer doğan kız olursa, dış görünüşte kişiliği kadınlık karakterleri içyapı olarak erkeklik karakterleri tezahür eder. Eğer Ay Mars’ın haddinde olur, ikisinin tabiatı karışır, güçleri birleşirse, doğan sıradan bir insan kişiliği tezahür eder, nefsinin ahlakı Mars özelliklerinde olur, hallerinin görünüşü sıradan bir görünüş, gidişat ve yaşam tarzı avcı yaşam tarzı olur. Eğer Ay, Jüpiter’in haddinde olur, ikisinin tabiatı karışır, güçleri birleşirse, doğan çocuğun hallerinin çoğu iki taraf arasında mutedil, hem dünya hem ahiret işlerinde orta bir yol tutan biri olur. Eğer Yüce Allah onun bu ayda doğmasını takdir etmişse, yaşar ve hayatını devam ettirir, onun ömrü olur. Ama eğer doğmaz da sekizinci ayın gir­mesine kadar kalırsa, yönetim (ilk ayda olduğu gibi) yeniden Satürn’e (Zühal) geçer. Bu sırada Satürn kötü haldedir, Güneş de ölüm evi (beyt) olan sekizinci burca girer. Cenin üzerinde Satürn’ün soğuk ve sakinlik tabiatı baskın olur, o da eğer bu ayda do­ğarsa kısa ömürlü, belki de büyüyemez ve yaşayamaz. Sonra dokuzuncu ay, esfar ve nakil (nukle) burcunun evine girer, yönetim, (ikinci ayda olduğu gibi) tekrar Jüpiter’e geçer ki, burasını sonra açıklayacağız.

Bölüm

Buraya kadar anlattıklarımızla ceninin rahimde dokuz ay kalışının, oluşumun ta­mamlanması, suretin nihai şeklini alması ve felekî şahısların güçlerinin ona nüfuz etmesi için olduğu ortaya konmuştur. Eğer bunların tamamlanması ve son halini alması tek bir günde mümkün olsaydı orada iki gün, şayet iki ayda mümkün olsaydı (daha fazla orada) bırakılmazdı.

Her akıllı bilir ki, oluşumu eksik ve sureti tamamlanmadan doğan, bu dünyadan ve onun nimetlerinden faydalanamaz, tam ve güzel bir şekilde onun lezzetlerini tadamaz ve onların zevkini alamaz, can sıkıcı mutsuz ve kederli bir hayat sürer. Özür­lü, felçli, yaratılıştan eksik ve bedenen sakat olan gibi(ler böyledir).

Ölümden sonraki ahiret hayatı için kıyas ve hüküm de bunun gibidir. Şöyle ki insan, tabiat ve hikmetle ilgili kitaplarda anlatıldığı gibi, bu dünya hayatında ceset­le birlikte iken nefsinin hallerini tamamlaması mümkün olacak kadarını, nübüvvet hakkındaki kitaplarda anlatıldığı gibi, dünyada olduğu sürede erdemlerinin kemale ermesi mümkün olacak kadarını yapmaz(sa eksik olarak ahirete gider). İkinci do­ğum olan ölüm anında, nefis bedenden ayrıldığında, artık ahiret yurdundaki ha­yatı yaşamaya başlar. İşte bu hayatta nefis, göklerin melekûtuna yükselebilir. Nite­kim Mesih (selam üzerine olsun) şöyle buyurmuştur: “İki kere doğmayan, göğün melekûtuna erişemez.”

Doktorlar, ceninin rahimdeki arızî afetlerden etkilenmemesi ve çocuğun sağ sa­lim dünyaya gelmesi, büyümesi ve hayatını güzel bir şekilde yaşaması için anne-ba­baya ve hamile kadınlara, hal ve hareketlerinde, davranışlarında kendilerine nazik, aşırıya kaçmadan, yapılacakları da eksik bırakmadan orta yollu ve itidalli hareket etmelerini tavsiye ederler. Peygamberlerin (selam üzerlerine olsun) ve ilahi kanunu (nâmûs) koyanın tavsiyeleri de bu yöndedir. Zira onlar, gayri meşru yollara dalmak, sınırı ve ölçüyü aşmak suretiyle nefisleri hasta ve helak eden haramlar, haram edil­miş şeyler ve şüpheli olanlardan kaçınma konusunda insanlar için koydukları din hükümleri, kanunlar ve sünnetlerle gönderildikleri topluluklara (ümmet) mensup insanların nefislerinin doktorlarıdır. Bütün bu hükümler, terbiye ettikten sonra ev­latlarına vefasız, hilekar ve mahvedici olan dünyanın afetlerinden nefislerin uzak durması içindir. Yine nasıl ki (insanlar) hastalık ve sağlıkta yenilecekler ve içilecek­lerle ilgili doktorun söylediği ve açıkladığına uyduklarında ondan yararlanırlar ve uymadıklarında da sağlıklının hastalığa düşecek, hastanın da hastalığı daha fazla uzayacak ya da perişan olacak hale düşecek şekilde tabiatı bozuluyorsa, aynı şekilde peygamberler de nefislerin doktorları, doğruyu bulmanın ve yaşam yolunun sebebi­dirler. Kim ki onların emrettiklerinden sapar, koydukları ve açıkladıklarından ayrı­lırsa, kesinlikle sapıtır ve en doğru yoldan çıkar.

Bölüm

Sonra bil ki, bu dünyada arzulara dalmak, insana ahireti unutturur, ondan şüphe ettirir ve ondan hoşlanmaz yapar. Nitekim bu konuda söz söyleyenlerden biri şöyle demiştir:

O dünyadır. Halbuki onlara başkası vaat edildi

O, pazarlık sonunda düşünceleri ertelemedir.

Yine bu manada başka bir şiir söylenmiştir:

Nimet ve lezzetten nasibi alınız

Hepsi, ne kadar kalırsa kalsın, sonunda geçer gider.

Ahireti umursamayan birisi de şöyle demiştir:

Bize şunu haber veren hiç kimse gelmedi:

Ölen ya cennette ya da ateştedir.

Şairlerin bu fikirler, şüpheler ve içine düştükleri şaşkınlıklarla dolu şiirleri çoktur. Rabblerinin tavsiyesini, peygamberlerinin öğüdünü, alimlerinin ve bilge kişilerin/ filozofların (hükemâ) kendilerini çağırdıkları, ahiret nimetlerine teşvik ettikleri, dünyada kaçınmalarını istedikleri ve dünyanın arzuları ve geçici tatlarına kapılmak­tan sakındırdıkları şeyler konusunda onlara uymayı terk ederlerse, bu, onlara ceza olarak yeter.

Bölüm

Bil ki, Ay gezegeninin altında doğan her kişi, doğduğu zaman ister karada, ister denizde ister havada ister suda olsun, kesinlikle, doğudan bir doğuş (tâli) derece, bu bölgenin ufku üzerinde olur; yine kesinlikle, yedi gezegenden neyyir ismi verilen bir yıldız bu doğuş (tâli') derece üzerinde hâkim olur. İkisi doğan çocuğun ve onun kendisiyle yaptıklarının ve bir sene bitinceye kadar işlerini yürüttüğü şeyin delilidir. Sonra ikinci sene başlar ve o senede yönetim, o dereceyi, doğarak ve ona hâkim ola­rak takip eden başka bir derecenin olur. Sonra hâkim olunan üçüncü derecenin (yö­netimde olduğu) üçüncü yıl başlar. İşte bu minval üzere doğal ömrün sonuna kadar hayat devam eder. Doğan, olaylarda etkin olur; dünya işleri, bu derecelerin hallerine ve yıldızlardan onlara hâkim olanlara göre devam eder gider. Bunların tamamı do­ğumların hükümlerine dair kitaplarda uzun uzadıya anlatılmıştır.

Bölüm

Ey kardeşim! Bil ki, en yüce övgüye layık Allah, hikmetinin gereği olarak bütün canlı türlerine bilenen doğal bir yaşam (ömür), bunun için bilinen bir süre, ömür için de zamanı belli bir ecel belirlemiştir ki, eğer ömür doğal haliyle devam ederse o süreyi ne aşabilir ne de ondan az olabilir. Bunun ayrıntısını, Aziz ve Çelil olan Allah’tan başkası bilmez.

Allah’ın insan için belirlediği doğal yaşam süresi, yüz yirmi yıldır. Bunun sebebini bundan önceki bölümde anlatmıştık.

Bu süreden daha fazla veya daha az olan ömürlere gelince, izahı çok uzun sürecek çeşitli sebepleri ve birçok nedeni vardır. Detaylarını da ancak Aziz ve Çelil olan Al­lah bilir. Biz, doğal halde devam ederse doğumundan itibaren yetmiş beş sene ve bu süreyi aşarsa yüz yirmi sene tamamlanıncaya kadar süren insanın doğal ömründeki hallerinden biraz bahsetmek ve işlerinin gidişatını ve günlerini geçirmesini tarif et­mek istiyoruz.

Bölüm

Ey kardeşim! Bil ki, canlılardan her doğanın yeryüzünde ana-babası olduğu gibi felekte de bir anası bir babası vardır. Birisi ömrünün (yaşamasının) delili olup Kedahdây yani ev sahibi (rabbu'l-beyt) ismi verilir, diğerine Heylâc yani ev sahibesi (rabbetu l-beyt) ismi verilir. Eğer doğum esnasında bu ikisi mutlu olursa, doğan da hayırlı uzun ömür sürer; eğer talihsiz iseler doğan da aksine (bahtsız) bir ömür sürer. Eğer Kedahdây mutlu Heylâc bahtsız olursa, doğan uzun ömürlü fakat fakir, kötü halde olur. Eğer Heylâc mutlu Kedahdây bahtsız olursa, doğan zengin, iyi halde fakat ömrü kısa olur.

Doğal süreden kısa ömürlü olmanın nedenine gelince, Kedahdây’a lütfedilen ar­mağanın az olmasıdır. Eğer o biter ve seyrin derecesi bahtsızlık merkezine ve onun zamanlarına ulaşırsa, doğan aniden veya birçok dert, hastalık ve sebepten ölür. Bunu da yeryüzünde ve gökte hiçbir sırrın kendisine gizli kalmadığı Aziz ve Çelil olan Allah’tan başka hiç kimse bilmez.

Bölüm

Ey kardeşim! Sonra bil ki, doğumların hükümleri konusunda astroloji (tencîrn) sanatı uzmanları şu ortak fikre varmıştır: Doğum gününden itibaren kırk Güneş yılı tamamlanıncaya kadar çocuk, büyüme, ilerleme ve gelişme sahibi olan Ay’ın yöneti­mi altında kalır, yönetimde ona diğer yıldızlardan her biri bu sürenin yedide biri ka­dar ortak olur. Buna da‘yaşa göre terbiye’ ismi verilir. Böylece çocuğun terbiye, geliş­me, büyüme, sağlık, selamet, itibar, asalet, dertler, hastalıklar, muhtaç olma, basitlik, lezzet, kederli halleri, bu yıllar içerisinde bu yönetimlerin gereklerine göre yönetilir. Bunların detayları, çocukların yaşlarının değişmelerine dair kitaplarda anlatılmıştır.

Sonra, konuşma, hareket, eğitim, edebiyat, ayırma ve anlama sahibi Merkür’ün (Utarit) yönetiminde on üç sene geçer. Bu sürenin yedide biri kadar yönetimde paya sahip olan diğer yıldızlar da orta olur. Yönetim onlardan her birine geçtiğinde, ço­cukta, anne rahminde cenin iken fıtratına bu güçlerin yoğurduğu, izini bıraktığı ve işlediği şekillenmiş ahlak ve fiiller ortaya çıkar. Bu tıpkı, vakti gelince, yetişince, ol­gunlaşınca bitkilerin çiçeklerinin ve tanelerinin; ağacın tomurcuğunun, yemişinin, kokularının, renklerinin ve tatlarının çıkmasına benzer.

Sonra, doğan varlık, güzellik, süslenme, arzular, tat, cinsel ilişki isteği ve zinaya düşkünlük sahibi olan Venüs’ün (Zühre) yönetiminde, sekiz sene yaşar. Yönetimde ona, diğer yıldızlardan her biri bu sürenin yedide biri kadar ortak olur. Bu süre zarfında, doğan kişide evlenme ve cinsel ilişkiye düşkünlük; arzular ve tatlardan faydalanma isteği; süslenme, güzellik ve hoş görünme sevgisi; mal biriktirme, yerle­şim yerleri, ev, dükkan, arazi ve bahçe edinme, cariye ve genç hizmetçiler edinerek yaşıtları ve akranları ile oyun, eğlence ve bir süreliğine arzulara dalma hırsı ortaya çıkar.

Sonra kudret, idarecilik, yönetim ve siyaset sahibi Güneş’in yönetiminde on sene geçer. Bu sırada doğandan, evde Kedahdâya. ait şeyler, çocukların terbiyesi, yakınla­rın ve komşuların eğitimi, akrabaları ve kardeşleri gözetme; statüde de şöhret, sal­tanat, üstünlük, yücelik ve onur isteği ve benzerleri ortaya çıkar. Bunlar kralların, idarecilerin, köy liderlerinin (dehhâkiri) ve gurup başkanlarının muhtaç olduğu has­letler, ahlaki nitelikler ve fiillerdir. Güneş’in bu yönetiminde ona diğer yıldızlardan her biri, bu sürenin yedide biri kadar ortak olur.

Sonra kararlılık, azim, yiğitlik, yetenekler, istek, ihsan, atılganlık, gayret, insaf ve vakar sahibi olan Mars’ın (Merrîh) yönetiminde yedi yıl geçer. Mars işlerin ba­şındakilerin, ordu komutanlarının, toplum önderlerinin, devlet yöneticilerinin ve kanun uygulayıcılarının hepsinin muhtaç olduğu her haslet, iyi nitelik ve seciyenin sahibidir. Onun yönetimine diğer yıldızlardan her biri, bu sürenin yedide biri kadar ortak olur. B öylece karakterleri birbirine karışır, güçleri birleşir, fiilleri diğer yıldız­larınki ile ortaklaşa ortaya çıkar. Bunun ayrıntısını Allah ve astrolojide/gökbiliminde (‘ilmi’n-nücûm) derinleşenlerden çok azı bilir.

Bundan sonra, doğan, din, dindarlık, tövbe, pişmanlık, züht, ibadet; oruç, namaz, sadaka, af dileme, ahireti isteme ve onu arzulama, bu fani dünyadan ebedi ve kalı­cı olan ahiret yolculuğuna hazırlık ile Aziz ve Çelil olan Allah’a yönelme halleri ile Jüpiter’in (Müşteri) yönetiminde on iki yıl geçirir. Onun yönetimine diğer yıldızlar­dan her biri, bu sürenin yedide biri kadar ortak olur. Böylece karakterleri birbirine karışır, güçleri birleşir ve belki de zıt güçlerin bir araya gelmesi nedeniyle fiilleri birbirine zıt olarak ortaya çıkar. Bu durumda akıllı insan belki bu süre zarfında iki zıt şey arasında sağa-sola çekilir. Örneğin Mars’ın ortaklığında Venüs, yol göstermesi ile doğanın hali üzerine hâkim olursa onu, dünya isteği, arzuları ve lezzetlerine düş­künlüğe götürür. Bu sırada Mars, güç ve hareketlilik; Merkür sevecenlik, şefkat ve çare; Satürn değişmezlik, bekleme ve sabır; Ay büyüme ve gelişme; Güneş de şeref ve üstünlük bakımından ve bunların hepsinin zıddı ile onu destekler. Fakat Satürn’ün doğanın hallerine ortaklığında Jüpiter ve onun tabiatı, delaleti ile akıllı insana hük­mettiği zaman, onu dünyaya düşkün olmamaya (zühd), onun arzu ve lezzetlerine az rağbet etmeye, ahirete düşkünlüğe ve onu çok istemeye götürür. Bu sırada Mars, onu (doğanı), güçlü istek ve hareketlilik; Merkür sevecenlik, şefkat ve çare; Venüs kendi­ne düşkünlük, arzu, beğenilme, süslenme; Satürn ibadete ve tövbeye devam; Güneş nur, hidayet, nefsin kibri, meşguliyet ve değersiz dünyadan nasibini alma, Ay da onu uğraştığı şey için bağlılar ve yardımcılar bakımından destekler.

Eğer insan çalışır, şeriatta belirlenen hükümlerin ve farzların gereklerini yapar ve felsefede tarif edilen ile amel eder ve bu yaşantısına, yönetim on bir yıl sonra Satürn’e geçinceye kadar devam ederse, birbirine zıt iki tabiatın çekiminden doğan şeylerde az da olsa bir hafifleme olur. Çünkü o (Satürn), sükunet, yavaşlık, tembellik, beden­sel arzuların ateşini durdurma, hayvanı güçleri giderme, sinirleri gevşetme, bedenî organların gücünü kırma ve duyuların algılanan şeylerle ilgilenmesinin sahibidir. Sonra nefsin fiillerini ortaya koyması ve lezzetleri alması mümkün olmaz. Bu du­rumda nefsin bu dünyaya dair isteği azalır ve oluş ve bozuluş aleminde kalma arzusu yok olur. Sonra, nasıl ki yağ bitip fitil yandığında kandil söner ve ışık giderse, aynı şekilde, bedenden içgüdüsel sıcaklık sönüp hayvani ruh da vücuttan sıyrılınca ona yavaş yavaş doğal ölüm gelir.

Eğer insan, geçen ömründen memnun olmuş, ilimlerden bir ilim ve edebiyat çe­şitlerinden birini veya bir sanatı öğrenmiş, görüşlerden bir mezhebi din olarak kabul etmiş, ahiret yoluna ve öte dünya hayatına götüren amellerden birini işlemişse, bu (insanın) nefsinin nefsanî alemine ve ruhanî mekanına gitmesi ve kendisinden önce geçmiş ve oraya ulaşmış olan, oluş ve bozuluş aleminin sıkıntılarından, hastalıklar, dertler ve kederlerin yakıcı ateşinden, açlık, susuzluk, üşüme, terleme, yorgunluk, bitkinlik, endişe, fakirlik, meşakkat ve bıkkınlık getiren işlerle pis ve çirkin fiiller­den; hırsın, aşırı isteğin, adi arzuların, düşük adetlerin, medeni olmayan ahlakın, üst üste yığılmış cehaletlerin, kötü amellerin ve orada yaşayanların ibadetlerinden ve aralarındaki nefretlerin ateşinden; komşuların kıskançlığı, akranlarının düşmanlık­ları, sultanın eziyeti, şeytanın vesvesesi, zamanın sıkıntıları ve çağın felaketlerinden kurtulmuş olan kendi cinsinin evlatlarına kavuşması istenir.

Eğer bu oluşumlara yıldızların işlerini ve etkilerini kabul etmeyenlerden birisi ileri geri konuşur, ya da bu güçlerin ceninin karakterine nasıl iz bıraktığına, karak­terleri cibiliyetine işlemesinin nasıl olduğuna ve doğduktan sonra onların fiillerinin nasıl ortaya çıktığına şaşıran biri (bu olayları) düşünürse, o zaman, panzehirlerin, merhemlerin ve şurupların yaptığı işlere baksın da bu ilaçların ve merhemlerin tek başına ya da bir araya geldikten, karıştıktan, yoğrulduktan, piştikten, parçaları bir­leştikten ve kuvvetleri bir araya geldikten sonra, birlikte etkilerinin nasıl ortaya çık­tığını, yine her bir gücün ve ilacın bizzat özel organa, bilinen hastalığa ve derde nasıl yöneldiğini, Allah’ın izni ile oradaki hastalığı giderdiğini ve orada etkisini gösterdi­ğini bir görsün. Yine musiki icra edenlerin seslerine ve şarkıların nağmelerine bak­sın da nasıl uyumlu hale gelerek bir araya toplandığını ve havanın onu dinleyicilerin kulaklarına götürdüğünü, beynin derinliklerine ulaştırdığını ve manaları nefislerin tabiatına eriştirdiğini bir görsün. Sonra musiki icra edenlerin sesleri ve şarkıların nağmeleri sebebiyle nefislerdeki etkilerinin, yani her hayvanda veya insanda sevinç, mutluluk, gülüş, hüzün, ağlama, keder, kaygı, cesaret, korkaklık, cömertlik, cimrilik, canlılık, hareket, uyku, durgunluk ve sükûnet veya zamanın unutturduğu bir şeyi anımsatma, yakın zamanda olmuş bir derdin teselli edilmesi gibi farklı etkilerin ve her akıllıya gizli kalmayan bunlara benzer şeylerin nasıl ortaya çıktığın(nı görsün). Nefislerdeki bu etkilerin nasıl meydana geldiği, düşünen bir kimseye gizli kalır ve o olayı anlamazsa, yıldızların nefislere etkilerinin anlamını bilmediği ve nasıl ol­duğunu tasavvur edemediği için onu inkar etmesi gerekir. Çünkü bu (tesirler), bu (bilinenlerden) daha gizli, küçük ve incedir.

Bölüm

Ey kardeşim! Bil ki, Yüce Allah, her arayıcı için bir amaç, her arayanın amacı için bir bitiş noktası belirlermiş ve her amaç sahibinin arayışında fazlalık ve eksiklik arasında bir orta yol belirlemiştir. (Bu kanun doğrultusunda) ceninin rahimde bir müddet kalışı bir amaç içindir, sekiz ay kalışı da eksiklik ve noksanlık arasında orta bir yoldur. Aynı şekilde dünyada belli bir zaman kalışı da bir amaç içindir ve insan için belirlenen yüz yirmi yıllık doğal ömür de eksiklik ve noksanlık arasında orta bir yoldur. Bu iki miktarı aşma veya onlardan az olma, anlatımı uzun sürecek nedenlere dayanır.

Fakat eğer sen, ceninin sekiz aydan fazla kaldığında, yüz yirmi yıllık normal öm­rünün azaldığını öğrenmek istersen, yukarıda açıkladığımız kanunun aslını bil ve ona bağlı kal. O da şudur: Ayaltı alemdeki her oluş ve meydana geliş, oluş ve mey­dana geliş vaktinden bitiş ve yok oluş vaktine kadar, o, yüce felekî şahısların de­virlerinden tek bir devir miktarı olan müddettir. Nitekim bunu Devirler ve Oluşlar Risalesinde™ açıkladık.

Bu bölümden önce, spermin rahme düştüğü andan ölüm gününe kadar olan sü­rede, rahimde kalışı ve ömrü ki, o da Güneş’in dönüşlerinden tek bir devir kadardır, doğal seyrinde devam ettiğinde neler olduğunu anlatmıştık. Mesela cenin rahimde sekiz ay kalır sonra doğarsa, Güneş’in, spermin rahme düştüğü günde bulunduğu dereceye tekrar dönmesi için seyrinde dört burç, yüz yirmi derece kalır, doğan da her dereceye bir sene (karşılık gelecek şekilde) dünya hayatına başlar. Eğer rahimde dokuz ay kalırsa, onun için üç burç doksan derece kalır, doğan da doksan yıllık öm­rüne başlar. Eğer rahimde on ay kalırsa, o zaman da onun için iki burç altmış derece kalır, doğan da altmış yıllık ömrüne başlar. Bu örnek ve bu kıyasla anlaşılmıştır ki, rahimde kalış süresi ne kadar uzarsa dünyadaki ömür de o kadar kısalır.

Tecrübe de göstermiştir ki, cenin rahimde on ay kaldığı halde yine de yüz yirmi yıl yaşaması veya dokuz ay kalıp altmış yıldan önce ölmesi, doğal olanın dışındaki nedenler ve sebeplerden dolayıdır. Bunu detaylı anlatmak uzun sürer.

28. Risâletu’l-edvâr ve’l-ekvân.

Doğanların mutluluğuna dair hüküm de bu örnekteki gibidir. Mesela Aziz ve Çe­lil olan Allah, her doğan için dünyada belli bir miktar mutluluk takdir etmiş ve onu ikiye ayırmıştır: Bir kısmı hayat boyu için, bir kısmı da rahat bir yaşam içindir. Bazen doğanlardan birinin ömrü uzar, rahat bir hayat azalır; bazen birisi için rahat hayat uzar ama ömrü kısalır. îşte bundan dolayı birçok dünya evladının mutlu ve rahat bir yaşam halinde fakat kısa ömürlü olduğunu görürsün, bazen de uzun ömürlü fakat rahat yaşamlarının kısa olanlarını görürsün.

Anlatılır ki, bir kral, su taşıyan yaşlı bir kimseyi evinde gördü ve ona sordu: Kaç halife sayabilirsin (yani kaç halife devrinde yaşadın)?

Dedi ki: Çok

Biraz şaşırmış olarak sordu: Nasıl oluyor da sizin ömrünüz uzun bizimki kısa sürüyor?

Sucu ona şöyle cevap verdi: Çünkü sizin rızıklarınız su tulumlarının ağızlarından akan su) gibi geliyor, bizim rızıklarımız ise yağmur damlası gibi geliyor.

Onun bu sözü kralın hoşuna gitti, güldü ve onu zengin edecek bir hediye verilme­sini emretti. Sonra kısa bir süre onu görmedi, onu soruşturdu ve öldüğünü öğrendi. (Kral), “Yaşlı doğru söyledi. Su tulumlarının ağzı gibi rızık gelince ömrü kısaldı” dedi.

îşte hüküm ve kıyas da buna göredir. Allah her insana mutluluktan bir pay ve nimetlerden bir parça vermiş, onu da ikiye ayırmıştır: Bir parçası bu dünyada bir parçası da ahirettedir. Nitekim Yüce Allah şöyle buyurmuştur: “Onun katında her şey bir ölçü iledir”[107]-, “Onu bilinen bir ölçüye göre indiririz"[108] İnsanın dünyada nimet ve lezzetlerden nasibine düşen miktar kadar ahiretteki nimetlerden alacağı pay azalır. Allah bu manaya, israf edenleri kınadığı şu sözünde işaret etmiştir: “Dünyadaki ha­yatınızda güzelliklerinizi bitirdiniz, onların zevkini sürdünüz”[109]'; “Kim ahiret kazancını isterse, onun kazancını artırırız. Kim de dünya kazancını isterse, ona da istediğinden veririz, fakat onun ahirette hiçbir payı yoktur”[110].

Yine bizim söylediklerimizin hakikatini kavrayan dindarların Karun’a söyledikle­ri söz de anlatılır: “Böbürlenme! Çünkü Allah, böbürlenip şımaranları sevmez. Allah’ın sana verdiği şeylerde ahiret yurdunu ara. Dünyadan da nasibini unutma. Allah’ın sana iyilik yaptığı gibi sen de iyilik yap”[111] [112]. Onlar böyle söylediler, çünkü biliyorlardı ki, onun dünyadaki nasibi, ahireti için takdim ettiği kadardır, onun hepsinden dünyada faydalanmaz. Nitekim Yüce Allah şöyle buyurmuştur: “Kendiniz için her ne iyilik işle­miş olursanız, Allah katında onu bulursunuz”311. Bizim anlattığımız manada Kur'an’da birçok ayet vardır. Ey kardeşim! Dünyada aşırı gidenlerin halini, yani Allah’a isyan ederek nimet ve lezzetlerden faydalandıklarını, ahiretten yüz çevirdiklerini, öte dün­yayı hatırlamayı bıraktıklarını görüp de aldanma. Onlar kısa bir zaman sonra içinde bulundukları dünya nimetini kaybeder ve ahirete gelirler, fakat oranın fakirlerinden ve mutsuzlarından olurlar. Nitekim Allah şöyle buyurmuştur: "Zulmedenler hangi akıbete uğrayacaklarını bileceklerdir'135. Çünkü onlar bu dünyanın rahatını istemek, ahiretten yüz çevirmek, ondan dolayı isyan etmek, onun için hazırlanmayı terk et­mek ve nefislerini temizlemeye ve kendilerini dünyadan özgürleştirmeye çalışma­mak suretiyle kendilerine zulmetmişlerdir. Onlar hangi akıbete uğrayacaklarını ke­sinlikle bileceklerdir. Onlara bu kadar tehdit ve korkutma yeter. Bunda kalbi olan veya şahit olup kulak veren kişiye yeterince öğüt vardır.[113] [114] Anlattıklarımızdan ceninin rahimde belli bir müddet kalmasının, vücudun tamamlanması ve bedenin son şekli­ni alması, bundan amacın da doğanın doğumdan sonra dünyadan faydalanabilmesi için olduğu ortaya çıkmıştır.

Yine buna benzer şekilde bilge kişi/fılozof (hakim) şöyle demiştir: İster aklın ge­reklerinden dolayı, ister kanunun (nâmûs) emir ve yasaklarını duyma yoluyla olsun akıllı insanın doğal ömrü boyuncu bir müddet emir ve yasak altında kalışı, nefsin erdemlerinin tamamlanması, çeşitli ahlakının, düşüncede dikkatli olma ve araştır­ma, amelde ise gayret ve çalışma yoluyla rabbani marifetlerinin kemale ermesi için­dir. Nitekim felsefe haddinde bunun, insanın gücü nispetinde veya nâmûsta ortaya konan vasiyetler, emirler ve yasaklarla ilaha benzeme olduğu anlatılmıştır. Bütün bunlar nefsin, meleklerin faziletlerini dünyada en mükemmel şekilde tamamlaması içindir.

Bütün bunların amacı, felekler alemine yükselmesini, gökler alanına girmesi­ni mümkün kılmak ve oraya hazırlamak, orada önceki asırlarda nebevi dindarlık sünnetleri ve felsefî hikmetlerle fikir alış verişi üzere ve melekûtî âdâbla yaşamış hemcinslerinden ve kendi dininden kimselerle birlikte olmak, onların derecelerine ulaşmak ve orada peygamberlerle, sıddıklarla, şehitlerle, salihlerle nimetlenerek, tad alarak, rahat ve mutlu bir şekilde sonsuza kadar kalmaktır. Oradaki bu kimseler ne güzel arkadaştırlar. Allah da şu sözüyle onlara işaret etmiştir: “Onlar şöyle derler: ‘Hamd, bizden hüznü gideren Allaha mahsustur. Şüphesiz Rabbimiz çok bağışlayan­dır, şükrün karşılığını verendir. O, lütfuyla bizi kalınacak yurda yerleştirendir. Bize orada bir yorgunluk dokunmaz. Bize orada usanç da gelmez”’[115].

Bölüm

Ey kardeşim! Bil ki, Aziz ve Çelil olan Allah, insanların çoğunun doğal ömür­lerini tamamlayacak kadar yaşamayacaklarını, dünyada nefislerini güzelleştirecek ve erdemlerini kemale erdirecek kadar uzun bir zaman bırakılmayacaklarını bildi­ğinden, onlara lütufta bulundu, vasiyetler, emirler, nehiyler ve temiz sünnetlerden oluşan ilahi kanunları ve razı olunacak hükümleri koymak üzere peygamberler ve elçiler gönderdi. İnsanlar kendilerine gösterildiği şekilde adil bir hayat düzeninde onları kullanırlarsa, ömürleri kısa da olsa nefislerinin erdemleri tamamlanır, ahlak­ları güzelleşir. Nitekim Yüce Allah şöyle buyurmuştur: “Olgunluk çağına erişince, ona hikmet ve ilim verdik"38. Peygamber (Allah ona ve ailesine rahmet etsin) de şöyle de­miştir: “Kim kırk sabah ibadetini sadece Allah için yaparsa, Allah da onun kalbini kendi nuru ile aydınlatır, kalbini iman için açar, hiçbir şey anlamaz birisi olsa dahi dilini hikmetle konuşturur”. İşte bu, emir ve nehiy altındaki sorumluluk yaşma ulaş­mış nefisler hakkında bir hükümdür.

Çocuklar ve deliler hakkındaki hükmüne gelince, onlar, babaların, annelerin, peygamberlerin ve elçilerin (hepsinin üzerine selam olsun) şefaati ile kurtulurlar.

Ey kardeşim! Rahimde bir müddet kalmanın ve yine dünyada bir müddet kalma­nın amacının ne olduğu sana açıklandığına göre, hemen şimdi kalk, kolları sıva ve azığını hazırla. Bil ki, en hayırlı azık takvadır. Ömür bitmeden ve ecel yaklaşmadan önce bu fani dünyadan ebedi kalınacak yurda yolculuk için vasıtana sıkıca sarıl. Zira uyaran kişi, artık özür kabul etmez. Allah şöyle buyurmuştur: “Allah, müjdeciler ve uyarıcılar olarak peygamberler gönderdi. Onlarla birlikte kitaplar ve mizanı indirdi”39 Buradaki mizân kelimesi ‘adalet’ manasınadır. “(Bunları indirdik ki) peygamberler­den sonra insanların Allaha karşı (şöyle) bahaneleri olmasın”[116]: ‘Bize ne bir elçi ne bir kitap geldi, ömrümüz de kısa eksik oldu, ecelimiz erken geldi, Bizi geri gönder, daha önce işlediğimiz amellerden başkasını yapalım.’

İnsanlar uykudadır, ölünce uyanırlar. Ey kardeş! Vatandan ayrılmadan ve ateşe girmeden önce ve bir çağıncının, ‘Falan kişi mutsuz, falan kişi mutlu oldu’ diye ça­ğırmasından önce gaflet uykusuna ve cehalet sarhoşluğuna karşı dikkatli ol! Allah seni ve bizi doğruya ulaştırsın. O kullara karşı çok şefkatlidir.

Spermin Ana Rahmine Düşmesi Risalesi risalesi (Risâletü Maskati’n-nutfe) ta­mamlandı. Bunu, “Filozofların “İnsan Küçük Bir Alemdir” Sözüne Dair Risale”4 takip edecektir.

Cisimsel-Doğal Bilimlerin Onikinci
(İhvan-ı Safa Risaleleri’nin Yirmialtıncı) Risalesi:
Filozfların “İnsan Küçük Bir Alemdir” Görüşüne Dair[117]

Rahman ve Rahim olan Allah’ın adıyla!

H

amd Allah’a, selâm O’nun seçilmiş kullarının üzerine olsun!Allah mı daha ha­yırlıdır, yoksa Ona ortak koştukları varlıklar mı?

Bölüm

Ey kardeşim! Allah seni ve bizleri katından bir ruhla desteklesin, bilesin ki, biz “Nutfenin (Spermin Ana Rahmine) Düşmesi Risalesı’ni, nefsin bununla irtibatına dair meselelerin açıklamasını, ay be ay meydana gelen durum değişmelerini ve yıl­dız faaliyetlerinin cesedin bünyesine olan etkilerini bitirdik. Bundan sonra insanın evrende var olup orada bir süre kalmasının nihai amacını açıklamıştık. Bu risalede ise, filozofların: “İnsan küçük bir alemdir" şeklindeki sözlerinin anlamını açıklamak istiyor ve diyoruz ki: îlk dönem filozofları bu cismani evrene gözleriyle baktıkların­da, duyularıyla dışa yansıyan durumlarını gözlemlediklerinde, akıllarıyla bu evrenin durumları hakkında düşündüklerinde, basiretleriyle tümellerine (külliyât) ait şahıs­ların tasarruflarını incelediklerinde, düşünüp taşınmalarıyla parçalarına ait sanatlar/ türler üzerinde değerlendirme yaptıklarında, onun bütün parçalarının yapılarının tastamam, şekillerinin mükemmel olması bakımından ve bir bütün olarak evrenin insana çok benzediğini gördüler. Buna göre insan cismani bir beden ve ruhani bir nefsin birleşiminden oluştuğundan dolayı, filozoflar onun cesedinin yapı şeklinde cismani alemde bulunan varlıkların tamamına ait örnekler (benzerlikler) bulmuşlar­dır. Gezegenlerinin bileşimine, burçlarının kısımlarına, yıldızlarının hareketlerine, onların temel elementlerinin ve ana yapılarının bileşimlerine, madenlerinin cevher­lerine, bitki şekillerinin çeşitliliğine ve hayvan yapılarının garipliklerine dair hayretlik durumlar bu benzerliklerdendir.

Yine filozoflar, melek, cin, insan, şeytan gibi ruhani varlık çeşitlerinde, diğer hay­vanların nefislerinde ve durumlarının alemdeki tasarruflarında insan nefsine ve bu nefsin beden bünyesinde güçlerinin hareket etmesinde benzerlikler gördüler.

İnsan şekillerine ait bu durumları görünce bundan dolayı insanı “küçük alem” olarak isimlendirdiler. Biz, filozofların söylediklerinin doğruluğuna delil ve anlattık­larına açıklama olması, öğrencilere anlaşılmasının, araştırmacılara da düşünmesinin kolay olması için bu örneklerden ve benzerliklerden bir kısmını ifade etmek istiyoruz.

Bölüm

Burada Ortaya Çıktığı Üzere Varlıkların Durumlarına Göre
İnsanın Durumlarını Değerlendirmeye Dair

Biz diyoruz ki: Bütün varlıklar cevher ve arazlardan ibarettir; yapı, şekil ve bileşim olarak bu ikisinden oluşmuşlardır. Nitekim bunu “Madde Risalesinde açıklamıştık. “Akıl ve Ma kul R isalest ’nde açıkladığımıza göre de bütün arazlar cismani veya ruha­nidir. İnsan da birbirine yakın iki cevherin bir araya gelmesinden oluşmuştur. Bun­lardan biri, duyu organlarıyla algılayan geniş ve derin olan şu cismani beden, diğeri ise akıl yoluyla algılama yapan bilge ruhani nefistir.

Cesed, eller, ayaklar, baş, boyun, sırt, kalçalar, dizler, bacaklar ve ayaklar gibi şe­killeri farklı organlardan oluşan bir yapıdır. Bu organların her biri de, kemik, sinir, damar, et, deri vb. görünüşleri farklı ve parçaları birbirine benzeyen farklı organlar­dan oluşmuştur. Nitekim bunu “İnsan Bedeninin Bileşik Oluşu Risalesinde açıkla­mıştık. Yine beden denilen yapı, kan, bağlam ve iki acı (sarı ve kara safra) şeklindeki dört karışımdan oluşmuştur. Bu dört unsur mide özsuyu (keymus[118])dan, keymus, gıdadan, gıda bitkiden, bitki ise dört unsurdan meydana gelmektedir. Bunu da “Bitki Risalesinde anlatmıştık. Bunların her biri de, “Oluş ve Bozuluş Risalesinde bahset­tiğimiz üzere, bilinen dört tabiatın ikisi tarafından ayakta tutulmaktadır. Bunları her biri de cismi tamamlayan ve tabiî cisimlerden başka bir şeyi ayakta tutan şekillerdir. Bu hususu da “Madde ve Şekil(suret) Risalesinde açıkladık.

Madde ve suret de, ruhani, akılla bilinen, şanı yüce Yaratıcılarının dilediği işve tep­kileri yapan ve icat eden, nitelik, yer ve zaman olmadan, aksine Allah’ın “ol” demesiyle hemen oluveren iki basit cevherdir. Bu durumu da “Aklî İlkeler Risalesinde” anlattık.

İnsanın durumu bu gördüğün şekilde olunca, anlattığımız gibi, o, karanlıklı (zulmani) bir beden ve ruhani bir nefisten oluşmuştur. İnsan, cesedinin durumunu ve ondaki organlarının garip oluşumunu ve bunların eklemlerinin oluşumundaki farklı­lıkları değerlendirdiği zaman görür ki, vücut adeta oturanları için bir ev gibidir. Nef­sinin durumunu, onun beden heykelinin yapısındaki acaip tasarruflarını ve beden eklemlerinde güçlerinin hareketlerini düşündüğü zaman da cesedin adeta evinde hizmetçileri, ailesi ve çocuklarıyla oturan birine benzediğini görür. Bir başka yönden değerlendirdiğinde, organlarının şekillerindeki farklılık ve eklemlerinin oluşumun­daki çeşitlilikle birlikte beden yapısının bir sanatkârın dükkânına benzediğini görür.

Beden şeklinin yapısında güçlerinin hareket etmesi, beden organlarının şaşıla­cak faaliyetleri ve cesedinin eklemlerinde çeşitli hareketleri bakımından insan nefsi, dükkanında çırak ve hizmetçileri olan bir zenaatkâra benzer. Nitekim bunu “Pratik Sanatkâr Risalesinde açıkladık.

Bir başka yönden, insan cesedinin bünyesi, yapı şeklinin (iskeletinin) tabakala­rında bulunan pek çok elementle, beden eklemlerinin garip bileşimleriyle, organ-

larının çok farklı oluşuyla, kılcal damarlarının birbirinden farklı olup organlarının her tarafına uzanmasıyla, cesedinin derinliğinde bulunan hislerin farklılığıyla ve psikolojik (nefse ait) güçlerin tasarrufuyla birlikte değerlendirildiği zaman bu bünye çarşı ve sokakları sanatkârlarla dolu olan bir şehre benzer. Nitekim bu hususu “İnsan Bedeninin Bileşik Oluşu Risalesinde5 açıkladık.

Bir başka yönden insan bedeni, nefsin cesedin durumlarına tahakküm etmesi, onu güzel yönetmesi ve bu cesedin bünyesinde güç ve tasarruflarını yürütmesi ba­kımından düşünüldüğünde bu şehirde orduları, hizmetçileri ve yakınlarıyla birlikte yaşayan bir krala benzer. “Akıl ve Makul Risalesinde bunu açıkladık.

Bir başka yönden, cesedin durumu ve oluşumu, nefsin durumu ve bedenle bera­ber ortaya çıkışı birlikte düşünüldüğünde bu beden, rahime, nefis ise cenine benzer. Bunu, “Cüzî Nefislerin Meydana Gelmesi ve Potansiyel Durumdan Fiilî Hale Gelmesi Risâlesı’nde[119] açıkladık.

Bir başka yönden düşünüldüğünde, cesedin gemiye, nefsin kaptana, eylemlerin (amel) tüccarın mallarına, dünyanın denizlere, ölümün sahile, ahiretin tüccarların şehrine Yüce Allah’ın da o şehrin (ceza ve ödül veren) idareci kralına benzediği gö­rülür.

Başka bir yönden değerlendirildiğinde, cesedin binek, nefsin süvari, dünyanın meydan ve işçilerin de yarışçılara benzediği görülür.

Bir başka yönden bakıldığında, nefsin çiftçiye, cesedin tarlaya, eylemlerin bitki ve meyveye, ölümün hasada, ahiret yurdunun harmana benzediği görülür. Bu durumu, “Ölümün Hikmeti Risalesinde5 açıkladık.

Başka bir yönden bakıldığında, anatomi kitaplarında anlattığımız üzere, cesedin dikkat çekici yapısı ve bedenle kıyaslandığında nefsin birçok ilimden faydalanması dikkate alındığında cesedin ilimlere ait kütüphaneye, nefsin de bu kütüphanedeki bir çocuğa benzediği görülür. Nitekim bunu “Duyu ve Duyum Risalesinde6 açıkladık.

Bir başka yönden bakıldığında, cesedin bileşimi, nefse ait güçlerin ondaki hare­keti ve insanın tasarruf durumları dikkate alındığında cesedin ilimlerle dolu defte­re benzediği görülür. Cesedin levh-i mahfuzun bir özeti olduğu söylenir. Filozoflar bu duruma pek çok atasözü (darb-ı mesel) örnek getirmişlerdir. Burada bize yakışır tarzda ve kısa rumuzlar şeklinde bunların bir kısmına yer vermek istiyoruz.

Bölüm

İnsanın Levh-i Mahfûzun Bir Özeti Olduğuna Dair

Anlatıldığına göre memleketlerin meliki, filozofların hâlini ve seyyidlerin seyyidi bir adam ve onun da çok sevdiği ve kendisine göre pek kıymetli küçük çocukları vardı. O, kendi meclisine getirmeden önce durumlarını düzeltmek için bu çocukları terbiye etmek, eğitmek ve egzersiz yaptırmak (uysallaştırmak) istedi. Zira kralların meclisine ancak edeb eğitimi almış olanlar, ilimlerde egzersiz yapmış olanlar, güzel ahlakla ablaklanmış bulunanlar ve kusurlardan arınmış olanlar yakışır. Sağlam gö­rüşten ve hikmetten hareketle en sağlam şekilde onlar için bir saray yapmayı uygun gördü. Her biri için bir meclis tahsis etti. Bu meclisin etrafına onlara öğretmek is­tediği bütün ilimleri yazdı ve onları eğitmek istediği bütün vasıtaları da tasvir etti. Sonra onları bu sarayda iskân etti. Her birini mecliste kendisi için hazırlanan kıs­ma oturttu. Onlara hizmetçiler, cariyeler ve uşaklar tayin etti ve bu evlatlarına şöyle dedi: “Önünüzde sizin için tasvir ettiğime bakın, sizden ötürü orada yazdığımı oku­yun, sizin için açıkladığıma dikkatle bakın ve bu konuda tefekkür edin ki, manala­rını anlayasınız, bu sayede de hayırlı filozoflar ve fazilet sahibi iyi kimseler olasınız. Bundan sonra da ben sizi kendi meclisime getireyim, siz de benim mutlu ve kıymetli dostlarım olun, ebedi nimetler içerisinde yaşayın ve ben sağ olduğum sürece siz de benimle birlikte kalın”. Bu mecliste onlar için yazdığı ilimlerden bazıları şöyledir: Meclisin kubbesinin en yüksek yerine feleklerin (eflâk) şeklini yazdı. Nasıl döndük­lerini ve doğuş burçlarını açıkladı. Aynı şekilde yıldızları ve onların hareketlerini de yazıp delil ve hükümlerini izah etti. Meclisin avlusunda yerin şeklini, iklimlerin kı­sımlarını, dağların, denizlerin, kara ve nehirlerin mıntıkalarını tasvir etti. Ülkelerin, şehirlerin, yol ve krallıkların sınırlarını açıkladı. Meclisin ön kısmına tıp ve tabiat ilmini yazdı. Bitki, hayvan ve madenleri bütün çeşit, cins ve şahıslarıyla tasvir etti. Bunların özelliklerini, fayda ve zararlarını açıkladı. Diğer tarafa sanat ve mesleklere dair olan ilmi yazdı. Ekin ve neslin nasıl olduğunu açıkladı, şehir ve çarşıları tasvir etti, ahş-veriş, kazanç ve ticaretlerin hükümlerini açıkladı. Diğer tarafa dinlere, şeriatlere ve sünnetlere dair ilimleri yazdı, helal, haram, ceza ve hükümleri açıkladı. Bir diğer tarafa siyaset ve memleket idaresine dair bilgileri yazdı. Haraç vergisinin na­sıl toplanacağını, kâtiplerin ve divanların nasıl olduğunu yazdı, askerlerin erzakını, halkın ve sınır boylarının asker ve yardımcı birliklerle nasıl korunacağını açıkladı.

İşte kralların çocuklarının egzersiz yaptığı altı çeşit ilim bunlardır. Bu, filozofların getirdiği darb-ı meseldir. Zira (burada anlatılan) hikmet sahibi melik Allah’tır. Kü­çük çocuklar ise insanlığı temsil etmektedir. İnşa edilen saray, başlı başına evrendir. Sağlam olarak inşa edilen meclisler insanın suretidir. Tasvir edilen terbiyeler (âdâb), insan cesedinin şaşırtıcı bileşimidir. Burada yazılı olan ilimler, nefsin güçleri ve bil­gileridir. Bundan sonra biz bunları kısaca bölüm bölüm açıklayacağız.

Bölüm

Nefis Cevherinin Faziletine Dair

Biz diyoruz ki: Allah katında nefis cevherlerinin, cisim cevherlerinin sahip ol­madığı bir yeri ve üstünlüğü vardır. Bunun sebebi, nefis cevherlerinin Allah’a yakın, cisim cevherlerinin ise uzak olmasıdır. Çünkü nefislerin cevherleri bizatihi bilici ve faal (etkin) olduğu halde cisimlerin cevherleri örnek (model) tarafı olmayan, ölü ve edilgendir. "Aklî İlkeler Risalesinde açıkladığımız üzere, varlıkların Yüce Yaratıcıya göre durumu, sayının “bir’e göre durumu gibidir. Buna göre, akıl iki, nefs üç, ilk madde dört, tabiat beş, cisim altı, felekler yedi, rükunlar (unsurlar) sekiz ve doğumla meydana gelenler (mevlûdât) dokuz gibidir.

Bir başka yönden, ayın ışığının Güneş’in ışığına göre durumu ne ise akla göre nefsin durumu da odur. Güneşin ışığının Güneşe göre durumu ne ise, Allah’a göre aklın durumu da odur. Aynı şekilde ay Güneş’in ışığıyla dolduğunda kendi ışığı­nı Güneş’in ışığıyla uyumlu hale getirir. Nefis de aklın feyzini kabul ettiği (aldığı) zaman faziletleri tamamlanmış olur ve onun eylemleri akhn eylemleriyle bağdaşır. Nefsin faziletlerinin tamamlanması, ancak zatını ve cevherinin gerçek mahiyetini tanımasıyla gerçekleşir. Cevherlerinin faziletlerinin ortaya çıkması ise, insanlık su­reti olan gerçek aleminin durumlarını tanımasıyla olur. Zira Yüce Yaratıcı, insanı en güzel şekilde yaratmış, en mükemmel surette dizayn etmiş ve onda büyük alem görünsün diye suretini nefsinin aynası yapmıştır. Çünkü şanı Yüce Yaratıcı insan nefsini ilimlerinin hâzinelerinden haberdar etmek ve ona bir bütün olarak alemi göstermek isteyince, alemin geniş ve büyük olduğunu, alemin ömrünün uzun, insan ömrünün ise kısa olması dolayısıyla, alemin tamamını görmeden insanın bu alemde dönüp dolaşamayacağını biliyordu. Bu sebeple insan nefsi için büyük alemin özeti durumunda olan küçük bir alem yaratmayı hikmetin bir gereği olarak gördü. Büyük alemde olan her şeyin küçük alemde bir tasvirini (suretini) yaptı. Bunları insan nef­sinin önünde canlandırdı ve onları da o nefse gösterdi. Yüce yaratıcı temsili bir anla­tımla (bir başkasını araya sokarak), insanları kendi nefsine karşı şahit tutarak şöyle dedi: “Ben sizin Rabbiniz değil miyim”? Onlar da hep birlikte: “Evet Rabbimizsin” dediler. Sonuçta bunlardan kim şâhit, âlim ve kendi gerçek mahiyetini bilen duru­munda olduysa kendine karşı gerçek şahit oldu. Câhil olanın şahitliği ise reddedildi. Zira Yüce Allah şöyle dedi: Onlardan bilerek gerçek anlamda şahitlik edenler hariç[120]. Ancak bilgi sahibi olanların şahitliğinin kabul edildiğine dikkat etmez misin?

Bilmiş ol ki, bütün ilimlerinin kapılarının açılması, insanın nefsini bilmesine bağlıdır. İnsanın nefsini bilmesi ise üç yönden olmaktadır: Bunlardan biri, insanın cesedinin durumlarını, bünyesinin oluşum ve bileşimini ve nefisten bağımsız olarak cesede bağlı nitelikleri dikkatli bir şekilde değerlendirmesiyle olur. Diğeri, nefsinin durumlarını ve bedenden bağımsız olarak nitelendiği sıfatları değerlendirmesiyle gerçekleşir. Bir diğeri ise, beden ve nefsin durumlarını ve her ikisiyle alakalı nite­likleri karşılaştırmalı olarak değerlendirmesiyle olur. “İnsan Bedeninin Bileşik Oluşu Risdlesı’nde bu değerlendirmelerin bir kısmını açıklamıştık. Bu risâlede ise diğer kısmını açıklamak istiyor ve diyoruz ki:

Bölüm

Feleklerin Durumlarına Göre

İnsanın Durumlarının Değerlendirilmesi

Bilmiş ol ki, Yüce Yaratıcı insan bedeninin oluşumunda, feleklerin oluşumuna, burçlarına, göklere ve gök tabakalarına örnek (benzerlik) ve işaretler yaratmıştır. Nefse ait güçlerin cesedin eklemlerine nüfuz etmesini ve bedene ait organların farkhhğını, melek cinslerine ait güçlerin, cin, insan ve şeytan kabilelerinin yer ve gök ta­bakalarına, yüceliklerin en yücesine ve alçaklıkların en alçağına kadar nüfuz etmesi gibi yapmıştır.

İnsan bedeninin oluşumunun feleklerin oluşumuna benzemesine gelince; Yıl­dızlara Giriş Risalesinde açıkladığımız üzere, nasıl ki felekler bir kısmı diğer kıs­mının içinde oluşmuş olmak üzere dokuz tabaka ise, aynı şekilde insan bedeninin oluşumunda da, bir kısmı diğerinin içinde, ona sarılmış ve ona benzemekte olan dokuz cevher bulunmaktadır. Bunlar, kemik, ilik, et, damarlar, kan, sinir, cilt, saç ve tırnaktır. îlik, ihtiyaç anında kullanılmak üzere kemiklerin içine depolanmış vazi­yettedir. Tutup ayrılmaması için sinirler bütün eklemleri sarmıştır. Onları korumak için aradaki boşluklar etle kaplanmıştır. Etin boşluğuna, onun korunması ve bo­zulmaması için atar ve toplar damarlar yerleştirilmiştir. Bunların tamamı, örtülme ve estetik amaçlı olarak deri ile kaplanmıştır. Hedefine ulaşması için, bu maddenin artanından saç ve tırnak bitirilmiştir. Böylece insan bedeninin oluşumu (bileşimi) hem nitelik hem de nicelik bakımından feleklerin oluşumuna benzer olmuştur. Zira felekler (eflâk) dokuz tabaka, insan bedeni ise dokuz cevherdir. Felekler nasıl birbi­rinin içinde ise insan vücudundaki cevherler de öyledir.

Nasıl ki felekler on iki burca bölünmüşse, ona benzer olarak insan vücudunda da on iki delik vardır. Bunlar, iki göz, iki kulak, iki burun deliği, iki meme, ağız, göbek, ön ve arka deliklerdir.

Nasıl ki burçların altısı güneyde ve altısı kuzeyde ise aynı şekilde nitelik ve nice­lik olarak bunlara benzer olarak insan bedenindeki deliklerin altısı sağ ve altısı sol tarafındadır.

Nasıl ki gökyüzünde feleklerin ve kâinatın hükümlerini icra eden yedi seyyar yıl­dız varsa, insan vücudunda da, bedenin yararına olan faal yedi kuvvet bulunmaktadır.

Yıldızların nefsi ve cisimleri olup cisimlerde cisimsel eylemleri olduğu gibi, be­dende de yedi cisimsel güç bulunmaktadır. Bunlar, çekim gücü (el-kuvvetu l-câzibe), tutucu güç (el-kuvvetu'l-mâsike), sindirim gücü (el-kuvvetu'l-hâdıme), savunma gücü (el-kuvvetüd-dâfia), beslenme gücü (el-kuvvetu'l-gâziye), büyüme gücü (elkuvvetu n-nâmiye) ve tasavvur gücü (el-kuvvetu'l-musavvira)dür. Bunun yanında diğer yedi ruhsal güç vardır. Bunlar ise, algılayıcı güçlerdir. Bunlarla kastettiğim, görme, işitme, tatma, koklama, dokunma, konuşma ve akletme gücüdür. Algılama gücü mütereddit beşe, konuşma gücü aya ve akletme gücü Güneş'e uygundur. Zira her bir yıldızın gök yüzünde iki evı(beyt) vardır. Bunlardan biri Güneş, diğeri ise ay küresindedir. Ay ve Güneş’ten her birinin bir evi vardır. Nitekim bunu “Yıldızlar Risalesinde[121] açıkladık.

Aynı şekilde beden bünyesinde algılayıcı güçlerden her birinin iki kanalı vardır. Bunlardan biri sağda diğeri ise soldadır. Görme gücünün kanalları gözlerde, işitme gücününki kulaklarda, tatma gücününki burun deliklerinde, dokunma gücününki ellerde, lezzete (şehvete) dayalı tatma gücünün kanalı ağızda olup sağ tarafa daha uygun düşmektedir. Kadının cinsel organı ise sol tarafa daha uygun düşmektedir.

Konuşma gücünün kanalı boğazdan dile kadardır. Akledici gücün kanalı beynin ortasıdır. Akletme gücüne göre konuşma gücünün durumu ne ise ayın Güneş'e göre durumu odur.

Buna göre ay kendine ait yirmi sekiz evreden (menâzil) geçerken ışığını Güneş’ten alır. Zira konuşma gücü boğazdan geçişi esnasında lafızların manalarını akıldan alır ve bunları yirmisekiz harf olarak ifade eder. Konuşma gücüne nispetle yirmisekiz harfin durumu aya nispetle yirmisekiz evrenin durumu gibidir.

Nasıl ki gökyüzünde salınım hareketi yapan (râkıs) ve izleyici durumunda olan (zeneb), varlık olarak gizli ve eylem olarak görünür durumda olan iki problemli böl­ge {ukde) var ve yıldızların saadeti ve felaketi bunlara bağlı ise, insan cesedinde de varlıkları gizli ve eylemleri görünür olan iki durum vardır. Cesedin yapısının bozul­maması ve nefse ait eylemlerin düzgünlüğü bunlara bağlıdır. Bunlar da mizacın düz­günlüğü ve bozukluğudur. Buna göre cesede ait karışımların mizacı düzgün olduğu zaman o bedenin organları da düzgün olur, nefsin eylemleri istenen doğrultuda yü­rür ve tabii şekilde hareket eder. Mizaç bozuk olduğu zaman ise cesedin yapısı sarsı­lır ve nefsin eylemleri doğru hareketinden sapar. Bu iki düğümün getirdiği felaketin en büyük zararı ay ve Güneşe olur. Zira Ay ve Güneş tutulmasında en güçlü sebep budur. Aynı şekilde konuşma ve akletme gücüne en çok zarar veren dekötü mizaçtır. Zira bu mizaç, onu eylemlerinden çok ve güçlü bir şekilde saptırır.

Bedende bulunan iki göz, felekler içerisindeki Jüpiter (müşteri)in, kulaklar Mer­kür (utarit)ün, burun ve meme delikleri Venüs (Zühre)ün, ön ve arka delikler Satürn (Zühal)ün iki evine, ağız Güneş’in, göbek deliği ise ayın evine uygun düşer (karşılık gelir). Doğumdan önce göbek, rahimde beslenme kapısı idi. Dünyaya geldikten son­ra beslenme kapısı ağızdır. Ön ve arka delikler, Satürn’ün evlerinin ay ve Güneş’in evlerine karşılık gelmesi gibi, ağız ve göbeğe karşı gelmektedir.

Nasıl ki gökyüzünde farklı nitelikte sınırları, yüzleri ve dereceleri olan burçlar varsa, bedende de farklı organlar, eklemler, sinirler ve kemikler vardır. Bunların açıklaması ve gökyüzünün sınırlarıyla ilişkisine dair bilgi vermek konuyu uzataca­ğından bunu anlatmayı bıraktık.

Bölüm

İnsan Cesedinin Bileşiminin Dört Unsura Benzemesine Dair

Biz diyoruz ki: Bilmiş ol ki, ayaltı alemde dört \ıns\ır{rükün) bulunmaktadır. Bunlar, üreme özelliği bulunan şeylerin varlığını devam ettirmesi kendisine bağlı olan ana unsurlar[122] ile hayvan, bitki ve madenlerdir. Aynı şekilde cesedin bünye­sinde onun tamamını oluşturan dört organ bulunmaktadır. Bunların birincisi baş, sonra göğüs, sonra karın sonra da ayaklara kadar olan boşluktur. însan bedenine ait bu dört unsur ay gezegenine ait dört unsura paraleldir. Buna göre, insanın başı gö­zünden saçılan ışıklar ve duyuların hareketi yönüyle ateş unsuruna paraleldir. Göğ­sü, nefesi havayı burnuna çekmesi yönüyle havaya paraleldir. Karnı, içinde yer alan yaşlıklar bakımından suya paraleldir. Ayaklarına kadar olan boşluğu ise, geri kalan diğer üç unsurun yerküre üzerinde ve etrafında durması gibi, unsurların üzerinde durması bakımından yerküreye paraleldir.

Bu dört unsurdan buharlar boşalır. Bunlardan rüzgârlar ve bulutlar, yağmurlar, canlılar, bitkiler ve madenler oluşur. Aynı şekilde insan bedeninde bulunan dört un­surdan da buharlar boşalır. Burnunu sümkürenin çıkardığı şey, gözlerden çıkan yaş, ağızdan çıkan tükürük, karın boşluğunda oluşan gaz, idrar, dışkı vb. insandan çıkan diğer yaşlıklar da böyledir.

İnsanın beden yapısı yerküreye, kemikleri dağlara, beyni madenlere, karın boşlu­ğu denize, bağırsakları nehirlere, damarları cetvellere, eti toprağa, saçı bitkiye, saç bi­tim yeri ver imli (iyi) toprağa -zira saç bitmeyen yer çorak toprak gibidir-, yüzünden ayaklarına kadar olan bölgesi bayındır durumdaki şehre, arkası harap olmuş yere, yüzünün ön kısmı doğuya, arka tarafı batıya, sağ tarafı güneye, sol tarafı kuzeye, solunumu rüzgârlara, konuşması şimşeğe, sesleri yıldırımlara, gülüşü gündüzün ay­dınlığına, ağlaması yağmura, tasalanması ve üzülmesi gece karanlığına, uykusu ölü­me, ayık hali yaşamaya, çocukluğunun ilk zamanları ilk bahar günlerine, gençliğinin ilk zamanları yaz günlerine, yaşlılık günleri sonbahar günlerine, kocalık günleri kış günlerine, hareket ve eylemleri yıldızların hareket ve dönüşüne, doğuşu ve meyda­na gelmesi yıldızların doğuşuna, ölümü ve ortadan kaybolması yıldızların ortadan kaybolmasına, işlerinin ve durumlarının düzgünlüğü yıldızların düzgün (doğrusal) hareketlerine, geri kalması ve geri dönüşü yıldızların geri dönüşlerine, hastalıkları ve sağlık sorunları yıldızların yanmasına, işlerde tereddüt ve duraklaması yıldızların duraklamasına, evinde ve balkonda yüksek yerde olması yıldızların en yüksek men­ziline ve doğu taraflarındaki yükselişine, evinde alçakta duruşu ve düşüşü yıldızların alçalmasına ve en alçak menziline düşüşüne, hanımıyla birleşmesi yıldızların birleş­mesine, insanlarla ilişkilerini sürdürmesi yıldızların birbiriyle irtibatlı olmasına, ay­rılması yıldızların ayrılışlarına, insanın işareti yıldızların rekabetine benzemektedir.

Güneş, gökyüzündeki gezegen ve yıldızların başıdır. Aynı şekilde insanlar içe­risinde de başkan ve hükümdarlar vardır. Nasıl ki gezegenler Güneş’le ve birbiriyle ilişkili ise, insanlar da krallarla ve birbiriyle ilişkilidir. Gezegenlerin Güneş’ten güç ve ışık fazlalığı bakımından ayrılması gibi, insanlar da krallardan yönetme erkini elinde bulundurmaları, giydikleri özel elbiseler ve mertebelerle ayrılırlar. Merih’in Güneş karşısındaki durumu, ordu komutanının kral karşısındaki durumu gibidir. Merkür’ün Güneş karşısındaki durumu, kâtip ve vezirlerin krallar karşısındaki du­rumu gibidir. Jüpiter’in Güneş karşısındaki durumu, kadı ve âlimlerin krallar kar­şısındaki durumu gibidir. Satürn’ün Güneş karşısındaki durumu, hazinedar ve ve­killerin krallar karşısındaki durumu gibidir. Venüs’ün Güneş karşısındaki durumu, câriye ve şarkıcı kadınların krallar karşısındaki durumu gibidir. Ay’ın Güneş kar­şısındaki durumu, isyancıların (havâric) krallar karşısındaki durumu gibidir. Çün­kü ayın başlangıcında Ay, tam onun karşısında gelinceye ve ışığı konusunda onunla âhenk sağlayıncaya kadar ışığını Güneş’ten ahr ve yapı şekli bakımından onun gibi olur. İsyancıların krallar karşısındaki durumu da böyledir; önce kralların emirlerine tabi olurlar sonra da itaati bırakır ve yönetim konusunda onlarla tartışmaya girerler.

Aynı şekilde, ayın durumları canlılar, bitkiler ve diğer bakımlardan dünya işlerine benzer. Zira ayın başlangıcından ortasında tamamlanana kadar ay, fazla ışık ve ol­gunlukla başlar, sonra ayın sonuna doğru giderek azalır, bozulur ve kaybolur. Dünya ehlinin durumu da böyledir. Onlar da işin başında bir fazlalıkla başlarlar, tamam­lanıp mükemmel hale gelene kadar bu durum sürekli devam eder. Sonra bozguna uğrayıp dağılıncaya kadar düşmeye ve azalmaya başlar.

Bölüm

Nefsin Güçlerini Saymaya Dair

Biz diyoruz ki, şaşılacak durumlarının çokluğu, organlarının düzeni ve eklemle­rinin oluşum yolları bakımından ceset, bir şehre benzer. Nefis, bu şehrin kralı yerindedir. Çeşitli güçleri asker ve yardımcıları gibidir. Nefsin bu bedendeki eylem ve hareketleri teba ve hizmetçiler gibidir. Zira insan nefsinin sayısını Allah’tan başka kimsenin bilemeyeceği kadar çok güçleri vardır. Bu güçlerden her birinin de cesedin organlarına kendine ait başkasının giremediği özel giriş yeri vardır. Aynı zamanda bunlardan her birinin nefse göre durumu diğerinden farklıdır. Şimdi diğerlerine delil olması için bunlardan bir kısmını anlatmak istiyoruz. Nefsin algılayıcı beş gücü var­dır ki bunlar adeta haber sahipleri gibidir. Nefis bunlardan her birini, o bölgede başka gücün ortak olmayacağı şekilde, kendine ait bölgenin haberini getirmesi için mem­leketinden bir bölgeye tayin etmiştir. Bunun açıklaması şöyledir: Giriş yeri kulaklar olan işitme gücünü nefis, sadece işitme konusu olan şeyleri yani sesleri algılamak için görevlendirilmiştir. Sesler de canlıya ait olan ve olmayan olmak üzere iki kısımdır. Davul, şimşek, taş, ağaç, korna (saz), telli çalgılar vb. şeylerden çıkan sesler canlıya ait olmayan seslerdir. Canlıya ait sesler de konuşmaya dayalı olan ve olmayan olmak üzere iki kısımdır. At kişnemesi, eşek anırması ve boğanın böğürmesi gibi. Özetle, ko­nuşma kabiliyeti olmayan bütün canlı sesleri konuşmaya dayalı olmayan ses grubuna girer. Konuşmaya dayalı olan sesler ise, bir anlam ifade eden ve etmeyen olmak üzere iki kısımdır. Melodiler, nağmeler, gülme, ağlama, çığlık ve inlemeler bir mana ifade etmeyenler grubuna girer. Bir mana ifade edenler ise alfabede yer alan harflerle konu­şulan seslerdir. “Mantık Risalesinde[123] açıkladığımız üzere, bunlar nefislerde yer alan fikirlere ait manaları gösterir. Bu türlerden her birinin başka bir türü vardır. Bu türle­rin altında sayılarını Tek ve Kahhâr olan Allah’tan başka kimsenin bilmediği şahıslar bulunmaktadır. İşitme gücü, bu sesleri algılamakla görevlendirilmiştir, o algıladığı seslere dair haberleri, yeri beynin ön tarafı olan hayal etme gücüne getirme tasarru­funa sahiptir. Bu güç, bu sesleri algılama ve onların haberlerini getirme bakımından, kralın memleketinin her tarafından ona haberler getiren istihbaratçısına benzer.

Bedene girme yeri gözler olan görme gücünü nefis, görme konusu olan şeyleri algılamakla görevlendirmiştir. Görme konusu olan şeylerin de çeşitleri vardır. Işık, karanlık, siyah, beyaz, kırmızı ve sarıdan oluşan renkler ve karışım sonucu oluşan diğer renkler bunlar arasındadır. Boyutlu miktarlar, şekiller, suretler, hareketler ve durağanlıklar da görme konusu olan şeyler arasındadır. Bu türden her birinin altın­da da türler vardır. Bu türlerin altında da şahıslar vardır. Bunların tamamı görme gücünün algı sahası altındadır. Görme gücü bütün bunlarda tasarruf edici ve bunları ayırt edicidir. Bunlara ait haberleri, mekânı beynin ön tarafı olan hayal etme gücüne getirir. Nefse göre görme gücünün durumu, krala göre memleketinin her tarafından ona haberleri getiren postacı ve casusun durumu gibidir.

Bedene burun deliklerinden giren koklama gücünü nefis, kokuları algılamak, onlarda tasarrufta bulunmak ve onları ayırt etmek için görevlendirmiştir. Kokular leziz ve kötü olmak üzere iki kısımdır. Leziz kokulara hoş (tayyib), kötü kokulara ise iğrenç koku adı verilir. Bu türlerin her birinin altında, algı konusu olan diğer şeylerin isimleri gibi, tek başına ismi olmayan pek çok tür vardır. Fakat konuşma gücü her kokuyu onu taşıyan ve kendisinden yayılan şeye ait kılmıştır. Buna göre “misk ko­kusu”, “kâfur kokusu”, “odun kokusu”, “nergis kokusu” vb. böylece her koku nereden yayılmışsa ona ait kılınmıştır. Bunlar da çok olup sayısını ancak Allah bilir. Koklama gücü, ancak bu kokuları algılamaya ve onların haberlerini hayal gücüne getirme ko­nusunda tasarruf yapmaya görevli kılınmıştır. Koklama gücünün nefis karşısındaki durumu, görme ve işitme güçlerinde söylediğimiz gibi, habercilerden birinin krala göre durumu gibidir.

Bedene girme yeri dil olan tatma gücüne nefis yiyeceklerin durumu, onları al­gılama, onlar üzerinde tasarrufta bulunma ve onları birbirinden ayırt etme görevi vermiştir. Bu da dokuz çeşittir: Birincisi insan tabiatına uygun olan tatlılıktır. İkincisi insan tabiatının nefret ettiği acılıktır. Ara kokular da bu kısma dahil olup bunlar, ekşilik, tuzluluk, yağlılık, keskin (şarap vb.) koku, sert koku, tatlılık ve tatsızlıktır. Bu türlerin her birinin altında da türler vardır. Her bir türün altında da sayılarını Kahhâr ve Tek olan Allah’tan başka kimsenin bilmediği şahıslar vardır. Dilde bulu­nan tatma gücüne, bu yiyecekleri algılama, onları idare etme, onları birbirinden ayırt etme ve onlara ait haberleri hayal gücüne getirme görevi verilmiştir. Tatma gücünün nefis karşısındaki durumu, işitme, görme ve koklama güçlerinde söylediğimiz gibi, habercilerin krala göre durumu gibidir.

Bedene girme yeri eller olan dokunma gücüne nefis, dokunmaya konu olan şey­lerin durumunu idare etme görevi vermiştir. Dokunmaya konu olan şeyler on tane olup şunlardır: Sıcaklık, soğukluk, yaşlık, kuruluk, yumuşaklık, sertlik, katılık, gev­şeklik, ağırlık ve hafiflik. Bunlardan her birinin altında türler vardır. Bü türlerin al­tında da ancak Kahhar, Aziz, Melik ve Cebbar olan Allah’ın bildiği şahıslar vardır. Ellerde bulunan dokunma gücü, dokunmaya konu olan şeylerin durumunu idare et­mek, onları algılamak, onlarda tasarrufta bulunmak, onları birbirinden ayırt etmek ve onların haberlerini hayal etme gücüne getirmekle görevlendirilmiştir. Bu gücün nefis" karşısındaki durumu, daha önce anlatılan diğer kardeşlerinden herhangi bi­rinin durumu gibidir.

Bu beş algılayıcı güce, algı sahalarının farklılığına, her bir cinsin altında yer alan türlere, formları, şekilleri farklı ve yapıları birbirine zıt olan şahıslara göre nefsin

11. Metinde “Güneş” ifâdesi geçmektedir. Ancak bunun matbaa hatası olduğu düşünüldüğü için onun yeri­ne “nefis” ifâdesi tercih edilmiştir, (ç.n.)

durumu, diğer peygamberler karşısında yüksek azim sahibi (ulu'l-azm)[124] peygam­berlerin durumu gibidir. Bunların hepsinin göndericisi bir, fakat şeriatları farklıdır. Her bir şeriatın altında farklı farzlar (yükümlülükler), birbirine zıt hükümler, değişik adetler vardır. Bunların hepsinin hükümleri altında sayılarını ancak, varlığı zorunlu ve her bakımdan tek olan Allah’tan başka kimsenin bilmediği çok millet (ümmet/ topluluk) vardır. Aynı şekilde bu milletlerin tamamı aralarında meydana gelen anlaş­mazlıkların çözümü için Allah’a müracaat etmektedirler. Algıya konu olan şeylerin tamamının hükmü de böyledir. Bunların tamamı konuşan nef se müracaat ederler ki, o bunları birbirinden ayırt etsin, nefse göre teker teker gerçek mahiyetlerini bilsin, onlar üzerinde hüküm versin ve onları konumlarına yerleştirsin.

Bölüm

Ey kardeş bilmiş ol ki, insan nefsinin ona ait kılınan beş gücü daha vardır. Bunların nefse göre durumu, daha önce anlatılan beş gücün durumu gibi değildir. Bunların insan organlarına nüfuz etmesi diğerlerininkinden başkadır ve bunların eylemleri di­ğerlerinin eylemlerine benzemez. Zira bu beş güç malumat şekillerinin bir kısmını diğer kısmından alma konusunda birbirine yardım eden ortaklar gibidir. Bu güçler­den üçünün nefis karşısındaki durumu, daima kralın meclisinde bulunan, sırlarından haberdar olan ve özel işlerinde ona yardımcı olan yakın arkadaşlarının kral karşısın­daki durumu gibidir. Bu güçlerden birincisi hayal gücü olup bedene giriş yeri (faaliyet alanı) beynin ön tarafıdır. İkincisi giriş yeri beynin ortası olan düşünme gücüdür. Üçüncüsü giriş yeri beynin arka kısmı olan hafıza gücüdür. Bu güçlerden birinin nef­se göre durumu perdedâr [hâcib] ve tercümanın kral karşısındaki durumu gibidir. Bu, nefsin düşüncesinde yer alan bilgi ve ihtiyaçların anlamlarını haber veren konuşma gücüdür. Giriş yeri (faaliyet alanı) boğazdan dile kadardır. Bu güçlerden birinin nefse göre durumu, krala göre memleketinin idaresinde ve halkın yönetiminde kendisine yardım eden vezirin durumu gibidir. Bu, nefsin kendisi sayesinde yazı ve sanatların tamamını ortaya koyduğu güç olup giriş yeri (faaliyet alanı) el ve parmaklardır. Bu beş güç, aldıkları malumat şekilleri konusunda birbirinin yardımcısı gibidir.

Bunun açıklaması şöyledir: Hayal gücü, algılayıcı güçlerden algılananların resim­lerini aldığı zaman bunları anlar, nefse götürür ve tamamını bir araya getirir. Sonra bunları giriş yeri (faaliyet alanı) beynin ortası olan düşünme gücüne götürür, o bun­ları birbirinden ayırt eder, gerçeği gerçek olmayandan, doğruyu yanlıştan ve zararlı olanı faydalı olandan ayırarak bilir. Sonra bunları, ihtiyaç ve hatırlama zamanına kadar muhafaza etmesi için giriş yeri beynin arka tarafı olan hâfıza gücüne götürür. Sonra konuşma gücü muhafaza edilen bu resimleri alır ve vakti geldiğinde açıklama anında bunları orada bulunanların işitme gücüne ifade eder.

Sesler, ancak işitici güçler nasiplerini alana kadar havada bekleyip sonra kaybol­duğu için ilahi hikmet ve rabbani[125] yardım, bu lafızların yazı sanatıyla kaydedilmesi­ni gerektirmiş, insan tabiatı da çareyi bunda bulmuştur. Zira sanat gücü bu lafızları kaydetmek istediği zaman kalemle bunlar için çizgilerden oluşan kalıplar oluşturur ve onlara çeşitli renkleri ve tomarları verir ki, bilgi geçmişlerden geleceklere fayda­lı, öncekilerden sonrakilere eser ve meydanda olmayanlardan olanlara hitap olarak kalsın. Bu yazı, Yüce Allah’ın insana büyük nimetidir. Nitekim Kuran’da bu şöyle anlatılmıştır: “Oku, insana bilmediğini öğreten, kalemle (yazmayı) öğreten Rabbin en büyük kerem sahibidir”'*.

Bölüm

Bilmiş ol ki ey kardeş, anlayış sahibi akıllı insan anlatılan bu gücü, onun insan organlarına nasıl nüfuz ettiğini, algıya konu olan bu şeyleri algılama konusundaki tasarruflarını, malumatların resimlerini tasavvur edişini ve bütün durumlarda nef­sin bu malumatlardan haberdar olmasını düşündüğü zaman, bu güç onun nefsinden yine kendi nefsine şahit olur. Aynı zamanda bu, tümel (külli) nefsin feleklerin boş­luğunda, gök kadarında, ana unsurlarda, canlı ve bitkilerde dağılmış bulunan pek çok gücü vardır. Bu güçler, kâinatı korumak için görevlendirilmiş ve yaratılmışların yararı için derecelendirilmiştir. Bunlar ismi yüce olan Allah’ın melekleri, samimi kulları ve yarattıkları içerisinden seçtikleridir ki, emrettiği şeyler konusunda Allah’a isyan etmezler ve hiçbir hitapta bulunmadan ve söz etmeden kendilerine emredileni yaparlar[126] [127]. Aynı şekilde bu güçler hiçbir hitapta bulunmadan ve söz etmeden nefsin ihtiyaçları hususunda tasarrufta bulunurlar.

Yine bunları düşünen akıllı insan anlamış olur ki, övgüsü yüce olan Allah, bü­tün âlemlerin sır ve durumlarından haberdardır. Onların işlerinden zerre kadarı bile Ondan kaçmaz. Aynı şekilde insanın nefsi duyu organlarının algıladığı şeylerin ta­mamından haberdardır. O duyu organları, algıladıkları şeylere ilişkin haberleri ona getirme konusunda hiçbir hitapta bulunmadan ve söz etmeden nefsin emrine teslim olmuşlardır.

Bölüm

Ayaltı Alemde Bulunan Varlıklarla İnsanın
Durumlarını Değerlendirmeye Dair

Ayaltı alemde bulunan varlıklarla insanın durumlarını değerlendirmeye gelince; bilmiş ol ki, ay altı alemde bulunan varlıklar basit ve bileşik (komplex) olmak üzere iki çeşittir. Basit olanlar, ateş, hava, su ve toprak şeklindeki dört unsur (rükun)dur. Bileşik olanlar ise, üreme, oluşma ve bozulma özelliğine sahip olan canlı [hayvan], bitki ve madenlerdir.

Oluş bakımından en eski olan madenlerdir. Sonra bitkiler, daha sonra canlılar [hayvan] ondan sonra da insan gelir. Bunlardan her birinin kendinden önce var olan ve kendine mahsus özelliği vardır. Buna göre dört unsurun özelliği, sıcaklık, soğuk­luk, ıslaklık ve kuruluk şeklindeki dört tabiat ve birbirine dönüşmeleridir. Bitkinin özelliği gıdaya (beslenme) ve gelişmeye elverişli olmasıdır. Canlının [hayvan] özel­liği, his ve harekettir. İnsanın özelliği, konuşma, düşünme ve kanıtlar çıkarmasıdır. Meleklerin özelliği, asla ölmemektir. İnsan bazen bu türlerin hepsine, onlara ait özel­liklerde ortak olur. Zira dört unsur gibi, insanın da dönüşüm ve değişimi kabul eden dört tabiatı vardır. İnsan da madenler gibi oluş ve bozulma özelliği taşır; bitkiler gibi beslenir ve gelişir, canlı gibi algılar ve hareket eder; melekler gibi ölmemesi de müm­kündür. Nitekim bunu “Öldükten Sonra (Yeniden) Dirilme Risâlesi’nde[128] açıkladık.

Bölüm

Bilmiş ol ki ey kardeş! Canlıların pek çok türü vardır. Bunlardan her birinin başka­sında olmayan özelliği bulunmaktadır. İnsan bu türlerin hepsine, onlara ait özellikler­de ortak olur. Fakat bu türlerin tamamını kapsayan iki özelliği vardır. Bunlar da yarar talep etmeleri ve zarardan kaçmalarıdır. Fakat bunlardan bir kısmı yararı zorbalık yaparak ve hâkimiyet kurarak elde etmek ister. Yırtıcılar böyledir. Köpek ve kedi gibi bazı hayvanlar ise yararı kuyruk sallayarak talep eder. Bazıları ise yararı elde etmek için hileye başvurur. Örümcek böyledir. Bu özelliklerin tamamı insanda da vardır. Buna göre sultanlar ve krallar yararları elde etmek için hâkimiyet kurma yolunu se­çerler, dilenciler isteme ve boyun eğmeyi tercih eder, sanatkâr ve tüccarlar ise hile ve yumuşak davranma yoluna başvururlar. Bunların tamamı zararlardan ve düşmandan kaçar. Fakat bazıları düşmanı kendinden savaş, zorbalık ve hâkimiyet kurma yoluyla uzaklaştırır. Yırtıcılar böyledir. Bazıları kaçmakla düşmandan kurtulur, tavşanlar ve geyikler böyledir. Bir kısmı silah ve zırhları sayesinde düşmandan kurtulur, kirpi ve kaplumbağalar böyledir. Bazıları ise yer altında yapmış oldukları kale ve korunaklarla düşmandan korunurlar, fareler, böcekler ve yılanlar bu grupta yer alır.

Bu özelliklerin tamamı insanda da bulunur. Çünkü o, düşmanı kendinden zor­balık ve hâkimiyet kurma yoluyla savar. Canından endişe ederse silah kuşanır, gücü yetmezse kaçar, kaçamazsa kaleye sığınır. Kelile ve Dimne adlı kitapta anlatıldığı üze­re, nasıl ki karga baykuşa karşı hile yapıyorsa, insan da çoğu kere hileye başvurarak düşmandan kurtulur. İnsanın kâinata ait özelliklerde ona ortak olmasına gelince; ey kardeş, Allah seni katından bir ruhla desteklesin, bilmiş ol ki, canlılardan her birinin kendine ait özelliği vardır ki bunlar ona tabiat (karakter) olmuştur. Bunların tamamı insanda bulunur. Buna göre insan aslan gibi cesaretli, tavşan gibi korkak, horoz gibi cömert, köpek gibi cimri, balık gibi iffetli (terbiyeli), karga gibi kibirli, kaplan gibi vahşi, güvercin gibi cana yakın, tilki gibi hilekâr, koyun gibi uysal, ceylan gibi hızh, ayı gibi yavaş, fil gibi güçlü (görkemli), deve gibi alçak gönüllü, saksağan gibi hırsız, tavus kuşu gibi şaşkın (yolunu kaybetmiş), kaya kuşu (pterocles aranarius) gibi yol gösteren, deve koşu gibi yolunu kaybetmiş (aylak), arı gibi usta, ejderha gibi güçlü, örümcek gibi ürkütücü, kuzu gibi yumuşak huylu, eşek gibi kindar, boğa gibi çalış­kan, katır gibi inatçı, balık gibi dilsiz, bülbül gibi konuşkan, kurt gibi zorla ele geçi­ren, bazı deniz kuşları gibi mübarek, fare gibi zararlı, domuz gibi zır cahil, baykuş gibi uğursuz ve arı gibi çok faydalı olur.

Özetle söylemek gerekirse, özelliği olan hayvan, maden, bitki, unsur, gök cismi (felek), yıldız, burç ve adına ne varsa onların ve bütün varlıkların özellikleri veya benzeri mutlaka insanda davardır. Nitekim biraz önce her birinden bir kısmını açık­ladık. İnsanın durumu ile ilgili olarak ifade ettiğimiz bu şeyler evrende bulunan var­lıklar içerisinde sadece insanda bulunur.

Bundan dolayı filozoflar demişlerdir ki: Bütün çokluklardan sonra (onların öte­sinde) insan tektir. Nitekim övgüsü yüce olan Allah da bütün çokluktan önce tektir. İnsanın cesedinin bileşimindeki acaiplikler, nefsindeki garip tasarrufları, bünyesinin tamamından ortaya çıkan sanatlar, ilimler, ahlak, görüşler, yollar, mezhepler, işler, eylemler, sözler, cismani ve ruhani etkiler adına saydığımız bütün şeylerden dolayı onu “küçük alem” olarak isimlendirmişlerdir.

Bölüm

Ey kardeşim! Hikmetle yapılmış olan bu yapıya bak, ilimlerle dolu olan bu kitabı düşün ve cennet ve cehennem arasında uzatılmış olan bu dosdoğru yol hakkında te­fekkür et. Belki onun üzerindeki hayırları elde etme ve üzerinden geçme konusunda başarılı olursun. Adaletle oluşturulmuş ve ortaya konulmuş olan bu teraziyi düşün, belki iyilik ve kötülüklerinin ağırlığını bilmiş olursun. Sahibinin başı geçip gitmeden (ölmeden) önce hesabını yap, zira cennet bütün bunların ardındadır.

Allah’ın şu âyetleriyle, seni hakkında uyardığı ve sana hatırlattığı şeyi hatırla: “Oku kitabını! Bugün hesap sorucu olarak sana nefsin yeter"'1, “İşte kitabımız, size karşı gerçeği söylüyor. Çünkü biz yapmakta olduklarınızı kaydediyorduk"™, “İşte bu, benim dosdoğru yolum. Artık ona uyun...”[129] [130] [131].

Şayet sen iyilik (güzel iş) yapmıyorsan bu kitabı nasıl okursun, bu hesabı nasıl yaparsın, bu teraziyi nasıl tartar ve bu sırat köprüsünü nasıl geçersin? O zaman sana nasihat eden kardeşlerinin veya iyilik eden, erdemli, hayırlı, bilgili, seni seven, sana merhamet eden arkadaşlarının meclisine gel. Gel ki onlar sana, inkâr etmediğini bildirsinler, kesin bilgi sahibi olduğun ve nefsinde bulunan şâhitlerden, zatında bulunan açık kanıtlardan ve cevherinde bulunan delillerden dolayı hakkında şüp­he etmediğin şeyleri sana öğretsinler. Nesin gaflet ve cehalet uykusundan uyandığı zaman, o kardeşlerinin baktığı gibi sen de basiret nazarıyla baktığında, onların yü­rüdüğü gibi sen de onların âdil yaşayışı gibi yaşadığında, onların güzel sünnetiyle (adet) amel ettiğinde, akla dayah şeriatları konusunda derin bilgi sahibi olduğunda, ruhani şehirlerine girdiğinde, melekî ahlaklarıyla ahlaklandığında, doğru (sahih) görüşlerini bildiğinde, gerçek malumatlarını öğrendiğinde işte o zaman ebedi hayat ruhuyla desteklenir, başka şeye dönüşmeye elverişli ve çürüme özelliği taşıyan cese­dinle değil de, kalıcı temiz nefsinle sonsuza kadar, ebedi olarak nimetler içerisinde olarak mutluların hayatı gibi bir hayat yaşarsın.

Bölüm

Sonra bilmiş ol ki, ilahi hikmet ve rabbani inayet her canlı şahsın organları­nı cesedinin bütününe uygun yaratmıştır. Nitekim bu hususu “Nesebin Fazileti Risâlesi’nde[132] açıkladık. Bu risalede oradaki bilgilerin bir kısmını anlatmak istiyoruz ki, küçük ve büyük alemin mukayesesi ortaya çıksın.

Buna göre, insan varlıkların en mükemmelidir, Ayaltı alemde bulunan kâinatın en kusursuzudur, onun cismi başlı başına alemin bir parçasıdır. Eşyaya bir bütün olarak en çok benzeyen de bu parçadır. O zaman insan nefsi, bir bütün olarak alemin kendisi olan tümel (külli) nefse en çok benzeyen tikel(cuzi) nefistir. Onun nefsine ait güç ve eylemlerin cesedin bünyesine nüfuz etmesi, tümel nefse ait güçlerin alemin tamamına nüfuz etmesine benzemektedir.

Bunun açıklaması şöyledir: Alemin tamamı olan tümel nefsin cesedinin bünye­sine ait, faziletli ve Şanı Yüce, Melik ve Cebbar olan Allah’ın izniyle hareket eden ve aleme nizam veren yedi şahıs vardır. Bunlardan her birinin bir cirmi (vücud) bulun­maktadır ve bu cirmin içinde de “nefis” denilen bir ruh vardır. Bunlardan her birinin alemde kendine ait ve başkasında bulunmayan eylemleri bulunmaktadır. Bu durum, yıldızların hükümlerini konu alan kitaplarda anlatılmıştır. Aynı şekilde Allah insan bedeninde bütün bedeniyle ve birbiriyle uyumlu organlar yaratmıştır. Bunlarla be­den bünyesinde ve diğer taraflarındaki eylemlerini ortaya çıkarmak için her bir or­gana ait güç yaratmıştır. Bu organların eylemlerini yedi ruhani yıldızın güçlerine uygun kılmıştır.

Bunun açıklaması şöyledir: însan cesedinin cirminin bir bütün olarak alem kar­şısındaki durumu Güneş’in cirminin alem karşısındaki durumu gibidir. Zira “Sema ve Alem Risâlesi’nde[133] açıkladığımız üzere, nasıl ki Güneş’in cirminin merkezi felek­lerin (felek) ortasında ise, Yüce Yaratıcı aynı şekilde insan kalbinin cirmini cesedinin ortasında yaratmıştır. Aynı şekilde Güneş’in cirminden bir bütün olarak aleme ışık ve şua yayılır. Ondan kaynaklanan ruhani güçler alemin bütün parçalarına nüfuz eder, alemin yaşaması ve bozulmaması(sa/a/ı) onlar sayesindedir. Bunun gibi insa­nın kalbinin cirminden de sıcaklık yayılır, normal ve atar damarlar yoluyla bedenin diğer taraflarına yayılır. Cesedin yaşaması ve bozulmaması buna bağlıdır.

Aynı şekilde, cesede göre dalağın cirminin durumu, aleme göre Satürn’ün duru­mu gibidir. Zira Satürn’ün cirmi şualarıyla birlikte ruhani güçler yayar ve bunlar ale­min bütün parçalarına nüfuz eder. Allah’ın izniyle maddede suretlerin kalıcı olması ve birbirine tutunması bunlar sayesinde olur. Aynen bunun gibi, dalağın cirminden siyah, soğuk ve kuru bir karışım gücü yayılır, kanla beraber toplar damarlara, oradan da cesedin diğer taraflarına nüfuz eder. Kanın rutubetinin donması ve parçalarının birbirine tutunması buna bağlıdır. Söylediğimizin gerçek olduğunu ve anlattığımı­zın doğruluğunu tıp biliminde uzman olan grup ve hikmete dayalı (felsefî) ilimlerde derinleşenler bilir.

Aynı şekilde cesede göre karaciğerin cirminin durumu, Jüpiter’in aleme göre du­rumu gibidir. Zira bu gezegenin cirminden şualarıyla birlikte ruhanî güçleri yayılır ve alemin bütün parçalarına nüfuz eder. Alemin parçalarının sıralanması, unsurları­nın dengelenmesi ve alemde bulunan varlıklarının en üstün durumlarda ve en mü­kemmel niteliklerdeki ilişkileri bu güçler sayesinde olur. Söylediğimizin gerçekliğini filozoflar, peygamberler ve onların halifeleri olan imamlar bilir. O imamlar, Allah’ın ilminin hâzineleri ve sırları konusunda güvenilir kimselerdir.

Yine, cesede göre öd kesesinin durumu, aleme göre Mars gezegeninin durumu gibidir. Zira bu gezegenin cirminden şualarıyla birlikte ruhanî güçleri yayılır (sal­gılanır) ve alemin bütün parçalarına nüfuz eder. Varlıkların kesin kararları ve he­deflerine ulaşmaları bu güçlerle olur. Bunun gibi öd kesesi de sarı karışım (safra) salgılar ve bu kanla birlikte cesedin diğer taraflarına geçer. Bu safra, diğer karışımları yatıştırır ve onları nihai istek ve gayelerine hazırlar.

Aynı şekilde, midenin cirminin cesede göre durumu, Venüs gezegeninin aleme göre durumu gibidir. Zira bu gezegenin cirminden şualarıyla birlikte ruhanî güçleri yayılır (salgılanır) ve alemin bütün parçalarına nüfuz eder. Bunlar alemde bulunan ruhani, cismani bütün yaratıkları ferahlatıcı, onlaralezzet verici ve onları sevindirici özelliğe sahiptirler. Alemde yani gezegenler (eflak) aleminde ve ana unsurların[134] ta­mamında bulunan varlıkların süsü ve kâinatın güzellikleri bunlar sayesindedir. Aynı şekilde midenin cirminden cesedin ve karışımların maddesi olan gıdayı isteyen aşırı istek duyan (şehevanî) bir güç salgılanır. Cesedin hayatı, yaşamın lezzeti, beşeri ve tabii cisimlerdeki bedenin ayakta durması bu güç sayesinde olur.

Aynı şekilde, beynin cirminin cesede göre durumu, Merkür gezegeninin aleme göre durumu gibidir. Zira bu gezegenin cirminden şualarıyla birlikte ruhanî güçleri yayılır (salgılanır) ve alemin bütün parçalarına nüfuz eder. Alemlerdeki, melek, in­san, cin, şeytan ve hayvan şeklindeki bütün yaratıkların, his, bilinç ve irfanı bu güçler sayesinde olur. Aynı şekilde beynin ortasından bir güç salgılanır, his, bilinç, düşünüp taşınma ve bilgiler hep bu güç sayesinde olur.

Aynı şekilde, akciğerin cirminin cesede göre durumu, Ay’ın cirminin aleme göre durumu gibidir. Zira ayın cirminden şualarıyla birlikte, bazen unsurlar alemine, ba­zen de, çok açık olduğu gibi, gezegenler alemine nüfuz eden ruhanî güçleri yayılır (salgılanır). Çünkü Ay’ın cirminin yarısı daima ışıkla dolu iken diğer yarısı karanlık­tır. Ay bazen ışık dolu yüzünü, ayın başında unsurlar alemine, bazen de ayın sonun­da gezegenler alemine çevirir. Söylediğimizin gerçekliğini ve açıklamamızın doğ­ruluğunu (Batlamyus’un) el-Mecisti adlı felekler ve geometri konusundaki kitabını inceleyen ve astronomi ilmi konusunda araştırma yapanlar bilirler. Aynı şekilde, ak ciğerin cirminden bir güç salgılanır. Bu güç, bazen havayı vücüdun dışından çeker ve kalbe gönderir. Kalpten de normal ve atar damarlara, oradan da cesedin diğer taraflarına nüfuz ettirir. Buna nabız denir ve bu bedenin hayatıdır. Bazen de bu ha­vanın bir kısmı içerden geri gönderilir. Solunum, sesler ve konuşmanın tamamı bu yolla olur.

Ey kardeş! Gaflet ve cehalet uykusundan uyan. Allah, seni, bizi ve tüm kardeşleri­mizi doğruya ulaşmada başarılı kılsın, seni, bizi ve tüm kardeşlerimizi doğru düşün­ce yoluna iletsin. Zira O, kullarına pek merhametlidir.

“Filozofların Sözü” adh risale tamamlandı. Bunu “Nefislerin Meydana Gelişi Risalesi”13 takip edecektir.

 

Tabîî-Cismânî Şeylerin (el-Cismâniyyâtü't-tabîiyyât)
On Üçüncü -İhvân-ı Safâ Risâleleri’nin Yirmi YedinciRisâlesi:
Tabiî-Beşerî Cisimlerde Tikel/Cüz’î Nefislerin
Nasıl Meydana Geldiğine Dair1 [135]

Rahman ve Rahim Olan Allah’ın Adıyla!

Allah’a Hamd ve O’nun seçilmiş kullarına selam olsun. “Allah mı daha hayırlıdır yoksa O’na ortak koşulan varlıklar mı?”1

Bölüm

Nefsin Bedenle Birlikteyken ve

Bedenden Ayrıldıktan Sonraki Durumu Hakkında[136] [137]

Ey iyiliksever ve merhametli kardeşim, -Allah seni ve bizi kendi katından bir ruh ile desteklesinbilmelisin ki, bilgelerin “İnsan küçük âlemdir” şeklindeki sözü­nü açıklamayı tamamladığımıza göre bu risâlede tikel/cüz’î nefislerin nasıl meydana geldiğini açıklamak istiyor ve diyoruz ki:

Bilmelisin ki, bedenin bu [cüz’î] nefislere göre durumu, rahmin cenine göre du­rumu gibidir. Şöyle ki: cenin rahimde oluşumunu tamamladığı ve burada sûretini yetkinleştirdiği zaman; yaratılışı tamamlanmış bir şekilde ve duyu organları sağlam olarak bu dünya hayatına çıkar. Böylece bu dünya hayatından ve belirli bir vakte ka­dar bu dünyaya özgü nimetlerden istifade eder. Ahiret hayatında nefsin durumu da bu şekildedir. Şöyle ki; tikel/cüz’î nefisler, duyular yoluyla ilim ve irfandan istifade ederek potansiyel durumundan fiil durumuna çıkmak sûretiyle varlıklarını tamam­ladıklarında, akledilir şeyler, tecrübe ve riyâzet yoluyla faziletler kazanmak suretiyle geçim işlerini orta yol üzere yoluna koymaya, doğruya ileten kanunlara göre ahiret için hazırlanmaya, güzel ahlâk, doğru görüş ve iyi ameller ile nefsi terbiye etmeye ilişkin bir yol tutup bu dünya hayatını idare etmekle sûretlerini yetkinleştirdiklerin­de [ahiret hayatının nimetlerinden istifade ederler]. İşte bütün bunlar kan ve etten oluşan beden aracılığıyla gerçekleşir.

Böylece nefis, kendisi ve durumu hakkında oldukça bilgili olarak bedenden ayrıl­dığında cevherini bilmiş, zâtını tasavvur etmiş ve bedenle birlikte olmaktan hoşlan­mayarak kendisinin, ilkesinin ve yeniden dirilişinin durumunu açıklığa kavuştur­muş olur. Bu durumda nefis, maddeden ayrı olarak varlığını devam ettirir, zâtı ba­kımından bağımsız, cevheri bakımından ise bütün cisimsel bağlılıklardan uzak olur. İşte bu durumda nefis “Yüce topluluğa (mele-i âlâ)” yükselir ve melekler topluluğuna girer. Böylece rûhânî varlıkları seyreder ve beş duyunun kavrayamadığı ve beşerî zi­hinlerin tasavvur edemediği bu nûrânî varlıkları bizzât görür. Nitekim Peygambere ait sembolik anlatımlarda bu durum şöyle ifade edilmiştir: “Cennette hiçbir gözün görmediği, hiçbir kulağın işitmediği ve hiçbir beşer zihninin (kalp) tasavvur edemediği güzel kokular, sevinçler, mutluluklar, lezzetler ve nimetler vardır”[138]

Yüce Allah ise [bir ayette] şöyle buyurur: “Cennette nefislerin arzuladığı, gözlerin lezzet aldığı her şey vardır ve siz orada ebedî olarak kalacaksınız.”[139]

Yüce Allah [bir başka ayette ise] şöyle buyurur: “Hiçbir kimse, yapmakta oldukla­rına karşılık olarak, onlar için saklanan göz aydınlıklarını bilemez.”[140]

Ancak eğer ceninin yaratılışı rahimde tamamlanmaz ve sûreti orada yetkinleş­mezse veya nefsine bir kusur ilişir ve uzuvlarından biri sakat olursa bu dünya ha­yatından tam olarak faydalanamaz. Böylece, 'görme engelliler, konuşma engelliler, işitme engelliler, kronik hastalar, felçliler ve benzerlerinin durumlarında olduğu gibi, dünya nimetlerinden faydalanma onlar için tam olarak gerçekleşmez. Aynı şekilde tikel/cüz’î nefislerin beşerî bedenlerden ayrıldıktan sonraki durumları da böyledir.

Şöyle ki: tikel/cüz’î nefisler duyulur varlıkların algılamasını mümkün kılan beşerî bedenler ile irtibatlı olduğu halde, ilim ve irfan bakımından yetkinleşmezse ve akıl [gücü], ayırt etme yeteneği ve tefekkür [imkânı] olduğu halde varlığın hakikatine iliş­kin derin bilgi ile sûretini yetkinleştiremezse, çalışıp gayret etme imkânı olduğu halde güzel ahlâkla arınmazsa, bozuk ve çürük görüşler sebebiyle [doğruluktan] sapkınlı­ğını düzeltmezse, [aksine] kötü amellerinin baskısı ve çirkin fiillerinin ağırlığı altında ezilirse bu durumda bedenden ayrıldığı zaman kendi cevheri bakımından herhangi bir fayda elde edemez ve zâtı bakımından bağımsız olamaz. Böylece günahlarının ağırlığından dolayı “yüce topluluk (mele-i a’lâ)” derecesine yükselip melekût âlemine çıkması hiçbir şekilde mümkün olmaz ve melekler topluluğuna girmeyi hiçbir şekilde hak edemez. Aksine göklerin bütün kapıları [onun yüzüne] kapatılır ve bütün güzel kokular ortadan kaybolur. Nitekim Yüce Allah şöyle buyurur: “Onlara göklerin kapı­ları açılmaz. Onlar, deve iğne deliğinden geçinceye kadar cennete de giremezler.”[141]

Çünkü nefis bu kötü sıfatlarla ilişkili olduğu ve güzel ahlâk ile arınmadığı sürece; kötü ahlâk, adaletsiz bir yaşam, kötü alışkanlıklar, bozuk inanışlar, [günden güne] çoğalmış cehaletler ve çirkin amellerle ilişkili olduğundan bu yüce mekânlara layık değildir. Zira nasıl ki, ‘görme engelliler, kronik hastalar, cahiller ve konuşma engelliler kusurlarından dolayı sultanların meclislerine ve arkadaşlığına layık değillerse, aynı şekilde bu nefisler de [kusurlarından dolayı] nurânî mekânlara ve rûhânî âleme layık değildirler. O halde, onlar, kendileri için bu yüce mekânlar söz konusu olmadığına göre, göklerin altında esen hava ile sınırlı (mukayyed) olarak kalırlar. Onları, madde sel şeylere önem vermeye, bozuk görüşlere ve cisimsel arzulara sevk eden şeytanlar, karanlık cisimlerin derinliklerine ve bedenî tabiatların esaretine doğru sürükler. Boy lece öldürücü ve yakıcı arzuların dalgaları onları hiçbir dostlarının olmadığı ceheıı nemin derinliklerine doğru götürür. Tıpkı görme ve işitme engellilerin, insanların yolu üzerinde engel teşkil etmesi [ve onları farklı yönlere saptırması] gibi şeytanlar da böylelerinin yolu üzerinde engel oluşturup [onların yolunu cehenneme saptırır]. Nitekim şanı Yüce Allah şöyle buyurmaktadır: “Kim, Rahmanın Zikrini görmezlik­ten gelirse, biz onun başına bir şeytan sararız. Artık o, onun ayrılmaz dostudur."[142] “Biz onların başına birtakım arkadaşlar sardık da bu arkadaşlar onlara geleceklerini süslü gösterdiler.”[143] “Beraberindeki (melek) şöyle der: “İşte bu yanımdaki hazır.”[144] [145]

Böylece onlara bazen cehennem ateşinin alevi, bazen de şiddetli soğuğun soğuk­luğu isabet eder. Kıyamete kadar yalnızca karanlık, acı ve azap [içinde kalırlar], İşte onların bu hali, şanı yüce Allah’ın şu şekilde buyurduğu gibidir: “(Öyle bir) ateş ki, onlar sabah-akşam ona sunulurlar. Kıyametin kopacağı günde de, “Firavun ailesini azabın en şiddetlisine sokun” denilecektir”1',“Onların arkasında, tekrar dirilecekleri güne kadar [devam edecek, dönmelerine engel] bir perde (berzah) vardır”'[146]

O halde bütün bu durumlar, onların bazen elde ettikleri, bazen de kaybettikleri cismanî şeylere olan şiddetli arzularından dolayıdır. Bu durumda ise hiçbir şekilde rûhânî lezzetler meydana gelmez. Böylece hem dünya hem de ahirette kesin olarak kayba uğrarlar. “İşte bu, apaçık bir hüsrandır”[147]

Bölüm

İlim ve Hikmet Hakkında

Ey cömert, iyiliksever ve merhametli kardeşim, -Allah seni ve bizi kendi katın­dan bir ruh ile desteklesinbilmelisin ki, ilim ve hikmetin nefse göre durumu, yi­yip içmenin bedene göre durumu gibidir. Şöyle ki: Bedenler önce süt emerler, daha sonra kendileri için gıda durumunda olan yiyecek ve içecekleri alırlar. Çünkü küçük [organlarının] büyümesi, noksan [organlarının] gelişmesi, ince [organlarının] semiz olması, zayıf [organlarının] güçlenip güzellik ve yetkinliklerle donanması; en son ga­yesine, sınırlarının ve güzelliklerinin sonuna ulaşması için [önce] sütle [beslenmesi] sonra kendisi için gıda ve madde durumunda olan yiyecek ve içecek alması [gerekir]. İşte, nefsin bedenle birlikte var olduğu bu dünya hayatında, tasarrufta bulunmak bakımından bedene [ihtiyaç duymasına] ilişkin durumu, bedenin [tasarrufta bulun­mak bakımından] kendisi için gıda ve madde konumundaki yiyecek ve içeceğe [ih­tiyaç duymasına] ilişkin durumu gibidir.

Şöyle ki: Tikel/cüz’î nefislerin cevherleri [çeşitli] bilgiler aracılığıyla düşünme/ tasavvur sahibi olur, varlıkları hikmetle gelişir, sûretleri derin bilgi ile nurlanır, dü­şünmeye dayalı matematik keskinleşir, zihinleri eğitim ile aydınlanır, sırf rûhânî sûretleri kabul etmek için akılları genişler. Gayreti ebedî şeyleri arzulama derecesine yükselir. Böylece İlahî ilimler hakkında düşünerek yüksek derecelere çıkmak, rûhânî ve Rabbânî mezheplerin yolunu tutmak, Sokratesçi yöntem üzere hikmete ilişkin yüce şeylere tâbi olmak; ruhbanî yol üzere arınmak, zühd sahibi olmak ve Allah’a yaraşır şekilde kulluk etmek ve pak olan (hanîf) dine [sımsıkı] yapışmak türünden en yüce gayeye ulaşmak için azmi artar. İşte bu bütün bunlar, nefsin kendi cevheri bakımından tümellere/küllîlere benzemesi, yüce âleme katılması, ilk illetine ulaşma­sı; [Allah’ın] ipine sımsıkı sarılması, O’nun rızasını istemesi; bu dünya hayatındaki rûhânî âleminde ve nûrânî mahallinde kendi cinsi altındakileri birleyerek O’na yak­laşmak istemesi ile olur. Nitekim Yüce Allah şöyle buyurur:

“Ahiret yurduna gelince, işte gerçek hayat odur. Keşke bilselerdi!”'4

O halde, ahiret hayatı gerçek hayat olduğuna göre, ey kardeşim, bu gerçek ha­yat sakinlerinin sıfatlarının ve nimetlerinin mahiyeti konusundaki düşüncen ne­dir? [Onların sıfatları ve sahip oldukları nimetler] ancak şanı yüce Yüce Allah’ın buyurduğu şekildedir: [Onlar] “iktidar sahibi bir hükümdarın katında, doğruluk meclisindedirler”[148] [149] O halde bu işaretleri, maksatları ve gizli anlamları anla!

Sonra bilmelisin ki nefis, derin gaflet ve cehalet uykusundan uyandığı ve özünü cismânî kalıplardan, bedenî örtülerden, tâbiî alışkanlıklardan, kötü ahlâktan ve bil­gisiz kanaatlerden kurtarmak için çabaladığı ve maddî arzuların kirlerinden temiz­lendiği zaman kurtuluşa erer, [özüne uygun olarak] yeniden dirilir ve ayağa kalkar. Böylece onun zâtı nurlanır, cevheri aydınlanır, nurları ışıldar ve bilinci/basireti kuv­vetlenir. İşte bu durumda rûhânî sûretleri ve nûrânî cevherleri bizzât görür, cismânî ve bedenî duyularla anlaşılması mümkün olmayan ve ancak güzel ahlâk sahibi olup nefsini kurtaranların seyredebileceği derin şeyleri ve gizli sırları görür. Nefis doğal/ tâbiî isteklere bağlı ve cismânî arzularla sınırlı olmadığı sürece bu şeyler nefiste gö­rünür hale gelir ve nefis onları bizzât görür.

O halde, nefis, bu şeyleri bizzât gördüğü zaman, âşıkın maşûka bağlanması gibi onlara bağlanır, sevenin sevgiliye tutunması gibi onlara tutunur, ışığın ışıkla bir ol­ması gibi onlarla bir olur, onların ebedîliği ile ebedî kalıcı, sürekliliği ile sürekli ve onların güzel kokusu ile mutlu olur, hoş esintilerini koklar, insan dilinin ifade et­mede aciz kaldığı ve mütefekkirlerin zihinlerinin, özünü tasavvur etmede yetersiz kaldığı lezzetler ile lezzet alır. Nitekim Yüce Allah şöyle buyurur:

“Hiç kimse, yapmakta olduklarına karşılık olarak, onlar için saklanan göz aydınlık­larını bilemez.”[150] [151], “[onların] nefislerinin istediği ve gözlerinin hoşlandığı her şey orada­dır. Siz orada ebedî olarak kalacaksınız”'7

Bölüm

Akledilenlerin Nefislerdeki Sûretleri Hakkında

Sonra bilmelisin ki, cenin, kendisine ilişebilecek bütün kusurlardan korunmuş olarak, sağlam duyular ve güçlü bir bedenle rahimden çıktığı zaman, organları ol­dukça güçlenir, nefsin kuvveleri bedende işlevsel hale gelir. Böylece duyu güçleri, du­yulur varlıkları ve onlara ilişkin algıları şekilleri bakımından işlemeye başlar. Sonra bu algılar beynin ön kısmında bulunan hayal etme gücüne (el-kuvvetu 'l-mütehayyile) iletilir. Hayal etme gücü ise onları düşünme gücüne (el-kuvvetu l-müfekkire) ulaştı­rır. Sonra duyuların gözlemlediği duyulur varlıkların [şeklî] algıları kaybolur ve bu duyulur varlıkların izleri tasavvur edilmiş olarak nefiste kalır. Böylece nefis, artık, /âtı bakımından bağımsız ve cevheri bakımından duyulur varlıklara ihtiyaçsız hale gelir. [Bu durumda nefis] kendi zâtı dışında herhangi bir şeyin ortaklığı olmaksızın İm tasavvurlar üzerinde tasarrufta bulunur ve kendisinden başka hiçbir şeye ihti­yaç duymaksızın bunlar üzerinde düşünür. O halde nefis, bu tasavvurlar üzerinde düşündüğü ve akıl bakımından bunları birbirinden ayırdığı zaman, maddelerinden soyutlanmış duyulur varlıkların sûretlerinden ve nefsin cevherindeki tasavvurlardan başka bir şey bulmaz. Böylece zâtı bakımından nefsin cevheri bu tasavvurların mad­desi ve bu algıların da sûreti gibi olur.

Aynı şekilde, akledilir varlıkların sûretlerinin nefisteki durumu da böyledir. Şöyle ki: Nefisteki bu sûretler, nefsin düşünme gücü ile maddelerinden soyutladığı ve zâtı bakımından tasavvur ettiği türlerin ve cinslerin sûretlerinden başka bir şey değildir. Nefis bu sûretleri havanın duyulur sesleri taşıdığı gibi taşır. Şöyle ki: Hava farklı sesleri ve nağmeleri taşır ve onları işitme duyusuna iletir. Aynı şekilde hava kokuları taşır ve onlara ilişen bazı arazlar dışında herhangi bir şeyi değiştirmeksizin onları olduğu gibi koku alma duyusuna iletir. Çünkü hava sûreti koruyan rûhânî, ince/latîf bir cisimdir. Tıpkı bunun gibi ışık da şekilleri ve renkleri taşır ve onları birbirine ka­rıştırmadan görme duyusuna iletir. Aynı şekilde nefis de duyulur ve akledilir varlık­lara ilişkin bilgilerin sûretlerini zâtı bakımından kabul eder, düşünme gücü ile onları tasavvur eder ve onları birbirine karıştırmaksızın koruma/ezberleme gücü(hafıza) ile muhafaza eder. Çünkü nefsin cevheri, havanın ve ışığın cevherinden çok daha güçlü bir rûhânî cevherdir. Böylece nefis, zâtı gereği ihtiyaçsız ve bağımsız olur, kur­tulması sebebi ile sevinir ve kurtuluşa ermesiyle mutlu olur; melekler âleminde do­laşır ve cennette dilediği yerde ikamet eder. [Güzel] iş işleyenlerin ödülü ne güzeldir!

Sonra bilmelisin ki, nasıl ki, cisimlere ilişerek onları dengeli durumdan (itidal) uzaklaştıran, tabiatının gereğinden sapmasına sebep olan, onları hastalıklı hale ge­tiren ve böylece bu dünya hayatından istifade etmelerine, onun nimetlerinden tam olarak faydalanmalarına ve yetkin olarak mutlu bir hayat sürmelerine engel olan hastalıklar ve illetler varsa, aynı şekilde hayvânî cüz’î nefislere ilişerek onları dengeli durumdan, orta yoldan, doğruluktan, haktan, doğru yoldan ve doğruya ulaşmaktan (hidayet) uzaklaştıran; insanı doğruya ulaştıran kanunlarından saptıran ve böyle­ce onların bu dünya hayatından faydalanmalarına ve ahiret hayatındaki mutluluğa ulaşmalarına engel olan hastalıklar da vardır.

Nefislere ilişen hastalıklar ise, birikimsel cehaletler, kötü huylar, bozuk görüşler ve kötü işler/ameller olmak üzere dört kısma ayrılır. Sonra, beşerî-cüz’î nefislerin bu hastalıklarından her biri, [nefsin] kalpler üzerinde tutuşan ateş şeklindeki cismânî arzulara çokça eğilim göstermesi ve tâbiî elemlerden, maddî ezalardan [geçici bir] kurtuluş olan cismânî lezzetlerle aldanması sebebiyle endişeye sevk edici kederlerin ve yakıcı üzüntülerin çeşitleri bakımından farklılaşır.

Bölüm

Nefislerin Hastalıkları ve Tedavisi Hakkında

Sonra bilmelisin ki, nasıl ki, bedene ilişkin hastalıkların tıbbi olarak tedavisi ve bunları tedavi eden ilaçlar varsa aynı şekilde nefse ilişkin hastalıkların ilaçları ve bu ilaçlarla tıbbî tedavisi de vardır. Yine nasıl ki, bilgelerin, [bedene ilişkin] hastalıkla­rın ilaçlarını özellikleriyle anlattıkları kitapları varsa aynı şekilde peygamberlerin ve bilgelerin getirdiği, nefse ilişkin hastalıkların tedavilerinin açıklandığı kitaplar ve İlmî kanunlar da vardır. Bunlar ise vahyin kanunlarına (sünnetu n-nâmûs) uymak, haram şeylerden uzak durmak, yasaklanan şeyleri terk etmek; Peygamber’in güzel sünnetini almak, onun dengeli/âdil yaşamının izinden gitmek, derin bilgiye ilişkin talebi gerekli görmek, güzel ahlâk ile ahlâklanmak, dünya hayatına ilişkin şeyleri talep ederken orta yol üzere hidayet kanununa tâbi olmak, ahiret nimetlerine ilişkin şeyleri talep ederken iyi/salih amellerle çabalamak, ilkesine ilişkin şeyleri tefekkür ederek hastalıklı nefisleri tedavi etmek ve yeniden dirilişine ilişkin şeyleri asla unut­mamaktır ki [bu yeniden dirilişe ilişkin durumlar ise] tövbe eden ve [Allah’a] dönen kimseler ibret alsınlar diye, çokça sevap kazanma ve övmeye ilişkin vaadetme ve teşvik olarak atasözleriyle anlatılmıştır.

Sonra bilmelisin ki, tıp kitaplarında, bedenlerin bileşiminin nasıl olduğu, ahlâkın mizacı ve hastalıkların sebepleri; tek tek ilaçlarla tedavilerinin nasıl olduğu ve ilaç­ların mizaçtaki, havadaki ve alışkanlıklardaki farklılıklar bakımından içilmesinde de farklılık gösteren bileşimlerinin nasıl olduğu ele alınmıştır. Aynı şekilde nefisle­rin tabipleri olan peygamberlere indirilen kitaplarda, nefsin mahiyetinin ve âlemin oluşumunun ilkesinin açıklanması; nefsin hastalığı durumunda olan isyanının oluş­masının ve ilk ölümü olan mertebelerden düşmesinin sebepleri; nefsin bu hastalık­lardan kurtulmasının, değişmesinin, bozuluşa uğramasının ve hastalıklarının çeşit­lerinin nedenleri ele alınmış ve açıklanmıştır. [Aynı şekilde] bu kitaplarda hastalıklı nefislerin tövbe etmek, pişmanlık duymak, güzel ahlâk sahibi olmak, iyi amellerde bulunmak, Allah’ın ve Resûl’ünün yasakladıklarından kaçınmak, yeniden dirilişi ve güzel fiilleri düşünmek ve bütün işlerde Allah’a tevekkül etmekle tedavi edilmesinin nasıl olacağı da anlatılmıştır. Yüce Allah bu konuda şöyle buyurur: “Ey Âdemoğulları, şeytan, anne ve babanızın çirkin yerlerini kendilerine göstermek için, elbiselerini sı­yırtarak, onları cennetten çıkardığı gibi sakın sizi de bir belaya uğratmasın.”[152] “Hani Rabbin (ezelde) Âdemoğullarının sulplerinden zürriyetlerini almış, onları kendilerine karşı şahit tutarak, “Ben sizin Rabbiniz değil miyim?” demişti. Onlar da, “Evet, şahit olduk (ki Rabbimizsin)” demişlerdi. Böyle yapmamız kıyamet günü, “Biz bundan ha­bersizdik” dememeniz içindir.”[153] “Allah, peygamberleri müjdeciler ve uyarıcılar olarak gönderdi. ”[154] “...öyle ki elçilerden sonra insanların Allah’a karşı (savunacak) delilleri olmasın ”[155] “...böylece, helak olacak kişi apaçık bir delilden sonra helak olsun, diri ka­lacak kişi apaçık bir delilden sonra hayatta kalsın”[156]

Sonra bilmelisin ki, bir grup akıl sahibi/âkil insan gerçekten peygamberin getir­il iği kanunlardan yüz çevirip felsefi görüşlere saptılar. Bu durum onların, peygam­berlerin açık işaretler ve gizli anlamlarla gösterdikleri bu gerçeklerin anlamlarını (suret) kavrama yetersizliklerinden kaynaklanmaktadır. Böylece onlar, meleklerin vahiy, ilham, teyit ve gizli anlamlar olarak peygamberlere getirdiği bu şeylerin ger­çekliklerini anlayamadılar. Çünkü peygamberlerin meleklerden vahiy almaları, neI islerinin cevherinin saflığı ve ruhlarının meleklerin ruhları ile aynı cinsten olması bakımındandır. Yoksa [peygamberlerin vahiy almaları], şifa verme ve fayda sağlama özellikleriyle bilinen şifalı ve faydalı ilaçlar örneğinde olduğu gibi mantıkî kıyaslar ve felsefî tedrisât bakımından değildir.

Sonra bilmelisin ki, bedenin gıdası olan yemeğin üç parmakla yenilmesi İlâhî (doğal) yasanın (nâmûs) kanunlarından ve güzel âdabdandır. Bu kanun, adeta, ka­nun koyucunun nefislere, bilgiyi elde etmek istemenin de üç yoldan olmasının zo­runlu olduğuna ilişkin bir işareti, dikkat çekmesi ve teşvikidir. Çünkü nasıl ki, yemek bedenin gıdası ise aynı şekilde bilgi de nefsin gıdasıdır. [Zira] nefis ve beden birlik­teliğinden dolayı nefsin durumları bedenin durumları gibidir. Buna göre nefsin bil­giyi elde ettiği yollardan biri, akledilir varlıkları anladığı düşünme gücüdür. Nitekim peygamberler bu yolla meleklerden vahiy alırlar. [Nefsin bilgiyi elde ettiği] diğer bir yol, sözcüklerin (lügât) vegayba ilişkin haberlerle ilgili lafızların (esvât) işaret ettiği şeylerin anlamlarını kabul ettiği işitme duyusudur. [Nefsin bilgiyi elde ettiği] diğer yol ise, görünür varlıkları gözlemlediği görme duyusudur. İşte, daha önce açıkladı­ğımız gibi, bu üç yol, bilginin elde edilebileceği yollardır. Şanı yüce olan Allah ise bu durumu şu şekilde açıklamıştır: “Sizin için de kulak, gözler ve gönüller var etti. Ne kadar az şükrediyorsunuz”[157] [Allah] bu nimetlerden faydalanmayanları ise yermekte ve bu konuda şöyle buyurmaktadır: “Kalbleri vardır bununla kavrayıp-anlamazlar, gözleri vardır bununla görmezler, kulakları vardır bununla işitmezler. Bunlar hay­vanlar gibidir, hatta daha aşağılıktırlar.”[158] “Görme engellidirler, konuşma engellidirler, kördürler”[159] Yani onlar hakikatlere karşı sağırdırlar, incelikleri ifade etme konusun­da dilsizdirler, kalp gözüyle aklî manevî şeyleri görme konusunda kördürler. Ancak bu yermenin maksadı, onların sesleri işitmemeleri, renkleri görmemeleri, gündelik hayatın durumlarını bilmemeleri ve kavramamaları bakımından değildir, aksine on­ların yerilmesi, yeniden dirilişi akletmemeleri bakımındandır. Nitekim Yüce Allah şöyle buyurur: “Onlar, dünya hayatından (yalnızca) dışta olanı (zahiri) bilirler. Ahiretten ise gafil olanlardır!’[160]

Bilmelisin ki, nasıl ki, mal mülk bedenin beslendiği kanalcıklar ise aynı şekilde bilgi de nefsin beslendiği kanalcıklardır. Çünkü mal mülk bedene ilişkin durumların salâhiyeti için istenirken, bilgi nefse ilişkin durumların salâhiyeti için istenir. Eğer nefis bu üç yoldan da bilgiyle beslenmezse, ki bu onun üç parmakla beslenmesi gi­bidir, aksine bir tek parmakla olduğu gibi sadece bir tek yoldan bilgiyle beslenirse, onun durumu malından ancak üçte biri oranında yararlanabilen hastanın durumu gibi olur. Çünkü hasta olan kişi yaşam umudu ile ölüm korkusu arasında bir yerde durur. Bu durum din hakkındaki bilgisi ancak işitme yoluyla olan taklitçilerin duru­mu gibidir. Onlar şüphe ile kesinlik (yakîri) arasında bir yerde dururlar. Şüphe nefsin hastalığı, kesinlik ise onun sıhhatidir. İşte bunların bilgiden nasipleri, nefislerinin hastalığından dolayı şüpheden başka bir şey değildir.

Sonra bilmelisin ki, isteyenler iki kısımdır: Bunlardan biri, dönüşen sonlu be­denin faydası için dünyaya ilişkin ihtiyaçları isteyenlerdir. Diğeri ise nefsin cehalet karanlığından kurtulmasına, dinin ve yeniden dirilişin doğru kavranmasına ve ebedî ahiret nimetlerinin talep edilmesine vesile olan bilgiyi isteyenlerdir.

Aynı şekilde meclisler de iki kısımdır: Bunlardan biri dönüşen, değişen ve bu sonlu bedenin faydası için yeryüzü bitkilerinden ve hayvanların etlerinden yeme, içme, eğlenme ve cismânî lezzetlere ilişkin meclislerdir. Diğeri ise [ancak] ebedî ne­fisler için söz konusu olabilen ahiretin sonsuz nimetlerinden lezzet almaya ve onlar hakkında bir şeyler öğrenmeye ilişkin ilim ve hikmet meclisleridir. Bu nefislerin var­lıkları hiçbir zaman yok olmaz, lezzetleri hiçbir zaman sona ermez ve mutlulukları hiçbir şekilde kesintiye uğramaz.

Sonra yiyeceklerden ve içeceklerden her yenilip içildiğinde onların sahibinin ma­lında bir noksanlık oluşur. Bir kişi açlığı ve susuzluğu giderilecek miktarda yedikten ve içtikten sonra yemeye ve içmeye devam ederse, lezzet acıya dönüşür. Atıştırılan bu yiyecekler bir saat içinde mideye yerleştikten ve bütün organlar kendi payları­nı aldıktan sonra geriye kalan kısım değişir, dönüşür ve böylece [mide] onu dışarı çıkarmaya ihtiyaç duyar. Aksi halde lezzet acıya, sıkıntıya, hastalığa ve rahatsızlığa dönüşür.

İlim ve hikmet meclisleri ile orada bulunmaya gelince: Nefis hiçbir şekilde bun­lardan rahatsız olmaz. Çünkü bunlar ahiret nimetlerine ilişkin rûhânî lezzetler ve bunlara benzer şeylerdir. [Bu meclislerdeki] öğrenenlerin ve dinleyenlerin sayısı ne kadar çoğalırsa çoğalsın doğru yola ileten ilim sahibinin ilminden hiçbir şey eksil­mez. Çünkü bunlar ahiret hayatının gizli hâzineleridir.

Bölüm

Hikmete ilişkin Faziletleri Edinme Hakkında

Sonra bilmelisin ki, yemenin çokluğunda herhangi bir övünme durumu söz konusu değildir. [Çünkü] susuzluğun ve açlığın giderileceği miktardan fazla yeme ve içmeye hiçbir şekilde ihtiyaç duyulmaz. Açlık ve susuzluğun giderilmesi mümkün olduğuna göre onların her çeşit yiyecekle giderilmesi de mümkündür. Ya da Hz. İsâ (a.s.)’ın ha­varilerine söylediği gibi, bunların arpa ekmeğiyle veya saf su ile de giderilmesi müm­kündür. Nitekim Hz.İsâ (a.s.) havarilerine şöyle demiştir: “Yarın Firdevs Cenneti 'ne girmek isteyen kimseye bugün dünyada arpa ekmeği yemek ve saf su içmek dahi çoktur”

O halde övünme, ancak, hikmete ilişkin faziletleri elde etmek, bilginin ışığıyla aydınlanmak, varlıkların hakikatinin bilgisine ilişkin âyetleri/alametleri ve delilleri görme hususunda; hikmet, Tanrıya benzeme çabası, zühd ve tasavvuf konularında; Tanrıya yakın olanların yöntemlerini gerekli görmek, bedene ilişkin şeyleri değer­siz kabul etmek ve nefse ilişkin şeylere önem vermek durumlarında; nefsin cehalet karanlığından ve maddenin derinliklerinde boğulmaktan ve fiziksel dünyanın esare­tinden kurtulmasını şiddetle istemek hususlarında ve cisimlerin derin girdabından çıkmak, ruhlar âlemine yükselmek ve melekler topluluğuna dâhil olmak konuların­da olmalıdır. Nitekim Yüce Allah bu konuda şöyle buyurur: “Muhakkak ki iyiler ni­metler içindedirler”[161], “İyilerin kitabı (îlliyyûn’da(sayısal değerlerle koruma altında) dır. îlliyûnun ne olduğunu bilir misin sen?”[162]

Burada kast edilen iyilerin nefisleridir. Nitekim Yüce Allah şöyle buyurur: “Nihayet oraya vardıkları zaman, oranın kapıları açılmıştır ve bekçileri onlara: “Selâm size; tertemiz oldunuz! Artık ebediyen kalıcı kimseler olmak üzere buraya girin!” derler.”[163], “Melekler de her bir kapıdan yanlarına girerler (ve şöyle derler): Sabretmenize karşılık selâm sizlere. Dünya yurdunun sonucu (olan cennet) ne güzeldir!”[164]

Ey kardeşim, -Allah seni ve bizi kendi katından bir ruh ile desteklesinbilmelisin ki, beden kendisine ilişebilecek tüm kusurlardan korunmuş olarak sağlam duyular ve [bir] çocuğun bedeninin [olabileceği en iyi] kuvvetinde rahimden çıktığı zaman, nefsin kuvveleri bedende düzenli işler ve gelişir. Duyu gücü, duyulur varlıkları işle­meye başlar ve böylece onları şekilleri bakımından kavrar. Sonra onların resimlerini beynin ön kısmına yerleşmiş bulunan hayal gücüne iletir. Hayal gücü ise onları [işle­dikten sonra] düşünme gücüne iletir. Sonra duyuların gözlemlediği şekliyle duyulur varlıklar [m şekil bakımından algıları] kaybolduğunda, bu resimler tasavvur edilmiş olarak nefiste kalır. Böylece nefis bu resimler üzerinde düşündüğü ve akıl bakımın­dan bunları birbirinden ayırdığı zaman maddelerinden soyutlanmış ve nefsin cevhe­rinde tasavvur edilmiş olarak bulunan bu duyulur varlıkların sûretinden başka bir şey bulmaz. O halde nefsin cevheri nefisteki bu sûretin maddesi ve bu resimler de onun sûreti gibi olur.

İşte akledilir sûretlerin nefisteki durumu da bu şekildedir. Çünkü bu sûretler nef­sin düşünme gücü ile [maddelerinden] soyutladığı cinslerin ve türlerin sûretlerinden başka bir şey değildir. Nefis, bunları zâtı bakımından tasavvur eder ve havanın du­yulur varlıkların sûretlerini taşıması gibi taşır. Şöyle ki: Hava herhangi bir değişiklik yapmaksızın farklı sesleri olduğu gibi taşıyarak kulaklara ve kokuları olduğu gibi taşıyarak koku alma duyusuna iletir. Çünkü hava, sûretleri koruyan rûhânî, ince/ latîf bir cisimdir.

Aynı şekilde ışık da renkleri birbirine karıştırmaksızın onları olduğu gibi taşıya­rak gözlere iletir. Hâlbuki nefsin cevheri hava ve ışık gibi bütün şeylerin cevherinden çok daha rûhânî bir şeydir.

Sonra bilmelisin ki, ey kardeşim, tikel/cüz’î nefislerin bazısı bazısından şu dört özellikten biri bakımından daha üstündür. Birincisi, [nefsin] varlığı bedenle bir­likteyken elde ettiği bilgiler bakımındandır. İkincisi, nefsin [daha önce] saydığımız huyları bakımındandır. Üçüncüsü, nefsin inandığı görüşler bakımındandır. Dördün­cüsü ise nefsin sahip olduğu ameller bakımındandır.

O halde nefsin ilimlere ilişkin bilgisi, güzel ahlâkı, doğru görüşleri ve iyi amelleri çoğaldıkça bu özellikleriyle o, güzel bir suret, sağlam bir incelik/letafet ve rûhânî bir parlaklık sahibi olur. Nefis bedenden ayrıldığı, zâtı bakımından müstakil olduğu, cevheri bakımından bütün cismânî bağımlılıklardan kurtulduğu ve bütün tâbiî kir­lerden temizlendiği zaman kendi zâtını idrâk eder, kendi sûretini en iyi şekilde görür ve kendi güzelliğini ve parlaklığını bizzât müşahede eder. Böylece nefis, hayır olarak yaptığı her şeyi [o gün önünde] hazır olarak bulur. Bu durumda nefis, kendi zâtım ne kadar mülahaza ederse sevinci, mutluluğu ve lezzeti de o kadar artar. İşte bütün bunlar nefsin mükâfatı, nimeti ve cennetidir. Nefsin, yaptıklarından başka bir şeyi bulması [artma ya da eksilme] kesinlikle söz konusu değildir. Nitekim Yüce Allah bu hususta şöyle buyurur:

“Her bir nefsin hayırdan yaptıklarını hazır bulduğu o günü (düşünün).”3'

Fakat eğer nefis kötü amel, adaletsiz karakter, bozuk görüş, düşük ahlâk ve yan­lış bilgi sahibi olursa o zaman bu özellikler ona kötü, çirkin ve hastalıklı bir sûret kazandırır. Nefis sahip olduğu böyle bir sûrede, bedenî şeylere bağlı olduğu, du­yulur varlıklarla meşgul olduğu, fiziksel dünyanın görkemine ve maddenin süsüne kapıldığı sürece hiçbir şekilde algılayamaz. Herkesin belirlenmiş bir sürede mutlaka yaşayacağı ölüm sarhoşluğu ve ayrılık hüznü gerçekten geldiğinde, ki bu nefsin be­denden ayrılmasıdır, zorla da olsa bedenden ayrılacak ve böylece cismânî lezzetleri elde ettiği duyu organları yok olacak, bu duyu organlarından ayrılmış olarak yalnız başına kendi zâtını düşünecek ve böylece yaptığı kötü olan her şey onun önüne hazır olarak konulacak ve şaşkın bir durumda kalacaktır. [Önüne hazır olarak konulan] bu şeyler ise kötü, çirkin ve hastalıklı sûretlerdir. [Nefis bu sûretleri görünce] üzülecek, tasalanacak ve yapayalnız kalacaktır. “Böylece Allah, onlara bütün yaptıklarını piş­manlık kaynağı olarak gösterecektir”[165] [166] Bu durumda nefis, yaptığı kötülüklerle kendisi i ırasında uzun bir mesafe olmasını dileyecek. Böylece nefis, zâtı bakımından acı çe­kerek azap içinde ebedî olarak kalacak. İşte bütün bunlar nefsin cezası, çekeceği azaI > ın acısı ve cehennemidir. Nitekim Hz. Peygamber bu konuda şöyle buyurmuştur: “Muhakkak ki bunlar size geri dönecek amellerinizdir.”

Yüce Allah ise bu hususta şöyle buyurur: “Şüphesiz insana kendi emeğinden baş­kası yoktur. Şüphesiz kendi emeği (veya çabası) görülecektir’[167] “Şüphesiz iyiler, elbette nimetler(le donatılmış cennetler) içindedirler. Ve şüphesiz kötü olanlar da, elbette ate­şin içindedirler”[168]

Ahiret mutluluğuna erenlere (ashâb-ı yemin) gelince, onlar dikensiz meyve ağaç­larının altındadırlar. Kötülüğe batanlar (ashâb-ı şimal) ise, iliklere işleyen bir kaynar su ve ateş içindedirler. Allah seni, bizi ve bütün kardeşlerimizi doğru yolda başarı­lı kılsın. Allah seni, bizi ve bütün kardeşlerimizi doğru yola ve doğruya ulaştırsın. Allah’ın selamı Peygamberimiz Hz. Muhammed’in (salla'llâhü aleyhi ve sellem) ve onun yüce ailesinin üzerine olsun.

Nefislerin meydana gelmesi hakkındaki risâle [burada] tamamlandı. Bu risâleyi “İnsanın Bilimlere İlişkin Güç Yetirebilirliği” isimli risâle takip etmektedir.

Tabîî-Cismânî Şeylerin Çel-Cismâniyyâtü't-tabîiyyât')

On Dördüncü -İhvân-ı Safâ Risâleleri’nin Yirmi SekizinciRisâlesi:
İnsanın Bilimlere İlişkin Güç Yetirebilirliği;

Bu Güç Yetirebilirliğin Bilgi Bakımından Hangi
Sınıra Ulaşabileceği, Hangi Sınırda Sona Ereceği ve
Hangi Üstünlüğe Kadar Yükselebileceğinin
Açıklanması Hakkında[169]

Rahman ve Rahim Olan Allah’ın Adıyla!

A

llah’a Hamd ve O’nun seçilmiş kullarına selam olsun. “Allah mı daha hayırlıdır yoksa O’na ortak koştukları varlıklar mı?”[170] [171]

Bölüm

İnsanın Bilimlere İlişkin Güç Yetirebilirliği

Ey kardeşim, -Allah seni ve bizi kendi katından bir ruh ile desteklesinbil ki, beşerî cisimlerde tikel/cüz’î nefislerin nasıl meydana geldiğine ilişkin açıklamaları­nı ızı tamamladıktan sonra şimdi de, bu risalede insanın bilimlere ilişkin güç yetirebilirliği ve bu güç yetirebilirliğin nerede sona ereceği hakkında konuşmak istiyor ve diyoruz ki:

Bil ki, Yüce Allah insanlığın babası Hz. Âdem’in bedenini topraktan yaratarak onu en güzel biçimde şekillendirdikten, sûretini güzelleştirdikten ve yapısını sağlam/muhkem kıldıktan sonra bu bedene kendi ruhundan üfledi. Böylece topraktan oluşan bu beden söz konusu yüce ruh ile hayat sahibi, bilen ve güç yetirebilen bir varlık oldu. Sonra Allah, Âdem’e isimleri öğreterek onu meleklerin tamamına değil, bir kısmına üstün kıldı. Böylece Allah, topraktan gelen beden sebebiyle değil, ancak, kendisinden üflediği bu yüce ruh sebebiyle meleklerin Âdem’e secde etmelerini em­retti. Sonra lanetli İblis, topraktan oluşan bu bedene baktığı zaman, bedendeki söz konusu bu bilen, üstün ve yüce ruhu gördüğü ve kavradığı [halde] şöyle dedi: “Ben ondan daha üstünüm, çünkü sen beni ateşten onu ise topraktan yarattın.”2 Hâlbuki ateş topraktan daha üstündür. Çünkü ateş [sürekli] yücelmeyi isteyen aydınlık ve hareketli bir cisimdir. Toprak ise [sürekli] aşağıda olmayı isteyen karanlık ve hare­ketsiz bir cisimdir. İşte bu yanlış bir kıyas olarak İblisin [düşüncesiydi]. Çünkü secde etmek, topraktan oluşan bedene ilişkin [bir emir] değil, aksine bu yüce ruha ilişkin [bir emir]di. O halde insan yediği, içtiği ve uyuduğu zaman bunu bedene ilişkin ola­rak yapar. Oysa hareket ettiği, algıladığı, konuştuğu ve bildiği zaman bunu Allah’ın emrettiği yüce ruha ilişkin olarak yapar.

O halde bil ki, yemek, içmek ve bütün yiyecekler bedenin gıdası ve diriliği olduğu gibi, bilgi de nefsin gıdası ve diriliğidir.

Sonra bil ki, varlıklar hakkındaki bilgi, duyularla idrâk edilen şeylere ilişkin bilgi­lerde ve aklı önceleyen [a priori] bilgilerde olduğu gibi bir kısmı doğuştan gelen tâbiî bilgilerdir. Bir kısmı ise, matematik, eğitim ve vahyin (nâmûs) getirdiği bilgilerde ol­duğu gibi öğrenimle elde edilen ve sonradan kazanılan bilgilerdir. Ancak, insanların bir kısmı eğitim ve öğretime rağbet etmezler, aksine, duyuların algılamasına (idrâk) veya aklî sezgilere rağbet ederler. İnsanların bir kısmı ise eğitim ve öğretime ilgi duyarlar. Fakat bu insanların bazısı, nefisteki tasavvurlar (varlıkları zihinde şekillen­dirme) veya mantık ve geometri burhânları (delilleri) ile sabit olan şeylerin dışında herhangi bir şeyi bilgi olarak kabul etmezler. Bunların bazısı şâirin sözünün işaret ettiği şeyin dışında herhangi bir şeyi ilim olarak kabul etmezler. Bazısı da rivayet ve haberin dışında herhangi bir şeyi ilim olarak kabul etmezler. Bazısı ise münakaşa ve cedelin dışında herhangi bir şeyi bilgi olarak kabul etmezler. Bu insanların bazısı ise taklide razı olur ve bununla ikna olurlar.

O halde bilgi ve duyulur varlıkların idrâkleri hakkında insanın kudretinin sınırı­nı ve nerede sona ereceğini açıklamamız gerekiyor. Bu ise varlığın hakikatinin bilgisi konusunda insanın gayreti ve güç yetirebilirliği ve bunun nerede son bulacağıyla ilgilidir. Çünkü âkil insanlar içinde bir gurup vardır ki bunlar âlemin varlığa gelişi hakkında tefekkür ettiklerinde ve onun yokluktan sonraki varlığının zorunlu illetini araştırdıklarında bunu kesin bir bilgi ile bilemediler ve akıl bakımından âlemin var­lığının ilkesini zihinde şekillendiremediler. Böylece bilgisizlikleri onları âlemin ezelî oluşu (kıdem} fikrine götürdü. Bu insanların bir kısmı ise bir şeyin başkalarına değil, sadece kendisine görünür olduğunu kabul ederler. Böylece bu insanların âlemin var­lığa gelişi ve ona varlık veren zorunlu illetin ne olduğuna ilişkin sözleri, onlardan her birisinin gördüğü şey bakımından değişir. [Fakat] biz “İlkeler (mebâdî) Hakkındaki Risale” mizde bu illetin ne olduğunu açıklamıştık. O halde bu ilkenin ne olduğunu o risâleden öğren.

Bölüm

Âlemin Varlığa Gelişinin Nasıl Olduğu Hakkında

Sonra bil ki, her kim âlemin varlığa gelişinin nasıl olduğu ve yokluktan sonraki varlık illeti hakkında tefekkür ederse; böylece bu illeti bilmeyi veya bu varlığa gelişin nasıl olduğunu zihinde şekillendirmeyi (tasavvur} isterse bu kişi, kendi bedeninin bileşimini (terkip} bilemeyen, kendi şeklî yapısını tefekkür edemeyen, varlığının il­kesinin nasıl olduğunu idrâk edemeyen, nefsinin cevherinin mahiyetini ve nefsin bedenle ilişkisinin nasıl olduğunu, nefsin bedenle herhangi bir ilişkisi yokken onu bedenle ilişkili hale getiren illetin ne olduğunu, ömrünün sonunda ecelin gelmesi ile nefsin bedenden ayrılmasının illetini, bedenden ayrıldıktan sonra nereye gittigıııi ve bundan önce de nereden geldiğini bilemeyen cahil bir kişidir. Bu kişi kendi I avı ayışına daha yakın olan, öğrenmesi daha kolay olan ve zihinde şekillendirilmesi (tasavvuru) mümkün olan biraz önce zikrettiğimiz durumlar hakkındaki bilgisizli­ğine rağmen, âlemin varlığının ilkesini, onun nasıl var olduğunu ve varlığa gelmenin zoı unlu illetini kesin bir bilgi ile öğrenmek ister. Bu kişinin durumu tıpkı, yüz ratl[172] taşımaya güç yetiremediği halde bin ratl yüklenen adamın durumu gibidir. Ya da yürüyemediği halde koşmak isteyen veya dışarı çıktığı zaman önünü göremediği halde örtünün ardındaki şeyin ne olduğunu görmek isteyen adamın durumu gibidir.

Sonra bil ki, insanın halleri, bu hallerinin durumları ve bedeninin durumu dik­kate alındığında [görülür ki], insan, büyüklük ve küçüklük arasında bir yerdedir. Çünkü o ne aşırı küçük ne de aşırı büyüktür. Aynı şekilde onun durumu, bu dün­yada kaldığı süre bakımından da böyledir. Çünkü onun ömrü bu dünya hayatı bakımından ne fazla uzun nede fazla kısadır. Onun, varlık bakımından durumu da bu şekildedir. Onun varlığı ne tüm varlığı önceleyen bir varlıktır ne de en son varlıktır. Çünkü felekler ve unsurlar gibi varlıkların bir kısmı varlık bakımından onu önceler­ken, yapma (sınaî) varlıklar gibi bir kısmı ise ondan sonradır.

Aynı şekilde mekân bakımından insanın durumu da arada bir yerdedir. Çünkü insan âlemin en yüksek tarafında olmadığı gibi, âlemin merkezinde de değildir.

Aynı şekilde insanın şeref ve üstünlük bakımından durumu da arada bir yerdedir. Çünkü Allah’a yakın (mukarrebûn) melekleri gibi varlıklar insandan üstün iken hay­vanlar gibi (diğer) varlıklar ondan daha aşağıdadır.

Aynı şekilde insanın güçlülük ve zayıflık bakımından da durumu arada bir yer­dedir. Çünkü o oldukça sağlam bir kuvvete sahip olmadığı gibi küçümsenilecek bir zayıflığa da sahip değildir. Çünkü aslan gibi hayvanlar ondan çok daha güçlü iken küçük canlılar gibi hayvanlar ise ondan daha zayıftır.

Aynı şekilde insanın bilgi ve bilgisizlik bakımından da durumu arada bir yerde­dir. Çünkü insan, melekler gibi bilgide derinleşen bir varlık olmadığı gibi, hayvanlar gibi ihmalkâr bir cahil de değildir.

Aynı şekilde insanın bilebileceği şeylerin durumu da iki [aşırı] tarafın arasında bir yerdedir. Şöyle ki: İnsan, sayıların katlanarak artması gibi, aşırı derecede, çok sayıdaki varlığa ilişkin bilgiyi kuşatamaz. İnsan parçalanmayan bir parça gibi az sa­yıdaki varlığa ilişkin bilgiyi idrâk eder; tıpkı on sayısının kökünü almak ve benzeri gibi.

Aynı şekilde insanın tartılabilir şeylere ilişkin gücünün durumu da arada bir yer­dedir. Çünkü insanın, dağların ağırlığında olduğu şekilde aşırı bir ağırlık ile zerrenin ağırlığında olduğu şekilde oldukça küçük bir ağırlığın arasında bir yerde kalan var­lıklardan başka şeyleri tartâbilmesi mümkün değildir.

Aynı şekilde onun miktarları ve boyutları aşmasına ilişkin kuvvetinin durumu da arada bir yerdedir. Çünkü insanın, çöller ve denizlerin genişliğinde olduğu gibi, aşırı genişlik ile hardal tanesi ve iğnenin darlığında olduğu gibi, aşırı darlık arasında bir yerde kalan miktar ve boyutların dışında bir miktarı ve boyutu aşması mümkün değildir.

Aynı şekilde duyulur varlıkların idrâk edilmesi bakımından da insanın duyu güçlerinin durumu arada bir yerdedir. Duyu güçleri iki aşırı tarafın arasında kalan şeylerden başka herhangi bir şeyi algılayamaz. Şöyle ki: mesela görme gücü aşırı karanlıkta renkleri görmeye hiçbir şekilde güç yetiremediği gibi yaz günlerinde gün ortasında güneşe bakmakta olduğu gibi, parlak ışıkları da hiçbir şekilde algılayamaz.

Duyma gücünün durumu da bu şekildedir. Duyma gücü, şiddet ve ihtişamından dolayı yıldırımın sesini işitmeye hiçbir şekilde muktedir olmadığı gibi, zayıflığı ve hafifliğinden dolayı karıncanın yürüme sesini de işitmeye hiçbir şekilde muktedir değildir.

Aynı şekilde tat alma, koku alma ve dokunma duyularının durumu da bu böyle­dir. Bu duyu güçlerinin de iki aşırı tarafın arasında kalan duyulur varlıklardan başka herhangi bir şeyi idrâk etmeleri mümkün değildir. Mesela, aşırı sıcak ve aşırı soğuk insanın tabiatını bozar ve onu itidalden uzaklaştırır.

Yine aşırı tat ve kokular da duyu organlarını bozar, onların tabiatlarını ve du­yumlarını değiştirirler. Bu durum ise [insan] tabiatının itidalden sapması demektir. Nitekim biz bütün bunları “Duyu Organlarının Duyulur Varlıkları Nasıl Algıladığı Hakkındaki Risale’mizde tek tek açıklamıştık. O halde bu şeyleri o risâleden öğren.

Aynı şekilde insanın geçmiş şeyler ve uzun bir zaman olarak geçmişte kalan ha­berlere ilişkin bilgisinin durumu da bu böyledir. [Çünkü] insanın kendi zamanına yakın bir zamanda meydana gelen şeylerden başka herhangi bir şeyi bilmesi müm­kün değildir. Mesela bize yakın bir zamanda yaşamış babalarımızın ve dedelerimi­zin durumunu, İsrail oğulları hakkındaki haberleri, tufandan sonrası ve öncesin­de de Âdem'e (a.s.) kadar olan şeyleri bilmemiz bu anlamda mümkündür. Ancak Âdemden (a.s.) öncesinde meleklerin durumuna ilişkin olan haberler, Âdem’in (a.s.) yaratılışından önce yeryüzünde bozgunculuk çıkaran cinlerin kıssası gibi şeyleri in­sanın hiçbir şekilde bilmesi ve kesin bilgisine ulaşması mümkün değildir. [Bunlara ilişkin bilgiyi] ancak meleklerden alman vahyin bildirdiklerini [zorunlu olarak] ka­bul ederek bilebiliriz.

Aynı şekilde insanın gelecek bir zamanda meydana gelecek şeylere ilişkin bilgi­sinin durumu da bu böyledir. İnsanın onları kesin bir şekilde bilmesi ve yıldızların işareti ile onların varlığına delil getirmesi hiçbir şekilde mümkün değildir. Ancak yakın bir zamanda meydana gelecek şeylere; mesela her yirmi yılda bir kez olan or­taya çıkan karinelerle, her iki yüz kırk yılda bir kez meydana gelen karinelerle ve her dokuz yüz altmış yılda bir kez meydana gelen karinelerle müneccimlerin delil getirmeleri mümkündür. Fakat astrologların (müneccim), her üç bin sekiz yüz kırk yılda bir kez ortaya çıkan işaretlerle (karine) ve her yedi bin yılda bir kez ortaya çı­kan karinelerle ortaya çıkacak oluşumların bilgisine delil getirmeleri, [bu şeylerin] gelecek zamandaki uzunluğundan dolayı, mümkün değildir.

Aynı şekilde insan aklının durumu da böyledir. İnsan aklı, ancak, gizlilik ve yü­celik bakımından iki aşırı tarafın arasında kalan akledilir varlıkları zihinde şekillenıhı meye güç yetirebilir. Şöyle ki: akledilir varlıklar arasında bazı varlıklar vardır ki, hu varlıkların aşikâr, apaçık ve belirgin oluşunun şiddetinden dolayı insan aklının oııl.ırı idrâk etmesi ve yüceliklerini kuşatması hiçbir şekilde mümkün değildir. Me­şe l.ı şanı yüce olan Allah’ın yüceliği bu şekildedir. Çünkü Allah’ın zâti gizliliği aşırı olduğundan dolayı değil de, aksine aşikârlığı, apaçıklığı ve belirginliği aşırı oldu­ğundan dolayı insan aklının Allah’ı algılaması ve zâti mahiyetinin yüceliğini bilmesi hiçbir şekilde mümkün değildir. Mesela insan aklının âlemi bir bütün olarak zihinde şekillendirmekteki acziyeti de âlemin çok küçük ve gizli olmasından dolayı değil, <, ok büyük ve aşikâr olmasında dolayıdır. Aynı şekilde insan aklının maddesinden soyutlanmış sûretleri algılamasındaki acziyeti de bu varlıkların saflığının, inceliğiııiıı/latifliğinin ve varlıktaki etkinliğinin şiddetinden dolayıdır.

Aynı zamanda insan aklının, gizliliğinden, küçüklüğünden ve inceliğinden do­layı idrâk ve zihinde şekillendirmesi mümkün olmayan varlıklar da söz konusudur. Mesela atomlar ve bütün sûret ve niteliklerden soyutlanmış ilk maddenin durumu hu şekildedir. Yine insan aklının ceninin rahimde şekillenmesinin nasıl olduğuna ilişkin acziyeti, yumurtanın içindeki yavrunun yaratılışının nasıl olduğuna ilişkin .11 ziyeti, kabuğun içindeki tohuma ilişkin acziyeti ve çiçeklerin örtüsünün içindeki meyvelere ilişkin acziyeti de bu şekildedir.

Sonra bil ki, insanın duyusal olarak algıladığı bu varlıklar onun kendisinin yaptığı şeyler değildir. Fakat insan duyusal olarak bu şeylerin varlığa gelme sürecini algı­layamaz ve zihinsel olarak onları zihinde şekillendiremez. O halde âlemin varlığa gelişini ve varlık illetini bilmek isteyen kimsenin öncelikle bu varlıklar hakkında te­fekkür etmesi gerekmektedir. Böylece öncelikle bu varlıkların varlığa gelişinin nasıl olduğunu bilmesi ve zihinde şekillendirmesi/tasavvur etmesi, sonra âlemin varlığa gelişinin ve varlık illetinin nasıl olduğu hakkında düşünmesi/tefekkür etmesi gerekir. O halde her kim bunları kesin bir bilgi ile bildiğini iddia ederse, [öncelikle] âlemin şuanda sahip olduğu sûretin nasıl olduğunu bize bildirmek [zorundadır]. Çünkü o, bunları doğrudan algılıyor ve müşahede ediyor. Geçmiş zamanla birlikte geçen olu­şumlara ilişkin bilgiyi unuttuğundan dolayı, bunları öncelikle ortaya koymalıdır. Ya da gelecek bir zamanda bunların nasıl olacağını ortaya koymak durumundadır. Ya da yıldızların çok olmasının sebebini/illetini; boyutlarının, ölçülerinin, büyüklükle­rinin ve hareketlerinin illetini; şu anki durumlarının nasıl olduğunu ve bu durumda olmalarının illetini bize bildirmek [zorundadır]. Ya da galaksinin ne olduğunu bize bildirmek[zorundadır]. Çünkü bu konuda hastalıklı sözler söyleyen bilgelerden bu­güne kadar bunların tek bir tanesini dahi bulmuş değiliz. Ya da tek bir şeyden haber versinler ki bu da ay feleğinin yüzünde gördüğümüz eserdir. İnsanların daima göz­lemleyebildikleri bu şeyin ne olduğunu bize bildirmek [zorundadır] ki, insanların müşahede edemediği şeyleri ortaya koyabilsin. Ya da madenlerin cinslerinin farklı olmasının illetini, insanların sûretlerinin farklı olmasının illetini, hayvanların şe­killerinin farklı olmasının illetini ve şuanda bulundukları durumun illetini ortaya koymak [zorundadır].

Bölüm

Peygamberlere Olan İhtiyaç Hakkında

Sonra bil ki, bütün bu varlıkların sebeplerinin/illetlerinin kesin bilgisine ulaş­mak, peygamberlerin teslim olmuş bir şekilde meleklerden aldıkları gibi, ancak pey­gamberlerden tevarüs edilerek alman [bilgilerle] mümkündür.

Sonra bil ki, insan bilgisinin meleklerin bilgisine ve marifetine olan oranı deniz hayvanlarının bilgisinin kara hayvanlarının bilgisine ve ma’rifetine (tanınmasına) olan oranı ve kara hayvanlarının bilgisinin insanın bilgisine ve ma'rifetine olan oranı gibidir. Şöyle ki: deniz hayvanlarının algıları, hareketleri ve beslenme isteklerinde, maslahat ve faydalarında, düşmandan kaçışlarında, erkek ve dişi seçimlerinde ve kendi cinslerinin soylarını takip etmeye ilişkin ayırt etme güçleri vardır. Ancak kara hayvanlarının durumlarına ilişkin algıları ve onların yaptıklarına ilişkin bilgileri ba­sit bir şey olmadığı takdirde onları bu gibi şeylerin bilgisine götürmez.

Aynı şekilde kara hayvanlarının insanların durumlarına ilişkin bilgileri ve yap­tıklarına ilişkin ma’rifetleri bu şekildedir. O halde kara hayvanları da basit bir şey olmadığı takdirde bu bilgilere sahip olamazlar.

Aynı şekilde insanların meleklerin durumuna, felekler arasındaki boşluğa ve gök tabakalarına ilişkin bilgileri de bu şekildedir. Basit bir şey olmadığı sürece onların bu bilgilere ulaşması mümkün değildir.

Aynı şekilde meleklerin birbirinden farklı ve ayrı makamlarında ve mertebelerin­deki durumu da bu şekildedir. Melekler de mertebe ve üstünlük bakımından birbiri ardına gelirler. Her bilenin üstünde bir bilen vardır. Şanı yüce olan Allah’ın, melekle­rin mertebelerine ve makamlarına ilişkin durumlarını bildirdiği gibi bu silsile Allah’ta son bulur. Nitekim Yüce Allah şöyle buyurur: “De ki (ey Muhammed): Bu (Kuran), büyük bir haberdir. Sizler ise, ondan yüz çeviriyorsunuz. [İnsanın yaratılışı konusunda] Mele-i âlâ (yüce topluluk)tartışıp dururken ben hiçbir bilgi sahibi değildim”[173]

Yüce Allah meleklerin söylediklerine ilişkin de şöyle buyurur: “(Melekler der ki:) Bizden her birimiz için belli bir makam vardır. Biziz, o saflar halinde dizilmiş olan­lar, gerçekten biziz. Biziz, o teşbih edenler de, gerçekten biziz.”[174] “Rabbinin ordularını kendisinden başka (hiç kimse) bilmez. Bu ise, beşer (insan) için yalnızca bir öğüttür.”[175]

Yani meleklerin cinslerini; cinlerin, insanların ve hayvanların sınıflarım tam ola­rak [Allah’tan başka kimse bilmez].

Sonra bil ki, bütün yaratılmışların bilgisinin Yüce Allah’ın bilgisine oranı ancak küçücük bir parça gibidir. Nitekim Yüce Allah şöyle buyurur: “Eğeryeryüzündeki bü­tün ağaçlar kalem olsaydı, denizler de mürekkep, sonra yedi deniz [daha] eklenseydi, Allah’ın sözleri yine de tükenmezdi.”[176] Yani Allah’ın bilgisi [tükenmezdi]. [Bir başka ayette] Allah şöyle buyurur: “(yaratılmışlar ise) O’nun dilediğinden başka, ilminden hiçbir şey kavrayıp kuşatamazlar.”[177]

İşle biz bu risâleyi, insan gücünün ilim ve marifetteki sınırı konusunda kardeşle­nil ü/c bir uyarı olması için ve bir takım cedelî sözlerle âlimlere karşı koyan gruplara l>ıı kınama olması için yazdık. Zira bu kişiler, öğrenmeleri ve araştırmaları zorunlu . -l.ııı varlı klar hakkındaki soruşturmayı terk ettikleri halde insanın gücü ve bilgisi si­mi nida olmayan varlıkların illetinin ne olduğunu soruyorlar. Hâlbuki bu kişiler bil­gisizliklerinden dolayı [öğrenmeleri ve araştırmaları gereken] bu varlıklar hakkında

>ı ıı sormuyorlar, onların durumları hakkında tefekkür etmiyorlar.

Bölüm

Âlemin Ezelî oluşu (Kıdemi) ve Sonradan Meydana Gelişi (Hudûsü)
Konusunda Bilginler Arasındaki Görüş Farklılıkları Hakkında

Bil ki, bilgi, amel ve ticaret [gibi] alanlarda kendi uzmanları arasında, tartışma ko­nusu ve farklılık olmayan hiçbir şey yoktur. Bilginler arasında âlemin ezelî oluşu ve sonradan ortaya çıkmasına (kıdem ve hudûs) ilişkin farklılıklarda bu şekildedir. Bu hı Iginler iki guruptur: Felsefi [araştırma metodunu kabul edenler] ve dini hükümleri | kabul edenler]. Peygamberlere gelince, onların tamamı şüphesiz bir şekilde cisimler âleminin sonradan yaratılmış (hâdis) olduğuna inanıyorlar ve böyle düşünüyorlar. Aynı şekilde ilimde derinleşen faziletli bazı filozoflar da âlemin sonradan/hâdis ol­duğunu düşünmüşler. Ancak [bilgisi] eksik olduğu halde filozof gibi davranan bazı kişiler âlemin kıdemi konusunda söylediklerine ilişkin şüpheye ve iddia ettiklerine ilişkin tereddüte düştüler.

Aynı şekilde peygamberlere tâbi olanlar ve onların getirdiklerine yakın duranlaı ın çoğunun durumu da böyledir. Çünkü onlar da [peygamberlerden] naklen elde ellikleri şeylerde şüpheye düştüler ve inandıkları şeyler hakkında tereddüt ettiler. Ey faziletli kardeşim, bu kişilerden olmaktan Allah’a sığınmanı tavsiye ederim. Çünkü onların bu risâledeki örnekleri ve anlaşmazlığa düştükleri şeyler ancak [şu] aptal, ıhmak ve bilgisiz çocukların [ihtilafları] gibidir. Şöyle ki: hikmet sahibi bir adamın küçük çocukları varmış. Bunların içinde zeki, akıllı ve seçkin; aptal, ahmak ve bil­gisiz olmak üzere iki gurup varmış. Bu kardeşler bir gün babalarının sandıklarına baktılar ve onları değişik tatlardan, renklerden, kokulardan ve şekillerden oluşan tatlılarla dolu olarak gördüler. Bu tatlılar hakkında düşünüp tefekkür ettiler ve zihin­lerine şöyle söylemek geldi: Acaba bu hayret veren şeyleri kim yaptı, bu şekilleri kim oluşturdu, bu renkleri kim yaptı?

Bu çocuklardan daha zeki, akıllı, algısı güçlü ve seçkin olanlar, bu tatlıları hikmet sahibi birinin yaptığını anladılar. Bu çocuklardan ahmak, aptal ve gâfil olanlar ise bu sandıkların üstünü örtüp kapattılar.

Sonra, bu tatlıların hikmet sahibi birinin sanatı olduğunu kavrayan çocuklar şöy­le tefekkür ettiler: Acaba [hikmet sahibi] bunları hangi şeyden yaptı, acaba bunları nasıl şekillendirdi?

Bu çocukların ise, [daha] zeki ve [daha] akıllı olanları [hikmet sahibinin] bu şey­leri bir başka şeyden yaptığını kavradılar. Akıl ve zekâ bakımından bunlardan daha aşağıda olanlar ise [bu düşüncenin] üzerini örttüler.

Sonra [hikmet sahibinin] bu şeyleri başka bir şeyden yaptığını kavrayan çocuklar şöyle düşündüler: Acaba bu şeyleri nasıl yaptı, niçin bu şekillerle zihinde şekillen­dirdi?

Bu çocukların ise, en zeki, en akıllı ve en seçkin olanları bunu [soruları] düşün­düler, zihinde şekillendirdiler, [sonra] nasıl ve niçin sorularına ihtiyacın olmadığını kabul ettiler. Mertebe bakımından bunlardan daha aşağıda bulunanlar ise bu düşün­cenin üzerini örttüler, akılları yetmediği [halde], bu konu hakkında tefekkür ettiler ve düşündüler.

Sonra bu esnada [aptal, ahmak ve bilgisiz] kardeşler gaflet içinde, akıllı olanlara bu tatlılar hakkında sorular sordular. Onlar da bunları bir tatlıcının yaptığını söyle­diler. Bu sefer tatlıcı kim? diye sordular.

[Akıllı olanlar] şöyle cevap verdiler: Hikmet sahibi bir yapıcı. Anlayışlı ve akıllı olanlar bunu tasdik ettiler. Aptal olanlar ise bunun üstünü örttüler. Çünkü onlaı daha önce ne bir tatlıcı görmüş ne de duymuşlardı.

Sonra küçük olan kardeşler, akıllı ve ergen olan büyük kardeşlerine şöyle sordu­lar: Acaba tatlıcı hayret veren bu şeyleri hangi şeyden yaptı? Akıllı ve ergen olanlar ise şöyle cevap verdiler: Şeker, yağ ve undan yaptı.

Bu çocukların bir kısmı bunu tasdik ettiler. Çünkü onlar başarılı, doğruyu bulan, (bilgiyle) desteklenmiş ve doğru görüşlü kimselerdi. Bu çocukların bir kısmı ise ya­lanladılar ve inkâr ettiler. Çünkü onlar açık olarak bu şeyleri düşünemediler ve akıl bakımından bunları kesin bir bilgi ile kavrayamadılar. Sonra bunlar şöyle dediler: Bize [şeker, yağ ve undan] bir şey gösterin.

[Akıllı ve ergen olan büyük kardeşler] şöyle cevap verdiler: Yapıcı onlardan bir şey bırakmadı, aksine, hepsini kullandı.

Böylece başarılı olanlar bu cevabı tasdik ettiler. Yalanlayanlar ve inkâr edenler ise doğru yolu bulamadılar. Sonra bunlar şöyle sordular:

Tatlıcı bunları nasıl yaptı? [Akıllı ve ergen olan büyük kardeşler] şöyle cevap ver­diler: Ocağı kurdu, ateşi tutuşturdu, [tatlının içinde yapıldığı] tencereyi hazırladı, yağı tencerenin içine döktü, içine şeker karıştırdı, bir maşa ile hareket ettirdi, sonra un ile katı hale getirdi.

Kavrayış bakımından zeki olanlar, zekâlarının mükemmelliği, tefekkürlerinin gü­zelliği, kalplerinin genişliği, nefislerinin cevherinin saflığı ve akıllarını aydınlatan ışık sebebiyle bunu zihinde şelillendirebildiler. Bunlardan bir kısmına ise bu bilgiler anlaşılmaz geldi. Çünkü bu kişiler zeki değildi, kalpleri saf değildi ve akıllarını ay­dınlatan bir ışık da yoktu.

Sonra bu kardeşler kendi aralarında anlaşmazlığa düştüler. Böylece bu meselede guruplar halinde kendi aralarında mücadele eden, tartışan, münakaşa eden kimseler oldular ve aralarında fitne ve nefret ateşi tutuştu.

Sonra, şefkatli baba çocukların içine düştüğü bu büyük sıkıntı ve belayı görün­ce onlara acıyıp merhamet etti ve mantıklı düşünen akıllı bazı kardeşlere hakem olmalarını, aralarında adaletle hükmetmelerini ve en iyi şekilde karar vermelerini istedi. Böylece onlara şöyle dedi: Kardeşleriniz [ihtilaf ettikleri bir mesele hakkında]

Iı.ıkcınlik yapmanız için size geldiklerinde, ihtilaf ettikleri mesele hakkında onları dnj',1 u yola iletin ve onlara rehberlik yapın. Bu tatlıların kim tarafından yapıldığı I , iKİileıine sorulduğunda hakemlik yapan kardeşler, tatlıların babaları tarafından v. ı p 11 d ı ğ ın ı söyleyerek kardeşlerine cevap verdiler. Böylece bu söz üzerine küçük kardı -.lı i in nefisleri teskin oldu. Çünkü onların babalarına ilişkin kesin bilgisi kavrayış­larına bu tatlıcıya ilişkin bilgilerinden daha yakındı.

Bu küçük kardeşler “[Bu tatlılar] hangi şeyden yapıldılar?” diye sorduklarında, |hakemlik yapan kardeşler] şöyle cevap verdiler: Sizin bildiğiniz bir şeyden değil. Onların bu sözleri üzerine küçük kardeşlerinin nefisleri, bu tatlıların şeker, tahin ve undan yapıldığını söyleyenlerin cevaplarına göre daha fazla yatıştı. Çünkü var­lıkların, onların göremeyeceği ve kesin bir bilgi ile bilemeyeceği kadar çok olduğu gocuklara [daha] anlaşılır gelmişti.

| Küçük çocuklar] “Bu tatlıları nasıl yaptı ve onlara nasıl şekil verdi?” diye sorduk­larında ise [Akıllı ve ergen olanlar] şöyle diyerek [cevap verdiler]: Nasıl ve ne şekil­did dediyse öyle yaptı. Bu cevaplar, onların nefislerini bu konuda sözü uzatanların evaplarından ve “Şöyle şöyle yaptı ve şöyle şöyle düzenledi” diyenlerin sözlerinden daha fazla yatıştırdı.

İşte bu, âlemin sonradan (hâdis) olduğuna ve ezelî (kadîm) olduğuna ilişkin bil­ginler arasındaki ihtilafın; soru soranların ve cevap verenlerin örneğidir. Buna göre, âlemin içindeki hayret veren şeylerin, varlıkların cinslerinin yöntemleri ile acayiplik­lerinin ve yapılmış sanatların sınıflarının durumu tatlılarla dolu bu sandıkların duru­mu gibidir. Âlemin hâdis olması, nasıl meydana geldiği, maddesi ve sanatlarına ilişkin soru soranların durumu; küçük, akılları zayıf, kavrayışları eksik olan bu kardeşlerin durumu gibidir. Kendilerine soru sorulduğunda uzun açıklamalarla cevap veren ve böylece kardeşlerin arasında tefrika çıkaran akıllı kardeşlerin durumu, âlemin hâdis olmasının keyfiyeti, madde, sûret, unsurlar, doğa ve bunlar gibi zihinde şekillendir­meye uzak garip anlamları olan lafızlarla cevap veren filozofların durumu gibidir. Hakemlik yapan ve cevaplarında adaleti sağlayan kardeşlerin durumu, peygamberler ve onların varislerinin (halife) durumu gibidir. Söz konusu şefkatli ve merhametli babanın durumu ise peygamberleri, ihtilaf ettikleri konularda yarattıkları arasında hüküm verenler ve insanların akıllarının ulaşabildiği ve kavrayışlarının anlayabildiği kadarıyla onlara cevap verenler olarak gönderen Yüce Allah’ın durumu gibidir.

Bölüm

Bu Meseleyi Öğrenmek İsteyenlerin İhtiyaç
Duyduğu Şeyler Hakkında

Sonra bil ki, daha önce biz, âlemin sonradan/hâdis olduğunu söyleyen Allah’ı birleyen (muvahhid) ve faziletli bilginlerin ifade ettikleri gibi, âlemin hâdis oluşu­nun sebebini/illetini belirtmiş, sanatının nasıl olduğunu, maddesinin mahiyetini ve aklî ilkeler bakımından sûretini açıklamıştık. Ancak bu mesele üzerinde düşünen ve onu öğrenmek isteyen kimsenin bunları anlayabilmesi için saf bir nefse, ince bir kavrayışa, kuvvetli bir düşünmeye ve rûhânî bir zihinde şekillendirme (tasavvur) mükemmelliğine sahip olması gerekir. Her kim anlattığımız bu şeyleri anlayamazsa filozofların, “âlemin bir oluşturucu sebebinin (illetinin) olduğu ve bu illetin ise Yüce Allah olduğu” sözüyle yetinmesi gerekir. Birçok defa peygamberler de âlemin bir bütün olarak yaratılmış olduğunu ve şanı yüce olan Allah’ın ise onun yaratıcısı, var edicisi ve oluşturucusu olduğunu söylemişlerdir. Eğer bu kişi filozofların söyledikle­rini ve peygamberlerin bildirdiklerini akledemezse, onların sözlerine güvenmezse, nefsi onların verdiği hükümlerle teskin olmazsa, onların sözlerinden tatmin olmazsa ve [bütün bunlara karşılık] vehim gücünün tahayyüllerine güvenirse, bu durumda vehim gücünün hükmüne de hiçbir şekilde güvenmemesi gerekir ve onun tahayyül­leriyle de hiçbir şekilde teskin olmaması gerekir. Çünkü bu, hiçbir gerçekliği olma­yan bir hayal ürünüdür. Bir gerçekliği olmayan şeye ise hiçbir şekilde güvenilmez ve onun hakkında doğru bir karar verilmez. Mesela [pişen bir] yemeğin içindeki şeyle­rin renkleriyok olduğunda bu şeyin hakikatine ilişkin görme gücünün doğruluğu ile hüküm verilmez ve ona hiçbir şekilde güvenilmez, bu şeyin hakikatine ilişkin doğru hüküm ancak koku alma gücünün yardımıyla olur. Bu yemeğin hakikatine ilişkin kesin bir bilgi elde etmek ise ancak tat alma kokusunun yardımıyla olur.

Aynı şekilde, ey kardeşim, zor bir mesele hakkında şüpheye düşersen, dünya iş­lerinde yardım aldığın gibi, o meseleye ilişkin faziletli, saygın kardeşlerine danışma­dan kendi nefsine güvenmemen gerekir. Aynı şekilde senin din işlerine ve ahiretfin bilgisine ulaşma) isteğine ilişkin durumun da böyle olmadır. Ey kardeşim, Allah seni doğru yolda başarılı kılsın. Seni, bizi ve hangi memlekette olursa olsun bütün kar­deşlerimizi doğru yola yönlendirsin!

Bölüm

Bütün Bilimlerde Kardeşlerimizin
Düşünme Yöntemleri Hakkında

Sonrabil ki,ilkdönem (kadim) filozofları, bilimlere ilişkin sanatların, yöntemlere ilişkin farklılıkların ve hikmete ilişkin gizliliklerin, her şeye üstün gelen ve bir olan Allah’tan başka hiç kimsenin sayamayacağı kadar çok olduğunu söylemişlerdir. Bu filozofların bir kısmı, feleklerin bileşimi ve yıldızların düzenleri hakkında konuş­muşlardır. Aynı şekilde bu filozoflar ay feleği altındaki oluşumlar, mizaçlar ve tıp hakkında da konuşmuşlardır. Din âlimlerinden bir gurup ise bu filozofların tasnif ettiği şeylerin birçoğunu, ya bu şeylere ilişkin kavrayışlarının eksikliğinden ya bu şeyler hakkında derin düşünmeyi terk ettiklerinden ve [sadece] dînî ilimler ve on­ların yöntemleri ile meşgul olduklarından ya da iki grup arasındaki çekişmelerden dolayı reddetmişler. Aynı şekilde felsefi ilimlere ilişkin başlangıç ve orta düzeyde dü­şünenlerin birçoğu, vahyin emirlerine ve dînî hükümlere önem vermiyorlar, bu şe­kilde davrananları küçümsüyorlar ve peygamberliğin kardeşi olan devletin(mülk)[178] kuvvetinden korku ve kaçınmanın dışında onun hükümlerine uymayı reddediyorlar. İşte bütün bunlar her iki gurubun söz konusu varlıkların hakikatlerinin kesin bilgi­sine ilişkin kavrayışlarının eksikliğinden ve aynı şekilde bu oluşumların mahiyetine ilişkin bilgilerinin azlığından kaynaklanmaktadır.

Faziletli, saygın kardeşlerimizin yöntemi ise bu konuların yani, felsefî ve dînî (nebevi) ilimlerin tamamı hakkında düşünmek ve bu konulara ilişkin varlıkların ha­ki kaderini keşfetmektir. Bu ilim ise geniş bir deniz ve uzun bir alan olduğundan, < İli bir risâleden (ihdâ dşrate ve ‘hamsûn)1' oluşan bu külliyâtı te’lif etmeye götüren zaruret hakkında konuşmamız, bu risâlelerde araştırılan konuları mümkün olduğu kadar özetlememiz, öz mahiyetinde olan incelikleri ortaya koymamız gerekiyordu. I a kat ilimlere ilişkin araştırmalara yeni başlayanların kavrayışlarına yakın olmak ve bu konular hakkında tefekkür edenlere varlıkların zihinde şekillendirilmesin! kolay­laştırmak için bütün bunlar ancak atasözleriyle (darb-ı mesel) anlaşılabilirdi.

Sonra bil ki, felsefi ilimler ve dînî nebevi ilimlerin her ikisi de elde edilmek iste­nen maksat -ki bu asildirüzerinde ittifak eden ve [sadece] teferruatta farklılaşan İlahî niteliktedir. Şöyle ki: felsefî ilimlerin nihaî amacı, söylendiği gibi, insanın gücü ölçüsünde Allah’a benzeme çabasıdır. Bunun esası ise dört niteliktir: Birincisi varlık­ların hakikatinin kesin bilgisidir, İkincisi doğru (sahih) görüşlere inanmak (itikat)tır, üçüncüsü güzel ahlâk ile ahlâklanmak ve iyi karakterler [edinmektir], dördüncüsü ise temiz ameller ve güzel fiillerdir.

Bu niteliklerden maksat ise, nefsin kendi cinsinden olan meleklerle birlikte ni­metler içinde sonsuzluğa, kalıcılığa ve ebediliğe ulaşması için arınması, noksanlıktan yetkinliğe yükselmesi ve kuvve durumundan fiil durumuna çıkmasıdır.

Aynı şekilde nübüvvet ve vahyin maksadı da insânî nefsi arındırmak, ıslah etmek, oluş ve bozuluş âlemi olan cehennemden kurtarmak; felekler âleminin ferahlığı ve göklerin genişliği bakımından cennete ve cennet ehlinin nimetlerine ulaşmasını ve Kuranda zikredilen bu güzel kokulardan teneffüs etmesini sağlamaktır. İşte bütün bunlar, hem felsefî ilimler hem de dînî-nebevî ilimlerin maksadıdır.

Felsefî ve dînî ilimlerin farklılıkları ise onları bu maksadı gerçekleştirmeye götü­ren yollar bakımındandır. Çünkü farklı mizaçlar ve nefse ilişen değişken arazlardan dolayı vahye ilişkin konular, dînî hükümler ve dînî-hukûkî (şer’i) yükümlülükler de farklılaşmaktadır. Zira bu durum, acılar ve ağrılar olarak bedenlere ilişen hastalıkla­rın farklılığı ile zamanın ve mekânın farklılığı bakımından doktorların tedavi yön­temlerinin ve ilaçlarının da farklılaşmasında olduğu gibidir.

Nebevi ve felsefî hükümlerin yollarına, dînî-hukûkî (şer’i) yükümlülüklerin çe­şitlerine ve bir olan maksada ilişkin ihtilafın diğer bir örneği ise, Kâbe’ye ulaşmak isteyenlerin [kullandıkları] yolların farklılığı gibidir. [Çünkü] bu kişilerin Kâbe’ye yüzünü çevirmeleri, bulundukları ülkelerin konumu ve doğu, batı, kuzey, güney yönlerinden Kâbe’ye yönelmeleri bakımından farklılaşır. Biz bu hususları “Coğrafya Risalesinde açıklamıştık. [179]



[1] Uzun gagalı ve bacaklı göçmen deniz kuşlarındandır (Arapça metin naşirinin notu).

[2] Ebutimar: Muhtemelen ebutemre. Hurma ve çiçek yiyen güzel görünümlü bir kuş.

[3] Nemi, 27/22-25.

[4] Kalem, 68/23-25 ayetlerini bazı ifade değişiklikleriyle anlatan bir cümle, (ç.n.).

[5] Tekâsür, 102/3-4.

[6] Fil, 105/1-5.

[7] Metinde geçen “kerkedennü” ismi sözlüklerde gergedan olarak çevrilmekte; ancak bunun bir yırtıcı kuş değil, iri cüsseli bir kara hayvanı olduğu bilinmektedir. Karışıklık ya risale yazarlarının bilgisinden ya istin­sahtaki hatadan ya da eseri neşre hazırlayanın elyazmasından yanlış okumasından ileri gelmiş olmalıdır.

(Ç.n.)

[8] Kâb bin Mamet, örnek getirmedeki üstünlüğü ile misal verilir. Onun babası, Mamet Melik İyad’dır. İbn Ümmi Duad, cahiliye şairi Ebu Duad el-lyadî’dir.

[9] Duhan, 44/25-29.

[10] Mümınun, 23/14.

[11] İkriş: hurmaya zararı olan asitli bir bitki olup onun kökündebiter ve onu öldürür. Yahut yeryüzünde yayı­lan, ince zehri, çan gibi bir tohumu ve bakla gibi tadı olan bir bitkidir (Arapça naşirin notu).

[12] Metinde “beyramu ûd” terkibi kullanılmıştır. Boruya benzer bir şey olduğunu sanıyoruz. Arapça metnin naşiri “erimiş sürme” anlamına gelen “el-kahlu'l-müzab nitelemesiyle karşılamıştır.

[13] Burada İsrailoğullarının Mısırda iken başlarına gelen felaketlerden birine gönderme yapılmaktadır. Buna göre Mısır’da onların başına gelen felaketlerden biri de erkek çocuklarının öldürülmesidir. Onlar Tanrı ya yalvarıp bu felaketten kurtulmak istemişler. Tanrı da hata ile öldürülmemek için evlerinin kapısına kan sürmelerini emretmiş (Eski Ahit Çıkış 12/13). (ç.n.)

[14] Enam, 6/103.

[15] Nemi, 27/33.

[16] Fetih, 47,16.

[17] Mâide, 5/54.

[18] Naziat, 79/10-12.

[19] Taha, 20/121.

5O.Ahzab, 33/72.

[21] Al-i İmran, 3/33.

[22] Hacıların Arafat’tan Mina’ya sel gibi akması, (ç.n.).

[23] Ankebut, 29/45.

[24] Tövbe, 9/34.

[25] Nahl, 16/68.

[26] Nur, 24/41.

[27] Maide, 5/31.

[28] Metinde ipek anlamına gelen değişik kelimeler sıralanmış olup Türkçede bunları ayrı ayrı karşılayacak kelimeler bulunmadığı için ipek kelimesi tekrarlanmıştır, (ç.n.)

[29] Dibac ve ibrişim kelimeleri de ipek anlamına gelir, (ç.n.)

[30] Metinde Metucehr şeklinde yazılmış, fakat doğrusunun Menucehr olduğunu düşünüyoruz, (ç.n.)

[31] Enam, 6/129.

[32] Lokman, 31/14.

[33] Metinde elfî elfi, yani peş peşe iki defa bin kelimesi geçiyor. Milyonu kast etmiş olduğunu düşünüyoruz, (ç.n.)

[34] Nemi, 27/16.

[35] Kalem, 68/1.

[36] Tur, 52/1.

[37] İsra, 17/1.

[38] Kasas, 28/30.

[39] Tin, 95/1.

[40] Tekvir, 81/1.

71.A1-İ İmran, 3/133.

[42] Hud, 11/119.

[43] Yasin, 36/78.

[44] Nemi, 27/10.

[45] Enbiya, 21/63.

[46] Meryem, 19/42.

[47] Enbiya, 21/69.

[48] Meryem, 19/1.

[49] Taha, 20/1-2.

[50] Şura, 43/2.

[51] Kadir, 97/1.

[52] İsra, 17/44.

[53] Burada muhatap ve konuşulan kişi anlamında Hz. Musa’nın lakabı olan Kelim sözcüğü kullanılmıştır, (ç-n.)

[54] Mümin, 40/28.

[55] Mümin, 40/45.

[56] Şuara, 26/80.

[57] Araf, 7/64.

[58] Tövbe, 9/111.

[59] Tövbe, 9/111.

91.Maide, 5/54.

[61] Saf, 61/4.

[62] Bakara, 2/54.

[63] Müddessir, 74/31.

[64] Cehennem adları olarak yerleşmiş olan bu kelimelerin anlamları: Cahim: ateş, cehennem; sair: alevli ateş; leza: tutuşmuş ateş; cehennem; hutame: şiddetli ateş; haviye: dipsiz çukur, (ç.n.)

[65] Zümer, 39/73.

[66] Çeviri: Prof. Dr. İsmail Çalışkan, Yıldırım Beyazıt Üniversitesi İlahiyat Fakültesi Öğretim Üyesi.

[67] Metinde geçen ve kelime olarak ‘bakmak’ anlamına da gelen 'nazar aynı zamanda, ‘bir şey hakkında düşünüp taşınmak’ anlamına gelmektedir, (ç.n.)

[68] Taha, 20/55; Hûd, 11/123.

[69] Çeviri: Prof. Dr. Abdullah Kahraman, Marmara Üniversitesi ilahiyat Fakültesi Öğretim Üyesi.

[70] Risâletu l-heyûlâ.

[71] Yani cisim ya birleşme ya ayrılık halinde olur.

[72] Esir denilen ve aslı Yunanca bu kelime bir astronomi ifadesidir. Maddenin ruhu anlamına gelmektedir. (Ç-n.)

[73] Risâletu's-semâi ve’l-âlem.

[74] Risâletu l-kevni ve’l-fesâd.

[75] Kornea: Gözdeki görme gücünün ön tarafında bulunan bir tabakadır. Beyaz, saf, yoğun ve katıdır. Reti­nayı örter ve dış tehlikelerden korur.

[76] Risâletü’l-akli ve’l-mdkûl.

12.Alak, 96/1-5.

13. Risâletu l-mebâdi.

[78] Risâletu l-hâs ve’l-mahsûs.

[79] Risâletul-akli ve’l-makûl.

[80] Risâletu l-hâs ve’l-mahsûs.

[81] Risâletu Maskıtu n-nutfe.

[82] Çeviri: Prof. Dr. İsmail Çalışkan, Yıldırım Beyazıt Üniversitesi İlahiyat Fakültesi Öğretim Üyesi.

[83] Risâletus-sanâi'u l-ameliyye.

[84] El-İnsânu alemun sağır vel-âlemu insânun kebir.

[85] Risâletu’l-bas vel-kıyâmet.

[86] Risâletü l-edvâr ve’l-ekvân.

[87] Risâletul-hayvan.

[88] Kitâbu Ahkâmi’n-nucûm ve muksi’l-ecinne ve e'mâri’l-mevâlîd.

[89] Risâletu'l-'ilel ve’l-malûlât.

[90] Risâletu Mâhiyeti’t-tabîa.

10. Kitâbu Tabâi’i’l-eğziyeti ve Derecâti Kuvvâhâ.

[92] Risâletu’n-nebât.

12. Risâletu Nuşûi'l-enfüsi’l-cüz’iyye.

13. Risâletu Efâli’r-ruhâniyyât.

[93] Risâletuî-edvâr vel-ekvân.

[94] en-Nefsu’l-külliyyetu l-felekî.

[95] Mü’min, 23/7.

[96] Hadd, vech, beyt, tâli, şeref kelimeleri özel terimler olup terim birliğini sağlamak amacıyla birinci ciltte açıklandıkları ve kullanıldıkları şekliyle burada da aynen kullanılmıştır, (ç.n.)

[97] Almagest (el-Mecistî): Yunanlı bilgin Batlamyus’un Astronomi ile ilgili kitabıdır. Abbasîler’in birinci as­rında yaşayan Haccac b. Matar bu bilgiyi aktarmıştır.

[98] Risâletü Ef'aâ’r-ruhâniyyât.

[99] Risâletu’l-Mûsîkî.

[100] Risâletut-tabî'a.

[101] Risâletul-âsârui-'ulviyye.

[102] Risâletul-hayvânât.

[103] Risâletul-ekvân vel-edvâr.

[104] Kütübü l-kırânât ve edvârul-ulûf.

[105] Risâletu l-basi ve l-kıyâme.

Tl. Risâletü Medhali'n-nücûm.

[107] R‘ad, 13/8.

[108] Hicr, 15/21.

[109] Ahkâf, 46/20.

[110] Şûra, 42/20.

[111] Kuranda yer alan (Kasas, 28/76-77) bu ifadeler Karun’u uyarmaya yöneliktir.

[112] Bakara, 2/110.

[113] Şuarâ, 26/227.

[114] Burada şu ayete atıf vardır: Kâf, 50/37.

[115] Fâtır, 35/34-35.

38. Yusuf, 12/22.

39. Bakara, 2/213. Metinde mizân kelimesi de vardır, fakat kelime benzer bir ayet olan Hadid suresi 25. ayette vardır.

40. Nisa, 4/165.

41. Risâletü kavli’l-hukemâ inne’l-insâne âlemun sağîrun.

[117] Çeviri: Prof. Dr. Abdullah Kahraman, Marmara Üniversitesi İlahiyat Fakültesi Öğretim Üyesi.

[118] Keymus (mide özsuyu): Midenin fâaliyetinden sonra yiyeceğin aldığı durumdur, (ç.n.)

3. Risâletü terkîbi’l-cesed.

4. Risâletü nüşûi’n-nefsi’l-cüziyye ve hurûcuhâ mine l-kuvveti ile’l-fi’l.

5. Risâletü hikmeti’l-mevt.

6. Risâletül-hâs ve'l-mahsûs.

[120] Burada A’râf suresinin 172. Âyetine telmih vardır, (ç.n.)

[121] Risâletun-nücûm.

[122] Bunlardan maksat, su, ateş, hava ve toprak şeklindeki dört unsurdur, (ç.n.)

[123] Risâletu l-mantık.

[124] Bkz. Ahkâf, 46/35.

[125] Allah tarafından olan, (ç.n.)

[126] Alak, 96/3-5.

[127] Tahrim 66/6. Âyete telmih var. (ç.n.)

[128] Risâletul-bas.

[129] İsrâ, 17/14.

[130] Câsiye, 45/29.

[131] En am, 6/152.

[132] Risâletü fazîleti’n-neseb.

[133] Risâletu's-semâ vel-âlem.

[134] Bunlardan maksat, su, ateş, hava ve toprak şeklindeki dört unsurdur.

[135] Çeviri: Kamuran Gökdağ, Mardin Artuklu Üniversitesi, Edebiyat Fakültesi, Felsefe Bölümü Araştırma Gö­revlisi.

[136] Nemi, 27/59.

[137] Köşeli parantezler içerisindeki ifadeler konuya uygun olarak mütercim tarafından eklenmiştir. Köşeli parantezin bulunmadığı yerler ise orijinal metinde vardır, (y.h.n.)

[138] Kudsî Hadis, bkz. Ebu’l-Hasan Nûreddîn Ali b. Ebî Bekr b. Süleyman Heysemî, Bugyetü’r-raid fî tahkiki mecmau’z-zevâid ve menbaul-fevâid, Thk.: Abdullah Muhammed Derviş, Beyrut: Dârü’l-Fikr, 1994, h. no: 18718; Mansur Ali Nasif, et-Tacu 1-câmi’ li’l-usûl fi ehâdîsi’r-Resûl, Kahire: Dârul-Kitâbi’l-Arabî, 1961, c. V,

[139] 402.

5. Zuhrûf, 43/71.

[140] Secde, 37/12.

[141] A’râf, 7/40.

[142] Zuhruf, 43/36.

[143] Fussilet, 41/25.

[144] Kâf, 50/23.

[145] Mü’min, 40/46.

[146] Muminûn, 23/100; Hac, 22/11.

[147] Zümer, 39/15.

[148] Ankebût, 29/64.

[149] Kamer, 54/55.

[150] Se> ve. 32/17.

[151] Zuhruf, 43/71.

[152] Araf, 7/27.

[153] A’râf, 7/172.

[154] Bakara, 2/213.

[155] Nisa, 4/165.

[156] Enfâl, 8/42.

[157] Secde,32/9.

[158] A’râf, 7/172.

[159] Bakara, 2/18.

[160] Rûm, 30/7.

[161] Mutaffıfîn, 83/22.

[162] Mutaffıfîn, 83/18-19.

[163] Zümer, 39/73.

[164] Ra’d, 13/23-24.

[165] Âl-i İmrân, 3/30.

[166] Bakara, 2/167.

[167] Necm, 53 /39-40.

[168] İnfıtâr, 82/13-14.

[169] Çeviri: Kamuran Gökdağ, Mardin Artuklu Üniversitesi, Edebiyat Fakültesi, Felsefe Bölümü Araştırma Görevlisi. Tercümeye önemli katkılarından dolayı Fatih KILIÇ’a teşekkür ederim.

[170] Nemi, 27/59.

[171] Sâd, 38/76.

[172] Ratl/rıtıl: Ağırlık birimi. Ülkelere göre değişiklik arz eder. 2.566, 3202, 449.28 gr. olarak değerlendiren farklı Arap ülkeleri vardır, (y.h.n.)

[173] Sâd, 38/67-68-69.

[174] Sâffât, 37/164-165-166.

[175] Müddesîr, 74/31.

[176] Lokman, 31/27.

[177] Bakara, 2/255.

[178] Buradaki kelime “mülk” şeklinde olursa anlam tercüme ettiğimiz gibi olur. Şayet “melik” şeklinde oku­nursa o zaman da anlam “Peygamberliğin kardeşi olan kralın gücünden.. "şeklinde olur, (y.h.n.)

[179] Bu ifadeyi, İhvân-ı Safâ Risalelerinin sayısına ilişkin genel kanaate uygun olarak “elli bir” veya bütün risâlelerin fihristi ve kısa tanıtımını ele alan ve birinci cildin başında yer alan “Fihristu r-resâil” ile birlikte “elli iki” risâle şeklinde okumak daha uygun olacaktır. Nitekim İhvân-ı Safâ Risâleleri’nin başka baskılarında risâlelerin sayısı “ihdâ ve 'hamsîn”(51) şeklinde kaydedilmiştir. Dolayısıyla bu ibaredeki “aşrate” (on) sözcüğü­nün bir baskı hatası olarak metne dâhil edildiği görülmektedir. Bk. Nuhbetu 1-Ahbâr Matbaası Baskısı, 1315 h„ II, 329.


Önceki Yazı
« Prev Post
Sonraki Yazı
Next Post »

Benzer Yazılar

Yorumlar