İhvân-ı Safâ Risâleleri 3
| |
Bölüm
Elçinin
Sıfatının Nasıl Olması Gerektiğinin Açıklanmasına Dair
Kaplan
aslana dedi ki: Ey kral, elçide olması gerektiğini söylediğin bu özellikler
nelerdir? Bize açıkla.
Kral
dedi ki: Onun öncelikle güzel ahlâklı, belagatlı, fasih konuşan, anlatımı iyi,
duyduğunu ezberleyen, cevabında ve sözünde dikkatli, emanete riayet eden, iyi
anlaşma yapan, hukuku gözeten, sır saklayan, laf kalabalığı yapmayan,
gönderenin yararını gördüğü hariç kendisine söylenenler dışında kendiliğinden
görüş belirtmeyen, gönderenin kendisine bir iyiliğini görünce -ona meyleden
açgözlü ve hırslı, kendisini gönderene ihanet eden ve o ülkeyi kendi iyi yaşamı
için, bulduğu bir iyilik veya elde ettiği bir arzu nedeniyle vatan edinenbir
kimse olmayan, bilakis göndericisine, kardeşlerine, ülkesinin halkına ve
türünün fertlerine samimi davranan, mesajı ileten, hızla gönderenine dönen,
cereyan edenleri baştan sona ona anlatan, kendisine ulaşabilecek bir kötülükten
çekinerek mesajını iletme konusunda hiçbir şeyden korkmayan bir adam olması
gerekir. Elçinin görevi ancak tebliğ etmektir.
Aslan
kaplana şöyle dedi: Bu gruplar içinde bu işe uygun birini görüyor musun?
Kaplan
dedi ki: Bu işe Dimne’nin kardeşi bilge, adil, âlim ve haberdar Kelile’den
başkası uygun değildir.
Aslan
çakala şöyle dedi: Senin hakkında söylediğine ne diyorsun?
O
dedi ki: Allah ona iyi karşılık versin ve unsurunu güzel etsin; o, erdem ve asalete
benzer şeyi söyledi.
Kral
çakala şöyle dedi: Sen oraya gider ve topluluğu temsil eder misin? Döndüğünde
ve başarılı olduğunda senin bize karşı bir üstünlüğün olacaktır.
O
dedi ki: Kralın emri baş üstüne; fakat orada türümüzün fertlerinden olan düşmanlarımın
çok olması karşısında nasıl davranacağımı ve ne yapacağımı bilmiyorum.
Kral
dedi ki: Onlar kimdir?
Dedi
ki: Köpekler, ey kral.
Şöyle
dedi: Onların nesi vardır?
Dedi
ki: Bunlar insanlardan himaye istemiş ve biz yırtıcı hayvanlar topluluğuna
karşı onların yardımcısı olmuş değil mi?
Kral
şöyle dedi: Onları kendi türlerinin fertlerinden ayrılacak ve türlerinin fertlerine
karşı kendilerine benzemeyen kimselere yardımcı olacak şekilde buna sevk eden
ve yönelten sebep nedir?
Bu
konuda kurttan başkasının bir bilgisi yoktu. O şöyle dedi: Ben onları buna sevk
eden sebebin ne olduğunu biliyorum.
Kral
dedi ki: Senin bildiğin gibi bizim de bilmemiz için onu bize söyle ve açıkla.
O
dedi ki: Evet, ey kral, köpekleri Âdemoğullarıyla komşu olmaya ve onlara katılmaya
sürükleyen sebep, tabiat ve ahlâk benzerliğidir. Onlarda gördüğüm arzular,
yiyecek ve içecek gibi lezzetler, tabiatlarındaki hırs, açgözlülük, adilik ve
cimrilik ve karakterlerindeki Âdemoğullarına mahsus yerilen huylar yırtıcı
hayvanlarda yoktur. Köpekler ölü, leş, boğazlanmış, kesilmiş, pişirilmiş,
kızartılmış, tuzlu, taze, iyi ve kötü olarak et; meyve, bakla, ekmek, yoğurt,
süt, ekşi, peynir, yağ, pekmez, tahin, fıstık tatlısı, bal, buğday püresi,
turşu ve yırtıcı hayvanların çoğunun yemediği ve bilmediği, ancak insanların
yiyecek çeşitlerinden olan benzeri şeyleri yerler. Bütün bu hasletlere rağmen
onlarda oradaki bir şey yüzünden kendileriyle çekişeceği korkusuyla herhangi
bir yırtıcının bir köye veya şehre girmesine imkân vermeyen bir açgözlülük,
adilik ve cimrilik vardır. Hatta çakal veya tilkilerden biri bir köye geceleyin
tavuk, horoz veya kedi çalmak, yüzükoyun yatan bir leşi, atılmış bir ekmek
parçasını veya bozulmuş bir meyveyi sürüklemek için girerse köpeklerin onlara
nasıl saldırdıklarını, onları köyden nasıl kovduklarını ve çıkardıklarını
görürsün. Bununla birlikte yine onlar da insanlardan herhangi bir adam, kadın
veya çocuğun elinde çörek, ekmek parçası, hurma veya lokma gördüklerinde nasıl
zillet, meskenet, yoksulluk, düşüklük ve tamahkârlık sergilediklerini, nasıl
açgözlülük ettiklerini, onu izlediklerini, kuyruk salladıklarını, başlarını
hareket ettirdiklerini, gözünün içine baktıklarını ve birinin de sıkılıp
elindekini ona attığını görürüz. Sonra onun onlara nasıl koştuğunu ve
başkasının kendisini geçerek ona ulaşacağından korkarak aceleyle onları nasıl
kaptığını görürsün. Bütün bu yerilen huylar hem insanlarda hem de köpeklerde
mevcuttur. Ahlâk ve tabiat benzerliği, köpeklerin kendi türdeşleri olan yırtıcı
hayvanlardan ayrılmasına, insanlarla yakınlık kurmasına ve türdeşleri olan
yırtıcılara karşı insanlara yardım etmelerine sebep oldu.
Kral
dedi ki: İnsanlara sığınan diğer yırtıcı hayvanlar hangileri?
Kurt
şöyle dedi: Kediler de öyle.
Kral
dedi ki: Niçin kediler de evcilleşti?
Şöyle
dedi: Bir tek sebep var; o da tabiatlarının benzemesi. Çünkü kediler de köpekler
gibi çeşitli yiyecek ve içecekler konusunda hırslı, açgözlü ve arzuludurlar.
Kral
dedi ki: Bunların onların yanındaki durumu nedir?
Şöyle
dedi: Köpeklerinkine göre biraz daha iyidir. Şöyle ki kediler onların evlerine
girerler, meclislerinde ve yataklarının altında uyurlar, sofralarına gelirler,
onlar bunlara kendi yediklerinden ve içtiklerinden yedirirler. Onlar da aynı
şekilde bazen fırsat buldukça yiyecek çalarlar.
Ama
köpekler onların evlere ve meclislere girmelerine izin vermezler. Bu yüzden
köpekler ile kediler arasında şiddetli bir kıskançlık ve düşmanlık vardır.
Hatta köpekler kediyi evden çıkarken gördükleri zaman onu yakalamak, yemek ve
parçalamak isteyerek üzerine saldırırlar. Kediler köpekleri görünce onların
yüzüne tıslarlar, tüylerini ve kuyruklarını kabartırlar, boyunlarını uzatırlar
ve gururlanırlar. Bütün bunlar, insanlar nezdindeki mertebelerinde onların
inatçılık, düşmanlık, kötü davranış, kıskançlık, kin ve rekabetidir.
Aslan
kurda dedi ki: Yırtıcı hayvanlar türünden bu ikisi dışında evcilleşenler arasında
gördüklerin kimlerdir?
O
şöyle dedi: Fareler ve sıçanlar onların evlerine, dükkânlarına ve hanelerine evcilleşmeden,
bilakis korku ve nefret uyandırarak girerler.
Dedi
ki: Onları buna sevk eden nedir?
O
şöyle dedi: Çeşitli yiyecek ve içeceklere duyulan arzu.
Dedi
ki: Yine yırtıcı türlerinden onlara katılanlar kimlerdir?
O
şöyle dedi: Hırsız ve casus gibi, gizlice gelincik.
Dedi
ki: Bunlar dışında onlara katılan başka kim vardır?
O
şöyle dedi: İstemeden esir düşen çita ve domuz dışında başka kimse yoktur.
Sonra kral kurda dedi ki: Köpekler ve kediler insanlarla ne zaman kaynaştılar?
O şöyle dedi: Kabiloğullarının Habiloğullarına üstün geldiği zamandan beri.
Dedi ki: Bu nasıl oldu? Bize anlat.
O
şöyle dedi: Kabil, kardeşi Habil’i öldürünce Habiloğulları Kabiloğullarından
babalarının intikamını almak istediler. Onlarla savaştılar ve harp ettiler.
Kabiloğulları Habiloğullarını yendi, hezimete uğrattı, mallarını gasp etti,
koyunlarım, sığırlarını, atlarını, katırlarını ve develerini sürdüler, ganimet
aldılar ve zengin oldular; dolayısıyla davetler ve ziyafetler tertip ettiler,
çok sayıda hayvan boğazladılar ve onların kellelerini, paçalarını ve
işkembelerini yurtlarının ve köylerinin etrafına attılar. Köpekler ve kediler
onları görünce ekili arazilerin, verimli toprakların ve rahat hayatın bolluğuna
rağbet ettiler. Böylece onlara katıldılar, türlerinin fertlerinden ayrıldılar
ve günümüze kadar onların yardımcısı oldular.
Aslan
kral, kurdun anlattığı bu hikâyeyi işitince şöyle dedi: Yüce ve büyük Allah’tan
başka kimsede güç ve kuvvet yoktur. Biz Allah’a aidiz ve ona döneceğiz. Bu
kelimeleri artırdı ve tekrarladı.
Kurt
ona dedi ki: Ey faziletli kral, sana ne oldu? Köpek ve kedilerin türün fertlerini
terk etmesine bu üzülmek de nedir?
Aslan
şöyle dedi: Bir şeye üzülmüyorum. Ben de onlardanım; ama bilgeler, krallara
ordusu ve yardımcıları arasında düşmanlarına sığınan kimseden daha zararlı ve
kendi ve tabalarının işleri konusunda daha bozguncu biri yoktur deyince -çünkü
o onların sırlarını, huylarını, gizli düşüncelerini, kusurlarını ve gaflet
zamanlarını, ordusundaki samimi kişileri, tebaasındaki hainleri bilironu gizli
yollara ve ince tuzaklara yöneltince ve bütün bunlar krallar ve orduları için
zararlı olunca Allah köpeklere ve kedilere inayet etmesin.
Kurt
dedi ki: Ey kral, Allah onlara senin dua ettiğin şeyi yaptı, duan kabul edildi,
onların neslinden bereketi kaldırdı ve onları sürünün içine yerleştirdi.
O
şöyle dedi: Bu nasıldır?
Dedi
ki: Çünkü erkek köpekler bir tek dişi köpeği hamile bırakmak için onun üzerinde
toplanırlar; yapışma ve kurtulma sırasındaki şiddetten dolayı o çaba ve
gayretle karşılaşır. Sekiz veya daha fazla yavru doğurur. Onlar karada ve
şehirde sürü olarak görülmez. Nitekim şehirlerde ve köylerde koyun sürüleri
içinde onlardan her gün çok sayılamayacak kadar boğazlanır. Bununla birlikte
onlar her yıl bir veya iki tane ürerler. Bunun sebebi, felaketlerin köpeklerin
yiyeceklerinin çok değişik olması sebebiyle yavrularına sütten kesilmeden önce
hızla musallat olmasıdır. Dolayısıyla onlar yırtıcı hayvanların maruz
kalmadıkları hastalıklara maruz kalırlar. Böylece huylarının kötülüğü ve
insanların onlardan zarar görmesi, ömürlerini kısaltır ve yavrularının
sayısını azaltır.
Sonra
aslan Kehleye şöyle dedi: Kral hazretlerine Allah’ın bereketi ve yardımı üzere
selamet ve bereketle git ve görevlendirildiğin şeyi tebliğ et.
Bölüm
Elçi,
kuşların Şah Morg/kral kuş denilen kralına varınca bir tellala seslenmesini
emretti, o da seslendi. Karada ve denizde, ovada ve dağda bulunan kuş türlerinden
sayılarını Allah’tan başkasının sayamadığı miktarda çok kuş onun huzurunda
toplandı. Onlara elçinin getirdiği “cinlerin kralı huzurunda hayvanların
insanlarla kendilerinin kul ve köle olduklarına dair iddiaları hakkında
münazara etmeleri için toplanacağı” haberini iletti.
Şah
Morg, veziri tavusa şöyle dedi: Burada kuşların fasih konuşanlarından insanlarla
yapılacak münazarada topluluğu temsil etmesi için gönderilmeye uygun kimler
var?
Tavus
dedi ki: Burada buna uygun bir topluluk var.
O
şöyle dedi: Onları bana açıkla da bileyim.
Dedi
ki: Burada casus hüthüt/ibibik, müezzin horoz, yol gösteren güvercin, tellal
turaç, şarkıcı turaç, hatip tarlakuşu, hikâyeci bülbül, mimar kırlangıç, kâhin
karga, hırsız turna, üzgün bağırtlak kuşu/kaya kuşu, uğurlu tayyitava[1],
şehvetli serçe, yeşil arıkuşu, halkalı eğik güvercin, Dicleli erkek kumru,
Mekkeli kumru, dağlı şahin, Farslı sığırcık, yabani ardıçkuşu, kaygılı leylek,
bostancı saksağan, keskuki ördek, balıkçıl kuşu, boklu ebutemre[2],
vadi turnası, çok dilli konuşkan bülbül, denizli dalgıçkuşu ve bedevi devekuşu
bulunmaktadır.
Şah
Morg, tavusa şöyle dedi: kendilerine bakmam, karakterlerini ve hangisinin bu
işe uygun olduğunu görmem için onları bana tek tek göster.
Dedi
ki: Evet, ama casus hüthüt, Peygamber Süleyman Aleyhisselam’ın arkadaşıdır. O,
renkli bir derviş elbisesi giymiş, pis kokulu, başına sanki secde ve rükû ediyormuş
gibi gagalayan uzun bir şapka takmış duran şahıstır. O iyiliği emreder, kötülükten
ahkoyardı. Bir konuşmasında Süleyman’a şöyle demiştir: “Senin bilmediğin bir
şey öğrendim. Sabadan sana sağlam bir haber getirdim. Ben, onlara hükümdarlık
eden, kendisine her şeyden bolca verilmiş ve büyük bir tahtı olan bir kadın gördüm.
Onun ve kavminin, Allah’ı bırakıp Güneşe taptıklarını gördüm. Şeytan onlara
yaptıklarını süslü göstermiş ve böylece onları yoldan çıkarmış. Bu yüzden de
onlar doğru yolu bulamıyorlar. Göklerde ve yerde gizli olanı çıkaran, sizin
gizlediğiniz ve açığa vurduğunuz şeyleri bilen Allah’a secde etmesinler diye
(şeytan onları yoldan çıkarmış).”[3]
Müezzin
horoz; duvar üstünde duran, kızıl sakallı, ibikten tacı, kırmızı gözlü, dizili
yayılmış kaşlı, kuyruğu bayrak gibi dik, kıskanç, cömert, harem ve helallerinin
işlerini titizlikle gözeten, namaz vakitlerini bilen, sabahları zikreden,
komşuları uyandıran, güzel öğütlü kişidir. O seher vakti ezanında şöyle der:
Allah’ı zikredin. Siz ne uzun uyuyorsunuz, ölümü ve eskiyi hatırlamıyorsunuz,
cehennemden korkmuyorsunuz, cennete özlem duymuyorsunuz, Allah’ın nimetlerine
şükretmiyorsunuz. Keşke mahlukat yaratılmasaydı. Keşke onlar yaratıldıklarında
niçin yaratıldıklarını bilselerdi. Lezzetleri mağlup edeni anın ve azık edinin.
Azıkların en iyisi takvadır.
Tellal
keklik; tepede duran, beyaz yanaklı, alaca kanatlı, uzun secde ve rükûdan
dolayı kambur sırtlı kişidir. O çok yavrulu ve üremesi bereketli biridir.
Ötüşünde zikreder ve iyi haber getirir. İlkbaharda kendi kendisine şöyle der:
Şükürle nimetler devam eder, nankörlükle intikamlar mubah olur. Allah’ın
nimetlerine şükredin ki sizin için artsın.
Sonra
yine ilkbaharda bir şiirde şöyle der:
Biricik,
aziz ve çelil olan Rabbimi tespih ederim
Kapsayan
nimetlerinden dolayt hamt ederim
İlkbahar
geldi, kış çekip gitti
Gece
gündüzü dengeledi, mutedil oldu
Günler
bir yıl döndü, tamamlandı
İyilik
yapan, hayırda meydana geldi
Sonra
şöyle dedi: Allah’ım, beni çakalların, yırtıcıların ve avcı insanların şerrinden
koru. Onların tabiatlarını beslenme, menfaat ve hoşlandıkları arzular bakımından
tasvir etti.
Yol
gösteren güvercin, havada takla atar, bir yazıyı mektup içinde uzak bir beldeye
götürür, uçarken ve giderken şiir söyler:
Ey
kardeşlerin ayrılığından kaynaklanan hüznüm
Ey
dostlara duyulan uzun özlemlerim
Rabbim,
beni vatanlara ulaştır.
Şarkıcı
keklik/turaç, bostanın ortasında ağaçlar ve fesleğenler arasında çalım atarak
yürür, nağmeli ve melodili güzel sesiyle şarkı söyler ve ağıt ve öğütlerinde
şiir söyler:
Ey
binada ömür tüketen
Bahçede
ağaçlar diken
Meydana
köşkler yapan
Oturma
odasında öne oturan
Zamanın
belalarından gafil olan
Sakın,
Rahmana karşı kibirlenme
Kabre
gidişin ertesini düşün
Yılanlara
ve didanlara komşu
Hoş
mekânlı bir hayattan sonra
Hatip
tarlakuşu; havada, ekim ve hasat başında, gündüz ortalarında minber üzerindeki
hatip gibi dik kuyruklu, çeşitli melodili seslerle ve tatlı ezgilerle şarkı
söyleyen, hutbe ve hatırlatmasında şiir söyleyen bir kişidir:
Nerede
akıl ve fikir sahi pleri
Nerede
kazanç ve ticaret erbabı
Tarlada
çiftçilerin tohumundan
Yetmiş
kat ölçek kadar
Bağışlayıcı
Birden armağanlar
Ey
basiretliler ders alım.
Hasat
günü hakkını verin, yoksullara vermeye gücünüz yettiği halde sakın bugün orada
hiçbir yoksul yanınıza sokulmasın diye fısıldaşarak yola çıkmayın.[4]
Bugün hayır eken yarın onu mutluluk olarak biçer. Maruf diken yarın kazanç
devşirir. Dünya tarla gibidir. Ahiret fertlerinden olan işçiler çift sürenler
gibidir. Amelleri ekin ve ağaç gibidir. Ölüm hasada, kabir harman yerine,
diriliş günü döven zamanına, cennetlikler tohum ve meyveye, cehennemlikler
saman ve oduna benzer. O gün Allah pisi temizden ayırır. Pisi birbirine katar,
topluca biriktirir ve cehenneme atar. Sakınanları kendi kurtuluşlarıyla
kurtarır, onlara kötülük dokunmaz ve üzülmezler.
Hikâyeci
bülbül, şu ağacın üzerinde oturur, küçük bünyeli, hızlı hareketli, beyaz
yanaklı, sağa sola çok dönen, fasih dilli, iyi anlatımlı ve çok nağmelidir;
insanlara bahçelerde komşuluk eder, evlerinde onlara karışır, onların
konuşmalarına çok cevap verir, şarkılarıyla onlara hikâye anlatır, anılarında
onlara öğüt verir. Eğlence ve gaflet anlarında onlara şöyle der: Sübhanellah,
ne kadar oynuyorsunuz; sübhanellah, ne kadar hikâye anlatıyorsunuz; sübhanellah,
tespih etmiyor musunuz; sübhanellah, ölüm için dünyaya getirilmiyor
musunuz, musibet için yetiştirilmiyor musunuz, yıkmak için yapmıyor musunuz,
fanilik için toplamıyor musunuz? Ne kadar oynuyorsunuz, ne kadar düşkünlük
gösteriyorsunuz? Yarın ölmeyecek misiniz, toprağa gömülmeyecek misiniz?
“Hayır, ileride bileceksiniz. Hayır, hayır, ileride bileceksiniz!”[5]
Ey Âdemoğlu! “Rabbinin fil sahiplerine ne yaptığını görmedin mi? Onların
tuzaklarını boşa çıkarmadı mı? Üzerlerine balçıktan pişirilmiş taşlar atan sürü
sürü kuşlar gönderdi. Nihayet onları yenilmiş ekin yaprakları haline getirdi.”[6]
Şöyle der: Allah’ım, çocukların sevgisinden ve komşu kedilerinin şerrinden sana
sığınırım, ey çok seven, ey bol veren, ey yargılayan, bağışlayan!
Haber
veren kâhin karga; siyah giyinen, sakındıran, uyaran, yurtta tavaf için seherlerde
erken kalkan, izleri takip eden, sert uçan, çok yolculuk yapan, bölgelere
giden, olup bitenleri haber veren, gaflet anlarına karşı uyaran bir kişidir. O,
bağırtı ve uyarısında şöyle der: Çabuk çabuk, kaç kaç! Ey azgın ve asi, beladan
sakın! Namaz ve dua dışında kaçış ve kurtuluş nerde? Belki göğün Rabbi sizi
dilediği gibi korur.
Bina
yapan kırlangıç, havada seyahat eder, havada seri uçar, kısa ayaklıdır, seher
vakti çok tespih eder, sabah akşam çok dua ve istiğfar eder, uzak yolculuğa
çıkar, yazı soğuk yerde, kışı sıcak yerde geçirir. O, tespih, zikir ve duasında
şöyle der: Denizlerin ve çöllerin yaratıcısını tespih ederim, dağları sabitleyeni
ve nehirleri akıtanı tespih ederim, geceyi ve gündüzü birbirine geçireni
tespih ederim, ecel ve rızıkları belli bir ölçüde takdir edeni tespih ederim,
yolculuklarda arkadaş olanı tespih ederim, aile ve yurtta halife olanı tespih
ederim. Sonra şöyle der: Ülkelere gittik, kulları gördük, eski mekâna geri
döndük ve çiftleşmeden sonra üredik. Allaha hamt olsun, o cömert ve lütuf
kârdır.
Bekçi
turna; çölde duran, uzun boyunlu, uzun ayaklı, kısa kuyruklu, geniş kanatlı,
uçarak giden ve gece iki kez bekçi düdüğü çalan kişidir. O tespih ederken şöyle
der: Güneş ve Ayı hizmete sunanı tespih ederim, iki denizi birbirine karışmadan
birleştiren! tespih ederim, iki doğunun ve iki batının Rabbini tespih ederim,
insanları ve cinleri yaratanı tespih ederim, iki yüksek yeri göstereni tespih
ederim ve her şeyi iki cins olarak yaratanı tespih ederim.
Kederli
kaya kuşu; bozkırda ve çölde yaşar, nehirlere zor ulaşır, gece gündüz yolculuk
yapar, çok tespih çeker ve zikreder, Gidişinde ve gelişinde, varışında ve
çıkışında şöyle der: Çatı yapılan göklerin yaratıcısını tespih ederim, yayılan
yerlerin yaratıcısını tespih ederim, dönen feleklerin yaratıcısını tespih
ederim, doğan burçların yaratıcısını tespih ederim, gezegenlerin yaratıcısını
tespih ederim, savuran rüzgârları göndereni tespih ederim, yağmur bulutlarını
yaratanı tespih ederim, tespih eden gök gürültülerinin Rabbini tespih ederim,
parlayan şimşeklerin Rabbini tespih ederim, taşkın denizlerin Rabbini tespih
ederim, yüksek dağları sabitleyeni tespih ederim, geceyi, gündüzü ve vakitleri
yöneteni tespih ederim, hayvanları ve bitkileri yaratanı tespih ederim,
aydınlıkların ve karanlıkların yaratıcısını tespih ederim, deniz ve çöllerdeki
mahlûkatın yaratıcısını tespih ederim; ölümden sonra ufalanmış, ezilmiş ve çürümüş
kemikleri dirilteni tespih ederim, sıfatlarının hakikatlerini övmekten ve
nitelemekten dillerin bitkin düştüğü kimseyi tespih ederim!
Uğurlu
ve mübarek tayyitava; suyun üzerinde durur, beyaz yanaklı, uzun bacaklı, zeki
ve hafif ruhludur; kuşları gece gafil anlarında sakındırır, ruhsat ve
bereketleri müjdeler. O, tespih ederken şöyle der:
Ey
sabahlan ve ışıkları açığa çıkaran
Rüzgârları
bölgelere gönderen
Yağmur
bulutunu yaratan
Selleri
ve nehirleri akıtan
Ağaçlarla
birlikte otları bitiren
Tohumları
ve meyveleri çıkaran!
Sevinin
ey kuşlar topluluğu
Bağışlayandan
gelen bol rızıkla
Çok
nağmeli, dilci konuşkan bülbül; şu ağacın üzerinde durur, ufak cüsseli, seri
hareketli ve güzel şarkı söyleyen kimsedir. O, şarkı ve ezgilerinde şiir
söyler:
Hamt
olsun takdir ve ihsan sahibi
Bir,
tek ve bağışlayıcı Allah'a
Ey
gizlice ve açıktan nimet veren
Rahmanın
lütfuyla nice nimetler vardır
Denizler
gibi akarken taşar
Ey
zamanlarda olan iyi hayat
Güzel
koku ve fesleğen bahçeleri arasında
Baştanlar
ortasında, dallar üstünde
Rengârenk
meyveli ağaçlarda
Kardeşlerim
bana yardım ederse
Onlara
çok ezgiler okurum.
Sonra
Şah Morg, tavusa şöyle dedi: İnsanlarla münazara etmek ve topluluğu temsil
etmek üzere bunlar içinden kimi oraya gönderilmeye uygun görüyorsun?
Tavus
dedi ki: Hepsi senin buna uygun kölelerindir. Çünkü tümü fasih, hatip, şair,
akıllı ve f azıldır. Ancak çok dilli bülbülün dili daha fasih, anlatımı daha
iyi, şarkıcılığı ve ezgileri daha güzeldir.
Şah
Morg şöyle dedi: Git ve Aziz ve Çelil Allah'a tevekkül et. Böylece onu gönderdi.
Elçi,
böcekler kralı arıya varıp haberi bildirince o tellalına emretti. O da
seslendi. Eşekarısı, erkek arı, sinek, tahtakurusu, sivrisinek, bokböceği ve
çekirgeden oluşan böcekler onun huzurunda toplandı. Bütün bu küçük cüsseli
hayvanlar, tüysüz, kemiksiz, yünsüz ve kılsız kanatlarla uçarlar. Bal arıları
hariç bir tam yıl yaşamazlar. Yazın aşırı sıcak, kışın aşırı soğuk onları
öldürür. Sonra onlara haberi bildirdi. Dedi ki: Oraya hanginiz gider ve
insanlarla yapılan münazarada topluluğu temsil eder?
Topluluk
dedi ki: İnsanlar bize karşı ne ile iftihar ediyorlar?
Elçi
şöyle dedi: Cüsselerinin iriliği, yaratılışlarının büyüklüğü, güç, üstünlük ve
galibiyetlerinin şiddetiyle.
Eşekarılarının
lideri dedi ki: Biz oraya gider ve topluluğu temsil ederiz.
Sineklerin
lideri şöyle dedi: Hayır, oraya biz gidiyoruz.
Sivrisineklerin
lideri dedi ki: Hayır, oraya biz gidiyoruz.
Tahtakurularının
lideri şöyle dedi: Oraya biz gidiyoruz.
Çekirgelerin
lideri dedi ki: Oraya biz gidiyoruz.
Kral
onlara şöyle dedi: Neden bütün toplulukların bu konuda hiçbir fikir ve görüş
olmadan mücadeleye atıldığını görüyorum?
Topluluk
dedi ki: Allah’ın yardımına duyulan güven, Allah’ın gücü ve kuvvetiyle zafere
olan kesin inançtan ve eski zamanlarda, geçmiş toplumlarda ve zorba krallarda
daha önce edinilen tecrübelerden dolayı.
Şöyle
dedi: Bu nasıl oldu? Bana anlatın.
Tahtakurusu
dedi ki: Ey kral, bizim en ufak cüsselimiz ve en zayıf yapılımız,
Âdemoğullarının en büyük, en azgın, en otoriter, en saldırgan ve en kibirli
krah olan Nemrut’u -Allah ona lanet etsinöldürdü.
“Doğru
söylüyorsun.” dedi.
Eşekarısı
şöyle dedi: Değil mi ki insanlardan biri, keskin silahını kuşanınca, kılıcını,
mızrağım, bıçağını ve okunu eline alınca bizden biri saldırır, iğne başı gibi
ateşiyle onu sokar ve isteyip kararlaştırdığı her şeyden uzaklaştırır, onun
cildi şişer, organları bitkin düşer, sinirleri kararır; öyle ki kılıcını,
bıçağını veya atının gemini tutamaz.
“Doğru
söylüyorsun.” dedi.
Sinek
şöyle dedi: Değil mi ki otorite bakımından en güçlü ve heybetçe en sert olan
kral, tahtına oturduğunda ve onun aşağısındaki muhafızlar ona bir eziyet veya
kötülüğün dokunmasından endişelenerek ayağa kalktıklarında bizden biri onun
mutfak veya belâsından ayakları ve kanatları kirli olarak gelir, tahtın üzerine,
elbisesinin üzerine, yüzüne ve sakalına konar, ona eziyet eder, o da bizden
kaçınamaz.
“Doğru
söylüyorsun.” dedi.
Sivrisinek
dedi ki: Değil mi ki onlardan biri meclisine, makamına, tahtına, dikilmiş
kulesine/kileline oturunca bizden biri elbisesinin arasına girer, onu otururken
ısırır, rahatsız eder, bize vurmak istediğinde eliyle kendi kendisine vurur,
avucuyla kendi yanağını tokatlar, kafasını döver; ben ondan kurtulurum.
Şöyle
dedi: Haklısın; fakat kral hazretlerinin huzurunda iş sizin anlattıklarınızla
yürümez. Orada iş ancak adalet, insaf, edep, ince fikir, iyi temyiz, fasih bir
şekilde kanıtlama ve münazara ederek açıklama ile yürür. Sizde bunlardan biri
var mı?
Topluluk
başlarını öne eğip sustular. Sonra kral şöyle dedi: Ben kendim gideceğim. Ben
sizin en iyi öğütçünüzüm.
Topluluk,
kralın sözüne “Hayır!” dedi.
Arılardan
bir bilge şöyle dedi: Allah’ın yardım ve dilemesiyle ben bu işe daha uygunum.
Kral
ve topluluk dediler ki: Allah, karar verdiğin konuda sana hayır nasip etsin,
düşmanlarına, sana üstün gelmek ve düşmanlık etmek isteyenlere karşı sana
yardım etsin ve seni muzaffer kılsın.
Sonra
onlarla vedalaştı, azıkaldıve yola koyuldu. Nihayet cinlerin kralının huzuruna
vardı. Diğer hayvan türlerinden gelenlerle birlikte meclise geldi.
Bölüm
Elçi
olan katır, yırtıcı kuşların kralı anka kuşuna ulaşıp ona haberi bildirince o,
tellalını çağırdı. Akbaba, kartal, doğan, sungur, şahin, çaylak, Mısır
akbabası, baykuş ve papağan gibi pençeli, eğri gagah ve et yiyen yırtıcı kuş
türleri onun huzurunda toplandı. Sonra onlara elçinin, hayvanların cinler
kralı huzurunda insanlarla münazara etmek için toplanacağına dair getirdiği
haberi bildirdi. Kral, veziri gergedana[7]
şöyle dedi: Bu yırtıcılar içinde insanlarla münazarada türünün fertlerinden
oluşan topluluğu temsil etmek için gönderilmeye hangisinin uygun olduğunu
düşünüyorsun?
Vezir
dedi ki: Bu iş için aralarında baykuştan uygun kimse yoktur.
O
şöyle dedi: Niçin böyle?
Bu
yırtıcıların tamamı insanlardan ürkerler, onların konuşmasını anlamazlar,
onlara iyi hitap edemezler ve onlarla komşulukları yoktur. Ama baykuş, yıkılmış
evlerinde, bozulmuş konaklarında ve harabe köşklerinde onlara yakın komşudur;
onların eski eserlerine bakar ve onların geçmiş asırlarını düşünür. Bununla
birlikte onda takva, züht, huşu, kanaat, başkası için olmadıkça az tüketme
özellikleri vardır. Gündüz oruç tutar, geceleri ihya eder. Bazen insanlara öğüt
verir, hatırlatmada bulunur, eski kralları ve geçmiş ümmetleri için dövünür ve
şu beyitleri söyler:
Nerede
eski krallar?
Evleri
boş bıraktılar
Hâzineleri
ciddiyetle topladılar
Hâzineleri
olduğu gibi bıraktılar
Onlara
bakın, görünüyor mu?
Yurtlarında
bir kalıntı
Yıkılmış
kabirlerden başka
Orada
çürümüş kemikler.
Aynı
şekilde diyorlar ki:
Dikkat,
ey yurt, vay sana, anlat bize
Halkın
niçin terk etti bizi?
Konuşmuyorlar,
konuşsalar bile derlerdi ki:
Muhakkak
sen çürüdün, biz çürümedik.
Belki
de şöyle der:
Sordum
yurda bana haber versin diye
Dostların
neler yaptıklarını
Dedi
bana: Kavim meydana getirdi
Bir
dönem ve irtihal ettiler
Dedim
ki onları nerede arayayım?
Hangi
konaklara indiler?
Dedi
ki kabirlerde, muhakkak
Vallahi
işlediklerine kavuştular.
Belki
de yine şöyle der:
İlk
gidenler içinde
Asırlardan
bizim için basiretler vardı
Ölüm
için varılacak yerler görmedim
Onların
çıkış yerleri yoktur
Kavmimi
o tarafta gördüm
Büyükler
ve küçükler geçiyor
Geçmiş
geri dönmüyor
Geridekilerden
hiçbir geçmiş kalmıyor.
Kesinlikle
inandım ki ben
Orada
kavim dönüşmüş bir şey oldu.
Yine
der ki:
Boş
kişi uyudu, uykumu hissetmiyorum
Bugün
yastığım yanımda hazırdır
Bir
hastalık olmadan, fakat bana şifa verdi
Gördüğüm
tasa, yüreğime değdi
Nerede
ilk krallar, onları tanıdım
Uzeyb
ile istenen yer arasında
İyi
bir dinlenme için seçtiği yer
Kâb
bin Mamet ve İbni Ümmi Duad’ın[8]
Havernak,
Sedir ve Barık’ın yeri
Ve
şerefeli köşkünki sindattandır.
Orada
zengin oldular en iyi hayatla
Sütunları
sabit bir mülkün gölgesinde
O
zaman nimetler ve oyalanılan her şey
Bir
gün çürümeye ve delinmeye durur
Yurtları
üstünde rüzgârlar esti
Sanki
onlar sözleşmişlerdi.
Sonra
okuyor:
“Onlar
geride nice bahçeler ve pınarlar bıraktılar; nice ekinler ve güzel konaklar!
Zevk ve sefasını sürdükleri nice nimetler! îşte böyle; onları başka bir topluma
miras bıraktık. Gök ve yer onların ardından ağlamadı, onlara mühlet de
verilmedi.”[9]
Anka
ona dedi ki: Gergedanın anlattıkları hakkında ne dersin?
Baykuş
şöyle dedi: Dediklerinde haklı; ama oraya varmak imkânsızdır.
Anka
dedi ki: Niçin?
O
şöyle dedi: Çünkü insanlar benden nefret ediyorlar, beni görmeyi uğursuzluk
sayıyorlar ve kendilerine karşı hiçbir suçum ve dokunan bir eziyetim olmadığı
halde bana sövüyorlar. Beni gördüklerinde ve ben onlara karşı geldiğim,
kendileriyle konuşarak ve münazara ederek tartıştığım zaman nasıl olur? Bu bir
nevi düşmanlığa yol açan bir husumettir. Düşmanlık savaşa sebep olur, savaş ise
ülkeyi ve halkını yok eder.
Anka,
baykuşa dedi ki: Bu işe kimin uygun olduğunu düşünüyorsun?
Baykuş
şöyle dedi: Âdemoğullarının kralları sungur, doğan ve şahin gibi yırtıcıları
severler; iyi davranırlar, ellerinde taşırlar ve onları yenleriyle sıvazlarlar.
Kral onlara bunlardan birini gönderirse doğru bir karar olur.
Anka,
topluluğa dedi ki: Baykuşun dediğini duydunuz. Pekiyi, sizin görüşünüz nedir?
Sungur
şöyle dedi: Baykuş söylediğinde haklı; fakat bizim insanlar karşısındaki
üstünlüğümüz aramızdaki yakınlıktan ileri gelmez. Ayrıca onların bizde
buldukları bir ilim ve edep de yoktur. Ama onlar geçimliliğimizde bize ortak
oldukları ve kazancımızdan aldıkları için bütün bunlar onların bu konuda
gösterdikleri bir tamah, açgözlülük ve şehvet, oyun, şımarıklık ve lüzumsuzluğa
olan düşkünlüktür. Ahiret işlerini iyileştirme ve Rablerine itaat sadedinde
gerekli olan konularla ve ahiret günü sorumlu olacakları şeylerle meşgul
olmazlar.
Anka
sungura dedi ki: Kimin bu işe uygun olduğunu düşünüyorsun?
Sungur
şöyle dedi: Papağanın buna uygun olduğunu düşünüyorum. Çünkü insanlar,
kralları, kadınları, seçkinleri, avamları, yaşlıları, çocukları, âlimleri ve
cahilleri onu severler; onunla konuşurlar, kendi söylediklerini ondan
dinlerler. O, onların konuşma ve sözlerinde onlara hikâye anlatır.
Anka
papağana dedi ki: Sungurun söylediğine ne dersin?
O
şöyle dedi: Söylediğinde ve bildirdiğinde haklı. Ben oraya giderim ve Allah’ın
gücü, kuvveti ve yardımıyla topluluğu temsil ederim; ama ben kralın ve
topluluğun yardımına muhtacım.
Anka
ona dedi ki: Ne istiyorsun?
Şöyle
dedi: Allah’a dua edilmesini ve ondan yardım ve destek istenmesini.
Kral
onun için yardım duasında bulundu ve topluluk ona güven verdi. Sonra baykuş
şöyle dedi: Ey kral, dua kabul edilmediğinde faydasız bir eza, cefa ve
bitkinliktir. Çünkü dua aşılama, icabet neticedir. Şartlar yerine getirilerek
dua edilmezse başarı sağlanmaz.
Kral
dedi ki: Kabul edilen duanın şartları nelerdir?
O
şöyle dedi: Doğru niyet, mecbur olan kimse gibi kalplerin ihlâsı ve duadan önce
oruç tutulması, namaz kılınması, tövbe edilmesi, sadaka verilmesi, iyilik ve uygun
iş yapılması.
Topluluk
şöyle dedi: Ey zahit, bilge, âlim ve ibadet eden kişi, söylediğinde haklısın ve
lütufkârsın.
Anka,
hazır bulunan yırtıcılar topluluğuna şöyle dedi: Ey kuşlar topluluğu,
Âdemoğullarının bizi maruz bıraktığı zulmü ve hayvanlara yaptıkları eziyeti görmüyor
musunuz? Hatta yurdumuzun uzaklığına, onlardan uzak durmamıza ve aralarına
katılmayı bırakmamıza rağmen emir bize ulaştı. Ben iri cüsseli ve yaratılışlı,
aşırı kuvvetli olmama ve hızlı uçmama rağmen onların yurdunu terk ettim, onlardan
adalara, denizlere ve dağlara kaçtım. Aynı şekilde kardeşim gergedan da çöllere
ve bozkırlara düştü; onların şerrinden kurtulmak için yurtlarından uzaklaştı. Sonra
onların şerrinden kurtulamadık. Öyle ki bizi münazara, münakaşa ve muhakemeye
mecbur bıraktılar. Eğer herhangi birimiz her gün onlardan birçoğunu kapıp kaçırmak
istese onlara bunu yapabiliriz. Ancak kötülere komşu olmak, onlarla muamelede
bulunmak, kötü eylemlerinde onlara eşit olmak, hürlerin tabiatıdır. Onlar gibi
yapmazlar, aksine onları terk ederler, onlardan uzaklaşırlar, onları Rablerine
havale ederler ve onların menfaatleriyle ve ahirette yarar ve kalp huzuru
sağlayan şeylerle meşgul olurlar.
Anka
daha sonra dedi ki: Denizde dalgaların önüme attığı nice gemiler vardır ki ben
onlara yol gösterdim. Geminin kendisiyle kırıldığı nice boğulanlar vardır ki
ben onları kurtarıp sahile ve adaya çıkardım. Bütün bunları Rabbimin rızasını
kazanmak ve bana yaratılış büyüklüğü ve cüsse iriliği verene şükretmek için
yaptım. Bana ihsanda bulunduğu için ona şükürler olsun. O bize yeter. O bizim
yardımcımızdır. O ne iyi dost ve ne iyi yardımcıdır!
Bölüm
Sonra
elçi, deniz hayvanlarının krah ejderhaya/su yaratığına ulaşıp haberi verince
tellalı seslendi ve ejderha, kıhçbahğı, timsah, yunus balığı, balina, bahk,
yengeç, kerazenk, kaplumbağa, kurbağa, sedefliler ve pullular gibi -ki değişik
renk ve şekillerde yaklaşık yetmiş surettirbütün deniz hayvanları onun yanında
toplandı. Onlara haberi ve elçinin sözlerini iletti. Sonra ejderha elçiye şöyle
dedi: İnsanlar diğerlerine karşı ne ile övünüyorlar; iri cüsselilikle mi,
sertlikle mi, kuvvetle mi, yoksa zorbalık ve üstünlükle mi? Eğer onlar
bunlardan biriyle övünüyorlarsa oraya giderim, bir tek üfürüşte onları baştan
sona yakarım, sonra tekrar nefes alarak kendime çekerim ve yutarım.
Elçi
dedi ki: Onlar böyle bir şey ile değil; fakat akıl üstünlüğü, çeşitli ilimler,
edebiyat ilginçlikleri, hile ve sanat incelikleri, fikir, temyiz, görüş ve
nefis zekâsı ile övünürler.
Ejderha
şöyle dedi: Bilmem için bana onlardan birini tasvir et.
O
dedi ki: Evet, ey kral, insanlar hile, ilim ve hikmetleriyle inci ve mercan
gibi cevherleri çıkarmak için dolu, karanlık ve çok dalgalı denizlerin
derinliklerine inerler. Yine hile/çare üretirler ve yüksek dağların tepelerine
çıkarlar, oradan kartal ve akbabaları indirirler. Aynı şekilde çözüm üreterek
ahşaptan tekerlek yaparlar ve onu öküzlerin göğüslerine ve omuzlarına
bağlarlar; sonra onlar üzerinde ağır yükler taşırlar, bunları doğudan batıya,
batıdan doğuya naklederler ve çöl, sahra ve bozkırları aşarlar. Yine ilim ve
hile ile gemiler ve vapurlar yaparlar, içlerinde mallar taşırlar ve onlarla
uzak bölgelerin engin denizlerini kat ederler. Yine bu şekilde ilim ve hile ile
dağların mağaralarına, tepelerin çöllerine ve yerin derinliklerine girerler ve
oralardan madenî cevherler, altın, gümüş, demir, bakır vs. çıkarırlar. Aynı
şekilde ey ejderhalar, kıhçbahkları ve timsahlar topluluğu, onlardan biri deniz
sahiline, ada kıyısına veya ırmak kenarına sizden on bin (10.000) kişinin
geçemeyeceği veya yaklaşamayacağı tılsım, put veya oyuncak dikerler. Fakat ey
kral hazretleri, cinlerin kralı, yargılamada adalet ve insaftan, açık delilden
başkası olmaz. Zorbalık, üstünlük, tuzak ve hile ile olmaz.
Ejderha,
elçinin konuşmasını duyunca çevresindeki ordularına şöyle dedi: İşitmiyor
musunuz? Ne düşünüyorsunuz, ne diyorsunuz? Hanginiz oraya gider, insanlarla
münazara eder ve kardeşleri ve türünün fertleri olan topluluğu temsil eder?
Boğulanı
kurtaran yunus balığı ona şöyle dedi: Balina, bu işe en uygun olan deniz
hayvanıdır. Çünkü o, bunların en büyük yaratılışlısı, en iri cüsselisi, en
güzel suretlisi, en temiz derilisi, en saf beyazlısı, en pürüzsüz bedenlisi, en
seri hareketlisi, en sert yüzeni ve en çok üreyenidir. Türünün fertlerinden
hangisi olursa olsun küçük veya büyük bütün denizler, nehirler, sığ sular,
pınarlar, çaylar ve dereler onlarla dolar. Balinanın insanlar nezdinde onların
peygamberini himaye etmesi içinde barındırması ve onu güvenli bir yere
bırakması sebebiyle itibarı vardır. Ayrıca insanlar yerin balinanm/hutun
sırtında durduğuna inanırlar.
Ejderha
balinaya dedi ki: Yunus balığının söyledikleri hakkında ne düşünüyorsun?
O
şöyle dedi: Bütün söylediklerinde haklı; fakat oraya nasıl gideceğimi ve
onlarla nasıl konuşacağımı bilmiyorum. Benim yürüyecek ayaklarım, konuşacak
dilim ve suya bir saatten fazla dayanacak sabrım yoktur. Ama ben, kaplumbağanın
bu işe uygun olduğunu düşünüyorum. Çünkü o suya dayanıklıdır, karada otlanır,
orada denizdeki gibi yaşar ve havada sudaki gibi nefes alır. Ayrıca o, güçlü
bedenli, sert sırtlı, iyi organh, halim, vakur, eziyete sabırlı ve yük
taşıyıcıdır.
Ejderha
kaplumbağaya dedi ki: Söyledikleri hakkında ne düşünüyorsun?
O
şöyle dedi: Balina doğru söyledi; ama ben bu işe uygun değilim. Çünkü yavaş
yürüyorum ve yol uzak. Az konuşan dilsizdir. Fakat yengeç bu işe uygundur.
Çünkü onun çok ayağı var, iyi yürüyor, hızlı koşuyor, keskin pençeli, sıkıca
tutunuyor, keskin çenesi ve tırnakları, çok dişi, sert sırtı var ve zırhlı bir
savaşçıdır.
Ejderha
yengece dedi ki: Kaplumbağanın anlattıkları hakkında ne düşünüyorsun?
Şöyle
dedi: Doğru söyledi; fakat ben oraya nasıl gideceğimi bilmiyorum. İlginç
yaratılışlı ve eğri şekilli olmamın yanı sıra orada ünlenmekten korkuyorum.
Ejderha:
“Bu nasıl olur?” dedi.
O
şöyle dedi: Çünkü onlar beni başsız, gözleri omuzlarında, ağzı göğsünde, iki
çenesi iki taraftan yarılmış, sekiz eğri ve kavisli ayağı olan, yanı üzer e
yürüyen ve sırtı kurşundanmış gibi görünen bir hayvan olarak düşünüyorlar.
Ejderha
dedi ki: Haklısın. Pekiyi, kimin bu iş için oraya gitmeye uygun olduğunu
düşünüyorsun?
Yengeç
şöyle dedi: Timsahın bu işe uygun olduğunu düşünüyorum. Çünkü uzun yapılı,
şiddetli ayakları olan, iyi yürüyen, hızlı koşan, ağzı geniş, uzun dilli, çok
dişi bulunan, bedeni güçlü, korkunç bakışlı, hedefini sert bir şekilde
gözetleyen, suyun içine ve isteğine dalan bir kimsedir.
Ejderha,
timsaha dedi ki: Yengecin anlattıkları hakkında ne diyorsun?
Şöyle
dedi: Doğru söyledi; fakat ben bu işe uygun değilim. Çünkü ben asabi, somurtkan,
esneyen, sinsi, kaçak ve vefasızım. Orada iş zorbalık ve üstünlükle değil,
yumuşak huyluluk, ağırbaşlılık, adalet, temyiz, fasih konuşma, anlatım ve
hitapta dengelilik ve
insaf
ile olur. Timsah dedi ki: Bana bu özelliklerden hiçbiri verilmedi. Fakat ben
kurbağanın bu işe elverişli olduğunu düşünüyorum. Çünkü o halim, vakur,
sabırlı, takvah, gece gündüz ve seherlerde bolca tespih çeken ve “La ilahe
illallah” diyen, sabah akşam çok namaz kılan ve dua eden bir kimsedir. O,
evlerinde insanların arasına karışır, İsrailoğulları nezdinde iki defa itibarı
vardır: Birisi, Nemrut’un İbrahim Halilürrahman’ı ateşe attığı gündür. O,
ağzıyla su taşıyor ve sönmesi için ateşe İbrahim’in üzerine döküyordu. Bir
başka defasında Musa bin İmran zamanında Firavuna karşı ona yardım ediyordu. O
bunun yanı sıra fasih dilli, iyi anlatımlı, çok konuşan, “Sübhanellah”, “La
ilahe illallah” ve “Allahu ekber” diyen birisidir. O, suda yaşayan, kara ve
denize sığınan, hem iyi yürüyen hem de iyi yüzen hayvanlardandır. Onun yuvarlak
ve peçeli kafası, parlak gözleri, enli kolları ve avuçları vardır. Aşarak ve
sıçrayarak hızlıca yürür, bağdaş kurarak oturur, insanların evlerine girer ve o
onlardan, onlar da ondan korkmaz.
Ejderha
kurbağaya dedi ki: Timsahın anlattıkları hakkında ne düşünüyorsun?
Şöyle
dedi: Doğru söyledi. Ben oraya giderve kardeşlerimizden, tüm su hayvanlarından
oluşan topluluğu temsil ederim; fakat senin yardım ve destek için kabul edilen
bir dua ile Allah’a niyaz etmeni istiyorum.
Ejderha
dedi ki: Kabul edilen dua nasıl olur?
Şöyle
dedi: Bundan önceki bölümde baykuşun ankaya anlattığı gibi.
Dediler
ki: Doğru söyledi. Ona yardım etmesi ve onu desteklemesi için hep birlikte
Allah’a dua ettiler. Onu uğurladılar, o da onlardan ayrıldı ve cinlerin kralına
geldi.
Bölüm
Yılanın
Sürüngenlere Şefkat ve Merhametinin Açıklanmasına Dair
Elçi
sürüngenlerin krah yılana ulaşıp haberi bildirince tellalı seslendi ve engerek
yılanı, yılan, akrep, kuyruk çeken küçük akrep, kırkayak, keler, zehirli keler,
bukalemun, kertenkele, hanfes/osurganböceği, hamamböceği, pis kokularda
oluşan, ağaç başlarında kımıldayan, tohumların özünde, ağaçların içinde ve
büyük hayvanların karnında kımıldaya kurtçuklar, beyaz karınca, sirke, kar veya
ağaç meyvesinde üreyen hayvan, gübre veya çamurda doğan ve mağara, karanlık ve
çukurda debelenen güve gibi bütün sürüngen hayvanlar onun yanında toplandı.
Hepsi krallarının huzurunda toplandılar. Onları sayı sayamaz, kendilerini yaratan,
şekillendiren, besleyen, yerleştikleri ve gidecekleri yeri bilen Allah’tan
başkası bilmez.
Kral
acayip suretleri ve çeşitli şekilleri olan bu hayvanlara bakınca onların etkisiyle
bir saat boyunca şaşkın vaziyette kaldı. Sonra onları inceledi. Onlar hayvanların
sayıca en çoğu, cüsse bakımından en küçüğü, bünyece en zayıfı, hile, duyu ve
şuur yönüyle en güçsüzüdürler. Onlar hakkında düşüne kaldı. Sonra yılan, veziri
engerek yılanına şöyle dedi: Bu topluluklar içinden hangisini oraya münazara
için gönderilmeye uygun görüyorsun? Onların çoğu sağır, dilsiz, kör, elsiz,
ayaksız, kanatsız, gagasız ve pençesizdir; bedenlerinde tüy, kıl, yün ve pul
yoktur. Çoğu çıplak, yalınayak, zırhsız, zayıf, yoksul, miskin, çaresiz, güçsüz
ve kuvvetsizdir.
Onlara
karşı merhamet, sevgi, şefkat, acıma, kalp inceliği gösterdi ve hüznünden
gözleri yaşla doldu. Sonra göğe baktı, dua etti ve şöyle dedi: Ey mahlûkatın
yaratan, rızkı yayan, işleri yöneten! Ey merhametlilerin en merhametlisi, ey
yüksek bakışta olan, ey işiten ve gören, ey sırrı ve gizliyi bilen, sen onların
yaratanı ve besleyeni, şekillendireni ve yöneteni, ilk var edeni ve yeniden
meydana getireni, yaşatanı ve öldürenisin. Ey merhametlilerin en merhametlisi
ve yüce arşın sahibi, onlar ve bizim için veli, koruyucu, yardımcı,
destekleyici, yol gösterici ve mürşit ol!
Hepsi
de fasih bir dille konuştular ve “Âmin, âmin, ey âlemlerin Rabbi!” dediler.
Bölüm
Cırcırböceğinin
Konuşması ve Hikmetinin Açıklanmasına Dair
Cııcırböceği,
yılanın kendi tebaası, ordusu, yardımcıları ve türünün fertlerine gösterdiği
sevgi, şefkat ve merhameti görünce ona yakın bir duvarın üstüne çıktı, ses
tellerini hareket ettirdi, sazını çaldı, ses ve ezgilerle şarkı mırıldandı,
“Elhamdü lillah” ve “La ilahe illallah” diyerek tatlı nağmeler söyledi. Dedi
ki: Allah'a hamt olsun. Ona hamt eder, ondan yardım ister ve ona bol ihsanı ve
sürekli nimetlerinden dolayı şükrederiz. Seven, bol veren ve yargılayan
Allah’ı tespih ederiz, bir ve tek olanı tespih ederiz. Münezzeh, kuddüs,
meleklerin ve ruhların Rabbi, hay ve kayyum, mekânlardan, zamanlardan ve
üstünde hava, altında su bulunmayan varlık sahibi cevherlerden önce celal,
ikram, büyük isimler, ayetler ve burhanların sahibi! Henüz dikilmiş bir gök ve
yayılmış bir yer yokken kendi nuruyla gizlenen, vahdaniyeti ve gaybının
sırlarıyla bir olan! Zatına nispetle her şey için açık ve her şeyden gizli
olanı tenzih ederim. Sonra hükmetti ve yönetti, dilediği gibi takdir etti,
diledi, sonra ne hazır heyuladan ne hayalî suretten olan basit bir nur yarattı.
Bilakis “Ol!” demesiyle oldu. O, ilim ve sırların sahibi faal akıldır.
Mahlûkatı ne birliğindeyken korktuğu için ne de herhangi bir işinde onlardan
yardım istediği için yarattı. Fakat o dilediğini yapar, istediğine hükmeder.
Hikmetinde kusur arayan, hükmünü reddeden yoktur. O çabuk hesap görür.
Sonra
şöyle dedi: Ey şu topluluklara karşı şefkatli, merhametli, acıyan ve onları
seven kral! Bu topluluklarda gördüğün beden zayıflığı, cüsse küçüklüğü, ömür
kısalığı, fakirlikleri, hilelerinin azlığı seni tasalandırmasın. Onları
yaratan ve rızıklandıran Allah, onlara şefkatli annenin yavrularına ve
merhametli babanın çocuklarına karşı olduğundan daha merhametlidir. Yaratıcı
-övgüsü yüce olsunsuretleri çeşitli ve şekilleri farklı yaratıkları
yarattığında, mertebelerini büyük cüsseli, iri yaratılışlı, güçlü bünyeli ve
aşırı güçlü ile küçük cüsseli, zayıf bünyeli ve az hileli arasında çeşitli konumlarda
sıraladığında menfaatleri elde ettikleri ve zararları savdıkları alet ve
araçlar türünden bol vergilerle aralarını eşitledi. Böylece lütufta
birbirlerine denk oldular. Mesela; file uzun ve sert dişleriyle kötülükleri
kendisinden uzaklaştırması ve uzun hortumuyla yararları elde etmesi için iri
cüsse, kuvvetli bünye ve aşırı güç verince buna karşılık küçük cüsseli ve zayıf
bünyeli tahtakurusuna kötülüklerden kurtulması ve hortumuyla besin alması için
iki ince kanat ve hızlı uçma özelliği verdi. Böylece küçük ile büyük, fayda
elde etmeye ve zararı gidermeye yarayan vergilerde eşitlendi. Çıplak, yalınayak
ve zırhsız gördüğün bu zayıf ve yoksul toplulukları yaratan ve şekillendiren
yaratıcının eseri böyledir. Yaratıcı -övgüsü yüce olsunonları bu gördüğün
hallerde yaratınca yararı elde etme ve zararı gidermeyi sağlayan araçlar onlara
yetti.
Ey
kral, onların hallerine bak, düşün ve ders al. Onların en küçük cüsseli, en
zayıf bünyeli ve en az hilelisinin kötülükleri kendisinden uzaklaştırmada daha
rahat bedenli, daha sakin ruhlu ve daha huzurlu gönle sahip olduğunu; geçimlik
arama ve yararı elde etmede daha iyi ruhlu ve daha az ıstıraplı; cüssesi iri,
bünyesi güçlü ve hilesi çok olanlardan daha hafif özellikli olduğunu görürsün.
Bu
şöyle açıklanır: Sen düşündüğünde yırtıcılar, filler, camızlar ve diğer iri cüsseli,
büyük yaratılışlı ve aşırı güçlü hayvanlar gibi bünyesi güçlü ve kuvveti
şiddetli olan büyüklerinin kötülükleri kendilerinden zorbalık, üstünlük ve
dövmekle uzaklaştırdıklarını görürsün. Ceylanlar, tavşanlar ve yaban eşekleri
gibi bazıları kötülük ve zararları kendilerinden kaçarak ve hızlı koşarak;
kuşlar gibi bazıları havada uçmak ve geride kalmak suretiyle; bazıları da suya
dalmak ve yüzmek suretiyle uzaklaştırırlar. Fare ve karınca gibi bazıları
kötülük ve zararları kendilerinden hücrelere ve deliklere saklanarak ve
gizlenerek giderirler. Nitekim Yüce Allah şöyle demektedir: Ey karıncalar,
yuvanıza girin. Süleyman ve ordusu farkına varmadan sizi ezmesin. Denildiğine
göre Süleyman Aleyhisselam bunu işitince dişi karıncanın getirilmesini emretti.
Girince şöyle dedi: Ey Allah’ın peygamberi, sana selam olsun. Ben sakındığım
şeyin içine düştüm. Süleyman onun sözüne şaşırdı. Karıncayı avucuna koyunca ona
sordu: Niçin “Süleyman ve ordusu sizi ezer.” dedin? Benim kimseye
zulmetmeyeceğimi ve ordumun zulmetmesine rıza göstermeyeceğimi bilmiyor musun?
Böyle bir şey duyarsan bana haber ver. Niçin “Sakındığım şeyin içine düştüm.”
dedin? Benim Yüce Allah’ın kullarına karşı zorba ve zalim olmadığımı bilmiyor
musun? Bunu neden söyledin?
Dişi
karınca şöyle dedi: Allaha sığınırım; ben bu işaretlerle anladığın şeyi kast
ediyorum. Fakat ben bununla Allah’ın sana senden sonrada kimsede olmayacak bir
süs, adalet ve insaf saltanatı verdiğini kast ediyorum. Yüce Allah’ı anmayı
ihmal etmemek için yuvalarından çıkmamaları ve gözetlemekle meşgul olmamaları
dolayısıyla seslendim. Bununla bu manaya işaret etmeyi kast ettim. Kaplumbağa,
yengeç, salyangoz ve sedefli deniz hayvanları gibi bazı hayvanlara Allah çok
kaim deriler giydirmiştir. Kirpi gibi bazıları da kötülük ve zararları
kendilerinden başlarını vücutlarının altına sokarak uzaklaştırırlar.
Geçimliklerini
ve menfaatlerini aramadaki tasarruf çeşitleri açısından bakıldığında, akbaba
ve kartal gibi bazıları onlara mükemmel bakış ve sert uçuşlarıyla ulaşır ve yol
bulur. Karınca, pabuçtartan ve bokböceği gibi bazıları iyi koku almasıyla
ulaşır. Balık ve diğer su hayvanları gibi bazıları iyi tatmak suretiyle ulaşır
ve yol bulur. Akbaba gibi bazıları iyi işitme ve vasıflarla ulaşır. Hikmetli
yaratıcı bu grupları ve küçük cüsseli, zayıf bünyeli, güçsüz ve az hileli
hayvanları bu organ, alet ve duyulardan ve onların iyi çalışmasından mahrum
bırakınca onlara lütufta bulundu ve onları arama özelliği ve kaçma sebepleriyle
donattı. Onları ya deliklerde ya bitki tohumlarında ya büyük hayvanların
karınlarında ya çamurda ya da gübrede olmak üzere gizli yerlere ve korunaklı
mekânlara yerleştirdi. Onların besinlerini kendilerine özgü kıldı, maddelerini
çevrelerinde var etti, bedenlerine besleyici ve kuvvetlendirici nemleri emmelerini
sağlayan çekici güçler yerleştirdi; onları aramaya ve kaçmaya muhtaç etmedi.
33. Nemi, 27/18.
Bundan
dolayı onlarda yürüyecek ayak, tutacak el, açılacak ağız, çiğneyecek diş,
yutacak boğaz ve yemek borusu, dolduracağı kursak, mide suyunun pişeceği
taşlık, mide ve işkembe, ağırlıklar için ince ve kalın bağırsak, kanı arıtmak
için karaciğer, kalın atıkları çekecek dalak, ince atıkları çekecek safra,
idrarı çekecek böbrek ve mesane, nabız için kanın akacağı damarlar, his için
beyinden gelen sinirler yaratmadı. Onlara müzmin hastalıklar ve acı veren
illetler dokunmaz. İlaca, tedaviye ve iri cüsseli, büyük bedenli ve aşırı güçlü
hayvanların maruz kaldığı afetlere katlanmaya ihtiyaç duymazlar. Onları bu
istek ve özelliklerden muaf tutan, yorgunluk ve bitkinlikten arındıran
hikmetli yaratıcı Allah eksikliklerden münezzehtir (kusur, eksiklik ve
muhtaçlıktan uzak). Bol ihsanları, büyük nimetleri ve güzel lütuflarından
dolayı hamt, minnet ve şükür ona mahsustur.
Cırcırböceği
bu konuşmayı bitirince sürüngenlerin kralı yılan ona şöyle dedi: Fasih bir
hatip, bilgili bir uyarıcı ve tebliğ edici bir vaiz olman sebebiyle Allah sana
hayır versin. Bu topluluğun türleri içinde böyle hikmetli, faziletli ve fasih
konuşan birini yaratan Allaha hamt olsun. Yılan daha sonra ona şöyle dedi:
İnsanlarla münazarada topluluğu temsil etmek üzere oraya git.
O
şöyle dedi: Kral için başüstüne, kardeşler için samimiyetle.
Yılan
o zaman dedi ki: Onların yanında yılanların elçisi olduğunu söyleme.
Cırcırböceği:
“Bu niçin?” dedi.
O
şöyle dedi: Çünkü insanlarla yılanlar arasında miktarı belirsiz bir ezelî düşmanlık
ve gizli bir kin vardır. Hatta insanların çoğu Rablerine, “Onları niçin yarattın?
Onların yaratılışında fayda, yarar ve hikmet değil, bilakis zarar vardır.” diye
itiraz ederler.
Cırcırböceği
dedi ki: Bunu neden söylüyorlar?
O
şöyle dedi: İki çeneleri arasındaki zehirden dolayı. Onun hayvanları helak
etmek ve öldürmekten başka yararı yoktur. Bu tamamen onların şeylerin
hakikatlerini, yarar ve zararlarını bilmediklerini gösterir. Sonra dedi ki:
Muhakkak ki Allah -övgüsü yüce olsunonları bunlarla imtihan etti ve bu hususta
cezalandırdı. Öyle ki onların kralları ihtiyaç duyduklarında yüzük
taşlarındaki zehirlere muhtaçtırlar. Onlar hayvanların hallerini ve işlerindeki
tasarruflarını düşünseler ve ibret alsalar, bu onlar için aydınlığa kavuşur ve
zehirli yılanların çenelerindeki zehirlerin büyük faydasını, Yüce Yaratıcının
onları niçin yarattığını ve yararının ne olduğunu anlarlar. Onu bilselerdi bunu
demezler ve Rablerine yarattıklarının hükümleri konusunda itiraz etmezlerdi.
Çünkü Yüce Yaratıcı, hayvanların ölüm sebebini bizim tükürüğümüzde yaratsaydı
etlerimizi bu zehirleri etkisiz hale getirmek için sebep kılardı. Eski
tabipler, etlerimizde zehirlerimizi etkisiz hale getiren bir güç buldular.
Zehri etkisiz hale getirmek için etlerimizi panzehir kapsamına soktular. Fakat
insanların çoğu şükretmezler.
Cırcırböceği
dedi ki: Ey bilge, bilmemiz için bize başka bir fayda daha anlat ve öğret.
Yılan
şöyle dedi: Evet, ey erdemli hatip! Bil ki Hikmetli Yaratıcı konuşmanda bahsettiğin
ve her türe yararı çekmek veya zararı itmek için birtakım alet ve organlar
verdiğini söylediğin bu hayvanları yaratınca bazılarına sıcak mide, işkembe
veya taşlık verip şiddetli çiğnemeden sonra mide suyunu oraya akıttı ve bu
onlar için besine dönüştü; yılanlara sıcak mide, taşlık, işkembe ve etleri
çiğneyecek azıdişi vermedi, bunlara o organlara karşılık yediği etleri
pişirecek sıcak bir zehir verdi. Onlar hayvanların cüssesini tutup çeneleri
arasına alınca bundan sonra üzerlerindeki zehir sebebiyle onları çiğneyecek
hale gelirler, onları yutarlar ve sindirirler. Bu zehir olmasaydı yiyecek
sindirilmez, onlar için besin meydana gelmez, onlar açlıktan ve zarar görerek
ölürler, sondan helak olurlar ve bu diyarda onlardan geriye kimse kalmazdı.
Cırcırböceği
dedi ki: Ant olsun ki zehrin faydası, yılanların hayvanlara yararı ve
sürüngenler arasında onların yaratılış ve oluşlarındaki hikmet ve menfaat benim
için açıklığa kavuştu.
O
şöyle dedi: Yırtıcıların faydası ve vahşi hayvanlar, büyükbaş hayvanlar ve evcil
hayvanlar arasında oluşu gibi; ejderha, kıhçbahğı ve timsahın denizde oluşunun
faydası gibi; akbaba, kartal ve yırtıcı kuşların kuşlar arasında oluşunun
faydası gibi.
Cırcırböceği
dedi ki: Bana daha çok anlat.
O
şöyle dedi: Evet, Allah -şanı yüce olsunmahlûkatı kudretiyle icat etti ve yarattı,
işlerini kendi iradesiyle yönetti, yaratıkların bazısının bazısı sayesinde
ayakta durmasını sağladı, hikmetin tamamlanması, bütünün iyiliği ve genelin
yararı görülen şeylerden dolayı onlar için nedenler ve sebepler var etti.
Fakat Yaratıcıdan kasıtlı bir niyet olmaksızın, ama olmasından önce olan şeyle
ilgili geçmiş bilgisiyle belki nedenler ve sebepler bakımından bazısına afetler
ve kötülük dokunur. Onun olacak kötülük ve afetleri bilmesi, faydanın genel ve
iyiliğin kötülükten daha fazla olması sebebiyle onları yaratmasını engellemez.
Bunun izahı şöyledir: Allah Azze ve Celle, Güneşi, Ayı ve diğer gezegenleri
yaratınca Güneşi âlem için bir lamba, ısısıyla var olanlar için bir hayat ve
sebep kıldı. Onun âlemdeki konumu, kendisinden bedenin hayat sebebi ve bütünün
iyiliği olan diğer organlarına doğal sıcaklık yayılan kalbin bedendeki konumuna
benzer.
Aynı
şekilde Güneş de bütün için hayat ve iyilik, genel için yarar hükmündedir.
Fakat belki ondan bazı hayvan ve bitkilere zarar ve kötülük dokunur. Bu, genele
fay dası ve bütüne iyiliği cihetiyle mazur görülür.
Zühal,
Merih ve felekteki diğer yıldızlar da aynı hükme tabidir. Aşırı sıcak ve soğuk
sebebiyle bazen onlardan34 belalar dokunmakla birlikte onları da
âlemin iyiliği ve genelin menfaati için yarattı.
Allah’ın
beldelere hayat ve hayvan, bitki ve madenlerden oluşan kullara iyilik olması
için gönderdiği yağmurlar da bazen kendilerinden kimi hayvan ve bitkilere
kötülük ve yokluk dokunmasına rağmen aynı hükme tabidir.
Yılanlar,
yırtıcılar, ejderha, timsah, sürüngenler, böcekler ve çekirgeler de aynı hükme
tabidir. Allah bütün bunları olan ve bozulan kokuşmuş maddelerden havanın ve
sürüngenlerin arınması, yükselen buharlardan bozukluğun dokunmaması ve
dolayısıyla havanın kokmaması, bundan veba ve hayvanların bir defada helak
olması için sebeplerin meydana gelmemesi için yarattı. Bu şöyle açıklanır:
Kurtçuk, sinek, tahtakurusu ve bokböceği kumaşçı, demirci ve marangoz
dükkânında değil, kasap, yağcı, sütçü, pekmezci, irmikçi ve gübreci dükkânında
olur. Yüce Allah bunları bu kokuşmuş şeylerden yaratınca onlardaki şeyleri
emdiler, onlarla beslendiler, hava
34. Arapça
metinde “onlara” anlamına gelecekşekilde“leha” ibaresi yer alıyor. Fakat
öncekivesonrakibenzer cümleler de dikkate alındığında bağlama uygun olan, “onlardan”
anlamına gelen “mınha" ibaresidir, (ç.n.) onlardan arındı ve salgından
kurtuldu. Sonra bu küçük hayvanlar büyük hayvanlar için besin olurlar. Bu, şanı
yüce Yaratıcının hikmetindendir. O hiçbir şeyi faydasız ve yararsız yaratmaz.
Bu nimetleri bilmeyen kimse bazen Rabbine şöyle diyerek itiraz eder: Onları
niçin yarattın, onlarda ne fayda var? Bütün bunlar sanatının hükümleri ve
Rablığının yönetimi konusunda onun cahilliği ve Rabbine karşı itirazıdır. İnsanların
cahilliğinin şöyle olduğunu duyduk: Onlar Yaratıcının inayetinin Ay feleğini
geçmediğini iddia ederler. Eğer onlar mevcutların hallerini düşünüp ibret
alsalardı bilirlerdi ve inayetin küçük büyük her mahlûku eşit olarak kapsadığı
gerçeği onlar için açıklığa kavuşurdu. Yüce Allah hakkında yalan ve iftira
söylediklerinde Allah zalimlerin söylediklerinden münezzehtir, çok yüce ve
uludur. Ben bu sözümü söylüyor ve Allah’tan kendim ve sizler için bağışlanma
diliyorum.
Böylece
elçilerle ilgili konuşma bitmiş oldu.
Bölüm
Ertesi
gün olunca uzak ülkelerden hayvanların liderleri geldiler. Kral hüküm vermek
için oturdu. Tellal seslendi: Dikkat, zulme uğrayan ve davası olan kim varsa
gelsin, ihtiyaçlar giderilecek. Çünkü kral yargılama için oturdu. Cinlerin
kadıları, fakihleri, âdilleri, yöneticileri ve bilgeleri geldiler. Uzak
ülkelerden gelen cin, insan ve hayvan toplulukları hazır oldular; kralın
huzurunda sağlı sollu dizildiler ve ona tahiyyat (güzel övgüler) ve selam ile
dua ettiler.
Sonra
kral sağma ve soluna baktı; hayvan türlerini ve suret, şekil, renk, ses ve ezgi
farklılıklarını gördü. Bir süre şaşkın halde baka kaldı.
Sonra
şöyle dedi: Şeyleri rahmetiyle yaratan, kudretiyle var eden, bazısını üstün,
bazısını değersiz, bazısını iri cüsseli, bazısını küçük cüsseli, bazısını
konuşabilir, bazısını dilsiz kılan, bir kısmına havada, bir kısmına suda, bir
kısmına da çölde, bozkırda, dağda ve mağarada yaşama alanı vereni eksiklikten
tenzih ederim. Rabbimiz sen bunu boşuna yaratmadın. Seni şanına uygun
büyüklükle tenzih ederim!
Sonra
kral cin filozoflarından olan bilgeye dönerek şöyle dedi: Rahmanın yarattığı
şu ilginç yaratıkları görmüyor musun?
O
dedi ki: Evet, ey kral, onları baş gözümle görüyor, kalp gözümle müşahede ediyorum.
Kral onlara şaşırdı. Onları yaratan, inşa eden, var eden, yetiştiren, besleyen,
koruyan, yerleşim yerlerini ve gidecekleri yeri bilen Hikmetli yaratıcının
hikmetine ben de şaşırdım. Bütün bunlar, hata ve unutmadan dolayı değil,
gerçekleştirme ve açıklamadan dolayı onun nezdindeki apaçık bir kitaptadır.
Çünkü o kendisini gözlerin bakışından nur perdeleriyle gizleyince ve vehim ve
fikirlerin tasavvurundan yüce ve aşkın olunca yarattıklarını gözün idrak etmesi
ve delil ve burhana ihtiyaç duymaması için gözlerin müşahedesine açtı, gaybında
gizli şeyleri gün yüzüne çıkardı ve açıkladı.
Sonra
ey adil kral, bil ki cisimler ve küre cevherleri âleminde gördüğün bu suretler,
şekiller, heykeller ve sıfatlar, ruhlar âlemindeki bu suretlerin misalleri,
benzerleri ve boyalarıdır. Ancak onlar şeffaf nuranî şeyler, bunlar yoğun
karanlıklardır. Bunların onlara nispeti, levha ve duvar yüzeylerindeki resim
ve nakışların et, kan, kemik ve deriden oluşan hayvanların dayalı olduğu bu
suret ve şekillere nispeti gibidir. Zira ruhlar âlemindeki bu suretler, hareket
ettiriciler ve hareketlilerdir. Bunlar dışındakiler durgun, sessiz, duyulur,
fani, eskiyen ve bozulan şeyler; onlar ise düşünen, düşünülen, görünmez ruhanî
ve kalıcı şeylerdir.
Sonra
cinlerin bilgesi ayağa kalktı, konuştu, Allaha hamt ve sena etti ve şöyle dedi:
Mahlûkatın yaratıcısı, yaratıkların meydana getiricisi, yaratılanların var
edicisi, yapılanların mucidi, zamanların, sürelerin ve vakitlerin çeviricisi,
mekân ve yönlerin inşa edicisi, feleklerin yöneticisi, mülklerin müvekkili,
yedi göğün yükselticisi, gok tabakalarının altında yayılmış yerlerin yayıcısı,
çeşitli nitelikleri, renkleri ve dilleri olan mahlûkların şekillendiricisi
Allah’a mahsustur. O ihsan türleri ve rivayet çeşitleriyle nimet verendir. O
yarattı ve tesviye etti, belirledi ve yol gösterdi, öldürdü ve diriltti. O yüksek
bakıştadır, uzak olan yakındır, algılayan duyuların idrakinden uzak,
yakaranların yalnızlığına yakındır. İyileri iyiler için, kötüleri kötüler için
yaratan, eksiklikten münezzehtir. Mümin erkekleri ve mümin kadınları yaratan,
Müslüman erkekleri ve Müslüman kadınları var eden, ibadet eden erkekleri ve
ibadet eden kadınları meydana getiren, kıyama duran erkeklere ve kıyama duran
kadınlara ilham eden, oruç tutan erkeklere ve oruç tutan kadınlara yardım
eden, tövbe eden erkeleri ve tövbe eden kadınları doğru yola ileten, zikreden
erkekleri ve zikreden kadınları konuşturan ve gözlerin idrak edemediği ve
haberlerin anlatamadığı kimse eksiklikten münezzehtir. Onu tasvir edenlerin
dilleri sıfatların içyüzünü incelemekten yorgun düşmüş; akıl sahipleri büyüklüğünün
ihtişamı ve saltanatının yüceliğini düşünmede ve ayetlerini ve burhanını
açıklamada şaşkın kalmıştır. Onu idrak edecek akıl gücü ve niteleyecek düşünme
gücü yoktur. O, bir, üstün, güçlü ve bağışlayıcı; cinleri Âdemden önce sıcak
ateşten havada diledikleri gibi yüzen ve keder ve sıkıntıları olmayan gizli
ruhlar, ince görüntüler, tuhaf suretler, hızlı hareketler olarak yaratan
Allah’tır. Bu, Allah’ın bize olan ihsanıdır. O, cin, insan, melek, kara ve
deniz hayvanlarından oluşan mahlûkatı şekil ve suretleri değişik türler olarak
yarattı ve onları dilediği gibi sınıflar halinde derecelendirdi. Bazılarının
mertebeleri yükseklerin yükseğindedir; bunlar, Arşının nurundan yarattığı ve
onu taşıyan yakınlaşmış melekler ve onun seçkin kullarıdır.
Bazıları
aşağıların aşağısındadır. Bunlar, asi şeytanlar ve onların kâfirler, münafıklar,
hasetçiler, cin ve insanlar gibi yarattıklarının inkârcılanndan oluşan
kardeşleridir.
Bazıları
bunlar arasındadır. Bunlar onun mümin erkekler ve mümin kadınlardan, Müslüman
erkekler ve Müslüman kadınlardan oluşan iyi kullarıdır. Bizi imanla yücelten,
İslam’a yönelten ve Yüce Zatın dediği gibi yeryüzünde kendi halifeleri kılan
Allah’a hamt olsun: “Nasıl davrandığınıza bakalım diye.”35
Sahipliğimizi ilim, inlim, ihsan, adalet ve insafla üstün kılan Allah’a hamt
olsun. Bu, Allah'ın bize karşı bir lütfudur. Eğer düşünüyorsanız kulak veriniz
ve itaat ediniz. Bu sözümü söylüyor ve Allah’tan kendim ve sizler için
bağışlanma istiyorum.
Bilge
sözünü bitirince kral, insan topluluğuna baktı. Onlar giysi, dil, şekli ve
renkleri farklı yetmiş civarında adamdırlar. Dedi ki: İnsanı adi bir sudan
yaratanı eksiklikten tenzih ederim. İnsanı güvenli bir yerde bir sperm(mıtfe)den
yaratanı eksiklikten tenzih ederim. İnsanı pişmiş çamura benzeyen bir balçıktan
yaratanı eksık-
35. Yunus, 10/14.
likten
tenzih ederim. Spermi pıhtılaşmış kan haline getiren, pıhtılaşmış kanı cenine
dönüştüren, sonra ceninden kemikler yapan, ardından kemikleri et ve deri ile
örten, sonunda ona kendi ruhundan üfleyen zatı eksiklikten tenzih ederim. En
mükemmel yaratıcı olan Allah yüceler yücesidir.[10]
Takdir eden ve yol gösteren, öldüren ve dirilten zatı eksiklikten tenzih
ederim. İnsanı hayvanların en yücesi ve varlıkların en üstünü yapanı
eksiklikten tenzih ederim. İnsanı en mükemmel biçimde yaratanı eksiklikten
tenzih ederim. Yüce arşın sahibi Allah’ı eksiklikten tenzih ederim.
Sonra
kral baktı; onların arasında orta boylu, düzgün yapılı, güzel görünümlü, hoş
elbiseli, tamamen yumuşak, saf bünyeli, tatlı bakışlı, hafif ruhlu bir adam gördü.
Vezire dedi ki: O kim ve nereli?
O
şöyle dedi: İranşehi, yani Irak ülkesinden bir adam.
Kral
dedi ki: Ona konuşmasını söyle.
Vezir
ona işaret etti. O da “Başüstüne!” dedi.
Bölüm
Şöyle
dedi: Hamt âlemlerin Rabbine mahsustur. İyi son sakınanlara aittir. Zalimlerden
başkasına düşmanlık edilmez. Muhammed’e ve temiz ailesine salat olsun. Hamt,
bir, tek, fert, çok merhametli, çok lütufkâr, ihtişam ve ikram sahibi, ihsan
eden ve nimet veren; mekânlar ve zamanlardan, cevherler ve oluşlardan, tabiat
sahiplerinden önce olan Allah’a mahsustur. Sonra yaratmaya başladı, icat etti,
saklı gaybından parlak bir ışık, ışıktan tutuşmuş bir ateş, sudan çalkalanan
bir deniz çıkardı. Su ile ateşi bir araya getirdi; o kızarmış duman ve
katmerleşmiş yağ oldu. Dumandan tavan olan gökleri, yağdan yayılmış yerleri
yarattı. Orayı köklü dağlarla sabitledi, taşkın denizleri çukurlaştırdı.
Denizden yükselen buharları, yerlerden de bulanık dumanları ortaya çıkardı.
Onlardan oluşan bulutları meydana getirdi. Onları rüzgârlar vasıtasıyla
bozkırlara, sahralara ve çöllere sevk etti. Onlardan bizim ve hayvanlarımız
için yarar olmak üzere yağmur ve bereketler indirdi, ot ve bitki bitirdi.
Sudan
insan yaratan, ondan kendisiyle huzur bulması için eşini meydana getiren,
ikisinden çok sayıda erkekler ve kadınlar yayan, zürriyetlerini mübarek kılan,
karada ve denizde faydayı bir süreye kadar onların hizmetine veren Allah’a hamt
olsun. Onlar bundan sonra öleceklerdir. Sonra onlar kıyamet günü
diriltileceklerdir.
En
mutedil ülkeyi bize mesken olarak seçen, orayı hava, meltem ve toprak açısından
güzelleştiren, orada ırmak, ağaç ve meyveleri çoğaltan ve bizi kullarından
birçoğuna üstün kılan Allah’a hamt olsun. Hamt, şükür ve övgü ona mahsustur.
Çünkü o bizi nefis zekâsı, zihin duruluğu ve akıl üstünlüğü ile seçti. Onun
rehberliğiyle gizli ilimleri keşfettik, rahmetiyle benzersiz sanatları ortaya
çıkardık, ülkeleri mamur ettik, nehirler açtık, ağaçlar diktik, binalar
yaptık, saltanat ve siyaseti yönettik, bize peygamberlik ve elçilik verildi.
Peygamber Nuh Aleyhisselam, yüksek makamlı İdris, Rahmanın dostu İbrahim, Allah
ile konuşan Musa, Mesih İsa ve Muhammed Mustafa -Allahın salat ve tahiyyatları
hepsine olsunbizdendir. Bizim içimizden Nabatlı Feridun, İsrailli Süleyman bin
Davut, Harirli Menuçehr, Temimli Dara, Farslı Erdeşir bin Babakan, Behram,
Enuşirvan, Bozorcumihr bin Tahtan ve Sasan hanedanından ve Saman Oğullarından
beylik beyleri gibi erdemli krallar çıktı. Onlar nehirler açtılar, ağaç
dikmeyi ve şehirler, kasabalar kurmayı emrettiler; krallık, siyaset, ordu ve
tebaa yönettiler. Biz insanların özüyüz, insanlar hayvanların özü, hayvanlar
bitkilerin özü, bitkiler madenlerin özü, madenler de unsurların özüdür. Biz
akıllıların özüyüz. Hamt, minnet, şükür ve sena ona aittir. Kocadıktan sonra
dönüş onadır. Bu sözümü söylüyor ve kendim ve sizler için Allah’tan bağışlanma
istiyorum.
Sonra
kral, orada hazır bulunan cin bilgelerine dedi ki: İnsanın kendi faziletleri ve
övünçlerine dair söylediği sözler hakkında ne diyorsunuz?
Şöyle
dedi: Dediklerinde haklı.
Karar
ve kesinlik sahibi denilen dışındaki tüm cin bilgeleri konuştular. O herhangi
birine meyletmiyordu. Birisi konuşup hata ve yanlış yaptığında onu hata ve
sapıklığından geri çeviriyordu. Dedi ki: Ey bilgeler topluluğu, bu insanın
konuşmasında bahsetmediği bir hususu bıraktığını biliniz. O, işin özü ve
direğidir.
Kral:
“O nedir?” dedi.
Dedi
ki: Şunu demedi: “Bizim içimizden tufan çıktı, yeryüzündeki bitki ve hayvanları
batırdı, ülkelerimizde diller farklılaştı, akıllar karıştı, beyinler şaştı.
Zorba Nemrut bizdendi. İbrahim’i ateşe biz attık. İlya'yı/Beytülmakdis’i yıkan,
Tevrat’ı yakan, Süleyman Aleyhisselam’ın çocuklarını ve İsrail ailesini
öldüren Buhtunnasır da bizdendi. O, Adnan ailesini Fırat kenarından Hicaz
ülkesine kovan, asi, zorba, katil ve kan dökücü bir kimsedir.”
Kral
şöyle dedi: Hepsi onun yanında değil, karşısında iken o bunu nasıl söyler ve
anar?
Karar
sahibi dedi ki: Bir kimsenin faziletlerini dile getirip onlarla övünürken kötülüklerini
anmaması, tövbe edip özür dile[me]mesi mahkemede insaf ve yargıda adalet
değildir.
Sonra
kral topluluğa baktı, esmer, ince vücutlu, uzun sakallı, bol saçlı, belindeki
kırmızı şalıyla korkunç görünen bir adam gördü. “O kim?' dedi.
Şöyle
dedi: Hint ülkesinden, Serendip adasından bir adam.
Kral
vezire: “Ona emret!” dedi.
O
da ona konuşmasını emretti.
Bölüm
Hintli
şöyle dedi: Bir, tek, fert, sonsuz, ezelî ve ebedî, zamanlardan, vakitlerden,
cevherlerden ve olanlardan önce olan Allaha hamt olsun. Sonra ışık denizini
azgın yaptı, içinde felekler meydana getirdi, onları döndürdü, yıldızlara şekil
verdi, onları gezdirdi, burçları kısımlara ayırdı, onların doğmasını sağladı,
yeryüzünü yaydı ve meskun hale getirdi, bölgeleri çizdi, denizleri
çukurlaştırdı, ırmakları akıttı, dağları sabit leştirdi, açık arazileri
genişletti, bitkileri çıkardı, hayvanları var etti, bize mekân olarak ülkelerin
ılımlısını seçti, orayı zaman açısından sıcak yaptı, öyle ki gece ve gündüz
eşittir, kış ve yaz ılımlıdır, sıcak ve soğuk aşırı değildir. Ülkemizin
toprağını bol madenli, ağaçlarını güzel kokulu, bitkilerini ilaç, hayvanlarını
fil, dallarını sac/tik yaptı, onları hurma dalları gibi ayırdı,
ayrıkotlarım/ikr işlerini[11]
de kamış haline getirdi, onları yakut ve zebercet saydı. Âdem Aleyhisselam’ın
ilk yaratılışını orada yaptı. Diğer hayvanlar da aynı hükme tabidir. Onların
oluşumu da ekvator çizgisinin altında başladı.
Sonra
Yüce ve Aşkın Allah, bizi seçti, şehirlerimize peygamber gönderdi ve halkının
çoğunu bilge kıldı. Bedr, Berhemyum, Budasef ve Beluher bunlardandır. Bizi
sihir, büyü ve kehanet gibi ince ilimlerle imtiyazlı kıldı. Ülkemiz halkını
hareket bakımından insanların en hızlısı, sıçrama bakımından en hafifi, ölüm
sebepleri üzerine atılma ve ölümü küçümseme açısından en cesuru yaptı. Ben bu
sözümü söylüyor ve kendim ve sizler için Yüce Allah’tan bağışlanma istiyorum.
Kesin
kararlı şöyle dedi: Konuşmayı tamamlar ve şöyle dersen: “Sonra biz beden
yakmakla, dolunaylara, putlara ve maymunlara tapmakla, zina çocuklarını artırmakla,
yüz karartmayla ve soğan ve biber yemekle denendik.”
Sonra
kral baktı ve başka bir adamı gördü ve düşündü. O, uzun boylu, sarı bir kıyafet
giymiş, elinde baktığı yazılı bir kâğıt bulunan, mırıldanan ve öne arkaya sallanan
bir kimsedir.
Kral
vezire: “O kim?” dedi.
O
şöyle dedi: Şamlı ve İsrail Oğullarına mensup İbrani bir adam.
Kral
dedi ki: Ona konuşmasını emret.
Vezir,
İbrani’ye emretti ve o da “Başüstüne.” dedi.
Bölüm
İbrani
dedi ki: Bir, ezelî, yaratıcı, hikmetli, üstün, hay ve kayyum olan, geçmiş
zaman ve vakitlerde kendisi olduğu halde başkası bulunmayan Allah’a hamt olsun.
Sonra
yaratmaya parlak ışık ile başladı, ışıktan yanan bir ateş ve sudan çalkalanan
bir deniz yarattı, ikisini bir araya getirdi, onlardan duman ve yağı var etti.
Dumana şöyle dedi: Burada gök ol! Yağa dedi ki: Burada onun yeri ol! Gökleri
yarattı, onların yaratılışını iki günde tesviye etti, yeryüzünü iki günde
yaydı; onların katmanları arasında iki günde melekler, cinler, insanlar,
kuşlar, yırtıcılar, vahşiler, evcil hayvanlar, büyükbaş hayvanlar ve
diğerlerinden oluşan mahlûkat sınıflarını yarattı. Sonra yedinci günde arşa
yöneldi. Yarattıkları içinden beşerin atası Âdem’i, onların çocuklarından ve
soyundan Nuh’u, onun soyundan Rahmanın dostu İbrahim’i, onun soyundan İsrail’i,
onun soyundan da Musa bin İmran’ı -onlara selam olsunseçti. Onunla konuştu, onu
kurtardı ve ona el ve asa mucizesini, Tevrat’ı ve peygamberlerin -kendilerine
selam olsunkitaplarını verdi.
Denizi
yardı, onun düşmanı Firavunu batırdı, İsrail Oğullarına kudret helvası ve
bıldırcın indirdi, onları kral yaptı ve onlara âlemlerde kimseye vermediği
şeyleri verdi. Hamt, sena, şükür ve ihsan ona aittir. Bu sözümü söylüyor ve
kendim ve sizler için Allah’tan bağışlanma istiyorum.
Kesin
karar sahibi şöyle dedi: Şunu unuttun ve demedin: Bizden, maymunlar, domuzlar
ve tağuta kulluk eden kimseler meydana getirdi. Onlar en kötü makamda ve doğru
yoldan en çok sapmış kimselerdir. Üzerimize alçaklık ve miskinlik damgası
vuruldu, öfke üzerine öfkeye maruz kaldılar. Bu onların dünyadaki rezilliğidir.
Yaptıklarına karşılık onlar için ahirette büyük bir azap vardır.
Sonra
kral baktı ve uzun boylu, üstünde yün elbise, belinde kemer kuşak, elinde
fırlattığı, içinde ateş buharlaştırdığı, sesini yükseltmeye, kelimelerini
okumaya ve seslendirmeye yarayan bir sopa[12]
bulunan bir adam gördü.
Kral
vezire “O kim?” dedi?
O
şöyle dedi: Mesih Aleyhisselamın ailesinden Süryani bir adamdır.
Kral
vezire dedi ki: Ona konuşmasını emret. Vezir ona emretti, o da “Başüstüne.”
dedi.
Bölüm
Süryani
şöyle dedi: Bir, tek, fert, ebedî, doğurmamış ve doğmamış olan ve başlangıç
oluşunda denksiz, birsiz, sayısız ve desteksiz olan Allah’a hamt olsun.
Sonra
sabahları yardı, ışıkları aydınlattı, ruhları ortaya çıkardı, karaltıların
suretlerini yarattı, cisimleri var etti, gök cisimlerini meydana getirdi,
felekleri döndürdü, kralları görevlendirdi, göklerin ve yayılmış yerlerin
yaratılışını tesviye etti, sağlam dağları sabitledi, taşkın denizleri,
bozkırları ve çölleri hayvanlar ve bitkiler için mes ken yaptı.
Bakire
Meryem’den insan suretli bir beden edinen, ona ilahhk cevherini ekleyen, onu
Ruhülkudüs’le destekleyen, elinde acayiplikler ortaya çıkaran, İsrail ailesini
hata yoluyla öldürülmekten kurtardıktan sonra dirilten[13],
bizi taraftar ve yardımcıları yapan, içimizden rahipler ve papazlar çıkaran
Allaha hamt olsun. Biz yeryüzünde büyüklük taslamayız. Kalplerimize şefkat,
merhamet ve korku/ruhbanhk yerleştirdi. Hamt, şükür ve sena ona aittir. Bizim
hatırlamayı bıraktığımız faziletlerimiz vardır. Allah’tan kendim ve sizler için
bağışlanma istiyorum. O bağışlayıcı ve merhametlidir.
Kesin
karar sahibi dedi ki: Yine de ki: Biz ona hakkıyla riayet etmedik, inkâr ettik
ve o üçün üçüncüsüdür, dedik. Haçlara taptık, kurbanda domuz eti yedik, Allaha
yalan söz ve iftira isnat ettik.
Sonra
kral, duran bir adama baktı ve onu düşündü. O, son derece esmer, zayıf bedenli,
üzerinde peştamal ve cüppeden ibaret iki elbise bulunan, rüku ve secde etmesi,
Kuran okuması ve Rahmana yakarmasıyla ihramhya benzeyen bir kimsedir. “O
kimdir?” dedi.
Vezir
şöyle dedi: O, Tihame’den bir Kureyşlidir.
Kral
dedi ki: Ona konuşmasını emret. Vezir ona emretti, o da "Başüstüne. dedi.
Bölüm
Kureyşli
şöyle dedi: Bir, ebedî, tek, doğurmamış, doğmamış ve hiçbir dengi olmayan
Allah’a hamt olsun. O ilk ve sondur, dış ve içtir, başlangıçsız ilk ve sonsuz
sondur, her şeyde kudret ve saltanatıyla zahirdir, her şeyde ilim, dileme,
etkileme ve iradesiyle batındır. O, şanı yüce ve burhanı açık olandır.
Mekânlardan, zamanlardan ve varlık sahibi cevherlerden öncedir.
Sonra
ona “Ol!” dedi ve oldu. Tesviye etti, belirledi, yol gösterdi. O en yüce bakıştadır.
O, göğü direksiz yükseltti, bina etti, tavanını yükseltti ve tesviye etti,
gecesini karanlık yaptı, kuşluk vaktini ortaya çıkardı, daha sonra size ve
hayvanlarınıza faydalanma olması için yeryüzünü yaydı, oradan su ve otlağını
çıkardı ve dağları sabitleştirdi. Onunla birlikte başka bir tanrı yoktur.
Yoksa her tanrı kendi yarattığını götürür ve biri diğerine üstün gelirdi.
Allah’ı onların nitelediklerinden tenzih ederim. Allah’a denk tutanlar yalan
söylediler, uzak bir şekilde saptılar ve açıkça zarar ettiler.
Müşrikler
hoşlanmasa da o, elçisi Muhammed’i bütün dinlere üstün gelmesi için hidayet ve
hak din ile gönderdi. Allah, ona, ailesine, ashabına, itretine/soyuna, bütün
yakın meleklerine, gönderilmiş peygamberlerine, göklerin ve yerlerin halkından
olan iyi kullarına ve Müslümanlara salât etsin. Bizi ve sizi rahmetiyle
onlardan eyle sin. O, merhametlilerin en merhametlisidir.
Bize
dinlerin en iyisini seçen, bizi Furkan sahibinin ümmetinden kılan ve Kuran
okumak, Ramazan ayı orucunu tutmak ve kutsal evinin, rükün ve makamın etrafında
tavaf etmekle; Kadir gecesi, Arafat, zekât, taharet, salavat, cemaat,
bayramlar, minberler, hutbeler, dini anlama, peygamberlerin sünnetlerini ve
Rabbanilerin hayatını bilmeyle yücelten Allah’a hamt olsun.
O
bize öncekilerin ve sonrakilerin haberlerini ve hallerini, kıyamet gününün
hesabı m öğretti ve nimetler yurdunda ebedîlerin ebediliği ve zamanlar zamanı
süresince peygamberlerin, şehitlerin ve salihlerin sevabını vaat etti.
Âlemlerin Rabbi Allaha hamt, peygamberlerin sonuncusu Muhammede ve gönderilmiş
imamlara salât olsun. Bizim açıklaması uzun sürecek daha başka faziletlerimiz
de vardır. Uzatmaktan korktuğumuz için onları anmayı terk ettik. Allah’tan
kendim ve sizler için bağışlanma istiyorum.
Kesin
karar sahibi şöyle dedi: Ayrıca şunu da söyle: “Ardından biz terk ettik, Peygamberin
vefatından sonra mürtetler ve şüphe eden münafıklar olarak geri döndük ve din
vasıtasıyla dünyayı isteyerek hayırlı ve faziletli imamları öldürdük"
Sonra
kral baktı ve başında bağ/mişedde olan ve önünde gözlem aletleriyle oyun
yerinde ayakta duran bir adam gördü. Vezire: “O kim?" dedi.
O
dedi ki: Yunan ülkesinden Rum halkına mensup bir adam.
Kral:
“Ona emret.” dedi. Konuşmasını emretti, o da “Başüstüne.” dedi.
Bölüm
Yunanlı
şöyle dedi: Bir, tek, fert ve ebedî olan; sayılar, çiftler ve teklerden önceki
bir gibi suretli ve boyutlu heyuladan önce olan, benzerlerden ve zıtlardan
aşkın olan Allaha hamt olsun.
Yine
üstün ve yüce olan, varlığından ilimler ve sırlar sahibi, ışıkların ışığı ve
ruhların unsuru faal aklı taşıran Allah’a hamt olsun.
Işığından
aklı ve hareketli ve hayat ve bereket kaynağı tümel felekî nefis cevherinden
araştırmayı çıkaran Allah’a hamt olsun.
Nefisten
varlıkların unsurunu, heyulanın zatlarını ve olanları ortaya çıkaran Allaha
hamt olsun.
Ölçülü
ve boyutlu cisimleri, mekânları ve zamanları yaratan Allah’a hamt olsun.
Suretli,
görünümlü, konuşan, düşünen ve dairevî hareketleri olan felekleri ve gezegenleri
meydana getiren; nefisleri, ruhları ve melekleri onların döndürülmesiyle
görevlendiren; onları karanlığın lambaları ve ufuklarda ve bölgelerde ışıkların
doğuş yeri yapan Allah’a hamt olsun.
Varlığın
özleri olan unsurları oluşturan; onları bitki, hayvan, insan ve cinlerin
meskeni yapan; bitkileri bitiren, bunu bedenler için madde, hayvanlar için
besin yapan, denizlerin derinliklerinden ve dağların içinden faydalı yoğun
madenî cevherler çıkaran Allah’a hamt olsun.
Ülkemizi
bitki ve nimet bolluğu ile ayrıcalıklı yapmak suretiyle bizi kullarının
çoğundan üstün kılan; üstün özellikler, mutedil yaşantılar, akıl üstünlüğü,
temyiz inceliği, kavrayış kalitesi, ilginç ilim ve sanatların çokluğu, tıp,
geometri, astronomi, feleklerin bileşimi ilmi; hayvan, bitki ve madenlerin faydalarını
bilme, hareketler, gözlem aletleri, tılsımlar, matematik, mantık, fizik ve
ilahiyat ilmi ile krallar yapan Allah’a hamt olsun. Bol ihsanından dolayı hamt,
övgü ve şükür ona mahsustur. Bizim açıklaması uzun sürecek daha başka
faziletlerimiz de var. Kendim ve sizler için Allah’tan bağışlanma istiyorum.
Kesin
karar sahibi dedi ki: Bu bahsettiğin ve övündüğün ilimler ve hikmet, bir
kısmını Batlamyus zamanında İsrail ailesinden, bir kısmını da Mitos zamanında
Mısır halkından alıp ülkenize taşımasaydiniz ve kendinize nispet etmeseydiniz
nereden sizin olacaktı?
Kral,
Yunanlıya şöyle dedi: Bahsettiği konuda ne diyorsun?
O
dedi ki: Bilge söylediklerinde haklı. Bunları onlardan aldık. Bizim ilimlerimiz
ve diğer ümmetlerin ilimleri birbirindendir. Böyle olmasaydı, bunları Hint
halkından almasalardı Parsların nereden astronomi, felekler bileşimi ve gözlem
aletleri ilmi olacaktı? Süleyman Aleyhisselam bunları galip geldiği zaman diğer
milletlerin krallarının hâzinelerinden almasa ve İbranileıin diline ve Şam ülkesine
naklettirmeseydi, İsrail Oğullarının nereden hiyel (hileler), sihir, büyü,
tılsım dikme ve ölçü çıkarma ilmi olacaktı? Onun krallığı Filistin
ülkesindeydi. İsrail Oğulları onların bir kısmına da peygamberlerinin melekler
tarafından vahiy ve haberler yoluyla göklerin sakinleri, feleklerin kralları ve
âlemlerin Rabbinin orduları olan yüce topluluktan kendilerine öğretilen
kitaplarından mirasçı oldular.
Kral,
bilgeye dedi ki: Bahsettiği konuda ne diyorsun?
O
şöyle dedi: Doğru söyledi. İlimler şu ümmette değil de bu ümmette, şu zamanda
değil de bu zamanda çoğaldı. Krallık ve peygamberlik onlarda olunca onlar diğer
ümmetlere üstün gelirler; onların üstünlüklerini, erdemlerini, ilimlerini ve
kitaplarını alırlar, ülkelerine taşırlar ve kendilerine nispet ederler.
Sonra
kral, iri cüsseli, güçlü, güzel elbiseli ve Güneşle birlikte gözünü döndürerek
göğe doğru bakan bir adama baktı. “O kim?” dedi.
Vezir
dedi ki: Merv ve Şaha ülkesinden Horasanlı bir adam.
Kral
şöyle dedi: Ona konuşmasını emret. Vezir ona emretti, o da “Başüstüne.” dedi.
Bölüm
Horasanlı
dedi ki: Bir ve tek, büyük ve yüce, güçlü ve kudretli, kuvvetli ve üstün,
ihtişamlı ve bağışlayan ve kadir-i mutlak olan Allah’a hamt olsun. Ondan başka
tanrı yoktur. Dönüş onadır. Konuşanların dilleri onun sıfatlarını tasvir
etmekten aciz kalır. Düşünürlerin kavrayışları onun vasıflarının iç yüzünü
idrak edemez. İhtişamının büyüklüğü hususunda akıllıların akılları ve
görenlerin gözleri hayrete düşer. Yüce oldu, zuhur ve tecelli etti. O, en
yüksek bakış yerindedir. “Gözler onu idrak etmez, o gözleri idrak eder. O latif
ve haberdardır.”[14]
Geceyi ve gündüzü yaratmadan önce ışıklarla gizlendi. Dönen felekleri yarattı,
birbirine uzak bölgeleri bulunan göklerin tavanlarını yükseltti. Mahlûkatı
melek, cin, insan ve şeytan diye cinsler olarak, ikişer, üçer, dörder kanatlı,
iki ve dört ayaklı, karnı üzerinde sürünen, suya dalan ve içinde yüzen sınıflar
şeklinde yaratan; sonra onları türler ve şahıslar yapan, Âdemoğullarını
renkleri, dilleri, giysileri, mekânları ve zamanları farklı halklar ve
kabilelere ayıran ve onlara nimetlerini, üstünlüklerini, lütuflarım ve
ihsanlarını bölüştüren zata hamt olsun.
Verdiği
ve lütfettiği nimetler ve vaat ettiği ihsandan dolayı Allaha hamt olsun.
Ülkemizin şehir, çarşı, ev, kale, hisar, nehir, ağaç, dağ, maden, hayvan,
bitki, erkek ve kadınlarını çoğaltmakla bizi seçkin ve üstün kılan Allah’a hamt
olsun. Kadınlarımız erkekler kadar, erkeklerimiz develer kadar, develerimiz
büyük dağlar kadar güçlüdür.
Bizi
seçkin kılan ve bizi peygamberlerin diliyle büyük cesaret, sağlam güç, din
sevgisi ve peygamberlere uymakla öven Allah’a hamt olsun. Aziz ve ve Çelil olan
Allah dedi ki: “Biz güçlüyüz ve çok yiğidiz. Emir şenindir; bak, ne
emredersin?”[15]'
Azız ve ve Çelil olan Allah geride kalan bedeviler için şöyle dedi: “Çok
cesur bir kavme karşı davet edileceksiniz’’[16]
Yine dedi ki: “Allah, kendi sevdiği ve kendisini seven bir kavmi
getirecektir’[17].
Resulüllah (as) dedi ki: “İman Süreyya yıldızına asılı olsaydı onu
Farslılardan bir adam alırdı’. Yine o (as) dedi ki: “Fars adamlarından
olan kardeşlerimi tebrik ederim. Onlar ahir zamanda gelirler, onu beyaz
üzerindeki bir siyah olarak bulurlar, ona inanırlar ve onu tasdik ederler”.
Bizi
kesin inanç, iman, ahiret için çalışma ve mead (öte dünya) için azık sağlamakla
seçen Allah’a hamt olsun. İçimizde Incil’i okuduğu halde ondan bir şey anlamayan,
Mesih’e inanan ve onu tasdik eden kimseler vardır. İçimizde Kuran okuduğu ve
onu seslendirdiği halde ondan bir şey anlamayan, Muhammed’e inanan, onu tasdik
eden ve ona yardım eden kimseler vardır. Biz kara giydik, Hüseyin’in intikamını
talep ettik, Mervan Oğullarına mensup azgınları kovduk. Onlar azdılar, isyan
ettiler, Allah’ın sınırlarını ve dini çiğnediler. Biz Muhammed (as)’ın
ailesinden beklenen İmam Mehdi Aleyhisselam’ın kendi ülkemizden ortaya
çıkmasını istiyoruz. Bizde onunla ilgili bir haber ve eser vardır. Verdiği,
lütfettiği, nimet verdiği ve ikram ettiği için Allaha hamt olsun. Bu sözümü
söylüyor, kendim ve sizler için Allah’tan bağışlanma istiyorum.
Farslı
sözünü bitirince kral çevresindeki bilgelere baktı ve “Onun anlattıkları hakkında
ne düşünüyorsunuz?” dedi.
Filozofların
reisi şöyle dedi: Onlarda tabiat sertliği, küfürlü konuşma, oğlan çocuklarıyla
evlenme, annelerini evlendirme ve ateşe tapma olmasa anlattıklarında haklı.
Onlar Rahmandan başka Güneşe tapıyorlar.
Bölüm
Yırtıcı
ve Vahşi Hayvanlar İçinde Aslanın Sıfatlarının,
Huylarının ve Övülen ve Yerilen Özelliklerinin Açıklanmasına Dair
Üçüncü
gün olunca toplulukların liderleri belirtilen yere geldiler ve dün olduğu gibi
mecliste yerlerini aldılar. Kral sağa sola baktı ve eşeğin yanında duran, göz
ucuyla bakan, köpekten korkan ürkek bir zanlı gibi sağa sola dönen çakalı
gördü.
Kral,
tercüman vasıtasıyla “Sen kimsin?” dedi.
O
dedi ki: Ben yırtıcıların lideriyim.
[Kral]
şöyle dedi: Seni kim gönderdi?
O:
“Kralımız.” dedi.
[Kral]:
“O kim?” dedi.
O
dedi ki: Aslan Ebulharis.
Kral
şöyle dedi: Ülkede nerede barınır?
O
dedi ki: Çalılıklarda, ormanlarda ve ağzı dar, içi geniş çukurlarda.
[Kral]
şöyle dedi: Onun tebaası kimlerdir?
O
dedi ki: Vahşi, evcil ve büyükbaş hayvanlardan oluşan kara hayvanları.
[Kral]
şöyle dedi: Onun ordusu ve yardımcıları kimlerdir?
O
dedi ki: Kaplanlar, çitalar, kurtlar, çakallar, tilkiler, kara kedileri,
pençeli ve köpekdişli bütün yırtıcılar.
[Kral]
şöyle dedi: Bana onun suretini, ahlâkını ve tebaa ve ordusu içindeki tavrını
anlat.
O
dedi ki: Pekiyi, ey kral. O en iri cüsseli, en büyük yaratılışlı, en güçlü,
kuvvet ve saldırması en şiddetli, heybet ve ihtişamı en görkemli, geniş göğüslü,
dar kalçalı, ince kıçlı, büyük başlı, yuvarlak yüzlü, açık alınlı, geniş
avurtlu, burun delikleri açık, önkolları sağlam, köpekdişleri ve pençeleri
keskin ve sert, parlak gözlü, yüksek sesli, şiddetli kükreyen, iri bacaklı,
cesur kalpli, korkunç görünümlü, kimseden korkmayan ve camızların, fillerin,
timsahların, cesur adamların, silahla donanmış ve zırhlı süvarilerin sert
saldırısından korkmadığı bir yırtıcıdır. O çok kararlı ve kesin görüşlüdür.
Bir
şeye niyetlendiğinde onu kendi kendisine yapar, ordu ve yardımcılarının
herhangi birinden yardım istemez. Düşük işlerden yüz çevirir, kadınlara,
çocuklara ve uyuyanlara saldırmaz. Yüce tabiatlıdır. Uzakta bir ışık görünce
gece karanlığında ona doğru gider, onun uzağında durur, öfkesinin galeyanı
sakinleşir, saldırganlığı yumuşar. Güzel bir şarkı duyunca ona yaklaşır ve
onunla huzur bulur. Küçük karınca dışında hiçbir şeyden ürkmez ve acı çekmez.
Tahtakurusunun fil ve camızlara, sineğin insan ların zorba krallarına musallat
olması gibi onlar da ona ve yavrusuna musallat olurlar.
[Kral]
dedi ki: Onun tebaası içindeki yaşantısı nasıldır?
O
şöyle dedi: Onların en iyisi ve en adili. Ben bundan sonra anacağım.
Bölüm
Anka
Kuşunun, Barındığı Adanın ve
Oradaki Bitki ve Hayvanların Sıfatlarının Açıklanmasına Dair
Sonra
kral, oraya gelen topluluklara baktı ve yakındaki ağacın dalma oturmuş bulunan
papağanı gördü. O gelen topluluk içinden her konuşana bakıyor, düşünüyor,
konuşma ve sözlerinde anlattıklarını dile getiriyor.
Kral
ona: “Sen kimsin?” dedi.
O
dedi ki: Ben yırtıcı kuşların lideriyim.
[Kral]
şöyle dedi: Seni kim gönderdi?
O:
“Kralımız.” dedi.
[Kral]:
“O kimdir?” dedi.
O:
“Sürgündeki Anka kuşu.” dedi.
[
Kral] şöyle dedi: O, ülkenin neresinde barınır?
O
dedi ki: Deniz gemilerinin ve herhangi bir insanın nadiren ulaştığı Yeşil Deniz
adasının yüksek dağlarının tepelerinde.
[Kral]
şöyle dedi: O adayı bize anlat.
O
dedi ki: Pekiyi. Hoş topraklı, ılıman havalı, ekvator çizgisinin altında yer
alan, pınar ve ırmaklardan gelen tatlı suyu bulunan, havaya doğru yükselen tik
ağaçlarının bol olduğu bir yerdir. Çalılıklarının kamışı mızrak, ayrıkotu
kamış, hayvanları fil, camız, domuz ve Allah’tan başka kimsenin bilmediği daha
başka türler.
[Kral]
şöyle dedi: Bize Ankanın şeklini, huylarım ve yaşantısını anlat.
O
dedi ki: Pekiyi. O en iri cüsseli, büyükyaratılışlı, sert uçuşlu, koca başlı,
demir kazma gibi büyük gagalı, koca kanatlı bir kuştur. Onları yaydığında gemi
yelkenlerini andırır. Zorba Nemrut’un şemsiyesine benzer bunlara uygun bir
kuyruğu vardır. Uçarken havadan dalınca hava titreşiminin şiddetinden, kanat
çarpışından dağlar sallanır. Uçarken, çaylağın yeryüzünden fareyi kapması gibi,
yeryüzünden camız ve filleri kapar.
[Kral]
şöyle dedi: Onun yaşantısı nasıldır?
O
dedi ki: Onların en iyisi ve en adilidir. Bundan sonra bahsedeceğim.
Bölüm
Yılan
ve Ejderhanın Sıfatı, İlginç Yaratılışları ve
Korkunç Görünümlerinin Açıklanmasına Dair
Kral,
oraya yakın bir duvar yarığından bir ezgi ve vızıltı duydu. O mırıldanıyor ve
homurdanıyor, bir an olsun sakinleşip yatışmıyor. Onu düşündü. O, duran ve kanatlarını
hareket ettiren bir cırcırböceğidir. Onun hafif ve hızlı bir hareketi vardır.
Ondan ince saz telinden işitildiği gibi bir ezgi ve vızıltı işitilir.
Kral
ona: “Sen nerelisin?” dedi.
O
şöyle dedi: Ben sürüngenlerin ve böceklerin lideriyim.
[Kral]:
“Seni kim gönderdi?” dedi.
O:
“Kralımız” dedi.
[Kral]:
“O kim?” dedi.
O:
“Yılan” dedi.
[Kral]
şöyle dedi: O, ülkenin neresinde barınır?
O
dedi ki: Şiddetli soğuk küresi yanındaki meltem küresine doğru uzanan yüksek
dağlarda. Öyle ki oraya bulutlar çıkmaz, yağmur düşmez, orada zemheri soğuğunun
şiddetinden bitki bitmez, hayvan yaşamaz.
[Kral]
şöyle dedi: Onun ordusu ve yardımcıları kimlerdir?
O
dedi ki: Bütün yılanlar, çekirgeler ve böcekler.
[Kral]
şöyle dedi: Ordusu nerede barınır?
O
dedi ki: Yeryüzünün her mekânında. Onların sayısını onları yaratan, şekillendiren,
meydana getiren, yerleştikleri yeri ve gidecekleri yeri bilen Allah’tan başkası
sayamaz.
Kral
şöyle dedi: Yılan niçin ordusu ve türünün fertleriyle birlikte oraya yükseldi?
O
dedi ki: Çeneleri arasında bulunan ve onu vücudunda tutuşturan zehrinin aşırı
yakıcı sıcaklığından zemheri soğuğuyla rahatlamak için.
[Kral]
şöyle dedi: Bize onun şeklini, ahlâkını ve yaşantısını anlat.
O
dedi ki: Onun şekli ejderhanın şekli ve ahlâkı onun ahlâkı gibidir.
[Kral]
şöyle dedi: Bize ejderhayı kim anlatır?
O
dedi ki: Su hayvanlarının lideri.
[Kral]:
“O kimdir?” dedi.
O
dedi ki: Şu oduna binmiş olan.
Kral
baktı. Kurbağa, oraya yakın deniz sahilinde bir odunun üzerine binmiştir. O,
Allah’tan ve sadık yüce meleklerden başkasının bilmediği Allah’ı tespih,
tekbir, hamt ve tehlil (lâ ilahe illallah demek) sesleriyle öter.
Kral:
“Sen kimsin?” dedi.
O
dedi ki: Ben su hayvanlarının lideriyim.
[Kral]
şöyle dedi: Seni kim gönderdi?
O:
“Kralımız.” dedi.
[Kral]:
“O kim?” dedi.
O:
“Ejderha.” dedi.
[Kral]
şöyle dedi: O, ülkenin neresinde barınır? •
O
dedi ki: Çalkalanan dalgaların ve birleşik bulutların kaynağının bulunduğu denizlerin
dibinde
[Kral]
şöyle dedi: Onun ordusu ve yardımcıları kimlerdir?
O
dedi ki: Timsahlar, yunus balıkları, yengeçler ve adedini bir ve üstün olan
Allah’tan başkasının sayamadığı deniz hayvanı türleri.
[Kral]
şöyle dedi: Bize onun şeklini, ahlâkını ve yaşantısını anlat.
O
dedi ki: Pekiyi, ey kral. O, iri yaratılıştı, ilginç suretli, uzun boylu, geniş
cüsseli, korkunç görünümlü ve ürkütücü yapılı bir hayvandır. Bütün deniz
hayvanları, aşırı güçlü ve çok saldırgan olduğu için ondan korkar ve ürkerler.
Hareket ettiğinde hızlı yüzmesi nedeniyle denizin dalgası da hareketlenir.
Koca başlı, parlak gözlü, geniş ağızlı ve çok dişlidir. Sayılamayacak kadar çok
deniz hayvanını yutar. Karnı onlarla dolup hazımsızlık çekince eğrilir,
bükülür, başı ve kuyruğu üzerine yaslanır, orta kısmını suyun dışına çıkarır,
Güneşin kaynağında doğan gökkuşağı gibi havada yükselir, karnındakileri
hazmetmek için karnının sıcaklığında dinlenir. O bu haldeyken bazen bayılır.
Altından bir dalga doğar, onu yukarı kaldırır, karaya atar ve o da ölür. Onun
bedenini yırtıcılar günlerce yer. Onu Şeddin ötesinde oturan Yecüc ve Mecüc
topluluğuna atar. Onlar insan suretli, yırtıcı ruhlu, yönetim ve siyaset,
alışveriş, zanaatkârlık, ekme ve biçme bilmeyen; bilakis yırtıcı, vahşi hayvan
ve balık avlamasını ve birbirlerine baskın yapıp yağmalamayı bilen ve
birbirlerini yiyen iki topluluktur.
Ey
kral, bil ki bütün deniz hayvanları ejderhadan korkar ve ürkerler. O, kürur ve
sivrisineğe benzeyen ve onu sokan küçük bir hayvandan başka bir şeyden korkmaz.
Bu ne ona saldırabilir, ne de ondan sakınabilir. Onu sokunca zehri onun vücuduna
akar ve o ölür. Deniz hayvanları onu yemek için toplanırlar. Onun bedeni onlar
için günlerce rahat bir geçimlik olur. Büyük yırtıcıların küçüklerini bir süre
yemesi gibi onlar da onu bir süre yer. Bu durum yırtıcı kuşlar için de
geçerlidir. Çünkü serçeler, tarlakuşları, kırlangıçlar ve diğerleri çekirge,
karınca, sinek, tahtakurusu ve benzerlerini yerler. Atmacalar, şahinler ve
benzerleri, serçe ve tarlakuşlarmı avlayıp yerler. Sungur, şahin, akbaba ve
kartallar da onları avlayıp yerler. Sonra onlar ölünce onları da küçükleri olan
karınca, sinekve kurtçuklar yerler.
Âdemoğullarının
durumu da böyledir. Onlar oğlak, kuzu, koyun, sığır, kuş ve diğerlerinin
etlerini yerler. Onlar öldüğünde de kabirlerinde onları kurtçuk, karınca ve
sinekler yerler.
B
öylece küçük hayvanlar büyüklerini yerler. Bazen de büyükler küçükleri yerler.
Bundan dolayı insanların mantıkçı filozofları şöyle demişlerdir: Bir şeyin
iyiliği, diğer şeyin bozulmasındadır. Allah -eksiklikten tenzih ederimdedi ki:
“Biz bu günleri insanlar arasında döndürürüz. Bunu bilenlerden başkası
düşünmez.”44
Ey
kral, bu insanların kendilerinin efendi, diğer hayvanların onların köleleri olduğunu
iddia ettiklerini işittik. Onlar, diğer hayvanlara ait anlattığın tasarrufları
anlamıyorlar mı? Anlattıkların hususunda onlar arasında fark var mı? Onlar
bazen yiyorlar, bazen yeniyorlar. Âdemoğulları aynı akıbete duçar oldukları
halde hayvanlara karşı ne ile övünüyorlar? Şöyle denilmiştir: İşler sonlarıyla
[değerlendirilir]. Hepsi topraktan yaratıldı, yine toprağa döneceklerdir.
44. Al-i İmran, 3/140.
Sonra
kurbağa şöyle dedi: Ey kral, bil ki ejderha insanların bu sözünü ve hayvanların
kendilerinin köleleri, kendilerinin de onların efendileri oldukları iddiasını
duyunca onların söylediği yalan ve iftiraya hayret etti. Dedi ki: Şu insanlar
ne kadar cahil ve azgınlıkları, kendini beğenmişlikleri ve akıl hükümlerinden
dolayı büyüklenmeleri ne kadar aşırı! Yırtıcılar, vahşi hayvanlar, yırtıcı
kuşlar, yılanlar, ejderhalar, timsahlar ve kılıçbalıkları onlardan dolayı yaratıldığı
halde nasıl oluyor da onların kendi kulları olduğunu caiz görüyorlar? Acaba
onlar düşünmüyorlar ve dikkat etmiyorlar mı ki yırtıcı hayvanlar ormanlardan
çıkmış, yırtıcı kuşlar havadan üzerlerine atılmış, yılanlar dağ tepelerinden
üstlerine inmiş, timsah ve ejderhalar denizden çıkmış ve insanlara bir hamlede
saldırmış olsa onlardan hiçbir kimse kalır mı? Acaba onlar yurtlarında ve
evlerinde bunların arasına karışsa onlarla birlikte yaşamak ve hayat sürdürmek
iyi olur mu? Onlar Yüce Allahın zararlarını gidermek için bunları kendilerinden
ve yurtlarından uzaklaştırmakla lütfettiği nimeti düşünmüyorlar mı? Ellerinde
esir olan bu güvenli hayvanların gece gündüz kötü işkence görmelerine rağmen
güçsüz, saldırmaz ve hilesiz olması onları yanılttı ve haksız ve delilsiz
olarak bu iddiaya sevk etti.
Bölüm
Sonra
kral, renkleri, nitelikleri, giysileri ve kıyafetleri farklı, durmakta olan
yaklaşık yetmiş iki adama baktı ve onlara şöyle dedi: Dediklerini duydunuz.
Dikkate alın ve düşünün. Sonra onlara: “Kralınız kim?” dedi.
Onlar:
“Bizim birçok kralımız var.” dediler.
O:
“Onların yurtları nerededir?” dedi.
Onlar
şöyle dediler: Çeşitli ülkelerde. Her birisi, ordusu ve tebaası ile birlikte
bir şehirdedir.
Kral
dedi ki: Niçin? Neden bu hayvan topluluklarından her türün sayılarının çokluğuna
rağmen bir krah var da az oldukları halde insanların çok kralları var?
İnsanların
Iraklı lideri şöyle dedi: Evet, ey kral, ben size neden insanların krallarının
çok da diğer hayvanların çok olmalarına rağmen krallarının az olduğunu haber
vereyim.
Kral:
“Nedir?” dedi.
O
şöyle dedi: İnsanlar, isteklerinin ve işlerindeki tasarruf çeşitlerinin çok ve
hallerinin değişik olmasından dolayı kralların çokluğuna ihtiyaç duydular.
Diğer hayvanların tabi olduğu hüküm böyle değildir. Diğer özellik, onların
krallarının sadece cüsse büyüklüğü, yaratılış iriliği ve çok kuvvetli olma
bakımından ancak isimde olmasıdır. İnsanların krallarının hükmü belki bunun
tersinedir. Şöyle ki bazen kral, onların en ufak cüsselisi, en ince bünyelisi
ve en zayıfıdır. Krallardan istenen, iyi siyaset, yargıda adalet, tebaanın
işlerini gözetme, ordunun ve yardımcıların hallerini kontrol etme,
mertebelerini düzenleme ve benzer/zor işlerde onlardan yardım istemedir. İnsan
krallarının tebaa, ordu ve yardımcılarının çeşitli sınıfları ve sıfatlan
vardır. Onlardan bazısı, kralın kendileri sayesinde düşmanlarına, emrine karşı
gelen asilere, ihtilalcılara, hırsızlara, eşkıyalara, başıboşlara, serserilere,
ülkede fitne, ayaklanma ve bozgunculuk çıkarmak isteyenlere saldırdığı silahlı
kişilerdir.
Bazıları,
vezirler, kâtipler, valiler, divan üyeleri, vergi tahsildarlarıdır. Kral, malları,
hâzineleri, ordunun erzakını ve ihtiyaç duyulan mal, giysi ve eşyayı onlar vasıtasıyla
toplar.
Bazıları,
bina ustaları, boyacılar, çiftçiler, ekin ve nesil erbabıdır. Şehirler onlarla
imar edilir ve herkesin geçimi onlarla sağlanır.
Bazıları,
dini ayakta tutan ve kralın tebaayı korumak, yönetmek ve işlerini en sağlam ve
en iyi şekilde yürütmek için ihtiyaç duyduğu şeriatı uygulayan kadılar, âlimler
ve fakihlerdir.
Bazıları,
tacirler, sanatkârlar, meslek erbabı ve şehirlerde ve köylerde alışveriş, ticaret
ve üretimde yardımlaşanlardır. Geçim ve iyi hayat onlar olmadan ve birbirlerine
yardım etmeden gerçekleşmez.
Bazıları,
hizmetçiler, köleler, cariyeler, kapı muhafızları, hazinedar vekiller, sultanın
koruyucuları, elçiler, haberciler, özel nedimler ve kralın tüm hayatında
ihtiyaç duyduğu benzeri kimselerdir.
Kral,
saydığım bütün bu topluluklara işlerine bakma, durumlarını gözetme ve aralarında
hükmetme konusunda muhtaçtır.
Bütün
bu hasletlerden dolayı insanlar çok krala ihtiyaç duydular. Belirttiğim gibi,
her ülkede veya her şehirde oranın tüm halkının işlerini yöneten bir tek kral
vardır. Bunların hepsini bir tek kişi yapamaz. Çünkü yeryüzünün yedi bölgesi
bulunmaktadır; her bölgede birçok ülke, her ülkede birçok şehir ve her şehirde
sayısını Allah’tan başka kimsenin sayamadığı birçok insan vardır. Onların
dilleri, huyları, görüşleri, mezhepleri, işleri, halleri ve istekleri
farklıdır.
Bu
özelliklerden dolayı ilahi hikmette ve rabbani inayette insanların krallarının
çok olması gerekir. İnsanların bütün kralları, Allah’ın yeryüzündeki
halifeleridir. Onları, kullarını yönetmeleri, işlerini yürütmeleri, düzenlerini
korumaları, hallerini kontrol etmeleri, zulmü engellemeleri, mazluma yardım
etmeleri, hak ile hükmetmeleri, adaleti gerçekleştirmeleri, emirlerini
emretmeleri, yasaklarını yasaklamaları, siyaset ve yönetimde kendisine
benzemeleri için ülkelerine kral ve kulları üzerine yönetici yaptı. Allah her
şeyin idarecisi, en üstününden en alçağına kadar kullarının yöneticisi, onların
koruyucusu, yaratıcısı, rızık vereni, dilediği gibi ve dilediği şekilde ilk
defa var edeni ve yeniden yaratanıdır. O yaptıklarından sorumlu değildir; ama
onlar sorumludurlar. Ben bu sözümü söylüyor ve Allah’tan kendim ve sizler için
bağışlanma istiyorum.
Bölüm
Arının
Fazileti, İşlerinin İlginçlikleri, Hallerinin Tasarrufları ve Diğer Böceklerde
Bulunmayıp Sadece Ona Özgü Olan Asalet ve Vergilerin Açıklanmasına Dair
İnsanların
lideri sözünü bitirince kral, hayvan türlerine baktı. Bir ses ve vızıltı
işitti. Bu, havada duran, hafif bir şekilde kanatlarını hareket ettiren arılar
başkanı ve lideri erkek arıya aittir. Onun ut tellerinden gelen küp/zir ezgisi
gibi ses ve vızıltısı duyulur. O, Allah’ı tespih, takdis ve tehlil eder. Kral
ona: “Sen kimsin?” dedi.
O
şöyle dedi: Ben böceklerin lideri ve kralıyım.
[Kral)
dedi ki: Kendi kendine nasıl geldin? Niçin diğer hayvan topluluklarının yaptığı
gibi tebaan ve ordun içinden bir elçi göndermedin?
O
şöyle dedi: Herhangi birine bir kötülük, fenalık veya eziyet dokunmasın diye
onlara olan şefkat, merhamet ve sevgimden dolayı.
Kral
ona dedi ki: Bu hasletler diğer hayvan krallarında yokken sana nasıl özel
olarak verildi?
O
şöyle dedi: Bana sayamadığım kadar çok olan bu bol vergileri, ince lütfü ve
büyük ihsanı Rabbim tahsis etti.
Kral
ona dedi ki: Onlardan bazılarını duymam için anlat, anlamam için açıkla.
O
şöyle dedi: Evet, ey kral, Allah’ın bize bizden sonra diğer hayvanlara vermediği
krallık ve peygamberliği vermesi, onu babalarımızdan ve dedelerimizden kalan,
kıyamete kadar çocuklarımıza ve nesillerimize bir hazine olarak halef selef
ilişkisi içinde geçen bir veraset kılması onun bana, babalarıma ve dedelerime
tahsis ettiği ve verdiği nimetlerdendir. Bunlar, cinlerden, insanlardan ve
diğer hayvanlardan birçok mahlûkun aldandığı iki büyük ve bol nimettir.
Rabbimizin bize tahsis ettiği ve verdiği nimetlerden biri, yuva kurma, ev
yapma ve oraya rızık toplama gibi geometrik sanat inceliğini, felekî şekil
bilgisini ilham etmesi ve öğretmesidir. Aynı şekilde bize tahsis ettiği ve
verdiği nimetlerden biri doğru yolda yürümektir. Yine bize tahsis ettiği ve
verdiği nimetlerden biri bütün meyvelerden ve bitki çiçeklerinden yemeyi helal
kılmasıdır. Bize tahsis ettiği ve verdiği nimetlerden biri de kazanımlarımızı,
erzaklarımızı ve karnımızdan çıkanları içinde insanlar için şifa olacak ve
Allah’ın şu sözünü doğrulayacak şekilde tatlı ve lezzetli bir içecek
yapmasıdır: “Rabbin bal arısına; dağlardan, ağaçlardan ve onların yaptıkları
çardaklardan evler edin, sonra meyvelerden ye ve boyun eğerek Rabbinin yolunu
tut, diye vahyetti. Onların karın larından değişik renkte ve insanlar için şifa
olan bir içecek çıkar.”41
Yine
Rabbimizin bizim için seçtiği ve verdiği nimetlerden biri, suret ve görünüşümüzün
yaratılışını, ahlâkımızın güzelliğini, eylem ve davranışlarımızın iyiliğini,
işlerimizin yürütülmesini, siyasetimizin tebaamızı yönetmemizin güzelliğini
akıl sahipleri için bir ibret ve basiretliler için bir işaret kıldı. Bundan
dolayı Yüce Allah, hikmetiyle yaratılışımızı ince bir yaratılış, bünyemizi
zarif bir bünye ve suretimizi ilginç bir suret yaptı. Yüce Allah vücudumuzu üç
burgulu eklem şeklinde oluşturdu. Vücudumuzun ortası, küp şeklinde bir
dörtgen, sonu kıvrımlı ve süslü bir koni, başımız yayılmış bir yuvarlaktır.
Bedenimizin ortasında ayağa kalkmak, oturmak, düşmek, ilerlemek ve evlerimizin
temelini atabilmek için daire içindeki altıgen şekilli kenarlar gibi ölçüleri
uyumlu dört ayak ve iki el meydana getirdi. Evlerimiz etrafı sarılmış
altıgenler şeklindedir. Evlerimizin yapısında ve konaklarımızın/kovanlarımızın
şekillerinde rabbani ilhamlar ve ruhanî düşünceler vardır. Zira matematikçiler,
şekillerimizin konumlarına ve evlerimizin altıgenliğine akıl erdirememişlerdir.
Eşkenarlı ve geniş açıh olmalarındaki amaç, yavrularımıza zarar veren ve
gücümüz ve hâzinemiz olan içeceğimizi/bahmızı bozan havanın girmemesidir.
Bu
dört ayak ve iki elle ağaç yapraklarını ve evlerimizi ve kovanlarımızı yaptığımız
nemli ve yağlı meyve çiçeklerini toplarız. Allah, omzuma havada bağımsız olarak
45. Nahl, 16/68.
uçmamı
sağlayacak ipek dokumalı dört kanat koydu. Bedenimizin son kısmını uçuş
esnasında başımızın ağırlığıyla uyumlu olması için içi boş, kademeli ve hava
dolu bir koni şeklinde yaptı. Bana diken gibi keskin bir iğne verdi;
düşmanlarımı korkutmak ve eziyet vermek amacıyla saldıran kimseleri engellemek
için onu benim için silah kıldı. Başımı sağa sola kolay hareket ettirebilmem
için boynumu hafif yaptı. Başımı yuvarlak ve geniş yaptı. İki yanıma parlak
ayna gibi iki berrak göz yerleştirdi. Onları bizim için renk, şekil, aydınlık
ve karanlık gibi görülür şeyleri idrak etme organı kıldı. Başımıza boynuza
benzer iki ince ve yumuşak şey yerleştirdi. Onları bizim için sert
dokunulurların yumuşak kısımlarını, sertlik ve yumuşaklığı algılama organı kıldı.
Bize güzel koklanırları ve hoş kokuları hissetmek için iki burun açtı. Bize
yemeği ve güzel yiyecek ve içecekleri tanımak için tatma gücü bulunan açık bir
ağız verdi. Bizim için ağaçların nemli ve yumuşak meyvelerini toplamaya yarayan
iki keskin bıçak verdi.
Yunanlı
tabiatçılar ve tabipler, bizim bitkilerin tabiatları hakkındaki bilgimiz ve
yaralarının özellikleri hususundaki vukufiyetimizden aciz kalmışlardır. Hayvanların
memelerinde hazmedici ve içenlerin boğazından kolayca geçecek şekilde kanı saf
süte dönüştürücü bir güç yarattığı gibi, karnımızda bu rutubetleri çekici,
tutucu, sindirici, pişirici, olgunlaştırıcı ve tatlı ve lezzetli bir bala, saf
bir içeceğe, kendimiz ve çocuklarımız için besine ve kış stokuna dönüştürücü
bir güç yarattı. Bizim ve yavrularımızın artıklarını Yüce Allah’ın en seçkin
yaratıkları için bir sebep ve şifa kıldı. Çünkü altıgen şekiller çizmemizde ve
oluşturmamızda, eşit açılar yapmamızda insan ruhları için şifa meydana getirdi.
Artık, tükürük ve salyamızda insan bedeni için şifa yarattı. Artığımızın mum
denilen artığını Güneşten elde edilen nuranî ışığın yerine gece karanlığında
aydınlık için sebep kıldı.
Yüce
Allah’ın bize verdiği bu nimet ve ihsanlardan dolayı gece gündüz onlar sebebiyle
çok zikrederek, Rabbimizi tenzih etmek suretiyle onların şükrünü eda ederek,
tehlil ve tekbir ederek,46 yücelterek ve överek, tebaamıza şefkat
göstererek, ordumuzun ve yardımcılarımızın durumlarını gözeterek ve
yavrularımızı yetiştirerek çalıştık. Biz onlar için bedende baş gibiyiz; onlar
da bizim için bedende organlar gibiler. Hiçbirisi diğeri olmadan varlığını
sürdüremez ve hiçbiri diğeri iyi olmadan iyi olamaz. Bu yüzden birçok tehlikeli
işte onlara olan merhametim sebebiyle kendimi onlar için feda ettim.
Bahsettiğim nedenle tebaamızın ve ordumuzun temsilcisi ve lideri sıfatıyla
kendim elçi olarak gelmeyi seçtim.
Bal
arısı konuşmayı bitirince kral şöyle dedi: Ne kadar fasih konuşan bir hatip, ne
kadar iyi bilen bir bilge, ne kadar güzel yöneten bir başkan, ne kadar erdemli
gözeten bir kral, Rabbinin nimetini ve Mevlasının ihsanını ne kadar iyi tanıyan
bir kul olduğun için Allah seni mübarek kılsın.
Kral
sonra dedi ki: Ülkenin neresinde barınıyorsunuz?
O
şöyle dedi: Dağların ve tepelerin başlarında, ağaçların ve çukurların arasında.
Bazılarımız evlerinde ve yurtlarında Âdemoğullarına komşuluk ederler.
Kral
dedi ki: Onların muamelesi nasıldır, onlardan nasıl korunuyorsunuz?
46. Tehlil: La ilahe illallah; tekbir:
Allahtı ekber demektir, (ç.n.)
O
şöyle dedi: Onların yurtlarından uzakta olanlarımız genellikle güvendedir. Fakat
bazen bizi hedefleyerek geliyorlar ve bize eziyet etmek için saldırıyorlar.
Bize galip geldikleri zaman konaklarımızı yıkıyorlar, evlerimizi harap
ediyorlar; yavrula rımızı öldürme, kovanlarımızı ve erzakımızı ele geçirme,
onları aralarında paylaşma ve bizi bırakıp kendilerine ayırma konusunda
umursamaz davranıyorlar.
Kral
dedi ki: Onlara ve bu yaptıklarına nasıl sabrediyorsunuz?
O
şöyle dedi: Zorda kalan kimse bazen istemeyerek, bazen de gönüllü ve tes
limiyetle sabreder. Eğer öfkelenir, kaçar ve yurtlarından uzaklaşırsak bizi
aramak, güzel koku hediyeleri ve tef, davul ve nefesli çalgılar gibi çeşitli
hilelerle ve pekmez ve hurma gibi güzel ve süslü armağanlarla bizi hoşnut etmek
için peşimizden gelirler. Onların işi, hile yolunda yürüyen, çocuklara kuru
üzüm ve ceviz verip elbiselerini ve paralarını alan ve onlarla eğlenen
soyguncuların işine benzer.
Yine
bunlar bize hurma ve kuru üzüm gibi bedenimize zarar veren hediyeler göndermek
suretiyle bizimle alay ederler ve bizden saf ve tatlı balımızı alırlar. Yüce
Allah bunu onların bedenlerinin iyileşmesi ve hastalıklarının yok olması için
bir sebep kıl mıştır. Biz onları sıkıntıya sokmuyoruz, onlarla anlaşıyoruz.
Barış hem bizim hem de onlar için hayırlıdır. Çünkü düşmanlık ve husumet
hayvanların helak ve şehirlerin harap olmasına yol açar. Biz tabiatımızdaki
iyilikten, göğsümüzdeki sağlamlıktan, nefret ve haset azlığından ve iyi başvurudan
dolayı onlara müracaat ediyoruz ve on larla anlaşıyoruz. Kalbimiz Yüce Allah’ın
ilham mahalli oldu; nefret ve haset mahalli olamaz. Çünkü bu ikisi bir araya
gelemeyecek zıtlardır. Yüce Allah bizi yakın ve iyi kimselerden kıldı, bize
vahyetti. Bizim fasık (günahkâr) ve azgın olmamız uygun olmaz.
Bütün
bunlara rağmen bu insanlar bizden hoşnut olmazlar. Hatta yalan ve iftira
dışında hiçbir delil, açıklama ve burhan olmadan bizim onların kölesi,
kendilerinin de bizim mevlamız ve efendimiz olduklarını iddia ederler. Biz
onlara, kölelerin işlerindeki tasarruflar konusunda efendilerine muhtaç
oldukları gibi muhtaç değiliz. Bilakis onlar, hizmetçilerin efendiye muhtaç
oldukları gibi bize muhtaçtırlar. Allah, yardım istenendir. Bu sözümü söylüyor,
kendim ve sizler için Allah’tan bağışlanma istiyorum. O bağışlayan ve
merhametlidir.
Bölüm
Cinlerin
Başkan ve Krallarına
İyi İtaatlerinin Açıklanmasına Dair
Erkek
arı cinlerin kralına dedi ki: Cinlerin başkan ve krallarına iyi itaati
nasıldır?
[Kral]
şöyle dedi: Onların emir ve yasağına en iyi şekilde itaat etmek ve boyun
eğmektir.
O
şöyle dedi: Kral üstün oluyor ve onları bir şeyle hatırlıyor.
[Kral]
şöyle dedi: Bil ki Âdemoğullarına mensup insanlarda olduğu gibi, cinlerin
iyileri ve kötüleri, Müslümanları ve kâfirleri, hayırlıları ve günahkârları
vardır. İyilerin başkan ve krallarına iyi itaat etmeleri insanların
bildiklerinden daha üstün niteliktedir. Çünkü onların krallarına itaati,
felekteki yıldızların büyük ışık olan Güneşe itaatleri gibidir. Buna göre
felekte Güneş kral, diğer yıldızlar onun ordusu, yardımcıları ve tebaası
konumundadır. Merih’in/Mars’ın Güneşe olan nispeti, ordu komutanının krala
olan nispeti gibidir. Jüpiter kadı, Satürn hazinedar, Merkür vezir, Venüs
hanım, Ay veliaht ve diğer yıldızlar da ordu, yardımcılar ve tebaa gibidir.
Onların hepsi Güneş feleğine bağlıdırlar; doğru ilerlemede, dönmede, durmada,
irtibatta ve ayrılmada onunla birlikte hareket ederler. Bütün bunlar doğuşta,
batışta, aydınlanmada ve uzaklaşmada onun geleneklerini aşmayan, kurallarını
ve âdetlerinin işleyişini çiğnemeyen bir hesaba göredir. Bütün hal ve
tasarruflarında hiçbir isyan ve muhalefet görülmez.
Bal
arısı cinlerin kralına dedi ki: Yıldızların kendi krallarına olan bu güzel
itaat ve boyun eğmeleri, bu düzen ve tertip nereden geliyor?
O
şöyle dedi: Âlemlerin Rabbinin ordusu olan meleklerden.
O
dedi ki: Meleklerin âlemlerin Rabbine karşı güzel itaati nasıldır?
[Kral]
şöyle dedi: Beş duyunun düşünen nefse/nefs-i natıkaya itaati gibidir.
O:
“Bana daha çok açıklama yap.” dedi.
[Kral]
şöyle dedi: Pekiyi. Ey bilge, beş duyunun duyulurlarını idrak etmede ve idrak
ettiklerinin haberlerini düşünen nefse iletmede emir ve yasağa, vaat ve tehdide
ihtiyaç duymadığını, aksine düşünen nefis ne zaman duyulur şeyle ilgilense duyunun
derhal, geciktirmeden ve yavaşlatman onun ilgilendiği şeye boyun eğdiğini, onu
idrak ettiğini ve bunu ona ilettiğini görmüyor musun?
Emirlerinde
Allah’a isyan etmeyen ve emredildikleri şeyleri yerine getiren meleklerin,
başkanlar başkanı, krallar kralı, efendiler efendisi, her şeyin yöneticisi,
yaratıcısı ve hâkimler hâkimi olan “âlemlerin Rabbine” itaatleri de böyledir.
Eğer o ikisinde ondan başka tanrılar olsaydı bozulurlardı. Âlemlerin Rabbi
olan Allah eksiklikten münezzehtir.
Cinlerin
kötüleri, kâfirleri ve fasıkları insanların kötüleri, günahkârları ve fâsıkl
arından oluşan başkanlarına ve krallarına en iyi şekilde itaat ederler ve
gönüllü olarak boyun eğerler. Bunun kanıtı, inatçı cinlerin Süleyman
Aleyhisselam’a onun yüklediği zor işlerde ve yorucu zanaatlarda boyun
eğdirildikleri zaman iyi taat etmeleridir. Onun için dilediği mihrapları,
heykelleri, kalkan gibi sahanları ve sağlam tencereleri yapıyorlar.
Cinlerin
başkanlarına iyi itaat ettiklerinin bir başka kanıtı, çöl ve bozkırlarda yolculuk
yapan bazı insanların bildikleri şeylerdir: Onlardan biri bir vadiye indiğinde
orada cin çarpmasından korkar, onların gürültü ve bağırışlarını işitir, onların
başkanlarına ve krallarına sığınır, Kuran, İncil ve Tevrat’tan bir ayet okur ve
onunla onlara ve onların saldırı ve eziyetlerine karşı yardım ister. Onlar,
kendi yerinde olduğu sürece ona saldırmazlar.
Cinlerin
kendi başkanlarına iyi itaat ettiklerinin göstergelerinden biri de cinlerin
inatçılarından ve şeytanlarından birinin bir insanoğluna tahayyül, korku,
çarpma ve dokunma yoluyla musallat olması halinde büyücünün kabile reisinden,
kraldan veya ordusundan yardım istemesidir. Onlar ondan istirhamda bulunurlar,
onun huzurunda toplanırlar ve arkadaşları konusunda onun emir ve yasaklarına
uyarlar.
Aynı
şekilde cinlerin iyi itaat ettiklerinin ve kolay boyun eğdiklerinin ve
davetçinin davetine çabuk karşılık verdiklerinin delillerinden biri de bir grup
cinin, yanına uğradıkları, Kuran okurken rastladıkları, huzurunda durdukları,
dinledikleri, icabet ettikleri ve kavimlerine uyarıcılar olarak döndükleri
zaman Muhammed Aleyhisselama icabet etmeleridir. Nitekim Kuranda yirmi
civarında ayette onların durumu anlatılmıştır. Bu ayetler, deliller ve
alametler, cinlerin kendilerini davet edenlere, iyi veya kötü niyetle
kendilerinden yardım isteyenlere iyi itaat ettiklerini, kolaylık
gösterdiklerini, çabuk boyun eğdiklerini ve karşılık verdiklerini gösterir.
İnsanların
tabiat ve karakteri ise belirttiğimin aksinedir. Onların başkan ve krallarına
itaatleri çoğunlukla hile, tuzak, nifak, gurur ve karşılık, erzak, mükâfat,
azil, istek ve yücelik talebidir. İstediklerini bulamazlarsa açıkça
başkaldırırlar, muhalefet ederler, itaatten çıkarlar, topluluğu terk ederler ve
yeryüzünde düşmanlık, harp, savaş ve bozgunculuğa kalkışırlar.
Onların
kendi peygamberlerine ve Rablerinin elçilerine karşı tutumları da böyledir.
Bazen onların davetini reddetmek, açık gerçeği ve zaruri delili geri çevirmek
suretiyle inkâr ederler ve onlardan inatla mucize isterler. Bazen de gizlice ve
açıkça münafıklık, şüphe, kuşku, hile, aldatma ve hıyanetle icabet ederler.
Bunun sebebi, tabiatlarının kaba, karakterlerinin adi, âdetlerinin kötü,
işlerinin çirkin, cehaletlerinin çok fazla ve kalplerinin kör olmasıdır. Sonra
memnun olmazlar; hatta hiçbir delil ve burhanları olmadığı halde kendilerinin
efendi, başkalarının onların kölesi olduğunu iddia ederler.
İnsan
topluluğu, cinlerin kralının böceklerin lideri erkek arı ile konuşmasının
uzadığını görünce şaşırdılar, yadırgadılar ve şöyle dediler: Kral, böceklerin
lideri erkek arıyı bu mecliste hazır bulunan grupların liderlerinden
hiçbirinin layık görülmediği bir yüceliğe ve makama layık görmüştür.
Cin
bilgelerinden biri onlara şöyle dedi: Bunu yadırgamayın ve buna şaşmayın. Erkek
arı her ne kadar küçük cüsseli, ince görünümlü ve zayıf bünyeli olsa da büyük
asıllı, iyi cevherli, zeki nefisli, çok yararlı, mübarek alınlı ve bilge
sanatlıdır. O, böcek başkanlarının başkanı, onların hatibi, krah ve elçisidir.
Krallar, şekilleri onlarınkinden farklı olsa ve krallıkta birbirlerinden
ayrılsalar da yönetim ve başkanlıkta cinslerinin fertlerinden olan kimselerle
konuşurlar. Adil ve bilge kralın baskın gelen heves, benzer tabiat veya
herhangi bir sebep ve nedenin etkisiyle gruplardan diğerlerine değil de sadece
birine meyledeceğini sanmayın.
Cinlerin
bilgesi konuşmasını bitirince kral hazır bulunan topluluğa baktı ve şöyle
dedi: Ey insanlar topluluğu, bu hayvanların sizin zulüm ve haksızlığınızla
ilgili şikâyetlerini işittiniz. Biz de sizin ret ve inkâr etmelerine rağmen
onlar hakkındaki kölelik ve kulluğa dair iddianızı işittik. Ben sizden
iddianızı ispatlayacak delil ve kanıt istedim; siz belirttiğiniz şeyleri
ortaya koydunuz. Onların size verdikleri cevapları da işittik. Sizin dün
belirttikleriniz dışında başka bir şeyiniz var mı? Eğer doğru sözlüyseniz,
onlara karşı lehinize delil olması için burhanınızı getirin.
Bölüm
İnsanlar
cin kralının kendileri hakkında söylediklerini duyunca Rum başkanlarından bir
lider ayağa kalktı ve şöyle dedi: Çok merhametli ve lütufkâr olan, cömert,
ihsan eden, affeden ve bağışlayan Allah’a hamt olsun. O insanı yarattı, ona
ilimleri ve açıklamayı ilham etti, delil ve burhanı açıkladı, üstünlük ve
saltanat verdi, zamanı kullanmayı ve devir değişimini öğretti, bitki ve
hayvanları onun hizmetine sundu, maden ve unsurların/elementlerin faydalarını
tanıttı. Evet, ey kral, bizim dediklerimizi ve anlattıklarımızı kanıtlayan
güzel hasletlerimiz ve bol iyi işlerimiz vardır.
Kral
şöyle dedi: Onlar nelerdir?
Rum
dedi ki: İlimlerimizin çokluğu, bilgilerimizin çeşitliliği, temyiz gücümüzün
inceliği, fikir, düşünce, siyaset ve yönetimimizin üstünlüğü, tasarruflarımızın
ilginçliği ve sanat, tecrübe ve mesleklerde, dinimiz ve ahretimizle ilgili
işlerde geçim ve yardımlaşmamızın iyiliği; işte bütün bunlar bizim onların
efendisi olduğumuz, onların da bizim kölemiz oldukları şeklindeki iddiamızın
delilidir.
Kral,
hazır bulunan hayvanlar topluluğuna şöyle dedi: Sizin efendiniz ve sahibiniz
oldukları şeklindeki iddialarına ilişkin anlatım ve kanıtlamalarına ne
diyorsunuz?
Topluluk,
insanın Âdemoğullarının faziletleri ve Allah’ın diğer hayvanlar arasından
sadece onlara verdiği ve tahsis ettiği bol ihsanlar hakkında anlattıkları
üzerinde bir saat düşündü. Sonra bal arısı konuştu ve hitap ederek, zikrederek
ve tespih ederek ayağa kalktı ve şöyle dedi:
Bir,
gökleri var eden, mahlûkatı yaratan, vakitleri yöneten, damla ve bereketleri
indiren, bozkırlarda otları bitiren, bitkilerde çiçek çıkaran, rızıkları ve
yiyecekleri paylaştıran Allah’a hamt olsun. Yaptığımız salavat ve tahiyyatlarla
sabah gelirken onu tespih ederiz, akşam giderken ona hamt ederiz. Nitekim Yüce
Allah şöyle demiştir: “Allah’ı tespih etmeyen hiçbir şey yoktur; fakat siz
onların tespihini anlamazsınız.”47
Ne
var ki ey adil kral, bu insan, kendilerinin bizim efendimiz, bizim de onların
kölesi olduğumuza delalet eden ilimlerinin, bilgilerinin, düşünce, görüş,
yönetim ve siyasetlerinin olduğunu iddia etmektedir. Eğer bizim hakkımızda
düşünürler ve durumumuzu ortaya koyarlarsa bizimle ilgili husus onlar için
aydınlığa kavuşur ve hallerimizin çevrilmesinden ve durumumuzu iyileştirmedeki
yardımlaşmamızdan aynı şekilde bizim ilim, anlayış, bilgi, temyiz, düşünce,
görüş, siyaset ve yönetimimizin onlarınkilerden daha ince, daha hassas, daha
muhkem ve daha sağlam olduğunu anlarlar. Arı topluluğunun kendi yurtlarında
toplanması, bir tek başkana sahip olmaları, bu başkanın yardımcılar, ordular ve
tebaa edinmesi, onları gözetmesi ve yönetmesi, pergel ve mühendislik bilgileri
olmadan içi boş altıgen borular gibi altıgen şeklinde ve küçük parçalar
halinde birbirine komşu evler ve konaklar edinmeleri ve kapıcılar, muhafızlar,
bekçiler ve zabıtalar şeklinde işbölümüne gitmeleri bunun örnekleridir. Onlar
ilkbahar günlerinde ve yazın Aylı gecelerde meraya nasıl gidiyorlar?
Ayaklarıyla ağaç yapraklarından mumu ve bıçaklarıyla bitki çiçeklerinden balı
nasıl topluyorlar? Sonra onları bazı evlerde nasıl depoluyorlar? Onların başı,
sanki kâğıtla bağh şimşek başlarıymış gibi nasıl bağlanır? Bazı evlerde nasıl
yumurtlar, 47. İsra, 17/44.
kuluçkaya
yatar ve yavru çıkarırlar? Bazı evlerde nasıl barınırlar ve oralarda kışın,
yazın, soğuk, rüzgârlı ve yağmurlu günlerde nasıl uyurlar? Bu birikmiş baldan
kış günleri bitinceye kadar günbegün hem kendileri hem de yavruları israf
etmeden ve kısmadan nasıl beslenirler? İlkbahar günleri gelir, bitkiler biter,
zaman güzelleşir, bitkiler ve çiçekler çıkar. İlk yılda olduğu gibi nasıl
otlanırlar. Bu, hocaların öğretmesi, öğretmenlerin eğitmesi, anne ve babaların
telkini olmadan uygulanan, bilakis bize Yüce Allah’ın öğrettiği, vahyettiği,
ilham ettiği, nimet olarak verdiği, ikram ettiği ve lütfettiği bir âdettir. Ey
insanlar topluluğu siz bizim köle kendinizin efendi olduğu nuzu iddia
ediyorsunuz. Niçin bizim artıklarımıza rağbet ediyorsunuz, onları bulduğunuzda
seviniyorsunuz ve yediğinizde şifa buluyorsunuz? Kral olan kimse nasıl olur da
hizmetçi ve uşakların artıklarına rağbet eder? Bizim size ihtiyacımız yok.
Sizin bu iddianız için bir dayanağınız yoktur. Çünkü bu iddia bir yalan ve
iftiradır.
Yine
ey kral, bu insan, karıncaların halini bir bilse! Yer altındaki bir köyde nasıl
evler, konaklar, sokaklar, dehlizler, odalar ve eğri katmanlar ediniyorlar?
Bazılarına kış için nasıl tahıl, zahire ve yiyecek dolduruyor? Bazı evleri nasıl
su akmaması için alçak ve korunaklı, bazılarını da yüksek yapıyorlar? Tahıl ve
yiyeceği yağmurdan korumak için yukarı doğru kıvrımlı evlerde saklıyorlar.
Bazısı ıslandığında onları bulutsuz günlerde nasıl seriyorlar? Buğday tanesini
nasıl iki parçaya bölüyorlar? Arpa, bakla ve mercimeği kabuğu soyulduğunda
bitmediğini bildikleri için nasıl sererler? Onların yaz günlerinde gece gündüz
yuva edinerek ve zahire toplayarak nasıl çalıştıklarını görürsün. Köyde arayış
içinde tıpkı gidip gelen kafileler gibi nasıl bir gün sağa, bir gün sola
dönerler? Onlardan biri bir süre gittiği zaman taşıyamadığı bir şey bulur, onun
bir miktarını ahr ve diğerlerine haber vermek için dönüp gider. Biri onu her
karşıladığında bu şeyi haber vermek için ağzındaki şeyi ona koklatır. Sonra onlardan
her birinin nasıl geldikleri bu yol üzerinde olduğunu görürsün. Sonra onlardan
bir topluluk bu şey üzerinde nasıl toplanır? Sonra onu nasıl taşırlar ve
yardımlaşarak çaba ve zorlukla korurlar. İçlerinden birinin işte gevşeklik
veya yardımlaşmada tembellik gösterdiğini anladıklarında onu öldürmek üzere
toplanırlar ve diğerlerine ibret olması için onu fırlatıp atarlar. İnsan onlar
hakkında düşünür ve hallerinden ibret alırsa, onların da kendilerinde ve bize
karşı övündükleri söz konusu şeyde olduğu gibi ilim, anlayış, temyiz, bilgi,
dirayet, yönetim ve siyasetlerinin olduğunu anlar.
Aynı
şekilde ey kral, eğer insan çekirgeler hakkında düşünürse, onlar ilkbaharda
meradan beslenince nasıl toprağı güzel, çukuru bol bir yer ararlar? Oraya nasıl
inerler, ayakları ve pençeleriyle çukur kazarlar, bu çukura kuyruklarını
sokarlar, yumurtalarını oraya atarlar, gömerler ve sonra uçarlar? Günlerce
yaşarlar, sonra onları kuşlar yer. Geriye kalanlar ölür, sıcaktan ve soğuktan
helak olur ve onlar uçarlar.
Sonra
yıl döndüğü, ilkbahar günleri geldiği, vakit mutedil olduğu ve hava güzelleştiği
zaman bu gömülü yumurtalardan küçük haşereler gibi yeryüzüne nasıl yayılırlar,
ağaç yapraklarından yerler, şişmanlarlar ve ilk yıl olduğu gibi yumurtlarlar?
Bu onların âdetidir. Bu, güçlü ve bilgili zatın takdiridir. Bu insan, bizim de
ilim ve bilgimizin olduğunu bilsin.
Ey
kral, ağaçların ve dağların tepelerinde olan ipekböceği de böyledir. O ilkbahar
günlerinde otlaktan doyup şişmanlayınca dağ başlarında salyasından kendi
üzerine yuva ve barınağa benzer koza örmeye başlar. Sonra belirli bir süre
uyur. Uyandığı zaman yumurtasını kendi üzerine ördüğü kozanın içine atar. Sonra
onu deler ve içinden çıkar. Sonra bu deliği kapatır. Onun kanatları çıkar ve
uçar. Onları kuşlar yer veya sıcaktan, soğuktan, rüzgârdan ve yağmurdan
ölürler. Bu yumurta o kozaların içinde yaz, sonbahar ve kış boyu yıl dönüp
ilkbahar günleri gelinceye kadar sıcak, soğuk, rüzgâr ve yağmurdan korunmuş
olarak kalır. Bu yumurta kozanın içinde kuluçkada kalır, bu delikten küçük
haşereler gibi çıkar, belirli bir süre ağaç yaprakları üzerinde hareket eder.
Doyup şişmanlayınca ilk yıl olduğu gibi salyasından kendi üzerine koza örer. Bu
onun ebediyen âdetidir. Bu, her şeye yaratılışını veren, sonra onu maslahat ve
yararlarıyla ilgili işlere yönelten güçlü ve bilgili zatın takdiridir.
Ey
kral, sarı, kırmızı ve siyah eşekarılarının hali de böyledir. Onlar da çatı ve
duvarlarda yuva edinirler. Ağaç dalları arasında bal arılarının yaptığı gibi
yumurtlar ve kuluçkaya yatarlar. Fakat kış için yiyecek toplamazlar ve yarın
için bir şey biriktirmezler. Ama vaktin elverdiği ölçüde günü birlik
beslenirler. Zamanın değiştiğini ve kışın geldiğini hissedince mağaralara ve
gizli sıcak yerler e giderler. Bazıları duvar deliklerine ve erişilmez gizli
yerlere girerler ve orada kış boyu günlerce uyurlar. İlkbahar geldiği, vakit
ılıman olduğu ve hava güzelleştiği zaman Yüce Allah sağlam kalan bedenlere
hayat ruhu üfler. Onlar yaşarlar, yuva yaparlar, yumurtlarlar ve ilk yıl olduğu
gibi yavrularını yetiştirirler. Bu onların güçlü ve bilen zat tarafından
belirlenen âdetidir.
Bütün
bu böcek ve sürüngen türleri, yumurtlar, kuluçkaya yatar ve ilim, bilgi,
dirayet, şefkat, merhamet, acıma, sevgi, incelik ve yumuşaklıkla yavrularını
yetiştirirler; yavrularından iyilik, mükâfat ve karşılık beklemezler.
Ama
insanların çoğu, çocuklarından iyilik, bağlılık, karşılık ve mükâfat beklerler
ve onları yetiştirmiş olmayı başlarına kakarlar. Nerede fazilet erbabı üstün
hürlerin huylarından olan mertlik, erdem, kerem, cömertlik ve eli açıklık?
İnsanlar bize karşı ne ile övünüyorlar? En tatlı yiyecekleri bizim
artıklarımız, en güzel giysileri ipekböceklerinin artıkları. Onlar yiyecek ve
giyeceklerinde bizim iyiliğimize muhtaçlar. Biz onlara daima nimet sağlıyoruz.
Kendilerinin bizim efendimiz, bizim de onların kölesi olduğumuzu nasıl iddia
ediyorlar?
Sonra
bal arısı şöyle dedi: Pire, tahtakurusu, kurtçuk ve bu türe mensup diğer
hayvanlar, yumurtlamaz, kuluçkaya yatmaz, doğurmaz, yavrularını emzirmez ve yetiştirmez,
yuva yapmaz, ot biriktirmez, barınak edinmezler; aksine diğerlerinin katlandığı
kış soğuğu, rüzgâr, yağmur ve zamanın diğer hadiseleri sebebiyle hayatlarını
müreffeh ve huzurlu bir şekilde sonlandırırlar.
Üzerlerinde
zaman değiştiğinde, varlık sarsıldığında, unsurların tabiatları baskın
geldiğinde ruhlarını afet ve hadiselere teslim ederler ve ahireti kesin olarak
bildikleri için ölüme boyun eğerler. Yüce Allah’ın ilk defa var ettiği gibi
gelecek yıl kendilerini tekrar var edeceğini bilirler. İnsanların yaptığı gibi
söylemez ve inkâr etmezler. Onlar şöyle demişlerdir: “Biz çukurun içinde kemik
haline gelip çürüdüğümüz zaman tekrar geri mi gönderileceğiz? O zaman bu
zararlı bir geri dönüştür.”[18]
Ey
kral, bu insan, bu böcek ve sürüngenlerin tasarruflarıyla ilgili anlattığım bu
hususları düşünce bilir ve onların da ilim, anlayış, bilgi, temyiz, dirayet,
düşünce, görüş, siyaset ve yönetimlerinin olduğu onun için aydınlığa kavuşur.
Bütün bunlar, onların bize karşı övündükleri kendilerinin efendi, bizim köle
olduğumuz iddiaları sebebiyle Yüce Yaratıcıdan bir inayettir. Ben bu sözümü
söylüyor, kendim ve sizler için Allah’tan bağışlanma istiyorum. O bağışlayıcı
ve merhametlidir.
Bal
arısı konuşmasını bitirince kral ona şöyle dedi: Ne kadar iyi bilen bir bilge,
ne kadar fasih konuşan bir hatip ve ne kadar edebî anlatan bir açıklayıcı olman
sebebiyle Allah seni mübarek kılsın!
Bölüm
Sonra
kral dedi ki: Ey insanlar topluluğu, dediklerini öğrendiniz ve işittiniz, verdiği
cevabı anladınız. Başka bir şeyiniz var mı?
Arap
olan başka bir insan ayağa kalktı ve şöyle dedi: Evet, ey kral, bizim efendi,
onların da kölemiz olduğuna delalet eden özelliklerimiz ve iyi işlerimiz var.
Kral
dedi ki: Getir, onlardan bir kısmını anlat.
O:
“Pekiyi.” dedi.
[Kral]
dedi ki: Onlar nelerdir?
O
şöyle dedi: Hayatımızın iyi, yaşamımızın zevkli ve sayısını Yüce Allah’tan
başkasının bilmediği yiyecek, içecek ve lezzet türlerinden olan gıdalarımızın
temiz olmasıdır. Bunların bizimle ortak oldukları şeyler vardır, daha doğrusu
onlar bunlardan mahrumdurlar. Şöyle ki bizim yemeğimiz meyvelerin özü iken
onlarınki kabukları, çiçekleri ve odunlarıdır. Tahılların özü bize, saman ve
yaprakları onlara aittir. Yağı ve pekmezi bize, çöpü ve odunu onlara aittir.
Ayrıca bizim ekmek, somun, çörek, bazlama ve simit, renkli ve kek gibi diğer
unlu mamullerimiz vardır. Bizim sirkeli etimiz, üstübecimiz, pastamız, etli
ekmeğimiz, cevizli ve şekerli yemeğimiz, balığımız, güzel kokulu bitkilerimiz,
içecek çeşitlerimiz, kızartmamız, tatlımız, un helvamız, fındıklı hamur işimiz
ve badem yağlı tatlımız vardır.
Bizim
halis içki, iyi şarap, dili buran ekşi süt, mayhoş meşrubat, gülsuyu ve meyve
suyu gibi içecek çeşitlerimiz; süt, kesilmiş süt, yoğurt, ayran, safı yağ,
tereyağı, sütlü bulgur/keşk ve süt suyu gibi süt ürünlerimiz ve ondan yapılan
yemekler, tatlılar, güzel ve iştah açıcı yiyeceklerimiz vardır. Bunların
çokluğunu Yüce Allah’tan başkası sayamaz. Bütün bunlar onlarda yoktur.
Yiyeceklerinin sertliği, kabalığı, kuruluğu, güzel kokusunun azlığı, yağının ve
tadının az olması, lezzetlerinin azlığını gösterir. Bu özellikler kölelere
özgüdür. Bu, hür ve yüce olan nimet sahiplerinin halidir. Bütün bunlar, bizim
onların efendisi olduğumuza ve onların bizim kölemiz ve hizmetçimiz
olduklarına delalet eder. Ben bu sözümü söylüyor, Allah’tan kendim ve sizler
için bağışlanma istiyorum.
Bölüm
O
sırada kuşların lideri olan bülbül konuştu. Bir ağacın dalında şarkı söyleyerek
oturuyordu. Ayağa kalktı ve şöyle dedi:
Bir,
tek, fert, ebedî, ezelî, daimi, baki, ortağı ve çocuğu olmayan, bilakis kendisi
mevcutları yoktan var eden, mahlûkatı yaratan, varlıkların nedeni, cansızlar ve
bitkiler gibi olanların sebebi, var olanları meydana getiren, gökleri
oluşturan, dilediği ve istediği şekilde doğanların doğumunu sağlayan Allah’a
hamt olsun.
Ey
kral, bil ki bu insan, yiyeceklerinin güzelliği ve içeceklerinin lezzetliliği
ile övünüyor. Bütün bunların kendileri için bir ceza, mutsuzluk sebebi ve
acıklı azap olduğunu bilmiyor. Çünkü bunların haramında azap, helalinde sorgu vardır.
Onlar bu ikisi arasındaki şeyler konusunda korku ile ümit arasındadırlar.
Kral
dedi ki Bu nasıldı? Bize açıkla.
Onlar
bunu topluyorlar, bedenlerini yorarak, nefislerini bitkin düşürerek ve ruhlarını
sıkıntıya sokarak meydana getiriyorlar. Bu uğurda katlandıkları mutsuzluk ve
sıkıntı; sürmek, ekmek, toprağı kazmak, nehir açmak, yarık kapatmak, posta binekleri
yetiştirmek, dolap dikmek, kova çekmek, sulamak, korumak, temizlemek, biçmek,
taşımak, toplamak, harman dövmek, savurmak, ölçmek, bölmek, tartmak, öğütmek,
hamur yapmak, ekmek pişirmek, tandır kurmak, tencere koymak, odun, diken ve çöp
toplamak, ateş yakmak, dumana katlanmak, dükkân yapmak, kasap endişesi taşımak,
bakkal muhasebesi yapmak, mal ve para kazanma, bedeni yoran sanat ve kazanç
öğrenme, ruhu bıktıran işler, muhasebe ve ticaret yolunda çabalamak ve sıkıntı
çekmek, mal ve ihtiyaç malzemesi amacıyla çıkılan yolculuklarda gidip gelmek,
toplamak, biriktirmek, tekelcilik yapmak ve cimrilik ve pintilik acısı çekmekle
birlikte ölçülü olarak harcamak gibi sayılamayacak kadar çoktur. Eğer onları
helalinden toplar ve Allah rızası için harcarsa hesap gerekir. Eğer helal
olmayan yolla olur ve onu Allah rızası dışında harcarsa keder, hesap ve azap
vardır. Çünkü ölüm ve hesap gibi yiyecek ve giyecek de gereklidir.
Biz
bütün bunlardan muafız. Bizim yemeğimiz ve gıdamız, yerden ve göğün yağmurundan
bizim çıkarılan çeşit çeşit yaş baklalar, taze ve yumuşak sebzeler, kuru otlar,
bitkiler, kılıfında, başağında ve kabuğunda saklanmış yumuşak tohumlar, değişik
şekilde meyveler, güzel tatlar ve hoş kokular, taze ve yeşil yapraklar,
bahçelerde çiçek ve fesleğenlerdir. Yeryüzü bunları halden hale, yıldan yıla
bizim için bedenlerimiz yorulmadan ve bitkin düşmeden, nefislerimiz sıkıntı
çekmeden ve ruhlarımız acı duymadan çıkarır. Çiftçinin yorgunluğuna, sıkıntıya
ve ruhumuzu yoran sulamaya ihtiyaç duymayız. Ne tohum ekmeye, ne hasat etmeye,
ne harman dövmeye, ne un öğütmeye, ne ekmekyapmaya, ne pişirmeye ne de
kızartmaya ihtiyaç duyarız. Bütün bunlar hür ve yüce kişilerin alametleridir.
Aynı
şekilde yiyeceğimizi günbegün yediğimizde artıklarımızı yerine bırakırız,
Onları korumamız gerekmez. Ne hazinedara, ne korucuya, ne bekçiye, ne de hırsız
ve yankesici korkusu olmadan başka bir vakte kadar biriktirmeye ihtiyacımız
vardır. Kendi yerlerimizde uyuruz. Yurtlarımız ve yuvalarımız kapısız, kilitsiz
ve kalesiz, güven içinde, emniyetli, huzurlu ve rahattır. Bunlar hür kimselerin
alametleridir. Hâlbuki siz bunlardan mahrumsunuz.
Yine
sizin için bahsettiğiniz her bir lezzet ve çeşitli yiyecek ve içeceklerle
birlikte değişik hastalıklar, müzmin dertler, öldürücü marazlar ve bir gün
gelip bir gün giden sıtma, dört günde bir gelen sıtma, ikinci, üçüncü ve
dördüncü sıtma tarzında ateşler, hazımsızlık, ekşili geğirti, ishal, kabızlık,
nikris, akciğer zarı iltihabı, menenjit, veba, sarılık, karın tümörü, akciğer
veremi, cüzzam, zatülcenp, abraşlık (albino), sekte, baş ağrısı, diyabet, kana
bulanma, idrar sıkışıklığı, uyuz, çiçek hastalığı, delilik, çıban, beze,
kızamık, yara ve verem çeşitleri gibi bizim muaf olduğumuz muhtelif cezalar ve
azaplar vardır. Bunlarda dağlama, kesme, iğne vurma, burna ilaç çekme, hacamat,
kan alma, ishal eden pis kokulu ilaçlar içme, ateşe katlanma ve tabiata
yerleşmiş birtakım şehvetlerin terk edilmesi gibi nefse, ruha ve bedene acı
veren tedavilere ihtiyaç duyarlar.
Bütün
bunlar size, Rabbinize isyan ettiğiniz, ona itaati bıraktığınız ve tavsiyesini
unuttuğunuz zaman dokundu. İnsanların ilki olan “Âdem Rabbine karşı geldi ve
azdı.”[19]
“İnsan çok zalim ve çok cahildir.”[20]
Biz ise bütün bunlardan uzağız. Pekiyi, edepsizlik, kibir ve haya azlığından
değilse, siz kendinizin efendi, bizim köle olduğumuzu nereden iddia
ediyorsunuz? Siz hayatta sağlam vücutlu olduğunuz sürece istek ve arzuları elde
etmek için yorgunluk ve sıkıntı içinde olacaksınız. Hasta olduğunuz sürece
eziyet ve hasret içinde olacaksınız. Ölümden sonra ise ceza, azap, hitap ve
sorguya maruz kalacaksınız. Biz bütün bunlardan uzağız. Pekiyi, hangimiz
efendi, hangimiz köleyiz?
însan
dedi ki: Ey hayvanlar topluluğu, hastalıklar bize olduğu gibi size de dokunuyor.
Bunlar sizde olmayıp sadece bize özgü şeyler değildir.
Kuşların
lideri şöyle dedi: Bunlara sadece size karışan güvercin, horoz, tavuk, evcil
hayvanlar ve büyükbaş hayvanlar veya elinizde esir olan ve menfaatleri konusunda
kendi görüşüyle tasarrufta bulunmaktan men edilen hayvanlar yakalanır. Ama
kendi görüş ve idaresiyle menfaat, siyaset ve riyazeti için feragat edenlere
hastalık ve ağrılar az ilişir. Çünkü onlar ancak ihtiyaçları olduğu zaman
gerektiği kadar, bir çeşitten gerekmesi sebebiyle açlık acısını sakinleştirecek
kadar yer ve içerler. Sonra istirahat eder, uyur ve yatışır. Kendisini aşırı
hareketten, sıcak Güneş’te veya soğuk gölgede durmaktan, tabiatlarına uygun
olmayan ülkelerde kalmaktan veya mizaçlarına uymayan yiyecekleri yemekten uzak
tutar.
Size
karışan köpekler, kediler ve elinizde esir olan evcil ve büyükbaş hayvanlar
kendi menfaatleri konusunda fıtratlarına yerleşen tabiatlarının gerektirdiği
vakitlerde kendi görüşleriyle tasarrufta bulunmaktan mahrumdurlar. Zamansız ve
iştahsız yer ve sulanırlar ya da açlık ve susuzluğun şiddetinden dolayı
ihtiyaçlarından fazla yerler. Gerektiği gibi dinlenmelerine müsaade edilmez;
bilakis çalıştırılırlar ve vücutları yorulur. Bu yüzden kendilerine ilişen
şeylerden dolayı bazı hastalıklara maruz kalırlar. Çocuklarınızın
yakalandıkları hastalıklar ve ağrılar da böyledir. Hamile kadınlarınız ve süt
emziren cariyeleriniz bahsettiğin ve övündüğün çeşitli yiyecek ve içeceklerden
oburluk ve açgözlülükle gerektiğinden fazla yer ve içerler. Dolayısıyla
bedenlerinde tabiatlarına aykırı kaba karışımlar ürer ve bu, karınlarındaki
ceninlerin bedenlerini etkiler. Bundan çocuklarının bedenlerinde kötü süt
olur. Bu da felç, yüz felci, sakatlık, bünyenin titremesi, yaratılışın
bozulması ve suretin çirkinleşmesi gibi hastalık, illet ve ağrılara sebep olur.
Bahsettiğim
çeşitli ağrı ve hastalıklar, sizin yakalandığınız ve maruz kaldığınız
şeylerdendir. Bunların ardından gelen ani ölüm, şiddetli can çekişme ve size
dokunan gam, üzüntü, feryat, ağlama, bağırma ve musibet; işte bütün bunlar
sizin için bir ceza, işlerinizin kötülüğünden ileri gelen bir eziyet ve
tecrübelerinizin rezaletidir. Biz bütün bunlardan uzağız. Ey kendisine şaşkın
bakan insan, sizin unuttuğunuz başka bir şey daha var.
O:
“Bu nedir?” dedi.
O
şöyle dedi: Yediklerinizin en iyisi, içtiklerinizin en tatlısı ve tedavi
olduğunuz şeylerin en yararlısı, arının salyası olan baldır. O size değil,
böceklere mensuptur. O halde bize karşı ne ile övünüyorsunuz? Atalarımız ve
atalarınız doğuda bu dağın tepesindeki bu bahçede oldukları günlerde bu hususta
eşit olarak ortak idiler. Bu meyvelerden ve tahıllardan Rablerinin öğüdünü terk
edinceye, ortak düşmanlarının sözüne kanıncaya, Rablerine isyan edinceye,
oradan çıplak ve kovulmuş olarak çıkarılıncaya, bu dağın tepesinden aşağısına
atıhncaya ve dolayısıyla bu susuz, ağaçsız ve barınaksız çöle düşünceye ve
orada aç, çıplak ve sahip oldukları nimetleri kaybettiklerine ağlar halde
kalıncaya kadar yorgunluk, bitkinlik, sıkıntı ve aralarında düşmanlık, haset,
tekelcilik, hasat, biriktirme, açgözlülük, cimrilik, korku, kaygı, keder ve
üzüntü olmadan yiyorlardı.
Sonra
onlara Allah’ın yardımı yetişti, tövbelerini kabul etti ve buradan onlara sıkıntı,
yorgunluk, meşakkat ve zorlukla sürmeyi, ekmeyi, biçmeyi, dövmeyi, öğütmeyi.
ekmek pişirmeyi, yeryüzünün otlarından, pamuk, keten ve kamıştan elbise
edinmeyi öğreten bir melek gönderdi. Bir kısmını daha önce andığımız bu
şeylerin sayısını Allah’tan başkası sayamaz.
Bu
iki tür yeryüzünde, karada ve denizde, düzlükte ve dağda üreyince ve çocukları
çoğalıp yayılınca ve yeryüzünün bu hayvan türlerinden oluşan sakinlerine
yerlerini dar edince, yurtlarını ele geçirince, onlardan alabildiklerini
alınca, esir edebildiklerini esir edince, onlardan kaçabilenler kaçınca, sert
bir şekilde peşlerine düşünce, siz onlara karşı azgınlık ve taşkınlık edince
nihayet iş sizin şu an içinde bulunduğunuz övünme, münazara, tartışma ve
husumet noktasına ulaştı.
Sizde
bulunduğunu belirttiğin eğlence, oyun, şenlik ve sevinç meclisleri, bizde
olmayan düğün, ziyafet, dans, komedi, selamlama, kutlama, metih, övgü, süsleme,
taç giydirme, bilezik ve halhal takma ve bizim mahrum olduğumuz benzeri şeyler.
Sizin için aynı şekilde bütün özellikleriyle bizde olmayan ceza ve musibet
çeşitlen ve acıklı bir azap vardır.
Aynı
şekilde sizde düğüne karşılık matem, kutlamaya karşılık taziye, ezgi ve şarkıya
karşılık dövünme ve feryat, gülmeye karşılık ağlama, sevinç ve neşeye karşılık
keder ve hüzün, yüksek meclis ve eyvanlara karşılık dar ve karanlık kabir ve
tabutlar, geniş kalelere karşılık dar ve karanlık hapishane ve yer altı
hücreleri, dansa karşılık kelepçe, kırbaç, azap, dövme ve ceza; süsleme, taç
giydirme, halhal ve bilezik takmaya karşılık zincir, bukağı, çivi, tomruk,
pranga ve benzeri şeyler; metih ve övgüye karşılık hiciv, sövgü ve kötü anma;
her iyiliğe karşılık kötülük, her lezzete karşı lık acı, her nimete karşılık
ıstırap ve her sevince karşılık bizde görülmeyen dert, keder, üzüntü ve bela
vardır. Bütün bunlar mutsuzların alametleridir. Sizin meclislerinize,
avlularınıza, eyvanlarınıza ve içki sofralarınıza karşılık bizim şu geniş
uzayımız, ferah havamız ve nehir kenarlarındaki ve deniz sahillerindeki
bahçelerimiz ve çayırlarımız var. Bahçeler ve ağaçlar
üzerinde
uçmak ve dağların tepelerinde takla atmak var. Allahın geniş ülkelerinde dilediğimiz
yere gider geliriz. Allah’ın helal rızkından yorgunluk ve bitkinlik çekmeden
yeriz. Hiçbir eziyete katlanmadan çeşit çeşit tahıllar ve meyveler buluruz.
Hiçbir engel ve tepkiyle karşılaşmadan göl ve ırmak sularından içeriz. Sizin
beden yorgunluğu, bitkinliği, zorluğu ve sıkıntısıyla, nefis cefasıyla, kalp
kederiyle ve ruh üzüntüsüyle taşıma, düzeltme, satma, satın alma veya fiyatım
toplamada muhtaç olduğunuz ip, kova, testi ve kırbaya ihtiyaç duymayız. Bütün
bunlar, mutsuz kölelerin alametleridir. Öyleyse sizin efendi, bizim sizin
köleniz olduğumuz sonucu nereden çıkıyor?
Sonra
kral, insanların liderine şöyle dedi: Cevabı duydunuz. Sizin anlatacak başka
bir şeyiniz var mı?
O
dedi ki: Evet, bunların kölemiz, bizim de efendi olduğumuzu gösteren fazilet ve
iyi işlerimiz var.
Kral
şöyle dedi: O nedir? Açıklama ve burhan getir.
Bölüm
Iraklı
bir İbrani adam ayağa kalktı ve şöyle dedi: Hamt âlemlerin Rabbi Allah’a, güzel
son sakınanlara mahsustur. Zalimlerden başkasına düşmanlık edilmez. ‘Allah,
Âdem’i, Nuh’u, İbrahim ailesini ve İmran ailesini birbirinden gelen soylar
olarak âlemlere seçti. Allah işiten ve bilendir.”[21]
O bizi vahiy, peygamberlik, indirilmiş kitaplar, muhkem ayetler, onlardaki
çeşitli helal ve haramlar, had ve hükümler, emir ve yasaklar, vaat ve vait,
metih ve sena, hatırlatma ve haber verme, misal ve ibret alma gibi teşvik ve
tehditler, öncekilerin ve sonrakilerin kıssaları, hesap günü tasvirleri, sahip
olduğumuz bahçe/cennet ve bolluk/naim, bizi kendileriyle yücelttiği gusül,
temizlik, oruç, sadaka, zekât, bayram, Cuma, ibadet, mescit, satış ve namaz
evine gitme ile üstün kıldı. Bizim minberlerimiz, hutbelerimiz, ezanımız,
inikatlarımız, ifazalarımız[22],
ihramımız, telbiyelerimiz, hac rükünlerimiz ve benzeri şeylerimiz var. Bütün bu
özellikler bizim üstünlüklerimizdir. Hâlbuki siz bunlardan mahrumsunuz.
Bütün
bunlar bizim efendi, sizin ise bizim kölemiz olduğunuzu gösterir.
Kuşların
lideri dedi ki: Ey insan, eğer düşünür, bakar ve ibret alırsan bilirsin ve
bütün bunların sizin lehinize değil, aleyhinize olduğu açıklığa kavuşur.
Kral
şöyle dedi: Bu nasıldır? Bize anlat.
O
dedi ki: Hepsi de azap, ceza, günahların bağışlanması, kötülüklerin silinmesi
ve Yüce Allah’ın şu sözünde belirttiği gibi, kötülük ve çirkinliklerden
alıkoymadır: “Namaz kötülük ve çirkinliklerden ahkoyar.”[23]
Peygamber Aleyhisselam dedi ki: “Oruç tutunuz ki sıhhat bulasınız.” Biz günah,
kötülük, çirkinlik ve münkerden uzağız. Biz belirttiğin ve övündüğün şeylere
ihtiyaç duymadık.
Ey
insan, bil ki Yüce Allah, elçi ve peygamberlerini kâfir ve cahil toplumlardan,
kendisine başkasını ortak koşanlardan, rablığım inkâr edenlerden, birliğini
reddedenlerden ve onunla birlikte başka bir tanrının bulunduğunu iddia
edenlerden başkasına göndermedi. Çünkü siz: “Allah üçün üçüncüsüdür.”, “Üzeyir
Allah’ın oğludur.”, Mesih Allah’ın oğludur.” Ve “Yüce Allah, bıyığı
terlememiş, kısa ve kıvırcık saçlı genç suretindedir.” diyorsunuz.
Sizden
gelen hurafe ve mecazlar da bunlardandır. Siz onun hükümlerini değiştiriyorsunuz,
emirlerine karşı geliyorsunuz, itaatinden uzak duruyorsunuz, ihsanını bilmiyorsunuz,
onu anmaktan gafil oluyorsunuz, ahit ve sözleşmesini unutuyorsunuz,
sapıyorsunuz, saptırıyorsunuz, azıyorsunuz ve doğru yoldan ayrılıyorsunuz.
Bundan dolayı peygamberler ve elçiler size ya gönüllü olarak, ya zorla ya da
açıktan, daha doğrusu savaşma ve sertlikle hidayet yolunu, doğru yolu tanıtmak
için gönderildi. Biz bütün bunlardan uzağız. Çünkü biz Rabbimizi biliyoruz,
Müslümanız, ona inanıyoruz ve şüphe etmeden, kuşku duymadan ve sapmadan onu
birliyoruz.
Sonra
ey insan, bil ki peygamberler -kendilerine selam olsunruh tabipleri ve
müneccimleri/gözlemcileridir. Tabibe hastadan, müzmin illet sahibinden başkası
ihtiyaç duymaz. Müneccime mutsuz bedbahtlardan ve Hûda’nın yıldızından sapan
kimselerden başkası ihtiyaç duymaz. Nitekim Aleyhisselam dedi ki: “Ashabım
yıldızlar gibidir; hangisine uyarsanız doğru yolda yürürsünüz.”
Sonra
ey insan, bil ki size nikâh esnasında ilişen cima, şiddetli kızışma, zina ve
livata şehveti, erkeklik organının soyulması ve kızarması, fuhuş ve başka
kadınlarla yatmadan; pis kokudan, buhardan, ter kokusundan dolayı ve gece
gündüz, sabah akşam, kuşlukta ve sabah erken vaktinde onların artırılması ve
kullanılması sebebiyle gusül ve temizlik farz kılınmıştır. Biz bunlardan
uzağız. Senede bir defa dışında tahrik olmaz ve çiftleşmeyiz; o da yoğun
şehvet, sürükleyici zevk sebebiyle değil, fakat neslin devamı içindir.
Oruç
ve namaz ise gıybet, laf taşıma, çirkin söz, oyun, eğlence ve saçmalama gibi
günahlarınızın bağışlanması için farz kılındı. Peygamberler -kendilerine selam
olsunsizi bu yöntemle tedavi ediyorlar. Çünkü siz günahlar sebebiyle
hastasınız. Ruhlarınız günah yiyecekleriyle ve laf taşıma ve gıybet
içecekleriyle doldu. Onlar kardeş eti yemektedirler. Şeriatın emri, kötü ve
zararlı yiyeceklerden diyet etmektir. Diyet oruçtur. Çünkü diyet sağlığın,
karın hastalığın başıdır.
Sonra
peygamberler sizin halinize, gece gündüz yaptığınız isyana, günah ve şüphe
yemeği yemenize, Allah hakkında yanlış zanda bulunma içeceği içmenize bakınca
bu yediklerinizin sindirilmesi için size çeşitli şekillerdeki hareketleri
emretti. Bu değişik şekillerdeki hareketler beş vakit namazdır. Çünkü doktor,
yiyeceğin mideye çökmesinden ve geceleri ağır şeylerin yenmesinden sonra
yukarıdan aşağıya, aşağıdan yukarıya ve yeryüzünde birtakım hareketler yapmayı
ve adımlar atmayı emreder. Biz bütün bunlardan uzak ve muafız. Bize oruç,
namaz ve çeşitli ibadetler vacip kılınmadı.
Sadakalar
ve zekâtlar size ancak fazlaca helal ve haram mal toplamanızdan, ölçü ve
tartıyı düşürerek gasp ve hırsızlık yapmanızdan, çalmanızdan, çok yığmanız ve
biriktirmenizden, sünnetler bir yana vacip yerlere bile inf'ak (ihtiyaç
sahiplerine yardım) etmekten geri durmanızdan, cimrilik, pintilik ve
tekelcilik yapmanızdan, hakları engellemenizden, yemediklerinizi toplamanızdan
ve ihtiyaç duymadıklarınızı yığmanızdan dolayı farz kılındı. “Altın ve gümüş
yığanları ve onları Allah yolunda harcamayanları acıklı bir azap ile müjdele.”[24]
Size fazla gelenleri fakir ve zayıflarınıza infak etseydiniz size zekât ve
sadakalar vacip olmazdı. Biz bunlardan muafız. Çünkü biz türümüzün fertlerine
şefkat gösteriyoruz, bulduğumuz hiçbir rızık konusunda cimrilik yapmıyoruz,
bize fazla gelen azıkları biriktirmiyoruz, bilakis aç ve Allah’a tevekkül
ederek uçuyoruz, tok ve Allaha hamt ederek dönüyoruz.
Hatırlattığın
üzere kitaplarda sizin için helali, haramı, hadleri ve hükümleri gösteren muhkem
ve apaçık ayetlerin bulunması, sizin için bir öğretim, cehaletiniz, körlüğünüz
ve yararlı ve zararlı şeyleri az bilmeniz sebebiyle bir eğitimdir. İnsan çok
zalim ve cahildir. Siz çok gafil olmanız, yanılmanız ve unutmanız nedeniyle
öğretmenlere, hocalara, uyarıcılara ve vaizlere muhtaçsınız.
O
size helali ve haramı açıklar. Çünkü haram, yendiğinde sıcağın bastığı kimseye
zarar veren çok sıcak yemek gibidir. O, otuz yaşında bir gençtir ve çok sıcak
bir ülkede oturur. Çoğu zaman onu kötülük çukuruna, kötülüğe, incelme ve erime
cehennemine düşürür. Sanki kor gibi bir su içirilir ve bağırsakları
parçalanır.
Helal;
hafif yapılı, çok faydalı, mide suyuna iyi gelen, bol besinli ve mutedil mi
zaçlı, bünyesi sağlam ve ekvatorun yanındaki yüksek ülkede oturan, doğru yolda
olan kişinin yediğinde yararlandığı bir yemeğe benzer. Bu durumdaki kimse çoğunlukla
bünyenin mutedil ve hastalıkların az olduğu sağlık cennetinde, selam ve bolluk
yurdunda kalır. Ey insan, gaflet uykusundan ve cehalet yatışından uyan!
Bil
ki bu hükümler ve konular, size vurulmuş zincir, bukağı ve prangadır. Çünkü
İlahî hikmet, bu zorunlu sırları gerektirdi ve dinî ve felsefî konuları sizin
için öğretmen ve eğitmen kıldı. Biz bütün bunlardan uzağız. Zira Yüce Allah
ihtiyaç duyduğumuz her şeyi daha başlangıçta bize peygamberleri aracı kılmadan
ve perde arkasından seslenmeden şu sözüyle arıya vahyettiği gibi bir ilham ve
vahiy olarak ilham etti: “Rabbin bal arısına, dağlardan evler edin diye
vahyetti.”[25]
Yine Yüce Allah’ın dediği gibi: “Her biri kendi namazını ve tespihini bildi.”[26]
Süleyman’a kuş dilini öğretti. Ey gafil insan, anla! O şöyle dedi: “Allah, ona
kardeşinin cesedini nasıl örteceğini göstermek için yeri eşeleyen bir karga
gönderdi. [Dedi ki:] Yazık bana! Kardeşimin cesedini nasıl örteceğim konusunda
şu karga gibi dahi olamadım mı? Ve pişman oldu.”[27]
Kalbi körelen kimse günahı ve hatasından dolayı pişman olmaz.
Sizde
bayramlar, cumalar ve ibadet evlerine gitmelerin olduğu; fakat bizde bunların
olmadığı bahsine gelince; bil ki siz ahlâkınızı güzelleştirmiş, zorluk ve
sıkıntı anlarında kardeşlerinize yardım etmiş ve işlerinizle ilgili yararlarda
bir tek can gibi olsaydınız, o size bayramları ve Cuma toplantılarını vacip
kılmazdı. Çünkü şeriatların sahibi, bunu insanların birbirinden uzaklaştıktan
sonra dostluğa vesile olacak şekilde toplanmaları için gerekli kıldı. Çünkü
dostluk kardeşliğin, kardeşlik sevginin, sevgi de işleri iyileştirmenin
esasıdır. İşlerin iyileştirilmesi, ülkenin iyiliği; ülkenin iyiliği de âlemin
ve neslin bekasıdır. Bundan dolayı şeriat, istenen amacın gerçekleşmesi için
insanların yılda iki defa, haftada bir defa özel bir yerde, günde beş defa
mahalle ve çarşı mescitlerinde toplanmalarını emretmiştir.
Bu
sırlardan dolayı elçilerin efendisi şöyle demiştir: “Mescide komşu olanın mescitten
başka bir yerde namazı olmaz.” Bizde böyle bir şey yoktur. Çünkü biz buna
ihtiyaç duymayız. Çünkü bizim için bütün mekânlar mescit, bütün yönler
kıbledir. Nereye yönelirsek Allah’ın yüzü/yönü oradadır. Bizim için her gün
Cuma ve bayram, her hareket namaz ve tespihtir. Biz senin bahsettiğin hiçbir
şeye ihtiyaç duymadık. Zira namaz, kalplerin nefret kirinden ve şüphe
pisliğinden arınması, Yüce Allah’a halis bir niyetle yaklaşma, doğru itikat,
iyiliği emretme kıblesine yönelme, müminlerin yararlarım gerçekleştirme/kıyam,
düşmanlık ve kinden geri durma/kuud, tevazu ile eğilme/rüku ve secde etme,
hilim, iyi kardeşlerle birlikte şahitlik etme/teşehhüt ve bilgisizlikten
korunmaktır/teslimdir. Bu özel fiiller yerine getirilince namaz diye
adlandırılır. Biz bunlarla meşgulüz: Nereye yönelirseniz Allah’ın yüzü
oradadır. Biz bütün vakitlerde toplanırız, türümüzün fertlerine eziyet etmekle
uğraşmayız, kardeşlerin maslahatlarım gerçekleştiririz, sövgü ve kötülükten
kaçınırız, insana boyun eğmek suretiyle rükû ederiz ve taneleri yerden
toplarken onlara tevazu göstermek suretiyle secde ederiz.
Bu
yüzden bize cuma ve bayram vakitleri belirlenmedi. Bizim için bütün günler
bayram ve cuma, bütün hareketler namaz ve tespihtir. Biz ihtiyaç duymadık. Çünkü
biz sizin bahsettiğiniz ve bize karşı övündüğünüz şeylere muhtaç değiliz.
Kuşların
lideri konuşmasını bitirince kral, hazır bulunan insan topluluğuna baktı ve
şöyle dedi: Kuşun dediklerini işittiniz ve bahsettiklerini anladınız. Başka bir
şeyiniz var mı, anlatın; eğer doğru sözlü iseniz onu açıklayın.
Bölüm
O
zaman Iraklı ayağa kalktı ve şöyle dedi: Halkı yaratan, rızkı yayan, nimetleri
bol veren, karada ve denizde bize ikramda ve lütufta bulunan ve bizi
yarattıklarının birçoğundan üstün kılan Allah’a hamt olsun. Evet, ey kral,
bizim onların efendisi olduğumuzu, onların da bizim kölemiz olduğunu gösteren
daha başka hasletlerimiz, iyi işlerimiz, vergilerimiz ve yüceliklerimiz vardır.
Elbisemizin güzel, giysimizin yumuşak olması, avretimizi örtmemiz, yatağımızı
gizlememiz, elbisemizin yumuşaklığı, örtümüzün sıcaklığı bunlar arasında yer
alır. İpek, ipekli kumaş, yünlü ipek, ipek[28],
pamuk ve keten gibi güzel ziynetlerimiz; samur, sincap ve yaban eşeği
çeşitleri; hah, deri sergi, yastık, yatak, keçe ve berbuli gibi örtüler
sayılamayacak kadar çoktur. Bütün bu ihsanlar, bizim onların efendisi
olduğumuz, onların da bizim kölemiz olduğu şeklindeki iddiamızın delilidir.
Onların elbiselerinin sert, derilerinin katı, örtülerinin çirkin ve
avretlerinin açıkta olması yine onların bizim kölemiz olduğunun, bizim de
onların efendisi ve sahibi olduğumuzun kanıtıdır. Bizim onlar üzerinde
efendiler gibi hüküm sürme ve krallar gibi tasarrufta bulunma hakkımız vardır.
Iraklı
insan sözünü bitirince kral, hazır bulunan hayvan topluluklarına baktı ve şöyle
dedi: Onun bahsettiği ve size karşı övündüğü şeyler hakkında ne diyorsunuz?
Eğer cevabınız varsa buyurun.
Dediler
ki: Bizim ondan daha iyi ve daha sağlam bir cevabımız var.
Bölüm
Bundan
sonra yırtıcıların lideri olan “Dimne'nin kardeşi Kelile ayağa kalktı ve şöyle
dedi: Güçlü, çok bilgili, dağları ve tepeleri yaratan, orman ve çalılıklarda
bitki ve ağaçları var eden ve onları vahşi ve büyükbaş hayvanlar için yiyecek
yapan Allaha hamt olsun. O yüceler yücesi, gözü pek, cesur ve yiğit; sağlam
önkolları, keskin pençeleri, sert köpek dişleri, geniş ağızları olan, hızlı
sıçrayan, uzun atlayan, karanlık gecelerde istekleri ve yiyecekleri için
yayılan yırtıcıların yaratıcısıdır. O, insanların cesetlerinden ve hayvanların
etlerinden bir süreye kadar faydalanmak üzere onlar için yiyecek yaptı. Sonra
hepsi için ölümü, faniliği ve çürümeye dönüşü kararlaştırdı. Verdiği ve
lütfettiği için, sabır ve rızaya hükmettiği için hamt ona aittir.
Sonra
yırtıcıların lideri orda bulunan bütün cin bilgelerine ve hayvan liderlerine
dönerek şöyle dedi:
Bu
insandan daha çok yanılan ve daha çok gaflet gösteren bir kimseyi gördünüz mü
ey bilgeler topluluğu veya işittiniz mi ey hatipler topluluğu?
Topluluk
dedi ki: Bu nasıldır?
O
şöyle dedi: Çünkü o, güzel giysi, yumuşak elbise ve örtü gibi şöyle şöyle üstünlüklerinden
bahsetti.
Sonra
dedi ki: Ey insan, bana haber ver, sizde bu bahsettiklerin var mı? Onunla ancak
dışınızdaki diğer hayvanlardan aldıktan, onları dışınızdaki yırtıcılardan sömürdükten
ve onlara üzerinde üstünlük sağladıktan sonra övündünüz.
İnsan
dedi ki: Bu ne zaman oldu?
O
şöyle dedi: Giydiklerinizin en yumuşağı ve süslendiğiniz elbiselerin en güzeli
ipek, dibac ve ibrişim[29]
değil mi?
“Evet”
dedi.
O
şöyle dedi: Bu, insanoğullarına değil, sürüngen türüne mensup olan en zayıf
hayvanların salyasından değil mi? Onu kendi üzerlerine yuva ve yumurta olması,
içinde uyumak ve kendilerini afetlerden, sıcaktan, soğuktan, rüzgârdan,
yağmurdan, devrin hadiselerinden ve zamanın musibetlerinden koruyacak örtü,
kılıf ve sığınak olması için ördüler. Siz geldiniz, onları zorla aldınız,
onlara baskı ve zulümle üstün geldiniz. Allah da sizi onlarla cezalandırdı,
onların çile yapılması, eğrilmesi, bükülmesi, örülmesi, dikilmesi,
kısaltılması, kesilmesi ve sizin müptela olduğunuz ve cezalandırıldığınız kalp
meşguliyeti, beden yorgunluğu ve ruh sıkıntısı gerektiren tamir, satış, alış
ve koruma benzeri sıkıntı, yorgunluk ve zorluklarla imtihan etti. Sizin için
hiçbir zaman istikrar, sükûnet ve huzur yoktur.
Hayvanların
yünlerini ve derilerini, yırtıcıların postlarını ve kıllarını, kuşların
tüylerini almanız da aynı hükme tabidir. Siz bütün bunları zorla aldınız,
gaspla çıkardınız, onlara zulüm ve haksızlıkla üstün geldiniz, onları kendinize
zorla mal ettiniz. Sonra gelmiş, onlarla bize övünüyorsunuz, utanmıyorsunuz,
düşünmüyorsunuz ve ibret almıyorsunuz. Eğer bunlarda bir övünme ve iftihar
varsa biz buna sizden daha layığız. Çünkü Yüce Allah bunları bizim sırtımızda
bitirdi, bizim derimizden meydana getirdi ve onları bizim için elbise, giysi,
örtü, kılıf, perde ve süs kıldı. Bütün bunlar onun bize karşı lütfü, acıması,
merhameti, şefkati ve çocuklarımıza ve küçük yavrularımıza sevgisidir. Öyle ki
bizden biri doğunca üzerinde derisi çıkar, derisi üzerinde kıl, yün, saç, tüy
ve pulu biter. Bütün bunlar cüssesinin iriliğine ve yaratılışının büyüklüğüne
göre bir elbise, giysi ve örtüdür. Onları edinmede bizim çalışmaya ihtiyacımız
yoktur. Sizin müptela ve cezalı olduğunuz gibi biz pamuk atmaya, eğirmeye,
bükmeye, ditmeye, örmeye, biçmeye veya dikmeye ihtiyaç duymayız. Sizin için
ölünceye kadar rahat yoktur. Bütün bunlar, atanızın isyan etmek, Rabbinin
tavsiyesini terk etmek ve sapmak suretiyle işlediği günah sebebiyle sizin için
bir cezadır.
Cinlerin
kralı, yırtıcıların liderine dedi ki: Âdem’in yaratılışındaki başlangıç, ilk
başlangıcı nasıl oldu? Bize onu anlat.
O
şöyle dedi: Pekiyi. Ey kral, Yüce Allah Âdem’i ve eşini -ikisine selam
olsunyarattığı zaman doğuda, ekvator çizgisinin altında yer alan Yakut dağının
başındaki bu cennette bulunan diğer hayvanlara yaptığı gibi varlıklarını
sürdürmede ve şahıslarını devam ettirmede ihtiyaç duydukları madde, besin,
örtü ve giysi gibi nedenleri giderdi. O, Âdem ve Havva’yı -ikisine selam
olsunçıplak olarak yarattığında her birinin başında vücutlarının her tarafına
sarkan uzun, düz, kıvırcık, siyah ve yumuşak ve yeni cariyelerin
başındakilerin en iyisi olan saç bitirdi ve oradaki hayvanların en iyi
suretlisi ve tüyü çıkmamış, müreffeh iki genç olarak oluşturdu.
Bu
kıl onlar için elbise, avretleri için örtü, onlar için giysi, kılıf ve perde,
onları sıcak ve soğuğa karşı koruyan bir engel idi. Onlar bu bahçede
yürüyorlar, çeşitli meyvelerden sakınıyorlar, onlardan yiyorlar, onlarla
besleniyorlar ve bu ülkede, bahçede, hoş kokular içinde, çiçekler arasında
rahat, mutlu, neşeli, müreffeh ve korkusuz bir şekilde, beden yorgunluğu ve
ruh sıkıntısı çekmeden geziyorlardı. Sınırlarını aşmaları ve vakitsiz bir şey
yemeleri yasaklanmıştı. Rablerinin öğüdünü terk ettiler, düşmanlarının sözüne
kandılar ve kendilerine yasaklanan şeyi yediler. Dolayısıyla -kuşların
liderinin birinci bölümde iddia ettiği ve cinlerin bilgesinin aynı şekilde
kendi konuşması esnasında belirttiği gibimertebeleri düştü, şuurları dağıldı,
avretleri açıldı ve oradan çıplak, kovulmuş, horlanmış ve geçim işlerini ve
dünya hayatının gerektirdiği ihtiyaçları üstlenmekle cezalandırılmış bir halde
çıkarıldılar.
Yırtıcıların
lideri konuşmanın bu noktasına gelince insanların lideri ona şöyle dedi: Ey
yırtıcılar topluluğu, size düşen ise susmak, utanmak ve konuşmamaktır.
Kelile
ona: “Niçin böyle?” dedi.
O
dedi ki: Çünkü ey yırtıcılar topluluğu, buraya gelen topluluklar içinde sizden
daha şerli, daha katı kalpli, daha az yararlı, daha çok zararlı ve leş yemeye
ve geçimlik aramaya daha düşkün bir topluluk yoktur.
O:
“Bu nasıldır?” dedi.
O
dedi ki: Çünkü ey yırtıcılar topluluğu, siz hiç acımadan, düşünmeden ve merhamet
etmeden bu evcil ve büyükbaş hayvanları keskin pençelerle parçalıyorsunuz,
derilerini yırtıyorsunuz, kemiklerini kırıyorsunuz, kanlarını içiyorsunuz ve
etlerini ısırıyorsunuz.
Yırtıcıların
lideri şöyle dedi: Sizden öğrendik ve sizin bu evcil hayvanlara yaptıklarınızı
takip ettik.
İnsan
dedi ki: Bu nasıl oldu?
O
şöyle dedi: Çünkü atanız Âdem ve çocukları yaratılmadan önce yırtıcılar böyle
bir şey yapmıyor ve onların dirilerini avlamıyordu. Zira onların bol miktarda
leşi vardı. Onlardan her gün eceliyle ölenler beslenmeye yetiyordu. Onların
dirilerini avlamaya, istekleri konusunda kendilerini tehlikeye atmaya, saldırmaya,
savaşmaya ve taarruza ihtiyaç duymuyorlardı. Aslanlar, kaplanlar, çitalar,
kurtlar ve et yiyen yırtıcı sınıfının diğer üyeleri fil, camız ve domuzlara
yiyecek leş buldukları sürece, çok mecbur kalmadıkça ve ihtiyaç duymadıkça
saldırmıyorlardı. Çünkü onlar diğer hayvanlara olduğu gibi birbirlerine de
şefkat gösteriyorlardı. Ey insanlar topluluğu siz gelince, onlardan koyun,
sığır, deve, at, katır ve eşek sürülerini ayırıp alıkoyunca ve çöllerde,
bozkırlarda ve ormanlarda hiçbirini bırakmayınca yırtıcılar onların leşlerinden
mahrum oldu ve onların dirilerini avlamaya mecbur kaldılar. Nasıl mecburiyet
durumunda ölü, kan ve domuz eti size helal kıhndıysa bu da bize helal kılındı.
Merhametimizin
az ve katı kalpli olduğumuz şeklindeki iddianıza gelince, bu hayvanların sizin
onlara yaptığınız zulüm, haksızlık ve taşkınlıktan şikâyet ettikleri gibi
bizden şikâyetçi olduklarını görmedik. Bizim onları keskin pençeler ve sert köpek
dişleriyle yakaladığımız, derilerini parçaladığımız, karınlarını yardığımız, kemiklerini
kırdığımız, kanlarını içtiğimiz ve etlerini yediğimiz şeklindeki açıklamanıza
gelince; onlara siz de aynı şekilde davranıyorsunuz, bizim yaptığımızdan daha
ziyade şekilde onları keskin bıçaklarla boğazlıyorsunuz, derilerini
yüzüyorsunuz, karınlarını deşiyorsunuz, kemiklerini satırlarla kırıyorsunuz,
ateşte pişiriyorsunuz, sıcakta kızartıyorsunuz.
Bizim
hayvanlara zarar verdiğimizden bahsettiniz. Durum dediğiniz gibidir. Eğer
düşünür ve ibret alırsanız, bütün bunların sizin yaptığınız zarar, haksızlık ve
zulüm yanında küçük ve önemsiz olduğunu bilirsiniz ve anlarsınız. Nitekim evcil
hayvanların lideri birinci bölümde bundan bahsetmişti.
Sizin
birbirinize verdiğiniz zarar, birbirinizi kılıç, kırbaç ve bıçaklarla darp etmeniz,
mızrak ve kargılarla yaralamanız, topuz ve bıçaklarla vurmanız, el ve ayak
kesmeniz, zindanlara hapsetmeniz, alışverişte hırsızlık yapmanız, çalmanız, düşmanlık
sebepleri olarak aldatmanız, hainlik etmeniz, alay etmeniz, iftira atmanız,
tuzak kurmanız ve hile yapmanız ve benzeri özellikleriniz yırtıcıların bu
hayvanlara yapmadığı şeylerdir. Birbirlerine böyle davranmazlar ve bunları
bilmezler. [İnsan] bütün bunlarda ileri gider.
Başkalarına
faydasının az olduğu sözüne gelince; eğer düşünür ve ibret alırsan, bizim size
derilerimiz, kıllarımız, tüylerimiz ve yünlerimizden yararlanmanız ve hizmetinize
aldığınız yırtıcıların avından faydalanmanız şeklindeki faydamızın açık ve
görülür olduğunu bilir ve anlarsın. Fakat ey insan, sizin kendiniz dışında
hangi hayvana bir faydanızın dokunduğunu haber ver! Zararınız açık ve
ortadadır. Çünkü bu hayvanları boğazlamada, etlerini yemede ve deri ve
kıllarını kullanmada bize ortak oldunuz. Fakat kendi cesetlerinizden
yararlanmada bize cimrilik yaptınız. Dirinizden de ölünüzden de yararlanmamaları
için onları toprağın altına gömdünüz.
Yırtıcıların
hayvanlara saldırdığı, onları yakaladığı ve öldürdüğü şeklindeki anlatımına
gelince; yırtıcılar bunu ancak Âdemoğullarmın Kabil ve Habil zamanından günümüze
kadar birbirlerine yaptıklarını gördükten sonra yaptılar. Rüstem ve îsfendiyar
zamanında, Cemşid ve Tubba devrinde, Dahhak ve Feridun döneminde, Sivas ve
Menucehr[30]
zamanında, Dara ve İskender devrinde, Buhtunnasr, Davud hanedanı, Behram
hanedanı ve Adnan hanedanı dönemlerinde, Kostantin ve Yunan halkı zamanında,
Osman ve Yezdigerd devrinde, Abbas Oğulları ve Mervan Oğulları döneminde vs.
günümüze kadar şahit olunduğu gibi her gün savaşlarda ve harplerde ölüler,
yaralılar ve vurulmuşlar görüyoruz. Her yıl, her ay ve her gün insanoğullar mm
birbirlerine karşı ve birbirleriyle bir olay yaptıklarını görüyoruz. O
zamanlar meydana gelen kötülük, bela, öldürme, yaralama, sakat bırakma,
yağmacılık, esir alma gibi olaylar belirlenemeyecek ve sayılamayacak kadar
çoktur. Şimdi gelmiş, bize karşı övünüyor ve yırtıcıları yaratılışça
yeryüzündekilerin en kötüsü olmakla suçluyorsunuz. Bize karşı söylediğiniz bu
yalan ve iftiradan utanmıyor musunuz? İnsan ne zaman yırtıcıların birbirine,
sizin her gün birbirinize yaptığınız gibi davrandığını görmüştür?
Sonra
yırtıcıların lideri insanların liderine şöyle dedi: Ey insanlar topluluğu,
yırtıcıların halleri hakkında düşünseniz ve işlerindeki tasarrufları dikkate
alsanız onların sizden daha iyi ve daha erdemli olduğunu bilir ve anlarsınız.
İnsanların
lideri dedi ki: Bu nasıl olur? Bize onun hakkında delil getir!
O
şöyle dedi: Sizin en hayırlılarınız zahitler, ahitler, rahipler, hahamlar ve
seyyahlar değil mi?
O:
“Evet.” dedi.
O
şöyle dedi: Değil mi ki sizden biri hayır ve iyilikte son mertebeye ulaştığında
aranızdan çıkar ve sizden kaçar, gidip dağ ve tepe başlarına, vadi içlerine,
sahillere ve yırtıcıların barınağı olan ormanlara sığınır. Mağara ve
oyuklardaki yerlerinde onlara karışır, vatanlarında onlarla içlidışlı olur,
gölgeliklerinde onlara komşu olur ve yırtıcılar onlara saldırmaz.
[İnsan]
dedi ki: Evet, dediğin gibi, biz de aynısını söylüyoruz.
O
şöyle dedi: Yırtıcılar iyi olmasaydı sizin en iyileriniz onlara komşu olmaz,
sizin salihleriniz onlarla içlidışlı olmaz; bilakis onlardan kaçar ve
sakmırlardı. Bu, sizin zannettiğiniz gibi yırtıcıların Allah’ın en kötü
yaratıkları olduklarını değil, iyi olduklarını gösterir. Bu, sizin onlar
hakkında yalan ve iftira olarak dile getirdiğiniz bir sözdür. Yırtıcıların
senin zannettiğin gibi değil de iyi olduklarının bir diğer kanıtı, sizin
krallarınızın türünüzün iyileri ve hayırlıları hakkında şüphelendiklerinde
onları yırtıcıların önüne atma gibi bir âdetlerinin olmasıdır. Onlar eğer onu
yemezse onun iyi olduğunu anlarlar. Çünkü şairin dediği gibi, iyileri iyilerden
başkası tanımaz:
“Türünü
araştıran onu bilir
Diğer
insanlar onu reddetse de”
Ey
insan, bil ki yırtıcılar içinde hem iyiler hem de kötüler vardır. Onların
kötüleri, insanların kötülerinin birbirlerini yediği gibi, birbirlerini
yemezler.
Nitekim
Yüce Allah şöyle zikreder: “Böylece zalimleri yaptıkları sebebiyle birbirlerinin
velisi yaparız.”[31]
Bu sözümü söylüyor, kendim ve sizler için Allah’tan bağışlanma istiyorum.
Yırtıcıların
lideri konuşmasını bitirince cinlere mensup bir bilge şöyle dedi: Bu konuşmacı
doğru söyledi. İyiler kötülerden kaçarlar ve kendi türlerinin dışından da olsa
iyilerle yakınlık kurarlar. Kötüler de aynı şekilde iyilerden nefret ederler,
onlardan kaçarlar ve türlerine mensup kötü fertlere sığınırlar.
Âdemoğullarının çoğu kötü olmasaydı iyileri onların arasından dağ başlarına,
ormanlara ve türleri dışından oldukları ve hayır, iyilik ve selamet gibi ruhsal
huylar dışında şekil ve yaratılış bakımından onlara benzemedikleri halde
yırtıcıların barınaklarına kaçmazlardı.
Bütün
topluluk şöyle dedi: Bilge, dediğinde, anlattığında ve bildirdiğinde doğru
söyledi.
O
zaman insan topluluğu mahcup oldu, işittikleri kınama ve eleştiriden dolayı
başlarını önlerine eğdiler. Toplantı bitti ve bir tellal şöyle seslendi: Yarın
güven ve huzur içinde tekrar dönmek üzere dağılın!
Bölüm
Ertesi
gün kral mecliste yerine oturdu, bütün topluluklar protokole göre geldiler ve
ayrıldılar. Kral insanlar topluluğuna baktı ve şöyle dedi: Dün cereyan edenleri
ve kendi anlattıklarınızı işittiniz ve söylediklerinizin cevabını duydunuz. Dün
dile getirdikleriniz dışında söyleyecek bir şeyiniz var mı?
O
vakit Farslı lider ayağa kalktı ve şöyle dedi: Evet, ey adil kral, bizim
sözümüzün ve iddiamızın doğruluğunu kanıtlayan başka iyi işlerimiz, çok sayıda
erdemimiz ve birçok hasletimiz var.
Kral
dedi ki: Buyur, onların bir kısmını anlat.
“Pekiyi”
dedi. Sonra şöyle dedi: Filozofların, isimleri hakkında ihtilaf, varlığı ve
kıdemi hakkında ittifak ettiği, kudretiyle yaratıkları var eden, onların
arasından Teala’nın: “Biz Âdemoğullarım yücelttik, karada ve denizde taşıdık,
temiz yiyeceklerle rızıklandırdık ve onları yarattıklarımızın birçoğundan
üstün kıldık.” dediği gibi Âdem ve çocuklarını seçen, onları hayvanlardan iman
elbisesi ve yücelik giysisiyle üstün kılan ve onlara hidayet yolunu ilham eden
Allah’a hamt ve mahlûkatın hayırlısı ve peygamberlerin iyisi olan Muhammede ve
ailesine salât olsun.
Konuya
gelirsek, ey kral, bil ki içimizde krallar, beyler, halifeler, sultanlar,
reisler, vezirler, kâtipler, valiler, divan üyeleri, muhafızlar, komutanlar,
başkanlar, seçkinler, kral hizmetçileri ve yardımcısı askerler vardır. Yine
bizim içimizde tacirler, zanaatkarlar, çiftçiler ve nesil sahipleri vardır.
Bizim aramızda ileri gelenler, aristokratlar, zenginler, nimet sahipleri ve
cömert kimseler vardır. Yine aramızda edebiyatçılar, âlimler, muttakiler ve
faziletliler vardır. Bizim içimizde hatipler, şairler, fasih konuşanlar,
kelamcılar, nahivciler, nakilciler, hadis ravileri, Kuran okuyanlar, bilginler,
fakihler, kadılar, hâkimler, adiller, arındıranlar, hatırlatanlar, filozoflar,
mühendisler, astronomlar, fizikçiler, tabipler, müneccimler, büyücüler,
kâhinler, tabirciler, kimyacılar, tılsımcılar, gözlemciler ve açıklaması uzun
sürecek daha birçok sınıf vardır. Bütün bu topluluk ve sınıfların huyları,
seciyeleri, tabiatları, karakterleri, iyi işleri, güzel hasletleri, övülen görüşleri,
iyi, çeşitli ve değişik ilim ve sanatları vardır. Bütün bunlar bize özgüdür ve
diğer hayvanlar bunlardan mahrumdur. Bu, bizim onların efendisi olduğumuzun,
onların bizim kölemiz olduklarının delilidir. Özetle, âlem bizimle ve bizim
varlığımızla ayakta durmaktadır. Çünkü bahsettiğim bütün bu sanatlar ve farklı
şahıslar, şüphesiz âlemin ayakta durmasının ve devamlılığının sebebi olmuştur.
Bölüm
İnsanların
lideri sözünü bitirince papağan konuştu ve şöyle dedi: Hepsine namaz/ dua ve
tespihleri öğretilen yükseltilmiş göklerin, yayılmış yerlerin, sabit dağların,
kabaran denizlerin, çöl ve bozkırların, dağılan rüzgârların, meydana getirilen
bulutların, yağan damlaların, ağaç ve bitkilerin, dizilen kuşların yaratıcısı
olan Allah’a hamt olsun.
Sonra
dedi ki: Allah size merhamet etsin, biliniz ki bu insan, Âdemoğullarının
sınıflarını andı ve tabakalarını saydı. Ey kral, eğer o düşünse, adaleti
gözetse ve kuş cinslerinin ve türlerinin çokluğunu dikkate alsaydı onların
çokluğundan onun nezdinde Âdemoğulları sınıflarının ve tabakalarının sayısının
bunun yanında küçük ve az olduğunu bilir ve anlardı. Nitekim daha önce bu
kitabın bir bölümünde bahsi geçmiş ve Şahmorg, kuşların hatibi ve fasihi tavusa
demişti.
Fakat
ey insan, şimdi belirttiğin ve övündüğün her sözün karşısına onun tersi başka
bir söz, nispet ettiğin her iyiliğin karşısına bizde olmayan çirkin başka
türler koy. Şöyle ki sizde firavunlar, nemrutlar, cebbarlar, fâsıklar,
müşrikler, münafıklar, mülhitler, sapanlar, ahdinden dönenler, Haricîler,
yelkesenler, hırsızlar, serseriler ve yankesiciler vardır. Aynı şekilde sizin
içinizde deccallar, azgınlar, sapıklar ve şüphe edenler vardır.
Yine
sizin aranızda pezevenkler, kırıtan kadınlar, ücretle verenler, homoseksüeller,
lezbiyenler ve fahişeler vardır. Aynı şekilde sizin içinizde gammazlar,
yalancılar ve sırrı ifşa edenler vardır. Yine aranızda aptallar, cahiller,
ahmaklar, noksanlar ve bunlar gibi kötü huylu, düşük tabiatlı, yaşantı ve
eylemleri çirkin, tutum ve davranışları kötü, yerilen ve zalim sınıflar
vardır. Bizde bunların hiçbiri yoktur. Biz övülen hasletlerin ve mutedil
davranışların birçoğunda onlarla ortağız. Bahsettiğin ve övündüğün şeylerin
ilki, sizin içinizde kral ve başkanların olduğu, onların yardımcılarının,
ordularının ve tebaalarının bulunduğudur. Balansı, karınca, kuş ve yırtıcı
topluluklarının da başkan, yardımcılar, ordu ve tebaalarının olduğunu; onların
başkan ve krallarının Âdemoğullarının krallarına göre daha iyi siyasetli ve
daha sıkı gözetleyici, onlara karşı daha çok sevgili, daha çok merhametli ve
daha çok şefkatli olduğunu bilmiyor musun?
Bunun
açıklaması şöyledir: İnsanların kral ve başkanlarının çoğu, tebaa, ordu ve
yardımcılarının işleriyle ancak kendilerine bir yarar sağlamak, kendilerinden
bir za ran gidermek veya onu kim olursa olsun yakın ya da uzak arzuları
sebebiyle isteyen kimsenin nefsi için ilgilenirler. Ondan sonra hiçbirini
düşünmez, ister yakın ister uzak olsun, hiç kimsenin işi onu ilgilendirmez.
Bu,
kral ve fazılların eylemi, siyaset sahibi merhametli başkanların davranışı değildir.
Aksine kralın siyaset ve şartları, başkanlığın özellikleri, kral ve başkanın,
kim olursa olsun yarattıklarına ve kullarına cömert, kerim, şefkatli ve
merhametli, başkanlar başkanı ve krallar krah olan Yüce Allah’ın sünnetine
uyarak tebaasına merha met göstermesi ve acıması, ordusuna ve yardımcılarına
şefkatli davranması ve onları sevmesidir. Hayvan türlerinin kral ve başkanları,
Yüce Allah’ın sünnetine insanların kral ve başkanlarından daha güzel uyarlar.
Şöyle ki halanlarının kralı, tebaasının işine bakar, onların, ordusunun ve
yardımcılarının durumlarını gözetir. Bunu ne nefsi ve şehvetlerini arzuladığı
için, ne kendisine bir yarar sağlamak için, ne kendisinden bir zararı gidermek
için, ne de onu kendi şehvetleri sebebiyle isteyen kimsenin nefsi için yapar.
Aksine bunu tebaasına, yardımcılarına ve ordusuna şefkat, merhamet, acıma ve
sevgisinden dolayı yapar. Karıncaların krah ve turnaların kralı koruma ve uçuşlarında,
kaya kuşlarının krah da giriş ve çıkışında böyle yapar. Başkan ve idarecileri
olan diğer hayvanlar da kendi yavrularından iyilik, yakınlık ve mükâfat
istemedikleri gibi, aynı şekilde tebaalarından yönetmelerine karşılık bedel ve
tazminat istemezler. Oysa insanlar kendi çocuklarından onları yetiştirmelerine
karşılık olarak iyilik ve mükâfat isterler. Bunun aksine biz, [dişisinin
üzerine] zıplayan, çiftleşen, hamile kalan, yavrularını emziren ve yetiştiren
hayvanlar ile çiftleşen, yumurtlayan, kuluçkaya yatan, civcivlerini ve
yavrularını besleyen ve yetiştiren hayvanların yavrularından iyilik, ilişki ve
sevgi beklemediklerini, fakat onları sevgi, şefkat, merhamet ve acıma
duygusuyla yetiştirdiklerini görüyoruz. Bütün bunlar, Yüce Allah’ın sünnetine
uymaktır. O, kullarını yarattı, meydana getirdi, yetiştirdi, onlara nimet
verdi, ihsanda bulundu ve onlardan hiçbir şey istemeksizin lütfetti. O onlardan
ne bir karşılık ne de teşekkür bekler. Eğer insanların tabiatları adi, huyları
kötü, yaşantıları haksız, adetleri rezil, amelleri kötü, fiilleri çirkin,
görüşleri sapık olmasaydı ve nimetlere nankörlük etmeselerdi Yüce Allah onlara
şu sözünü emretmezdi: “Bana ve anne babana teşekkür et. Dönüş banadır.”[32]
Hâlbuki bizim çocuklarımıza emretmemiştir. Çünkü onlardan itaatsizlik ve
nankörlük sadır olmaz. Ey insanlar topluluğu, emir, nehiy, vaat ve tehdit bize
değil, size yapılmıştır. Çünkü siz, kendilerinde muhalefet, hile ve isyan
görülen kötü kullarsınız. Siz köleliğe bizden daha uygunsunuz; biz ise
hürriyete sizden daha uygunuz. Utanmazlık, kibir, yalan ve iftira olmadan sizin
bizim efendimiz olduğunuzu, bizim ise sizin köleniz olduğumuzu nereden
çıkarıyorsunuz?
Sonra
papağan konuşmasını bitirince topluluk dedi ki: Bu konuşmacı bütün anlattıklarında
ve bildirdiklerinde doğru söyledi. O zaman insan topluluğu kendilerine
yöneltilen hükümden dolayı utandı, hayâ ve mahcubiyetten başlarını öne eğdiler.
Bundan sonra insanlar bir daha konuşamadılar.
Papağanın
konuşması bu noktaya gelince kral, cin bilgelerinin reisine şöyle dedi: Bu
konuşmacının andığı, övdüğü, tebaasına aşırı merhametli ve şefkatli, ordusunu
ve yardımcılarını çok seven onlara acıyan ve yaşantıları güzel olarak
nitelediği bu krallar kimler? Ben bunda bir işaret ve sır olduğunu sanıyorum.
Bu sözlerin hakikatini ve bu gayelerin işaret ettiği şeyi bana anlat.
O:
“Başüstüne!” dedi.
Bölüm
Cinlerin
bilgesi dedi ki: Ey kral, bil ki krallar/mülûk ismi mülk isminden, mülk ismi de
melekler isminden türemiştir. Bu hayvanların cins, tür ve şahıslarından, büyük
veya küçük hangisi olursa olsun Yüce Allah bütün tasarruflarında her birisinin
terbiyesi, korunması ve gözetilmesi için bir melek görevlendirmiştir. Onlar
bunlara, annelerin küçük çocuklarına ve zayıf yavrularına gösterdiklerinden
daha çok merhamet, acıma, sevgi ve şefkat gösterirler.
Kral,
bilgeye şöyle dedi:Bahsettiğin bu merhamet, acıma, sevgi ve şefkat meleklere
nereden geliyor?
O
dedi ki: Yüce Allah’ın yaratıklarına olan merhamet ve acımasından, kullarına
olan şefkat ve sevgisinden. Meleklerin, annelerin ve babaların bütün merhamet
ve şefkati, mahlûkların birbirlerine gösterdikleri merhamet, Yüce Allah’ın
yaratıklarına olan merhamet ve acımasının, kullarına gösterdiği şefkat ve
sevginin milyonda biridir.[33]
Söylediklerimizin
doğru, anlattıklarımızın gerçek olduğunun delili, Rablerinin onları var ettiği,
yarattığı, meydana getirdiği, tesviye ettiği, yetkinleştirdiği ve yetiştirdiği
zaman yaratıklarının en yakını olan melekleri onları korumakla görevlendirmiş
ve onları merhametli, cömert ve iyi kılmış olmasıdır. Onlar için ilginç
iskeletler, orijinal suret ve şekiller, idrak edici ince duyular aracılığıyla
yararlar ve ihtiyaç maddeleri yarattı. Onlara zararı gidermeyi ve yararı
edinmeyi ilham etti. Emrine boyun eğen geceyi, gündüzü, Güneşi, Ayı ve
yıldızları onların hizmetine verdi. Dikkat edin, yaratma ve emretme ona aittir.
Onları kışın ve yazın karada ve denizde, ovada ve dağda idare eder. Onlar için
belli bir süreye kadar faydalanılmak üzere ağaç ve bitkilerden yiyecekler
yarattı, onlara açıkça ve gizlice bol bol nimet verdi. Saymak istesem sayamam.
Bütün bunlar Allah’ın mahlûkatına karşı ne kadar çok merhametli, acıyan,
sevgili ve şefkatli olduğunu gösteren deliller ve burhanlardır.
Kral
dedi ki: Âdemoğullarını korumak ve işlerini gözetmekle görevli yakın meleklerin
reisi kimdir?
O
şöyle dedi: O, insana ait tümel düşünen nefıstir/nefs-i natıkadır. O, Allah’ın
yeryüzündeki halifesidir. Âdem topraktan yaratıldığında ve bütün melekler ona
secde ettiğinde o Âdem’in bedenine yerleştirildi. Düşünen nefse itaat için
boyun eğdirilmiş olan hayvani nefisler, tıpkı cisimsel beden suretinin insan
soyunda günümüze kadar baki olması gibi onun soyunda günümüze kadar bakidir.
Onunla meydana gelirler, onunla büyürler, onunla kazanırlar, onunla mümkün olurlar,
onunla sorguya çekilirler, ona dönerler, kıyamet günü onunla tanınırlar,
onunla yeniden diriltilirler, onunla cennete girerler, felekler âlemine onunla
çıkarlar. Bununla Allah’ın yeryüzündeki halifesi olan nefs-i natıkanın
yükselişini kast ediyorum. İblis, Âdem’e secde etmekten kaçındı. O, öfke ve
şehvet gücü, kötülüğü emreden nefistir. Kral bütün bunları bilir. Çünkü Yüce
Allah’ın sözünün, peygamberlerin sözünün ve bilgelerin görüşlerinin çoğu,
kötülere kapalı olan sırlardan bir sırra işarettir. Onları Yüce Allah’tan ve
ilimde derinleşenlerden başkası bilmez. Kalpler ve akıllar, bunun manalarını
anlamayı taşımıyordu. Bundan dolayı Aleyhissalatü Vesselam şöyle dedi:
"İnsanlarla akıllarına göre konuşun.” Rablık sırrını ifşa etmek küfürdür.
İlimde
derinleşen seçkin filozoflar fazla açıklamaya ihtiyaç duymazlar. Çünkü onlar
bütün sır ve işaretlerin hakikatlerini bilirler. Yüce Allah’ın sözü böyledir: “Bize
kuş dili öğretildi. Bize her şey verildi. Bu, apaçık bir üstünlüktür.”[34],
“Nün. Kaleme ve yazdıklarına ant olsun’[35],
“Tura ve yazılan kitaba ant olsun’[36],
“Bir gece kulunu Mescid-i Haramdan etrafını bereketli kıldığımız Mescid-i
Aksu'ya götüren [Allah] eksiklikten münezzehtir”[37]
[38],
“Ağacın mübarek bir yerinde: Ey Musa, ben âlemlerin Rabbi Allah'ım”66,
“İncire, zeytine, bereketli dağa/Tur-i Sinine ve bu kutsal beldeye yemin olsun
ki.”[39]
Onun sözü: “Güneş dürüldüğü, yıldızlar söndüğü zaman”[40],
“Genişliği gökler ve yer kadar olan bir cennet”[41],
“Cinlerden ve insanlardan bir kısmını tamamen cehenneme dolduracağım”[42],
“Kemikleri çürümüşken kim diriltecek?”[43],
“Asanı at. Onun canlı gibi kımıldadığını görünce geri döndü ve arkasına
bakmadı”[44]
[45],
“Bunu tanrılarımıza kim yaptı, ey İbrahim? Dedi ki: Daha doğrusu, bunu onlara
şu büyükleri yapmıştır, ona sorun”73, “Babacığım, niçin işitmeyen,
görmeyen ve senden bir zararı gideremeyen şeylere tapıyorsun?"[46],
“Ey ateş, İbrahim için soğu ve esenlik ol!”[47]
[48],
“Kef he ye ayn sad”76, “Ta ha. Biz Kuranı sana sıkıntı çekmen için
indirmedik”[49]
[50]
[51],
“Ayn sin kaf’60, “Biz onu Kadir gecesinde indirdik.”6'
Peygamber (a.s) şöyle buyurdu: “Biz küçük cihattan büyük cihada döndük.”
Yine onun sözü: “Onlara danışın ve muhalefet edin”, “Cennet annelerin ayakları
altındadır”. Bunlara benzer birçok ayet ve haber vardır. Bunun altında
avama ve cahillere, özellikle ahir zamanda açılması caiz olmayan sırlardan bir
sır vardır. Bu amaçla eşyanın hakikatlerini avam insanların anlayışına göre
buna uygun olmayan bir elbise ile örttüler. Fakat seçkinler ve filozoflar
bundaki amaç ve hakikati bilirler ve onu kötülerden ve bedevilerden gizlerler:
“İlmi
cahillere veren onu zayi eder
Hak
edenlerden alıkoyan zulmeder.”
Sonra
kral şöyle dedi: Allah seni iyi bilen bir filozof ve iyi anlayan bir âlim
olarak mübarek kılsın! Allah seni hayırla ödüllendirsin. Bana başka şeylerle
daha çok açıklama yap.
O:
“Pekiyi.” dedi. Sonra kral bilgeye/fılozofa şöyle dedi: Gözler niçin melekleri
ve ruhları idrak edemez?
O
dedi ki. Çünkü şeffaf ve nuranî cevherlerin rengi ve cismi yoktur. Koklama,
dokunma ve tatma gibi cisimsel duyular onları idrak etmez. Nadiren onları peygamber
ve elçilerin gözleri ve kulakları gibi güçlü ve hassas gözler görür. Ruhlarının
saflığı ve gaflet uykusundan uyanmış, cehalet yatağından kalkmış ve yanlış
karanlıklarından çıkmış olmaları sebebiyle onların ruhları dirilir;
dolayısıyla meleklerin ruhlarına benzer hale gelirle, onları görür, sözlerini
işitir ve onlardan vahiy ve haber alırlar. Bunları türlerinin fertleri olan
insanlara bizzat ve bedenleriyle benzedikleri için çeşitli dillerle iletirler.
Kral
dedi ki: Allah seni hayırla mükâfatlandırsın. Ey papağan, konuşmanı tamamla!
Bölüm
Sonra
papağan şöyle dedi: Ey insan, aranızda zanaatkârlar ve meslek sahipleri olduğu
sözüne gelecek olursak; bu, başkalarında olmayıp sadece sizde bulunan bir
üstünlük değildir. Fakat bazı kuş, sürüngen ve diğer hayvan türleri bu konuda
sizinle ortaktır. Bu şöyle açıklanabilir: Böceklere mensup olan balansı, ev
edinme ve yavru yuvası yapmada sizin sanatkârlarınızdan daha usta, daha
bilgili ve daha sağlam, [binaları da] sizin mühendis ve ustalarınızın
binasından daha iyi ve daha güzeldir. Onlar evlerini/kovanlarmı tahta, kerpiç,
tuğla ve alçı kullanmadan birbiri üstüne yığılmış, kalkan gibi yuvarlak
tabakalar halinde yaparlar. Sanki onlar üst üste odalar gibidir. Evlerinin ölçüsünü
sanat mükemmelliği ve yapı sağlamlığı nedeniyle kenarları ve açıları eşit
altıgenler şeklinde oluştururlar. Onlar işlerinde sizin, insan ustaların daire
yapmak için pergele, çizgi çekmek için cetvele, işaretlemek için şakule, ölçmek
için gönyeye ihtiyaç duymanız gibi, geometri kitapları okumaya, pergel ve
cetvel aletleri kullanmaya ihtiyaç duymazlar.
Sonra
o meraya gider, ağaç ve bitki yapraklarından ayaklarıyla mum toplar, bitki
çiçeklerinden ve ağaç güllerinden bıçaklarıyla bal toplar. İçine toplayacağı
küfe, sele, maşa ve sepete veya kendisiyle alacağı alet ve edevata ihtiyaç
duymaz. Hâlbuki sizin ustalarınız balta, kazma, testi, silgi ve benzeri
aletlere ihtiyaç duyarlar.
Örümcek
de böyledir. O da böceklerdendir. O ilkin ağını örmede ve düzen kurmada sizin
dokumacı ve örgücülerden daha bilgili ve daha beceriklidir. O ağını örme
esnasında önce bir duvardan diğer duvara, bir ağaçtan diğer ağaca, bir daldan
diğer dala veya su üzerinde yürümeden ya da havada uçmadan ırmağın bir
kenarından diğer kenarına bir çizgi uzatır. Sonra daha önce örmüş olduğu bu
çizgi üzerinde yürür. Ağından evvela çekilmiş çadır ipleri gibi doğru çizgiler
uzatır. Sonra motifini dairevi olarak örer ve ortasını sinek avlayabilmek için
açık daire şeklinde bırakır. Bütün bunları iği, çıkrığı, harekatı, tarağı ve
sizin dokumacı ve örgücülerinizin zanaatlarında ihtiyaç duydukları daha başka
meşhur ve bilinen araç ve gereçleri olmadan yapar.
İpekböceğideböyledir.
O daböceklerdendir.Osanatmdasizin zanaatkârlarınızdan daha mahir ve ustadır.
Mesela, o merada doyduğu zaman ağaçlar ve dikenler arasında kendisine yer arar
ve salyasında ince, düzgün, yapışkan ve sağlam ipler uzatır. Kendisini
sıcaktan, soğuktan, rüzgârdan ve yağmurdan korumak için kendi üzerine torba
gibi bir yuva/koza örer ve orada belli bir vakte kadar uyur. Bütün bunları
hocalardan, anne ve babalardan bir şey öğrenmeksizin, Yüce Allah’ın bir ilhamı
ve öğretimi olarak yapar. Bütün bunlar, terzi, yamacı ve örgücülerin ihtiyaç
duydukları gibi iğ, çıkrık, iğne veya çırpıcı tokmağı olmadan yapılır.
Kuşlardan
olan kırlangıç da böyledir. Çıkacak bir merdiven, çamur taşıyacak bir küp ve
evini dayayacağı bir direğe ihtiyaç duymadan kendisi için ev, yavruları için
çamur tavan altında havada asılı beşik yapar. Hiçbir alet ve edevata ihtiyaç
duymaz. Yavruları kör olduğunda çamurdan “memiraf ” denilen bir ot getirir ve
onunla yavrularının gözünü ovar ve böylece gözleri aydınlanır. Bütün bunlar,
insanların değil, Allah’ın öğrettiği şeylerdir. Hâlbuki siz en ufak bir sanatta
ve en önemsiz bir işte hocalara ve öğretmenlere ihtiyaç duyarsınız. Siz belli
bir süre öğretim olmadan kendiliğinizden bir işi yapamazsınız.
Böceklerden
olan beyaz karınca da böyledir. Kendi üzerine toprak toplamadan, çamur
ıslatmadan ve su istemeden sırf çamurdan uzun bina ve dar geçit gibi evler
yapar. Ey bilgeler, eğer biliyorsanız söyleyin, o bu çamuru nereden elde
ediyor, nereden topluyor ve nasıl taşıyor?
Kuş
ve hayvan türlerinin ev, yuva ve barınak edinmeleri ve yavrularını yetiştirmeleri
de bu örneklerdeki gibidir. Onların insanların çalışanlarından daha becerikli,
daha bilgili ve daha usta olduklarını görürsün. Devekuşunun yetişmesi de
böyledir. O, yavruları için kuş ve evcil hayvandan oluşur. O kendisine yirmi,
otuz veya kırk yumurta toplar ve onları üç kısma ayırır. Bazısını toprağa
gömer, üçte birini Güneş’in altında bırakır, üçte birinin üzerine ise kuluçkaya
yatar. Yavruları çıkınca Güneş’in altındakileri kırar ve Güneş’in eritmiş ve
yumuşatmış olduğu rutubetleri onlara içirir. Yavruları gelişip güçlenince
gömülü olanları çıkarır ve üzerlerinde sinek, tahtakurusu, sürüngen, karınca
böcek toplanması için onlarda delik açar. Sonra yavruları bunları yer. Nihayet
güçlendiklerinde koşar, oynar ve otlanırlar.
Ey
insan, söyle: Eğer kabul edici onları taşımaz ve kundağa sarmazsa ve bakıcı
yavrusunun göbeğini nasıl keseceğini, onu nasıl kundaklayacağını, nasıl
yağlayacağını, nasıl sürme çekeceğini, nasıl su içireceğini ve nasıl
uyutacağını öğretmezse kadınlarınızdan hangisi çocuklarını böyle güzel
yetiştirebilir? O hiçbir şeyi bilmez ve tanımaz.
Çocuklarınızın
bilgisizlik ve erzak kıtlığında durumu da böyledir. Doğdukları gün işlerindeki
yararları bilmezler; dört, yedi veya on yıl yaşlarına girmeden menfaat
sağlamayı ve zarar gidermeyi düşünmezler. Ömürlerinin sonuna, öldükleri güne
kadar her gün yeni bir bilgi ve edep öğrenmeleri gerekir. Yavrularımız rahim
veya yumurtadan çıktıklarında maslahat, yarar ve zararları konusunda ihtiyaç
duydukları her şeyin kendilerine öğretilmiş ve ilham edilmiş olduğunu görürüz.
Baba ve annelerin öğretimine gerek yoktur. Mesela, sen tavuk, keklik,
bıldırcın, dağ tavuğu ve benzerlerinin yumurta kabuğunu kırıp çıktığını, ilk
andan itibaren koştuğunu, yem topladığını, kendisini yakalamak isteyenden belki
yetişilemeyecek kadar kaçtığını görürsün. Bütün bunlar baba ve annelerin
öğretimiyle değil, Allah’ın vahiy ve ilhamıyla olur. Bütün bunlar onun
yarattıklarına gösterdiği merhamet, şefkat, acıma ve sevgidir. Güvercin ve
serçe gibi kuşların aksine şu kuş türünün erkeği kuluçkada ve yavru
yetiştirmede dişisine yardım etmediği için Allah onun yavrularının sayısını
çoğaltmış ve bunun dışındaki hayvan ve kuş türleri ihtiyaç duyarken onları su
içme, yem ve yiyecek toplama konusunda anne ve baba eğitimine ihtiyaç duymadan
kendi kendine yetinecek şekilde çıkarmıştır. Bütün bunlar Yüce ve Mukaddes
Allah’ın adı geçen bu hayvanlara karşı inayetidir.
Ey
insan, bize söyle: İnayeti çok ve gözetimi tam olan Allah katında bu iki gruptan
hangisi daha üstündür? Mahlûkatını yaratan, onlara acıyan, merhamet eden ve
kullarını seven, onlara şefkat gösteren ve dostça davranan Allah’ı eksiklikten
tenzih ederiz, sabah akşam ona hamt ederiz ve tespih ederiz, gece gündüz onu
yüceltiriz. Hamt, ihsan, şükür, lütuf, sena, iyilik ve nimetler ona aittir. O,
merhametlilerin en merhametlisi, hâkimlerin en iyi hükmedeni ve yaratanların en
iyisidir.
İçinizde
şairler, hatipler, konuşmacılar, öğüt verenler ve benzerleri olduğu sözüne
gelelim. Eğer siz kuşların dilinden, böcek ve sürüngenlerin tespihinden, evcil
hayvanların La ilahe illallah demesinden, cırcır böceğinin zikrinden,
kurbağanın duasından, bülbülün vaazlarından, tarlakuşunun hutbelerinden,
turnanın tespih ve tekbirinden, horozun ezanından, güvercinin ezgisinden,
kumrunun okumasından, kâhin karganın azarlayıcı ötüşünden, kırlangıcın
anlattığı konulardan, ibibiğin haberlerinden, karıncanın söylediklerinden,
balansının iddialarından, sineğin tehdidinden, tahtakurusunun ikazından ve
sesli, vızıltılı ve zilli hayvanların söylemek istediği diğer şeylerden anlasaydınız,
ey insanlar topluluğu, bu topluluklar içinde de Âdemoğullarında olduğu gibi
hatipler, fasihler, konuşmacılar, vaizler, uyarıcılar ve tespih edenler
olduğunu bilir ve kavrardınız. Öyleyse bize karşı niçin hatipleriniz,
şairleriniz ve benzeri kimselerle övündünüz?
Yüce
Allah’ın şu sözü, senin dediklerine ve anlattıklarına karşı delil ve burhan
olarak yeter: “Allah’ı hamt ile tespih etmeyen hiçbir şey yoktur. Fakat siz
onların tespihini anlamazsınız.”[52]
“Anlamazsınız” ifadesiyle size cehalet, bilgi ve anlayış kıtlığını nispet etti.
Şu sözüyle de bize ilim, anlayış ve bilgiyi nispet etti: “Hepsi ona salât ve
tespih etmeyi bildi. De ki: Hiç bilenlerle bilmeyenler bir olur mu?” Bunu
taaccüp üslubuyla söyledi. Çünkü her akıllı, hem Allah’a hem de insanlara göre
cehalet ile bilginin aynı şey olmadığını bilir. Ey insanlar topluluğu, bize
karşı ne ile övünüyorsunuz ve sizdeki bütün bu özelliklere rağmen kendinizin
efendi, bizim ise sizin köleniz olduğumuzu nasıl iddia ediyorsunuz? Hâlbuki
bunun yalan ve iftira olduğunu daha önce açıklamıştık.
Müneccimlerin
ve sihirbazların işi olduğunu söylediğiniz konuya gelince; biliniz ki onların
çarpıtma, vehme düşürme ve aldatmaları; avam, havas, kadınlar, çocuklar ve
ahmakların cahillerine sundukları ince yiyecekleri vardır. Bu size ve birçok
akıllı ve edibe gizli kalır. Onlardan biri olanları daha olmadan önce bildirir,
gelecekten haber verir ve doğru bilgi, açık aklî deliller ve ispatlayın
burhanlar olmadan onu ürkütür. Şöyle der: Şu kadar ay, şu kadar yıl sonra filan
şehirde şöyle şöyle olur. O, beldesinde, kavminde ve komşularında nelerin
olduğunu; kendisinde, malında, çocuklarında, hizmetçilerinde veya işleriyle
ilgilendiği kimselerde nelerin meydana geldiğini bilmeyen bir cahildir. O,
aleyhine değerlendirmede bulunulmaması, doğruluğunun, yalancılığının, çarpıtma
ve hilesinin anlaşılmaması için ancak uzak bir yerde ve uzun bir zamanda gabya
taş atar.
Sonra
ey insan, bil ki müneccimin sözüne ancak sizin kral ve zorbalarınızdan olan
zalimler ve azgınlar, geçici şehvetlerle gururlanan firavunlar ve nemrutlar,
zorba Nemrut, sütunlar sahibi Firavun, ülkelerde azgınlık yapan ve çocukları
öldürme gibi bozgunları artıran Semud ve Ad gibi ahireti ve dönüş yurdunu inkâr
edenler, eski ilmi ve kesin kaderi bilmeyenler aldanır. Yıldızların yaratıcı ve
yöneticisini bilmeyen, bilakis dünyadaki işleri yedi yıldızın ve on iki burcun
idare ettiğini zanneden ve vehmeden, bütünün üstündeki rabler rabbi, sebepler
sebebi ve hesap gününün sahibi olan yöneticiyi tanımayan müneccimler derler. Allah
onlara kudretini, emirlerinin ve iradesinin uygulamasını defalarca gösterdi.
Şöyle ki müneccimler, zorba Nemrut’a memleketinde yılların birinde yakınlık
delilleriyle bir çocuğun doğacağını, yetişeceğini, onun büyük bir konumunun
olacağını ve putlara tapanların dinine karşı çıkacağım haber verdiler. Onlara
dedi ki: Hangi evde olacak, nerede büyüyecek, hangi gün doğacak?
Bilemediler.
Fakat onun vezirleri ve arkadaşları, öldürülenlerin tamamı içinde olması için o
sene doğacak bütün çocukların öldürülmesini emrettiler. Bunun mümkün olduğunu
sandılar. Bunun sebebi, onların ezelî ilmi, kesinleşmiş kazayı ve mutlaka
olması gereken gerçek kaderi bilmemeleridir. Meydana gelecek olay konusunda
işaret ettikleri şeyi yaptı. Yüce Allah, dostu İbrahim’i onların tuzak, hile ve
komplolarından kurtardı.
Müneccim
Musa Aleyhisselam’ın doğumunu haber verdiğinde Firavun da böyle yaptı. Allah,
emrinin ulaşmasını istediği için muhatabını[53]
onların tuzak ve komplosundan kurtardı. Firavun, Haman ve orduları,
kaygılandıkları şeyi gördüler. Astroloji bu misal ve kıyasa göre gerçekleşir.
Bu, Allah’ın kaza ve kaderine karşı onlara fayda sağlamadı.
Sonra
ey insanlar topluluğu, müneccimlerin sözüyle sizin gurur ve azgınlığınızdan
başka bir şeyiniz artmıyor. İbret almıyor, düşünmüyor ve cehaletinizden uyanmıyorsunuz.
Şimdi gelmiş, bize karşı müneccimleriniz, tabipleriniz, mühendisleriniz ve
filozof bilgelerinizin olmasıyla övünüyorsunuz.
Papağan
konuşmasının bu noktasına gelince kral şöyle dedi: Allah seni iyi ödüllendirsin.
Ne güzel söyledin ve açıkladın!
Bölüm
Sonra
kral, yırtıcıların liderine dedi ki: Bize olacakları olmadan önce bilmenin
faydasının ve ilgisinin ne olduğunu delillerle haber ver. Bir şeyi gidermek,
engellemek ve ondan kaçınmak mümkün olmadığı zaman bu işten anlayanlar, zecr
(engelleme), kehanet, astroloji, fal, kura, çakıl vurma, avuç içine bakma ve
benzeri istidlal (kanıt sağlama) çeşitleriyle yıllar ve zamanlar içinde cereyan
eden, korkulan ve sakınılan bela, musibet ve hadiselerden neyi haber veriyor?
Lider
şöyle dedi: Evet, ey kral, onları gidermek ve onlardan sakınmak mümkündür.
Fakat bu astrologların ve diğer insanların istediği ve arzuladığı şekilde
olmaz.
Kral
dedi ki: Bu nasıl olur? Ne şekilde istenmesi, giderilmesi ve kaçınılması gerekir?
Lider
şöyle dedi: Yıldızların Rabbinden, yaratıcısından ve yöneticisinden yardım
istemek suretiyle.
Kral
dedi ki: Ondan nasıl yardım istenir?
O
şöyle dedi: Dua, ağlama, yalvarma, oruç, namaz ve ibadet evlerinde namaz ve
sadaka, doğru niyet ve kalp ihlâsı gibi ilahi yasa geleneklerini ve nebevi
şeriat hükümlerini kullanmak ve Allah Tebarek ve Teala’dan onları
kendilerinden dilediği gibi uzaklaştırmasını ve çevirmesini istemek suretiyle.
Ya da o bu konuda onlar için hayır ve iyilik meydana getirir. Çünkü astrolojik
ve zecrî/engelleyici deliller olacakları olmasından önce ancak yıldızların
Rabbinin, yaratıcısı, yönetici ve şekillendiricisinin yapacaklarından haber
verir. Yıldızların Rabbinden ve felek ve yıldızlar üstündeki güçten yardım
istemek, olacakların hükümlerini kıran ve devir hükümleriyle, yıl ve ayların
şanslarıyla ve diğer doğanlarla gerektiren şeyleri gidermede astrolojik ve
zecrî incelemelerden/ihtibarattan yardım istemekten daha evla, daha doğru ve
daha gereklidir.
Kral
dedi: Şeriatların sünnetleri belirttiğin şartlarda kullanılırsa ve Allaha dua
ederlerse malumda olanı ehli üzerinden mutlaka kaldırır mı?
O
şöyle dedi: Onun mutlaka malumdaki şey olması gerekir. Fakat Allah bazen onun
ehlinden olanın kötülüğünü giderir, onlar için onda bir hayır ve iyilik meydana
getirir ve onları kurtuluş alanına çeker.
Kral
dedi ki: Bu nasıl oluyor? Bana açıkla.
O
şöyle dedi: Ey kral, Nemrut’un müneccimleri ona yaklaşmayı/kıranı haber verdiğinde
bu yeryüzünde dini putperestlerin dinine aykırı olan bir çocuğun doğacağına
delalet etmiyor muydu? Onlar bununla İbrahim Halilürrahman'ı kast etmiyorlar
mıydı?
[Kral:]
“Evet” dedi.
O
şöyle dedi: Nemrut, dini, memleketi, tebaası ve ordusu için bir fesat ve
felaketten korkmuş değilmiydi?
[Kral:]
“Evet” dedi.
O
şöyle dedi: Değil mi ki o, yıldızların Rabbinden ve yaratıcısından bunda kendisi,
tebaası ve ordusu için hayır ve iyilik kılmasını dileseydi Yüce Allah onun,
ordusunun ve tebaasının İbrahim’in dinine girmesini sağlardı. Bunda onlar için
bir hayır ve iyilik yok mu?
[Kral:]
“Evet” dedi.
Firavunun
durumu da böyledir. Müneccimleri ona Musa Aleyhisselam’ın doğacağını haber
verdiklerinde Rabbinden onu kendisi için mübarek ve göz aydınlığı kılmasını
istese ve onun dinine girseydi, bu onun, kavmi ve ordusu için iyilik olmaz mıydı?
Nitekim karısı ve insanların kendisine en sevimlisi ve en özeli olan kişi böyle
yapmıştır. Yüce Allah o adamı Kuranda anmış, methetmiş ve övmüştür: “Firavun ailesinden
imanını gizleyen bir adam dedi ki: Rabbim Allah diyen bir adamı öldürüyor
musunuz?”[54]
Yüce Allah’ın şu sözüne kadar: “Allah onu kurdukları tuzaktan korudu. Kötü azap
Firavun ailesini kuşattı.”[55]
[56]
Yunus Aleyhisselam’ın kavmi de böyle değil miydi? Kendilerini kuşatan azaptan
korkunca yıldızların Rabbi, yaratıcısı ve yöneticisi olan Rablerine dua
ettiler, o da onların üzerinden azabı kaldırdı. O zaman astroloji ilminin ve
olacakları olmadan önce haber vermenin faydası, onlardan kaçınma veya onları
giderme şekli veya onlardaki hayır ve iyilik açıklığa kavuşmuş oldu. Bundan
dolayı Musa Aleyhisselam İsrail Oğullarına tavsiyede bulunarak şöyle dedi:
“Pahalılık, kuraklık, fitne, çoraklık, düşman istilası, kötülerin iktidarı ve
iyilerin musibeti gibi afet ve felaketlerden korktuğunuz zaman yalvarma, dua,
Tevrat’ın namaz, zekât, sadaka ve kurban gibi kurallarını yerine getirme,
pişmanlık, tövbe, ağlama ve Yüce Allah’a yakarmaya dönün. O kalplerinizin ve
niyetlerinizin doğruluğunu bilirse endişelerinizi giderir ve korktuğunuz ve
müptela olduğunuz şeyleri üzerinizden kaldırır.”
Peygamberlerin
ve elçilerin sünneti -kendilerine selam olsuninsanlığın atası Âdem’den
Muhammed’e -ikisine de salât, selam, tahiyyat ve hoşnutluk olsunkadar hep böyle
cereyan etmiştir.
Astroloji
hükümlerinin ve olacakları ve onlara delalet eden afet ve felaketleri oluşundan
önce haber vermenin, müneccimlerin ve onların “cüzî bir şans seçmelerini,
bütünün hükümlerini gerektirenlerden parçayla sakınmalarını” söyleyen sözüne
aldananların kullandığı gibi değil, bu şekilde kullanılması gerekir. Feleğe
karşı feleğin Rabbinin gücünün kullanılması nasıl caiz olmasın? Nitekim Yunus
Aleyhisselam’ın kavmi ile Salih ve Şuayb (a.s)’ın kavmine mensup müminler böyle
yapmışlardır.
Bu
örnekte olduğu gibi, hastaların ve illetlilerin tedavisinin önce Yüce Allah’a
dua ile dönmek, ondan istemek ve ondan kendilerine de astroloji hükümleri
konusunda bahsettiğim kaldırma, giderme ve iyilik gibi yapmasını temenni etmek
suretiyle olması gerekir. Nitekim Yüce Allah, İbrahim’in durumunu onun şu
sözüyle açıklamıştır: “Beni yaratan; bana yol gösteren, beni doyuran, bana
içiren ve hastalandığımda bana şifa verendir*6 Dönüş, tabiplerin
sanattaki eksik, tabiat hükümlerini bilmeyen ve tabiatın Rabbinin ve
sanatındaki lütf ünün bilgisinden gafil olan hükümlerine doğru olmamalıdır.
Öyle ki sen insanların çoğunun hastalıklarının başlangıcında tabiplere
sığındıklarını görürsün. Tedavi ve iyileştirme uzayınca, bu kendilerine fayda
vermeyince, onlardan ve tedavilerinden umutlarını kesince Yüce Allah’a
dönerler, mecbur kalanlar gibi dua ederler, bazen kâğıt parçasına yazarlar ve
onu mescit ve kilise duvarlarına veya sütunlarına asarlar. Birbirlerini
çağırırlar, şöhret ve ceza/nekal ile seslenirler. Onların sözü şöyledir: Dertli
için dua edene Allah merhamet etsin. Nitekim meşhurlara böyle yapılır. Bu,
hırsızlık yapan, yol kesen veya buna benzer işler yapanların cezasıdır. Eğer
onlar daha işin başında Yüce Allah’a dönseler, gizlice ve açıktan ona dua
etselerdi kendileri için şöhret ve cezadan daha hayırlı ve iyi olurdu.
Astroloji
hükümlerinin, felaketlerin zararını gidermede ve onların hükümlerin
gerektirdiklerinden ve bunlara delalet eden hadiselerden kaçınmada
müneccimlerin kullandığı gibi değil, bu örnekte olduğu gibi kullanılması
gerekir. Onlar onu bunların olan gereklerinden sakınmak için tikel şanslarla
öğrenmeye çalışarak kullanırlar. Onları senelerin, ayların, toplumların,
geleceklerin ve duanın kabul edilmesi, bağışlanma talebi ve Yüce Allah’tan
korktukları ve sakındıkları şeyleri üzerlerinden dilediği gibi çevirmek
suretiyle kaldırması isteği için uygun vaktin seçilmesinin şansları/ tavali
gerektirir. Nitekim şöyle anlatırlar: Bir krala müneccimleri zamanın birinde
şehir halkından bazılarını helak etmesinden korktuğu bir hadiseyi haber
verdiler. Onlara dedi ki: Ne şekilde ve niçin oluyor?
Ayrıntılı
olarak bilemediler; fakat şöyle dediler: Tahammül edilemeyen bir sultandan.
Onlara
dedi ki: Bu ne zaman olacak?
Dediler
ki: Bu sene, bu ayda.
Kral,
ondan nasıl sakınılacağı konusunda görüş sahipleriyle istişare etti. Din ve takva
sahipleri ve dindarlar kendisinin ve tüm şehir halkının şehir dışına çıkmasını
ve müneccimlerin haber verdiği korkulan ve sakınılan şeyi kendilerinden
uzaklaştırması için Allaha dua etmelerini önerdiler. Kral onların önerisini
kabul etti ve olayların çıkacağından korktukları bu ay içinde dışarı çıktı.
Şehir halkının çoğu da onunla birlikte çıktı, korktuklarını kendilerinden
uzaklaştırması için Allah’a dua ettiler ve bu geceyi aynı halde geçirdiler.
Şehirde müneccimlerin verdiği haberi önemsemeyen, ondan korkmayan ve kaçınmayan
bir topluluk kaldı. Gece büyük bir yağmur ve Arim seli (Kuran-ı Kerimde geçen
büyük bir sel felaketi) geldi. Şehir vadinin çıkışında kurulmuştu. Şehirde
geceleyenler helak oldu, dışarı çıkıp çölde geceleyenler kurtuldu. Böylece bir
topluluktan uzaklaşıyor, bir topluluğa isabet ediyor. Ortadan kalkmayan ve olması
gereken şeye gelince; fakat Allah bu hususta dua eden, sadaka veren, namaz
kılan ve oruç tutan kimselere, Nuh kavmine yaptığı gibi, hayır ve iyilik
lütfediyor. Onlardan iman eden kimse kurtuldu ve o bu konuda onlara iyilik
yaptı. Nitekim Yüce Allah bunu şu sözüyle ifade etmiştir: “Biz onu ve gemide
onunla beraber olanları kurtardık, ayetlerimizi yalanlayanları ise boğduk.
Onlar basiretleri kapalı bir topluluk idiler.”[57]
Tabiatçı,
mantıkçı ve cedelci (tartışmacı) filozoflarınız ise sizin lehinizde değil,
aleyhinizdedirler.
İnsan:
“Bu nasıl olur?” dedi.
O
şöyle dedi: Çünkü onlar Âdemoğullarını düzgün yöntemden, doğru yoldan, dinden
ve şeriat hükümlerinden ihtilaflarının çokluğu, görüş, düşünce ve iddialarının
çeşitliliği ile saptırıyorlar. Onların arasında âlemin kıdemini, heyulanın kıdemini,
suretin kıdemini savunanlar vardır. Onlar arasında iki neden, üç neden, dört
neden, beş neden, altı neden, yedi neden olduğunu iddia edenler vardır. Onlar
arasında yaratıcı ile yaratılanın beraber olduğunu savunanlar vardır. Onlar
arasında sonsuzluğu savunanlar da sonluluğu savunanlar da vardır. Onlar
arasında ahireti hem kabul edenler hem de inkâr edenler vardır. Onlar arasında
peygamberleri ve vahyi hem kabul edenler hem de inkâr edenler vardır. Onlar
arasında şüphe eden, kuşkuya düşen ve şaşıran kimseler vardır. Onlar arasında
aklı ve burhanı savunanlar vardır. Onlar arasında insanların yakalandığı,
hayret, şüphe ve ihtilafa düştüğü değişik düşünceleri ve çelişkili görüşleri
taklit edenler vardır. Bizim mezhebimiz bir, yolumuz bir, Rabbimiz birdir. Ona
hiçbir şeyi ortak koşmayız. Onu sabahları tespih, akşamları takdis ederiz.
İçimizden kimsenin kötülüğünü istemeyiz. İçimizde onunla ilgili kötülük
gizlemeyiz. Yüce Allah’ın yarattıklarından hiçbirine karşı övünmeyiz. Yüce
Allah’ın bölüştürdüklerinden razıyız. Biz onun hükümlerine boyun eğiyoruz.
Hüküm, yönetim ve sanatında Rablerine itiraz edenlerin dediği gibi, niçin,
nasıl ve neden yaptı ve yönetti demiyoruz.
İçinizdeki
mühendis ve yüzölçümcülerden bahsettin ve onlarla övündün. Hayatım üzerine
yemin ederim ki onların anlamada çok mahir ve iddia ettiklerini tasavvurdan
uzak olan burhanlarla ilgilenmeleri vardır. Fakat onların çoğu, öğrenilmesi
gerekli ilimleri öğrenmeyi terk ettikleri için düşünmezler. Onları bunlara dair
bilgisizlik kaplamaz. İddia ettikleri gereksiz fuzulilikler üzerinde
gelişirler. Onlardan biri ormanların ve kazıkların alanıyla, dağların tepe
yüksekliğini, denizin dibinin derinliğini, çöl ve bozkırların parçalanmasını,
feleklerin bileşimini, ağırlıkların merkezlerini ve benzeri şeyleri bilmeyle
ilgilenir. Fakat o bununla beraber beden bileşiminin ve vücut alanının
keyfiyetini, ince ve kahn bağırsak uzunluğunun ve göğüs, kalp, akciğer ve beyin
boşluğunun genişliğinin bilgisini, midesinin ve kemik şekillerinin yaratılış
niteliğini, beden eklemlerinin uyumunu ve bilmesi kolay, anlaması yakın,
bilmesi zorunlu, düşünmesi faydalı, dikkate alması Rabbini, yaratıcısını ve
şekillendiricisini bilmeye yönelten ve ileten benzer şeyleri bilmez. Nitekim
Peygamber (as) şöyle demiştir: “Kendisini bilen Rabbini bilir.” Bütün bu
şeyleri bilmemekle birlikte bazen Allah’ın kitabını bilmeyi, şeriat ve dininin
hükümlerini anlamayı ve mezhebinin sünnetlerinin gereklerini anlamayı da terk
eder. Ne onları terk etmesi ne de bilmemesi onu içine ahr.
Tabipleriniz
ve doktorlarınızla övünmenize gelince; hayatıma ant olsun ki geniş
karınlarınız, eziyet verici şehvetleriniz, açgözlü nefisleriniz, çeşitli
yiyecekleriniz, onlardan kaynaklanan müzmin hastalıklarınız, acı veren
illetleriniz, sizi tabiplere koşturan öldürücü ağrılarınız olduğu müddetçe siz
onlara muhtaçsınız. Şiirde ne güzel söylenmiştir:
“Tabip
tıbbı ve tedavisiyle
Gelmiş
bir kötülüğü gideremez.”
Allah
sizin tabiplerinizi artırdı. Çünkü tabibin muayenehane kapısının önünde hasta,
illetli ve sağlıksız kimseden başkası görülmez. Nitekim müneccimin dükkân
kapısının önünde de felaketzede, talihsiz ve korkaktan başkası görülmez.
Müneccim onun felaketine felaket eklemekten başka bir şey yapmaz. Bir parça
ahr; kesinlik ve burhana dayanmayan, aldatıcı, tahmin ve zanna dayalı süslü
konuşma dışında ne saadetini çabuklaştırabilir ne de felaketini geciktirebilir.
Aranızdaki
tabip müsveddeleri de böyledir. Hastanın rahatsızlığını, illetlinin ateşli
acısını artırırlar. Hastanın iyileşmesi bazen ilaç içmesiyle olur. O,
bilgisizliğinden dolayı bunu yasaklar ve ondan ahkoyar. Tabiatın hükmüne
rağmen onu terk ederse belki iyileşmesi daha hızlı, şifası daha başarılı olur.
Ey insan, sen tabipleriniz ve müneccimlerinizle övünüyorsun; ama bu lehinize
değil, aleyhinizedir.
Biz
ise tabip ve müneccimlere muhtaç değiliz. Çünkü biz günlük yemekten başka bir
şey yemeyiz. Günün zaruri gıdası tek çeşit ve tek yemekten oluşur. Dolayısıyla
bize değişik hastalıklar ve çeşitli illetler bulaşmaz. Biz ne tabiplere ne ilaç
içmeye, ne panzehire, ne de sizin muhtaç olduğunuz tedavi yöntemlerine ihtiyaç
duyarız. Bütün bu haller hürler, hayırlılar ve seçkinlere layık ve uygun; onlar
ise köleler ve talihsizlere layık ve uygundur. Öyleyse yalan ve iftira dışında
herhangi bir delil ve burhana dayanmadan kendinizin bizim efendimiz olduğunuzu,
bizim ise sizin köleniz olduğumuzu nereden çıkarıyorsunuz?
Bahsettiğiniz
ve övündüğünüz tacirleriniz, başkanlarınız ve ileri gelenlerinize gelince; ne
sizin ne de onların üstünlüğü vardır. Çünkü onların hali kölelerin, mutsuzların
ve güçsüz fakirlerinkinden daha kötüdür. Gün boyu kalplerinin meşgul, bedenlerinin
yorgun, nefislerinin kederli, ruhlarının azaplı olduğunu görürsün. Yaptıklarında
oturmazlar, devşirmeyecekleri şeyleri dikerler, yemediklerini toplarlar, binaları
imar, kabirleri harap ederler. Dünya işlerinde zeki, ahiret işlerinde
ahmaktırlar. Birisi dinar ve mal toplar, kendisi için harcamakta bile cimrilik
eder, onu karısının kocasına, kızının kocasına, oğlunun karısına veya varisine
bırakır. Başkaları için yorulurlar ve başkalarının işlerini yaparlar.
Tacirleriniz
ise haram helal demeden toplarlar, dükkânlar ve hanlar yaparlar, buraları
mallarla doldururlar, tekelcilik yaparlar, onları kendilerinden, komşularından
ve dostlarından bile esirgerler, fakirlere ve düşkünlere haklarını vermezler,
yangın, batma, hırsızlık, zalim sultanın el koyması, yol kesme veya benzeri
şekillerde bir çırpıda elinden çıkıncaya kadar harcamazlar. Eliyle
yaptıklarının cezası olarak üzüntüsü ve musibetiyle kalır. Ne çıkardığı bir
zekât, ne verdiği bir sadaka, ne iyilik ettiği bir yetim, ne bir güçsüze
yaptığı hayır, ne akrabaya gösterdiği bir yakınlık, ne arkadaşa yaptığı bir
ihsan, ne mead için hazırladığı bir azık, ne de ahiret için yaptığı bir
hazırlık vardır.
Nimet
ve mürüvvet erbabı dediğin kimselerin eğer bahsettiğin gibi mürüvveti olsaydı
hayat onları sevindirmezdi. Fakirlerini, komşularını, kardeş çocuklarından
oluşan yetimleri, türlerinin fertlerinden oluşan zayıfları, aç, çıplak, hasta,
müzmin, felçli, kendilerinden bir dilim ekmek, bir parça kumaş dilenmek için
yola atılmış halde gördüklerinde onlarla ilgilenmezler, onlara merhamet
etmezler ve onları düşünmezler. Onlardaki nasıl bir mürüvvet, nasıl bir
kardeşliktir? Lezzetleri onları nasıl sevindiriyor? Dikkat edin, onlar
hayvanlar gibidirler, hatta yol itibariyle daha sapıktırlar.
Kâtipler,
valiler ve divan üyelerinden bahsetmiş ve onlarla övünmüştün. Size, anlayışlarının
dakik, temyizlerinin iyi, tuzaklarının ince, dillerinin uzun ve kitaplardaki
hitaplarının etkili olması sebebiyle başkalarının yönelmediği kötülük
sebeplerine yönelen ve başkalarının ulaşmadığı şeylere ulaşan kötülerle övünmek
yakışır. Onlardan biri kardeşine veya arkadaşına secili lafızlar, tatlı
konuşma ve kışkırtan fasih hitapla süslü sözler yazar. Onun arkasından onun
sonunu getirmekle, nimetini yok etmek için hile yapmakla, onu kızdırma
sebeplerine ulaşmakla, müsadere işlerini düzenlemekle ve malına el koymayı
tevil etmekle uğraşır.
En
iyileriniz olarak gördüğünüz, Rableri katında sizin için yapacakları dua ve
şefaatin kabul edileceğini umduğunuz Kuran okuyucuları ve dindarlarınız; bıyık
kesme, yen kısaltma, peştamal ve pantolon paçası sıvama, yün ve kıldan yapılmış
kaba ve eski püskü elbiseler giyme, uzun süren suskunluk, çok ibadet etme, din
âlimi olmayı ve şeriat hükümleri ile dinin sünnetlerini öğrenmeyi bırakma,
nefsi ıslah etmeyi ve ahlâkı güzelleştirmeyi terk etme gibi takva, huşu, züht
ve inziva gösterisiyle sizi aldattılar; alınlarındaki secde, dizlerindeki nasır
izleri görününceye kadar bilgisizce çok rükû ve secde ile meşgul oldular;
beyinleri kalınlaşıncaya, dudakları çatlayıncaya, vücutları zayıf düşünceye,
renkleri değişinceye, belleri bükülünceye kadar yemeyi ve içmeyi terk ettiler.
Kendileri gibi olmayanlara karşı kalpleri kin, nefret ve sertlikle; ruhları
içerde Rablerine karşı vesvese ve husumetle doludur. İblisi, şeytanları,
kâfirleri, fasıkları, günahkârları, kötüleri, niçin yarattı? Onları niçin
yetiştirdi ve rızıklandırdı? Onları güçlendiriyor, mühlet veriyor ve helak
etmiyor. Neden böyle yaptı? Kalpleri bu gibi arzu, hurafe ve vesveselerle
doludur ve ruhları kuşkucu ve şaşkındır. Onlar sizin yanınızda iyi iseler de
Allah katında kötüdürler. Bunlar görünürde insan olsalar da manevî olarak
böyle değildirler. Onların nesiyle övünüyorsunuz? Onlar sizin için ancak
utançtır.
Fakihleriniz
ve âlimlerinize gelince; Onlar, dinde dünyayı hedefleyerek, başkanlık,
valilik, kadılık ve görüş ve kıyaslarıyla müftülük umarak derinleşen kimselerdir.
Yorumlarıyla bazen helal, bazen haram kılarlar. Müteşabihlerin peşine düşerler,
Allah’ın indirdiği muhkem ayetlerin hakikatini terk ederler. Sanki
bilmiyorlarmış gibi onların arkalarına atarlar ve şeytanların kalplerine
fısıldadığı hayalleri takip ederler. Bütün bunlar, Yüce Allah’tan korkmadan ve
sakınmadan dünyayı talep etmek ve başkanlık kazanmak içindir. Onlar ahirette
ateşin yakıtıdırlar. Ya da Allah’a tövbe eder ve ondan bağışlanma dilerler.
Sizin için bunun hangisi övünç?
Kadılarınız,
adaletçileriniz ve arındıranlarınız ise daha kurnaz, daha zalim ve daha
azgındırlar. Onlar tutum itibariyle firavun ve zorbalardan daha kötüdürler.
Onlardan birinin yöneticilikten önce sabahları mescitte oturup namazını muhafaza
ettiğini, işiyle uğraştığını, yeryüzünde komşuları arasında vakarla yürüdüğünü
görürsün. Fakat yönetim ve kadılığı üstlenince güzel bir katıra, semerli,
eğerli, zencilerin taşıdığı bir örtüsü olan ve yeryüzünde sürüklenen iki nah
bulunan bir Mısır eşeğine bindiğini görürsün. Zalim sultandan kendisini ona
götüren yetim ve vakıf mallarıyla kadılığı temin eder. Düşman onunla haksız
kazanç ve rüşvet karşılığında anlaşma yapar. Onlardan rüşvet kabul eder.
Cinayet, yalancı şahitlik, emanet ve güvenilen şeyleri yerine getirmeyi
bırakmada onlara ruhsat verir. Onlar, Tevrat, İncil ve Furkanda (Kur an)
kınanmışlardır. Allah’a karşı kibirleniyor ve saygısızlık mı ediyorsunuz?
Peygamberlerin
-kendilerine selam olsunvarisleri olduklarını iddia ettiğiniz halifelerinizi
tasvir etmek için Yüce Allah’ın söylediği yeter. Allah’ın Elçisi (a.s.) dedi
ki: “Zorbalığın ortadan kaldırmadığı hiçbir nübüvvet (peygamberlik) yoktur.”
Hilafet diye adlandırıyorlar, zorbalar gibi davranıyorlar ve kendileri her
yasağı işledikleri halde çirkin işlerden alıkoyuyorlar. Allah’ın dostlarını ve
peygamberlerin (a.s.) çocuklarını öldürüyorlar, onlara sövüyorlar, haklarını
gasp ediyorlar, içki içiyorlar ve günahlara dalıyorlar. Allah’ın kullarını
hizmetçi, dönemlerini devlet, mallarını ganimet edindiler. Allah’ın nimetini
küfür ile değiştirdiler, insanlara övünmek için sert davrandılar, dönüş
konusunu unuttular, dini ve ahireti dünya karşılığında sattılar. Elleriyle
kazandıklarından dolayı onlara yazıklar olsun! Elde ettiklerinden dolayı
yazıklar olsun onlara! Onlardan biri yönetici olunca işe önce babaları ve
selefleri için saygınlığı bulunan kimseleri yakalamakla başlar ve nimetini yok
eder. Belki amcalarını, kardeşlerini, amca oğullarını ve akrabalarını öldürür.
Bazen gözlerine çeker, onları hapseder, sürgün eder veya onlardan kurtulur.
Bütün bunları kötü zanları ve kesin inançlarının eksikliği sebebiyle, güç
yetirileni elinden kaçırma korkusu ve mukadderde olmayanı elde etme umuduyla
yaparlar. Bütün bunları aşırı dünya düşkünlüğü, onu şiddetli arzulama, ona
tamahkârlık gösterme, ahirete az istekli olma ve orada amellere karşılık
verileceğine az inanma sebebiyle yaparlar. Bu özellikler hürlerin huylarından
ve seçkinlerin eylemlerinden değildir. Ey insan, sizin hayvanlara karşı krallarınız,
beyleriniz ve sultanlarınızı anarak övünmeniz lehinize değil, aleyhinizedir.
Bizim köle olduğumuz, kendinizin efendi olduğunuz iddiası geçersiz, yalan ve
iftiradır. Bu sözümü söylüyor, kendim ve sizler için Allah’tan bağışlanma
istiyorum. O bağışlayan ve merhamet edendir.
Bölüm
Papağan
sözünü bitirince kral çevresindeki cin ve insan filozoflarına şöyle dedi: Bana
kendisiyle üzerine uzun binalar ve revak ve dehliz benzeri kolyeler yaptığı bu
çamuru ağaç kurduna/beyaz karıncaya getirenin kim olduğunu haber verin. O, ne
koşacak ayakları, ne de uçacak kanatları olan bir hayvandır.
îbranilere
mensup bilgili filozof dedi ki: Evet, ey kral, bu çamuru ona onun Davud Oğlu
Süleyman (a.s.)’ın değneğini yediği gün kendilerine yaptığı ihsandan dolayı
ona bir mükâfat olarak cinlerin taşıdığını işittik. Dolayısıyla [Süleyman] yere
kapaklandı ve cinler onun öldüğünü anladılar, kaçtılar ve acıklı azaptan
kurtuldular.
Kral,
çevresindeki cin âlimlerine şöyle dedi: İnsanın bahsettiği şey hakkında ne
diyorsunuz?
Dediler
ki: Biz cinlerin böyle bir şey yaptığını bilmiyoruz. Zira eğer cinler oraya
toprak, çamur ve su taşımış olsalardı onlar hâlâ aşağılayıcı azap içinde
olurlardı. Çünkü Süleyman onlara bina yapımında su ve toprak taşıma dışında
bir iş yüklemiyordu.
Yunanlı
filozof dedi ki: Ey kral, bizde buna dair bir ilim var ve o bu İbrani’nin
bahsettiğinden farklı bir şey.
Kral
şöyle dedi: Bana onun nasıl bir şey olduğunu anlat.
O
dedi ki: Pekiyi, ey kral, bu hayvan, zarif yaratıhşh ve ilginç tabiatlı bir
hayvandır. Mesela; tabiatı çok soğuk ve bedeni gevşektir; şişkin gözenekleri
hava ile dolar, tabiatının aşırı soğukluğundan donar, suya dönüşüp bedeninin
dışına ter olarak süzülür, üzerine daima hava bulutu çöker, ıslanır ve kir
gibi toplanır. O bunu bedeninden toplar ve kendi üzerinde onu afetlerden
koruyacak olan bu yüksek kuleleri yapar. Onun neştere benzer iki keskin bıçağı
vardır. Onlarla tohum, odun, meyve ve bitki kırpar; tuğla ve taşları oyar.
Kral
cırcırböceğine şöyle dedi: Bu hayvan senin liderleri olduğun böceklerdendir.
Yunanlının dediği hakkında ne düşünüyorsun?
Cırcır
böceği dedi ki: Dediklerinde hakh; fakat tasvir henüz tamamlanmadı ve bitmedi.
Kral:
“Sen tamamla!” dedi.
O
dedi ki: Yüce Yaratıcı yaratılmış türlerini belirlediğinde ve nimet ve
ihsanları aralarında bölüştürdüğünde onun kendilerine olan adaleti, ilhamı ve
insafı gereği denk ve eşit olmaları için aralarında hikmetiyle adaleti
gerçekleştirdi. Onu hamt ile tespih ederim. Mahlûkat içinde onun deve ve fil
gibi büyük cüsse, güçlü yapı, hor ve hakir nefis verdikleri vardır. Onlar
içinde lütufkâr yaratıcının adalet ve hikmeti gereği nimet ve ihsanlarda denk
olmaları için güçlü, değerli, bilgili ve hikmetli nefis ve küçük bünye
verdikleri vardır.
Kral,
cırcırböceğine şöyle dedi: Bana daha fazla açıklama yap.
Dedi
ki: Pekiyi. Ey kral, file bakmaz mısın? Cüssesinin büyüklüğüne ve yaratılışının
iriliğine rağmen nefsi nasıl da hakirdir! Omzuna binen küçük çocuğa boyun eğer,
onu dilediği gibi çevirir. Deveye bakmaz mısın? Cüssesinin iriliğine ve boynunun
uzunluğuna rağmen bir fare veya bokböceği de olsa yularını çeken kimseye itaat
eder. Onlardan daha küçük olan küçük böcekler içindeki çekirgeye bakmaz mısın?
Ağzıyla file vurunca onun nasıl öldürür ve helak eder? Ağaç kurdu da böyledir.
Onun küçük cüssesi ve zayıf bünyesi olsa da güçlü bir nefsi vardır. İpekböceği,
meme kurdu ve eşekarısı gibi diğer küçük cüsseli hayvanlar da böyledir.
Bedenleri küçük ve yapıları zayıf da olsa onların bilgili ve hikmetli nefisleri
vardır.
Kral
şöyle dedi: Bundaki hikmet boyutu nedir?
O
dedi ki: Çünkü Yüce Yaratıcı, güçlü bünyenin ve büyük cüssenin ağır iş, zor
çalışma ve yük taşıma dışında bir şeye elverişli olmadığını bilir. O bunlara
büyük nefisler ekleseydi ağır işe ve zor çalışmaya boyun eğmez, reddeder, inkâr
eder, inat eder, direnir ve kaçınırlar. Yarattıklarının menfaatlerini bilen
yaratıcı eksiklikten münezzehtir. Ama küçük cüsseler ve balansı, ipekböceği ve
meme kurdu ve benzerlerinin nefisleri gibi bilen büyük nefisler, sanatlarda
maharetten başka bir şeye elverişli değildir.
Kral:
“Bana daha çok açıklama yap.” dedi.
O
dedi ki: Pekiyi. Sanatta maharet; arının sanatında olduğu gibi, onun üretken
çalışmasının nasıl ve işinin hangi şeyden olduğu ve ne ile çalıştığı bilinmez.
Çünkü evlerini ve yuvalarını pergel, cetvel ve diğer araçlar olmadan nasıl
altıgen şeklinde yaptıkları bilinmez. Bal ve mumu nereden topladıkları, nasıl
ürettikleri ve nasıl ayırdıkları bilinmez. Eğer büyük cüsseli olsalardı bu
anlaşılır, gözlemlenir, görülür ve idrak edilirdi. İpekböceğinin durumu da
böyledir. Eğer o iri cüsseli olsaydı bu ince ipi nasıl gerdiği, eğirdiği ve
sardığı görülürdü. Ağaç kurdunun bina yapması da böyledir. İri cüsseli olsaydı
bu çamuru nasıl ıslattığı ve nasıl bina yaptığı görülürdü. Ey kral, Yüce
Yaratıcının âlemin yaratılışını inkâr eden insanların filozoflarına kudretini
mevcut heyula ile değil, mumdan ev edinen ve mevcut madde olmadan bal toplayan
arının sanatıyla kanıtladığını sana haber vereyim.
Kral
şöyle dedi: İnsanlar onların bitki çiçeklerinden ve ağaç yapraklarından topladıklarını
zannettiler.
O
dedi ki: İlim, kudret, hikmet ve felsefelerinin olduğunu iddia ettikleri halde
niçin bunlardan kendileri bir şey toplamıyorlar? Eğer onlar bunu yeryüzünden,
sudan veya havadan topluyorlarsa niçin onlardan bir şey görmüyorlar, bunu nasıl
topladıklarını, taşıdıklarını, ayırdıklarını, bina yaptıklarını ve
depoladıklarını bilmiyorlar? Aynı şekilde onların elinde Yüce Allah’ın
nimetleri çoğalınca Yaratıcı, kudretini azgın ve zalim zorbalara mesela
Nemrut’u en küçük cüsseli böceğin öldürmesi şeklinde gösterdi. Aynı şekilde
Firavun, Musa’ya karşı azgınlık zulüm yapınca onun üzerine çekirge sürüsünü ve
onlardan daha küçük olan bitleri gönderdi; o onları yendi, fakat ibret almadı
ve geri durmadı. Yine Allah, Süleyman Aleyhisselam’da krallık ve peygamberliği
toplayınca, saltanatını övünce, cinleri ve insanları onun hizmetine verince ve
yeryüzü krallarına üstün gelip onları yenince cinler ve insanlar onun işi
hakkında şüpheye düştüler ve onun şu sözüyle reddetmesine rağmen bunun kendisine
ait bir hile ve güç ile olduğunu zannettiler. “Bu, şükür mü, yoksa nankörlük mü
edeceğimi denemek için Rabbimin bir lütfudur.”88 Sözü onlara fayda
etmedi, kalplerindeki bu konuyla ilgili şüpheyi gidermedi. Nihayet Allah bu
ağaç kurdunu gönderdi ve o onun değneğini kemirdi. O, mihraba yüzüstü
kapaklandı. Cin ve insanlardan kimse ona olan saygı ve taziminden dolayı buna
cesaret edemedi. Allah, onların bedenlerinin büyüklüğü, cüsselerinin iriliği
ve saldırganlıklarının şiddetiyle övünen zorba krallarına ibret olması için
kudretini açıkladı. Bütün bunlara rağmen öğüt almıyorlar, uyanmıyorlar ve
engellenemiyorlar; aksine ısrar ve inat ediyorlar, bize karşı türümüzün küçük
ve zayıf fertleri eliyle yere serilen krallarıyla övünüyorlar.
Meme
kurdu, deniz hayvanlarının en küçük bünyelisi, en zayıf kuvvetlisi, en yumuşak
cüsselisi, en büyük nefislisi, en çok ilim ve bilgi sahibi olanıdır. O, denizin
dibinde gücünü istemede işine yönelir. Hatta bir vakit geldiğinde yağmurlu
günde denizin dibinden suyun yüzeyine çıkar, dudağa benzeyen iki kulağını açar,
onlara yağmur suyundan tohum damlar. Bunu bilince iki dudağını tuzlu deniz
suyunun sızmasından endişelenerek şiddetli bir şekilde birleştirir, sonra nazik
bir şekilde başlangıçta olduğu gibi denizin dibine iner, orada su
olgunlaşıncaya kadar iki sedefe yapışarak yaşar, böylece ondan inci meydana
gelir. Eğer doğru söylüyorsanız, böyle bir işi insanların hangi âlimlerinin
yaptıklarını bana haber verin.
88.
Nemi, 27/40.
Yüce
Allah, insan nefislerinin tabiatına tamamı küçük cüsseli, zayıf bünyeli ve
yüksek ruhlu ipekböceğinin salyasından olan ipek, ibrişim ve ondan üretilen
güzel elbise giyme sevgisini yerleştirdi ve yediklerinin en tatlısı ve küçük
cüsseli, zayıf bünyeli, yüksek ruhlu ve sanatında maharetli hayvanların en
zayıfının tükürüğü olan balı zevklerine sundu. Meclislerinde yaktıklarının en
iyisi, balansının artıklarından biri olan mumdur. Aynı şekilde süslendiklerinin
en görkemlisi, hikmetli sanatkâr ve yaratıcının hikmetine delalet etmesi ve
onların onun hakkındaki bilgilerinin, nimet lerine şükürlerinin, yarattıkları
üzerindeki düşünme ve ibretin artması için bu küçük cüsseli ve yüksek ruhlu
böceğin karnından çıkan incidir. Sonra onlar bütün bunlarla birlikte karşı
çıkarlar, gaflete düşerler, dikkatsizlik ederler, eğlenirler, haddi aşarlar,
haksızlık ederler, zorbalıklarında gidip gelirler, nimetlerine nankörlük
ederler, lütuflarını inkâr ederler, sanatını reddederler, zayıf halka karşı
övünürler, haddi aşarlar, haksızlık ederler ve zulmederler.
Böceklerin
lideri olan cırcır böceği konuşmasını bitirince kral şöyle dedi: Allah seni
belagatli söz söyleyen bir filozof, iyi hüküm veren bir doğru kişi, fasih
konuşan bir hatip, Rabbini iyi bilen bir muvahhit, nimetlerine şükreden erdemli
bir zikirci olarak mübarek kılsın!
Bölüm
Sonra
kral, insana şöyle dedi: Dediklerini işittin, verdiği cevabı anladın. Başka bir
şeyin var mı?
O
dedi ki: Evet, onların bizim kölemiz olduklarını ve bizim de efendi olduğumuzu
gösteren hasletlerimiz ve iyi işlerimiz var.
[Kral]
şöyle dedi: Onlar nelerdir, anlat.
O
dedi ki: Bizim şeklimizin birliği, onların şekillerinin çokluğu ve farklılığı.
Başkanlık ve efendilik birliğe, kölelik çokluğa benzer.
Kral
topluluğa şöyle dedi: Dediği ve bahsettiği konuda ne düşünüyorsunuz?
Topluluk
onun dediğini bir süre düşündü. Sonra kuşların lideri bülbül konuştu ve şöyle
dedi: Ey kral, o dediklerinde doğru söyledi. Fakat bizim şekillerimiz farklı ve
çok olsa da nefislerimiz birdir. Fakat bu insanların şekilleri bir olsa da
nefisleri çok ve değişiktir.
Kral
şöyle dedi: Onların nefislerinin çok ve değişik olduğunun kanıtı nedir?
O
dedi ki: Görüşlerinin çok, düşüncelerinin farklı ve diyanetlerinin değişik olmasıdır.
Onların içinde, Yahudiler, Hıristiyanlar, Sabiiler, Mecusiler, müşrikler, puta,
ateşe, Güneşe, Aya, yıldızlara ve daha başka şeylere tapan kimseler olduğunu
görürsün. Yine aynı din mensuplarının Samirî, Gayyanî, Calutî, Nasturî,
Yakubî, Melkanî, Şinevî, Manevî, Hürremî, Mazdekî, Deysanî, Behramî, Şemsî,
Haricî, Rafızî, Nasıbî, Kaderi, Cühenî, Mutezilî, Sünnî, Cebrî vs. şeklinde
değişik mezhep ve görüş sahibi olduklarını görürsün. Bu mezhep mensupları
birbirlerini küfürle itham ederler, lanetlerler ve öldürürler. Biz bunların
hepsinden beriyiz. Mezhebimiz bir, inancımız birdir. Hepimiz muvahhit,
birleyen, mümin ve Müslüman kimseleriz; müşrik, münafık, fasık, şüphe duyan,
kuşku besleyen, hayret eden, sapan ve saptıran kimseler değiliz. Rabbimizi,
yaratanımızı, rızık verenimizi, diriltenimizi ve öldürenimizi tanırız. Onu
sabah akşam tespih eder, tehlil eder, takdis eder ve tekbir ederiz. Fakat bu
insanlar onların tespihlerini anlamazlar.
Farslı
insan dedi ki: Biz de böyle düşünüyoruz. Rabbimiz bir, ilahımız, yaratıcımız
ve rızıklandıranımız bir, diriltenimiz ve öldürenimiz birdir; onun ortağı
yoktur.
Kral
şöyle dedi: Rab bir olduğu halde niçin görüş, mezhep ve diyanette ihtilafa
düşüyorsunuz?
O
dedi ki: Çünkü diyanetler, görüşler ve mezhepler, ancak yollar, yöntemler, mihraplar
ve araçlardır. Maksat birdir. Hangi yöne dönersek dönelim, Allah’ı zatı oradadır.
O
şöyle dedi: Madem bütün diyanetlerin maksadı bir, yani Allah’a yönelmek; öyleyse
niçin birbirinizi öldürüyorsunuz?
Farslı
basiretli kişi dedi ki: Evet, ey kral, bu, din bakımından değildir. Çünkü dinde
zorlama yoktur. Fakat bu, dinin krallık denilen sünnetidir.
O
şöyle dedi: Bu nasıl bir şey, bana açıkla.
Dedi
ki: Din ve krallık birbirinden ayrılmayan ikiz kardeştir. Hiçbiri kardeşi olmadan
varlığını sürdüremez. Ancak din birinci kardeş, krallık onu takip eden sonuncu
kardeştir. Krallık, insanların insanların itaatini sağlamak için dine, din de
insanlara kendi sünnetinin gönüllü veya zorunlu uygulanmasını emretmek için
krallığa muhtaçtır. Bundan dolayı diyanet sahipleri krallık ve başkanlığı ele
geçirmek için birbirlerini öldürürler. Her biri bütün insanların kendi dininin
gelenek/sünnet ve hükümlerine uymasını ister. Ben hakikatlerin anlaşılması için
krallığı ve Allah’ın fıkhını haber veriyorum ve şüphesiz kesin doğru olan
şeyden bahsediyorum.
Kral:
“O nedir?” dedi.
O
dedi ki: Nefislerin öldürülmesi bütün din, diyanet ve devletlerde gelenektir.
Ancak din geleneğinde nefis öldürme, din talibinin kendisini öldürmesidir.
Krallık geleneğinde ise saltanat talibinin başkasını öldürmesidir.
Kral
şöyle dedi: Kralların saltanat uğrunda başkalarını öldürmesi anlaşılır bir
şeydir. Ama din talibinin diğer diyanetler hususunda kendisini öldürmesi nasıl
bir şeydir?
O
dedi ki: Pekiyi, ey kral, İslam dininin geleneğinin nasıl açık ve ortada
olduğunu görmüyor musun? İşte Yüce Allah şöyle buyurdu: “Allah müminlerden
cennet karşılığında canlarını ve mallarını satın aldı. Allah yolunda
savaşırlar; hem öldürürler hem öldürülürler”[58]
Sonra şöyle dedi: “O halde onunla yapmış olduğunuz bu alışverişten dolayı
sevinin”[59]
Yine dedi ki: “Onlar Allah yolunda cihat ederler; kınayanın kınamasından
korkmazlar.”[60]
Yine dedi ki: “Allah kendi yolunda saf halinde savaşanları sever”[61]
Tevrat geleneğinde şöyle dedi: “Yaratıcınıza tövbe edin ve
nefislerinizi/kendinizi öldürün. Bu, yaratıcınız katında daha hayırlıdır”[62]
Mesih Aleyhisselam İncilde şöyle dedi: “Eğer bana yardım etmek ve Babamız
katında melekûtta benimle birlikte olmak istiyorsanız savaşmak ve sert
davranmak için hazırlanın. Yoksa bana ait bir şey üzerinde değilsiniz
demektir.” Kabul ettiler, öldürüldüler, Mesih’in dininden dönmediler.
Hintli
Brahmanlar da böyle yaparlar. Din uğrunda kendilerini öldürürler ve bedenlerini
yakarlar. Yüce Allah’a en yakın kurbanın, tövbekârın ahirete kesin inançla
günahından vazgeçmek için kendisini öldürmesi ve bedenini yakması olduğunu düşünürler
ve buna inanırlar. Düalist Maniehistler de böyle yaparlar.
Kendilerini/nefıslerini şehvetlerden alıkoyarlar ve onu öldürmek ve bela ve
değersizlik yurdundan kurtarmak için meşakkatli ibadetleri yüklenirler.
Diyanet
erbabının çeşitli ibadetler, tüm şeriat hükümleri ve nefis tıbbı sanatıyla
nefisleri öldürme ve cehennem ateşinden kurtulma, dönüş ve yerleşme yurdu olan
ahir etin nimetlerine ulaşabilme isteği konusundaki geleneklerinin hükmü buna
kıyasla bulunur. Krala diyanet ve mezhep sahipleri içinde hem iyilerin hem de
kötülerin bulunduğunu bildiriyor ve hatırlatıyorum. Fakat kötülerin en kötüsü,
hesap gününe inanmayan, ihsan sevabını ummayan, kötülüklerin karşılığından
korkmayan ve var eden, meydana getiren, rızıklandıran, dirilten, öldüren ve
döndürdüğünü tekrar yaratan hikmetli yaratıcının birliğine inanmayan kimsedir.
Dönüş ve varış onadır.
Bölüm
Sonra
Hintlilerin lideri şöyle dedi: Biz insanlar sayı, topluluk, cins, tür ve şahıs
olarak hayvanlardan daha çoğuz ve zamanın hallerini, isteklerini ve
ilginçliklerini çevirme şekillerini daha iyi biliriz.
Kral
şöyle dedi: Bunu sana bildiren nedir?
O
dedi ki: Çünkü yeryüzünün meskun bölgesi, sayısı sayılamayacak dar çok ve
çeşitli milletlerin oluşturduğu on yedi bin şehir ihtiva eder. Hintliler,
Çinliler, Sindliler, Zencliler, Hicazlılar, Yemenliler, Habeşliler, Necidliler,
Nubeliler, Mısırlılar, Saidliler, İskenderiyeliler, Barkahlar, Kayravanlılar,
Berberîler, Bevadililer, Tancahlar, Halidathlar, Merdumaneliler, Keyvanlılar,
Keleliler, Endülüslüler, Romalılar, Kostantinliler, Dicleliler, MakedonyalIlar,
Bircanlılar, Sakalibeliler, Rusyalılar, Emlaclılar, Ebvabhlar, AzerbaycanlIlar,
Ermeniler, Müslümanlar, Şamlılar, Yunanlılar, Diyarlılar, İraklılar,
Horasanlılar, Huzistanlılar, Cibaliler, Ceylanlılar, Dilmanlılar,
Taberistanlılar, Cürcanlılar, Nişaburlular, Kirmanlılar, Farslılar,
Mekranlılar, Kabulistanhlar, Molitanhlar, Sicistanlılar, Maveraünnehirliler,
Gurlular, İstadanhlar, Bamyanhlar, Saharistanlılar, Keylanlılar, Harezmliler,
Yecüc ve Mecüc ülkesi halkı, Ferganalılar, Saniyatlılar, Keymakhlar, Hakanhlar,
Sistanlılar, Cucirliler, Tibetliler, Cadılar, Maçinliler, Cezayirliler,
Sevadatlılar, Cibal halkı, Fülüvat halkı ve Sahil halkı bu sayısız milletlerden
bazılarıdır. Bunlar, köyler, bedeviler, Kürtler, çöl, badiye, ada, orman ve
çalılıklarda yaşayanların dışındadır. Bu ülkelerin halklarının tamamı,
renkleri, dilleri, huyları, tabiatları, görüşleri, mezhepleri, sanatları ve
diyanetteki tutumları farklı olan insan topluluklarıdır. Onların sayısını
kendilerini yaratan, rızıklandıran, onlara bilgi veren, sırlarını ve
fısıltılarını bilen, yerleşik oldukları ve dönecekleri yeri bilen Allah’tan
başkası sayamaz. Hepsi apaçık bir kitaptadır. Sayılarının çokluğu, hallerinin
farklılığı, işlerdeki tasarruflarının ve ilginç amaçlarının çeşitliliği onların
diğerlerinden daha üstün, yeryüzünde kendileri dışında yaratılmış hayvan
türlerinden daha iyi olduklarını ve onların efendi, hayvanların ise köle,
hizmetçi ve uşak olduğunu gösterir. Bizim açıklaması uzun sürecek daha başka
birçok faziletimiz ve çeşitli iyi işlerimiz vardır. Bu sözümü söylüyor,
Allah’tan kendim ve sizler için bağışlanma istiyorum.
Bölüm
İnsan
sözünü bitirince kurbağa konuştu ve şöyle dedi: Büyük, aşkın, yüce, cebbar,
güçlü, bağışlayan, üstün ve akan nehirlerin, kabaran, yerleşimi uzak, alanı
geniş, dalgalı, taşkın, inci ve mercan kaynağı olan acı ve tuzlu denizlerin
yaratıcısı Allah’a hamt olsun. O, onların karanlık yerleşim yerlerinin ve
çalkalanan dalgalarının derinliklerinde çeşitleri ve grupları olan mahlûk
sınıflarını yarattı. Bazıları büyük cüsseli ve iri yapılıdır. Bazılarına kahn
deriler, dizili sert pullar ve kıvırcık sedefler giydirdi.
Bazıları
yürüyen çok ayaklılar, bazıları uçan kanatları olanlar, münasip aç karınlılar,
koca kafalılar, açık ağızlılar, parlak gözlüler, geniş avurtlular, keskin
dişleri ve pençeleri olanlar, yayvan karınlılar, işlenmiş derililer, uzun
kuyruklular, çevik hareketliler, hızh yüzenler, küçük cüsseliler, alet ve
edevatsız düz boylular, hareket ve hissi zayıf olanlardır. Bütün bunların,
özünü onları yaratan, şekillendiren, inşa eden, rızıklandıran, tamamlayan
yetkinleştiren ve gayesinin son sınırına ve nihayetinin bitimine ulaştıran,
yerleştikleri yeri ve dönecekleri yeri bilen Allah’tan başkasının bilmediği
sebep ve nedenleri vardır. Hepsi apaçık bir kitaptadır. Hata korkusundan ve
unutma kaygısından dolayı değil, açıklamak ve beyan etmek için.
Kurbağa
sonra dedi ki: Ey adil kral, bu insan insanoğullarının sınıflarını andı,
onların tabaka ve mertebelerini saydı ve hayvanlara karşı bunlarla övündü. O su
hayvanlarının cinslerini görse, türlerinin şekillerini, şahıslarının
şekillerindeki ilginçlikleri ve yapı çeşitlerinin gruplarını gözlemlese idi
ilginçlikleri görür, insan sınıflarının çokluğu ve şehirlerde, köylerde,
çöllerde ve beldelerde olduklarını söylediği çok sayıda topluluk hakkında
bahsettikleri gözünde küçülürdü. Bu meskun bölgede çeyreğinde yaklaşık olarak
on dört büyük deniz vardı: Rum denizi, Cürcan denizi, Ceylan denizi, Kulzum
denizi, Fars denizi, Hint denizi, Çin denizi, Yecüc ve Mecüc denizi, Yeşil
deniz, Batı denizi, Kuzey denizi, Güney denizi, Doğu denizi ve Habeş denizi. Bu
meskûn bölgede beş yüz küçük deniz vardır. Ceyhun, Dicle, Fırat, Mısır Nil’i,
Azerbaycan’daki Elkurverres nehri ve Hermandusketan gibi yaklaşık iki yüzü uzun
nehirdir. Her birinin uzunluğu yüz fersah ile bin fersah arasında değişir.
Ormanlar,
vadiler, göletler, küçük ırmaklar ve dereler sayılamayacak kadar çoktur.
Bunların içinde çeşit çeşit balıklar, yengeçler, kerzenkler, kaplumbağalar,
kıhçbahkları, timsahlar, yunus balıkları ve sayısını Allah’tan başkasının
bilmediği çok miktarda diğer türler vardır. Onların ister türleri, ister
şahısları olsun, cins olarak dokuz yüz şekil olduğu söylenir. Karada vahşiler,
yırtıcılar, evcil hayvanlar, büyükbaş hayvanlar, böcekler, sürüngenler, kuşlar,
yırtıcı kuşlar ve insanlara ait diğer kuşlardan yaklaşık olarak beş yüz cins
ve tür şekli vardır. Bütün bu mahlûklar Allah’ın kulları ve köleleridir. Onları
kudretiyle yarattı, merhametiyle şekillendirdi, onları meydana getirdi,
yetiştirdi, besledi, korudu ve gözetti. Onların hiçbir gizli işi ona gizli
kalmaz. Onların kaldıkları yeri de gidecekleri yeri de bilir. Sonra kurbağa
şöyle dedi: Ey insan, bu olanları düşünsen ve ibret alsaydın insanların
çokluğuyla, sınıf ve tabaka sayılarıyla övünmenin onların efendi, diğerlerinin
ise onların kölesi olduğuna delalet etmediğini bilir ve anlardın.
Kurbağa
konuşmasını bitirince cinlere mensup bir filozof şöyle dedi: Ey Âdemoğullarına
mensup insanlar topluluğu, ey ağır bedenli, iri ve kaba cüsseli, ey üç boyutlu
kara, deniz ve hava sakinleri, kara hayvanları topluluğu, ruhanî yaratıkların
çokluğuna dair bilgiyi, nuranî suretleri, gizli ruhları, ince hayalleri, basit
nefisleri; ruhanî ve kürevî melekler ve arşın taşıyıcıları gibi gök tabakaları
alanında oturan ve felekler âleminin geniş uzayında yolculuk eden ayrık
ruhları, iki küresinin alanında bulunan ateş ruhlarını; cin kabileleri ve
şeytanların kardeşleri gibi şiddetli soğuk alanında bulunanları ve İblisin tüm
ordularını unuttunuz ve ihmal ettiniz. Ey insanlar ve hayvanlar topluluğu, eğer
siz unsurlu cisim ve boyutlu bedenlerde olmayan bu yaratık türlerini
tamsaydınız ve onların türlerinin, suretlerini çokluğunu, şahıs ve şekillerinin
sayısını bilseydiniz bütün cismanî hayvanların, bedenli türlerin ve tikel
şahısların çokluğu gözünüzde küçülürdü. Çünkü zemherir/soğuk küresinin alanı,
kara ve denizin alanından on kat daha çoktur. Aynı şekilde esir/eter küresinin
alanı, zemherir küresinden on kat daha fazladır. Yine Ay feleği küresinin
alanı, hepsinin küresinden kat kat fazladır. Utarit feleği de Ay feleğine
oranla böyledir. Birbirini çevreleyen diğer yedi feleğin en yüksek
çevreleyen/muhit feleğine nispeti de böyledir. Hepsinin uzayı ve geniş
alanları ruhanî yaratıklarla doludur. Hatta Peygamber Aleyhisselam’ın haber
verdiği gibi, orada bir yaratık türünün bulunmadığı bir karış yer yoktur. Ona
Yüce Allah’ın şu sözü hakkında soru soruldu: “Rabbinin ordularını ondan başkası
bi İmez.”[63]
Aleyhisselam dedi ki: “Yedi gökte ayakta, rükûda veya secde halinde olan
Allah’a yakın bir meleğin bulunmadığı bir karış yer yoktur.”
Sonra
filozof şöyle dedi: Ey hayvanlar ve insanlar topluluğu, bahsettiklerimi düşünseniz
ve ibret alsaydınız kendinizin sayıca en az ve mertebe ve konum itibariyle en
düşük olduğunuzu anlardınız. Ey insan, çoklukla övünmek, sizin efendi, başkalarının
sizin köleniz olduğunu göstermez. Daha doğrusu, hepimiz Allah’ın kölesi, ordusu
ve tebaasıyız; hikmet ve rablığının gerektirdiği gibi, birbirimizin hizmetindeyiz.
Bundan ve bol nimetinden dolayı ona çokça hamt olsun.
Cinlerin
filozofu konuşmasını bitirince kral şöyle dedi: Ey insanlar topluluğu, anlattıklarınızı
ve övündüklerinizi işittik. Siz de bizim cevabımızı işittiniz. Bahsettikleriniz
dışında başka bir açıklamanız var mı? Eğer doğru sözlüyseniz ortaya koyun ve
açıklayın da dinleyelim.
Bölüm
O
sırada Hicazh, Mekkeli, Medineli hatip ayağa kalktı ve şöyle dedi: Evet, ey
kral, bizim efendi olduğumuz, bu hayvanların kölemiz olduğunu, onların sahibi
ve mevlası olduğumuzu kanıtlayan başka üstünlüklerimiz ve iyi işlerimiz var.
Kral:
“Onlar nelerdir?” dedi.
O
şöyle dedi: Rabbimizin bize birtakım vaatleri vardır: Tekrar diriltilme,
yeniden diriliş, kabirlerden çıkış, kıyamet gününde hesap, sırattan geçme,
diğer hayvanlar arasından cennete girme; bunlar Firdevs cenneti, Naim cenneti,
Adn cenneti, Huld cenneti, Me’va cenneti, selam yurdu, makam yurdu,
muttakilerin yurdu, Tuba ağacı, Selsebil pınarı, içenlere zevk veren içki
ırmakları, saf bal ırmakları, süt ve tuzsuz su nehirleri, köşklerde dereceler,
hurilerle evlenme, celal ve ikram sahibi Rahmana komşuluk, bu koku ve reyhandan
koklamak. Bunlar Kuranda takriben yedi yüz ayette zikredilir. Bu hayvanlar
bütün bunlardan mahrumdur. Bu, bizim efendi, onların bizim kölemiz olduğunun
delilidir. Bizim bahsettiklerimiz dışında başka iyi işlerimiz de var. Bu sözümü
söylüyor, kendim ve sizler için Allah’tan bağışlanma diliyorum.
O
esnada kuşların lideri bülbül ayağa kalktı ve şöyle dedi: Evet, ey insan,
hayatım üzerine yemin ederi ki mesele dediğin gibidir; fakat aynı şekilde
insanlar topluluğu olarak tehdit edildiğiniz kabir azabı, Münker ve Nekirin
sorguya çekmesi, kıyamet gününün halleri, hesabın şiddeti, ateşe girme
korkutması, cehennem, cahim, sair, leza, sakar, hutame ve haviye[64]
azabı, katrandan gömlekler, irin içme, zakkum ağacının meyvesini yeme, kızgın
malike/cehennem sorumlusuna komşuluk, bütün İblis ordusuyla birlikte
şeytanlarla diyalogdan da bahset. Kuranda her vaat ayetinin yanında bir de
tehdit ayeti vardır. Bütün bunlar bizim için değil, sizin içindir. Biz bunların
tamamından uzağız. Sevapla müjdelenmediğimiz gibi azapla da tehdit edilmedik.
Rabbimizin ne lehimize ne aleyhimize olan hükmüne razı olduk. Bizden vaadin
güzelliğini kaldırdığı gibi tehdidin korkusunu da kaldırdı. Böylece sizinle bizim
aramızda deliller denkleşti ve miktarlar eşitlendi. Siz ne yüzle övünüyorsunuz?
Hicazh
dedi ki: Aramızda miktarlar nasıl olur da eşitlenir! Biz her halükârda ebedilerin
ebediliğiyle ve ezelden ebede bakiyiz. Eğer itaatkâr isek peygamberle, veliler,
imamlar, vasiler, bilgeler, iyiler, faziletliler, “abdal”lar, zahitler,
salihler, abidler, arifler, basiretliler, akıllılar, feraset sahipleri, zekiler
ve hayırlı seçkinler ile beraber oluruz. Onlar Allah’ın yüce meleklerine
benzerler, hayırda yarışırlar, Rablerine kavuşmak için can atarlar, bütün
vakitlerde ona yönelirler, onu dinlerler, ona bakarlar, azamet ve ululuğunu
düşünürler, bütün işlerinde ona tevekkül ederler, ondan isterler, ondan talep
ederler, ondan rica ederler ve onun korkusundan tedirgin olurlar. Eğer biz geri
çevrilirsek o zaman Peygamberimiz Muhammed Aleyhisselam’ın şefaatiyle
kurtuluruz, cennette huri ve gılmanlar, güzel koku ve reyhan ve Rahmana kavuşma
ile birlikte ebedi oluruz. En iyisini ve daha fazlasını yapanların bizim
hakkımızdaki seslenişi şöyledir: “Selam size! Tertemiz geldiniz. Artık ebedî
kalmak üzere
girin
buraya”[65]
Ey hayvanlar topluluğu, siz bütün bunlardan mahrumsunuz. Çünkü [ruh bedenden]
ayrıldıktan sonra bozulursunuz, çürürsünüz, fani olursunuz, baki olmazsınız.
Bu, bizim efendi olduğumuzun, sizin de bizim kölemiz ve hizmetçimiz olduğunuzun
delilidir.
O
zaman hayvanları liderleri ve cinlerin bilgeleri hep birlikte şöyle dediler:
Şimdi hakkı getirdiniz, doğruyu konuştunuz ve sıdkı söylediniz. Zira övünenler,
bahsettiklerinizin benzerleriyle övünürler. İş yapanlar, onların yaptıkları
gibi iş yapsınlar. Rağbet edenler, onların yaşantısına, ahlâkına, edeplerine,
görüşlerine ve ilimlerine rağbet etsinler. Yarışanlar bu konuda yarışsınlar.
Fakat
ey insanlar topluluğu, bize onların vasıflarını anlatın, davranışlarını açıklayın.
Eğer doğru söylüyorsanız bize onların bilgi yollarını, güzel huylarını ve salih
amellerini öğretin; biliyorsanız onları anlatın.
O
zaman topluluk düşünerek sustu. Hiçbirinin verecek bir cevabı yoktu. Onlardan
biri şöyle dedi: Cennet muttakiler için hazırlanmıştır.
O
sırada Farisî nisbeli, Arabî dinli, Hanefî mezhepli, Irakî edepli, İbranî
asıllı, Mesihî yöntemli, Şamî ibadetli, Yunanî ilimli, Hindî basiretli, sufı
tavırlı, melekî ahlâklı, rabbani görüşlü, İlahî ve ezelî bilgili haberdar,
fazıl, zeki ve basiretli âlim ayağa kalktı ve şöyle dedi: Âlemlerin rabbi
Allah’a hamt olsun. İyi son sakınanlaiçindir. Zalimlerden başkasına düşmanlık
edilmez. Allah’ın sala vatı peygamberlerin sonuncusu ve iyilerin özü Muhammed’e
ve tüm ailesine olsun.
Sonra
şöyle dedi: Ey adil kral ve siz hazır bulunan topluluk! Biliniz ki Allah’ın
dostları, yarattıklarının en iyileri, kullarının ve mahlûkatının en hayırlıları
olan bu kimselerin övülen vasıfları, temiz amelleri, çeşitli ilimleri, güzel
sıfatları, rabbani bilgileri, melekî huyları, adil ve kutsal tavırları ve
ilginç halleri vardır. Diller onları anmaktan bitkin düşmüş, anlatanların
tasvirleri sıfatlarının özünden aciz kalmıştır. Onların vasıflarını anlatanlar
bunu artırdılar, vaizler yollarının açıklamasını ve güzel huylarını
anlattıkları meclislerde hutbelerini zamanlar ve vakitler boyunca uzattılar;
fakat bilgilerinin özüne ulaşamadılar. Adil kral, bu yabancılar ve cevapları
hakkında ne buyurur?
Kral,
bütün hayvanların onların emir ve yasakları altına girmelerini ve yeni bir
devir başlayıncaya kadar insanların görevlisi olmalarını emretti. Bundan sonra
başka bir hüküm verdi. Daha sonra kralın hizmetçilerinden biri ayağa kalktı ve
şöyle seslendi: Dikkat ediniz, ey hayvanlar topluluğu, bu insanların
açıklamasını işittiniz, sözlerini kabul ettiniz ve buna razı oldunuz. Allah’ın
eman ve korumasında güvenli olarak geri dönün.
***
Sonra
ey kardeş, bil ki biz bu risalede istenen amacı açıkladık. Bizim hakkımızda
kötü zanda bulunma. Bu risaleyi çocuk oyuncağı ve kardeş saçmalığı sanma.
Çünkü bizi bulunduğumuz durumdan çıkarmaması için hakikatlere lafızlar,
ibareler ve işaretler giydirme âdetimiz yürürlüktedir. Allah, velilerine, iyi
kullarına ve itaatkârlarına yaptığı gibi, sizi onları okumaya, dinlemeye ve
manalarını anlamaya muvaffak kılsın; kalplerinizi açsın, göğüslerinizi
genişletsin, gözlerinizi sırların bilgisiyle aydınlatsın, size onlarla amel
etmeyi kolaylaştırsın. Allah dilediğine güç yetirir. Onun ihsanı, cömertliği,
lütfü, keremi, fazlı ve rahmetiyle, mahlûkatın yaratıcısının yardımıyla
Hayvanlar Risalesi tamamlandı. Allah’ın en üstün selamı ve salâtı Muhammed’e ve
onun yol gösterici imamlar ailesine olsun. Bunu “Bedenin Bileşimi Risalesi”
takip etmektedir.
Cisimsel-Doğal
Bilimlerin Dokuzuncu
(İhvan-I Safa Risalelerinin Yirmi Üçüncü) Risalesi:
Bedenin Oluşumuna Dair[66]
Rahman
ve Rahim olan Allah’ın adıyla!
A |
llah’a
hamd olsun, o her şeye yeter; Onun seçmiş olduğu kullarına selam olsun; Allah
mı daha hayırlıdır yoksa onların ortak koştukları mı?
Ey
kardeşim! Allah seni de bizi de kendi katından bir ruh ile desteklesin! Bil ki,
biz canlılar hakkındaki risalemizi, onların ilginç beden yapılarını (hey
âkil) ve garip durumlarını anlatmayı bitirdik. Bu risalenin amacı,
canlıların cinslerini, kaç çeşit olduklarını, görünüş ve tabiatlarının farklı
farklı oluşlarını açıklamaktır. Bu anlattıklarımızda bizim başka bir amacımız
da bu işaret ve ibarelerle gerçek mahiyetini (hakikat) açıklamaktır.
Melik ve melaikeyi ele aldığımız özel bölümde anlattığımıza göre, amacımızın
ne olduğunu bilge kişiler/fılozoflar (hükemâ) kavramışlardır. Şimdi, bu
risalede, insan bedeninin oluşumunu/terkibini anlatmaya sıra gelmiştir. Çünkü
o, hayvani mertebenin sonu, İnsanî mertebenin ilki ile bağlantılıdır. Bizim bu
risaleyi telif etmedeki bir amacımız da insanın küçük bir alem oluşunu
açıklamaktır. Şimdi diyoruz ki;
Ey
kardeşim! Allah seni başarıya ulaştırsın! Bil ki, eğer insan eşyanın hakikatini
kavradığını iddia edip kendi nefsini bilmezse, o herkesi yedirip doyuran ama
kendisi aç kalan bir kimseye; başkalarını tedavi edip kendisi zayıf, perişan ve
illetli birine; insanları giydiren ama örtmesi gereken avret yerlerini herkesin
gördüğü çıplak kimseye; ya da herkese yol gösteren ama kendi evinin yolunu
bilmeyen yolunu şaşırmış birine benzer. Siz biliyorsunuz ki, bu konularda
insanın önce kendisinden başlaması sonra başkasıyla ilgilenmesi gerekir.
Bilin
ki, nasıl ki inşa edilmiş şeye ev deniliyorsa, inşân ismi de bu
bedene ve bedeni mesken tutmuş olan nefse birlikte verilmiş bir isimdir. Bu
ikisi (beden ve nefs) birlikte, o ismin iki parçası (cüz)dır. İnsan, o
ikisinin toplamından ve ikisinin bir araya gelmesinden oluşmaktadır. Fakat iki
parçadan birisi olan nefs, öz (lübb) konumunda olup diğerine göre daha
üstündür; ikinci parça olan beden ise kabuk gibidir. İnsan, o ikisinin
birleşmesinden ve ikisinin bir araya gelmesinden oluşmaktadır. Öte yandan iki
cüzden birisi olan nefs ağaca, diğeri ise meyveye benzer. Başka bir ifadeyle
nefs biniciye diğeri, yani beden ise binite benzer. Bunların bir araya
gelmesinden oluşan insan bir süvari gibidir. Bundan dolayı her insan, kendi
nefsini gerçekten bilmesi gereklidir. Bu hakikati kavrayabilmesi için de ona şu
üç açıdan bakması (nazar)[67]
gerekir:
Birincisi,
bedenin hallerine bakıp ne olduğuna, parçalarının bileşimi ve organlarının bir
biri ile uyumlu hale gelmesi sonucu onun nasıl bir varlık olduğuna, nefisten
ayrı olarak kendisine özgü niteliklerin (stfât) neler olduğuna bakmak.
İkincisi,
bedenden soyutlanmış nefsin durumuna, onun güçlerine, onların nasıl ve neler
olduğuna ve kendisine has sıfatların neler olduğuna bakmak.
Üçüncüsü,
ikisinin birleşmesine ve ikisinin birlikteliğinden ortaya çıkan ahlâk, davranışlar,
hareketler, sanatlar, eylemler, sesler ve bunlara benzeyen şeylere bakmak.
Biz,
nefsin gerçeğini ve hallerini anlatmaya bir kanıt olsun diye, ilk olarak, bedenin
durumları ve niteliklerini kısaca anlatmakla konuya başlıyoruz. Çünkü bedenin
durumları, görünürdedir, duyu vasıtaları ile idrak edilebilir, keşfedilebilir,
tasavvur edilebilir. Nefseve ahvaline gelince, onlar duyu vasıtalarının
algısına kapalıdır, bedenin derinliğinde gizlidir, örtülüdür, saklıdır ve
sadece akılla idrak edilebilir.
Ey
kardeşler! Bilin ki, bedenin durumlarının görüneni nefsin durumlarının görünmeyenlerinin
delilidir; zahir batına, açık olan örtülü olana, belli olan gizli olana,
hissedilebilen akılla kavranana delildir. Birinci risalede, bedenin et,
kan, kemikler, damarlar, sinir, deri ve benzerlerinden oluştuğunu söylemiştik.
Bedenin bütün bu bileşenleri, cisimdir, dünyevidir, ölümlüdür, karanlıktır,
ağırdır, parçalanabilir, değişebilir, bozulabilirdir. Nefse gelince, onun
cevherleri semavidir, ruhanidir, düşünendir, nuranidir, ağırlığı yoktur,
parçalanamaz, bozulmaz; aksine hareketlidir, ebedidir, eşyanın suretlerini ve
gerçek mahiyetlerini bilme ve kavrama gücüne sahiptir.
Bölüm
Bedenin
Oluşumunun, Vücudun Karışımlarının
Nasıl Oluştuğuna ve Karakterlerin Özelliklerine Dair
Biz
diyoruz ki: Ey kardeşim! Allah seni başarılı kılsın! Bil ki, Yüce Yaratıcı
bedeni yaratıp ona şekil vermiş, Kendi ruhundan ona üfleyip canlı haline
getirmiş, sonra nefsi bedene yerleştirip bedenin sorumluluğunu ona yüklemiştir.
Bedenin bünyesinin kuruluşu, parçalarının bir araya getirilmesi, organlarının
birbiri ile uyumlu hale getirilmesi, tıpkı bir şehrin kuruluşu gibidir. O
şehir de taş, toprak, kerpiç, kireç, kum, tahta, kereste, demir gibi farklı
şeylerden kurulmuş olup, şehir bu malzemelerle sağlamlaştırılmış, binaları
dikilmiş, surları erişilmez hale getirilmiş, caddeleri açılmış, yerleşim
yerleri ayrılmış, meclisleri güzelleştirmiş, evleri oturulacak şekilde
düzenlenmiş, depoları doldurulmuş, evlere insanlar yerleştirilmiş, yolları yürümeye
müsait şekle sokulmuş, nehirleri akıtılmış, çarşıları açılmış, sanat üretimi
başlamış; sanatkârı işe, tacirler alışverişe başlamış, kral ise orayı yönetmeye
ve halkına hizmet etmeye başlamıştır.
İşte
aynen bunun gibi, Yüce Allah, bedeni oluşturmak istediğinde önce bir kısmı
diğerine üstün gelmesi sebebiyle güçleri birbirine karşıt dört tekil tabiat
yarattı. Sonra onlardan ikisini diğer ikisi ile uyumlu hale getirdi. Sonra
birbiri ile birleşebilen, birbiri ile uyumlu hale gelebilen, diğer elementlerin
güçleri ile orantılı olan dört elementi (erkân) yarattı. Sonra bu
bedenin kuruluşunu, onun yapısının asılları olan bu dört elementten oluşturdu.
Ardından bedenin kuruluşuna tabiatı birbirine zıt, güçleri birbiriyle orantılı
dört karışımla (ahlat) devam etti ki onlar da bedenin asıl unsurlarının
toplamından elde edilmiştir.
Sonra
bu dört karışımı bir araya getirerek ondan şekilleri farklı dokuz cevher
meydana getirdi. Bu dokuz cevher bedenin yapısının sahipleridir. Sonra onları
da birbiri ile uyumlu hale getirdi ve yerli yerindeliği ile birbirine bağlı on
tabaka halinde bir kısmını diğerleri üzerine oturttu. Sonra onları, boyları
birbirine denk ve aynı seviyede iki yüz kırk sekiz direğe dayadı ve onlar
üzerine ayağa kaldırdı. Sonra, onları birbirine yapıştırdı ve iplerini uzattı;
onları aynen ip gibi saran, birbirine girmiş, uzatılmış, yedi yüz elli bağ ile
eklemleri birbirine tutturdu ve tedbir olarak bozuk ve eksik olanları onlardan
ayırdı. Sonra onların evlerini belirledi, hâzinelerini ayırdı, renkleri ve
çeşitleri farklı cevherlerle dolu mamur on bir hazine oluşturdu. Caddelerini
belirledi, yollarını yaptı, kapılarını açtı ve ikamet edenler için üç yüz
altmış su yolu belirledi, oradan pınarlar çıkardı, üç yüz doksan yatakta farklı
yönlere akan nehir akıttı, surlarında on iki menfez açtı. Bu şehrin binasını,
birbirine yardım eden ve oranın hizmetkarları olan yedi sanatkâr eliyle
sağlamlaştırdı, korunması için oranın an noktalarını (erkân) bekleyen
beş muhafız görevlendirdi.
Sonra
bu şehri iki sütun üstünde havaya kaldırdı. İki kanat ile altı yöne hareket
ettirdi. Sonra orada insanlar, cinler ve meleklerden üç kabile iskan etti ve
onları oranın ikamet edenleri yaptı. Sonra onların başına bir meleği reis
tayin etti, orada olan her şeyin isimlerini ona öğretti ve onları unutmamasını
tembih ve onları korumasını tavsiye için şöyle dedi: “Onların isimlerini
onlara bildir” Yine onlara itaat etmeleri için Yüce Allah şöyle buyurdu: “Ademe
secde edin, bütün melekler secde etti, sadece İblis secdeden kaçtı ve büyüklük
tasladı”3
Bu
dört tekil tabiatın ayrıntısı; sıcaklık, soğukluk, kuruluk ve yaşlıktır.
Tabiatları birbiri ile birleşebilen ve güçleri orantılı dört unsur ise ateş,
hava, su ve topraktır. Yapısı bir biri ile zıt dört karışım safra, balgam, kan
ve siyah safradır; dokuz cevher kemik, beyin, sinir, damarlar, kan, et, deri,
tırnak ve saçtır. On tabaka ise baş, omuz, göğüs, karın, karın içi, böğür, iki
kalça, iki baldır, iki bacak ve iki ayaktır.
Sütunlar,
kemiklerdir; bağlayıcılar ise sinirlerdir.
On
bir hâzineye gelince onlar, beyin, omurilik, akciğer, kalp, karaciğer, dalak,
öd, mide, bağırsaklar, iki böbrek, testislerdir. Caddeler ve yollar,
atardamarlar, nehirler ise toplardamarlardır.
On
iki kapı ise iki göz, iki kulak, iki burun deliği, ön ve arka boşaltım yolları,
ağız ve göbektir.
Yedi
sanatkâr; çekici, tutucu, hazmedici, savunucu, geliştirici, besleyici ve şekillendirici
güç (kuvvet)tür.
3. Bakara, 2/3-34.
Beş
duyu şunlardır: İşitme, görme, koklama, tatma ve dokunma.
İki
sütun ayaklar, iki kanat ise ellerdir.
Altı
yön şunlardır: Ön, arka, sağ, sol, üst ve alt.
Üç
kabileye gelince, onlar, üç nefis ve onların güçleri ve fiilleridir. Birisi
şehevani nefis (en-nefsuş-şehvâniyye)dir. Onun ahlakı ve fiilleri,
cinlere benzer. Diğeri hayvani nefis (en-nefsu‘l-hayvâniyye)dir. Onun
ahlakı ve hisleri ise insanlara benzer. Üçüncüsü de düşünen nefis (en-nefsu'n-nâttka')dir.
O ayırıcı vasfı ve güzellikleri ile meleklere benzer. Bunların hepsinin üstünde
yegane yönetici ise akıldır.
Bölüm
Bedenin
Ev Gibi Nefsin de Evin Sakini Gibi Oluşuna Dair
Bil
ki, bedenden soyutlanmış haliyle nefsin mahiyeti hakkında düşünmek, onun
varlığını bedenden ayrı tasavvur etmek, felsefî ve hikemî düşünmeye alışkın
olanlar için bile oldukça çetindir. Ya onların dışındakiler için nasıldır acaba?
Fakat onun beden üzerinde tezahür eden fiillerine bakıp bedenle birlikte
hallerinin hareketleri değerlendirilince, o zaman, bu ona kolay gelir. Konu
öğrencilerin anlayışına ve düşünenlerin tasavvuruna yaklaşır, varlığı ve
cevherinin üstünlüğü ortaya çıkmış olur. Bu nedenle, net bir açıklama olması,
yeni başlayanların anlayabilmesi ve düşünenlerin zihinlerinde tasavvur için
daha elverişli olsun diye bu konuyu biraz açmak ve bazı misaller vermek
istiyoruz.
İşte
bu gerekçelerle şöyle diyoruz: Bil ki, bu beden, bu nefis için, adeta içinde
oturan için yapılmış, her şeyi ile mükemmel hale getirilmiş, odaları bölünmüş,
hâzineleri doldurulmuş, tavanı yerli yerine oturtulmuş, kapıları açılmış,
perdeleri asılmış, ev sahibinin evinde ihtiyaç duyacağı sergi, kap-kacak,
giysi, yiyecek türünden her şey en sağlam ve en mükemmel şekilde hazırlanmış
bir ev konumundadır. İki ayağı ve bedenin onların üzerinde duruşu, evin
temelleri gibidir, bedenin üstündeki baş ise evin en üstünde bulunan odaya
benzer. Arkasındaki sırtı evin sırtı gibi, ön tarafındaki yüzü ise evin ön
tarafı gibidir. Boynu ve boyu, evin revakı mesabesindedir. Gırtlağın açılması
ve orada sesin dolaşması, evin dehlizi gibidir. Vücudun ortasındaki göğsü, evin
avlusu gibidir. Göğsündeki bölümler, evin odaları ve hâzineleri gibidir.
Akciğer ve serinliği yazlık oda, burun delikleri ve nefesin gırtlakta
dolaşması hortum gibidir. Doğal sıcaklığı ile kalbi, kışlık oda gibidir. Mide
ve gıdanın onun içinde faydalı hale gelmesi, mutfak gibidir. Karaciğer ve kanın
onun içinde toplanması, şarap odası gibidir. Damarların içleri, kanın dolaşımı
ve bedenin diğer kısımlarına ulaşması, evin su yolları gibidir. Dalak ve onun
içindeki kanda tortunun oluşumu, evin mefruşat deposuna benzer. Öd ve safranın
keskinliği, silah odası gibidir. Göğüs boşluğu ve onun içindeki bölmeler,
harem odası gibidir. Bağırsaklar ve onun içindeki yemeğin ağırlığı, tuvalet
gibidir; mesane ve idrarın onun içinde toplanması, idrar yapma bölümü gibidir.
Vücudun alt kısmındaki iki boşaltım organı, evin kanalizasyonu gibidir.
Kemikler ve vücudun onlar üzerinde duruşu, evdeki duvarlar konumundadır.
Eklemler (mafsallar, mefâsil) üzerinden uzunlamasına geçen sinirler,
duvardaki mertekler ve kirişler gibidir. Kemikleri ve sinirleri saran et, sıva
gibidir. Kaburgalar, evin kolonları gibidir. Kemiklerin içindeki boşluklar,
sandıklar ve çekmeceler gibi, onların içindeki ilik ise, mücevherler ve değerli
eşyalar gibidir. Onların başlarındaki delikler, evin odalarındaki küçük
pencereler gibidir. Nefes alıp vermesi evden çıkan duman gibidir. Beynin (dimağ)
orta lobu, eyvan gibidir. îki gözbebeği, kabul ve arz odası gibidir. îkisi
arasındaki engeller, perdeler gibidir. Ağzı evin kapısı, burnu evin kapısının
üst kısmı, iki dudağı kapının iki kanadı, dişleri korkuluklar, dili muhafız
gibi; beynin ortasındaki akıl, avlunun ortasında, evin önünde ve toplantı
yerinin başköşesinde oturan sultan gibidir. Görünmeyen duyu vasıtaları dostlar,
görünen duyu vasıtaları ise asker ve casuslar gibidir; gözleri gözcüler, iki
kulağı haber toplayan görevliler, elleri hizmetçiler ve parmakları da
sanatkârlar gibidir. Hasılı bedende bulunan her bir organ, ev sahibinin hal ve
hareketlerinin benzerini icra etmektedir.
Bir
başka açıdan bu beden, bu nefis için bir sanatkârın dükkanına benzer. Bedendeki
azaların tamamı, nefis için sanatkârın dükkanındaki alet edevata benzer. Nefis
ise, tıpkı sanatkârın her bir aletle bir sanat ve beceri ortaya koyması gibi,
bedendeki bütün organlar sayesinde çeşitli işler ve beceriler sergiler. Mesela
bir marangoz gibi, o, baltayla yontar, testere ile biçer, burgu ile deler,
törpü ile düzeltir, delgi ile deler. Demirci de böyle çalışır: Körükler hava
verir, maşa ile ahr ve çekiçle döver. Diğer sanat ehli de bunlara benzer
şekilde, her biri kendi sanatına uygun aletlerle farklı ürünler ve çeşit çeşit
eserler ortaya koyar.
îşte
bu şekilde nefis, iki gözle görür, iki kulakla işitir, iki burun deliği ile
koku ahr, dil ile tadar, iki dudak ve dil ile konuşur, iki el ile dokunur,
parmakları ile sanatlar icra eder, iki dizi üstüne çöker, iki kalçası üzerine
oturur, iki yanı üzerine yatar uyur, sırtı ile yaslanır, iki omzu ile yük
taşır, beyninin orta lobu ile eşyayı düşünür, beyninin ön lobu ile
algılanabilir şeyleri tahayyül eder, beyninin arka lobu ile bilgileri muhafaza
eder, gırtlağı ile ses çıkarır, burun delikleri ile havayı solur, dişler ile
yiyecekleri parçalar, yutak [merî] ile yiyecekleri yutar ve (diğer organları
da) bunlara benzer şekilde (çalışır). Kısaca bedende bulunan her bir organ,
nefis için bir iş görür, bir beceri ve maharet sergiler.
Sonra
bil ki, bu beden kendisinde ikamet eden bu nefis için, halkının yaşamına
elverişli ve orada ikamet edenler için uygun hale getirilmiş bir şehre benzer.
Bedenin halleri şehrin hallerine, nefsin o bedendeki hareketleri de şehir
halkının oradaki hareketlerine benzer. Bedendeki organlar ve eklemler,
şehirdeki mahallelere benzer. Organlardaki ve eklemlerdeki bölmeler/kaplar ve
kanallar, mahalledeki evlere benzer. Bu bölmeler ve kanallardaki örtüler ve
perdeler, mahallede yol kenarlarındaki evlerin odalarına ve çarşılardaki
dükkanlara benzer.
Şehirdeki
mahalleye benzeyen organlar ve eklemlerin açıklaması şöyledir: Baş ve onun
üzerindekiler, göğüs ve onun içerisindekiler, karın ve onun içine dolanlar, iki
ayak ve bedenin tamamıdır.
Mahalledeki
evlere benzeyen bedendeki bölmeler ve kanallar şunlardır: Beyin, kalp, akciğer,
dalak, öd, mide, ince bağırsaklar, kahn bağırsaklar, iki böbrek, damarlar.
Evlerdeki odalara ve çarşılardaki dükkanlara benzeyen bölmeler ve örtüler de
akciğerdeki, beyindeki, kalpteki, kemiklerdeki ve diğer organlardaki
boşluklardır.
Bölüm
Bil
ki, bu bedene yerleşmiş nefiste olup bedenin organlarına dağılmış olan doğal
güçler ve içgüdüsel ahlak, bu şehrin çeşitli bölgelerine yerleşmiş kabilelere
ve boylara benzer. Bu güçlerin ve ahlakın, vücudun bölmelerine/kaplarına ve
eklemlerin kanallarına dağılmış olan eylemleri ve hareketleri, şehir halkının
evlerinde yaptıkları işlere, yollarındaki hareketlerine ve çarşılardaki
faaliyetlerine benzer. Kabile ve boylara benzeyen doğal kuvvetler ve içgüdüsel
ahlak da üç çeşittir:
Birincisi,
nebâti nefsin kuvvetleri, eğilimleri ve şehvetleridir: Bunlar onun erdemleri (fezâil)
ve erdemsizlikleri (rezâil). Bulunduğu yer karaciğerdir. Onların
fiilleri, şahdamar kanah ile bedenin diğer yerlerine akar.
İkincisi,
hayvâni nefsin güçleri, onların eylemleri, ahlakı, duyuları,
erdemleri/faziletleri ve erdemsizlikleri/reziletleri. Onların bulunduğu yer
kalptir. Onların fiilleri, atardamarlar kanah ile bedenin diğer yerlerine akar.
Üçüncü
çeşit ise, düşünen nefsin (nefs-i natıka) kuvvetleri, onun ayırt etme
yetenekleri, kabiliyetleri, faziletleri ve reziletleridir. Onların meskeni
beyindir. Onların fiilleri, damarlar kanalı ile bedenin diğer yerlerine akar.
Sonra
bil ki, bu üç nefsin birisi diğerinden ayrı ve kopuk değildir, tam tersi onlar,
tıpkı bir ağaçtan çıkmış ve her birinden çokça filizin çıktığı, her filizden
birçok yaprak ve meyvenin yetiştiği üç dalın bir ağaca bağlı olması gibi, bir
kökten çıkmış dallar olarak tek bir öze bağlıdır. Bir başka açıdan bu üç nefis,
üç tane ırmağın doğduğu bir kaynağa benzer: Her ırmaktan birçok kol doğar, her
koldan da sayısız çay ayrılır. Bu üç nefsin durumu, kendisinden üç boy (ş‘ab),
her boydan da birçok sülale (batn), her sülaleden çeşitli kollar ve
aşiretlerin doğduğu bir kabileye benzer. Yine bu üç nefis, üç sanatı birden
icra eden ve üç ayrı isimle anılan bir kişiye benzer. Bu kişi sanatını iyi icra
ettiği sürece ona, mesela, demirci, marangoz ve inşaat ustası denir. Nihayet bu
üç nefis, hem yazan hem okuyan hem de öğreten kişiye benzer ki ona, okuyucu (kâri’),
yazıcı (kâtip) ve öğretmen (muallim) denir. Çünkü bütün bu
isimler, kendisinden ortaya çıkan fiillere, hareketlere, sanatlara ve ürünlere
nispetle faile verilmektedir.
İnsanın
nefsinin durumu da yukarıda anlatılanlara benzer. Öz olarak tektir, fakat
kendisinden ortaya çıkan fiillere ve eylemlere göre ona farklı isimler
verilmiştir. Örneğin, vücutta beslenme ve büyüme meydana getirirse ona, büyüyen
nefis (ennefsu’n-nâmiyye); eğer vücutta duyu, hareket ve intikal meydana
getirirse o zaman hayvâni nefis (en-nefsu'l-hayvâniyye) ve eğer düşünme
ve fark etmeyi meydana getirirse, düşünen nefis (en-nefsu n-nâtıka)
diye isimlendirilir.
Sonra
bil ki, vücuttaki her organın, nefsin güçlerinden aldığı kendisine özel bir
gücü vardır. O güç, işte bu organı idare eder ve diğer bir kuvvetin bir başka
organda yaptığı fiilden farklı işler yapar. Bu güç, bu organ için özel nefis
olarak isimlendirilse bile değişen bir şey yoktur. Bunun örneği şöyledir: Görme
gücüne göz nefsi (nefsuldyn), duyma kuvvetine kulak nefsi, tatma
kuvvetine dil nefsi, koklama kuvvetine burun nefsi denir. İşte bunlarda olduğu
gibi, kendisini idare eden ve fiiller ortaya çıkmasını sağlayan güçlere göre
diğer organlara da özel isimler verilir.
Bil
ki, bu üç nefis cinsler (ecnâs), onların güçleri türler (enva), bunların
fiilleri de bireyler (eşhas) gibidir. Türler gibi olan güçler, yirmi beş
türdür. Onlardan dördü, reisler gibi tekildirler; yedisi sanatkâr ve çıraklar
gibi birbirlerine yardım edenlerdir; beşi toplayıcılar gibidir; üçü hizmetçiler
gibi takdim edenlerdir; üç tanesi hane sahibi gibidir; üç tanesi de idareciler
gibidir.
Bu
nefislerin, bireyler gibi olan güçlerinin fiillerine gelince, sayılamayacak
kadar çoktur, sayısını ancak Allah bilir. Fakat bir kısmını burada sayacağız
ki, onlar diğerlerinin delili olsun. İşte bu kuvvetlerin fiillerinin bir
kısmı, şehirdeki aristokrat (eşraf) ve yöneticilerin fiillerine benzer;
bir kısmı tüccar, satıcılar ve şehre mal getiren ithalatçıların işlerine
benzer. Bir kısmı, serseriler ve bozguncuların yaptıkları işlere benzerken bir
kısmı da sultanların ve şehir için savaşan ordunun eylemlerine, bir kısmı da
şehrin kadılarının, adil kimselerin ve arabulucuların işlerine benzer. Söz konusu
fiillerin bir kısmı çocukların, kölelerin, kadınların ve ahmakların
yaptıklarına, bir kısmı da şeytanların, fitnecilerin ve cahillerin işlerine
benzer. Nihayet bir kısmı alimlerin, fakihlerin (hukukçular) ve din işleriyle
meşgul olanların (ehlüd-dîn) fiillerine benzer.
Bunların
geniş bir şekilde anlatımı hususunda şunları deriz: Reisler gibi olan dört
tekil kuvvet, nebatî nefsin kuvvetleridir. Onlar da sıcaklık, soğukluk, yaşlık
ve kuruluktur. Vücudun faydasına ve bozulmasına yarayan haller bu dördü üzerinde
döner dolaşır. Şöyle ki, bu kuvvetlerin bedenin organlarına sirayeti, orantılı
ve eşit seviyeli olup, buna paralel olarak bedenin durumu da sağlıklı ve
problemlerden arınmış şekilde düzgün olması, şehre hükmeden ve oranın sahipleri
olan idarecilerin, aristokratların ve yöneticilerin yaptıklarına benzer.
Şehrin sağlamlığı, sulhu ve işlerinin yolunda gitmesi, onların tutum ve
davranışlarına bağlıdır. Vücuda yemek ve içeceğin alınması, bu güçlerden her
birinin gerektiği kadar bu gibi gıdaları alması, bu şehir halkının alma, verme,
ahş-veriş ve kendi aralarındaki muamelelerde adaletli davranışlarına benzer.
Gerektiği kadarına aykırı bir şekilde yapılan işler, bu şehir halkının
aralarında çekişmeleri, ihtiyaçlarını teminde kavga etmeleri ve muamelelerinde
haksızlık yapmaları halinde ortaya koydukları davranışlara benzer. Güçlerin
aynı seviyede kalması ve vücudun yapısındaki karışımların eşit olması için her
uzvun ihtiyaç duyduğu gıdayı bölüştürmesinden müteşekkil bu kuvvetlerin özel
işleri, kadıların, adil kimselerin ve arabulucuların şehirde insanlar
arasındaki fiillerine benzer.
Fakat
bu kuvvetlerin işlerinin kötü ve düşmanca olması, bu yüzden de vücuda hastalık
ve bozukluk girmesi, serserilerin ve hizipçilerin kötülük yapmaları, fitneler
çıkarmaları, savaşmaları, çarşı-pazarı yakmaları, evleri tahrip etmeleri,
soygunlar yapmaları ve şehri birbirine katmaları sırasında sergiledikleri
eylemlere benzer.
Bu
güçlerin vücuda ilaç ve içecek alınması ve karışımların fazlalığının atılması
sırasında sergiledikleri fiiller, sultanın ve ordunun serserilerle savaşması,
fitneyi ortadan kaldırarak sükuneti sağlaması, eşkıyayı cezalandırmaları,
ellerini kesmeleri ve onları şehirden defetmeleri sırasında sergiledikleri
davranışlara benzer.
Vücut
karışımlarının fazlalığının atılması, hastalıkların gitmesi, dengesinin bozulmasından
sonra düzene kavuşması sırasında bu güçlerin ortaya koyduğu işlere gelince,
onlar, şehir idarecilerinin halk arasında barışı ve sükûneti sağlamak, serserilerin
şehirde meydana getirdikleri kargaşayı gidermek ve tahrip ettiklerini yeniden
imar etmek için sergiledikleri fiillerine benzer.
Hane
sahipleri gibi olan kuvvetler, şehvânî kuvvet, gadabî kuvvet ve düşünen
kuvvettir. Şehevânî kuvvetin bedenin organlarında yürüttüğü faaliyeti gadabî kuvvet
yönetmez ve sürekli bu kuvvetin yanında bulunmazsa, onun faaliyeti, kocalarının
sahip olmadığı kadınların, babalarının ve velilerinin terbiye etmediği
çocukların ve ahmakların yaptıklarına benzer.
Tersi
olsa, yani gadabî kuvveti düşünen kuvvet idare etmez ve sürekli bu kuvvetin
yanında bulunmazsa, onun yaptıkları, akıllı kimselerin idare etmediği, sözü
dinlenen yaşlıların (meşâyih) sürekli yanlarında olmadığı, yine sözü
dinlenen yaşlıların iyiye yönlendirmeyip kötüden sakındırmadığı şeytanların,
gençlerin, cahillerin ve aklı kıtların yaptıklarına benzer.
Eğer
düşünen kuvveti akıl idare etmez ve sürekli yanında bulunmazsa onun sergilediği
fiiller, nebilerin (as) halifelerinden adil bir imamın idare etmediği ve
yanlarında devamlı bulunmadığı zaman dini hükümlerde tartışan, ihtilaf eden ve
çeşitli mezheplere ve itikatlere ayrılan bilginlerin (ulemâ) ve Kur an
alimlerinin (kurrâ) işlerine benzer.
Toplayıcı
ve ithalatçılar gibi olan beş kuvvete gelince onlar, beş duyudur. Onlardan
birisi, sesleri idrak eden duyma gücü olup onun cereyan ettiği yer iki
kulaktır. Bir diğeri ışıkları, renkleri ve şekilleri idrak eden görme gücü olup
cereyan ettiği yer iki gözbebeğidir. Üçüncüsü tadan güç olup cereyan ettiği yer
dildir. Dördüncüsü kokuları idrak eden koklama gücü olup cereyan ettiği yer
burun delikleridir. Beşinci duyu ise sertliği, yumuşaklığı, dayanıklılığı,
gevşekliği, soğuğu, nemi ve yaşı idrak eden dokunma gücü, onun cereyan ettiği
yer damarlar ve bütün bedendir. Bu kuvvetlerin bedenin dışındaki duyulabilenlerin
suretlerini idrak etmeleri ve onları beynin ön lobunda tahayyül eden (mütehayyile)
güce nakletmeleri sırasındaki fiilleri, toplayıcıların ve ithal edicilerin
fiillerine benzer. Nitekim onlar, kullanılan eşyayı ve ihtiyaç duyulan şeyleri,
çeşitli yerlerden taşır, şehre getirir ve tüccara sunarlar.
Tüccar
ve satıcılar gibi olan karşılıklı alan ve veren (mütenavilat) üç kuvvet
şunlardır: Bulunduğu yer beynin ön lobu olan tahayyül eden (mütehayyile)
güç, bulunduğu yer beynin orta lobu olan tefekkür eden (mütefekkire)
güç ve bulunduğu yer beynin arka lobu olan koruyucu (hafız) güçtür.
Tahayyül
eden gücün işleri ve duyu vasıtalarından algılananların görüntülerini alması ve
onları tefekkür eden kuvvete göndermesi, şehrin meydanlarında ve çarşılarında
bulunan simsarların ve satıcıların yaptıklarına benzer.
Tefekkür
eden kuvvetin işleri ve duyu vasıtalarından algılananların görüntülerini
alması, onları ayıklaması ve bir kısmını diğerlerinden ayırması, onları beynin
arkasındaki koruyucu güce göndermesi, tüccarın ve onlardan mal alıp evlerine,
dükkanlarına ve hanlarına götürenlerin yaptıkları işlere benzer.
Koruyucu
gücün fiilleri ve tefekkür eden kuvvetten eşyanın görüntülerini alarak onları
hatırlama zamanına kadar koruması ve orada tutması, ambarcılar, vekiller,
stokçular ve benzerlerinin yaptığı işlere benzer.
İdarecilere
benzeyen üç kuvvete gelince, onlar, gadabî güç, şehevânî güç ve nâtıka gücüdür.
Onları zaten yukarıda izah ettik.
Şehrin
çarşılarındaki sanatkârlara benzeyen ve fiilleri vücudun organlarında olup
birbiri ile yardımlaşan (müfeavine) yedi kuvvet şunlardır: Çekici (cazibe)
güç, tutucu (mâsike) güç, öğütücü (hâzime) güç, savunma (dâfia)
gücü, beslenme (ğâziye) gücü, büyüme (nâmiye) gücü ve şekillendirici (musavvire)
güç. Nasıl ki öğrenciler hocalara ve ameleler işverene hizmet ediyorsa, aynı
şekilde bu kuvvetlerin bir kısmı da diğerlerine hizmet eder; nasıl ki
çarşılarda sanatkârlar birbirlerine yardım ediyorsa bu kuvvetler de
birbirlerine yardım ederler. Örneğin demirciler marangozlara, marangozlar
inşaat ustalarına yardım eder, yün tüccarı (hallaç) yün eğirenlere (gazzâl),
yün eğirenler dokuyuculara, dokuyucular da terzilere yardım eder vb.
Bunların
her birisi arkadaşının yapacağı üretim için ön hazırlık yapar ve ona verir.
Vücudun organlarındaki güçlerin fiilleri ve yaptıkları işlerde birbirlerine
yardım etmeleri de aynen böyledir. îşte çekici güç, kendi işi olarak yiyecek ve
içeceği mideye çeker, mide suyu midedekileri karaciğere çeker, kan da
karaciğerden damarlara damarlardan da vücudun diğer taraflarına çeker. Tutucu
gücün işi, karışımlardan organa geleni tutmaktır. Öğütücü gücün işi, bu
karışımları olgunlaştırmak ve onları beslenme gücü için hazırlamaktır. Savunma
kuvvetinin görevi, karışımlardan organa yaramayanları ayırıp başka organa
göndermektir. Beslenme gücünün işi, gıda maddesinden her bir uzva uygun
olanları ona yapıştırmaktır. Büyüme gücünün işi ise, uzva yapışmış olan bu
maddeyi almak ve onu o uzvun her tarafında çoğaltmaktır. Şekillendirici gücün
işi, her bir organda bulunan bu maddeden fazlalığı almak ve onun benzerini
şekillendirmektir. Bu kuvvet özel olarak döl yatağında (rahim) görev
yapar.
îşte
bu yedi gücün vücudun organlarında çok çeşitli fiilleri, her organda
diğerindekinden farklı sanat ürünleri vardır. Onların bu vaziyeti, çarşılardaki
sanatkârların yaptıklarına benzer. Onlardan birkaçını zikredeceğiz, diğerleri
de ona göre anlaşılır.
Bu
kuvvetlerin yiyecek ve içeceği mideye çekmesi, orada tutması, sindirmesi ve
içgüdüsel sıcaklık ile onları olgunlaştırması gibi midedeki fiilleri, şehrin
çarşılarındaki fırıncıların, lokantacıların ve benzerlerinin yaptıkları işlere
benzer. Midede mide suyunun olgunlaşmasından sonra onu süzmesi, lezzet, renk,
koku, tatlılık ve öz gibi inceliklerini çıkarması ve onları ayırarak karaciğere,
tortuyu bağırsaklara göndermesi gibi işleri, şehrin çarşılarında ağaçların
meyvelerinden özü, bitkilerin danelerinden yağı, hayvanın sütünden kaymağı ve
yağı çıkaran parfümcülere (attâr) benzer. Karaciğerdeki saf mide suyunu
ikinci defa pişirmesi ve kırmızı kan oluncaya kadar olgunlaştırması, sonra onu
süzmesi, ayrıştırması ve kanın tortusunu dalağa, en ince (latif)
kalıntıyı öde, ince sıvıyı (rakîk) mesaneye, normal (mutedil)
olanı kalbe göndermesi gibi işleri, şehrin çarşılarındaki berberlerin, dikişçilerin,
gülsuyu ve şarap yapanların ve benzerlerinin yaptıklarına benzer.
Kalpte
kanın üçüncü defa inceltilmesi, süzülmesi ve damarlara akıtılması, şehrin
çarşılarında gül kokusu yapan, sirkeyi ateşte ilaç haline getiren, ince
ıslaklıkları damla damla akıtan ve bunun gibi şeyler yapanların işlerine
benzer.
Bu
güçlerin beyinde yaptıkları ve oraya çıkan kanı ruhani ince bir rutubet haline
gelecek kadar inceltmesi, tıpkı kulakların, gözlerin, burun deliklerinin ve
dilin tam merkezinde dolaşan ve kendisinden tahlil yapılan buharlar gibidir.
Duyuların
uyarılmaları (infiâlât), şehrin çarşılarında menekşe, nilüfer ve zeytinden
ince yağlar ve bunun gibi şeyler yapanların eylemlerine benzer. Mide suyunun
posasını mideden ince ve kahn bağırsaklara göndermesi ve onu vücuttan atması sırasındaki
faaliyeti, temizlikçilerin, çöpçülerin ve gübreleri ekili alanlara taşıyanların
işlerine benzer. Kanı atardamardan vücudun diğer kısımlarına göndermesi işi,
suyu şehrin evlerinin aralarından akıtmak için ırmakları kazan, kuyular ve
kanallar açanların yaptıkları işe benzer. Et, yağ ve kemik ve benzeri şeyler
olması için kanı yoğunlaştırması, maddeyi kurutması ve benzeri işler için
sergiledikleri fiilleri, helvacılar, hamurcular, damıtıcılar ve benzeri
kimseler gibi sıvıları yoğunlaştırma işi yapanların eylemlerine benzer. Kemik
oluncaya kadar maddeyi kurutma ve sağlamlaştırma sırasındaki fiilleri, kerpiç,
çömlek, cam pişirenler ve benzeri şeyler yapanların işlerine benzer. Ayak,
baldır ve kol kemikleri ve benzerlerine şekil vermesindeki fiilleri, sütunlar,
taht ayakları ve benzerlerini yontan marangozların yaptıklarına benzer.
Dizler,
baldırlar, bilekler, dirsekler ve parmakların eklemlerini oluşturması sırasındaki
fiilleri, özel makinelerin anahtarlar, sandıklar ve benzerlerini yapmasına
benzer.
Belin,
boynun ve sırtın omurlarını oluşturmadaki fiilleri, gemi direkleri, gemiler ve
benzeri şeyler yapanların işlerine benzer. Kafatası kemiğini oluşturması ve düzgün
bir şekil vermesi, dökümcülerin ve ibrikler ve testiler yapanların işlerine
benzer.
Dişleri
şekillendirmesi, onları yerlerine yerleştirmesi ve dekore etmesi, değirmenlerin
ve tekerleklerin deliklerini ve oyuklarını yapan ağaç oymacılarının işlerine
benzer.
Damarları
şekillendirmesi ve uzatması, onları organların üzerine sarması ve onlara
dolaması, yün eğiricilerin, urgancıların, ip eğiricilerin ve onlar gibilerinin
yaptıkları işlere benzer.
Derileri
ve vücudu kaplayan diğer örtüleri yapma sırasındaki fiilleri, dokuyucuların,
örgücülerin ve onlar gibi iş yapanların fiillerine benzer.
Yaraların
ve iltihapların iyileştirilmesindeki fiilleri, terzilerin, yamacıların ve ilik
açanların yaptıklarına benzer.
Deri
üzerinde kıl bitmesinde sergiledikleri fiilleri, çiftçilerin, ağaç dikenlerin
ve onlar gibi işler yapanların fiillerine benzer.
Tırnakların
yapılmasındaki fiilleri, kürekler, kazmalar, beller ve buna benzer şeyler
yapanların işlerine benzer.
İşkembe,
ince bağırsaklar ve kahn bağırsakların yapılması sırasındaki fiilleri, elbiselerden
halılar, çuvallar ve kahn abalar yapmalarına benzer.
Diyafram
ve bağırsakların şekillendirilmesindeki fiilleri, pamuk ve keten elbiseler ve
bu gibi şeyler üretenlerin fiillerine benzer.
İki
gözdeki perdelerin yapımındaki fiilleri, ipek ve ince elbiseler dokuyanların
işlerine benzer.
Kemikleri
beyazlatma, etleri kızıl yapma, yağı inceltme, saçları siyahlatma işleri,
boyacıların, süslemecilerin ve yağcıların yaptıklarına benzer.
Rahimdeki
faaliyetleri ve cenine suret vermeleri, yumurtada yavruyu oluşturmaları,
ressamların, süslemecilerin, oyuncak imal edenlerin ve benzerlerinin yaptıkları
işlere benzer.
Eğer
tabiplerden veya doğa bilimcilerden birisi, ‘bu anlatılanlar tabiatın yaptığı
işlerdir’ derse, o kişi bilsin ki, antik filozoflar (kudemâ) şöyle
demiştir: Tabiat, nefsin fiilidir. Şeriat alimlerinden birisi, ‘bunların hepsi,
dilediğini yapan, istediği biçimi veren Yaratıcı (el-Hâlik el-Bârî)
aittir’ derse, o da bilsin ki, nefis zaten Yüce Yaratıcı nın fiilidir. Biz
burada bu fiilleri nefse ait kabul ederek anlattık. Çünkü Yüce Yaratıcı,
fiilleri kendi zatına nispet etmez, aksine başkasına emir vermek suretiyle,
Ondan meydana gelir. Bu şekilde yapması, insanın gaflet uykusundan ve cehalet
sarhoşluğundan uyanması, nefsi hakkında tefekkür etmesi, sırlardaki bu
gariplikleri müşahede etmesi, bunları Varedenin (Sânı) her şeyi
bildiğini (alîm), her şeyi yerli yerince yaptığını (hakim) ve
yaratılanların bu Hakîm’in yoktan var ettiğini anlaması içindir. Çünkü yerli
yerince, sapasağlam bir ürün, Hakim bir Varedenin hikmetini ortaya koyar, onlarla
istidlal yapılır. Yüce Allah ayette şöyle buyurur: “Kendi nefislerinizde (de
deliller vardır), hala görmeyecek misiniz?”4
Mevcutların
tamamı, Allah’ın yapıtıdır. Çünkü O Yücenin hikmeti ve sanatı, yerli yerince
yaratılanlar, düzenli var edilenler ile aşikar olur. “Kendi nefislerinizde”
Allah’ın delilleri, sırları, sanat ürünleri, acaiplikleri vardır, ey gafiller,
“hala görmeyecek misiniz!” ve ey cahiller, hala bakıp düşünmeyecek misiniz!
Özetle
nefis ile birlikte bu beden ve onun içteki ve dıştaki organlarının hepsine
dağılmış olan güçleri, mafsalların hareket noktalarında fiillerinin oluşması,
oralardaki hareketlerin teknikleri, uyanık halde iken kafasının deliklerinin
boşluklarındaki duyuları, mamur ve orada ikamet edenlerin yaşamına elverişli
hale getirilmiş, kapıları açılmış, yolları yapılmış, tüccarı yerleşmiş,
sanatkârları yerlerini almış, yaşayanlar birbiri ile dostça yaşamaya başlamış,
hayvanları sağa sola koşuşan ve diğer canh varlıkların hayat emareleri
duyulmaya başlanmış bir şehre benzer.
Bu
bedenin uyku vaktindeki, yani duyularının dinlendiği ve hareketlerinin sükûnet
bulduğu sıradaki hali, bu şehrin, gece olunca çarşılarının kapandığı,
sanatkârlarının dinlenmeye çekildiği, yollarının ıssızlaştığı, halkının
uyuduğu, hal ve hareketlerinin dingin hale geldiği ve seslerinin sustuğu
sıradaki haline benzer.
Yine
nefsin ayrılması sırasında bu bedenin durumu, bu şehir halkının göç etme anma,
orada oturan kimselerden boşalmasına, komşularının tek başına kaldığında, harap
hale geldiğinde, yırtıcılar ile baykuşların sığınağı olduğunda, duvarları yıkıldığında,
çarşıları çöktüğünde, taş, kerpiç, çamur ve topraktan başka bir şeyin gö-
4. Zâriyât, 51/21.
rünmediği
tepelere ve yığınlara dönüştüğündeki haline benzer. Nefsin bedenden ayrılması
demek olan ve geri dönüşü asla olmayan ölüm sırasında bedenin hali de böyledir.
Şu ne güzel sözdür: Kulların sabaha erdiği her gün mutlaka bir melek şöyle
seslenir: ‘Ölmek için doğun, harab olması için yapı yapın!” Bundan sonra beden,
değişim geçirir, bozulur, kurtçukların, sineklerin ve karıncaların yuvası
haline gelir, sonra da çürür ve toprak olur. Ondan geriye sadece kemikler ve
damarlar kalır da şehrin taşlarının ve kerpiçlerinin görünmesi gibi ortalıkta
görünürler. “Sizi ondan yarattık, oraya döndüreceğiz ve sizi bir defa daha
oradan çıkaracağız”, “Bütün işler O’na döndürülür. Öyle ise O'na kulluk et ve O
na tevekkül et. Rabbin yaptıklarınızdan habersiz değildir.”[68]
Allah
seni, bizi ve bütün kardeşlerimizi doğruya ulaştırsın, seni ve bizi doğru yola
iletsin. O, kullara kesinlikle çok şefkatli ve merhametlidir.
Bedenin
Oluşumu Risalesi {Risâletu Terkîbi’l-cesed) tamamlandı. Bunu Algılayan
ve Algılanan Risalesi takip edecektir.
Cisimsel-Doğal
Bilimlerin Onuncu
(İhvan-ı Safa Risalelerinin Yirmi Üçüncü) Risalesi:
Nefsin Eğitilmesinde ve Ahlakın Düzeltilmesinde
“Duyu (hâs) ve Duyum (mahsûsfa Dair[69]
Rahman
ve Rahim olan Allah’ın adıyla!
I~Iamd
Allah’a, selâm Onun seçilmiş kullarının üzerine olsun!
Bölüm
“Allah
mı daha hayırlıdır, yoksa (Ona) ortak koştukları varlıklar mı?”2
Ey
iyiliksever ve merhametli kardeşim! Allah seni ve bizi kendinden bir ruhla
desteklesin! Biz insanın cesedinin oluşumunu, insanın küçük bir alem oluşunu
açıklamayı, insanın şekilsel yapısının erdemli bir şehre ve onun nefsinin de
bu şehrin kralına benzediğini açıklamayı bitirdikten sonra şimdi de bu risalede
bir kısım bilgileri zikretmek istiyor ve diyoruz ki:
İnsan
bilgileri üç yoldan ahr: Bunlardan biri, beş duyu olup bunlar bilgi
yollarının ilkidir. İnsan bilgilerinin çoğunun kaynağı bu duyulardır. O,
bebekliğinin ilk aşamasından itibaren bu yollarla bilgi ahr, bu duyular bütün
insanların ve canlıların ortak özelliğidir.
İkinci
yol,
akıldır. Akılla insan, diğer canlılardan ayrılır. Onun akıl yoluyla bilgi elde
etmesi bebeklikten sonra ergenlik anında olur.
Üçüncü
yol,
her insanın değil de sadece bazı âlimlerin sahip olduğu bûrhan yoludur.
Onların bu yolla bilgi sahibi olması, geometrik mantıkî işlemler (riyâziyyât)
üzerinde iyice düşünüp taşındıktan sonra olur.
Bu
risalenin sonunda bilgi alma yollarının neden üç tane olduğunu açıkladık. Şimdi
de beş duyu yolunu açıklamak ve duyusal güçlerin duyulacak şeyleri nasıl
algıladığını (idrak) anlatmak istiyoruz. Fakat bundan önce, tamamı
cismani arazlar olan duyularla algılanacak şeyleri zikretmemiz gerekir. Zira
cisim bu duyu organlarıyla algılanmış (hissedilmiş) olur. Aynı zamanda bu
algılamanın niteliğini de tespit edeceğiz. Çünkü bu, öğrenci durumunda ve
başlangıç aşamasında olanın daha kolay anlayacağı, daha açık ve daha net bir
şeydir. Bundan sonra, gerçek bilgi ve marifetle-
2.
Nemi, 27/59.
re
bakınca, tamamı rûhânî, gizli, kapalı ve başlangıç noktasında olanların
anlayamayacağı (veya zor anlayacağı) nefis ve nefsin algılayıcı güçlerini
zikredeceğiz.
Diyoruz
ki: Allah seni başarıya ulaştırsın, bilmiş ol ki, algılanan şeylerin tamamı,
cismin cisim olmasından sonra ona dahil cismani arazlar olunca, mutlak cismi
zikretmeye ve sadece cisim olarak onu anlatmaya ihtiyaç duyduk. Sonra da, cisim
olması dolayısıyla tamamı ona ilave nitelikler olan dahilî arazları
zikredeceğiz. O halde diyoruz ki, cisim sadece madde ve suretten oluşmuş bir
cevherdir. Bunun kanıtı, bilginlerin cismin tanımındaki şu ifadeleridir: Cisim,
uzun, geniş ve derin şeydir. Buradaki şey “cevheridir, o da maddedir.
Uzunluk, genişlik ve derinlik ise suretlerdir. Cisim, cevher olması sebebiyle
değil, ancak bu niteliklerle cisim olur. Zira nefis ve akıl da birer
cevherdirler, fakat uzunluk, genişlik ve derinlikle nitelendirilmezler. İşte
bu, cismanî cevherler ile ruhanî cevherler arasındaki farklardan biridir.
Sonra
bilmiş ol ki, uzunluk, genişlik ve derinlikten sonra cismin nitelendirildiği
her nitelik, cismin cisim olmasından sonra onun mahiyetine dahil ve ona ilave
edilmiş bir niteliktir ki buna “tamamlayıcı suret” denilir. Bunun örneği filozofların
(hukemâ.) şu sözüdür: Cisim mutlaka, hareket, durma, birleşme, ayrılma,
karanlık (gölge) oluşturma, aydınlatma, ışığı geçirme (şeffaflık), geçirmeme,
sıcak, soğuk, yaş, kuru, hafif, ağır, katı, gevşek, sert, yumuşak, tadı, rengi,
kokusu olma vb. bir nitelik durumunda olur (yani mutlaka bu durumlardan
birinde olur). Bunların tamamı, cismin cisim olmasından sonra onun mahiyetine
dahil, ona ilave ve onu tamamlayan arazlardır. Bu araz ve nitelikleri teker
teker zikretmeye ve anlatmaya ihtiyaç duyuyoruz.
Diyoruz
ki: Bütün bu a’râz ve sıfatlar, cismi tamamlayan ve onu en son haddine
ulaştıran suretler(şekiller)dir. Bunların bir kısmı cisme diğerlerinden daha
önceliklidir. Buna göre, cisim için hareketsizlik (sükûn) hareketten,
birleşme ayrılıktan, karanlık aydınlıktan ve mekân zamandan daha elverişlidir.
Bunun
açıklaması şöyledir: Hareketsizlik (sükûn) cisim için hareketten daha
elverişlidir. Zira cismin altı yönü vardır, bir kere de bütün yönlere hareket
etmesi imkânsızdır. Yönlerden birine hareket etmesi de diğerine hareket
etmesinden daha öncelikli(ev/â) değildir. O zaman hareketsizlik (sükûn)
hareketten daha elverişlidir. Gök cisimleri (eflak) ve ateş gibi bazı
cisimlerin devamlı hareket halinde olması ise, cismin cisim olması bakımından
ayrı bir durum olup cismi tamamlayıcı bir şeydir. Madde (Heyûlâ) Risalesinde
açıkladığımız üzere, hareket, cisme dahil ve cismi tamamlayan ruhanî (manevi)
bir şekildir. Hareketsizlik ise bu şeklin olmayışıdır.
“Cismin
her birinden ayrılmadığı[70]
[71]
(ayrı düşünülemeyeceği)” söylenen birleşme ve ayrılık ise, cismin cisim olması
yönünden değil de bazı cisimlerin belirginleşmesi (teşehhus)
bakımındandır. Bu da şöyledir: Bir bütün olarak âlemin cismi birbirinden
ayrılmaz ve başkasıyla da birleşmez. Çünkü bir tek âlem vardır. Birleşme ve
ayrılma ise ancak şahıs, hayvan, bitki ve ay altı alemde (felek)
bulunan ana kütlelerin (ümmehât) parçalarından bazısı için söz
konusudur.
“Yıldızların
birleşmesi veya ayrılması” konusunda söylenen sözün aslı yoktur. Zira her
yıldız kendi gezegenine veya onun bulunduğu dereceye bağlıdır. Yıldızların
birleşmesinden maksat, tek çizgi (yörünge) üzerinde birbirlerine paralel
olmalarıdır. Bu, gözlerimizin görüntü mesafesinden başlayıp kuşatıcı gezegene
kadar çıkan çizgidir.
“Cismin
mekândan ayrılmayacağı (mekândan ayrı düşünülemeyeceği)” şeklindeki görüşün
sebebi ancak şudur: Yıldızların ve gezegenlerin bir kısmı diğerini kuşattığına
göre, kuşatanın kuşattığı şeyin mekânı olduğu söylenmiştir. “Madde Risâlesi”nde
zaman ve mekânın mahiyeti konusunda bilginlerin farklı görüşlerini
açıklamıştık.
“Cismin
zamandan ayrılmayacağı (zamandan ayrı düşünülemeyeceği)” şeklinde söylenen
ifade cismin tanımından değil, hareket dolayısıyladır. Buna göre, “Madde
Risâlesi”nde açıkladığımız üzere, zaman, gök cisminin (felek) tekrarlı
bir şekilde dönüşüyle meydana getirdiği hareketten başka bir şey değildir.
“Cismin
karanlık veya aydınlık/parlak olmaktan ayrı düşünülemeyeceği” şeklindeki ifâde
doğru bir taksim değildir. Fakat şöyle denilir: cisimlerin bazısı karanlık,
bazısı aydınlık bazısı ise ne karanlık ve ne de aydınlık olup şeffaftır. Buna
göre karanlık cisimler gölgesi olan, ışık gölgesi olmayan, şeffaf ise bazen
ışığı bazen de karanlığı yansıtandır.
Bilmiş
ol ki, evrende yer ve aydan başka gölgesi olan başka bir cisim yoktur. Fakat
Ay’ın yüzü ışığı red ve kabul edebilen parlak (pürüzsüz) bir yapıdadır. Yerin
yüzü ise parlak (pürüzsüz) bir yapıda değildir. (Batlamyus’un) el-Mecisti
adlı gök cisimleri ve geometri konusundaki kitabını inceleyen ve bu ilim
konusunda uzman olanlar söylediğimizin hakikatini bilirler.
Evrende
ışık veren cisimler sadece iki cinstir, bize göre bunlar da yıldızlar ve
ateştir.
Ay
altı alemde bulunan ve dokuzuncu felek (esir)[72]
denilen ateş ışık seçici değildir. Çünkü eğer o ışık saçıcı olsaydı bizden
yıldızların ışığını engellerdi. Tıpkı, aynı hat üzerinde olduğu ve biri
diğerinin arkasında bulunduğunda, kandillerden birinin diğerinin ışığını
engellemesi gibi.
Şeffaf
cisimler ise, gök cisimleri, ateş, hava, su, billur, yakut, cam ve bunun gibi
bazı yer cisimleridir. Şeffaf, tabii rengi olmayan cisimdir. Tabii renk,
cisimden ayrılmayan şeydir. Gözün siyahlığı, karın beyazlığı, zaferanın
sarılığı, aprus (carthamus tinctorius/papağan yemi) denilen maddenin
kırmızılığı ve bitkinin yeşilliği böyledir.
Derin
suyun dibinde ve havada görülen mavilik gibi, genişlemesine olan renge gelince;
ismi yüce olan Allah, havanın maviliğini ve bitkinin yeşilliğini canlıların
gözlerinin yararına olarak yaratmıştır. Çünkü bu iki renk gözü güçlendirici
özelliğe sahiptir. Her canlı yaşarken her daim göğe bakmaya ve yaşamasını
sağlayacak şeyleri aramak, elde etmek için de bitkiye bakmaya ihtiyaç duyar.
Bazı
cisimlerdeki sıcaklığa gelince; bu, maddenin parçalarının hafif hareketle
kaynayıp kabarmasından dolayıdır.
Bazı
maddelerin soğuk olmasının sebebi, söz konusu parçaların hareketsiz olması veya
belirtilen kaynamanın donmasıdır.
Bazı
cisimlerin yaş olması, hareketli parçaların hareketsiz olanlarla karışık olması
sebebiyledir.
Bazılarının
kuru olmasının sebebi, bu parçaların tamamının hareketli veya hareketsiz
olmasından dolayıdır. Bundan ötürü ateş, yakıcı ve kuru olmuştur. Maddenin
yerdeki bütün parçaları hareketli olduğundan dolayı yer soğuk ve kuru olmuştur.
Maddenin bütün parçaları hareketsiz olduğundan su ve hava yaş oldu. Çünkü maddenin
yerdeki bazı parçaları hareketli, bazıları ise hareketsizdir. Ancak sudaki parçaların
çoğu hareketsiz iken, havadaki parçaların çoğu hareketlidir. Bu sebeple hava
sıcak ve yaş; su ise soğuk ve yaş olmuştur.
Bazı
maddelerin ağır, bazılarının ise hafif olmasına gelince; bunun sebebi şudur:
Bütün (kütle) halinde bulunan cisimlerden her birinin bir konumu vardır ve
baskı uygulayan birisi olmadan o konumdan çıkmaz ve orada durur. Baskıdan
kurtulduğu zaman da kendine mahsus yerine döner. Şayet o cismin yerine
dönmesini engelleyen bir engel bulunursa aralarında çekişme çıkar. Şayet
yöneliş evrenin merkezine doğru olursa buna “ağırlık”, okyanusa doğru olursa
“hafiflik” denilir. Bunun nasıl olduğunu “Gökyüzü ve Âlem Risalesinde[73]
açıkladık.
Bazı
cisimlerin katı olmasının sebebi, kendilerine soğukluk ve kuruluğun baskın
olmasındandır. “Oluş ve Bozuluş Risâlest’nde[74]
soğukluk ve kuruluğun mahiyetini açıkladık.
Bazı
cisimlerin gevşek olması, sıvı parçaların toprak parçalarına baskın olmasından
dolayıdır.
Bazı
cisimlerin sert olmasının sebebi, yüzeyinin görünen kısmı üzerindeki parçaların
farklı olmasındandır. Bu parçaların bazısı yüksek ve bazısı alçaktır. Eğe,
törpü vb. âletler gibi.
Bazı
cisimlerin düz ve pürüzsüz olmasının sebebi, bu parçaların tek bir yüzeyde
konumlanmış olmasındandır. Ayna yüzeyi vb. cisimler böyledir.
Cisimleri
ve onlara nüfuz eden algılanabilir arazlarını kısaca zikrettikten sonra şimdi
de beş duyunun araçlarını (âlât) ve bunlarda bulunan rûhânî duyusal
güçlerin kanallarının yerlerini zikredeceğiz.
Bölüm
Birinci
olarak şunu söylüyoruz: Beş duyu nedir?, Duyusal güçler nedir, duyu (his) nedir?
Duygu/hissetme (ihsas) nedir? Duyulanan şeyler nelerdir? Bunların cevabı
şöyledir:
Bilmiş
ol ki, duyular, bedene ait araçlar olup beş tanedir. Bunlar: Göz, kulak, dil,
burun ve eldir. İşte bunların her biri bedenin bir organıdır.
Duyusal
güçler ruhânî-nefsânî güçler olup her biri vücut organlarından birine aittir.
Nitekim bundan sonraki bölümde bunu açıkladık.
Duyulanlar
ise, duyu organları vasıtasıyla idrak edilen şeylerdir. Duyularla idrak edilen
şeyler, tabiî cisimlere nüfuz etmiş, duyularda etkili ve karakterinin {mizaç)
niteliğini değiştiren arazlardır.
Duyu
(his), duyulan şeyle doğrudan ilişki kurulduğunda duyu organının karakterinin
değişikliğe uğramasıdır. Duygu/hissetme ise, duyu organının karakterinin niteliğine
ilişkin değişikliklerin duyusal güçler tarafından hissedilmesi (fark
edilmesidir.
Bunun
açıklaması şöyledir: Görme gücünün kanalı iki gözdedir. Bu, her iki gözbebeğinin
deriye ait yaşlıkta yer edinmesi (gizlenmesi) şeklindedir. İşitme duyusunun
kanah, kulaklardadır. Bu da, beynin arka lobuna düşen işitme kanallarında yer
almaktadır. Koklama duyusunun kanalı burun deliklerindedir. Bu duyu, beynin ön
lobuna düşen burunda yer almış durumdadır. Tatma gücünün kanah ağızdır. Bu dilin
ıslaklığında yer almaktadır. Dokunma gücünün kanah, derisi ince olan bütün
canlıların beden yüzeylerinin genelidir. Fakat bu duyu insanda özellikle de parmak
uçlarında daha belirgindir. Nitekim şöyle denilmiştir: Parmak uçları bedene
hâkimdir. Bu duyu, bedenin iç ve dışında yer almaktadır.
Bilmiş
ol ki, duyularla algılanan {mahsûsât) şeylerin tamamı beş cinstir. Bunların
bir kısmı, dokunma yoluyla bilinir. Bunlar da on nevi olup şunlardır: Sıcaklık,
soğukluk, ıslaklık, kuruluk, sertlik, yumuşaklık, katılık, gevşeklik, hafiflik
ve ağırlık.
İkinci
cins, tatma yoluyla bilinen yiyeceklerdir. Bunlar dokuz nevi olup şunlardır:
Tatlılık, acılık, tuzluluk, yağlılık, ekşilik, keskinlik, keskin (şarap vb.)
koku, tatlılık ve tatsızlık.
Üçüncü
cins, koku alma duyusu yoluyla hissedilen kokulardır. Bu da güzel ve kötü koku
olmak üzere iki çeşittir.
Dördüncü
cins, işitme yoluyla algılanan seslerdir. Bunlar da canlıya ait olan ve cansız
varlığa ait olan olmak üzere iki çeşittir. Cansıza ait sesler, doğal ve aletle
ilgili olmak üzere iki nevidir. Canlıya ait sesler, konuşma sesi olan ve
olmayan şeklinde iki çeşit olup konuşma sesi de bir anlamı olan ve olmayan
olmak üzere iki türlüdür.
Beşinci
cins, görme yoluyla algılanan görüntülerdir. Bunlar on çeşittir: Işıklar, karanlıklar,
renkler, yüzeyler, cisimlerin bizzat kendileri, cisimlerin şekilleri, konumları
(vaziyetleri), boyutları, hareketleri ve hareketsizlikleri.
Duyularla
algılanan şeyleri kısaca ifade ettiğimize göre o zaman şimdi de algılayıcı
güçlerin algı alanlarına giren şeyleri nasıl algıladıklarını teker teker
anlatalım. Önce dokunma duyusu ve niteliğini anlatarak başlıyoruz. Çünkü
dokunma duyusunun dokunulan şeyleri algılaması cisimsel bir algıdır. Sonra
konuyu görme gücünü anlatarak bitiriyoruz. Zira görme gücünün görüntüleri
algılaması ruhanî bir algıdır.
Bölüm
Dokunma
Gücünün Sıcaklık ve Soğukluğu Nasıl Algıladığına Dair
İlk
olarak şunu ifade edelim ki, canlıların beden yapısı daima bir miktar sıcaklık
ve soğukluk taşır. Onunla başka bir cisim karşılaştığı zaman bu cisim mutlaka
bedenden daha hararetli veya daha soğuk ya da bu konuda onunla eşit olur. Şayet
bedenden daha hararetli olursa, onunla karşılaştığı zaman kızgınlık durumu bir
şekilde artar. Eğer ondan daha soğuk olursa soğukluk durumu bir şekilde artar.
Dokunma gücü bu değişim ve dönüşümü algılar ve bu haberi beynin ön lobunda
bulunan hayal gücü(e/kuvvetü'l-muhayyile)ne iletir. Şayet bu cismin
durumu bedenin mizacındaki hararet ve soğukluğun her ikisinde eşitse, ondan bir
şey değiştirmez, onu etkilemez ve (algılama) güçleri bir şey algılamaz.
Ancak bu cisim mutlaka bedenden daha katı veya daha yumuşak olur. Bu durumda
algılama gücü bu değişim ve dönüşümü algılar. Şayet cisim hararet ve soğukluk
niteliklerinde vücutla eşit olursa ona tesir etmez, onda his oluşturmaz. Fakat
bu cisim bedenden daha sert veya gevşek olur. Bu durumda bedene etki eder,
algılayıcı güç de bu değişimi algılar. Hararet, soğukluk, yumuşaklık, sertlik,
katılık ve gevşeklik gibi altı nitelikte birbirine eşit olan iki cisim az
bulunur.
Bu
gücün, sertlik ve gevşekliği nasıl algıladığına gelince; canlının bedenine
başka bir cisim çarptığı zaman mutlaka bunlardan biri diğerini oyar. Cisimdeki
oyuk parmağın hamurda meydana getirdiği oyuk gibi olursa algılayıcı güç bu
yumuşaklığı algılar ve onun haberini hayal (muhayyile) gücüne iletir.
Şayet bu oyuk elin demire gömülmesi gibi olursa algılayıcı güç bu sertliği
algılar ve onun haberini hayal (muhayyile) gücüne iletir.
Bu
gücün sertlik ve yumuşaklığı nasıl algıladığına gelince; daha önce anlattığımız
gibi olmaktadır. Yani cisimlerin dış yüzeyindeki parçaların durumu farklı olup
bazısı yüksek ve bazısı alçak olduğunda bu katı ise bu sert cisim olur.
Cisimlerin
dış yüzeyindeki parçaların tamamı tek bir düzlemde olursa, iki yumuşak cisim
karşılaştığında, aralarında boşluk olmadan dokunan yüzeylerden biri diğerinin
üzerine kapanır.
Canlının
bedenine gelince: Onunla katı bir cisim karşılaşınca ondan meydana gelen
parçalar bedenin bazı parçalarını içine doğru iter. Böylece beden yüzeyi katılaşır,
algılayıcı güç bu değişimi algılar ve onun haberini hayal gücüne iletir.
Canlının bedeni yumuşak bir cisimle karşılaşınca, bedenin parçalarını ikinci
sefer içine doğru iter ve algılayıcı güç bu değişimi algılar.
Bu
konu, beden organlarının mizacının değişmesine göre değişiklik arzeder. Buna
göre insan elini bir elbisenin üzerine koyduğu zaman onun yumuşak olduğunu
hisseder. Sonra elini yanağına dokundurur ve onun sert olduğunu anlar. Zira
insanın yanağı dokunma bakımından daima elinden çoğu kere daha yumuşaktır.
Aynı
şekilde elini bir çuvala dokundurduğunda onun sert olduğunu hisseder. Sonra o
çuvala ayağıyla dokunduğunda onun yumuşak olduğunu görür. Zira ayak elden daha
serttir.
Yine
bunun gibi insan serin olan bir hamama girdiği zaman birinci odayı sıcak bulur,
daha sıcak odadan çıktığı zaman onu soğuk bulur. Çünkü mizaç onu değiştirmiştir.
Görmüyor musun ki, dokunma gücünün algı sahasına giren şeyleri algılaması,
beden mizacının sıcaklık, soğukluk, sertlik, katılık yumuşaklık ve gevşeklik
gibi durumlarında değişik olmasına ve algılanan şeyin durumlarının değişmesine
göre değişiklik arzeder. Zira algılayıcı güç zat ve cevherinde farklılık
arzeder.
Bu
gücün yaşlık ve kuruluğu nasıl algıladığına gelince; kuru bir cisim bedenle
karşılaştığı zaman bedenin ıslaklığını emer ve kurutur. Algılayıcı güç bu
değişikliği hisseder. Bedenle yaş bir cisim karşılaşınca onun yaşlık ve
rutubetini artırır.
Bu
gücün ağırlık ve hafifliği nasıl algıladığına gelince; bu güç, itme, çekme ve
yüklenme anında ağırlık ve hafifliği algılar. Ağır ve hafif bedenin gücüne göre
değişir. Karınca gibi bazı hayvanlar beden ağırlığının kat kat fazlası olan
yükü taşır. Bazıları ise beden ağırlığından fazlasını taşıyamaz. Canlıların
özelliklerini anlattığımız risalede bunun sebep ve gerekçesini açıklamıştık.
Bölüm
Tatma
gücünün algı sahasına giren ve sadece yiyeceklerden oluşan şeyleri nasıl
algıladığına gelince: Bunlar dokuz çeşittir: Birincisi, dilin mizacına uygun
olan tattır. İkincisi, dilin mizacına aykırı olan acılıktır. Üçüncüsü,
tuzluluk, dördüncüsü, yağlılık, beşincisi, ekşilik, akıncısı, keskinlik,
yedincisi, burukluk, sekizincisi, tatlılık, dokuzuncusu ise tatsızlıktır.
Bunların
algılanması, bu tatların yaşlığının dilin yaşlığıyla birleşmesi ve karışmaları
şeklinde olur. Dilin mizacı bu yiyeceğin tadına göre değerlendirilir; eğer
tatlı ise dil de tath, acıysa acı, ekşiyse ekşi...vs. ve böylece dil bunları
algılar. Algı, algılayıcının mizacının sadece nitelik bakımından algılanan
gibi olmasından daha fazla bir şey değildir. Algılama ise, nefsin bu mizaçların
değişimini hissetmesinden daha fazla bir şey değildir.
Koklama
duyusunun kokular olan ve algı sahasına giren şeyleri nasıl algıladığına
gelince: Bu güzel ve kötü koku olmak üzere iki türlüdür. Cisimlerin kokuları
vardır. Onlardan devamlı, ruhanî bir mizaç olarak hava ile beraber hoş buharlar
çıkar. Nitelik bakımından hava onun gibi olur: Eğer koku hoşsa hava da hoş,
kötü olursa kötü olur.
Akciğeri
olan canlı, kalpte bulunan içgüdüsel harareti canlandırmak için daima havayı
koklar. Bu hava onun burun deliğine ve genzine ulaşır. Oradaki bu hava da
nitelik bakımından onun gibi olur. îşte koklama gücü bu değişimi algılar ve
onun haberini hayal gücüne iletir. Şayet koku güzel ise canlının tabiatı ondan
lezzet ahr, eğer kötü ise hoşlanmaz ve tiksinir. Zıtlık kuralının değişmesine
göre, kokular da canlıların genizlerinde lezzet ve tiksinme bakımından
değişiklik arzeder. Buna göre domuz, sinek ve solucan gibi bazı hayvanlar gübre
ve leş kokusundan lezzet ahr. Bazıları ise güzel kokulardan tiksinir. Buna göre
bok böceği gülün içine batırıldığı zaman kendinden geçer ve hareket edemez.
Onun yaşamasını isteyen tekrar onu gübrenin içine bırakır, bu sefer canlanır,
hareket eder ve yaşar.
İnsanlardan
da bu nitelikte olanlar vardır. Gübreciler ve çöpçüler böyledir. Anlatıldığına
göre, çöpçünün biri parfüm ürünlerinin satıldığı çarşıya (attar) girdi
ve bayıldı. Hatta öldü sandılar. Oradan geçen bir doktor onun durumunu ve
bayılma sebebini anladı ve kuru tezek getirilmesini emretti. Onun ufalanıp
tütsü yapılmasını istedi. îstenen yapılır yapılmaz hemencecik hapşırdı ve
kendine geldi.
Hastalardan
da bu şekilde olanlar vardır. Mesela sarılık hastalığına müptela olanlar
böyledir. Bunlar misk kokusundan rahatsız olurken çamur kokusundan lezzet
alırlar. Bu farklılık bedenlerin mizaçlarının farklılığına ve onlardaki baskın
karışıma göredir.
Anlatılan
bu üç algılama gücü, algı sahasına giren şeyleri dokunma yoluyla ve cismani
olarak algılar.
İşitme
ve görme gücü algı alanlarına giren şeyleri kesin olarak manevi şekilde
algılar.
Bölüm
İşitme
Gücünün Algılamasına Dair
İşitme
gücünün algı sahasına giren sesleri algılayışı: Bilmiş ol ki, sesler canlıya
ait olan ve olmayan olmak üzere iki çeşittir. Aynı zamanda sesler, tabiî ve
aletten çıkan olmak üzere de iki kısımdır. Tabiî sesler, taş, demir, odun,
şimşek, rüzgâr ve diğer cansız cisimlere ait seslerdir. Alet sesleri ise,
davul, boru (korna), saz, çalgı telleri ve buna benzer ses çıkaran aletler böyledir.
Bu ses, şiddetle birbirine çarpan iki cisim arasında değişip duran bir havadır.
İşitme aletinde duran hava sürekli vurularak kulakları çınlatır hale gelir.
Bunun altında da birçok çeşit vardır.
Canlıdan
kaynaklanan sesler de mantıkî olan ve mantıkî olmayan olmak üzere iki çeşittir:
Mantıkî olmayanlar konuşma özelliği olmayan insan dışındaki diğer canlıların
sesleridir. Mantıkî sesler insan sesleridir. Bunlar da bir anlamı gösterenler
ve göstermeyenler olmak üzere iki çeşittir. Bir anlamı göstermeyenler, gülme,
ağlama ve tüm hecesiz seslerdir. Anlamı gösterenler ise, heceli olan söz ve
cümlelerdir. Bu sesler, ağız içi organların bir araya getirilmesi (yumulması)
suretiyle seslerin (ölçülü bir şekilde) parçalara ayrılmasıyla olur. Ağzın bu
yumulmasından harfler meydana gelir. Nitekim ağzın bir şekilde yumulmasıyla
“be” harfi meydana gelir. Bir başka şekilde yumulmasıyla da “mim” harfi meydana
gelir. Bütün bu sesler, ancak havada cisimlerin çarpışmasından meydana gelen
bir vuruştur. Buna göre, aşırı inceliği, cevherinin (elementinin) hafifliği,
parçalarına ait hareketin hızı sebebiyle bütün cisimlerin içine girip karışır.
Bir cisim diğerine çarptığında bu hava, aralarından kızgın bir şekilde,
uzaklaşarak ve dalgalanarak her tarafa yayılır. Havanın bu hareketinden küresel
bir şekil meydana gelir. Nasıl ki camcının üflemesi sonucu şişe genişliyorsa
veya durgun bir suya bir taş bırakıldığında nasıl ki su göletin etrafına
ulaşana kadar sıkışıyorsa, bu hava da öyle genişler. Bu şekil genişledikçe
durgunlaşana ve azalıp yok olana kadar hareketi ve dalgalanması zayıflar. Hava
ile ilgili bu dalgalanma durumuna yakın bir yerde bulunan insan ve kulağı olan
diğer canlılara ait işitme gücü bu hareket ve değişimi algılar.
Bilmiş
ol ki, her bir sesin diğerinden farklı olarak nağmesi, kalıbı ve ruhani bir
yapısı vardır. Cevherinin üstünlüğünden ve unsurunun inceliğinden dolayı hava,
seslerin tamamını taşır ve birbirine karışıp yapıları bozulmasın diye, onları
hayal gücüne götürene kadar, işitme gücü yanında onları en son haddine
ulaştırana kadar korur. “Bu, size işitme görme ve düşünme duyuları veren
Aziz ve Alîm olan Allah’ın bir takdiridir. Ne kadar da az
şükrediyorsunuz"*.
8.
Bkz. Secde, 32/ 9.
Bölüm
Görme
Gücünün Algısına Dair
Görme
gücünün algı sahasına giren şeyleri nasıl algıladığına gelince: Görme gücünün
algı sahasına giren şeyler on çeşittir. Bunların birincisi ışıklar, karanlıklar
ve renkler, yüzeyler ve cisimlerin bizzat kendileri, şekilleri, boyutları,
hareketleri, durgunlukları ve konumlarıdır. Bu çeşitler içerisinde gerçekten
ve bizzat algılanan sadece ışık ve karanlıktır. Ancak karanlık görülen ve
kendisi sebebiyle başka bir şeyin görülmediği bir şeydir.
Bu
çeşitlerin birincisi renklerdir. Renkler ancak cisimlerin yüzeylerinde bulunduğu
için yüzeyler onları göstermektedir. Yüzeyler de ancak cisimlerde bulunduğundan
her cisim yüzeyi aracılığı ile görülür olmuştur. Her cismin mutlaka şekil, konum,
boyut ve hareketleri vardır ve bunların tamamı zatlarına göre değil arazlarına
göre sıralanmıştır.
Bundan
sonra bilmiş ol ki, ışık ve karanlık ruhani (manevi), siyah ve beyaz ise
cismani renklerdir. Işık beyaza, karanlık ise siyaha uygundur. Buna göre beyaz
diğer renkler üzerine baskın gelir (onlardan daha belirgin durur). Nitekim
görülebilecek diğer şeyler ışıkta görülür. Siyahta renkler ortaya çıkmaz,
karanlıkta da bir şey görülmez.
Sonra
bilmiş ol ki, ruhun cesette dolaştığı gibi ışık ve karanlık da şeffaf cisimlerde
dolaşır ve onlardan zamansız olarak ayrılır. Fakat ziya (aydınlık),
şeffaf cisimlere sirayet ettiği zaman cisimlerin renk ve daha önce bahsedilen
niteliklerini ruhani bir şekilde kendisiyle beraber taşır ve cisimlerin
yapısıyla birlikte bu özellikleri korur. Bunun sonucunda da bu özellikler
birbirine karışarak yapıları bozulmaz. Nitekim daha önce anlattığımız üzere,
hava da sesleri yapılarıyla birlikte taşır ve onu göz bebeklerinde bulunan
kırağı şeklindeki yaşlık içerisinde yer alan görme gücü yanında bulunan en
ileri noktasına götürür.
Sonra
bilmiş ol ki, göz bebekleri şeffaf cisimlerden biri olup cesedin aynalarıdır.
Zira bunlar iki şeffaf perde ile kaplanmıştır. Bu bebekleri kaplayan perde kornea[75]
[76]
perdesidir. Bu prensibi tıp sanatında uzman olan bilir. Işık şeffaf
cisimlere sirayet ettiği zaman kendisiyle birlikte mevcut cisimlerin rengini
taşır, oradaki canlının göz bebeklerine bitişir ve diğer şeffaf cisimlerde
hareket ettiği gibi bu göz bebeklerinde de hareket eder. Hava nasıl ışığın
kalıbını alırsa bu kornea da bu renklerin kalıbını ahr. Bu esnada görme gücü
bu değişikliği algılar ve diğer algılayıcı güçlerin algı alanlarına giren
şeylerin haberlerini ilettikleri gibi, o da bunun haberini hayal gücüne (el-Kuvvetü'l-mütehayyile)
iletir. Bizim, renklerin cisimlerin şekillerini ve yine havanın da sesleri
ruhani bir şekilde nasıl taşıdığına dair açıklamalarımıza şaşıran kimsenin bunu
tasavvur edemediği için inkâr etmesi gerekmez. Zira algılayıcı güçlerin
algıladığı şekilleri taşımaları daha ruhani ve daha şaşılacak bir şeydir. Biz
bunu ve nasıl olduğunu “Akıl ve Ma’kul Risalesi”'°nde açıkladık.
îlim
adamlarının çoğu zannetmektedir ki, gözün gördüğü şeyleri algılaması gözden
çıkan iki ışık {şua) vasıtasıyla olmaktadır. Bu ışıklar havaya ve şeffaf
cisimlere nüfuz etmekte bunun sonucunda göz de algı sahasına giren bu şeyleri
görmektedir. Ancak bu, ruhani ve tabii şeyler konusunda tecrübesi olmayan
kimsenin zannından ibarettir. Şayet bu konularda tecrübesi olsaydı, bizim
dediğimizin doğru olduğunu anlardı.
Bölüm
Sonra
bilmiş ol ki, algılayıcı güçlerin her biri bedenin bir parçası ve bir uzvu olduğu
halde bu algılayıcı güçler, nefsin parçalarından değildir. Fakat bunların her
biri bizatihi nefistir. Onlara farklı isimlerin verilmesi farklı işlevlerinden
dolayıdır. Buna göre, görme işini yaptığında ona “görücü”, işitme işini
yaptığında “işitici”, tatma işini yaptığında “tadıcı” denir.
Böylece
cisimde gelişme (artma) meydana geldiğinde “artıcı”; his ve hareket meydana
geldiğinde “canlı” ve düşünme ve ayırt etme meydana geldiğinde ise “konuşucu”
adını alır.
Algılayıcı
güçlerin (cisimlerin) işlevlerinin farklılığına göre onlara verilen diğer
isimler de bu kıyasa göredir. Nasıl ki zenaatkârların yaptıkları işler
kullandıkları aletlere göre farklı ise, bunların işlevlerinin farklılığı da
beden organlarının farklılığına göredir. Buna göre marangoz balta ile yontar ve
testere ile keser. Demirci, çekiçle döver ve soğutucu ile soğutur. Bu örnekte
olduğu gibi, diğer zenaatkârların mesleklerini icra ederken yaptıkları işler
de kullandıkları aletlere göre farklılık arzeder.
Bunun
gibi, nefsin bedende icra ettiği işler organların farklılığına göre değişiklik
arzeder. Zira nefse göre bedenin organları zenaatkârın aletleri gibidir.
Bölüm
Burada
Açıklandığı Üzere,
Algılanan Şeylerin Sonuçlarının Yeri Beynin Ön Lobu Olan
Hayal Gücüne Nasıl Ulaştığına Dair
Biz
diyoruz ki, beynin ön lobunda ince ve yumuşak sinirler yayılır. Bunlar algılayıcı
güçlerin kökleriyle birleşir. Birleştikleri yerde farklı parçalara bölünür ve
beynin parçaları içerisinde örümcek ağı gibi bir ağ oluştururlar. Algılayıcı
güçlerin parçalarına ait olan algılama keyfiyeti başladığında, onun yanındaki
algıların mizacı değiştiğinde ve ona ait algılama biçimini de değiştirdiğinde,
bu değişiklik, beynin ön lobunda bulunan ve tamamıyla kaynağı olan sinirlere
ulaşır. Haber getirenlerin mektupları nasıl ki harita sahibinin yanında
birleşiyorsa, algılanan şeylerin tamamının algı sonuçları da hayal gücü
yanında toplanır. Bu mektupların tamamı kralın huzuruna gönderilir. Kral onları
okur ve içeriklerini anlar. Sonra da koruması için hazinecisine teslim eder. O
da bu mektupları ihtiyaç anma kadar saklar.
İşte
hayal gücünün hükmü de böyledir. Algılayıcı güçlerin ilettiği algılanmış şeylerin
algı sonuçları hayal gücünün yanında toplandığı zaman o bunları, onlar hakkında
düşünmesi ve anlamlarına bakması için beynin ortasında bulunan düşünme gücüne
verir. O da bunlar üzerinde düşünüp mahiyetlerini, zarar ve faydalarını öğrendikten
sonra bunları hatırlaması gereken zamana kadar muhafaza etmesi için hafıza
gücüne iletir.
Bölüm
Algılanan
Şeylerin Bazının Bizzat Bazısının ise
Arazla Algılandığına Dair
Biz
diyoruz ki, bilmiş ol ki, insan bir meyveyi uzaktan gördüğünde onun tatlı, acı,
güzel kokulu, kötü kokulu, sert, yumuşak, katı, gevşek, sıcak, soğuk, yaş veya
kuru olduğunu derhal anlar. Onun bu özelliklerin tamamını bilmesi göz yoluyla
değildir. Ancak bu bilgi, düşünme gücüne, onları görmesine, onlara ait
tecrübesine ve bu konuda devam ede gelen alışkanlıklara dayanır.
Aynı
şekilde bunlara ait bir hükümde yanıldığı zaman, bu yanılma göz tarafından
olmaz. Fakat bu yanılma, görmeden ve değerlendirmeden karar verdiği zaman düşünme
gücü tarafından olur.
Bunun
örneği şöyledir: İnsan serap gördüğü zaman onu su zanneder. Burada yanılan göz
değildir. Fakat düşünme gücü, bu renkli şeye dokunulabileceğine
tadılabileceğine, onun akıcı ve yaş bir cisim olduğuna karar verir. Yanma
geldiğinde ise onun bu nitelikte olmadığını görür ve yanıldığı ortaya çıkar.
Halbuki hayal gücü ona bir algı gücünün algılama sonucunu ulaştırdığı zaman
düşünme gücünün yapacağı şey, ya karar vermemektir veya bir başka algılama
gücünden haber alıp öyle karar vermektir. Diğer algı gücü de bu duruma
şahitlik ederse ancak o zaman durumun şöyle şöyle olduğuna karar verir. Bunun
örneği şöyledir: Göz kâfurdan yapılmış ve elma rengine boyanmış bir elma
gördüğü zaman, onun haberini hayal gücüne, hayal gücü de düşünme gücüne
ulaştırdığında, düşünme gücü, tat alma, koklama ve dokunma gücünden bilgi
almadan o cismin tadının, kokusunun ve dokunuşunun bir meyve olan elma gibi
olduğuna hükmetmemesi gerekir. Aksine her bir algı gücünden kendi alanına dair
algı bilgisini aldıktan sonra düşünme gücü o cismin şöyle şöyle olduğuna
hükmeder ki, verdiği hüküm hatası olmayan doğru bir karar olsun.
Bundan
sonra bilmiş ol ki, bu sebepten dolayı konuşma gücü, çocukların dillerinde,
algılanan şeylerin anlamlarından bir şeye hükmetmekten engellenmiştir".
Zira düşünme gücü henüz manalarına hükmetmemiş ve onları doğru olarak ayırt
etmemiştir. Eğitim yaşları geçip ay, planlamayı konuşma ve ayırt etme sahibinin
Merkür’üne doğru sevkettiği zaman, çocuğun dili algılayıcı gücün düşünme gücüne
götürdüğü ve algılanan şeylere ait manaları ifade etmeye ve açıklamaya başlar.
11.
Yani çocukların dilleri algılanan şeylerden hiçbirini henüz konuşamazlar,
(ç.n.)
Bölüm
Lezzetin,
Elemin, Rahatın Mahiyeti ve
Duyuların Nasıl Algıladığına Dair
Biz
diyoruz ki, canlılar her zaman lezzet, elem, yorgunluk ve rahatla
başbaşadırlar. Zira canlıların bedenleri dört ana unsurdan oluşmaktadır. Bunlar
dört karışım olup tabiatları birbirine zıt olan sıcaklık, soğukluk, yaşlık ve
kuruluktur. Bunların tamamı değişme (başka şeye) dönüşme bakımından fazlalık
ve noksanlık arasındadır. İşte bu fazlalık ve noksanlık bazen mizacı normalden
karışım ve tabiatlardan birinin fazla olması yönüne, bazen de bunlardan birinin
az olması yönüne götürür. Lezzet, mizacın normalin dışına çıktıktan sonra
normale dönmesidir. Bundan dolayı canlı lezzeti ancak önceden çektiği
ıstıraptan sonra hisseder.
Bilmiş
ol ki, algılayıcı güç mizacı normalin dışına çıkaran bütün algılardan irkilir
ve ıstırap duyar. Mizacı normale döndüren her şeyden de hoşlanır ve lezzet
alır.
Sonra
bil ki, rahat, sağlık ve normal durumda kalmaktır. Yorgunluk ise ıstırap ve
lezzet arasında gidip gelmektir.
Sonra
bil ki, bu risaleyi dikkatle inceleyen ve orada duyu organları ve onların
duyumladıkları şeylere dair anlatmış olduğumuz bilgiler üzerinde düşünen kimse
algılanan şeylerin tamamının cisimsel arazlar olduğunu anlamış olur. Algılanan
bu şeyler, maddenin şekilleridir. Nefsin onları beş duyu gücü ile anlaması,
duyular yoluyla olmaktadır. Duyular, bedensel aletlerdir. His, duyulmadıkları
şeylerle doğrudan karşılaştıklarında duyuların mizacının değişmesidir.
Duyumsatmak, bu mizaçlarda meydana gelen değişikliklerin algılayıcı güçler
tarafından hissedilmesidir.
Bölüm
Beş
Ruhanî Gücün Anlatılmasına Dair
Biz
diyoruz ki: Allah seni başarılı kılsın! Bilmiş ol ki, insan nefsinin diğer beş
ruhani gücü daha vardır. Onların faaliyeti bedensel beş duyunun faaliyetinden
farklıdır. Bunlar, hayal etme, düşünme, koruma, konuşma ve sanat yapma
gücüdür. Bu güçler, bilinme sahasına ait şeylerin resimlerini (şekillerini)
maddeleri dışında ruhani bir şekilde bilmektedir. Duyu organları ise, daha
önce açıkladığımız üzere, algı sahalarına ait şeyleri ancak maddeleri içinde
bilmektedir. Yine bu ruhanî güçler, bedensel duyuların faaliyetinden ayrı
olarak, bilinme sahasındaki şeylere ait şekillerin bir kısmını diğer kısmından
ahr. Zira daha önce açıkladığımız üzere, algılayıcı güçlerden her biri,
duyumsanacak şeylerden sadece bir cinsi algılamaya mahsustur. Buna göre, görme
gücü, sesleri, yiyecekleri, kokuları ve dokunulan şeyleri değil ancak renkleri
algılar. Aynı şekilde işitme gücü renkleri, yiyecekleri, kokuları, dokunulan
şeyleri ve sesleri algılamaz. Koklama, tat alma ve dokunma güçlerinden her biri
ise algılamaları konusunda kendi sahaları dışında bir şeye karışmazlar.
Ruhani
beş güç ise, bilinen şeylerin şekillerini algılama konusunda birbirinin adeta
yardımcısıdır. Buna göre hayal etme gücü, algılanan şeylerin tamamının şekillerini
aldığı ve mumun yüzük taşının nakışını alıp kabul ettiği gibi, onları kabul
ettiği zaman, onun işi onları anında düşünme gücüne götürmektir. Algı konusu
olan şeyler algılayıcı güçlerin algı sahasından kaybolduklarında bu şekiller,
yüzük taşının nakışının mühürlenen mumda maddesinden soyutlanmış ruhani
şekiller halinde kaldığı gibi, bu şekiller de kendi başlarına ruhani şekil
olarak kahr. Bu durumda o şey buna madde, kendisi de ona suret gibi olur.
Sonra,
algılanan şeyin kendisine bakmak, onu apaçık görmek, düşünmek, ayırt etmek,
özelliklerini, fayda ve zararlarını araştırmak sonra da, hatırlanması gereken
zamanda hatırlaması için hafıza gücüne götürmek düşünme gücünün
özelliğindendir. Dil ile icra edilen konuşma gücünün özelliği şudur: Bir
şeyleri haber vermek, onun anlamlarını bildirmek, onlara dair malumat
isteyenlere cevap vermek istediği zaman o şeyler için alfabe harflerinden
lafızlar meydana getirir, onları bu şeylerin zatında bulunan manalar için
nişanlar haline getirir ve onları topluluğun duyma gücüne ifade eder.
Sesler
havada ancak işitenin payını alacağı kadar bekleyip sonra kaybolduğu için ilahi
hikmet bu lafızların manalarının yazı sanatıyla kaydedilmesini bir çare olarak
sunmuştur. Sanat gücünün özelliği, bilginin, geçmişlerden geçmekte olanlara
fayda verici olması, öncekilerden sonrakilere eser olarak kalması ve mevcut
olanlardan olmayanlara bir hitap olması için, bu manalara kalemle çizgilerden
oluşan şekiller vermek ve onları levhaların yüzlerine ve tomarları iç yüzüne
bırakmaktır. îşte bu yazı, Yüce Allah’ın insana büyük nimetlerindendir. Nitekim
en güzel övgüye layık olan Allah bunu şu şekilde hatırlatmıştır:
“Yaratan
Rabbinin adıyla oku! O, insanı bir aşılanmış yumurtadan yarattı. Oku! İnsana
bilmediklerini belleten, kalemle (yazmayı) öğreten Rabbin, en büyük kerem
sahibidir, insana bilmediğini belleten O’dur”'1.
Bölüm
İnsanın
Bilinenleri Üç Yoldan Bilmesine Sebep Olan Şeye Dair
Biz
diyoruz ki, İnsan, cismani beden ve ruhanî nefisten meydana geldiği için ruhani
nefsi ile bilgiyi algılar, cismani cesedi ile de sanatkârı bilir. “Aklî
İlkeler Risalesinde açıkladığımız üzere, nefis varlıkların orta
mertebesindedir. Zira eşyanın bir kısmı nefis cevherinden daha yüce ve daha
şereflidir. Allah, akıl ve maddi şekillerden soyutlanmış olan suretler -ki
bunlar Allah’a yakın meleklerdirböyledir.
Varlıkların
bir kısmı nefis cevherinden daha aşağı derecededir. Madde, tabiat ve bütün
cisimler böyledir. Buna göre nefsin şeref bakımından kendinden daha alt seviyede
bulunan şeyleri bilmesi, doğrudan temas kurma, dokunma, karışma ve kapsama
gibi duyu vasıtalarıyla olur.
Nefis
cevherinden daha şerefli ve daha yüce olanların bilinmesi, akılların kapsamadan
ve doğrudan temas kurmadan kabul etmek zorunda kaldığı burhan yoluyla
olur. Bu nefislerin zatıyla ve cevheriyle bilinmesi akıl yoluyla olur. Zira
ışığın göze ve aynanın ona bakana göre durumu ne ise akhn da nefse göre durumu
öyledir. Aynı [77]
şekilde ışık olmadan göz hiçbir şeyi göremez. Mesela insan yüzünü ancak ayna
ile ve ona bakarak görür. Nefis de zatına ancak akıl ışığı ile bakar.
Varlıkların gerçek mahiyetlerini de ancak akla bakarak anlar.
Basiret
gözü açıldığı zaman nefsin akla basiret gözüyle bakması kolaydır. Basiret gözü
nefis için ancak, gaflet ve cehalet uykusundan uyandığı, algılanan şeylere baş
gözüyle baktığı, onların anlamları hakkında düşündüğü ve onların gerçek
mahiyetini tam olarak bildiği zaman açılmış olur.
Bundan
dolayı “Duyu (hâs) ve Duyum (mahsûs) Risalesi[78]”ni
“Akıl ve Ma’kul Risalesi[79]”nden
öne aldık. Kardeşim! Anlattığımız bu şeyleri değerlendir, onların anlamları ve
gerçek mahiyetleri hakkında düşün. Eğer bunu yaparsan gaflet ve cehalet
uykusundan uyanırsın, basiret gözü açılır, onun zatında eşyanın şekillerini
görürsün ve onun cevherinde varlıkların anlamlarını ortaya çıkarmış olursun.
Çünkü bunlar bütün ilimlerin madeni ve hikmetin barınağıdır. Nitekim kıymetli
bir feylosof (hakim) şöyle demiştir: Bütün ilimler potansiyel olarak
nefsin içindedir. Sen nefsin zatı hakkında düşünüp onu bildiğin zaman bütün
ilimler bilfiil nefsin zatında olur.
“Duyu
(hâs) ve Duyum (mahsûs) Risalesi[80]”
tamamlandı. Bunu, “Nutfenin (Ana Rahmine) Düşmesi Risalesi”[81]
izleyecektir. Verdiği bol nimetlerden dolayı bütün Allah’a hamd,
peygamberlerinin en hayırlısı ve onların efendisi ve sonuncusu Muhammede ve
onun temiz ehl-i beytinin evlatlarına salat ve selam olsun!
Cisimsel-Doğal
Bilimlerin Onbirinci
(İhvan-ı Safa Risalelerinin Yirmi Beşinci) Risalesi:
Spermin Düştüğü Yere Dair[82]
Rahman
ve Rahim olan Allah’ın adıyla!
Allah’a
hamd olsun, o her şeye yeter; Onun seçmiş olduğu kullarına selam olsun; Allah
mı daha hayırlıdır yoksa onların ortak koştukları mı?
Bölüm
Ey
iyi ve şefkatli kardeş! Allah seni de bizi de kendi katından bir ruh ile
desteklesin! Bil ki, her bir şeyin ve her yaratılanın (muhdes) belli
bir zaman süresince evrende (kevn) kalmasını İlahi hikmet tasarlamış,
rabbani inayet takdir etmiştir. Bu zaman dilimi, felekî varlıkların güçlerini,
Ayaltı alemdeki oluşumlardan bir türe ait bireylere kabul edebileceği
kadarıyla akıtmaya yetecek miktardadır. Bunun teferruatını Aziz ve Çelil olan
Allah’tan başka kimse bilemez. Fakat biz, diğerlerinin durumuna örnek olması
için, bu olayı bir açıdan anlatacağız.
Bu
takdirden dolayı insan, döllenmenin başladığı günden doğum günü cenin çıkmasına
kadar rahimde sekiz ay, yani 240 gün kahr ki bu, doğal kalış süresidir. Bu
zamanın daha az ya da daha çok olması, açıklaması çok uzun bir takım illet ve
sebeplerden dolayıdır. Şimdi yedi yıldızın nutfeye (sperm) ve cenine
etkilerini adım adım, ay ay anlatmak istiyoruz. Bu anlatacaklarımız diğer
canlılardan doğanlara, oluşlara (havadis) ve oluşumlara (kâinat)
da kıyaslanabilir. Konuya başlamadan önce kısaca yedi yıldızın durumlarını (ahvâl)
hatırlatmamız gerekir. Çünkü onlar, oluşumların durumlarının farklı farklı
olmasını zorunlu kılan nedenlerdir.
Ey
kardeşim! Bil ki! Her yıldızın kendi yörüngesinde, yani dönüş feleğinde, dört
durumu (hâl) vardır. Yine Güneş’ten kaynaklanan dört durumu, Koç burcu (Hamel)
yörüngesinde dört durum, burçlar feleğinde de dört durum vardır. Bunların
tamamı on altı çeşit durumdur. Bu da kendisiyle çarpılınca iki yüz elli altı
(16 x 16 = 256) tür hal yapar. Bunu da üç yüz altmışla çarpsan doksan iki bin
yüz altmış (256 x 360 = 92160) bireysel hal yapar.
Yıldızların
dönüş feleklerindeki hallerinin ayrıntısı şöyledir: Ya zirvesine çıkışı (su'ud),
ya oradan inişi (hubût), ya saat yönünde dönüşü (râcı) ya da saat
yönünün tersine dönüşüdür (müstakim). Güneş’ten kaynaklanan halleri de
ya ona yakın olması, ya onun karşısında olması, ya ondan ışık alması veyahut da
ondan ışık almamasıdır.
Koç
burcu (Hamel) yörüngelerinde feleklerin dönüşlerinin halleri ise ya
merkezlerinin yörüngenin en uzak noktasında veya en yakın noktasında olması,
ya en yakın noktadan en uzak noktaya çıkması veyahut da en uzak noktadan en
yakın noktaya inmesidir.
Burçların
yörüngesinin halleri ise ya inişten şerefe gitmesi ya da şereften inişe geçmesi
veya güneysel burçlarda veya kuzeysel burçlarda ya da çarpık veya düzgün
burçlarda olması yahut enlem ve sapmasının güneyde veya kuzeyde veyahut da enleminin
güneyde sapmasının ise kuzeyde veya tersi olmasıdır. Bütün bu durumların
oluşumlara etkileri, zamanlara, mekanlara, cinslere ve türlere göre çok farklı
olur. Bunun hesabını ancak Yüce Allah bilir, fakat biz bunu sadece bir açıdan
anlatacağız.
Ey
kardeşim! Allah seni de bizi de kendi katından bir ruh ile desteklesin! Bil ki,
Ayaltı alemdeki oluşumlar (kâinat) üç cinstir: Canlılar (hayvanât),
bitkiler (nebâtât), madenler (me adin). Onlar maddede (heyûlâ)
suretleri korunan asıllardır.
Türlere
gelince, onlardan ayrılan kısımları vardır. Şahısların (eşhâs) oluş (kevn),
bozuluş (fesâd) ve akışta (seyelân) varlıkları kalıcıdır.
Onların maddesi ise, dört ana unsur olan ateş, hava, su ve topraktandır. Onları
vareden fail ise felekler okyanusundaki akıcı (sâri) Felekî Küllî
Nefstir ki, bunu kendisini Yaratan, Vareden ve Şekillendirenin izni ile yapar.
Yıldızlar ise onları Vareden’in aletleri konumundadır. İşte bütün bunlar Aziz
ve Kadir olanın düzenlemesidir.
Bölüm
Ayaltı
Alemdeki Dört Unsurda ve
Sonradan Oluşan Tikel Türevlerde Tabiatın Fiillerinin
Nasıl
Değerlendirildiği ve Nefislerin Etkilerinin Nasıl Olduğuna Dair
Ey
kardeşim! Allah seni de bizi de kendi katından bir ruh ile desteklesin! Bil ki,
“Pratik Sanatlar Risalesi”nde[83]de
açıkladığımız gibi, sen şehirlerin çarşılarına girip başındaki iki gözle insan
sanatkârlara baktığında ve onların üretim yaptıkları madde üzerinde kendi
sanatlarını nasıl icra ettiklerini gördüğünde, işte o zaman, kendisinin üretim
yaptığı ana madde konumunda olan unsurlara geçen (sâri) Felekî Küllî Nefisten
yayılmış cüzi nefisler olan doğal güçlere ve onun ürünleri olan hayvan, bitki
ve maden fertlerine, sonra onun için alet-edevat niteliğinde olan yıldızlara
bakman gerekir. Belki aklın nuru ile bakarsın ve bu cisimlere akan ruhani
güçleri nefsinin saf cevheri ile görürsün ve onların bu cisimler üzerinde veya
onlarla veyahut da onlardan icra ettikleri fiilleri bizzat görürsün de işte o
zaman kendi nefsini bilirsin, çünkü o da onlardan birisidir.
Bil
ki, felekin göğsünde, ana unsurlar (ümmühât) olan dört unsurun misali, kaptaki
süte benzer. Yıldızların felekler okyanusundan (muhîtu’l-eflâk)
hareketleri, kapla birlikte sütün çalkalanmasına benzer; bu hareketlerden
doğan oluşumlar, sütün moleküllerinden (letâif) toplanmış olan kaymağa (zübde)
benzer.
Sonra
bil ki, felekî şahısların hareketinden dolayı dört unsur çalkalandığı ve onların
özünün inceliklerinden (letâif) bir şey toplanarak basitliklerden fert
haline geldiği ve karakteristik özelliğe geçtiği zaman, işte bu vakitte ve saatte
toprak, deniz, hava ve ateşten olan bu şey hangi mekanda ve zamanın hangi
vaktinde olursa olsun Felekî Küllî Nefsin güçlerinden bir güç (kuvvet)
ona birleşir. Bu öze bağlandığı ve bu bütüne (cümle) özgü olduğu için bu
güç de diğer kuvvetlerden ayrılarak fert haline gelir ve karakteristik özelliğe
geçer. İşte bu anda bu kuvvete cüz i nefs denilir, yine bu sırada işaret
bu bütüne ulaşır. Çünkü ister hayvan, ister bitki, isterse maden olsun, o,
artık meydana çıkmış bir oluştur.
Ey
kardeşim! Bil ki, bu vakit ve bu saat, kürenin (felek) doğu ufkundan bu
özün oluştuğu bölgenin ufkuna yükselen bir derece olması gerekir; feleğin şekli
ve yıldızların yerleri de doğumların, dönüşümlerin ve olayların astronomik
tablolarında astrologların (ashâbul-ahkâm fi-zîcân) tasvir ettikleri ve
çizdikleri yapıda olur. İşte bu sırada bu kuvvete, diğer yıldızların ruhani
kuvvetleri katılır ve o kuvvetle birlikte bu öze, onu şekillendirecek maddeleri
çeker. Özün onları kabulü, ister hayvan, ister bitki isterse maden olsun, bu cinsin
türlerine ait şahısların tabiatlarındaki fiiller, ahlak ve niteliklere göre
olur.
Bu
anlatılanın örnekleri şöyledir: Erkeklerin kanının özü olan insan spermi, vücudun
boşluklarına dağılmış olan kan hücrelerinde dağıldıktan sonra, cinsel birleşme
hareketi sırasında yerinden hareket ederek idrar yolunda toplandığında, idrar
yolundan da çıkar ve rahme dökülerek orada yerleştiğinde, işte o vakit ve o
saat büyüyen cisimlere (el-ecsâmu'n-nâmiye) geçişli (sâri) olan nebatî
nefsin güçlerinden bir güç ona bitişir. Bu kuvvet aynı zamanda, dört ana
unsurun hepsine geçişli olan tabii nefsin kuvvetlerinden bir kuvvettir. Yine o,
alemde var olan bütün cisimlere geçişli olan Felekî Küllî Nefisten yayılan bir
güçtür. Nitekim bu konuyu bilge kişilerin/fılozofların (hükemâ) İnsan
Küçük Alemdir, Alem Büyükİnsandtr[84]
sözünü ele aldığımız risalede açıklamıştık.
Bölüm
Ey
kardeşim! Bil ki, nebatî nefsin çekici, tutucu, öğütücü, savunma, beslenme,
büyüme ve şekillendirici adıyla yedi etkin (faal) gücü vardır.
Spermin rahimde yerleşmesi sırasında onun ilk eylemi, hayız kanını rahme
çekmesi, onu orada tutması ve öğütmesidir.
Ey
kardeşim! Bil ki, bu güç kanı buraya çektiğinde onu, yumurta akının sarısının
etrafına dolanması gibi, spermin etrafını sarar ve onun üzerine dolar. Öyle ki,
kan spermin etrafında yumurtanın sarısı gibi, onun üzerine sarılan hayız kanı
da yumurtanın akı gibi olur. Sonra spermin ısısı kanın rutubetini ısıtır ve onu
olgunlaştırır. Böylece, nasıl ki mayadan dolayı sütün yoğurdu büzüşürse, aynı
şekilde rutubet öyle olgunlaşır, büzüşür ve embriyo (alaka) olur. Bu
anda Satürn’ün (Zühal) ruhani güçleri, bu toplamı ele geçirir, artık bir
ay, yani otuz gün, yani yedi yüz yirmi saat boyunca diğer yıldızların ruhani
güçlerinin ortaklığı ile onun dönüşümlerini yönetir. Nitekim bu gelişmeler,
astrolojik hükümlere dair kitaplarda uzun uzadıya anlatılmıştır. Biz, bundan
sonra anlatacaklarımıza temel kural (düstûr) olsun diye bu olayın sadece
bir kısmını anlatmak istiyoruz.
Ey
kardeşim! Bil ki, spermin (nutfe) dönüşümünü yönetmenin başlangıcı,
geçişli yıldızların en üstünü olması nedeniyle Satürn’ündür. Çünkü o, kendisini
takip eden yıldızlar felekinden bir felek olarak en şerefli cevherlerin mekanı,
ruhani güçlerin makamı, kutsi nefsin madeni, hayırlı ruhların yerleştiği yeri,
aklî güçlerin, düşünen bilgin meleklerin ve şeffaf aydınlatıcı cisimlerin
başlangıç noktasıdır. Melekler vahyi, desteği, haberleri, hayrı ve bollukları
buradan indirir; salih amellerle buraya çıkılır; yine müminlerin ruhları ve
Allah’ın güzel kulları olan peygamberler, sıddıklar, şehitlerden salihler
-bunlar ne güzel dostlardıriçinden seçilmişlerin nefisleri ile buraya yükselmek
mümkün olur. Nitekim bu meseleyi “Öldükten Sonra Diriliş ve Kıyamet Risalesi
nde[85]anlattık.
Ey
kardeşim! Gaflet uykusundan ve cehalet sarhoşluğundan uyan, bu geçici yurttan
göçmeye hazırlan, kendine azık hazırla ve bil ki azıkların en hayırlısı
takvadır. Böyle yaparsan belki nefsin bu makama yükselmede başarılı olur da
ödüllerin en güzeli ile mükafatlandırılır. Çünkü nefsin bu aleme varışı
buradan başlar, varış ve karar kıhş noktası buraya olur. Bunu “Devirler ve
Oluşlar Kisa/esi”nde[86]açıkladık.
Sonra
Ey kardeşim! Bil ki, Satürn’ün idaresi (tedbîr) bir ay yani otuz gün
bitip ikinci ay girinceye kadar devam ettiği sürece, embriyo her hangi bir
şeyle harmanlanmadan ve karışmadan olduğu gibi kahr, hatta Satürn’ün
serinliği, sükûneti ve doğasının ağırlığından dolayı (embriyo) hareketsiz ve
sakin olur, maddeler kendisine doğru akar. İkinci ay girince, embriyonun
idaresi, yörüngesi Satürn’ün yörüngesini takip eden Jüpiter’in (Müşteri)
olur, onun ruhani güçleri onu ele geçirir. Bu anda embriyoda bir sıcaklık
meydana gelir, ısınır ve mizacı orta bir duruma gelir, iki su birbiriyle
harmanlanır, iki karışım birbirine karışır; bu toplama titreme, sarsılma,
hazmetme, pişme gibi bir hareket gelir. Bu hal Jüpiter’in idaresinin devam
ettiği iki ay tamamlanıncaya kadar devam eder. Sonra üçüncü ay girer. İdare
Jüpiter’in yörüngesini takip eden Mars’ın (Merrîh) olur ve bu embriyoyu
onun ruhani güçleri ele geçirir. Titremesi ve sarsılması biraz daha artar,
sıcaklığı ve ısısı yükselir, böylece bu embriyo, bir çiğnemlik kırmızı et
parçası (mudğa) haline gelir. Ardından diğer yıldızların ruhani
güçlerinin Mars’ın gücüne katılması ile pişme ve sağlamlaşmadan sonra üç ay
tamamlanıncaya kadar halden hale geçmeye devam eder. Sonra dördüncü ay girer
ve idare Yüce Yaratanın izni ile yıldızların kraliçesi, feleğin kraliçesi ve
evrenin (âlem) kalbi olan Güneş’in olur.
Bölüm
Ceninin
Dördüncü Aydaki Durumu
Ey
kardeşim! Bil ki, spermin ana rahmine düşmesinden itibaren dördüncü ay
girdiğinde ve idare Güneş'e geçip ruhani güçleri de bir çiğnemlik kırmızı et
parçasını ele geçirdiğinde ona hayat ruhu üflenir ve hayvani nefs ona nüfuz
eder. Bunun böyle olmasının sebebi, Güneş’in felekte yıldızların kraliçesi,
nefsinin de bütünüyle evrenin ruhu olmasıdır. O Ay küresinin altındaki bütün
oluşları özellikle de rahmi olan bütün canlıları, çok daha özel olarak da
insandan doğanları ele geçirir. Güneş’in evrende (âlem) kapladığı yer (czrm),
kalbin insan vücudunda kapladığı yer kadardır. Diğer yıldızların ve kürelerin
kapladığı yerler ise vücudun organları ve bedenin mafsalları kadardır. Güneş’e
ait güçlerin ruhaniyyetinin âlemde dolaşması da kalpten vücudun diğer organlarına
yayılan içgüdüsel geçişli ısının dolaşması gibidir.
Diğer
yıldızların ruhani güçleri ise, onlar, askerler, yardımcılar ve hizmetçiler gibidir.
Bütün bunlar Yüce Yaratıcı nın izniyle, bütün bunlar her şeye Gücü Yeten ve her
şeyi Bilenin düzenlemesiyle meydana gelmektedir. Yaratanların en mükemmeli olan
Allah, her şeyden yücedir.
Ey
kardeşim! Bil ki, Güneş’in burçlardaki yıldızların hududunda seyri, ışığının
parlamasının şiddeti ve ruhani güçleri ile felekten yani yıldızların,
feleklerin ve burçların ruhani güçlerinden Ayaltı alemdeki oluş ve bozuluş (el-kevn
ve’l-fesâd) alemine doğru her günün saatinde, derece ve dakikasında, başka
gün ve saattekinden farklı olarak çeşitli renkler ve idarelerle iner. Bu olayın
nasıl gerçekleştiğinin hakikatini anlamaya insanın kavrayışı yetmez. Fakat
biz, söylediklerimize kıyas, açıkladığımız ve tasvir ettiklerimize delil olması
için bunun bir kısmını anlatacağız. Şöyle ki, sperm (nut/e) rahme düştüğünde
Güneş’in burçlardan bir burcun bir derecesinde olması gerekir. Spermin rahme
düşmesinden itibaren Güneş’in seyri ile dördüncü burca ulaşınca -ki böylece
felekin devrinin üçte bir mesafesini almıştır. Bu üçte birlik mesafe,
şerefinden evine (beyt) kadar olan miktardırateşimsi (nâriyye),
toprağımsı (turâbiyye), havamsı (hevâiyye) ve suyumsu (mâiyye)
burçlarının özelliklerini tamamlamış olur. Böylece ceninin bünyesinin
oluşumuna dört ana unsurun tabiatları karışmış, karışım dengeli olmuş, biçim
verilmiş, beden yapısı inşa edilmiş, kemiklerin şekilleri ortaya çıkmış, mafsallar
eklenmiş, eklemeler düzenli yapılmış, sinirler eklemler üzerine dolaştırılmış,
et boşluklarına damarlar uzatılmış ve nihayet belli belirsiz bir bünye ortaya
çıkmıştır.
Bölüm
Ceninin
Beşinci Aydaki Durumu
Ey
kardeşim! Bil ki, beşinci ay girdiğinde, Güneş çocuk evi (beytu l-veled)
diye isimlendirilen ve doğası spermin ana rahmine düştüğü günki burca uygun
olan beşinci burca yürüdüğünde, idare küçük yardımcı ve nakış ve şekillendirme
yapan Venüs’e (Zühre) geçtiğinde, onun ruhani güçleri belirsiz et parçasını
ele geçirdiğinde şekillenme tamamlanır, bünye son şeklini ahr, organların
suretleri ortaya çıkar, iki gözün resmi görünür hale gelir, iki burun deliği
yarılır, ağız açılır, iki kulak ve iki boşaltım yolu delinir, eklemler ayrışır.
Fakat bu sırada cenin düzenli bir bütün ve iki dizi göğsüne toplanmış, iki
dirseği iki tarafına bitişmiş, başı yan tarafa ve iki dizi üzerine düşmüş, iki
avucu iki yanağında ve adeta mahzun bir şekilde uyuyan birine benzer halde bir
keseye toplanmış demet gibi sıkıca kavranmış olarak kalır.
Ey
kardeşim! Eğer sen onu o halde görsen, mekanının darlığı ve halinin zayıflığı
nedeniyle ona acırsın. Halbuki o, Allah’ın yarattıklarına olan şefkati ve
onlara ikramı sebebiyle bulunduğu durumun hiç de farkında değildir. Doğum
gününe kadar onun göbeği annesinin göbeğine bağlı kalır, gıdayı annesinden
emer. Eğer erkekse yüzü, annesinin sırtı tarafına dönük, eğer kızsa tersi olur.
Ey
kardeşim! Hele şu işe bir bak ve anlattıklarımızı bir düşün. Belki gaflet uykusundan
ve cehalet sarhoşluğundan kendine gelirsin de nasıl ki gözlerinle yarattıklarını
görüyorsan aynı şekilde kalp gözünle her şeyi yerli yerince yapan (hakini) Yaratanı
görürsün. Böylece artık bilmeyenlerin yoluna uymazsın.
Ey
kardeşim! Bil ki, koyun, geyik, bazı yırtıcılar ve gebe kalmayan ve onun zorluğunu
çekmeyen bütün hayvanlar vs. canlıların büyük kısmı bu anlatılan süre içerisinde
ürer. “Hayvan Risalesinde[87]’
anlattığımız bazı sebeplerle bazılarının doğumu ise altı, dokuz, on iki ay
tamamlanıncaya kadar bekler. Bu risalenin bir başka bölümünde de insanın
doğumunun sekiz ay tamamlanıncaya kadar gecikmesinin ve dokuzuncu aya kadar
ceninin rahimde kalmasının amacını açıklayacağız.
Bölüm
Ceninin
Altıncı Aydaki Durumu
Sonra
bil ki, altıncı ay girdiğinde yönetim Merkür’e (Utarit) geçer ve cenine
onun ruhani güçleri hükmeder. O zaman rahimde cenin hareketlenir ve ayakları
ile tekme atar, ellerini uzatır, eklemlere bağlı organlarını oynatır, mekanının
farkına varır ve rahatsızlık duyar, ağzını açar, dudaklarını hareket ettirir,
burun deliklerinden nefes ahr, dilini ağzı içinde çevirir. Bu vaziyet üzere
bazen hareketlenir, bazen sakince durur, bazen uyur, bazen uyanık kalır. Bu
hali altıncı ay tamamlanıncaya kadar devam eder. Sonra yedinci ay girer ve
yönetim Ay’ın (Kamer) olur, ruhani güçleri cenine hükmetmeye başlar, bu
andan itibaren ceninin eti artar, gövde irileşir, boyu uzar, organları
sağlamlaşır, eklemleri kuvvetlenir, hareketleri çevikleşir, mekanının darlığını
hisseder, oradan başka bir yere geçmeyi ve çıkmayı ister. Eğer burada anlatması
uzayacak olan yıldızların hükümlerinin sebepleri gereği onun bu isteği ve doğal
yolla çıkışı takdir edilmişse, cenin tamamlanmış olarak yaşar, büyür ve yaşam
sürer. Eğer cenin, sekizinci ayın girişine ve Güneş’in beytu’l-mevte
girişine kadar rahimde kalırsa, yönetim, tekrar ilk sırada yer alan Satürn’e
geçer ve ona onun ruhani güçleri ele geçirir, ceninde ağırlık ve sükunet
meydana gelir, serinlik ve uyku baskın olur, hareket azalır. Eğer bu ayda
doğarsa, büyümesi yavaş, hareketleri ağır, ömrü kısa olur, belki de ölü doğar.
Eğer dokuzuncu ay girer, Güneş dokuzuncu yani beytü’nnukle ve esfâr
burcuna geçer, yönetim de yeniden büyük yardımcı Jüpiter’e döner ve onun ruhanî
güçleri ona hükmederse, bedenin yapısı normal hale gelir ve hayat ruhu kuvvetlenir,
bedende hayvani nefsin fiilleri belirir. Çünkü Güneş, üçgen burçların
özelliklerini tamamlamıştır: Sekiz ayda iki kere ateşimsi, toprağımsı, havamsı
ve suyumsu. O zaman Güneş burçlar feleğinde 240 derece olur. Bu mesafe, ikisi
de aynı tabiatta olan (Güneş’in) beyti ile beytinin dokuzuncu şerefi arası
kadardır. Yine bu süre zarfında cenin, Güneş’in üçgen burçlarındaki seyrinde
felekten iki kere inen yıldızların ruhanî güçlerini kabul etmiştir. Bu iki
iniş, daha önce anlatıldığı gibi, bir kere beşinci burca bir kere de dokuzuncu
burcadır. Bir kere gidişi kalır ki onu bundan sonraki bölümde anlatacağız.
Güneş’in, dönüş tamamlanıncaya, yani spermin düştüğü vakti olan dereceye tekrar
gelinceye kadar kalan gidişi, dört burç yüz yirmi derecedir.
Eğer
cenin sekiz ay sonra çıkarsa, her dereceye bir sene düşecek şekilde dünyadaki
hayatı başlar ki bu da doğal yaşam süresidir. Bu, insanın burçların
tabiatlarını üçüncü defa tamamlayacağı ve kemale erdireceği Güneş’in, spermin
ana rahmine düştüğü günün yer aldığı dereceye tekrar gelinceye kadar kalan
müddettir.
(Rahimde
kalış süresinin) bu müddetten fazla veya az olması, çeşitli sebepler ve
nedenlerden dolayıdır ki bunları izah etmek oldukça uzun sürer. Onlar “Astroloji,
Ceninlerin Beklemesi ve Doğanların Ömürleri Hakkında Kitap’\a[88]
[89]
anlatılmıştır. Biz de “Nedenler ve Nedenliler Risalesi ’indesbır
kısmını anlatmıştık. Fakat anlattıklarımıza delil olması için burada bir
kısmını tekrar anlatacağız.
Ey
kardeşim! Bil ki, Ay küresinin altındaki oluşumlar (kâinat), basit ve
eksik halleri ile başlar, aşama aşama en olgun ve en mükemmel hale doğru
geçerler. Bu da zamanın ve vakitlerin geçmesi ile olur. Çünkü bu oluşumların
tabiatı, göksel varlıkların (el-eşhâsu'l-felekiyye) bir anda nüfuz
etmesini kabul etmez, fakat zeki bir öğrencinin yetkin bir üstattan bilgi
alması gibi, tedrici olarak parça parça kabul eder.
Bil
ki, yıldızların felekler okyanusundan (muhîtul-eflâk) yerkürenin
merkezine doğru bütün vakitlerdeki akışları, daima birbirine bağlıdır. Fakat
renkleri çeşit çeşit, şekilleri farklı farklıdır. Bu, onların yörüngelerdeki
yerlerine, burçlar feleğindeki paralelliklerine ve hududlarına göredir.
Nitekim bundan sonraki bölümde bu konuyu açıklayacağız.
Ey
kardeşim! Bil ki, İlâhî hikmet ve rabbânî inâyet, Ayaltı alemdeki varlıklardan
her oluşa, belli bir varlık ölçüsü ve belli bir kalış süresi takdir etmiştir.
Bu ya belirlenmiş ölçüde olur ya da felekî şahıslardan birinin dönüşü
miktarınca olur. Nitekim bu meselenin bir kısmını “Tabiatın Mahiyeti
Risalesi’nde[90]
açıklamıştık. Şimdi de yine onun sadece İnsanî şahıslardan bir örneği
anlatıyoruz. O da şöyledir: însan spermi (nutfe) rahme düştüğü zaman,
onun İnsanî sureti kabul edinceye kadar orada normal kalış süresi, dört aydır.
Bu süre de Güneş’in dört burca, yüz yirmi dereceye gitmesi ve bu gidişi ile de
üçgen burçlarının tabiatlarını bir kerede tamamlaması kadardır. Bu durumda
cenin doğum gününe kadar dört ay daha bekler. Bu süre de
Güneş’in
dört burca, yüz yirmi dereceye gitmesi ve bu gidişi ile de üçgen burçlarının
tabiatlarını bir kerede tamamlaması kadardır. Böylece ona, spermin rahme
düştüğü dereceye dönünceye kadar, yüz yirmi derece kalır. Doğan yavru,
dünyadaki normal ömrünü yani her derece için yüz yirmi seneyi tamamlar, Güneşe
bir sene kalır.
Ey
kardeşim! Allah seni de bizi de kendi katından bir ruh ile desteklesin! Bil ki,
ilk dört ayda yıldızların fiilleri ve ruhanî güçlerinin etkileri, cesedin
yapısının kuruluşuna, çeşitli organlarının oluşumuna ve nebatî nefsin
güçlerinin yayılmasına ayrılmıştır. Çünkü kalp, karaciğer, beyin, mide,
akciğer, dalak, bağırsaklar, damarlar, sinirler, kemikler, kaslar, ilik ve deri
gibi vücuttaki her organın diğer organa göre farklı bir yaratılış biçimi
vardır. Her yaratılışın farklı bir oluşumu, her oluşumun farklı karışımları,
her karışımın mizaçları vardır. Bu mizaçların da sıcaklık, soğukluk, yaşlık ve
kuruluk gibi birbirine zıt nicelik ve nitelik açısından farklı farklı
tabiatları vardır. Nitekim “Kitâbu’t-Teşrîh’de uzunca anlatılmış, biz
de “Gıdaların Yapıları ve Kuvvetlerinin Dereceleri"10
adlı kitapta ve bir miktar da “Bitki Risâlesi’nde[91]
[92]
anlatmıştık. Nebatî nefsin her organda diğerinden farklı doğal bir fiili
vardır. Bu konuyu da “Cüzi Nefislerin Doğuşu Risâlesi’nde'2
anlatmıştık.
Bölüm
Ey
kardeşim! Bil ki, vücudun yapısı ve organlarının oluşumu, bu dört ayda tamamlanır.
Çünkü, “Ruhanî Varlıkların Fiilleri Risâlesi’nde'3
açıkladığımız üzere, evrenin (âlem) ruhu olan Güneş’in bu müddet zarfında
üçgen burçlarından dördünü geçmesiyle, bu burçların tabiatları felekler
okyanusundan Ayaltı alemdeki oluş ve bozuluş alemine inmiş, küre üzerindeki
yıldızların ruhanî güçleri vücudun yapısına geçmiş ve merkez noktalarına
yerleşmiş olur. Bir başka neden de bu dört ay içinde vücudun oluşum maddesinden
etkin tabiatın ihtiyaç duyduğu şey toplanmış olur. Bu da spermin anne rahmin
düştüğü gün meydana gelir, çünkü o gün bu madde orada toplanmış olur. Çünkü
tabiat, hayız günlerinde bu maddeyi bedenin dışına atar. Eğer sperm rahimde
yerleşir ve kalırsa, o zaman, kandilin ateşinin fitil aracılığıyla yağı kendine
çektiği ve mıknatıs taşının demiri kendine çektiği gibi, bu maddeyi kendine
doğru çeker. Eğer bu kan, yumurta akının, sarısının etrafını sardığı gibi bu
spermin etrafını sarar, sonra, peynir mayasının sağılan süte yaptığı gibi, spermin
ısısı bu kanı ısıtır ve kurutursa, işte o, Satürn’ün ruhanî güçlerinin sperme
ilk etkisi olmuş olur. Çünkü sureti maddede tutması, hareketsizlik ve
değişmezlik onun fiillerinin özelliğindendir.
İkinci
dört ayda burçlardan yıldızların etkileri ise, hayvani nefsin güçlerinin işleyebilmesi
ve fiillerini ortaya koymaya imkan vermesi için vücudun yapısının tamamlanmasına
ve organların yaratılışının sağlamlaştırılmasına yöneliktir. Şöyle ki, bu
müddet zarfında Güneş’in diğer üçgen burçlarında yürümesiyle bu güçler bir defa
daha iner. Eğer yapı tamamlanır ve yaratılış sapasağlam hale gelirse, ona
hayvani nefsin güçleri nüfuz eder ve bu toplanmış şey rahimden bu dünyanın
genişliğine nakledilir. Böylece, yapının son şeklini alması, suretin sağlam
hale gelebilmesi, natıka kuvvetinin ona işleyebilmesi ve fiillerinin orada
ortaya çıkabilmesi için ona dört yıl sürecek olan yeni bir yönetim başlar.
Şöyle ki, bu ruhanî güçler, etkilerini ve fiillerini doğanın terbiyesi ve
duyuların hissedilenleri kavramasını sağlamlaştırmak için kullanır. Sonra nefs
i natıka döner ve doğan çocuğun dili, hissedilen şeylerin anlamlarından ve
ayrıştırılmasından hareketle bir ifade ile konuşur.
Bölüm
Ey
kardeşim! Bil ki, yukarıda açıkladığımız üzere, bu yıldızların, şu ana kadar
meydana gelen oluşuma ulaşabilmesi için iki ya da üç ayda bu işleri ve
etkileri yapması mümkün değildir. Tabiatın ürünleri tasavvur edilmesi için
beşer ürünlerinden duyularla algılanan bir örnek vereceğiz. O da şudur: Usta
bir evin yapımını istediğinde, bir müddet düşünce ve fiillerini evin şeklinin
ortaya çıkmasına, odalar, holler ve salonlar için binanın kurulmasına,
duvarların yükseltilmesine, direklerin dikilmesine, köşelerin bağlanmasına ve
odaların üstünün kapatılmasına harcar. Bu, evin oluşum ve yapım müddetidir.
Bundan sonra gayret ve yönetimini, kapıların ve pencerelerin yerleştirilmesi,
direklerin (bâzîr) dikilmesi, yüzeylerin_süslenmesi, duvarların kireçlenmesi,
tavanların ve nakışların süslenmesi gibi şeyleri yaparak evin tamamlanmasına
harcar. Bundan sonra evin mükemmel hale gelmesi kalır ki, o da sergiler ve
mobilyanın konulması, perdelerin asılması, dolapların eşya ve giyimliklerle
doldurulması, ev sahibinin eve oturması ve bir müddet oradan istifade
etmesidir.
Ey
kardeşim! İnsan vücudunun oluşumu, spermin rahme düşmesinden itibaren nefsin
ona yaklaşması ve vücudun ölümüne kadar onunla birlikte kalması da işte bu
şekilde meydana gelir. Bu (ölüm) da nefsin vücudu terk etmesi ve bedenin
toprağa gömülmesidir. “Devirler ve Oluşlar Risalesi’ nde'4 açıkladığımız
gibi bu zaman dilimi, bu felekî şahısların dönüşlerinden bir dönüş müddetidir.
Ey
kardeşim! İnsan vücudunu oluşumunda etkileri ve fiillerini anlattığımız yıldızların,
feleklerin ve burçların Şanı Yüce Yaratıcı nın kendileri ile insanı yarattığı
alet-edevatı olduğunu sanmak ve düşünmek sana gerekmez. Aksine onlar “Felekî
Külli Nefs”[93]
[94]in
alet ve edevatıdır. Bu nefis, Yüce Yaratıcı ya itaatkar bir kuldur. Mukarrebun
meleklerinden bir melek olan küllî akıl (elaklul-küllî) ile onu
destekler. Nebisi Muhammed’in (ona selam olsun) diliyle kitabında zikrettiği
gibi, “Arş t taşıyan ve onun çevresinde bulunan (melekler) Rablerini hamd
ederek teşbih ederler, O’na inanırlar ve inananlar için bağışlanma dilerler”.[95]
Ey kardeşim! Eğer nefsini gaflet uykusundan uyandırırsan, uzun cehalet
sarhoşluğundan kaldırırsan, rabbani marifetlerde yükselir ve ilahi ilimlere
teveccüh edersen, kıyamet günü diriltildiğin ve alemlerin rabbinin melekûtunu
gördüğünde, peygamberlerle, sıddıklarla, şehitlerle ve salihlerle -bunlar ne
güzel dostlardırbirlikte Araf tepesinde durduğunda bu sırların ve anlatılmak
istenenlerin hakikatini bileceksin.
Yıldızların
sperme etkilerini özet bir şekilde anlatmayı bitirdiğimize göre, şimdi biraz da
birisi birinin beytinde ve haddinde[96]
olduğu zaman onların her ay yaptıkları etkilerini ve onların fiillerini sık
sık tekrarlamasını anlatmak istiyoruz.
Ey
kardeşim! Allah seni de bizi de kendi katından bir ruh ile desteklesin! Bil ki,
Ayaltı alemdeki hayvan, bitki ve madenler olan felekî şahıs varlıklarına ve
onlardan her bir cinse, bunlardan her bir türün kabulüne göre çeşitli etkiler
vardır. Bu cinslerden her bir türe bulundukları farklı bölgelere göre türlü
türlü etkiler vardır. Bu türlerin fertlerinden her bir ferde (şahs), sürdükleri
ömür boyunca farklı zamanlardaki kabullerine göre birbirinden ayrı etkileri
vardır. Bu etkilerin biri diğerine benzemez, onun aslını kavramaya beşer aklı
yetmez, onu sadece Yüce Allah bilir. Fakat yine de biz diğerlerine örnek olmak
üzere bir örnek vereceğiz, bu örneği de bir insan ferdi üzerinden yapacağız.
Spermin anne rahmine düşmesinden doğumuna kadar olan dokuz ayhk sürede ona
olan etkilerin çeşitlerini kısaca anlatacağız, aksine onun anlatımı çok uzun
sürer. Sonra doğumundan doğal ömrün sonu olan ölümüne kadarki etkileri başka
bir bölüm halinde yıl yıl kısa bir şekilde anlatacağız ki o, Ay küresinin
altındaki oluşumlardan diğer doğanlara kıyas edilsin. Artık diyoruz ki;
Ey
kardeşim! Allah seni de bizi de kendi katından bir ruh ile desteklesin! Bil ki,
yıldızların oluşumlara etkileri birkaç açıdan değişir. Bazen yükselmeden
apojelerine (evcât) veya buradan alçalmadan perijeye (hadîd)
yörüngelerinde konumlarının değişmesi bakımından, bazen güney ve kuzeyde arz ve
eğim bakımından; bazen batış, doğuş, saat yönünde dönüş, saatin ters yönünde
ve duruşu halinde iken Güneşe nispetleri bakımından; bazen birbirleriyle
dengeli olmaları bakımından; bazen dört kazık (evtâd) ve onları takip
eden duraklarda yeryüzünün çeşitli mevkilerine eklipslerinin değişmesi,
onlardan sapmaları veya onlardan uzaklaşmaları bakımından; bazen kış, yaz,
bahar, sonbahar, gece, gündüz, her ikisinin saatleri, ayların başlangıç ve
sonlarının değişmesi bakımından ve buna benzer durumlardan dolayı yıldızların
etkileri değişiklik arzeder). Bu durumların değişmesini Almagesff[97]
bilenler (Ehlu’l-Mecistî) bilir. Yıldızların etkilerinin
farklı oluşunu ise doğumların kanunları üzerine konuşan astrologlar (ashâbu’l-ahkâm)
bilir. Felekî şahısların güçlerinin bu yeryüzü (sefelî) fertlerine
ulaşmasının mahiyetini ise dindar (rabbani) psikoloji (ilmu'n-nefs)
araştırmacıları bilir. Bu konuyu kısmen “Ruhanilerin Fiilleri Risalest’nde[98]
açıkladık.
Bölüm
Yıldızların
Etkilerinin Mahiyetine Dair
Ey
kardeşim! Bil ki, bu felekî şahıslar, musiki oranına göre bazısı bazısına üç
türden konu olurlar. Birisi, birinin diğerine göre büyüklük oranıdır.
İkincisi, birinin diğerine ve dört unsura göre merkezlerinin uzaklığı oranıdır.
Üçüncüsü de hızlılık ve yavaşlıkta hareketlerinin oranıdır. İşte bundan dolayı
onlara birinci bölümde anlatımı yapılan bu muhtelif haller arız olduğu zaman,
ilişkileri de değişir. Bu durumda oranın değişmesine göre oluşumlara etkileri
farklı olur. Bu, tıpkı, tellerin uzatılması ve kısaltılması, inceltilmesi ve
kalınlaştırılması, mızrabın hareketlerinin hızlı ve yavaş olmasına göre
seslerin ve nağmelerin değişmesine benzer. Böyle olunca karakterleri,
görüşleri ve ahlaklarına göre dinleyicilere olan etkileri de değişir. Nitekim
bu konuyu “Musiki Risalesı’nde[99]kısmen
anlatmıştık.
Bölüm
Ey
kardeşim! Allah seni de bizi de kendi katından bir ruh ile desteklesin! Bil ki,
Ay küresinin altındaki varlıkların hepsi, yıldızların etkisine maruzdur. Fakat
cevherleri farklı farklı olduğundan etkileri kabulleri de farklı olmaktadır.
Onun türleri o kadar çoktur ki, sayısını Şanı Yüce Allah’tan başka kimse
bilemez. Fakat onların tamamı iki cinse ayrılır: Cisimsel cevherler (cevâhiru
l-cismâniyye), ruhâni cevherler (cevâhiru l-rûhâniyye). Cisimsel (cismani)
olanlar, dört unsur cisimler ve onlardan doğan maden, bitki ve hayvan
oluşumlarıdır. Hayvani cevherler ise bütün canlıların nefisleridir.
Bölüm
Ey
kardeşim! Bil ki, bu cisimlere yıldızların etkilerinin çeşitleri, sayısını Aziz
ve Çelil olan Allah’tan başka kimsenin bilemeyeceği kadar çoktur. Bu konudan
biraz Tabiat Risalesinde[100],
biraz “Meteoroloji Risâlesi’nde[101]
[102],
biraz Canlılar Risalesindeyse biraz da Oluşlar ve Devirler
Risalesinde[103]
bahsetmiştik. Bu risalede ise insana özel etkilerden biraz bahsetmek istiyoruz.
Bu etkiler de ister vücudunun oluşum biçimine ister nefsinin ahlak
karakterine, nasıl olursa olsun ve hangi sebeple kişilerin ahlakı ve tabiatları
değişirse değişsin fark etmez. Bütün bunlar, yıldızların etkilerinin en
ilginci, fiillerinin en şereflisi, sırlarının en gizlisi, göstergelerinin en
incesidir. Söylediklerimiz iyice açıklansın, tarif ettiklerimiz iyice
anlaşılsın diye konuyu biraz açmak istiyoruz. Fakat önce yıldızların
tabiatlarının özelliklerini ve bireysel arazlarını (ilinekler)
anlatmalıyız, sonra etkilerinin nasıllığını ve göstergelerinin ilginçliklerini
anlatırız. O halde diyoruz ki;
Ey
kardeşim! Allah seni de bizi de kendi katından bir ruh ile desteklesin! Bil ki,
Allah felekteki her yıldızı üstün bir iş ve gaye için yerleştirmiştir. Mesela
Şanı Yüce Allah, Satürn’ü (Zühal), ruhanî güçler onun varlığı sebebiyle
değişmez kalması için, değişmezlikler ve duruşlar için yaratmıştır. Böylece o,
maddede (heyula) suretleri tutması, onların değişmemesi, sürekli kalması
ve devam etmesi için varlıklara nüfuz eder. Eğer felekte Satürn’ün fiziki
yapısı ve varlığı olmasa maddede suret tutunamaz, maddede yaratılmış bir şey
bir an bile sabit kalamaz, akar, erir ve yok olur gider. Bu anlattıklarımızın
doğruluğunu ve tarif ettiklerimizin hakikatini ancak astronomi biliminde (ilmu'l-heye)
derinleşmiş olanlar ile varlıkların hakikatlerini, evrenin nizamının
keyfiyetini ve yaratılış sırlarının mahiyetini anlayanlar bilir.
Ey
kardeşim! Bil ki, daha önce anlattığımız gibi Satürn, spermin ana rahmine
düştüğü andan itibaren ilk ayın delilidir. Eğer belalardan ve kınanan hallerden
uzak olursa, bu sperm de Allah’ın izniyle arızî afetlerden uzak olur. Bu spermi
taşıyanın durumu da aynen böyledir: Eğer bunun tersine bir durum olursa o zaman
etki de bunun aksi olur. Bunun örneği şudur: Eğer Satürn, yörüngesinde
yükselir, gidişinde burç ve derecelerden kendi haddinde düzgün olursa, bu sperm
de annenin karnının en üst noktasına kadar yükselir, onun (annenin) hamileliği
hafif, ağrı ve hastalıklardan uzak olur. Eğer (Satürn), Jüpiter’in (Müşteri)
haddinde olursa, anne, hamileliği nedeniyle neşeli, Rabbi hakkında iyi
düşünceli, esenlik ve mutluluğu daim olur. Eğer Satürn, Mars’ın (Merrîh)
haddinde olursa, anne çalışmalarında aktif, işlerinde aceleci olur. Eğer
Satürn, Venüs’ün (Zühre) haddinde olursa, kadın hamileliğinden dolayı sevinçli
ve doğuracağı için de mutlu olur. Eğer Satürn, Merkür’ün (Utârit)
haddinde olursa, kadın hamileliğinin vaktini bilici ve ayların günlerini
hesaplayıcı olur. Eğer Satürn, yörüngesinde alçalan, seyrinde dönen ve
hallerinde de kınanan olursa, o zaman durum bu anlattıklarımızın tersine olur.
Sonra
ikinci ay girer ve yönetim, Aziz ve Çelil olan Allah’ın izniyle Jüpiter’e
geçer. O denge (itidal) yıldızı, oluşlardaki yapının sıhhatinin nedeni,
varlıklardaki tertip ve düzenin sebebidir. O, insandaki akıl, kavrama, ayırma,
ilim, tefekkür, anlama, din, dindarlık, takva, adalet, insaf, iffet, zühd ve
bunlar gibi dinde övülen hasletlerin delilidir. Özetle millet için şeriatı
koyması ve sünneti uygulamasında ilahi kanun (nâmûs) sahibinin ihtiyaç
duyduğu her haslet ve halifeleri, imamları, alimleri, fakihleri, kadıları,
abidleri ve zahidleri ile onlara uyanlar ve yardımcılarının ihtiyaç duydukları
(her şeyin delilidir). Yine özetle nâmûsun hizmetinde olan, ona yardım eden
görevliler, din ve şeriat görevlilerinden herkesin (ihtiyaç duyduğu şeylerin
delilidir)
Eğer
Jüpiter kendi yörüngesinde yükselir, seyrinde düzgün, hallerinde sınırlı
olursa, rahimde toplanan bu maddeyle yoğrulur, bu tabiatta iz bırakır ve eğer
Allah onun tamamlanmasını ve kemale ermesini takdir etmişse yukarıda anlatılan
hasletlerin kabulü bu bütüne işler.
Eğer
Jüpiter, burçlar ve dereceden kendi haddinde olursa, bu hasletlerin tamamı ve
halleri, kendisinin gayretiyle din ve şeriat işlerine ve nâmûs hükümlerine
tahsis edilir, kendisi de Rabbinden ya da meleklerden bir melek ile ilham almış
olur. Öyle ki peygamberliğe benzer şekilde hikmetli konuşur, insanları Allah’a
ve ahirete çağırır. Eğer Jüpiter, Satürn’ün haddinde olursa, doğan çocuk
alametler ve mucizeler getiren engin ve ilme dalan biri olur. Eğer Jüpiter,
Mars’ın haddinde olursa, üstün, kuvvetli, üstesinden gelen ve tahammüllü olur.
Eğer Jüpiter, Venüs’ün haddinde olursa, insanlara hitabı dostça, yumuşak ve
güzel öğüt ile olur. Eğer Merkür’ün haddinde olursa konuşma, deliller getirme,
münakaşa ve tartışma olur. Jüpiter, vakitlerinin taksiminde kendisine eşlik
eden yıldızlar, beytin sahibi ve üçgeninde kabul gördüğü zaman, bu sayılan
hasletlerin tamamı ya da çoğu gerçek ve doğru olur, iyiye kullanılan makbul
hale gelir. Eğer Jüpiter yerinde iken (yukarıda sayılan ve) kendisine eşlik
edenler tarafından kabul görmezse, bunların çoğu, değişmiş, tersine dönmüş,
bozulmuş ve delik deşik olmuş olur. Söylediklerimizin doğruluğunu ve
anlattıklarımızın doğruluğunu astrologlar/gökbilimcileri (ashâbu ‘ilmın-nücüm)
ve onlardan ilimde derinleşenler bilir. Eğer Jüpiter ikinci ayda yörüngesinden
alçalır ya da seyrinde geri döner ve durumlarında da kınanmış olursa, doğan
çocuk zihni yavaş, anlayışı kıt kalır; yeme, içme ve çiftleşmeden başka bir şey
bilmeyen hayvan gibi gördüğü ve duyduğu ya da doğrudan duyularına gelen veya
dünya hayatında yaşam ile ilgili şeylerden başka bir şey düşünmeyen ahmak biri
olur; taklit, iman ve teslimiyet olarak sadece kendisine öğretilen ve telkin
edilenle yetinen ve ahiret halinden habersizlerden biri olur.
Sonra
üçüncü ay girer ve yönetim Mars’a geçer. O ise oluşumlarda sıcaklık, ateşlenme
ve olgunlaşma kaynağıdır. O, yiğitlik, cesaret, dayanıklılık, girişkenlik,
canla başla sarılma, gurur ve şevk gibi ordu komutanlarının, savaşçıların ve
onlarla beraber olan, onlara hizmet eden ya da onları destekleyenlerin muhtaç
olduğu hasletlerin, ahlakın ve tabiatın delilidir.
Eğer
Mars kendi yörüngesinde yükselir, seyrinde düzgün, hallerinde sınırlı olursa,
rahimde toplanan bu maddeyle yoğrulur, bu tabiatta iz bırakır ve eğer Allah
onun tamamlanmasını ve kemale ermesini takdir etmişse yukarıda anlatılan
hasletlerin hazırlığı ve kabulü bu bütüne işler. Eğer Mars burç ve dereceden
kendi haddinde olursa, bu hasletler ya da en azından çoğunluğu ve ahlak,
kendisinin gayretiyle savaşa, harbe, düelloya, rakiplerle kapışmaya, yenmekle
galip gelme isteğine ve başkasına boyun eğme ve ona itaate karşı gurura tahsis
edilir. Eğer Mars, Satürn’ün haddinde olursa, ikisinin tabiatı karışır, güçleri
birleşir ve onda Marsa ait şu hasletler ortaya çıkar: Sebat, tahammül, sabır,
sakinlik; kin, öfke, hile ve düzenbazlık anında acele etmeme, firar ve kaçmaya
karşı gurur. Eğer Mars, Jüpiter’in haddinde olursa, ikisinin tabiatı karışır,
güçleri birleşir ve bu kuvvetin ahlakının ve hasletlerinin fiilleri, adımların
hesabını bilen akıl, tefekkür ve marifet, adalet ve insaf talebi, ihanet ve
zulümden uzak kalma şeklinde ortaya çıkar. Eğer Mars, Venüs’ün haddinde olur,
ikisinin tabiatı karışır, güçleri birleşirse bu durum arzular, kadınlarla ve
eşlerle baş başa kalma, heyecan, övünme, kendini beğenmişlik, şaşkınlık ve
zarar vermeye girişme sebebi olur. Eğer Mars, Merkür’ün haddinde olur, ikisinin
tabiatı karışır, güçleri birleşirse bu hasletler, deha, edep, kıvrak zeka,
kurnazlık, nefret, hızlı hareket ve isabetli çözüm ile ortaya çıkar. Eğer Mars,
yörüngesinden alçalır ya da seyrinde geri döner ve durumlarında da talihsizlik
olursa, bu zamanda doğan kimse, kadınlar ve çocuklar gibi korkak, çekingen,
kişiliği zayıf, hedefi küçük, zillete ve değersizliğe yatkın olur.
Sonra
dördüncü ay girer ve Allah’ın izniyle yönetim en büyük aydınlatıcı (neyyir\
feleğin kalbi, ışığın kaynağı, ışın ve p arlaklık yayan, bütün varlıklara nüfuz
eden Felekî Küllî nefsin güçleri kütlesinde (cirm) yayılmış alemin
ruhunun merkezi olan Güneşe geçer. O, insanda hükümdarlık, başkanlık, güçlü
ego, hedef büyüklüğü, kudret, saltanat, azamet, ihtişam, güç, şiddet, yönetim
ve siyaset için en büyük delildir. Kısaca o, hükümdarların, idarecilerin ve
onlarla beraber olanların yönetim ve siyasette ihtiyaç duyduğu bütün hasletler
ve ahlaki nitelikler [in delilidir]. Eğer kendi yörüngesinde yükselme konumunda
veya evinde veya şerefinde ya da apojesinde bulunur, belalar ve kınanan
hallerden uzak olursa, bu maddeyle yoğrulur, bu tabiatta iz bırakır ve eğer
Allah onun tamamlanmasını ve kemale ermesini takdir etmişse bu bütünün
tabiatına liderlik sevgisi, güçlü ego ve hedef büyüklüğü işler.
Eğer
Güneş, burç ve dereceden Satürn’ün (Zühal) haddinde olur, ikisinin
tabiatı karışır ve güçleri birleşirse, doğan, güçlü egolu, sağlam yapılı,
hedefi yüksek, kendine hâkim, kesin kararlı, işlerde sabırlı, engin, sahip
olduklarını elinde tutan, bildiğini koruyan, sabit fikirli, işlerde kararlı vb.
ahlak, karakter ve hasletlere sahip olur. Eğer Güneş, Jüpiter’in haddinde olur,
ikisinin tabiatı karışır ve güçleri birleşirse, doğan, eğer Allah onun
tamamlanmasını vekemale ermesini takdir etmişse, egosu melek ve peygamberlik
hasletlerinin hepsini kabule yatkın hale gelir ki, o hasletler de İnsanî
erdemler, melekî ahlak, rabbani marifetler ve ilahi ilimlerdir. Eğer (bu
çocuğun) doğumu, büyük buluşma (kıran) burcuna veya büyük buluşmaya
tabi olana veyahut devirlerden birinin başlama sırasında onun kazıklarından
birine denk gelirse, doğan (kişi) bu devirde gönderilmiş peygamber veya bu
zamanda insanlara önder olur.
Bahse
konu kişinin gönderilme keyfiyeti, delilleri, mucizeleri, kitabının hangi dilde
olduğu, hangi insan topluluğuna gönderildiği, şeriatının hükümlerinin, sünnetinin
gerekliliklerinin, ümmetinin yaşam şeklinin ve davranışlarındaki tercihlerinin
nasıl olduğu, uzun uzun anlatmaya muhtaçtır. Bunlar veya bunların çoğu büyük
buluşmalar ve binlerin devirlerine dair kitaplarda[104]
anlatılmıştır.
Eğer
Güneş, Mars’ın (Merrîh) haddinde olur, ikisinin tabiatı karışır,
kuvvetleri birleşirse, o zaman doğanın karakteri ve ahlakı o ikisinin
tabiatının karışımı şeklinde, hayatının günlerinde ve ömrü boyunca ikisinin
etkilerini kabule hazır hale gelir. Bu hale kıyasla eğer Güneş Venüs’ün ve
Merkür’ün haddinde olur ve tabiatı onlarınki ile karışır ve kuvvetleri
birleşirse doğan çocuğun nefsi onların etkilerini kabule hazır hale gelir,
ahlakı da onların tabiatından ve etkilerinden oluşmuş ve karışmış olur. Bu
mevzuyu anlatmak oldukça uzun sürer, bir kısmı da dönüşümlerin hükümlerine dair
kitaplarda anlatılmıştır, burada söylediklerimizin doğruluğunu ve
anlattıklarımızın hakikatini bu kitapları tetkik eden ve bu ilim sahasında
araştırma yapanlar bilir.
Eğer
Güneş, felekte, hallerinin düzgün seyrine dair yukarıda tarif ettiğimizin aksine
veya daha düşük oranda olursa, doğanın egosu ve hedefi küçük olur, İnsanî
erdemleri, melekî ahlakı, rabbani marifetleri, İlahî ilimleri ve ilahi
ihsanları az kabul eder.
Sonra
beşinci ay girer ve yönetim, nakş, suretler, şekil, işaret, cilve, hoşnutluk,
güzellik, süs, yüz güzelliği, görkem, yaşam, karakter, arzular, tat, sevinç ve
gıptanın delili olan Venüs’e (Zühre) geçer. Kısaca o (Venüs), hem
dünyada hem de ahirette yaşama, var olma ve uzun ömrü isteyen her türlü haslet
ve erdemin delilidir.
Eğer
Venüs kendi yörüngesinde yükselir, seyrinde düzgün, hallerinde övülen olursa,
Allah’ın izniyle bu maddeyle yoğrulur, bu tabiatta iz bırakır ve bu hasletlerin
sevgisi ve arzuları en üst seviyede bu bütüne işler.
Eğer
(Venüs) burçta kendi vechinde olursa, vücudun şekli, kırmızı ile sarının karışımı
olan parlak renkte beyaz, saçları kıvrık ve lüleli, güzel görünüşlü, güzel
gözlü, tatlı bakışlı, temiz yüzlü, gözünün siyahı beyazından çok, yanakları
dolgun, kaşları küçük, başı yuvarlak, boynu güzel, dudakları ince, yanakları
etli, parmakları kısa, bacakları kahn, orta boylu, ince derili, sürmeli ve ela
gözlü. Yine eğer Venüs kendi haddinde olursa, doğan, bütünü kabul eden, ince
ruhlu, güzel ahlaklı, iyi karakterli, insanlarla geçimli, hoş tavırlı olur.
Eğer Venüs, burç ve dereceden Satürn’ün vechinde olursa, vücudun şekli kahn
dudaklı, iri gözlü, kıvırcık saçh, uyumsuz dişli, ayrık ayaklı, sağlam bünyeli,
iri-yarı, iki gözü büyüklük-küçüklük, renk, hareket veya şekil açısından biri
diğerinden farklı olur. Eğer Venüs burç ve dereceden yine Satürn’ün haddinde
olursa, doğan, aşk ve muhabbeti şiddetli, sevgisi sabit, vefalı, emanet ve sözüne
bağlı, terki ve ihaneti az, nefsini dizginleyen sabırlı olur. Eğer burç ve
dereceden yine Jüpiter’in (Müşteri) vechinde olursa, doğanın beden
yapısı mutedil karakterli, organları birbiriyle uyumlu, kişiliği tatlı, esmere
yakın beyaz renkli, gözleri ve göz bebekleri iri, saçları koyu, sakalı gür,
yakışıklı, yanakları tombul, dudakları kahn, eti, yapısı ve boyu mutedil,
derisi temiz, yüzü parlak olur. Eğer burç ve dereceden Jüpiter’in haddinde
olur, ikisinin tabiatı karışır ve kuvvetleri birleşirse, doğan çocuk,
meleklerin ahlakına benzer şekilde, karakter olarak rahat, ahlakı güzel, hasletleri
beğenilen, gidişatı orta yollu, insanlarla geçimli, ilişkilerinde özgün,
sevgiye bağlı, muhtemelen inancı sağlam, dinine bağh bir edebiyatçı (edîb)
olur. Eğer Venüs yörüngesinden alçalır ya da seyrinde geri döner veya
hallerinde değişken olursa, (doğan çocuğun) mutluluğu az olur. Bunun
sebeplerinin anlatılması burada çok uzar, onlar hükümler, doğumlar ve
değişimlere dair kitaplarda anlatılmıştır.
Sonra
altıncı ay girer ve yönetim, ilimler, marifetler, algılamalar, edepler, hikmetler,
hareketler, sanatlar, söz söyleme, güzel anlatım, konuşma, açık ve akıcı ifade,
ayırt etme, zeka, okuma, müzik, matematik ilimleri ve hikmet sahibi Merkür’e (Utarit)
geçer. Venüs’ün Mars’ın kız kardeşi, Ay’ın Satürn’ün kardeşi ve Güneş’in
hepsinin babası olması gibi Merkür de Jüpiter’in küçük kardeşidir.
Eğer
Merkür kendi yörüngesinde yükselir, seyrinde düzgün, hallerinde düzgün olursa,
Allah’ın izniyle bu maddeyle yoğrulur, bu tabiatta iz bırakır ve ilimleri, marifetleri,
düşünmeyi ve güzel anlatımı kabul bu bütüne (cümle) işler. Eğer Merkür
burç ve dereceden kendi haddinde olursa, bu doğanın nefsi, Yüce Allah’ın
izniyle, zeki, kalbi diri, zihni saf, anlaması keskin, hatırlaması süratli,
bilgileri seçkin, ilimleri parlak, açıklaması açık ve net olur. Eğer (Merkür)
Satürn’ün haddinde bulunur, ikisinin tabiatı karışır ve kuvvetleri birleşirse
ve şayet Allah da onun tamamlanmasını ve kemale ermesini takdir etmişse doğan,
ilmi konularda keskin görüşlü, araştırmada derinliklere dalan, bilgilerde geniş
fikirli, düşüncelerini açıklarken ağır dil ve zor ifade kullanan olur. Eğer
Merkür Jüpiter’in haddinde olursa, doğanın kişisel gayreti, Allah’ın izniyle,
din ilminde olur. Dolayısıyla konuşma ve sözleri genellikle dindarlık, şeriat
hükümleri, insanlara nasihat, adaleti anlatma, yaratılışı açıklama, iyiliği
teşvik, kötülükten uzaklaştırma, ahireti hatırlatma, ahiret yurdunun hallerini
tarif ve cüzî nefsin beşeri bedenlerle bağlantısında en nihai gaye olan nefsin
bedenden ayrılması sırasında ölümden sonraki değişimi tasvir hakkında olur.
Nitekim Diriliş ve Kıyamet Risalesinde[105]
bunları anlattık. Eğer Merkür Mars’ın haddinde bulunur, ikisinin tabiatı
karışır ve kuvvetleri birleşirse, doğanın nefsi onun etkilerini kabule hazır
hale gelir, nefsinin gayretinin çoğunluğu münakaşa ve tartışma, savaşları
anlatma üzerine olur, güzel konuşan, hitabetinde aceleci, hazır cevap, çokça
dil sürçmesi ve yanlış yapan, çabuk tekrarlayan, muhtemelen de şair, hatip,
kadı, münakaşacı veya cedelci olur. Eğer Merkür Venüs’ün haddinde bulunur,
ikisinin tabiatı karışır ve kuvvetleri birleşirse, doğanın nefsi ikisinin
etkilerini kabule hazır hale gelir, nefsinin gayretinin çoğunluğu şiirler,
şarkılar, ezgiler, melodiler, ölçülü ritimler ve düzgün hareketlerle dünya
işlerinin güzellikleri, zevklerinin övgüsü ve lezzetlerinin tarifi hakkında
olur. Eğer Merkür, yörüngesinde alçalırsa, seyrinde dönüş halinde ve hallerinde
de kınanan olursa, o zaman doğan ya suskun ya dilsiz ya aptal veyahut deli
olur.
Sonra
yedinci ay girer ve Güneş’in spermin rahme düştüğü sırada bulunduğu konumunun
karşısındaki yedinci burca seyri biter. Böylece idare, görünüşte Güneş’e
benzeyen fakat tecrübede ona muhalif, iki alem (felekler ve dünya) arasında
ortada duran, feyzini yüce alemden yani yıldızlardan alıp bu feyzleri ve
hayırları süflî aleme akıtan küçük aydınlatıcı (neyyir) Ay’a geçer.
Eğer
Ay bu durumda kendi yörüngesinde yükselir, ışığı çok, seyrinde süratli, sıkıntılardan
kurtulmuş olursa, bu maddeyle yoğrulur, bu tabiatta iz bırakır ve Ay’ın oradan
aldığı ve bu aleme getirdiği bu akış (feyezan) bu bütüne işler. Doğan
çocuğun nefsi, yıldızların diğer etkilerini kabule hazır hale gelir. Bu da Yıldızlara
Giriş Risalesi [106]inde
anlatıldığı gibi, Ay’ın içinde bulunduğu yirmi beş hale göre olur. Eğer Ay
kendi menzilesinde, şerefinde, apojesinde, eğiminde veya vechinde olursa, doğan
çocuk, eğer Allah onun tamamlanmasını ve kemale ermesini takdir etmişse, hayatının
çoğunda mutlu, yaptıklarının çoğunda hem dünya hem de ahirette övülen olur.
Eğer Ay, Merkür’ün haddinde olur, ikisinin tabiatı karışır ve güçleri
birleşirse, doğanın karakterleri karışık ve değişken, kişiliği renkli, ahlakı
istikrarsız, görüşler ve inançlarda birinden diğerine geçen, çapraşık işlere
girişen, dünya işlerinde karmaşık, onlarda az sebat eden, tez değişen ve birini
bırakıp diğerine atlayan, kolay boyun eğen, musibete kolayca kapılan, nefsinin
arzusuna kapılan, kardeşlerinden ayrılan birisi olur. Eğer Ay Satürn’ün
haddinde olursa, yukarıda tarif ettiğimiz durumlar tersine cereyan gelişir,
doğan çocuk da hallerinin çoğunda bir zorluk ve şiddetin dışında sabit, az
değişen, birinden birine az atlayan biri olur. Eğer Ay Venüs’ün haddinde olur,
ikisinin tabiatı karışır, güçleri birleşirse, doğan erkek olur, dış görünüşte
kişiliği erkeklik içyapı olarak kadınlık tezahür eder. Eğer doğan kız olursa,
dış görünüşte kişiliği kadınlık karakterleri içyapı olarak erkeklik
karakterleri tezahür eder. Eğer Ay Mars’ın haddinde olur, ikisinin tabiatı
karışır, güçleri birleşirse, doğan sıradan bir insan kişiliği tezahür eder,
nefsinin ahlakı Mars özelliklerinde olur, hallerinin görünüşü sıradan bir
görünüş, gidişat ve yaşam tarzı avcı yaşam tarzı olur. Eğer Ay, Jüpiter’in
haddinde olur, ikisinin tabiatı karışır, güçleri birleşirse, doğan çocuğun
hallerinin çoğu iki taraf arasında mutedil, hem dünya hem ahiret işlerinde orta
bir yol tutan biri olur. Eğer Yüce Allah onun bu ayda doğmasını takdir etmişse,
yaşar ve hayatını devam ettirir, onun ömrü olur. Ama eğer doğmaz da sekizinci
ayın girmesine kadar kalırsa, yönetim (ilk ayda olduğu gibi) yeniden Satürn’e (Zühal)
geçer. Bu sırada Satürn kötü haldedir, Güneş de ölüm evi (beyt) olan
sekizinci burca girer. Cenin üzerinde Satürn’ün soğuk ve sakinlik tabiatı
baskın olur, o da eğer bu ayda doğarsa kısa ömürlü, belki de büyüyemez ve
yaşayamaz. Sonra dokuzuncu ay, esfar ve nakil (nukle) burcunun evine
girer, yönetim, (ikinci ayda olduğu gibi) tekrar Jüpiter’e geçer ki, burasını
sonra açıklayacağız.
Bölüm
Buraya
kadar anlattıklarımızla ceninin rahimde dokuz ay kalışının, oluşumun tamamlanması,
suretin nihai şeklini alması ve felekî şahısların güçlerinin ona nüfuz etmesi
için olduğu ortaya konmuştur. Eğer bunların tamamlanması ve son halini alması
tek bir günde mümkün olsaydı orada iki gün, şayet iki ayda mümkün olsaydı (daha
fazla orada) bırakılmazdı.
Her
akıllı bilir ki, oluşumu eksik ve sureti tamamlanmadan doğan, bu dünyadan ve
onun nimetlerinden faydalanamaz, tam ve güzel bir şekilde onun lezzetlerini
tadamaz ve onların zevkini alamaz, can sıkıcı mutsuz ve kederli bir hayat
sürer. Özürlü, felçli, yaratılıştan eksik ve bedenen sakat olan gibi(ler
böyledir).
Ölümden
sonraki ahiret hayatı için kıyas ve hüküm de bunun gibidir. Şöyle ki insan,
tabiat ve hikmetle ilgili kitaplarda anlatıldığı gibi, bu dünya hayatında cesetle
birlikte iken nefsinin hallerini tamamlaması mümkün olacak kadarını, nübüvvet
hakkındaki kitaplarda anlatıldığı gibi, dünyada olduğu sürede erdemlerinin
kemale ermesi mümkün olacak kadarını yapmaz(sa eksik olarak ahirete gider).
İkinci doğum olan ölüm anında, nefis bedenden ayrıldığında, artık ahiret
yurdundaki hayatı yaşamaya başlar. İşte bu hayatta nefis, göklerin melekûtuna
yükselebilir. Nitekim Mesih (selam üzerine olsun) şöyle buyurmuştur: “İki kere
doğmayan, göğün melekûtuna erişemez.”
Doktorlar,
ceninin rahimdeki arızî afetlerden etkilenmemesi ve çocuğun sağ salim dünyaya
gelmesi, büyümesi ve hayatını güzel bir şekilde yaşaması için anne-babaya ve
hamile kadınlara, hal ve hareketlerinde, davranışlarında kendilerine nazik,
aşırıya kaçmadan, yapılacakları da eksik bırakmadan orta yollu ve itidalli
hareket etmelerini tavsiye ederler. Peygamberlerin (selam üzerlerine olsun) ve
ilahi kanunu (nâmûs) koyanın tavsiyeleri de bu yöndedir. Zira onlar,
gayri meşru yollara dalmak, sınırı ve ölçüyü aşmak suretiyle nefisleri hasta ve
helak eden haramlar, haram edilmiş şeyler ve şüpheli olanlardan kaçınma
konusunda insanlar için koydukları din hükümleri, kanunlar ve sünnetlerle
gönderildikleri topluluklara (ümmet) mensup insanların nefislerinin
doktorlarıdır. Bütün bu hükümler, terbiye ettikten sonra evlatlarına vefasız,
hilekar ve mahvedici olan dünyanın afetlerinden nefislerin uzak durması
içindir. Yine nasıl ki (insanlar) hastalık ve sağlıkta yenilecekler ve içileceklerle
ilgili doktorun söylediği ve açıkladığına uyduklarında ondan yararlanırlar ve
uymadıklarında da sağlıklının hastalığa düşecek, hastanın da hastalığı daha
fazla uzayacak ya da perişan olacak hale düşecek şekilde tabiatı bozuluyorsa,
aynı şekilde peygamberler de nefislerin doktorları, doğruyu bulmanın ve yaşam yolunun
sebebidirler. Kim ki onların emrettiklerinden sapar, koydukları ve
açıkladıklarından ayrılırsa, kesinlikle sapıtır ve en doğru yoldan çıkar.
Bölüm
Sonra
bil ki, bu dünyada arzulara dalmak, insana ahireti unutturur, ondan şüphe
ettirir ve ondan hoşlanmaz yapar. Nitekim bu konuda söz söyleyenlerden biri
şöyle demiştir:
O
dünyadır. Halbuki onlara başkası vaat edildi
O,
pazarlık sonunda düşünceleri ertelemedir.
Yine
bu manada başka bir şiir söylenmiştir:
Nimet
ve lezzetten nasibi alınız
Hepsi,
ne kadar kalırsa kalsın, sonunda geçer gider.
Ahireti
umursamayan birisi de şöyle demiştir:
Bize
şunu haber veren hiç kimse gelmedi:
Ölen
ya cennette ya da ateştedir.
Şairlerin
bu fikirler, şüpheler ve içine düştükleri şaşkınlıklarla dolu şiirleri çoktur.
Rabblerinin tavsiyesini, peygamberlerinin öğüdünü, alimlerinin ve bilge
kişilerin/ filozofların (hükemâ) kendilerini çağırdıkları, ahiret
nimetlerine teşvik ettikleri, dünyada kaçınmalarını istedikleri ve dünyanın
arzuları ve geçici tatlarına kapılmaktan sakındırdıkları şeyler konusunda
onlara uymayı terk ederlerse, bu, onlara ceza olarak yeter.
Bölüm
Bil
ki, Ay gezegeninin altında doğan her kişi, doğduğu zaman ister karada, ister
denizde ister havada ister suda olsun, kesinlikle, doğudan bir doğuş (tâli)
derece, bu bölgenin ufku üzerinde olur; yine kesinlikle, yedi gezegenden neyyir
ismi verilen bir yıldız bu doğuş (tâli') derece üzerinde hâkim olur.
İkisi doğan çocuğun ve onun kendisiyle yaptıklarının ve bir sene bitinceye
kadar işlerini yürüttüğü şeyin delilidir. Sonra ikinci sene başlar ve o senede
yönetim, o dereceyi, doğarak ve ona hâkim olarak takip eden başka bir
derecenin olur. Sonra hâkim olunan üçüncü derecenin (yönetimde olduğu) üçüncü
yıl başlar. İşte bu minval üzere doğal ömrün sonuna kadar hayat devam eder.
Doğan, olaylarda etkin olur; dünya işleri, bu derecelerin hallerine ve
yıldızlardan onlara hâkim olanlara göre devam eder gider. Bunların tamamı doğumların
hükümlerine dair kitaplarda uzun uzadıya anlatılmıştır.
Bölüm
Ey
kardeşim! Bil ki, en yüce övgüye layık Allah, hikmetinin gereği olarak bütün
canlı türlerine bilenen doğal bir yaşam (ömür), bunun için bilinen bir süre,
ömür için de zamanı belli bir ecel belirlemiştir ki, eğer ömür doğal haliyle
devam ederse o süreyi ne aşabilir ne de ondan az olabilir. Bunun ayrıntısını,
Aziz ve Çelil olan Allah’tan başkası bilmez.
Allah’ın
insan için belirlediği doğal yaşam süresi, yüz yirmi yıldır. Bunun sebebini
bundan önceki bölümde anlatmıştık.
Bu
süreden daha fazla veya daha az olan ömürlere gelince, izahı çok uzun sürecek
çeşitli sebepleri ve birçok nedeni vardır. Detaylarını da ancak Aziz ve Çelil
olan Allah bilir. Biz, doğal halde devam ederse doğumundan itibaren yetmiş beş
sene ve bu süreyi aşarsa yüz yirmi sene tamamlanıncaya kadar süren insanın
doğal ömründeki hallerinden biraz bahsetmek ve işlerinin gidişatını ve
günlerini geçirmesini tarif etmek istiyoruz.
Bölüm
Ey
kardeşim! Bil ki, canlılardan her doğanın yeryüzünde ana-babası olduğu gibi
felekte de bir anası bir babası vardır. Birisi ömrünün (yaşamasının) delili
olup Kedahdây yani ev sahibi (rabbu'l-beyt) ismi verilir,
diğerine Heylâc yani ev sahibesi (rabbetu l-beyt) ismi verilir. Eğer
doğum esnasında bu ikisi mutlu olursa, doğan da hayırlı uzun ömür sürer; eğer
talihsiz iseler doğan da aksine (bahtsız) bir ömür sürer. Eğer Kedahdây mutlu
Heylâc bahtsız olursa, doğan uzun ömürlü fakat fakir, kötü halde olur. Eğer
Heylâc mutlu Kedahdây bahtsız olursa, doğan zengin, iyi halde fakat ömrü kısa
olur.
Doğal
süreden kısa ömürlü olmanın nedenine gelince, Kedahdây’a lütfedilen armağanın
az olmasıdır. Eğer o biter ve seyrin derecesi bahtsızlık merkezine ve onun
zamanlarına ulaşırsa, doğan aniden veya birçok dert, hastalık ve sebepten ölür.
Bunu da yeryüzünde ve gökte hiçbir sırrın kendisine gizli kalmadığı Aziz ve
Çelil olan Allah’tan başka hiç kimse bilmez.
Bölüm
Ey
kardeşim! Sonra bil ki, doğumların hükümleri konusunda astroloji (tencîrn) sanatı
uzmanları şu ortak fikre varmıştır: Doğum gününden itibaren kırk Güneş yılı
tamamlanıncaya kadar çocuk, büyüme, ilerleme ve gelişme sahibi olan Ay’ın
yönetimi altında kalır, yönetimde ona diğer yıldızlardan her biri bu sürenin
yedide biri kadar ortak olur. Buna da‘yaşa göre terbiye’ ismi verilir. Böylece
çocuğun terbiye, gelişme, büyüme, sağlık, selamet, itibar, asalet, dertler,
hastalıklar, muhtaç olma, basitlik, lezzet, kederli halleri, bu yıllar
içerisinde bu yönetimlerin gereklerine göre yönetilir. Bunların detayları,
çocukların yaşlarının değişmelerine dair kitaplarda anlatılmıştır.
Sonra,
konuşma, hareket, eğitim, edebiyat, ayırma ve anlama sahibi Merkür’ün (Utarit)
yönetiminde on üç sene geçer. Bu sürenin yedide biri kadar yönetimde paya sahip
olan diğer yıldızlar da orta olur. Yönetim onlardan her birine geçtiğinde, çocukta,
anne rahminde cenin iken fıtratına bu güçlerin yoğurduğu, izini bıraktığı ve
işlediği şekillenmiş ahlak ve fiiller ortaya çıkar. Bu tıpkı, vakti gelince,
yetişince, olgunlaşınca bitkilerin çiçeklerinin ve tanelerinin; ağacın
tomurcuğunun, yemişinin, kokularının, renklerinin ve tatlarının çıkmasına
benzer.
Sonra,
doğan varlık, güzellik, süslenme, arzular, tat, cinsel ilişki isteği ve zinaya
düşkünlük sahibi olan Venüs’ün (Zühre) yönetiminde, sekiz sene yaşar.
Yönetimde ona, diğer yıldızlardan her biri bu sürenin yedide biri kadar ortak
olur. Bu süre zarfında, doğan kişide evlenme ve cinsel ilişkiye düşkünlük;
arzular ve tatlardan faydalanma isteği; süslenme, güzellik ve hoş görünme
sevgisi; mal biriktirme, yerleşim yerleri, ev, dükkan, arazi ve bahçe edinme,
cariye ve genç hizmetçiler edinerek yaşıtları ve akranları ile oyun, eğlence ve
bir süreliğine arzulara dalma hırsı ortaya çıkar.
Sonra
kudret, idarecilik, yönetim ve siyaset sahibi Güneş’in yönetiminde on sene
geçer. Bu sırada doğandan, evde Kedahdâya. ait şeyler, çocukların
terbiyesi, yakınların ve komşuların eğitimi, akrabaları ve kardeşleri gözetme;
statüde de şöhret, saltanat, üstünlük, yücelik ve onur isteği ve benzerleri
ortaya çıkar. Bunlar kralların, idarecilerin, köy liderlerinin (dehhâkiri)
ve gurup başkanlarının muhtaç olduğu hasletler, ahlaki nitelikler ve
fiillerdir. Güneş’in bu yönetiminde ona diğer yıldızlardan her biri, bu sürenin
yedide biri kadar ortak olur.
Sonra
kararlılık, azim, yiğitlik, yetenekler, istek, ihsan, atılganlık, gayret, insaf
ve vakar sahibi olan Mars’ın (Merrîh) yönetiminde yedi yıl geçer. Mars
işlerin başındakilerin, ordu komutanlarının, toplum önderlerinin, devlet
yöneticilerinin ve kanun uygulayıcılarının hepsinin muhtaç olduğu her haslet,
iyi nitelik ve seciyenin sahibidir. Onun yönetimine diğer yıldızlardan her
biri, bu sürenin yedide biri kadar ortak olur. B öylece karakterleri birbirine
karışır, güçleri birleşir, fiilleri diğer yıldızlarınki ile ortaklaşa ortaya
çıkar. Bunun ayrıntısını Allah ve astrolojide/gökbiliminde (‘ilmi’n-nücûm)
derinleşenlerden çok azı bilir.
Bundan
sonra, doğan, din, dindarlık, tövbe, pişmanlık, züht, ibadet; oruç, namaz,
sadaka, af dileme, ahireti isteme ve onu arzulama, bu fani dünyadan ebedi ve
kalıcı olan ahiret yolculuğuna hazırlık ile Aziz ve Çelil olan Allah’a yönelme
halleri ile Jüpiter’in (Müşteri) yönetiminde on iki yıl geçirir. Onun
yönetimine diğer yıldızlardan her biri, bu sürenin yedide biri kadar ortak
olur. Böylece karakterleri birbirine karışır, güçleri birleşir ve belki de zıt
güçlerin bir araya gelmesi nedeniyle fiilleri birbirine zıt olarak ortaya
çıkar. Bu durumda akıllı insan belki bu süre zarfında iki zıt şey arasında
sağa-sola çekilir. Örneğin Mars’ın ortaklığında Venüs, yol göstermesi ile
doğanın hali üzerine hâkim olursa onu, dünya isteği, arzuları ve lezzetlerine
düşkünlüğe götürür. Bu sırada Mars, güç ve hareketlilik; Merkür sevecenlik,
şefkat ve çare; Satürn değişmezlik, bekleme ve sabır; Ay büyüme ve gelişme;
Güneş de şeref ve üstünlük bakımından ve bunların hepsinin zıddı ile onu
destekler. Fakat Satürn’ün doğanın hallerine ortaklığında Jüpiter ve onun
tabiatı, delaleti ile akıllı insana hükmettiği zaman, onu dünyaya düşkün
olmamaya (zühd), onun arzu ve lezzetlerine az rağbet etmeye, ahirete
düşkünlüğe ve onu çok istemeye götürür. Bu sırada Mars, onu (doğanı), güçlü
istek ve hareketlilik; Merkür sevecenlik, şefkat ve çare; Venüs kendine
düşkünlük, arzu, beğenilme, süslenme; Satürn ibadete ve tövbeye devam; Güneş
nur, hidayet, nefsin kibri, meşguliyet ve değersiz dünyadan nasibini alma, Ay
da onu uğraştığı şey için bağlılar ve yardımcılar bakımından destekler.
Eğer
insan çalışır, şeriatta belirlenen hükümlerin ve farzların gereklerini yapar ve
felsefede tarif edilen ile amel eder ve bu yaşantısına, yönetim on bir yıl
sonra Satürn’e geçinceye kadar devam ederse, birbirine zıt iki tabiatın
çekiminden doğan şeylerde az da olsa bir hafifleme olur. Çünkü o (Satürn),
sükunet, yavaşlık, tembellik, bedensel arzuların ateşini durdurma, hayvanı
güçleri giderme, sinirleri gevşetme, bedenî organların gücünü kırma ve
duyuların algılanan şeylerle ilgilenmesinin sahibidir. Sonra nefsin fiillerini
ortaya koyması ve lezzetleri alması mümkün olmaz. Bu durumda nefsin bu dünyaya
dair isteği azalır ve oluş ve bozuluş aleminde kalma arzusu yok olur. Sonra,
nasıl ki yağ bitip fitil yandığında kandil söner ve ışık giderse, aynı şekilde,
bedenden içgüdüsel sıcaklık sönüp hayvani ruh da vücuttan sıyrılınca ona yavaş
yavaş doğal ölüm gelir.
Eğer
insan, geçen ömründen memnun olmuş, ilimlerden bir ilim ve edebiyat çeşitlerinden
birini veya bir sanatı öğrenmiş, görüşlerden bir mezhebi din olarak kabul
etmiş, ahiret yoluna ve öte dünya hayatına götüren amellerden birini işlemişse,
bu (insanın) nefsinin nefsanî alemine ve ruhanî mekanına gitmesi ve kendisinden
önce geçmiş ve oraya ulaşmış olan, oluş ve bozuluş aleminin sıkıntılarından,
hastalıklar, dertler ve kederlerin yakıcı ateşinden, açlık, susuzluk, üşüme,
terleme, yorgunluk, bitkinlik, endişe, fakirlik, meşakkat ve bıkkınlık getiren
işlerle pis ve çirkin fiillerden; hırsın, aşırı isteğin, adi arzuların, düşük
adetlerin, medeni olmayan ahlakın, üst üste yığılmış cehaletlerin, kötü
amellerin ve orada yaşayanların ibadetlerinden ve aralarındaki nefretlerin
ateşinden; komşuların kıskançlığı, akranlarının düşmanlıkları, sultanın
eziyeti, şeytanın vesvesesi, zamanın sıkıntıları ve çağın felaketlerinden
kurtulmuş olan kendi cinsinin evlatlarına kavuşması istenir.
Eğer
bu oluşumlara yıldızların işlerini ve etkilerini kabul etmeyenlerden birisi
ileri geri konuşur, ya da bu güçlerin ceninin karakterine nasıl iz bıraktığına,
karakterleri cibiliyetine işlemesinin nasıl olduğuna ve doğduktan sonra
onların fiillerinin nasıl ortaya çıktığına şaşıran biri (bu olayları)
düşünürse, o zaman, panzehirlerin, merhemlerin ve şurupların yaptığı işlere
baksın da bu ilaçların ve merhemlerin tek başına ya da bir araya geldikten,
karıştıktan, yoğrulduktan, piştikten, parçaları birleştikten ve kuvvetleri bir
araya geldikten sonra, birlikte etkilerinin nasıl ortaya çıktığını, yine her
bir gücün ve ilacın bizzat özel organa, bilinen hastalığa ve derde nasıl
yöneldiğini, Allah’ın izni ile oradaki hastalığı giderdiğini ve orada etkisini
gösterdiğini bir görsün. Yine musiki icra edenlerin seslerine ve şarkıların
nağmelerine baksın da nasıl uyumlu hale gelerek bir araya toplandığını ve
havanın onu dinleyicilerin kulaklarına götürdüğünü, beynin derinliklerine
ulaştırdığını ve manaları nefislerin tabiatına eriştirdiğini bir görsün. Sonra
musiki icra edenlerin sesleri ve şarkıların nağmeleri sebebiyle nefislerdeki
etkilerinin, yani her hayvanda veya insanda sevinç, mutluluk, gülüş, hüzün,
ağlama, keder, kaygı, cesaret, korkaklık, cömertlik, cimrilik, canlılık,
hareket, uyku, durgunluk ve sükûnet veya zamanın unutturduğu bir şeyi
anımsatma, yakın zamanda olmuş bir derdin teselli edilmesi gibi farklı
etkilerin ve her akıllıya gizli kalmayan bunlara benzer şeylerin nasıl ortaya
çıktığın(nı görsün). Nefislerdeki bu etkilerin nasıl meydana geldiği, düşünen
bir kimseye gizli kalır ve o olayı anlamazsa, yıldızların nefislere etkilerinin
anlamını bilmediği ve nasıl olduğunu tasavvur edemediği için onu inkar etmesi
gerekir. Çünkü bu (tesirler), bu (bilinenlerden) daha gizli, küçük ve incedir.
Bölüm
Ey
kardeşim! Bil ki, Yüce Allah, her arayıcı için bir amaç, her arayanın amacı
için bir bitiş noktası belirlermiş ve her amaç sahibinin arayışında fazlalık ve
eksiklik arasında bir orta yol belirlemiştir. (Bu kanun doğrultusunda) ceninin
rahimde bir müddet kalışı bir amaç içindir, sekiz ay kalışı da eksiklik ve
noksanlık arasında orta bir yoldur. Aynı şekilde dünyada belli bir zaman kalışı
da bir amaç içindir ve insan için belirlenen yüz yirmi yıllık doğal ömür de
eksiklik ve noksanlık arasında orta bir yoldur. Bu iki miktarı aşma veya
onlardan az olma, anlatımı uzun sürecek nedenlere dayanır.
Fakat
eğer sen, ceninin sekiz aydan fazla kaldığında, yüz yirmi yıllık normal ömrünün
azaldığını öğrenmek istersen, yukarıda açıkladığımız kanunun aslını bil ve ona
bağlı kal. O da şudur: Ayaltı alemdeki her oluş ve meydana geliş, oluş ve meydana
geliş vaktinden bitiş ve yok oluş vaktine kadar, o, yüce felekî şahısların devirlerinden
tek bir devir miktarı olan müddettir. Nitekim bunu Devirler ve Oluşlar
Risalesinde™ açıkladık.
Bu
bölümden önce, spermin rahme düştüğü andan ölüm gününe kadar olan sürede,
rahimde kalışı ve ömrü ki, o da Güneş’in dönüşlerinden tek bir devir kadardır,
doğal seyrinde devam ettiğinde neler olduğunu anlatmıştık. Mesela cenin rahimde
sekiz ay kalır sonra doğarsa, Güneş’in, spermin rahme düştüğü günde bulunduğu
dereceye tekrar dönmesi için seyrinde dört burç, yüz yirmi derece kalır, doğan
da her dereceye bir sene (karşılık gelecek şekilde) dünya hayatına başlar. Eğer
rahimde dokuz ay kalırsa, onun için üç burç doksan derece kalır, doğan da
doksan yıllık ömrüne başlar. Eğer rahimde on ay kalırsa, o zaman da onun için
iki burç altmış derece kalır, doğan da altmış yıllık ömrüne başlar. Bu örnek ve
bu kıyasla anlaşılmıştır ki, rahimde kalış süresi ne kadar uzarsa dünyadaki
ömür de o kadar kısalır.
Tecrübe
de göstermiştir ki, cenin rahimde on ay kaldığı halde yine de yüz yirmi yıl
yaşaması veya dokuz ay kalıp altmış yıldan önce ölmesi, doğal olanın dışındaki
nedenler ve sebeplerden dolayıdır. Bunu detaylı anlatmak uzun sürer.
28.
Risâletu’l-edvâr ve’l-ekvân.
Doğanların
mutluluğuna dair hüküm de bu örnekteki gibidir. Mesela Aziz ve Çelil olan
Allah, her doğan için dünyada belli bir miktar mutluluk takdir etmiş ve onu
ikiye ayırmıştır: Bir kısmı hayat boyu için, bir kısmı da rahat bir yaşam
içindir. Bazen doğanlardan birinin ömrü uzar, rahat bir hayat azalır; bazen
birisi için rahat hayat uzar ama ömrü kısalır. îşte bundan dolayı birçok dünya
evladının mutlu ve rahat bir yaşam halinde fakat kısa ömürlü olduğunu görürsün,
bazen de uzun ömürlü fakat rahat yaşamlarının kısa olanlarını görürsün.
Anlatılır
ki, bir kral, su taşıyan yaşlı bir kimseyi evinde gördü ve ona sordu: Kaç
halife sayabilirsin (yani kaç halife devrinde yaşadın)?
Dedi
ki: Çok
Biraz
şaşırmış olarak sordu: Nasıl oluyor da sizin ömrünüz uzun bizimki kısa sürüyor?
Sucu
ona şöyle cevap verdi: Çünkü sizin rızıklarınız su tulumlarının ağızlarından
akan su) gibi geliyor, bizim rızıklarımız ise yağmur damlası gibi geliyor.
Onun
bu sözü kralın hoşuna gitti, güldü ve onu zengin edecek bir hediye verilmesini
emretti. Sonra kısa bir süre onu görmedi, onu soruşturdu ve öldüğünü öğrendi.
(Kral), “Yaşlı doğru söyledi. Su tulumlarının ağzı gibi rızık gelince ömrü
kısaldı” dedi.
îşte
hüküm ve kıyas da buna göredir. Allah her insana mutluluktan bir pay ve
nimetlerden bir parça vermiş, onu da ikiye ayırmıştır: Bir parçası bu dünyada
bir parçası da ahirettedir. Nitekim Yüce Allah şöyle buyurmuştur: “Onun
katında her şey bir ölçü iledir”[107]-,
“Onu bilinen bir ölçüye göre indiririz"[108]
İnsanın dünyada nimet ve lezzetlerden nasibine düşen miktar kadar ahiretteki
nimetlerden alacağı pay azalır. Allah bu manaya, israf edenleri kınadığı şu
sözünde işaret etmiştir: “Dünyadaki hayatınızda güzelliklerinizi
bitirdiniz, onların zevkini sürdünüz”[109]';
“Kim ahiret kazancını isterse, onun kazancını artırırız. Kim de dünya kazancını
isterse, ona da istediğinden veririz, fakat onun ahirette hiçbir payı yoktur”[110].
Yine
bizim söylediklerimizin hakikatini kavrayan dindarların Karun’a söyledikleri
söz de anlatılır: “Böbürlenme! Çünkü Allah, böbürlenip şımaranları sevmez.
Allah’ın sana verdiği şeylerde ahiret yurdunu ara. Dünyadan da nasibini unutma.
Allah’ın sana iyilik yaptığı gibi sen de iyilik yap”[111]
[112].
Onlar böyle söylediler, çünkü biliyorlardı ki, onun dünyadaki nasibi, ahireti
için takdim ettiği kadardır, onun hepsinden dünyada faydalanmaz. Nitekim Yüce
Allah şöyle buyurmuştur: “Kendiniz için her ne iyilik işlemiş olursanız,
Allah katında onu bulursunuz”311. Bizim anlattığımız manada
Kur'an’da birçok ayet vardır. Ey kardeşim! Dünyada aşırı gidenlerin halini,
yani Allah’a isyan ederek nimet ve lezzetlerden faydalandıklarını, ahiretten
yüz çevirdiklerini, öte dünyayı hatırlamayı bıraktıklarını görüp de aldanma.
Onlar kısa bir zaman sonra içinde bulundukları dünya nimetini kaybeder ve
ahirete gelirler, fakat oranın fakirlerinden ve mutsuzlarından olurlar. Nitekim
Allah şöyle buyurmuştur: "Zulmedenler hangi akıbete uğrayacaklarını
bileceklerdir'135. Çünkü onlar bu dünyanın rahatını istemek,
ahiretten yüz çevirmek, ondan dolayı isyan etmek, onun için hazırlanmayı terk
etmek ve nefislerini temizlemeye ve kendilerini dünyadan özgürleştirmeye
çalışmamak suretiyle kendilerine zulmetmişlerdir. Onlar hangi akıbete
uğrayacaklarını kesinlikle bileceklerdir. Onlara bu kadar tehdit ve korkutma
yeter. Bunda kalbi olan veya şahit olup kulak veren kişiye yeterince öğüt
vardır.[113]
[114]
Anlattıklarımızdan ceninin rahimde belli bir müddet kalmasının, vücudun
tamamlanması ve bedenin son şeklini alması, bundan amacın da doğanın doğumdan
sonra dünyadan faydalanabilmesi için olduğu ortaya çıkmıştır.
Yine
buna benzer şekilde bilge kişi/fılozof (hakim) şöyle demiştir: İster
aklın gereklerinden dolayı, ister kanunun (nâmûs) emir ve yasaklarını
duyma yoluyla olsun akıllı insanın doğal ömrü boyuncu bir müddet emir ve yasak
altında kalışı, nefsin erdemlerinin tamamlanması, çeşitli ahlakının, düşüncede
dikkatli olma ve araştırma, amelde ise gayret ve çalışma yoluyla rabbani
marifetlerinin kemale ermesi içindir. Nitekim felsefe haddinde bunun, insanın
gücü nispetinde veya nâmûsta ortaya konan vasiyetler, emirler ve yasaklarla
ilaha benzeme olduğu anlatılmıştır. Bütün bunlar nefsin, meleklerin
faziletlerini dünyada en mükemmel şekilde tamamlaması içindir.
Bütün
bunların amacı, felekler alemine yükselmesini, gökler alanına girmesini mümkün
kılmak ve oraya hazırlamak, orada önceki asırlarda nebevi dindarlık sünnetleri
ve felsefî hikmetlerle fikir alış verişi üzere ve melekûtî âdâbla yaşamış
hemcinslerinden ve kendi dininden kimselerle birlikte olmak, onların
derecelerine ulaşmak ve orada peygamberlerle, sıddıklarla, şehitlerle,
salihlerle nimetlenerek, tad alarak, rahat ve mutlu bir şekilde sonsuza kadar
kalmaktır. Oradaki bu kimseler ne güzel arkadaştırlar. Allah da şu sözüyle
onlara işaret etmiştir: “Onlar şöyle derler: ‘Hamd, bizden hüznü gideren
Allaha mahsustur. Şüphesiz Rabbimiz çok bağışlayandır, şükrün karşılığını
verendir. O, lütfuyla bizi kalınacak yurda yerleştirendir. Bize orada bir
yorgunluk dokunmaz. Bize orada usanç da gelmez”’[115].
Bölüm
Ey
kardeşim! Bil ki, Aziz ve Çelil olan Allah, insanların çoğunun doğal ömürlerini
tamamlayacak kadar yaşamayacaklarını, dünyada nefislerini güzelleştirecek ve
erdemlerini kemale erdirecek kadar uzun bir zaman bırakılmayacaklarını bildiğinden,
onlara lütufta bulundu, vasiyetler, emirler, nehiyler ve temiz sünnetlerden
oluşan ilahi kanunları ve razı olunacak hükümleri koymak üzere peygamberler ve
elçiler gönderdi. İnsanlar kendilerine gösterildiği şekilde adil bir hayat
düzeninde onları kullanırlarsa, ömürleri kısa da olsa nefislerinin erdemleri
tamamlanır, ahlakları güzelleşir. Nitekim Yüce Allah şöyle buyurmuştur: “Olgunluk
çağına erişince, ona hikmet ve ilim verdik"38. Peygamber
(Allah ona ve ailesine rahmet etsin) de şöyle demiştir: “Kim kırk sabah
ibadetini sadece Allah için yaparsa, Allah da onun kalbini kendi nuru ile
aydınlatır, kalbini iman için açar, hiçbir şey anlamaz birisi olsa dahi dilini
hikmetle konuşturur”. İşte bu, emir ve nehiy altındaki sorumluluk yaşma ulaşmış
nefisler hakkında bir hükümdür.
Çocuklar
ve deliler hakkındaki hükmüne gelince, onlar, babaların, annelerin,
peygamberlerin ve elçilerin (hepsinin üzerine selam olsun) şefaati ile
kurtulurlar.
Ey
kardeşim! Rahimde bir müddet kalmanın ve yine dünyada bir müddet kalmanın
amacının ne olduğu sana açıklandığına göre, hemen şimdi kalk, kolları sıva ve
azığını hazırla. Bil ki, en hayırlı azık takvadır. Ömür bitmeden ve ecel
yaklaşmadan önce bu fani dünyadan ebedi kalınacak yurda yolculuk için vasıtana
sıkıca sarıl. Zira uyaran kişi, artık özür kabul etmez. Allah şöyle buyurmuştur:
“Allah, müjdeciler ve uyarıcılar olarak peygamberler gönderdi. Onlarla
birlikte kitaplar ve mizanı indirdi”39 Buradaki mizân kelimesi
‘adalet’ manasınadır. “(Bunları indirdik ki) peygamberlerden sonra
insanların Allaha karşı (şöyle) bahaneleri olmasın”[116]:
‘Bize ne bir elçi ne bir kitap geldi, ömrümüz de kısa eksik oldu, ecelimiz
erken geldi, Bizi geri gönder, daha önce işlediğimiz amellerden başkasını
yapalım.’
İnsanlar
uykudadır, ölünce uyanırlar. Ey kardeş! Vatandan ayrılmadan ve ateşe girmeden
önce ve bir çağıncının, ‘Falan kişi mutsuz, falan kişi mutlu oldu’ diye çağırmasından
önce gaflet uykusuna ve cehalet sarhoşluğuna karşı dikkatli ol! Allah seni ve
bizi doğruya ulaştırsın. O kullara karşı çok şefkatlidir.
Spermin
Ana Rahmine Düşmesi Risalesi risalesi (Risâletü
Maskati’n-nutfe) tamamlandı. Bunu, “Filozofların “İnsan Küçük Bir
Alemdir” Sözüne Dair Risale”4’ takip edecektir.
Cisimsel-Doğal
Bilimlerin Onikinci
(İhvan-ı Safa Risaleleri’nin Yirmialtıncı) Risalesi:
Filozfların “İnsan Küçük Bir Alemdir” Görüşüne Dair[117]
Rahman
ve Rahim olan Allah’ın adıyla!
H |
amd
Allah’a, selâm O’nun seçilmiş kullarının üzerine olsun!Allah mı daha hayırlıdır,
yoksa Ona ortak koştukları varlıklar mı?
Bölüm
Ey
kardeşim! Allah seni ve bizleri katından bir ruhla desteklesin, bilesin ki, biz
“Nutfenin (Spermin Ana Rahmine) Düşmesi Risalesı’ni, nefsin bununla
irtibatına dair meselelerin açıklamasını, ay be ay meydana gelen durum
değişmelerini ve yıldız faaliyetlerinin cesedin bünyesine olan etkilerini
bitirdik. Bundan sonra insanın evrende var olup orada bir süre kalmasının nihai
amacını açıklamıştık. Bu risalede ise, filozofların: “İnsan küçük bir
alemdir" şeklindeki sözlerinin anlamını açıklamak istiyor ve diyoruz
ki: îlk dönem filozofları bu cismani evrene gözleriyle baktıklarında,
duyularıyla dışa yansıyan durumlarını gözlemlediklerinde, akıllarıyla bu
evrenin durumları hakkında düşündüklerinde, basiretleriyle tümellerine
(külliyât) ait şahısların tasarruflarını incelediklerinde, düşünüp
taşınmalarıyla parçalarına ait sanatlar/ türler üzerinde değerlendirme
yaptıklarında, onun bütün parçalarının yapılarının tastamam, şekillerinin
mükemmel olması bakımından ve bir bütün olarak evrenin insana çok benzediğini
gördüler. Buna göre insan cismani bir beden ve ruhani bir nefsin birleşiminden
oluştuğundan dolayı, filozoflar onun cesedinin yapı şeklinde cismani alemde
bulunan varlıkların tamamına ait örnekler (benzerlikler) bulmuşlardır.
Gezegenlerinin bileşimine, burçlarının kısımlarına, yıldızlarının
hareketlerine, onların temel elementlerinin ve ana yapılarının bileşimlerine,
madenlerinin cevherlerine, bitki şekillerinin çeşitliliğine ve hayvan
yapılarının garipliklerine dair hayretlik durumlar bu benzerliklerdendir.
Yine
filozoflar, melek, cin, insan, şeytan gibi ruhani varlık çeşitlerinde, diğer
hayvanların nefislerinde ve durumlarının alemdeki tasarruflarında insan
nefsine ve bu nefsin beden bünyesinde güçlerinin hareket etmesinde benzerlikler
gördüler.
İnsan
şekillerine ait bu durumları görünce bundan dolayı insanı “küçük alem” olarak
isimlendirdiler. Biz, filozofların söylediklerinin doğruluğuna delil ve
anlattıklarına açıklama olması, öğrencilere anlaşılmasının, araştırmacılara da
düşünmesinin kolay olması için bu örneklerden ve benzerliklerden bir kısmını
ifade etmek istiyoruz.
Bölüm
Burada
Ortaya Çıktığı Üzere Varlıkların Durumlarına Göre
İnsanın Durumlarını Değerlendirmeye Dair
Biz
diyoruz ki: Bütün varlıklar cevher ve arazlardan ibarettir; yapı, şekil ve
bileşim olarak bu ikisinden oluşmuşlardır. Nitekim bunu “Madde Risalesinde
açıklamıştık. “Akıl ve Ma kul R isalest ’nde açıkladığımıza göre de
bütün arazlar cismani veya ruhanidir. İnsan da birbirine yakın iki cevherin
bir araya gelmesinden oluşmuştur. Bunlardan biri, duyu organlarıyla algılayan
geniş ve derin olan şu cismani beden, diğeri ise akıl yoluyla algılama yapan
bilge ruhani nefistir.
Cesed,
eller, ayaklar, baş, boyun, sırt, kalçalar, dizler, bacaklar ve ayaklar gibi şekilleri
farklı organlardan oluşan bir yapıdır. Bu organların her biri de, kemik, sinir,
damar, et, deri vb. görünüşleri farklı ve parçaları birbirine benzeyen farklı
organlardan oluşmuştur. Nitekim bunu “İnsan Bedeninin Bileşik Oluşu
Risalesinde açıklamıştık. Yine beden denilen yapı, kan, bağlam ve iki acı
(sarı ve kara safra) şeklindeki dört karışımdan oluşmuştur. Bu dört unsur mide
özsuyu (keymus[118])dan,
keymus, gıdadan, gıda bitkiden, bitki ise dört unsurdan meydana gelmektedir.
Bunu da “Bitki Risalesinde anlatmıştık. Bunların her biri de, “Oluş
ve Bozuluş Risalesinde bahsettiğimiz üzere, bilinen dört tabiatın ikisi
tarafından ayakta tutulmaktadır. Bunları her biri de cismi tamamlayan ve tabiî
cisimlerden başka bir şeyi ayakta tutan şekillerdir. Bu hususu da “Madde ve
Şekil(suret) Risalesinde açıkladık.
Madde
ve suret de, ruhani, akılla bilinen, şanı yüce Yaratıcılarının dilediği işve
tepkileri yapan ve icat eden, nitelik, yer ve zaman olmadan, aksine Allah’ın
“ol” demesiyle hemen oluveren iki basit cevherdir. Bu durumu da “Aklî
İlkeler Risalesinde” anlattık.
İnsanın
durumu bu gördüğün şekilde olunca, anlattığımız gibi, o, karanlıklı (zulmani)
bir beden ve ruhani bir nefisten oluşmuştur. İnsan, cesedinin durumunu ve
ondaki organlarının garip oluşumunu ve bunların eklemlerinin oluşumundaki
farklılıkları değerlendirdiği zaman görür ki, vücut adeta oturanları için bir
ev gibidir. Nefsinin durumunu, onun beden heykelinin yapısındaki acaip
tasarruflarını ve beden eklemlerinde güçlerinin hareketlerini düşündüğü zaman
da cesedin adeta evinde hizmetçileri, ailesi ve çocuklarıyla oturan birine
benzediğini görür. Bir başka yönden değerlendirdiğinde, organlarının
şekillerindeki farklılık ve eklemlerinin oluşumundaki çeşitlilikle birlikte
beden yapısının bir sanatkârın dükkânına benzediğini görür.
Beden
şeklinin yapısında güçlerinin hareket etmesi, beden organlarının şaşılacak
faaliyetleri ve cesedinin eklemlerinde çeşitli hareketleri bakımından insan
nefsi, dükkanında çırak ve hizmetçileri olan bir zenaatkâra benzer. Nitekim
bunu “Pratik Sanatkâr Risalesinde açıkladık.
Bir
başka yönden, insan cesedinin bünyesi, yapı şeklinin (iskeletinin) tabakalarında
bulunan pek çok elementle, beden eklemlerinin garip bileşimleriyle, organ-
larının
çok farklı oluşuyla, kılcal damarlarının birbirinden farklı olup organlarının
her tarafına uzanmasıyla, cesedinin derinliğinde bulunan hislerin farklılığıyla
ve psikolojik (nefse ait) güçlerin tasarrufuyla birlikte değerlendirildiği
zaman bu bünye çarşı ve sokakları sanatkârlarla dolu olan bir şehre benzer.
Nitekim bu hususu “İnsan Bedeninin Bileşik Oluşu Risalesinde5
açıkladık.
Bir
başka yönden insan bedeni, nefsin cesedin durumlarına tahakküm etmesi, onu
güzel yönetmesi ve bu cesedin bünyesinde güç ve tasarruflarını yürütmesi bakımından
düşünüldüğünde bu şehirde orduları, hizmetçileri ve yakınlarıyla birlikte
yaşayan bir krala benzer. “Akıl ve Makul Risalesinde bunu açıkladık.
Bir
başka yönden, cesedin durumu ve oluşumu, nefsin durumu ve bedenle beraber
ortaya çıkışı birlikte düşünüldüğünde bu beden, rahime, nefis ise cenine
benzer. Bunu, “Cüzî Nefislerin Meydana Gelmesi ve Potansiyel Durumdan Fiilî
Hale Gelmesi Risâlesı’nde[119]
açıkladık.
Bir
başka yönden düşünüldüğünde, cesedin gemiye, nefsin kaptana, eylemlerin (amel)
tüccarın mallarına, dünyanın denizlere, ölümün sahile, ahiretin tüccarların
şehrine Yüce Allah’ın da o şehrin (ceza ve ödül veren) idareci kralına
benzediği görülür.
Başka
bir yönden değerlendirildiğinde, cesedin binek, nefsin süvari, dünyanın meydan
ve işçilerin de yarışçılara benzediği görülür.
Bir
başka yönden bakıldığında, nefsin çiftçiye, cesedin tarlaya, eylemlerin bitki
ve meyveye, ölümün hasada, ahiret yurdunun harmana benzediği görülür. Bu
durumu, “Ölümün Hikmeti Risalesinde5 açıkladık.
Başka
bir yönden bakıldığında, anatomi kitaplarında anlattığımız üzere, cesedin
dikkat çekici yapısı ve bedenle kıyaslandığında nefsin birçok ilimden
faydalanması dikkate alındığında cesedin ilimlere ait kütüphaneye, nefsin de bu
kütüphanedeki bir çocuğa benzediği görülür. Nitekim bunu “Duyu ve Duyum
Risalesinde6 açıkladık.
Bir
başka yönden bakıldığında, cesedin bileşimi, nefse ait güçlerin ondaki hareketi
ve insanın tasarruf durumları dikkate alındığında cesedin ilimlerle dolu deftere
benzediği görülür. Cesedin levh-i mahfuzun bir özeti olduğu söylenir.
Filozoflar bu duruma pek çok atasözü (darb-ı mesel) örnek getirmişlerdir.
Burada bize yakışır tarzda ve kısa rumuzlar şeklinde bunların bir kısmına yer
vermek istiyoruz.
Bölüm
İnsanın
Levh-i Mahfûzun Bir Özeti Olduğuna Dair
Anlatıldığına
göre memleketlerin meliki, filozofların hâlini ve seyyidlerin seyyidi bir adam
ve onun da çok sevdiği ve kendisine göre pek kıymetli küçük çocukları vardı. O,
kendi meclisine getirmeden önce durumlarını düzeltmek için bu çocukları terbiye
etmek, eğitmek ve egzersiz yaptırmak (uysallaştırmak) istedi. Zira kralların
meclisine ancak edeb eğitimi almış olanlar, ilimlerde egzersiz yapmış olanlar,
güzel ahlakla ablaklanmış bulunanlar ve kusurlardan arınmış olanlar yakışır.
Sağlam görüşten ve hikmetten hareketle en sağlam şekilde onlar için bir saray
yapmayı uygun gördü. Her biri için bir meclis tahsis etti. Bu meclisin etrafına
onlara öğretmek istediği bütün ilimleri yazdı ve onları eğitmek istediği bütün
vasıtaları da tasvir etti. Sonra onları bu sarayda iskân etti. Her birini
mecliste kendisi için hazırlanan kısma oturttu. Onlara hizmetçiler, cariyeler
ve uşaklar tayin etti ve bu evlatlarına şöyle dedi: “Önünüzde sizin için tasvir
ettiğime bakın, sizden ötürü orada yazdığımı okuyun, sizin için açıkladığıma
dikkatle bakın ve bu konuda tefekkür edin ki, manalarını anlayasınız, bu
sayede de hayırlı filozoflar ve fazilet sahibi iyi kimseler olasınız. Bundan
sonra da ben sizi kendi meclisime getireyim, siz de benim mutlu ve kıymetli
dostlarım olun, ebedi nimetler içerisinde yaşayın ve ben sağ olduğum sürece siz
de benimle birlikte kalın”. Bu mecliste onlar için yazdığı ilimlerden bazıları
şöyledir: Meclisin kubbesinin en yüksek yerine feleklerin (eflâk)
şeklini yazdı. Nasıl döndüklerini ve doğuş burçlarını açıkladı. Aynı şekilde
yıldızları ve onların hareketlerini de yazıp delil ve hükümlerini izah etti.
Meclisin avlusunda yerin şeklini, iklimlerin kısımlarını, dağların,
denizlerin, kara ve nehirlerin mıntıkalarını tasvir etti. Ülkelerin,
şehirlerin, yol ve krallıkların sınırlarını açıkladı. Meclisin ön kısmına tıp
ve tabiat ilmini yazdı. Bitki, hayvan ve madenleri bütün çeşit, cins ve
şahıslarıyla tasvir etti. Bunların özelliklerini, fayda ve zararlarını
açıkladı. Diğer tarafa sanat ve mesleklere dair olan ilmi yazdı. Ekin ve neslin
nasıl olduğunu açıkladı, şehir ve çarşıları tasvir etti, ahş-veriş, kazanç ve
ticaretlerin hükümlerini açıkladı. Diğer tarafa dinlere, şeriatlere ve
sünnetlere dair ilimleri yazdı, helal, haram, ceza ve hükümleri açıkladı. Bir
diğer tarafa siyaset ve memleket idaresine dair bilgileri yazdı. Haraç
vergisinin nasıl toplanacağını, kâtiplerin ve divanların nasıl olduğunu yazdı,
askerlerin erzakını, halkın ve sınır boylarının asker ve yardımcı birliklerle
nasıl korunacağını açıkladı.
İşte
kralların çocuklarının egzersiz yaptığı altı çeşit ilim bunlardır. Bu,
filozofların getirdiği darb-ı meseldir. Zira (burada anlatılan) hikmet sahibi
melik Allah’tır. Küçük çocuklar ise insanlığı temsil etmektedir. İnşa edilen
saray, başlı başına evrendir. Sağlam olarak inşa edilen meclisler insanın
suretidir. Tasvir edilen terbiyeler (âdâb), insan cesedinin şaşırtıcı
bileşimidir. Burada yazılı olan ilimler, nefsin güçleri ve bilgileridir.
Bundan sonra biz bunları kısaca bölüm bölüm açıklayacağız.
Bölüm
Nefis
Cevherinin Faziletine Dair
Biz
diyoruz ki: Allah katında nefis cevherlerinin, cisim cevherlerinin sahip olmadığı
bir yeri ve üstünlüğü vardır. Bunun sebebi, nefis cevherlerinin Allah’a yakın,
cisim cevherlerinin ise uzak olmasıdır. Çünkü nefislerin cevherleri bizatihi
bilici ve faal (etkin) olduğu halde cisimlerin cevherleri örnek (model) tarafı
olmayan, ölü ve edilgendir. "Aklî İlkeler Risalesinde açıkladığımız
üzere, varlıkların Yüce Yaratıcıya göre durumu, sayının “bir’e göre durumu
gibidir. Buna göre, akıl iki, nefs üç, ilk madde dört, tabiat beş, cisim altı,
felekler yedi, rükunlar (unsurlar) sekiz ve doğumla meydana gelenler (mevlûdât)
dokuz gibidir.
Bir
başka yönden, ayın ışığının Güneş’in ışığına göre durumu ne ise akla göre
nefsin durumu da odur. Güneşin ışığının Güneşe göre durumu ne ise, Allah’a göre
aklın durumu da odur. Aynı şekilde ay Güneş’in ışığıyla dolduğunda kendi ışığını
Güneş’in ışığıyla uyumlu hale getirir. Nefis de aklın feyzini kabul ettiği
(aldığı) zaman faziletleri tamamlanmış olur ve onun eylemleri akhn eylemleriyle
bağdaşır. Nefsin faziletlerinin tamamlanması, ancak zatını ve cevherinin gerçek
mahiyetini tanımasıyla gerçekleşir. Cevherlerinin faziletlerinin ortaya çıkması
ise, insanlık sureti olan gerçek aleminin durumlarını tanımasıyla olur. Zira
Yüce Yaratıcı, insanı en güzel şekilde yaratmış, en mükemmel surette dizayn
etmiş ve onda büyük alem görünsün diye suretini nefsinin aynası yapmıştır.
Çünkü şanı Yüce Yaratıcı insan nefsini ilimlerinin hâzinelerinden haberdar
etmek ve ona bir bütün olarak alemi göstermek isteyince, alemin geniş ve büyük
olduğunu, alemin ömrünün uzun, insan ömrünün ise kısa olması dolayısıyla,
alemin tamamını görmeden insanın bu alemde dönüp dolaşamayacağını biliyordu. Bu
sebeple insan nefsi için büyük alemin özeti durumunda olan küçük bir alem
yaratmayı hikmetin bir gereği olarak gördü. Büyük alemde olan her şeyin küçük
alemde bir tasvirini (suretini) yaptı. Bunları insan nefsinin önünde
canlandırdı ve onları da o nefse gösterdi. Yüce yaratıcı temsili bir anlatımla
(bir başkasını araya sokarak), insanları kendi nefsine karşı şahit tutarak
şöyle dedi: “Ben sizin Rabbiniz değil miyim”? Onlar da hep birlikte: “Evet
Rabbimizsin” dediler. Sonuçta bunlardan kim şâhit, âlim ve kendi gerçek
mahiyetini bilen durumunda olduysa kendine karşı gerçek şahit oldu. Câhil
olanın şahitliği ise reddedildi. Zira Yüce Allah şöyle dedi: Onlardan bilerek
gerçek anlamda şahitlik edenler hariç[120].
Ancak bilgi sahibi olanların şahitliğinin kabul edildiğine dikkat etmez misin?
Bilmiş
ol ki, bütün ilimlerinin kapılarının açılması, insanın nefsini bilmesine
bağlıdır. İnsanın nefsini bilmesi ise üç yönden olmaktadır: Bunlardan biri,
insanın cesedinin durumlarını, bünyesinin oluşum ve bileşimini ve nefisten
bağımsız olarak cesede bağlı nitelikleri dikkatli bir şekilde
değerlendirmesiyle olur. Diğeri, nefsinin durumlarını ve bedenden bağımsız
olarak nitelendiği sıfatları değerlendirmesiyle gerçekleşir. Bir diğeri ise,
beden ve nefsin durumlarını ve her ikisiyle alakalı nitelikleri
karşılaştırmalı olarak değerlendirmesiyle olur. “İnsan Bedeninin Bileşik
Oluşu Risdlesı’nde bu değerlendirmelerin bir kısmını açıklamıştık. Bu
risâlede ise diğer kısmını açıklamak istiyor ve diyoruz ki:
Bölüm
Feleklerin
Durumlarına Göre
İnsanın
Durumlarının Değerlendirilmesi
Bilmiş
ol ki, Yüce Yaratıcı insan bedeninin oluşumunda, feleklerin oluşumuna,
burçlarına, göklere ve gök tabakalarına örnek (benzerlik) ve işaretler
yaratmıştır. Nefse ait güçlerin cesedin eklemlerine nüfuz etmesini ve bedene
ait organların farkhhğını, melek cinslerine ait güçlerin, cin, insan ve şeytan
kabilelerinin yer ve gök tabakalarına, yüceliklerin en yücesine ve
alçaklıkların en alçağına kadar nüfuz etmesi gibi yapmıştır.
İnsan
bedeninin oluşumunun feleklerin oluşumuna benzemesine gelince; Yıldızlara
Giriş Risalesinde açıkladığımız üzere, nasıl ki felekler bir kısmı diğer
kısmının içinde oluşmuş olmak üzere dokuz tabaka ise, aynı şekilde insan
bedeninin oluşumunda da, bir kısmı diğerinin içinde, ona sarılmış ve ona
benzemekte olan dokuz cevher bulunmaktadır. Bunlar, kemik, ilik, et, damarlar,
kan, sinir, cilt, saç ve tırnaktır. îlik, ihtiyaç anında kullanılmak üzere
kemiklerin içine depolanmış vaziyettedir. Tutup ayrılmaması için sinirler
bütün eklemleri sarmıştır. Onları korumak için aradaki boşluklar etle
kaplanmıştır. Etin boşluğuna, onun korunması ve bozulmaması için atar ve
toplar damarlar yerleştirilmiştir. Bunların tamamı, örtülme ve estetik amaçlı
olarak deri ile kaplanmıştır. Hedefine ulaşması için, bu maddenin artanından
saç ve tırnak bitirilmiştir. Böylece insan bedeninin oluşumu (bileşimi) hem
nitelik hem de nicelik bakımından feleklerin oluşumuna benzer olmuştur. Zira
felekler (eflâk) dokuz tabaka, insan bedeni ise dokuz cevherdir. Felekler nasıl
birbirinin içinde ise insan vücudundaki cevherler de öyledir.
Nasıl
ki felekler on iki burca bölünmüşse, ona benzer olarak insan vücudunda da on
iki delik vardır. Bunlar, iki göz, iki kulak, iki burun deliği, iki meme, ağız,
göbek, ön ve arka deliklerdir.
Nasıl
ki burçların altısı güneyde ve altısı kuzeyde ise aynı şekilde nitelik ve nicelik
olarak bunlara benzer olarak insan bedenindeki deliklerin altısı sağ ve altısı
sol tarafındadır.
Nasıl
ki gökyüzünde feleklerin ve kâinatın hükümlerini icra eden yedi seyyar yıldız
varsa, insan vücudunda da, bedenin yararına olan faal yedi kuvvet
bulunmaktadır.
Yıldızların
nefsi ve cisimleri olup cisimlerde cisimsel eylemleri olduğu gibi, bedende de
yedi cisimsel güç bulunmaktadır. Bunlar, çekim gücü (el-kuvvetu l-câzibe), tutucu
güç (el-kuvvetu'l-mâsike), sindirim gücü (el-kuvvetu'l-hâdıme),
savunma gücü (el-kuvvetüd-dâfia), beslenme gücü (el-kuvvetu'l-gâziye),
büyüme gücü (elkuvvetu n-nâmiye) ve tasavvur gücü (el-kuvvetu'l-musavvira)dür.
Bunun yanında diğer yedi ruhsal güç vardır. Bunlar ise, algılayıcı güçlerdir.
Bunlarla kastettiğim, görme, işitme, tatma, koklama, dokunma, konuşma ve
akletme gücüdür. Algılama gücü mütereddit beşe, konuşma gücü aya ve akletme
gücü Güneş'e uygundur. Zira her bir yıldızın gök yüzünde iki evı(beyt)
vardır. Bunlardan biri Güneş, diğeri ise ay küresindedir. Ay ve Güneş’ten her
birinin bir evi vardır. Nitekim bunu “Yıldızlar Risalesinde[121]
açıkladık.
Aynı
şekilde beden bünyesinde algılayıcı güçlerden her birinin iki kanalı vardır.
Bunlardan biri sağda diğeri ise soldadır. Görme gücünün kanalları gözlerde,
işitme gücününki kulaklarda, tatma gücününki burun deliklerinde, dokunma
gücününki ellerde, lezzete (şehvete) dayalı tatma gücünün kanalı ağızda olup
sağ tarafa daha uygun düşmektedir. Kadının cinsel organı ise sol tarafa daha
uygun düşmektedir.
Konuşma
gücünün kanalı boğazdan dile kadardır. Akledici gücün kanalı beynin ortasıdır.
Akletme gücüne göre konuşma gücünün durumu ne ise ayın Güneş'e göre durumu
odur.
Buna
göre ay kendine ait yirmi sekiz evreden (menâzil) geçerken ışığını
Güneş’ten alır. Zira konuşma gücü boğazdan geçişi esnasında lafızların
manalarını akıldan alır ve bunları yirmisekiz harf olarak ifade eder. Konuşma
gücüne nispetle yirmisekiz harfin durumu aya nispetle yirmisekiz evrenin durumu
gibidir.
Nasıl
ki gökyüzünde salınım hareketi yapan (râkıs) ve izleyici durumunda olan (zeneb),
varlık olarak gizli ve eylem olarak görünür durumda olan iki problemli bölge {ukde)
var ve yıldızların saadeti ve felaketi bunlara bağlı ise, insan cesedinde de
varlıkları gizli ve eylemleri görünür olan iki durum vardır. Cesedin yapısının
bozulmaması ve nefse ait eylemlerin düzgünlüğü bunlara bağlıdır. Bunlar da
mizacın düzgünlüğü ve bozukluğudur. Buna göre cesede ait karışımların mizacı
düzgün olduğu zaman o bedenin organları da düzgün olur, nefsin eylemleri
istenen doğrultuda yürür ve tabii şekilde hareket eder. Mizaç bozuk olduğu
zaman ise cesedin yapısı sarsılır ve nefsin eylemleri doğru hareketinden
sapar. Bu iki düğümün getirdiği felaketin en büyük zararı ay ve Güneşe olur.
Zira Ay ve Güneş tutulmasında en güçlü sebep budur. Aynı şekilde konuşma ve
akletme gücüne en çok zarar veren dekötü mizaçtır. Zira bu mizaç, onu
eylemlerinden çok ve güçlü bir şekilde saptırır.
Bedende
bulunan iki göz, felekler içerisindeki Jüpiter (müşteri)in, kulaklar Merkür
(utarit)ün, burun ve meme delikleri Venüs (Zühre)ün, ön ve arka delikler Satürn
(Zühal)ün iki evine, ağız Güneş’in, göbek deliği ise ayın evine uygun düşer
(karşılık gelir). Doğumdan önce göbek, rahimde beslenme kapısı idi. Dünyaya
geldikten sonra beslenme kapısı ağızdır. Ön ve arka delikler, Satürn’ün evlerinin
ay ve Güneş’in evlerine karşılık gelmesi gibi, ağız ve göbeğe karşı
gelmektedir.
Nasıl
ki gökyüzünde farklı nitelikte sınırları, yüzleri ve dereceleri olan burçlar
varsa, bedende de farklı organlar, eklemler, sinirler ve kemikler vardır.
Bunların açıklaması ve gökyüzünün sınırlarıyla ilişkisine dair bilgi vermek
konuyu uzatacağından bunu anlatmayı bıraktık.
Bölüm
İnsan
Cesedinin Bileşiminin Dört Unsura Benzemesine Dair
Biz
diyoruz ki: Bilmiş ol ki, ayaltı alemde dört \ıns\ır{rükün)
bulunmaktadır. Bunlar, üreme özelliği bulunan şeylerin varlığını devam
ettirmesi kendisine bağlı olan ana unsurlar[122]
ile hayvan, bitki ve madenlerdir. Aynı şekilde cesedin bünyesinde onun
tamamını oluşturan dört organ bulunmaktadır. Bunların birincisi baş, sonra
göğüs, sonra karın sonra da ayaklara kadar olan boşluktur. însan bedenine ait
bu dört unsur ay gezegenine ait dört unsura paraleldir. Buna göre, insanın başı
gözünden saçılan ışıklar ve duyuların hareketi yönüyle ateş unsuruna
paraleldir. Göğsü, nefesi havayı burnuna çekmesi yönüyle havaya paraleldir.
Karnı, içinde yer alan yaşlıklar bakımından suya paraleldir. Ayaklarına kadar
olan boşluğu ise, geri kalan diğer üç unsurun yerküre üzerinde ve etrafında
durması gibi, unsurların üzerinde durması bakımından yerküreye paraleldir.
Bu
dört unsurdan buharlar boşalır. Bunlardan rüzgârlar ve bulutlar, yağmurlar,
canlılar, bitkiler ve madenler oluşur. Aynı şekilde insan bedeninde bulunan
dört unsurdan da buharlar boşalır. Burnunu sümkürenin çıkardığı şey, gözlerden
çıkan yaş, ağızdan çıkan tükürük, karın boşluğunda oluşan gaz, idrar, dışkı vb.
insandan çıkan diğer yaşlıklar da böyledir.
İnsanın
beden yapısı yerküreye, kemikleri dağlara, beyni madenlere, karın boşluğu
denize, bağırsakları nehirlere, damarları cetvellere, eti toprağa, saçı
bitkiye, saç bitim yeri ver imli (iyi) toprağa -zira saç bitmeyen yer çorak
toprak gibidir-, yüzünden ayaklarına kadar olan bölgesi bayındır durumdaki
şehre, arkası harap olmuş yere, yüzünün ön kısmı doğuya, arka tarafı batıya,
sağ tarafı güneye, sol tarafı kuzeye, solunumu rüzgârlara, konuşması şimşeğe,
sesleri yıldırımlara, gülüşü gündüzün aydınlığına, ağlaması yağmura,
tasalanması ve üzülmesi gece karanlığına, uykusu ölüme, ayık hali yaşamaya,
çocukluğunun ilk zamanları ilk bahar günlerine, gençliğinin ilk zamanları yaz
günlerine, yaşlılık günleri sonbahar günlerine, kocalık günleri kış günlerine,
hareket ve eylemleri yıldızların hareket ve dönüşüne, doğuşu ve meydana
gelmesi yıldızların doğuşuna, ölümü ve ortadan kaybolması yıldızların ortadan
kaybolmasına, işlerinin ve durumlarının düzgünlüğü yıldızların düzgün
(doğrusal) hareketlerine, geri kalması ve geri dönüşü yıldızların geri
dönüşlerine, hastalıkları ve sağlık sorunları yıldızların yanmasına, işlerde
tereddüt ve duraklaması yıldızların duraklamasına, evinde ve balkonda yüksek
yerde olması yıldızların en yüksek menziline ve doğu taraflarındaki
yükselişine, evinde alçakta duruşu ve düşüşü yıldızların alçalmasına ve en
alçak menziline düşüşüne, hanımıyla birleşmesi yıldızların birleşmesine,
insanlarla ilişkilerini sürdürmesi yıldızların birbiriyle irtibatlı olmasına,
ayrılması yıldızların ayrılışlarına, insanın işareti yıldızların rekabetine
benzemektedir.
Güneş,
gökyüzündeki gezegen ve yıldızların başıdır. Aynı şekilde insanlar içerisinde
de başkan ve hükümdarlar vardır. Nasıl ki gezegenler Güneş’le ve birbiriyle
ilişkili ise, insanlar da krallarla ve birbiriyle ilişkilidir. Gezegenlerin
Güneş’ten güç ve ışık fazlalığı bakımından ayrılması gibi, insanlar da
krallardan yönetme erkini elinde bulundurmaları, giydikleri özel elbiseler ve
mertebelerle ayrılırlar. Merih’in Güneş karşısındaki durumu, ordu komutanının
kral karşısındaki durumu gibidir. Merkür’ün Güneş karşısındaki durumu, kâtip ve
vezirlerin krallar karşısındaki durumu gibidir. Jüpiter’in Güneş karşısındaki
durumu, kadı ve âlimlerin krallar karşısındaki durumu gibidir. Satürn’ün Güneş
karşısındaki durumu, hazinedar ve vekillerin krallar karşısındaki durumu
gibidir. Venüs’ün Güneş karşısındaki durumu, câriye ve şarkıcı kadınların
krallar karşısındaki durumu gibidir. Ay’ın Güneş karşısındaki durumu,
isyancıların (havâric) krallar karşısındaki durumu gibidir. Çünkü ayın
başlangıcında Ay, tam onun karşısında gelinceye ve ışığı konusunda onunla âhenk
sağlayıncaya kadar ışığını Güneş’ten ahr ve yapı şekli bakımından onun gibi
olur. İsyancıların krallar karşısındaki durumu da böyledir; önce kralların
emirlerine tabi olurlar sonra da itaati bırakır ve yönetim konusunda onlarla
tartışmaya girerler.
Aynı
şekilde, ayın durumları canlılar, bitkiler ve diğer bakımlardan dünya işlerine
benzer. Zira ayın başlangıcından ortasında tamamlanana kadar ay, fazla ışık ve
olgunlukla başlar, sonra ayın sonuna doğru giderek azalır, bozulur ve
kaybolur. Dünya ehlinin durumu da böyledir. Onlar da işin başında bir
fazlalıkla başlarlar, tamamlanıp mükemmel hale gelene kadar bu durum sürekli
devam eder. Sonra bozguna uğrayıp dağılıncaya kadar düşmeye ve azalmaya başlar.
Bölüm
Nefsin
Güçlerini Saymaya Dair
Biz
diyoruz ki, şaşılacak durumlarının çokluğu, organlarının düzeni ve eklemlerinin
oluşum yolları bakımından ceset, bir şehre benzer. Nefis, bu şehrin kralı
yerindedir. Çeşitli güçleri asker ve yardımcıları gibidir. Nefsin bu bedendeki
eylem ve hareketleri teba ve hizmetçiler gibidir. Zira insan nefsinin sayısını
Allah’tan başka kimsenin bilemeyeceği kadar çok güçleri vardır. Bu güçlerden
her birinin de cesedin organlarına kendine ait başkasının giremediği özel giriş
yeri vardır. Aynı zamanda bunlardan her birinin nefse göre durumu diğerinden
farklıdır. Şimdi diğerlerine delil olması için bunlardan bir kısmını anlatmak
istiyoruz. Nefsin algılayıcı beş gücü vardır ki bunlar adeta haber sahipleri
gibidir. Nefis bunlardan her birini, o bölgede başka gücün ortak olmayacağı
şekilde, kendine ait bölgenin haberini getirmesi için memleketinden bir
bölgeye tayin etmiştir. Bunun açıklaması şöyledir: Giriş yeri kulaklar olan
işitme gücünü nefis, sadece işitme konusu olan şeyleri yani sesleri algılamak
için görevlendirilmiştir. Sesler de canlıya ait olan ve olmayan olmak üzere iki
kısımdır. Davul, şimşek, taş, ağaç, korna (saz), telli çalgılar vb. şeylerden
çıkan sesler canlıya ait olmayan seslerdir. Canlıya ait sesler de konuşmaya
dayalı olan ve olmayan olmak üzere iki kısımdır. At kişnemesi, eşek anırması ve
boğanın böğürmesi gibi. Özetle, konuşma kabiliyeti olmayan bütün canlı sesleri
konuşmaya dayalı olmayan ses grubuna girer. Konuşmaya dayalı olan sesler ise,
bir anlam ifade eden ve etmeyen olmak üzere iki kısımdır. Melodiler, nağmeler,
gülme, ağlama, çığlık ve inlemeler bir mana ifade etmeyenler grubuna girer. Bir
mana ifade edenler ise alfabede yer alan harflerle konuşulan seslerdir. “Mantık
Risalesinde[123]
açıkladığımız üzere, bunlar nefislerde yer alan fikirlere ait manaları
gösterir. Bu türlerden her birinin başka bir türü vardır. Bu türlerin altında
sayılarını Tek ve Kahhâr olan Allah’tan başka kimsenin bilmediği şahıslar
bulunmaktadır. İşitme gücü, bu sesleri algılamakla görevlendirilmiştir, o
algıladığı seslere dair haberleri, yeri beynin ön tarafı olan hayal etme gücüne
getirme tasarrufuna sahiptir. Bu güç, bu sesleri algılama ve onların
haberlerini getirme bakımından, kralın memleketinin her tarafından ona haberler
getiren istihbaratçısına benzer.
Bedene
girme yeri gözler olan görme gücünü nefis, görme konusu olan şeyleri
algılamakla görevlendirmiştir. Görme konusu olan şeylerin de çeşitleri vardır.
Işık, karanlık, siyah, beyaz, kırmızı ve sarıdan oluşan renkler ve karışım
sonucu oluşan diğer renkler bunlar arasındadır. Boyutlu miktarlar, şekiller, suretler,
hareketler ve durağanlıklar da görme konusu olan şeyler arasındadır. Bu türden
her birinin altında da türler vardır. Bu türlerin altında da şahıslar vardır.
Bunların tamamı görme gücünün algı sahası altındadır. Görme gücü bütün bunlarda
tasarruf edici ve bunları ayırt edicidir. Bunlara ait haberleri, mekânı beynin
ön tarafı olan hayal etme gücüne getirir. Nefse göre görme gücünün durumu,
krala göre memleketinin her tarafından ona haberleri getiren postacı ve casusun
durumu gibidir.
Bedene
burun deliklerinden giren koklama gücünü nefis, kokuları algılamak, onlarda
tasarrufta bulunmak ve onları ayırt etmek için görevlendirmiştir. Kokular leziz
ve kötü olmak üzere iki kısımdır. Leziz kokulara hoş (tayyib), kötü
kokulara ise iğrenç koku adı verilir. Bu türlerin her birinin altında, algı
konusu olan diğer şeylerin isimleri gibi, tek başına ismi olmayan pek çok tür
vardır. Fakat konuşma gücü her kokuyu onu taşıyan ve kendisinden yayılan şeye
ait kılmıştır. Buna göre “misk kokusu”, “kâfur kokusu”, “odun kokusu”, “nergis
kokusu” vb. böylece her koku nereden yayılmışsa ona ait kılınmıştır. Bunlar da
çok olup sayısını ancak Allah bilir. Koklama gücü, ancak bu kokuları algılamaya
ve onların haberlerini hayal gücüne getirme konusunda tasarruf yapmaya görevli
kılınmıştır. Koklama gücünün nefis karşısındaki durumu, görme ve işitme
güçlerinde söylediğimiz gibi, habercilerden birinin krala göre durumu gibidir.
Bedene
girme yeri dil olan tatma gücüne nefis yiyeceklerin durumu, onları algılama,
onlar üzerinde tasarrufta bulunma ve onları birbirinden ayırt etme görevi
vermiştir. Bu da dokuz çeşittir: Birincisi insan tabiatına uygun olan
tatlılıktır. İkincisi insan tabiatının nefret ettiği acılıktır. Ara kokular da
bu kısma dahil olup bunlar, ekşilik, tuzluluk, yağlılık, keskin (şarap vb.)
koku, sert koku, tatlılık ve tatsızlıktır. Bu türlerin her birinin altında da
türler vardır. Her bir türün altında da sayılarını Kahhâr ve Tek olan Allah’tan
başka kimsenin bilmediği şahıslar vardır. Dilde bulunan tatma gücüne, bu yiyecekleri
algılama, onları idare etme, onları birbirinden ayırt etme ve onlara ait
haberleri hayal gücüne getirme görevi verilmiştir. Tatma gücünün nefis
karşısındaki durumu, işitme, görme ve koklama güçlerinde söylediğimiz gibi,
habercilerin krala göre durumu gibidir.
Bedene
girme yeri eller olan dokunma gücüne nefis, dokunmaya konu olan şeylerin
durumunu idare etme görevi vermiştir. Dokunmaya konu olan şeyler on tane olup
şunlardır: Sıcaklık, soğukluk, yaşlık, kuruluk, yumuşaklık, sertlik, katılık,
gevşeklik, ağırlık ve hafiflik. Bunlardan her birinin altında türler vardır.
Bü türlerin altında da ancak Kahhar, Aziz, Melik ve Cebbar olan Allah’ın
bildiği şahıslar vardır. Ellerde bulunan dokunma gücü, dokunmaya konu olan
şeylerin durumunu idare etmek, onları algılamak, onlarda tasarrufta bulunmak,
onları birbirinden ayırt etmek ve onların haberlerini hayal etme gücüne
getirmekle görevlendirilmiştir. Bu gücün nefis" karşısındaki durumu, daha
önce anlatılan diğer kardeşlerinden herhangi birinin durumu gibidir.
Bu
beş algılayıcı güce, algı sahalarının farklılığına, her bir cinsin altında yer
alan türlere, formları, şekilleri farklı ve yapıları birbirine zıt olan
şahıslara göre nefsin
11.
Metinde “Güneş” ifâdesi geçmektedir. Ancak bunun matbaa hatası olduğu düşünüldüğü
için onun yerine “nefis” ifâdesi tercih edilmiştir, (ç.n.)
durumu,
diğer peygamberler karşısında yüksek azim sahibi (ulu'l-azm)[124]
peygamberlerin durumu gibidir. Bunların hepsinin göndericisi bir, fakat
şeriatları farklıdır. Her bir şeriatın altında farklı farzlar (yükümlülükler),
birbirine zıt hükümler, değişik adetler vardır. Bunların hepsinin hükümleri
altında sayılarını ancak, varlığı zorunlu ve her bakımdan tek olan Allah’tan
başka kimsenin bilmediği çok millet (ümmet/ topluluk) vardır. Aynı şekilde
bu milletlerin tamamı aralarında meydana gelen anlaşmazlıkların çözümü için
Allah’a müracaat etmektedirler. Algıya konu olan şeylerin tamamının hükmü de
böyledir. Bunların tamamı konuşan nef se müracaat ederler ki, o bunları
birbirinden ayırt etsin, nefse göre teker teker gerçek mahiyetlerini bilsin,
onlar üzerinde hüküm versin ve onları konumlarına yerleştirsin.
Bölüm
Ey
kardeş bilmiş ol ki, insan nefsinin ona ait kılınan beş gücü daha vardır.
Bunların nefse göre durumu, daha önce anlatılan beş gücün durumu gibi değildir.
Bunların insan organlarına nüfuz etmesi diğerlerininkinden başkadır ve bunların
eylemleri diğerlerinin eylemlerine benzemez. Zira bu beş güç malumat
şekillerinin bir kısmını diğer kısmından alma konusunda birbirine yardım eden
ortaklar gibidir. Bu güçlerden üçünün nefis karşısındaki durumu, daima kralın
meclisinde bulunan, sırlarından haberdar olan ve özel işlerinde ona yardımcı
olan yakın arkadaşlarının kral karşısındaki durumu gibidir. Bu güçlerden
birincisi hayal gücü olup bedene giriş yeri (faaliyet alanı) beynin ön
tarafıdır. İkincisi giriş yeri beynin ortası olan düşünme gücüdür. Üçüncüsü
giriş yeri beynin arka kısmı olan hafıza gücüdür. Bu güçlerden birinin nefse
göre durumu perdedâr [hâcib] ve tercümanın kral karşısındaki durumu gibidir.
Bu, nefsin düşüncesinde yer alan bilgi ve ihtiyaçların anlamlarını haber veren
konuşma gücüdür. Giriş yeri (faaliyet alanı) boğazdan dile kadardır. Bu
güçlerden birinin nefse göre durumu, krala göre memleketinin idaresinde ve
halkın yönetiminde kendisine yardım eden vezirin durumu gibidir. Bu, nefsin
kendisi sayesinde yazı ve sanatların tamamını ortaya koyduğu güç olup giriş
yeri (faaliyet alanı) el ve parmaklardır. Bu beş güç, aldıkları malumat
şekilleri konusunda birbirinin yardımcısı gibidir.
Bunun
açıklaması şöyledir: Hayal gücü, algılayıcı güçlerden algılananların resimlerini
aldığı zaman bunları anlar, nefse götürür ve tamamını bir araya getirir. Sonra
bunları giriş yeri (faaliyet alanı) beynin ortası olan düşünme gücüne götürür,
o bunları birbirinden ayırt eder, gerçeği gerçek olmayandan, doğruyu yanlıştan
ve zararlı olanı faydalı olandan ayırarak bilir. Sonra bunları, ihtiyaç ve
hatırlama zamanına kadar muhafaza etmesi için giriş yeri beynin arka tarafı
olan hâfıza gücüne götürür. Sonra konuşma gücü muhafaza edilen bu resimleri
alır ve vakti geldiğinde açıklama anında bunları orada bulunanların işitme
gücüne ifade eder.
Sesler,
ancak işitici güçler nasiplerini alana kadar havada bekleyip sonra kaybolduğu
için ilahi hikmet ve rabbani[125]
yardım, bu lafızların yazı sanatıyla kaydedilmesini gerektirmiş, insan tabiatı
da çareyi bunda bulmuştur. Zira sanat gücü bu lafızları kaydetmek istediği
zaman kalemle bunlar için çizgilerden oluşan kalıplar oluşturur ve onlara
çeşitli renkleri ve tomarları verir ki, bilgi geçmişlerden geleceklere faydalı,
öncekilerden sonrakilere eser ve meydanda olmayanlardan olanlara hitap olarak
kalsın. Bu yazı, Yüce Allah’ın insana büyük nimetidir. Nitekim Kuran’da bu
şöyle anlatılmıştır: “Oku, insana bilmediğini öğreten, kalemle (yazmayı)
öğreten Rabbin en büyük kerem sahibidir”'*.
Bölüm
Bilmiş
ol ki ey kardeş, anlayış sahibi akıllı insan anlatılan bu gücü, onun insan
organlarına nasıl nüfuz ettiğini, algıya konu olan bu şeyleri algılama
konusundaki tasarruflarını, malumatların resimlerini tasavvur edişini ve bütün
durumlarda nefsin bu malumatlardan haberdar olmasını düşündüğü zaman, bu güç
onun nefsinden yine kendi nefsine şahit olur. Aynı zamanda bu, tümel (külli)
nefsin feleklerin boşluğunda, gök kadarında, ana unsurlarda, canlı ve
bitkilerde dağılmış bulunan pek çok gücü vardır. Bu güçler, kâinatı korumak
için görevlendirilmiş ve yaratılmışların yararı için derecelendirilmiştir.
Bunlar ismi yüce olan Allah’ın melekleri, samimi kulları ve yarattıkları
içerisinden seçtikleridir ki, emrettiği şeyler konusunda Allah’a isyan etmezler
ve hiçbir hitapta bulunmadan ve söz etmeden kendilerine emredileni yaparlar[126]
[127].
Aynı şekilde bu güçler hiçbir hitapta bulunmadan ve söz etmeden nefsin
ihtiyaçları hususunda tasarrufta bulunurlar.
Yine
bunları düşünen akıllı insan anlamış olur ki, övgüsü yüce olan Allah, bütün
âlemlerin sır ve durumlarından haberdardır. Onların işlerinden zerre kadarı
bile Ondan kaçmaz. Aynı şekilde insanın nefsi duyu organlarının algıladığı
şeylerin tamamından haberdardır. O duyu organları, algıladıkları şeylere
ilişkin haberleri ona getirme konusunda hiçbir hitapta bulunmadan ve söz
etmeden nefsin emrine teslim olmuşlardır.
Bölüm
Ayaltı
Alemde Bulunan Varlıklarla İnsanın
Durumlarını Değerlendirmeye Dair
Ayaltı
alemde bulunan varlıklarla insanın durumlarını değerlendirmeye gelince; bilmiş
ol ki, ay altı alemde bulunan varlıklar basit ve bileşik (komplex) olmak üzere
iki çeşittir. Basit olanlar, ateş, hava, su ve toprak şeklindeki dört unsur (rükun)dur.
Bileşik olanlar ise, üreme, oluşma ve bozulma özelliğine sahip olan canlı
[hayvan], bitki ve madenlerdir.
Oluş
bakımından en eski olan madenlerdir. Sonra bitkiler, daha sonra canlılar
[hayvan] ondan sonra da insan gelir. Bunlardan her birinin kendinden önce var
olan ve kendine mahsus özelliği vardır. Buna göre dört unsurun özelliği,
sıcaklık, soğukluk, ıslaklık ve kuruluk şeklindeki dört tabiat ve birbirine
dönüşmeleridir. Bitkinin özelliği gıdaya (beslenme) ve gelişmeye elverişli
olmasıdır. Canlının [hayvan] özelliği, his ve harekettir. İnsanın özelliği,
konuşma, düşünme ve kanıtlar çıkarmasıdır. Meleklerin özelliği, asla
ölmemektir. İnsan bazen bu türlerin hepsine, onlara ait özelliklerde ortak
olur. Zira dört unsur gibi, insanın da dönüşüm ve değişimi kabul eden dört
tabiatı vardır. İnsan da madenler gibi oluş ve bozulma özelliği taşır; bitkiler
gibi beslenir ve gelişir, canlı gibi algılar ve hareket eder; melekler gibi
ölmemesi de mümkündür. Nitekim bunu “Öldükten Sonra (Yeniden) Dirilme
Risâlesi’nde[128]
açıkladık.
Bölüm
Bilmiş
ol ki ey kardeş! Canlıların pek çok türü vardır. Bunlardan her birinin başkasında
olmayan özelliği bulunmaktadır. İnsan bu türlerin hepsine, onlara ait
özelliklerde ortak olur. Fakat bu türlerin tamamını kapsayan iki özelliği vardır.
Bunlar da yarar talep etmeleri ve zarardan kaçmalarıdır. Fakat bunlardan bir
kısmı yararı zorbalık yaparak ve hâkimiyet kurarak elde etmek ister. Yırtıcılar
böyledir. Köpek ve kedi gibi bazı hayvanlar ise yararı kuyruk sallayarak talep
eder. Bazıları ise yararı elde etmek için hileye başvurur. Örümcek böyledir. Bu
özelliklerin tamamı insanda da vardır. Buna göre sultanlar ve krallar yararları
elde etmek için hâkimiyet kurma yolunu seçerler, dilenciler isteme ve boyun
eğmeyi tercih eder, sanatkâr ve tüccarlar ise hile ve yumuşak davranma yoluna
başvururlar. Bunların tamamı zararlardan ve düşmandan kaçar. Fakat bazıları
düşmanı kendinden savaş, zorbalık ve hâkimiyet kurma yoluyla uzaklaştırır.
Yırtıcılar böyledir. Bazıları kaçmakla düşmandan kurtulur, tavşanlar ve
geyikler böyledir. Bir kısmı silah ve zırhları sayesinde düşmandan kurtulur,
kirpi ve kaplumbağalar böyledir. Bazıları ise yer altında yapmış oldukları kale
ve korunaklarla düşmandan korunurlar, fareler, böcekler ve yılanlar bu grupta
yer alır.
Bu
özelliklerin tamamı insanda da bulunur. Çünkü o, düşmanı kendinden zorbalık ve
hâkimiyet kurma yoluyla savar. Canından endişe ederse silah kuşanır, gücü
yetmezse kaçar, kaçamazsa kaleye sığınır. Kelile ve Dimne adlı kitapta
anlatıldığı üzere, nasıl ki karga baykuşa karşı hile yapıyorsa, insan da çoğu
kere hileye başvurarak düşmandan kurtulur. İnsanın kâinata ait özelliklerde ona
ortak olmasına gelince; ey kardeş, Allah seni katından bir ruhla desteklesin,
bilmiş ol ki, canlılardan her birinin kendine ait özelliği vardır ki bunlar ona
tabiat (karakter) olmuştur. Bunların tamamı insanda bulunur. Buna göre insan
aslan gibi cesaretli, tavşan gibi korkak, horoz gibi cömert, köpek gibi cimri,
balık gibi iffetli (terbiyeli), karga gibi kibirli, kaplan gibi vahşi, güvercin
gibi cana yakın, tilki gibi hilekâr, koyun gibi uysal, ceylan gibi hızh, ayı
gibi yavaş, fil gibi güçlü (görkemli), deve gibi alçak gönüllü, saksağan gibi
hırsız, tavus kuşu gibi şaşkın (yolunu kaybetmiş), kaya kuşu (pterocles
aranarius) gibi yol gösteren, deve koşu gibi yolunu kaybetmiş (aylak), arı gibi
usta, ejderha gibi güçlü, örümcek gibi ürkütücü, kuzu gibi yumuşak huylu, eşek
gibi kindar, boğa gibi çalışkan, katır gibi inatçı, balık gibi dilsiz, bülbül
gibi konuşkan, kurt gibi zorla ele geçiren, bazı deniz kuşları gibi mübarek,
fare gibi zararlı, domuz gibi zır cahil, baykuş gibi uğursuz ve arı gibi çok
faydalı olur.
Özetle
söylemek gerekirse, özelliği olan hayvan, maden, bitki, unsur, gök cismi (felek),
yıldız, burç ve adına ne varsa onların ve bütün varlıkların özellikleri veya
benzeri mutlaka insanda davardır. Nitekim biraz önce her birinden bir kısmını
açıkladık. İnsanın durumu ile ilgili olarak ifade ettiğimiz bu şeyler evrende
bulunan varlıklar içerisinde sadece insanda bulunur.
Bundan
dolayı filozoflar demişlerdir ki: Bütün çokluklardan sonra (onların ötesinde)
insan tektir. Nitekim övgüsü yüce olan Allah da bütün çokluktan önce tektir.
İnsanın cesedinin bileşimindeki acaiplikler, nefsindeki garip tasarrufları,
bünyesinin tamamından ortaya çıkan sanatlar, ilimler, ahlak, görüşler, yollar,
mezhepler, işler, eylemler, sözler, cismani ve ruhani etkiler adına saydığımız
bütün şeylerden dolayı onu “küçük alem” olarak isimlendirmişlerdir.
Bölüm
Ey
kardeşim! Hikmetle yapılmış olan bu yapıya bak, ilimlerle dolu olan bu kitabı
düşün ve cennet ve cehennem arasında uzatılmış olan bu dosdoğru yol hakkında tefekkür
et. Belki onun üzerindeki hayırları elde etme ve üzerinden geçme konusunda
başarılı olursun. Adaletle oluşturulmuş ve ortaya konulmuş olan bu teraziyi
düşün, belki iyilik ve kötülüklerinin ağırlığını bilmiş olursun. Sahibinin başı
geçip gitmeden (ölmeden) önce hesabını yap, zira cennet bütün bunların
ardındadır.
Allah’ın
şu âyetleriyle, seni hakkında uyardığı ve sana hatırlattığı şeyi hatırla: “Oku
kitabını! Bugün hesap sorucu olarak sana nefsin yeter"'1, “İşte
kitabımız, size karşı gerçeği söylüyor. Çünkü biz yapmakta olduklarınızı
kaydediyorduk"™, “İşte bu, benim dosdoğru yolum. Artık ona uyun...”[129]
[130]
[131].
Şayet
sen iyilik (güzel iş) yapmıyorsan bu kitabı nasıl okursun, bu hesabı nasıl
yaparsın, bu teraziyi nasıl tartar ve bu sırat köprüsünü nasıl geçersin? O
zaman sana nasihat eden kardeşlerinin veya iyilik eden, erdemli, hayırlı,
bilgili, seni seven, sana merhamet eden arkadaşlarının meclisine gel. Gel ki
onlar sana, inkâr etmediğini bildirsinler, kesin bilgi sahibi olduğun ve
nefsinde bulunan şâhitlerden, zatında bulunan açık kanıtlardan ve cevherinde
bulunan delillerden dolayı hakkında şüphe etmediğin şeyleri sana öğretsinler.
Nesin gaflet ve cehalet uykusundan uyandığı zaman, o kardeşlerinin baktığı gibi
sen de basiret nazarıyla baktığında, onların yürüdüğü gibi sen de onların âdil
yaşayışı gibi yaşadığında, onların güzel sünnetiyle (adet) amel ettiğinde, akla
dayah şeriatları konusunda derin bilgi sahibi olduğunda, ruhani şehirlerine
girdiğinde, melekî ahlaklarıyla ahlaklandığında, doğru (sahih) görüşlerini
bildiğinde, gerçek malumatlarını öğrendiğinde işte o zaman ebedi hayat ruhuyla
desteklenir, başka şeye dönüşmeye elverişli ve çürüme özelliği taşıyan cesedinle
değil de, kalıcı temiz nefsinle sonsuza kadar, ebedi olarak nimetler içerisinde
olarak mutluların hayatı gibi bir hayat yaşarsın.
Bölüm
Sonra
bilmiş ol ki, ilahi hikmet ve rabbani inayet her canlı şahsın organlarını cesedinin
bütününe uygun yaratmıştır. Nitekim bu hususu “Nesebin Fazileti Risâlesi’nde[132]
açıkladık. Bu risalede oradaki bilgilerin bir kısmını anlatmak istiyoruz ki,
küçük ve büyük alemin mukayesesi ortaya çıksın.
Buna
göre, insan varlıkların en mükemmelidir, Ayaltı alemde bulunan kâinatın en
kusursuzudur, onun cismi başlı başına alemin bir parçasıdır. Eşyaya bir bütün
olarak en çok benzeyen de bu parçadır. O zaman insan nefsi, bir bütün olarak
alemin kendisi olan tümel (külli) nefse en çok benzeyen tikel(cuzi) nefistir.
Onun nefsine ait güç ve eylemlerin cesedin bünyesine nüfuz etmesi, tümel nefse
ait güçlerin alemin tamamına nüfuz etmesine benzemektedir.
Bunun
açıklaması şöyledir: Alemin tamamı olan tümel nefsin cesedinin bünyesine ait,
faziletli ve Şanı Yüce, Melik ve Cebbar olan Allah’ın izniyle hareket eden ve
aleme nizam veren yedi şahıs vardır. Bunlardan her birinin bir cirmi (vücud)
bulunmaktadır ve bu cirmin içinde de “nefis” denilen bir ruh vardır. Bunlardan
her birinin alemde kendine ait ve başkasında bulunmayan eylemleri
bulunmaktadır. Bu durum, yıldızların hükümlerini konu alan kitaplarda
anlatılmıştır. Aynı şekilde Allah insan bedeninde bütün bedeniyle ve birbiriyle
uyumlu organlar yaratmıştır. Bunlarla beden bünyesinde ve diğer taraflarındaki
eylemlerini ortaya çıkarmak için her bir organa ait güç yaratmıştır. Bu
organların eylemlerini yedi ruhani yıldızın güçlerine uygun kılmıştır.
Bunun
açıklaması şöyledir: însan cesedinin cirminin bir bütün olarak alem karşısındaki
durumu Güneş’in cirminin alem karşısındaki durumu gibidir. Zira “Sema ve
Alem Risâlesi’nde[133]
açıkladığımız üzere, nasıl ki Güneş’in cirminin merkezi feleklerin (felek)
ortasında ise, Yüce Yaratıcı aynı şekilde insan kalbinin cirmini cesedinin
ortasında yaratmıştır. Aynı şekilde Güneş’in cirminden bir bütün olarak aleme
ışık ve şua yayılır. Ondan kaynaklanan ruhani güçler alemin bütün parçalarına
nüfuz eder, alemin yaşaması ve bozulmaması(sa/a/ı) onlar sayesindedir. Bunun
gibi insanın kalbinin cirminden de sıcaklık yayılır, normal ve atar damarlar
yoluyla bedenin diğer taraflarına yayılır. Cesedin yaşaması ve bozulmaması buna
bağlıdır.
Aynı
şekilde, cesede göre dalağın cirminin durumu, aleme göre Satürn’ün durumu
gibidir. Zira Satürn’ün cirmi şualarıyla birlikte ruhani güçler yayar ve bunlar
alemin bütün parçalarına nüfuz eder. Allah’ın izniyle maddede suretlerin
kalıcı olması ve birbirine tutunması bunlar sayesinde olur. Aynen bunun gibi,
dalağın cirminden siyah, soğuk ve kuru bir karışım gücü yayılır, kanla beraber
toplar damarlara, oradan da cesedin diğer taraflarına nüfuz eder. Kanın
rutubetinin donması ve parçalarının birbirine tutunması buna bağlıdır.
Söylediğimizin gerçek olduğunu ve anlattığımızın doğruluğunu tıp biliminde
uzman olan grup ve hikmete dayalı (felsefî) ilimlerde derinleşenler
bilir.
Aynı
şekilde cesede göre karaciğerin cirminin durumu, Jüpiter’in aleme göre durumu
gibidir. Zira bu gezegenin cirminden şualarıyla birlikte ruhanî güçleri yayılır
ve alemin bütün parçalarına nüfuz eder. Alemin parçalarının sıralanması,
unsurlarının dengelenmesi ve alemde bulunan varlıklarının en üstün durumlarda
ve en mükemmel niteliklerdeki ilişkileri bu güçler sayesinde olur.
Söylediğimizin gerçekliğini filozoflar, peygamberler ve onların halifeleri olan
imamlar bilir. O imamlar, Allah’ın ilminin hâzineleri ve sırları konusunda
güvenilir kimselerdir.
Yine,
cesede göre öd kesesinin durumu, aleme göre Mars gezegeninin durumu gibidir.
Zira bu gezegenin cirminden şualarıyla birlikte ruhanî güçleri yayılır (salgılanır)
ve alemin bütün parçalarına nüfuz eder. Varlıkların kesin kararları ve hedeflerine
ulaşmaları bu güçlerle olur. Bunun gibi öd kesesi de sarı karışım (safra) salgılar
ve bu kanla birlikte cesedin diğer taraflarına geçer. Bu safra, diğer
karışımları yatıştırır ve onları nihai istek ve gayelerine hazırlar.
Aynı
şekilde, midenin cirminin cesede göre durumu, Venüs gezegeninin aleme göre
durumu gibidir. Zira bu gezegenin cirminden şualarıyla birlikte ruhanî güçleri
yayılır (salgılanır) ve alemin bütün parçalarına nüfuz eder. Bunlar alemde
bulunan ruhani, cismani bütün yaratıkları ferahlatıcı, onlaralezzet verici ve
onları sevindirici özelliğe sahiptirler. Alemde yani gezegenler (eflak)
aleminde ve ana unsurların[134]
tamamında bulunan varlıkların süsü ve kâinatın güzellikleri bunlar
sayesindedir. Aynı şekilde midenin cirminden cesedin ve karışımların maddesi
olan gıdayı isteyen aşırı istek duyan (şehevanî) bir güç salgılanır.
Cesedin hayatı, yaşamın lezzeti, beşeri ve tabii cisimlerdeki bedenin ayakta
durması bu güç sayesinde olur.
Aynı
şekilde, beynin cirminin cesede göre durumu, Merkür gezegeninin aleme göre
durumu gibidir. Zira bu gezegenin cirminden şualarıyla birlikte ruhanî güçleri
yayılır (salgılanır) ve alemin bütün parçalarına nüfuz eder. Alemlerdeki,
melek, insan, cin, şeytan ve hayvan şeklindeki bütün yaratıkların, his, bilinç
ve irfanı bu güçler sayesinde olur. Aynı şekilde beynin ortasından bir güç
salgılanır, his, bilinç, düşünüp taşınma ve bilgiler hep bu güç sayesinde olur.
Aynı
şekilde, akciğerin cirminin cesede göre durumu, Ay’ın cirminin aleme göre
durumu gibidir. Zira ayın cirminden şualarıyla birlikte, bazen unsurlar
alemine, bazen de, çok açık olduğu gibi, gezegenler alemine nüfuz eden ruhanî
güçleri yayılır (salgılanır). Çünkü Ay’ın cirminin yarısı daima ışıkla dolu
iken diğer yarısı karanlıktır. Ay bazen ışık dolu yüzünü, ayın başında
unsurlar alemine, bazen de ayın sonunda gezegenler alemine çevirir.
Söylediğimizin gerçekliğini ve açıklamamızın doğruluğunu (Batlamyus’un) el-Mecisti
adlı felekler ve geometri konusundaki kitabını inceleyen ve astronomi ilmi
konusunda araştırma yapanlar bilirler. Aynı şekilde, ak ciğerin cirminden bir
güç salgılanır. Bu güç, bazen havayı vücüdun dışından çeker ve kalbe gönderir.
Kalpten de normal ve atar damarlara, oradan da cesedin diğer taraflarına nüfuz
ettirir. Buna nabız denir ve bu bedenin hayatıdır. Bazen de bu havanın bir
kısmı içerden geri gönderilir. Solunum, sesler ve konuşmanın tamamı bu yolla
olur.
Ey
kardeş! Gaflet ve cehalet uykusundan uyan. Allah, seni, bizi ve tüm kardeşlerimizi
doğruya ulaşmada başarılı kılsın, seni, bizi ve tüm kardeşlerimizi doğru düşünce
yoluna iletsin. Zira O, kullarına pek merhametlidir.
“Filozofların
Sözü” adh risale tamamlandı. Bunu “Nefislerin Meydana Gelişi Risalesi”13
takip edecektir.
Tabîî-Cismânî
Şeylerin (el-Cismâniyyâtü't-tabîiyyât)
On Üçüncü -İhvân-ı Safâ Risâleleri’nin Yirmi YedinciRisâlesi:
Tabiî-Beşerî Cisimlerde Tikel/Cüz’î Nefislerin
Nasıl Meydana Geldiğine Dair1 [135]
Rahman
ve Rahim Olan Allah’ın Adıyla!
Allah’a
Hamd ve O’nun seçilmiş kullarına selam olsun. “Allah mı daha hayırlıdır
yoksa O’na ortak koşulan varlıklar mı?”1
Bölüm
Nefsin
Bedenle Birlikteyken ve
Bedenden
Ayrıldıktan Sonraki Durumu Hakkında[136]
[137]
Ey
iyiliksever ve merhametli kardeşim, -Allah seni ve bizi kendi katından bir ruh
ile desteklesinbilmelisin ki, bilgelerin “İnsan küçük âlemdir”
şeklindeki sözünü açıklamayı tamamladığımıza göre bu risâlede tikel/cüz’î
nefislerin nasıl meydana geldiğini açıklamak istiyor ve diyoruz ki:
Bilmelisin
ki, bedenin bu [cüz’î] nefislere göre durumu, rahmin cenine göre durumu
gibidir. Şöyle ki: cenin rahimde oluşumunu tamamladığı ve burada sûretini
yetkinleştirdiği zaman; yaratılışı tamamlanmış bir şekilde ve duyu organları
sağlam olarak bu dünya hayatına çıkar. Böylece bu dünya hayatından ve belirli
bir vakte kadar bu dünyaya özgü nimetlerden istifade eder. Ahiret hayatında
nefsin durumu da bu şekildedir. Şöyle ki; tikel/cüz’î nefisler, duyular yoluyla
ilim ve irfandan istifade ederek potansiyel durumundan fiil durumuna çıkmak
sûretiyle varlıklarını tamamladıklarında, akledilir şeyler, tecrübe ve riyâzet
yoluyla faziletler kazanmak suretiyle geçim işlerini orta yol üzere yoluna
koymaya, doğruya ileten kanunlara göre ahiret için hazırlanmaya, güzel ahlâk,
doğru görüş ve iyi ameller ile nefsi terbiye etmeye ilişkin bir yol tutup bu
dünya hayatını idare etmekle sûretlerini yetkinleştirdiklerinde [ahiret
hayatının nimetlerinden istifade ederler]. İşte bütün bunlar kan ve etten
oluşan beden aracılığıyla gerçekleşir.
Böylece
nefis, kendisi ve durumu hakkında oldukça bilgili olarak bedenden ayrıldığında
cevherini bilmiş, zâtını tasavvur etmiş ve bedenle birlikte olmaktan hoşlanmayarak
kendisinin, ilkesinin ve yeniden dirilişinin durumunu açıklığa kavuşturmuş
olur. Bu durumda nefis, maddeden ayrı olarak varlığını devam ettirir, zâtı bakımından
bağımsız, cevheri bakımından ise bütün cisimsel bağlılıklardan uzak olur. İşte
bu durumda nefis “Yüce topluluğa (mele-i âlâ)” yükselir ve melekler
topluluğuna girer. Böylece rûhânî varlıkları seyreder ve beş duyunun
kavrayamadığı ve beşerî zihinlerin tasavvur edemediği bu nûrânî varlıkları
bizzât görür. Nitekim Peygambere ait sembolik anlatımlarda bu durum şöyle ifade
edilmiştir: “Cennette hiçbir gözün görmediği, hiçbir kulağın işitmediği ve
hiçbir beşer zihninin (kalp) tasavvur edemediği güzel kokular, sevinçler,
mutluluklar, lezzetler ve nimetler vardır”[138]
Yüce
Allah ise [bir ayette] şöyle buyurur: “Cennette nefislerin arzuladığı,
gözlerin lezzet aldığı her şey vardır ve siz orada ebedî olarak kalacaksınız.”[139]
Yüce
Allah [bir başka ayette ise] şöyle buyurur: “Hiçbir kimse, yapmakta olduklarına
karşılık olarak, onlar için saklanan göz aydınlıklarını bilemez.”[140]
Ancak
eğer ceninin yaratılışı rahimde tamamlanmaz ve sûreti orada yetkinleşmezse
veya nefsine bir kusur ilişir ve uzuvlarından biri sakat olursa bu dünya hayatından
tam olarak faydalanamaz. Böylece, 'görme engelliler, konuşma engelliler, işitme
engelliler, kronik hastalar, felçliler ve benzerlerinin durumlarında olduğu
gibi, dünya nimetlerinden faydalanma onlar için tam olarak gerçekleşmez. Aynı
şekilde tikel/cüz’î nefislerin beşerî bedenlerden ayrıldıktan sonraki durumları
da böyledir.
Şöyle
ki: tikel/cüz’î nefisler duyulur varlıkların algılamasını mümkün kılan beşerî
bedenler ile irtibatlı olduğu halde, ilim ve irfan bakımından yetkinleşmezse ve
akıl [gücü], ayırt etme yeteneği ve tefekkür [imkânı] olduğu halde varlığın
hakikatine ilişkin derin bilgi ile sûretini yetkinleştiremezse, çalışıp gayret
etme imkânı olduğu halde güzel ahlâkla arınmazsa, bozuk ve çürük görüşler
sebebiyle [doğruluktan] sapkınlığını düzeltmezse, [aksine] kötü amellerinin
baskısı ve çirkin fiillerinin ağırlığı altında ezilirse bu durumda bedenden
ayrıldığı zaman kendi cevheri bakımından herhangi bir fayda elde edemez ve zâtı
bakımından bağımsız olamaz. Böylece günahlarının ağırlığından dolayı “yüce
topluluk (mele-i a’lâ)” derecesine yükselip melekût âlemine çıkması hiçbir
şekilde mümkün olmaz ve melekler topluluğuna girmeyi hiçbir şekilde hak edemez.
Aksine göklerin bütün kapıları [onun yüzüne] kapatılır ve bütün güzel kokular
ortadan kaybolur. Nitekim Yüce Allah şöyle buyurur: “Onlara göklerin kapıları
açılmaz. Onlar, deve iğne deliğinden geçinceye kadar cennete de giremezler.”[141]
Çünkü
nefis bu kötü sıfatlarla ilişkili olduğu ve güzel ahlâk ile arınmadığı sürece;
kötü ahlâk, adaletsiz bir yaşam, kötü alışkanlıklar, bozuk inanışlar, [günden
güne] çoğalmış cehaletler ve çirkin amellerle ilişkili olduğundan bu yüce
mekânlara layık değildir. Zira nasıl ki, ‘görme engelliler, kronik hastalar,
cahiller ve konuşma engelliler kusurlarından dolayı sultanların meclislerine ve
arkadaşlığına layık değillerse, aynı şekilde bu nefisler de [kusurlarından
dolayı] nurânî mekânlara ve rûhânî âleme layık değildirler. O halde, onlar,
kendileri için bu yüce mekânlar söz konusu olmadığına göre, göklerin altında
esen hava ile sınırlı (mukayyed) olarak kalırlar. Onları, madde sel şeylere
önem vermeye, bozuk görüşlere ve cisimsel arzulara sevk eden şeytanlar,
karanlık cisimlerin derinliklerine ve bedenî tabiatların esaretine doğru
sürükler. Boy lece öldürücü ve yakıcı arzuların dalgaları onları hiçbir
dostlarının olmadığı ceheıı nemin derinliklerine doğru götürür. Tıpkı görme ve
işitme engellilerin, insanların yolu üzerinde engel teşkil etmesi [ve onları
farklı yönlere saptırması] gibi şeytanlar da böylelerinin yolu üzerinde engel
oluşturup [onların yolunu cehenneme saptırır]. Nitekim şanı Yüce Allah şöyle
buyurmaktadır: “Kim, Rahmanın Zikrini görmezlikten gelirse, biz onun başına
bir şeytan sararız. Artık o, onun ayrılmaz dostudur."[142]
“Biz onların başına birtakım arkadaşlar sardık da bu arkadaşlar onlara
geleceklerini süslü gösterdiler.”[143]
“Beraberindeki (melek) şöyle der: “İşte bu yanımdaki hazır.”[144]
[145]
Böylece
onlara bazen cehennem ateşinin alevi, bazen de şiddetli soğuğun soğukluğu
isabet eder. Kıyamete kadar yalnızca karanlık, acı ve azap [içinde kalırlar],
İşte onların bu hali, şanı yüce Allah’ın şu şekilde buyurduğu gibidir: “(Öyle
bir) ateş ki, onlar sabah-akşam ona sunulurlar. Kıyametin kopacağı günde de,
“Firavun ailesini azabın en şiddetlisine sokun” denilecektir”1',“Onların
arkasında, tekrar dirilecekleri güne kadar [devam edecek, dönmelerine engel]
bir perde (berzah) vardır”'[146]
O
halde bütün bu durumlar, onların bazen elde ettikleri, bazen de kaybettikleri
cismanî şeylere olan şiddetli arzularından dolayıdır. Bu durumda ise hiçbir
şekilde rûhânî lezzetler meydana gelmez. Böylece hem dünya hem de ahirette
kesin olarak kayba uğrarlar. “İşte bu, apaçık bir hüsrandır”[147]
Bölüm
İlim
ve Hikmet Hakkında
Ey
cömert, iyiliksever ve merhametli kardeşim, -Allah seni ve bizi kendi katından
bir ruh ile desteklesinbilmelisin ki, ilim ve hikmetin nefse göre durumu, yiyip
içmenin bedene göre durumu gibidir. Şöyle ki: Bedenler önce süt emerler, daha
sonra kendileri için gıda durumunda olan yiyecek ve içecekleri alırlar. Çünkü
küçük [organlarının] büyümesi, noksan [organlarının] gelişmesi, ince
[organlarının] semiz olması, zayıf [organlarının] güçlenip güzellik ve
yetkinliklerle donanması; en son gayesine, sınırlarının ve güzelliklerinin
sonuna ulaşması için [önce] sütle [beslenmesi] sonra kendisi için gıda ve madde
durumunda olan yiyecek ve içecek alması [gerekir]. İşte, nefsin bedenle
birlikte var olduğu bu dünya hayatında, tasarrufta bulunmak bakımından bedene [ihtiyaç
duymasına] ilişkin durumu, bedenin [tasarrufta bulunmak bakımından] kendisi
için gıda ve madde konumundaki yiyecek ve içeceğe [ihtiyaç duymasına] ilişkin
durumu gibidir.
Şöyle
ki: Tikel/cüz’î nefislerin cevherleri [çeşitli] bilgiler aracılığıyla düşünme/
tasavvur sahibi olur, varlıkları hikmetle gelişir, sûretleri derin bilgi ile
nurlanır, düşünmeye dayalı matematik keskinleşir, zihinleri eğitim ile
aydınlanır, sırf rûhânî sûretleri kabul etmek için akılları genişler. Gayreti
ebedî şeyleri arzulama derecesine yükselir. Böylece İlahî ilimler hakkında
düşünerek yüksek derecelere çıkmak, rûhânî ve Rabbânî mezheplerin yolunu
tutmak, Sokratesçi yöntem üzere hikmete ilişkin yüce şeylere tâbi olmak;
ruhbanî yol üzere arınmak, zühd sahibi olmak ve Allah’a yaraşır şekilde kulluk
etmek ve pak olan (hanîf) dine [sımsıkı] yapışmak türünden en yüce gayeye
ulaşmak için azmi artar. İşte bu bütün bunlar, nefsin kendi cevheri bakımından
tümellere/küllîlere benzemesi, yüce âleme katılması, ilk illetine ulaşması;
[Allah’ın] ipine sımsıkı sarılması, O’nun rızasını istemesi; bu dünya
hayatındaki rûhânî âleminde ve nûrânî mahallinde kendi cinsi altındakileri
birleyerek O’na yaklaşmak istemesi ile olur. Nitekim Yüce Allah şöyle buyurur:
“Ahiret
yurduna gelince, işte gerçek hayat odur. Keşke bilselerdi!”'4
O
halde, ahiret hayatı gerçek hayat olduğuna göre, ey kardeşim, bu gerçek hayat
sakinlerinin sıfatlarının ve nimetlerinin mahiyeti konusundaki düşüncen nedir?
[Onların sıfatları ve sahip oldukları nimetler] ancak şanı yüce Yüce Allah’ın
buyurduğu şekildedir: [Onlar] “iktidar sahibi bir hükümdarın katında,
doğruluk meclisindedirler”[148]
[149]
O halde bu işaretleri, maksatları ve gizli anlamları anla!
Sonra
bilmelisin ki nefis, derin gaflet ve cehalet uykusundan uyandığı ve özünü
cismânî kalıplardan, bedenî örtülerden, tâbiî alışkanlıklardan, kötü ahlâktan
ve bilgisiz kanaatlerden kurtarmak için çabaladığı ve maddî arzuların
kirlerinden temizlendiği zaman kurtuluşa erer, [özüne uygun olarak] yeniden
dirilir ve ayağa kalkar. Böylece onun zâtı nurlanır, cevheri aydınlanır,
nurları ışıldar ve bilinci/basireti kuvvetlenir. İşte bu durumda rûhânî
sûretleri ve nûrânî cevherleri bizzât görür, cismânî ve bedenî duyularla
anlaşılması mümkün olmayan ve ancak güzel ahlâk sahibi olup nefsini
kurtaranların seyredebileceği derin şeyleri ve gizli sırları görür. Nefis
doğal/ tâbiî isteklere bağlı ve cismânî arzularla sınırlı olmadığı sürece bu
şeyler nefiste görünür hale gelir ve nefis onları bizzât görür.
O
halde, nefis, bu şeyleri bizzât gördüğü zaman, âşıkın maşûka bağlanması gibi
onlara bağlanır, sevenin sevgiliye tutunması gibi onlara tutunur, ışığın ışıkla
bir olması gibi onlarla bir olur, onların ebedîliği ile ebedî kalıcı,
sürekliliği ile sürekli ve onların güzel kokusu ile mutlu olur, hoş
esintilerini koklar, insan dilinin ifade etmede aciz kaldığı ve
mütefekkirlerin zihinlerinin, özünü tasavvur etmede yetersiz kaldığı lezzetler
ile lezzet alır. Nitekim Yüce Allah şöyle buyurur:
“Hiç
kimse, yapmakta olduklarına karşılık olarak, onlar için saklanan göz aydınlıklarını
bilemez.”[150]
[151],
“[onların] nefislerinin istediği ve gözlerinin hoşlandığı her şey oradadır.
Siz orada ebedî olarak kalacaksınız”'7
Bölüm
Akledilenlerin
Nefislerdeki Sûretleri Hakkında
Sonra
bilmelisin ki, cenin, kendisine ilişebilecek bütün kusurlardan korunmuş olarak,
sağlam duyular ve güçlü bir bedenle rahimden çıktığı zaman, organları oldukça
güçlenir, nefsin kuvveleri bedende işlevsel hale gelir. Böylece duyu güçleri,
duyulur varlıkları ve onlara ilişkin algıları şekilleri bakımından işlemeye
başlar. Sonra bu algılar beynin ön kısmında bulunan hayal etme gücüne (el-kuvvetu
'l-mütehayyile) iletilir. Hayal etme gücü ise onları düşünme gücüne (el-kuvvetu
l-müfekkire) ulaştırır. Sonra duyuların gözlemlediği duyulur varlıkların
[şeklî] algıları kaybolur ve bu duyulur varlıkların izleri tasavvur edilmiş
olarak nefiste kalır. Böylece nefis, artık, /âtı bakımından bağımsız ve cevheri
bakımından duyulur varlıklara ihtiyaçsız hale gelir. [Bu durumda nefis] kendi
zâtı dışında herhangi bir şeyin ortaklığı olmaksızın İm tasavvurlar üzerinde
tasarrufta bulunur ve kendisinden başka hiçbir şeye ihtiyaç duymaksızın bunlar
üzerinde düşünür. O halde nefis, bu tasavvurlar üzerinde düşündüğü ve akıl
bakımından bunları birbirinden ayırdığı zaman, maddelerinden soyutlanmış
duyulur varlıkların sûretlerinden ve nefsin cevherindeki tasavvurlardan başka
bir şey bulmaz. Böylece zâtı bakımından nefsin cevheri bu tasavvurların maddesi
ve bu algıların da sûreti gibi olur.
Aynı
şekilde, akledilir varlıkların sûretlerinin nefisteki durumu da böyledir. Şöyle
ki: Nefisteki bu sûretler, nefsin düşünme gücü ile maddelerinden soyutladığı ve
zâtı bakımından tasavvur ettiği türlerin ve cinslerin sûretlerinden başka bir
şey değildir. Nefis bu sûretleri havanın duyulur sesleri taşıdığı gibi taşır.
Şöyle ki: Hava farklı sesleri ve nağmeleri taşır ve onları işitme duyusuna
iletir. Aynı şekilde hava kokuları taşır ve onlara ilişen bazı arazlar dışında
herhangi bir şeyi değiştirmeksizin onları olduğu gibi koku alma duyusuna
iletir. Çünkü hava sûreti koruyan rûhânî, ince/latîf bir cisimdir. Tıpkı bunun
gibi ışık da şekilleri ve renkleri taşır ve onları birbirine karıştırmadan
görme duyusuna iletir. Aynı şekilde nefis de duyulur ve akledilir varlıklara
ilişkin bilgilerin sûretlerini zâtı bakımından kabul eder, düşünme gücü ile
onları tasavvur eder ve onları birbirine karıştırmaksızın koruma/ezberleme
gücü(hafıza) ile muhafaza eder. Çünkü nefsin cevheri, havanın ve ışığın
cevherinden çok daha güçlü bir rûhânî cevherdir. Böylece nefis, zâtı gereği
ihtiyaçsız ve bağımsız olur, kurtulması sebebi ile sevinir ve kurtuluşa
ermesiyle mutlu olur; melekler âleminde dolaşır ve cennette dilediği yerde
ikamet eder. [Güzel] iş işleyenlerin ödülü ne güzeldir!
Sonra
bilmelisin ki, nasıl ki, cisimlere ilişerek onları dengeli durumdan (itidal)
uzaklaştıran, tabiatının gereğinden sapmasına sebep olan, onları hastalıklı
hale getiren ve böylece bu dünya hayatından istifade etmelerine, onun
nimetlerinden tam olarak faydalanmalarına ve yetkin olarak mutlu bir hayat
sürmelerine engel olan hastalıklar ve illetler varsa, aynı şekilde hayvânî
cüz’î nefislere ilişerek onları dengeli durumdan, orta yoldan, doğruluktan,
haktan, doğru yoldan ve doğruya ulaşmaktan (hidayet) uzaklaştıran; insanı doğruya
ulaştıran kanunlarından saptıran ve böylece onların bu dünya hayatından
faydalanmalarına ve ahiret hayatındaki mutluluğa ulaşmalarına engel olan
hastalıklar da vardır.
Nefislere
ilişen hastalıklar ise, birikimsel cehaletler, kötü huylar, bozuk görüşler ve
kötü işler/ameller olmak üzere dört kısma ayrılır. Sonra, beşerî-cüz’î
nefislerin bu hastalıklarından her biri, [nefsin] kalpler üzerinde tutuşan ateş
şeklindeki cismânî arzulara çokça eğilim göstermesi ve tâbiî elemlerden, maddî
ezalardan [geçici bir] kurtuluş olan cismânî lezzetlerle aldanması sebebiyle
endişeye sevk edici kederlerin ve yakıcı üzüntülerin çeşitleri bakımından
farklılaşır.
Bölüm
Nefislerin
Hastalıkları ve Tedavisi Hakkında
Sonra
bilmelisin ki, nasıl ki, bedene ilişkin hastalıkların tıbbi olarak tedavisi ve
bunları tedavi eden ilaçlar varsa aynı şekilde nefse ilişkin hastalıkların
ilaçları ve bu ilaçlarla tıbbî tedavisi de vardır. Yine nasıl ki, bilgelerin,
[bedene ilişkin] hastalıkların ilaçlarını özellikleriyle anlattıkları
kitapları varsa aynı şekilde peygamberlerin ve bilgelerin getirdiği, nefse
ilişkin hastalıkların tedavilerinin açıklandığı kitaplar ve İlmî kanunlar da
vardır. Bunlar ise vahyin kanunlarına (sünnetu n-nâmûs) uymak, haram şeylerden
uzak durmak, yasaklanan şeyleri terk etmek; Peygamber’in güzel sünnetini almak,
onun dengeli/âdil yaşamının izinden gitmek, derin bilgiye ilişkin talebi
gerekli görmek, güzel ahlâk ile ahlâklanmak, dünya hayatına ilişkin şeyleri
talep ederken orta yol üzere hidayet kanununa tâbi olmak, ahiret nimetlerine
ilişkin şeyleri talep ederken iyi/salih amellerle çabalamak, ilkesine ilişkin
şeyleri tefekkür ederek hastalıklı nefisleri tedavi etmek ve yeniden dirilişine
ilişkin şeyleri asla unutmamaktır ki [bu yeniden dirilişe ilişkin durumlar
ise] tövbe eden ve [Allah’a] dönen kimseler ibret alsınlar diye, çokça sevap
kazanma ve övmeye ilişkin vaadetme ve teşvik olarak atasözleriyle
anlatılmıştır.
Sonra
bilmelisin ki, tıp kitaplarında, bedenlerin bileşiminin nasıl olduğu, ahlâkın
mizacı ve hastalıkların sebepleri; tek tek ilaçlarla tedavilerinin nasıl olduğu
ve ilaçların mizaçtaki, havadaki ve alışkanlıklardaki farklılıklar bakımından
içilmesinde de farklılık gösteren bileşimlerinin nasıl olduğu ele alınmıştır.
Aynı şekilde nefislerin tabipleri olan peygamberlere indirilen kitaplarda,
nefsin mahiyetinin ve âlemin oluşumunun ilkesinin açıklanması; nefsin hastalığı
durumunda olan isyanının oluşmasının ve ilk ölümü olan mertebelerden
düşmesinin sebepleri; nefsin bu hastalıklardan kurtulmasının, değişmesinin,
bozuluşa uğramasının ve hastalıklarının çeşitlerinin nedenleri ele alınmış ve
açıklanmıştır. [Aynı şekilde] bu kitaplarda hastalıklı nefislerin tövbe etmek,
pişmanlık duymak, güzel ahlâk sahibi olmak, iyi amellerde bulunmak, Allah’ın ve
Resûl’ünün yasakladıklarından kaçınmak, yeniden dirilişi ve güzel fiilleri
düşünmek ve bütün işlerde Allah’a tevekkül etmekle tedavi edilmesinin nasıl
olacağı da anlatılmıştır. Yüce Allah bu konuda şöyle buyurur: “Ey
Âdemoğulları, şeytan, anne ve babanızın çirkin yerlerini kendilerine göstermek
için, elbiselerini sıyırtarak, onları cennetten çıkardığı gibi sakın sizi de
bir belaya uğratmasın.”[152]
“Hani Rabbin (ezelde) Âdemoğullarının sulplerinden zürriyetlerini almış, onları
kendilerine karşı şahit tutarak, “Ben sizin Rabbiniz değil miyim?” demişti.
Onlar da, “Evet, şahit olduk (ki Rabbimizsin)” demişlerdi. Böyle yapmamız
kıyamet günü, “Biz bundan habersizdik” dememeniz içindir.”[153]
“Allah, peygamberleri müjdeciler ve uyarıcılar olarak gönderdi. ”[154]
“...öyle ki elçilerden sonra insanların Allah’a karşı (savunacak) delilleri
olmasın ”[155]
“...böylece, helak olacak kişi apaçık bir delilden sonra helak olsun, diri kalacak
kişi apaçık bir delilden sonra hayatta kalsın”[156]
Sonra
bilmelisin ki, bir grup akıl sahibi/âkil insan gerçekten peygamberin getiril
iği kanunlardan yüz çevirip felsefi görüşlere saptılar. Bu durum onların,
peygamberlerin açık işaretler ve gizli anlamlarla gösterdikleri bu gerçeklerin
anlamlarını (suret) kavrama yetersizliklerinden kaynaklanmaktadır. Böylece onlar,
meleklerin vahiy, ilham, teyit ve gizli anlamlar olarak peygamberlere getirdiği
bu şeylerin gerçekliklerini anlayamadılar. Çünkü peygamberlerin meleklerden
vahiy almaları, neI islerinin cevherinin saflığı ve ruhlarının meleklerin
ruhları ile aynı cinsten olması bakımındandır. Yoksa [peygamberlerin vahiy
almaları], şifa verme ve fayda sağlama özellikleriyle bilinen şifalı ve faydalı
ilaçlar örneğinde olduğu gibi mantıkî kıyaslar ve felsefî tedrisât bakımından
değildir.
Sonra
bilmelisin ki, bedenin gıdası olan yemeğin üç parmakla yenilmesi İlâhî (doğal)
yasanın (nâmûs) kanunlarından ve güzel âdabdandır. Bu kanun, adeta, kanun
koyucunun nefislere, bilgiyi elde etmek istemenin de üç yoldan olmasının zorunlu
olduğuna ilişkin bir işareti, dikkat çekmesi ve teşvikidir. Çünkü nasıl ki,
yemek bedenin gıdası ise aynı şekilde bilgi de nefsin gıdasıdır. [Zira] nefis
ve beden birlikteliğinden dolayı nefsin durumları bedenin durumları gibidir.
Buna göre nefsin bilgiyi elde ettiği yollardan biri, akledilir varlıkları
anladığı düşünme gücüdür. Nitekim peygamberler bu yolla meleklerden vahiy
alırlar. [Nefsin bilgiyi elde ettiği] diğer bir yol, sözcüklerin (lügât)
vegayba ilişkin haberlerle ilgili lafızların (esvât) işaret ettiği
şeylerin anlamlarını kabul ettiği işitme duyusudur. [Nefsin bilgiyi elde
ettiği] diğer yol ise, görünür varlıkları gözlemlediği görme duyusudur. İşte,
daha önce açıkladığımız gibi, bu üç yol, bilginin elde edilebileceği
yollardır. Şanı yüce olan Allah ise bu durumu şu şekilde açıklamıştır: “Sizin
için de kulak, gözler ve gönüller var etti. Ne kadar az şükrediyorsunuz”[157]
[Allah] bu nimetlerden faydalanmayanları ise yermekte ve bu konuda şöyle
buyurmaktadır: “Kalbleri vardır bununla kavrayıp-anlamazlar, gözleri vardır
bununla görmezler, kulakları vardır bununla işitmezler. Bunlar hayvanlar
gibidir, hatta daha aşağılıktırlar.”[158]
“Görme engellidirler, konuşma engellidirler, kördürler”[159]
Yani onlar hakikatlere karşı sağırdırlar, incelikleri ifade etme konusunda
dilsizdirler, kalp gözüyle aklî manevî şeyleri görme konusunda kördürler. Ancak
bu yermenin maksadı, onların sesleri işitmemeleri, renkleri görmemeleri,
gündelik hayatın durumlarını bilmemeleri ve kavramamaları bakımından değildir,
aksine onların yerilmesi, yeniden dirilişi akletmemeleri bakımındandır.
Nitekim Yüce Allah şöyle buyurur: “Onlar, dünya hayatından (yalnızca) dışta
olanı (zahiri) bilirler. Ahiretten ise gafil olanlardır!’[160]
Bilmelisin
ki, nasıl ki, mal mülk bedenin beslendiği kanalcıklar ise aynı şekilde bilgi de
nefsin beslendiği kanalcıklardır. Çünkü mal mülk bedene ilişkin durumların
salâhiyeti için istenirken, bilgi nefse ilişkin durumların salâhiyeti için
istenir. Eğer nefis bu üç yoldan da bilgiyle beslenmezse, ki bu onun üç
parmakla beslenmesi gibidir, aksine bir tek parmakla olduğu gibi sadece bir
tek yoldan bilgiyle beslenirse, onun durumu malından ancak üçte biri oranında
yararlanabilen hastanın durumu gibi olur. Çünkü hasta olan kişi yaşam umudu ile
ölüm korkusu arasında bir yerde durur. Bu durum din hakkındaki bilgisi ancak
işitme yoluyla olan taklitçilerin durumu gibidir. Onlar şüphe ile kesinlik (yakîri)
arasında bir yerde dururlar. Şüphe nefsin hastalığı, kesinlik ise onun
sıhhatidir. İşte bunların bilgiden nasipleri, nefislerinin hastalığından dolayı
şüpheden başka bir şey değildir.
Sonra
bilmelisin ki, isteyenler iki kısımdır: Bunlardan biri, dönüşen sonlu bedenin
faydası için dünyaya ilişkin ihtiyaçları isteyenlerdir. Diğeri ise nefsin
cehalet karanlığından kurtulmasına, dinin ve yeniden dirilişin doğru
kavranmasına ve ebedî ahiret nimetlerinin talep edilmesine vesile olan bilgiyi
isteyenlerdir.
Aynı
şekilde meclisler de iki kısımdır: Bunlardan biri dönüşen, değişen ve bu sonlu
bedenin faydası için yeryüzü bitkilerinden ve hayvanların etlerinden yeme,
içme, eğlenme ve cismânî lezzetlere ilişkin meclislerdir. Diğeri ise [ancak]
ebedî nefisler için söz konusu olabilen ahiretin sonsuz nimetlerinden lezzet
almaya ve onlar hakkında bir şeyler öğrenmeye ilişkin ilim ve hikmet
meclisleridir. Bu nefislerin varlıkları hiçbir zaman yok olmaz, lezzetleri
hiçbir zaman sona ermez ve mutlulukları hiçbir şekilde kesintiye uğramaz.
Sonra
yiyeceklerden ve içeceklerden her yenilip içildiğinde onların sahibinin malında
bir noksanlık oluşur. Bir kişi açlığı ve susuzluğu giderilecek miktarda
yedikten ve içtikten sonra yemeye ve içmeye devam ederse, lezzet acıya dönüşür.
Atıştırılan bu yiyecekler bir saat içinde mideye yerleştikten ve bütün organlar
kendi paylarını aldıktan sonra geriye kalan kısım değişir, dönüşür ve böylece
[mide] onu dışarı çıkarmaya ihtiyaç duyar. Aksi halde lezzet acıya, sıkıntıya,
hastalığa ve rahatsızlığa dönüşür.
İlim
ve hikmet meclisleri ile orada bulunmaya gelince: Nefis hiçbir şekilde bunlardan
rahatsız olmaz. Çünkü bunlar ahiret nimetlerine ilişkin rûhânî lezzetler ve
bunlara benzer şeylerdir. [Bu meclislerdeki] öğrenenlerin ve dinleyenlerin
sayısı ne kadar çoğalırsa çoğalsın doğru yola ileten ilim sahibinin ilminden
hiçbir şey eksilmez. Çünkü bunlar ahiret hayatının gizli hâzineleridir.
Bölüm
Hikmete
ilişkin Faziletleri Edinme Hakkında
Sonra
bilmelisin ki, yemenin çokluğunda herhangi bir övünme durumu söz konusu
değildir. [Çünkü] susuzluğun ve açlığın giderileceği miktardan fazla yeme ve
içmeye hiçbir şekilde ihtiyaç duyulmaz. Açlık ve susuzluğun giderilmesi mümkün
olduğuna göre onların her çeşit yiyecekle giderilmesi de mümkündür. Ya da Hz.
İsâ (a.s.)’ın havarilerine söylediği gibi, bunların arpa ekmeğiyle veya saf su
ile de giderilmesi mümkündür. Nitekim Hz.İsâ (a.s.) havarilerine şöyle
demiştir: “Yarın Firdevs Cenneti 'ne girmek isteyen kimseye bugün dünyada
arpa ekmeği yemek ve saf su içmek dahi çoktur”
O
halde övünme, ancak, hikmete ilişkin faziletleri elde etmek, bilginin ışığıyla
aydınlanmak, varlıkların hakikatinin bilgisine ilişkin âyetleri/alametleri ve
delilleri görme hususunda; hikmet, Tanrıya benzeme çabası, zühd ve tasavvuf
konularında; Tanrıya yakın olanların yöntemlerini gerekli görmek, bedene
ilişkin şeyleri değersiz kabul etmek ve nefse ilişkin şeylere önem vermek
durumlarında; nefsin cehalet karanlığından ve maddenin derinliklerinde
boğulmaktan ve fiziksel dünyanın esaretinden kurtulmasını şiddetle istemek
hususlarında ve cisimlerin derin girdabından çıkmak, ruhlar âlemine yükselmek
ve melekler topluluğuna dâhil olmak konularında olmalıdır. Nitekim Yüce Allah
bu konuda şöyle buyurur: “Muhakkak ki iyiler nimetler içindedirler”[161],
“İyilerin kitabı (îlliyyûn’da(sayısal değerlerle koruma altında) dır. îlliyûnun
ne olduğunu bilir misin sen?”[162]
Burada
kast edilen iyilerin nefisleridir. Nitekim Yüce Allah şöyle buyurur: “Nihayet
oraya vardıkları zaman, oranın kapıları açılmıştır ve bekçileri onlara: “Selâm
size; tertemiz oldunuz! Artık ebediyen kalıcı kimseler olmak üzere buraya
girin!” derler.”[163],
“Melekler de her bir kapıdan yanlarına girerler (ve şöyle derler): Sabretmenize
karşılık selâm sizlere. Dünya yurdunun sonucu (olan cennet) ne güzeldir!”[164]
Ey
kardeşim, -Allah seni ve bizi kendi katından bir ruh ile desteklesinbilmelisin
ki, beden kendisine ilişebilecek tüm kusurlardan korunmuş olarak sağlam duyular
ve [bir] çocuğun bedeninin [olabileceği en iyi] kuvvetinde rahimden çıktığı
zaman, nefsin kuvveleri bedende düzenli işler ve gelişir. Duyu gücü, duyulur
varlıkları işlemeye başlar ve böylece onları şekilleri bakımından kavrar.
Sonra onların resimlerini beynin ön kısmına yerleşmiş bulunan hayal gücüne
iletir. Hayal gücü ise onları [işledikten sonra] düşünme gücüne iletir. Sonra
duyuların gözlemlediği şekliyle duyulur varlıklar [m şekil bakımından algıları]
kaybolduğunda, bu resimler tasavvur edilmiş olarak nefiste kalır. Böylece nefis
bu resimler üzerinde düşündüğü ve akıl bakımından bunları birbirinden ayırdığı
zaman maddelerinden soyutlanmış ve nefsin cevherinde tasavvur edilmiş olarak
bulunan bu duyulur varlıkların sûretinden başka bir şey bulmaz. O halde nefsin
cevheri nefisteki bu sûretin maddesi ve bu resimler de onun sûreti gibi olur.
İşte
akledilir sûretlerin nefisteki durumu da bu şekildedir. Çünkü bu sûretler nefsin
düşünme gücü ile [maddelerinden] soyutladığı cinslerin ve türlerin sûretlerinden
başka bir şey değildir. Nefis, bunları zâtı bakımından tasavvur eder ve havanın
duyulur varlıkların sûretlerini taşıması gibi taşır. Şöyle ki: Hava herhangi
bir değişiklik yapmaksızın farklı sesleri olduğu gibi taşıyarak kulaklara ve
kokuları olduğu gibi taşıyarak koku alma duyusuna iletir. Çünkü hava, sûretleri
koruyan rûhânî, ince/ latîf bir cisimdir.
Aynı
şekilde ışık da renkleri birbirine karıştırmaksızın onları olduğu gibi taşıyarak
gözlere iletir. Hâlbuki nefsin cevheri hava ve ışık gibi bütün şeylerin
cevherinden çok daha rûhânî bir şeydir.
Sonra
bilmelisin ki, ey kardeşim, tikel/cüz’î nefislerin bazısı bazısından şu dört
özellikten biri bakımından daha üstündür. Birincisi, [nefsin] varlığı
bedenle birlikteyken elde ettiği bilgiler bakımındandır. İkincisi,
nefsin [daha önce] saydığımız huyları bakımındandır. Üçüncüsü, nefsin
inandığı görüşler bakımındandır. Dördüncüsü ise nefsin sahip olduğu
ameller bakımındandır.
O
halde nefsin ilimlere ilişkin bilgisi, güzel ahlâkı, doğru görüşleri ve iyi
amelleri çoğaldıkça bu özellikleriyle o, güzel bir suret, sağlam bir
incelik/letafet ve rûhânî bir parlaklık sahibi olur. Nefis bedenden ayrıldığı,
zâtı bakımından müstakil olduğu, cevheri bakımından bütün cismânî
bağımlılıklardan kurtulduğu ve bütün tâbiî kirlerden temizlendiği zaman kendi
zâtını idrâk eder, kendi sûretini en iyi şekilde görür ve kendi güzelliğini ve
parlaklığını bizzât müşahede eder. Böylece nefis, hayır olarak yaptığı her şeyi
[o gün önünde] hazır olarak bulur. Bu durumda nefis, kendi zâtım ne kadar
mülahaza ederse sevinci, mutluluğu ve lezzeti de o kadar artar. İşte bütün
bunlar nefsin mükâfatı, nimeti ve cennetidir. Nefsin, yaptıklarından başka bir
şeyi bulması [artma ya da eksilme] kesinlikle söz konusu değildir. Nitekim Yüce
Allah bu hususta şöyle buyurur:
“Her
bir nefsin hayırdan yaptıklarını hazır bulduğu o günü (düşünün).”3'
Fakat
eğer nefis kötü amel, adaletsiz karakter, bozuk görüş, düşük ahlâk ve yanlış
bilgi sahibi olursa o zaman bu özellikler ona kötü, çirkin ve hastalıklı bir
sûret kazandırır. Nefis sahip olduğu böyle bir sûrede, bedenî şeylere bağlı
olduğu, duyulur varlıklarla meşgul olduğu, fiziksel dünyanın görkemine ve
maddenin süsüne kapıldığı sürece hiçbir şekilde algılayamaz. Herkesin
belirlenmiş bir sürede mutlaka yaşayacağı ölüm sarhoşluğu ve ayrılık hüznü
gerçekten geldiğinde, ki bu nefsin bedenden ayrılmasıdır, zorla da olsa
bedenden ayrılacak ve böylece cismânî lezzetleri elde ettiği duyu organları yok
olacak, bu duyu organlarından ayrılmış olarak yalnız başına kendi zâtını
düşünecek ve böylece yaptığı kötü olan her şey onun önüne hazır olarak
konulacak ve şaşkın bir durumda kalacaktır. [Önüne hazır olarak konulan] bu
şeyler ise kötü, çirkin ve hastalıklı sûretlerdir. [Nefis bu sûretleri görünce]
üzülecek, tasalanacak ve yapayalnız kalacaktır. “Böylece Allah, onlara bütün
yaptıklarını pişmanlık kaynağı olarak gösterecektir”[165]
[166]
Bu durumda nefis, yaptığı kötülüklerle kendisi i ırasında uzun bir mesafe
olmasını dileyecek. Böylece nefis, zâtı bakımından acı çekerek azap içinde
ebedî olarak kalacak. İşte bütün bunlar nefsin cezası, çekeceği azaI > ın
acısı ve cehennemidir. Nitekim Hz. Peygamber bu konuda şöyle buyurmuştur: “Muhakkak
ki bunlar size geri dönecek amellerinizdir.”
Yüce
Allah ise bu hususta şöyle buyurur: “Şüphesiz insana kendi emeğinden başkası
yoktur. Şüphesiz kendi emeği (veya çabası) görülecektir’[167]
“Şüphesiz iyiler, elbette nimetler(le donatılmış cennetler) içindedirler. Ve
şüphesiz kötü olanlar da, elbette ateşin içindedirler”[168]
Ahiret
mutluluğuna erenlere (ashâb-ı yemin) gelince, onlar dikensiz meyve ağaçlarının
altındadırlar. Kötülüğe batanlar (ashâb-ı şimal) ise, iliklere işleyen
bir kaynar su ve ateş içindedirler. Allah seni, bizi ve bütün kardeşlerimizi
doğru yolda başarılı kılsın. Allah seni, bizi ve bütün kardeşlerimizi doğru
yola ve doğruya ulaştırsın. Allah’ın selamı Peygamberimiz Hz. Muhammed’in (salla'llâhü
aleyhi ve sellem) ve onun yüce ailesinin üzerine olsun.
Nefislerin
meydana gelmesi hakkındaki risâle [burada] tamamlandı.
Bu risâleyi “İnsanın Bilimlere İlişkin Güç Yetirebilirliği” isimli
risâle takip etmektedir.
Tabîî-Cismânî
Şeylerin Çel-Cismâniyyâtü't-tabîiyyât')
On
Dördüncü -İhvân-ı Safâ Risâleleri’nin Yirmi SekizinciRisâlesi:
İnsanın Bilimlere İlişkin Güç Yetirebilirliği;
Bu
Güç Yetirebilirliğin Bilgi Bakımından Hangi
Sınıra Ulaşabileceği, Hangi Sınırda Sona Ereceği ve
Hangi Üstünlüğe Kadar Yükselebileceğinin
Açıklanması Hakkında[169]
Rahman
ve Rahim Olan Allah’ın Adıyla!
A |
llah’a
Hamd ve O’nun seçilmiş kullarına selam olsun. “Allah mı daha hayırlıdır
yoksa O’na ortak koştukları varlıklar mı?”[170]
[171]
Bölüm
İnsanın
Bilimlere İlişkin Güç Yetirebilirliği
Ey
kardeşim, -Allah seni ve bizi kendi katından bir ruh ile desteklesinbil ki,
beşerî cisimlerde tikel/cüz’î nefislerin nasıl meydana geldiğine ilişkin
açıklamalarını ızı tamamladıktan sonra şimdi de, bu risalede insanın bilimlere
ilişkin güç yetirebilirliği ve bu güç yetirebilirliğin nerede sona ereceği
hakkında konuşmak istiyor ve diyoruz ki:
Bil
ki, Yüce Allah insanlığın babası Hz. Âdem’in bedenini topraktan yaratarak onu
en güzel biçimde şekillendirdikten, sûretini güzelleştirdikten ve yapısını
sağlam/muhkem kıldıktan sonra bu bedene kendi ruhundan üfledi. Böylece
topraktan oluşan bu beden söz konusu yüce ruh ile hayat sahibi, bilen ve güç yetirebilen
bir varlık oldu. Sonra Allah, Âdem’e isimleri öğreterek onu meleklerin tamamına
değil, bir kısmına üstün kıldı. Böylece Allah, topraktan gelen beden sebebiyle
değil, ancak, kendisinden üflediği bu yüce ruh sebebiyle meleklerin Âdem’e
secde etmelerini emretti. Sonra lanetli İblis, topraktan oluşan bu bedene
baktığı zaman, bedendeki söz konusu bu bilen, üstün ve yüce ruhu gördüğü ve
kavradığı [halde] şöyle dedi: “Ben ondan daha üstünüm, çünkü sen beni
ateşten onu ise topraktan yarattın.”2 Hâlbuki ateş topraktan
daha üstündür. Çünkü ateş [sürekli] yücelmeyi isteyen aydınlık ve hareketli bir
cisimdir. Toprak ise [sürekli] aşağıda olmayı isteyen karanlık ve hareketsiz
bir cisimdir. İşte bu yanlış bir kıyas olarak İblisin [düşüncesiydi]. Çünkü
secde etmek, topraktan oluşan bedene ilişkin [bir emir] değil, aksine bu yüce
ruha ilişkin [bir emir]di. O halde insan yediği, içtiği ve uyuduğu zaman bunu
bedene ilişkin olarak yapar. Oysa hareket ettiği, algıladığı, konuştuğu ve
bildiği zaman bunu Allah’ın emrettiği yüce ruha ilişkin olarak yapar.
O
halde bil ki, yemek, içmek ve bütün yiyecekler bedenin gıdası ve diriliği
olduğu gibi, bilgi de nefsin gıdası ve diriliğidir.
Sonra
bil ki, varlıklar hakkındaki bilgi, duyularla idrâk edilen şeylere ilişkin
bilgilerde ve aklı önceleyen [a priori] bilgilerde olduğu gibi bir
kısmı doğuştan gelen tâbiî bilgilerdir. Bir kısmı ise, matematik, eğitim ve
vahyin (nâmûs) getirdiği bilgilerde olduğu gibi öğrenimle elde edilen
ve sonradan kazanılan bilgilerdir. Ancak, insanların bir kısmı eğitim ve
öğretime rağbet etmezler, aksine, duyuların algılamasına (idrâk) veya aklî
sezgilere rağbet ederler. İnsanların bir kısmı ise eğitim ve öğretime ilgi
duyarlar. Fakat bu insanların bazısı, nefisteki tasavvurlar (varlıkları zihinde
şekillendirme) veya mantık ve geometri burhânları (delilleri) ile sabit olan
şeylerin dışında herhangi bir şeyi bilgi olarak kabul etmezler. Bunların bazısı
şâirin sözünün işaret ettiği şeyin dışında herhangi bir şeyi ilim olarak kabul
etmezler. Bazısı da rivayet ve haberin dışında herhangi bir şeyi ilim olarak
kabul etmezler. Bazısı ise münakaşa ve cedelin dışında herhangi bir şeyi bilgi
olarak kabul etmezler. Bu insanların bazısı ise taklide razı olur ve bununla
ikna olurlar.
O
halde bilgi ve duyulur varlıkların idrâkleri hakkında insanın kudretinin sınırını
ve nerede sona ereceğini açıklamamız gerekiyor. Bu ise varlığın hakikatinin
bilgisi konusunda insanın gayreti ve güç yetirebilirliği ve bunun nerede son
bulacağıyla ilgilidir. Çünkü âkil insanlar içinde bir gurup vardır ki bunlar
âlemin varlığa gelişi hakkında tefekkür ettiklerinde ve onun yokluktan sonraki
varlığının zorunlu illetini araştırdıklarında bunu kesin bir bilgi ile
bilemediler ve akıl bakımından âlemin varlığının ilkesini zihinde şekillendiremediler.
Böylece bilgisizlikleri onları âlemin ezelî oluşu (kıdem} fikrine
götürdü. Bu insanların bir kısmı ise bir şeyin başkalarına değil, sadece
kendisine görünür olduğunu kabul ederler. Böylece bu insanların âlemin varlığa
gelişi ve ona varlık veren zorunlu illetin ne olduğuna ilişkin sözleri,
onlardan her birisinin gördüğü şey bakımından değişir. [Fakat] biz “İlkeler
(mebâdî) Hakkındaki Risale” mizde bu illetin ne olduğunu açıklamıştık. O
halde bu ilkenin ne olduğunu o risâleden öğren.
Bölüm
Âlemin
Varlığa Gelişinin Nasıl Olduğu Hakkında
Sonra
bil ki, her kim âlemin varlığa gelişinin nasıl olduğu ve yokluktan sonraki
varlık illeti hakkında tefekkür ederse; böylece bu illeti bilmeyi veya bu
varlığa gelişin nasıl olduğunu zihinde şekillendirmeyi (tasavvur}
isterse bu kişi, kendi bedeninin bileşimini (terkip} bilemeyen, kendi
şeklî yapısını tefekkür edemeyen, varlığının ilkesinin nasıl olduğunu idrâk
edemeyen, nefsinin cevherinin mahiyetini ve nefsin bedenle ilişkisinin nasıl
olduğunu, nefsin bedenle herhangi bir ilişkisi yokken onu bedenle ilişkili hale
getiren illetin ne olduğunu, ömrünün sonunda ecelin gelmesi ile nefsin bedenden
ayrılmasının illetini, bedenden ayrıldıktan sonra nereye gittigıııi ve bundan
önce de nereden geldiğini bilemeyen cahil bir kişidir. Bu kişi kendi I avı
ayışına daha yakın olan, öğrenmesi daha kolay olan ve zihinde şekillendirilmesi
(tasavvuru) mümkün olan biraz önce zikrettiğimiz durumlar hakkındaki bilgisizliğine
rağmen, âlemin varlığının ilkesini, onun nasıl var olduğunu ve varlığa gelmenin
zoı unlu illetini kesin bir bilgi ile öğrenmek ister. Bu kişinin durumu tıpkı,
yüz ratl[172]
taşımaya güç yetiremediği halde bin ratl yüklenen adamın
durumu gibidir. Ya da yürüyemediği halde koşmak isteyen veya dışarı çıktığı
zaman önünü göremediği halde örtünün ardındaki şeyin ne olduğunu görmek isteyen
adamın durumu gibidir.
Sonra
bil ki, insanın halleri, bu hallerinin durumları ve bedeninin durumu dikkate
alındığında [görülür ki], insan, büyüklük ve küçüklük arasında bir yerdedir.
Çünkü o ne aşırı küçük ne de aşırı büyüktür. Aynı şekilde onun durumu, bu dünyada
kaldığı süre bakımından da böyledir. Çünkü onun ömrü bu dünya hayatı bakımından
ne fazla uzun nede fazla kısadır. Onun, varlık bakımından durumu da bu
şekildedir. Onun varlığı ne tüm varlığı önceleyen bir varlıktır ne de en son
varlıktır. Çünkü felekler ve unsurlar gibi varlıkların bir kısmı varlık
bakımından onu öncelerken, yapma (sınaî) varlıklar gibi bir kısmı ise
ondan sonradır.
Aynı
şekilde mekân bakımından insanın durumu da arada bir yerdedir. Çünkü insan
âlemin en yüksek tarafında olmadığı gibi, âlemin merkezinde de değildir.
Aynı
şekilde insanın şeref ve üstünlük bakımından durumu da arada bir yerdedir.
Çünkü Allah’a yakın (mukarrebûn) melekleri gibi varlıklar insandan üstün
iken hayvanlar gibi (diğer) varlıklar ondan daha aşağıdadır.
Aynı
şekilde insanın güçlülük ve zayıflık bakımından da durumu arada bir yerdedir.
Çünkü o oldukça sağlam bir kuvvete sahip olmadığı gibi küçümsenilecek bir
zayıflığa da sahip değildir. Çünkü aslan gibi hayvanlar ondan çok daha güçlü
iken küçük canlılar gibi hayvanlar ise ondan daha zayıftır.
Aynı
şekilde insanın bilgi ve bilgisizlik bakımından da durumu arada bir yerdedir.
Çünkü insan, melekler gibi bilgide derinleşen bir varlık olmadığı gibi,
hayvanlar gibi ihmalkâr bir cahil de değildir.
Aynı
şekilde insanın bilebileceği şeylerin durumu da iki [aşırı] tarafın arasında
bir yerdedir. Şöyle ki: İnsan, sayıların katlanarak artması gibi, aşırı
derecede, çok sayıdaki varlığa ilişkin bilgiyi kuşatamaz. İnsan parçalanmayan
bir parça gibi az sayıdaki varlığa ilişkin bilgiyi idrâk eder; tıpkı on
sayısının kökünü almak ve benzeri gibi.
Aynı
şekilde insanın tartılabilir şeylere ilişkin gücünün durumu da arada bir yerdedir.
Çünkü insanın, dağların ağırlığında olduğu şekilde aşırı bir ağırlık ile
zerrenin ağırlığında olduğu şekilde oldukça küçük bir ağırlığın arasında bir
yerde kalan varlıklardan başka şeyleri tartâbilmesi mümkün değildir.
Aynı
şekilde onun miktarları ve boyutları aşmasına ilişkin kuvvetinin durumu da
arada bir yerdedir. Çünkü insanın, çöller ve denizlerin genişliğinde olduğu
gibi, aşırı genişlik ile hardal tanesi ve iğnenin darlığında olduğu gibi, aşırı
darlık arasında bir yerde kalan miktar ve boyutların dışında bir miktarı ve
boyutu aşması mümkün değildir.
Aynı
şekilde duyulur varlıkların idrâk edilmesi bakımından da insanın duyu
güçlerinin durumu arada bir yerdedir. Duyu güçleri iki aşırı tarafın arasında
kalan şeylerden başka herhangi bir şeyi algılayamaz. Şöyle ki: mesela görme
gücü aşırı karanlıkta renkleri görmeye hiçbir şekilde güç yetiremediği gibi yaz
günlerinde gün ortasında güneşe bakmakta olduğu gibi, parlak ışıkları da hiçbir
şekilde algılayamaz.
Duyma
gücünün durumu da bu şekildedir. Duyma gücü, şiddet ve ihtişamından dolayı
yıldırımın sesini işitmeye hiçbir şekilde muktedir olmadığı gibi, zayıflığı ve
hafifliğinden dolayı karıncanın yürüme sesini de işitmeye hiçbir şekilde
muktedir değildir.
Aynı
şekilde tat alma, koku alma ve dokunma duyularının durumu da bu böyledir. Bu duyu
güçlerinin de iki aşırı tarafın arasında kalan duyulur varlıklardan başka
herhangi bir şeyi idrâk etmeleri mümkün değildir. Mesela, aşırı sıcak ve aşırı
soğuk insanın tabiatını bozar ve onu itidalden uzaklaştırır.
Yine
aşırı tat ve kokular da duyu organlarını bozar, onların tabiatlarını ve duyumlarını
değiştirirler. Bu durum ise [insan] tabiatının itidalden sapması demektir.
Nitekim biz bütün bunları “Duyu Organlarının Duyulur Varlıkları Nasıl
Algıladığı Hakkındaki Risale’mizde tek tek açıklamıştık. O halde bu şeyleri
o risâleden öğren.
Aynı
şekilde insanın geçmiş şeyler ve uzun bir zaman olarak geçmişte kalan haberlere
ilişkin bilgisinin durumu da bu böyledir. [Çünkü] insanın kendi zamanına yakın
bir zamanda meydana gelen şeylerden başka herhangi bir şeyi bilmesi mümkün
değildir. Mesela bize yakın bir zamanda yaşamış babalarımızın ve dedelerimizin
durumunu, İsrail oğulları hakkındaki haberleri, tufandan sonrası ve öncesinde
de Âdem'e (a.s.) kadar olan şeyleri bilmemiz bu anlamda mümkündür. Ancak Âdemden
(a.s.) öncesinde meleklerin durumuna ilişkin olan haberler, Âdem’in (a.s.)
yaratılışından önce yeryüzünde bozgunculuk çıkaran cinlerin kıssası gibi
şeyleri insanın hiçbir şekilde bilmesi ve kesin bilgisine ulaşması mümkün
değildir. [Bunlara ilişkin bilgiyi] ancak meleklerden alman vahyin
bildirdiklerini [zorunlu olarak] kabul ederek bilebiliriz.
Aynı
şekilde insanın gelecek bir zamanda meydana gelecek şeylere ilişkin bilgisinin
durumu da bu böyledir. İnsanın onları kesin bir şekilde bilmesi ve yıldızların
işareti ile onların varlığına delil getirmesi hiçbir şekilde mümkün değildir.
Ancak yakın bir zamanda meydana gelecek şeylere; mesela her yirmi yılda bir kez
olan ortaya çıkan karinelerle, her iki yüz kırk yılda bir kez meydana gelen
karinelerle ve her dokuz yüz altmış yılda bir kez meydana gelen karinelerle
müneccimlerin delil getirmeleri mümkündür. Fakat astrologların (müneccim),
her üç bin sekiz yüz kırk yılda bir kez ortaya çıkan işaretlerle (karine)
ve her yedi bin yılda bir kez ortaya çıkan karinelerle ortaya çıkacak
oluşumların bilgisine delil getirmeleri, [bu şeylerin] gelecek zamandaki
uzunluğundan dolayı, mümkün değildir.
Aynı
şekilde insan aklının durumu da böyledir. İnsan aklı, ancak, gizlilik ve yücelik
bakımından iki aşırı tarafın arasında kalan akledilir varlıkları zihinde
şekillenıhı meye güç yetirebilir. Şöyle ki: akledilir varlıklar arasında bazı
varlıklar vardır ki, hu varlıkların aşikâr, apaçık ve belirgin oluşunun
şiddetinden dolayı insan aklının oııl.ırı idrâk etmesi ve yüceliklerini
kuşatması hiçbir şekilde mümkün değildir. Meşe l.ı şanı yüce olan Allah’ın
yüceliği bu şekildedir. Çünkü Allah’ın zâti gizliliği aşırı olduğundan dolayı
değil de, aksine aşikârlığı, apaçıklığı ve belirginliği aşırı olduğundan
dolayı insan aklının Allah’ı algılaması ve zâti mahiyetinin yüceliğini bilmesi
hiçbir şekilde mümkün değildir. Mesela insan aklının âlemi bir bütün olarak
zihinde şekillendirmekteki acziyeti de âlemin çok küçük ve gizli olmasından
dolayı değil, <, ok büyük ve aşikâr olmasında dolayıdır. Aynı şekilde insan
aklının maddesinden soyutlanmış sûretleri algılamasındaki acziyeti de bu
varlıkların saflığının, inceliğiııiıı/latifliğinin ve varlıktaki etkinliğinin
şiddetinden dolayıdır.
Aynı
zamanda insan aklının, gizliliğinden, küçüklüğünden ve inceliğinden dolayı
idrâk ve zihinde şekillendirmesi mümkün olmayan varlıklar da söz konusudur.
Mesela atomlar ve bütün sûret ve niteliklerden soyutlanmış ilk maddenin durumu
hu şekildedir. Yine insan aklının ceninin rahimde şekillenmesinin nasıl olduğuna
ilişkin acziyeti, yumurtanın içindeki yavrunun yaratılışının nasıl olduğuna
ilişkin .11 ziyeti, kabuğun içindeki tohuma ilişkin acziyeti ve çiçeklerin
örtüsünün içindeki meyvelere ilişkin acziyeti de bu şekildedir.
Sonra
bil ki, insanın duyusal olarak algıladığı bu varlıklar onun kendisinin yaptığı
şeyler değildir. Fakat insan duyusal olarak bu şeylerin varlığa gelme sürecini
algılayamaz ve zihinsel olarak onları zihinde şekillendiremez. O halde âlemin
varlığa gelişini ve varlık illetini bilmek isteyen kimsenin öncelikle bu
varlıklar hakkında tefekkür etmesi gerekmektedir. Böylece öncelikle bu
varlıkların varlığa gelişinin nasıl olduğunu bilmesi ve zihinde
şekillendirmesi/tasavvur etmesi, sonra âlemin varlığa gelişinin ve varlık
illetinin nasıl olduğu hakkında düşünmesi/tefekkür etmesi gerekir. O halde her
kim bunları kesin bir bilgi ile bildiğini iddia ederse, [öncelikle] âlemin
şuanda sahip olduğu sûretin nasıl olduğunu bize bildirmek [zorundadır]. Çünkü
o, bunları doğrudan algılıyor ve müşahede ediyor. Geçmiş zamanla birlikte geçen
oluşumlara ilişkin bilgiyi unuttuğundan dolayı, bunları öncelikle ortaya
koymalıdır. Ya da gelecek bir zamanda bunların nasıl olacağını ortaya koymak
durumundadır. Ya da yıldızların çok olmasının sebebini/illetini; boyutlarının,
ölçülerinin, büyüklüklerinin ve hareketlerinin illetini; şu anki durumlarının
nasıl olduğunu ve bu durumda olmalarının illetini bize bildirmek [zorundadır].
Ya da galaksinin ne olduğunu bize bildirmek[zorundadır]. Çünkü bu konuda
hastalıklı sözler söyleyen bilgelerden bugüne kadar bunların tek bir tanesini
dahi bulmuş değiliz. Ya da tek bir şeyden haber versinler ki bu da ay feleğinin
yüzünde gördüğümüz eserdir. İnsanların daima gözlemleyebildikleri bu şeyin ne
olduğunu bize bildirmek [zorundadır] ki, insanların müşahede edemediği şeyleri
ortaya koyabilsin. Ya da madenlerin cinslerinin farklı olmasının illetini,
insanların sûretlerinin farklı olmasının illetini, hayvanların şekillerinin
farklı olmasının illetini ve şuanda bulundukları durumun illetini ortaya koymak
[zorundadır].
Bölüm
Peygamberlere
Olan İhtiyaç Hakkında
Sonra
bil ki, bütün bu varlıkların sebeplerinin/illetlerinin kesin bilgisine ulaşmak,
peygamberlerin teslim olmuş bir şekilde meleklerden aldıkları gibi, ancak peygamberlerden
tevarüs edilerek alman [bilgilerle] mümkündür.
Sonra
bil ki, insan bilgisinin meleklerin bilgisine ve marifetine olan oranı deniz
hayvanlarının bilgisinin kara hayvanlarının bilgisine ve ma’rifetine
(tanınmasına) olan oranı ve kara hayvanlarının bilgisinin insanın bilgisine ve
ma'rifetine olan oranı gibidir. Şöyle ki: deniz hayvanlarının algıları,
hareketleri ve beslenme isteklerinde, maslahat ve faydalarında, düşmandan
kaçışlarında, erkek ve dişi seçimlerinde ve kendi cinslerinin soylarını takip
etmeye ilişkin ayırt etme güçleri vardır. Ancak kara hayvanlarının durumlarına
ilişkin algıları ve onların yaptıklarına ilişkin bilgileri basit bir şey
olmadığı takdirde onları bu gibi şeylerin bilgisine götürmez.
Aynı
şekilde kara hayvanlarının insanların durumlarına ilişkin bilgileri ve yaptıklarına
ilişkin ma’rifetleri bu şekildedir. O halde kara hayvanları da basit bir şey
olmadığı takdirde bu bilgilere sahip olamazlar.
Aynı
şekilde insanların meleklerin durumuna, felekler arasındaki boşluğa ve gök
tabakalarına ilişkin bilgileri de bu şekildedir. Basit bir şey olmadığı sürece
onların bu bilgilere ulaşması mümkün değildir.
Aynı
şekilde meleklerin birbirinden farklı ve ayrı makamlarında ve mertebelerindeki
durumu da bu şekildedir. Melekler de mertebe ve üstünlük bakımından birbiri
ardına gelirler. Her bilenin üstünde bir bilen vardır. Şanı yüce olan Allah’ın,
meleklerin mertebelerine ve makamlarına ilişkin durumlarını bildirdiği gibi bu
silsile Allah’ta son bulur. Nitekim Yüce Allah şöyle buyurur: “De ki (ey Muhammed):
Bu (Kuran), büyük bir haberdir. Sizler ise, ondan yüz çeviriyorsunuz. [İnsanın
yaratılışı konusunda] Mele-i âlâ (yüce topluluk)tartışıp dururken ben hiçbir
bilgi sahibi değildim”[173]
Yüce
Allah meleklerin söylediklerine ilişkin de şöyle buyurur: “(Melekler der
ki:) Bizden her birimiz için belli bir makam vardır. Biziz, o saflar halinde
dizilmiş olanlar, gerçekten biziz. Biziz, o teşbih edenler de, gerçekten
biziz.”[174]
“Rabbinin ordularını kendisinden başka (hiç kimse) bilmez. Bu ise, beşer
(insan) için yalnızca bir öğüttür.”[175]
Yani
meleklerin cinslerini; cinlerin, insanların ve hayvanların sınıflarım tam olarak
[Allah’tan başka kimse bilmez].
Sonra
bil ki, bütün yaratılmışların bilgisinin Yüce Allah’ın bilgisine oranı ancak
küçücük bir parça gibidir. Nitekim Yüce Allah şöyle buyurur: “Eğeryeryüzündeki
bütün ağaçlar kalem olsaydı, denizler de mürekkep, sonra yedi deniz [daha]
eklenseydi, Allah’ın sözleri yine de tükenmezdi.”[176]
Yani Allah’ın bilgisi [tükenmezdi]. [Bir başka ayette] Allah şöyle buyurur: “(yaratılmışlar
ise) O’nun dilediğinden başka, ilminden hiçbir şey kavrayıp kuşatamazlar.”[177]
İşle
biz bu risâleyi, insan gücünün ilim ve marifetteki sınırı konusunda kardeşlenil
ü/c bir uyarı olması için ve bir takım cedelî sözlerle âlimlere karşı koyan
gruplara l>ıı kınama olması için yazdık. Zira bu kişiler, öğrenmeleri ve
araştırmaları zorunlu . -l.ııı varlı klar hakkındaki soruşturmayı terk
ettikleri halde insanın gücü ve bilgisi simi nida olmayan varlıkların
illetinin ne olduğunu soruyorlar. Hâlbuki bu kişiler bilgisizliklerinden
dolayı [öğrenmeleri ve araştırmaları gereken] bu varlıklar hakkında
>ı
ıı sormuyorlar, onların durumları hakkında tefekkür etmiyorlar.
Bölüm
Âlemin
Ezelî oluşu (Kıdemi) ve Sonradan Meydana Gelişi (Hudûsü)
Konusunda Bilginler Arasındaki Görüş Farklılıkları Hakkında
Bil
ki, bilgi, amel ve ticaret [gibi] alanlarda kendi uzmanları arasında, tartışma
konusu ve farklılık olmayan hiçbir şey yoktur. Bilginler arasında âlemin ezelî
oluşu ve sonradan ortaya çıkmasına (kıdem ve hudûs) ilişkin farklılıklarda bu
şekildedir. Bu hı Iginler iki guruptur: Felsefi [araştırma metodunu kabul
edenler] ve dini hükümleri | kabul edenler]. Peygamberlere gelince, onların
tamamı şüphesiz bir şekilde cisimler âleminin sonradan yaratılmış (hâdis)
olduğuna inanıyorlar ve böyle düşünüyorlar. Aynı şekilde ilimde derinleşen
faziletli bazı filozoflar da âlemin sonradan/hâdis olduğunu düşünmüşler. Ancak
[bilgisi] eksik olduğu halde filozof gibi davranan bazı kişiler âlemin kıdemi
konusunda söylediklerine ilişkin şüpheye ve iddia ettiklerine ilişkin tereddüte
düştüler.
Aynı
şekilde peygamberlere tâbi olanlar ve onların getirdiklerine yakın duranlaı ın
çoğunun durumu da böyledir. Çünkü onlar da [peygamberlerden] naklen elde
ellikleri şeylerde şüpheye düştüler ve inandıkları şeyler hakkında tereddüt
ettiler. Ey faziletli kardeşim, bu kişilerden olmaktan Allah’a sığınmanı
tavsiye ederim. Çünkü onların bu risâledeki örnekleri ve anlaşmazlığa
düştükleri şeyler ancak [şu] aptal, ■ıhmak ve bilgisiz
çocukların [ihtilafları] gibidir. Şöyle ki: hikmet sahibi bir adamın küçük
çocukları varmış. Bunların içinde zeki, akıllı ve seçkin; aptal, ahmak ve bilgisiz
olmak üzere iki gurup varmış. Bu kardeşler bir gün babalarının sandıklarına
baktılar ve onları değişik tatlardan, renklerden, kokulardan ve şekillerden
oluşan tatlılarla dolu olarak gördüler. Bu tatlılar hakkında düşünüp tefekkür
ettiler ve zihinlerine şöyle söylemek geldi: Acaba bu hayret veren şeyleri kim
yaptı, bu şekilleri kim oluşturdu, bu renkleri kim yaptı?
Bu
çocuklardan daha zeki, akıllı, algısı güçlü ve seçkin olanlar, bu tatlıları
hikmet sahibi birinin yaptığını anladılar. Bu çocuklardan ahmak, aptal ve gâfil
olanlar ise bu sandıkların üstünü örtüp kapattılar.
Sonra,
bu tatlıların hikmet sahibi birinin sanatı olduğunu kavrayan çocuklar şöyle
tefekkür ettiler: Acaba [hikmet sahibi] bunları hangi şeyden yaptı, acaba
bunları nasıl şekillendirdi?
Bu
çocukların ise, [daha] zeki ve [daha] akıllı olanları [hikmet sahibinin] bu şeyleri
bir başka şeyden yaptığını kavradılar. Akıl ve zekâ bakımından bunlardan daha
aşağıda olanlar ise [bu düşüncenin] üzerini örttüler.
Sonra
[hikmet sahibinin] bu şeyleri başka bir şeyden yaptığını kavrayan çocuklar
şöyle düşündüler: Acaba bu şeyleri nasıl yaptı, niçin bu şekillerle zihinde şekillendirdi?
Bu
çocukların ise, en zeki, en akıllı ve en seçkin olanları bunu [soruları] düşündüler,
zihinde şekillendirdiler, [sonra] nasıl ve niçin sorularına
ihtiyacın olmadığını kabul ettiler. Mertebe bakımından bunlardan daha aşağıda
bulunanlar ise bu düşüncenin üzerini örttüler, akılları yetmediği [halde], bu
konu hakkında tefekkür ettiler ve düşündüler.
Sonra
bu esnada [aptal, ahmak ve bilgisiz] kardeşler gaflet içinde, akıllı olanlara
bu tatlılar hakkında sorular sordular. Onlar da bunları bir tatlıcının
yaptığını söylediler. Bu sefer tatlıcı kim? diye sordular.
[Akıllı
olanlar] şöyle cevap verdiler: Hikmet sahibi bir yapıcı. Anlayışlı ve akıllı
olanlar bunu tasdik ettiler. Aptal olanlar ise bunun üstünü örttüler. Çünkü
onlaı daha önce ne bir tatlıcı görmüş ne de duymuşlardı.
Sonra
küçük olan kardeşler, akıllı ve ergen olan büyük kardeşlerine şöyle sordular:
Acaba tatlıcı hayret veren bu şeyleri hangi şeyden yaptı? Akıllı ve ergen
olanlar ise şöyle cevap verdiler: Şeker, yağ ve undan yaptı.
Bu
çocukların bir kısmı bunu tasdik ettiler. Çünkü onlar başarılı, doğruyu bulan,
(bilgiyle) desteklenmiş ve doğru görüşlü kimselerdi. Bu çocukların bir kısmı
ise yalanladılar ve inkâr ettiler. Çünkü onlar açık olarak bu şeyleri
düşünemediler ve akıl bakımından bunları kesin bir bilgi ile kavrayamadılar.
Sonra bunlar şöyle dediler: Bize [şeker, yağ ve undan] bir şey gösterin.
[Akıllı
ve ergen olan büyük kardeşler] şöyle cevap verdiler: Yapıcı onlardan bir şey
bırakmadı, aksine, hepsini kullandı.
Böylece
başarılı olanlar bu cevabı tasdik ettiler. Yalanlayanlar ve inkâr edenler ise
doğru yolu bulamadılar. Sonra bunlar şöyle sordular:
Tatlıcı
bunları nasıl yaptı? [Akıllı ve ergen olan büyük kardeşler] şöyle cevap verdiler:
Ocağı kurdu, ateşi tutuşturdu, [tatlının içinde yapıldığı] tencereyi hazırladı,
yağı tencerenin içine döktü, içine şeker karıştırdı, bir maşa ile hareket
ettirdi, sonra un ile katı hale getirdi.
Kavrayış
bakımından zeki olanlar, zekâlarının mükemmelliği, tefekkürlerinin güzelliği,
kalplerinin genişliği, nefislerinin cevherinin saflığı ve akıllarını aydınlatan
ışık sebebiyle bunu zihinde şelillendirebildiler. Bunlardan bir kısmına ise bu
bilgiler anlaşılmaz geldi. Çünkü bu kişiler zeki değildi, kalpleri saf değildi
ve akıllarını aydınlatan bir ışık da yoktu.
Sonra
bu kardeşler kendi aralarında anlaşmazlığa düştüler. Böylece bu meselede
guruplar halinde kendi aralarında mücadele eden, tartışan, münakaşa eden
kimseler oldular ve aralarında fitne ve nefret ateşi tutuştu.
Sonra,
şefkatli baba çocukların içine düştüğü bu büyük sıkıntı ve belayı görünce
onlara acıyıp merhamet etti ve mantıklı düşünen akıllı bazı kardeşlere hakem
olmalarını, aralarında adaletle hükmetmelerini ve en iyi şekilde karar
vermelerini istedi. Böylece onlara şöyle dedi: Kardeşleriniz [ihtilaf ettikleri
bir mesele hakkında]
Iı.ıkcınlik
yapmanız için size geldiklerinde, ihtilaf ettikleri mesele hakkında onları
dnj',1 u yola iletin ve onlara rehberlik yapın. Bu tatlıların kim tarafından
yapıldığı I , iKİileıine sorulduğunda hakemlik yapan kardeşler, tatlıların
babaları tarafından v. ı p 11 d ı ğ ın ı söyleyerek kardeşlerine cevap
verdiler. Böylece bu söz üzerine küçük kardı -.lı i in nefisleri teskin oldu.
Çünkü onların babalarına ilişkin kesin bilgisi kavrayışlarına bu tatlıcıya ilişkin
bilgilerinden daha yakındı.
Bu
küçük kardeşler “[Bu tatlılar] hangi şeyden yapıldılar?” diye sorduklarında,
|hakemlik yapan kardeşler] şöyle cevap verdiler: Sizin bildiğiniz bir şeyden
değil. Onların bu sözleri üzerine küçük kardeşlerinin nefisleri, bu tatlıların
şeker, tahin ve undan yapıldığını söyleyenlerin cevaplarına göre daha fazla
yatıştı. Çünkü varlıkların, onların göremeyeceği ve kesin bir bilgi ile
bilemeyeceği kadar çok olduğu gocuklara [daha] anlaşılır gelmişti.
|
Küçük çocuklar] “Bu tatlıları nasıl yaptı ve onlara nasıl şekil verdi?” diye
sorduklarında ise [Akıllı ve ergen olanlar] şöyle diyerek [cevap verdiler]:
Nasıl ve ne şekildid dediyse öyle yaptı. Bu cevaplar, onların nefislerini bu
konuda sözü uzatanların । evaplarından ve
“Şöyle şöyle yaptı ve şöyle şöyle düzenledi” diyenlerin sözlerinden daha fazla
yatıştırdı.
İşte
bu, âlemin sonradan (hâdis) olduğuna ve ezelî (kadîm) olduğuna ilişkin bilginler
arasındaki ihtilafın; soru soranların ve cevap verenlerin örneğidir. Buna göre,
âlemin içindeki hayret veren şeylerin, varlıkların cinslerinin yöntemleri ile
acayipliklerinin ve yapılmış sanatların sınıflarının durumu tatlılarla dolu bu
sandıkların durumu gibidir. Âlemin hâdis olması, nasıl meydana geldiği,
maddesi ve sanatlarına ilişkin soru soranların durumu; küçük, akılları zayıf,
kavrayışları eksik olan bu kardeşlerin durumu gibidir. Kendilerine soru
sorulduğunda uzun açıklamalarla cevap veren ve böylece kardeşlerin arasında
tefrika çıkaran akıllı kardeşlerin durumu, âlemin hâdis olmasının keyfiyeti,
madde, sûret, unsurlar, doğa ve bunlar gibi zihinde şekillendirmeye uzak garip
anlamları olan lafızlarla cevap veren filozofların durumu gibidir. Hakemlik
yapan ve cevaplarında adaleti sağlayan kardeşlerin durumu, peygamberler ve
onların varislerinin (halife) durumu gibidir. Söz konusu şefkatli ve merhametli
babanın durumu ise peygamberleri, ihtilaf ettikleri konularda yarattıkları
arasında hüküm verenler ve insanların akıllarının ulaşabildiği ve
kavrayışlarının anlayabildiği kadarıyla onlara cevap verenler olarak gönderen
Yüce Allah’ın durumu gibidir.
Bölüm
Bu
Meseleyi Öğrenmek İsteyenlerin İhtiyaç
Duyduğu Şeyler Hakkında
Sonra
bil ki, daha önce biz, âlemin sonradan/hâdis olduğunu söyleyen Allah’ı birleyen
(muvahhid) ve faziletli bilginlerin ifade ettikleri gibi, âlemin hâdis
oluşunun sebebini/illetini belirtmiş, sanatının nasıl olduğunu, maddesinin
mahiyetini ve aklî ilkeler bakımından sûretini açıklamıştık. Ancak bu mesele
üzerinde düşünen ve onu öğrenmek isteyen kimsenin bunları anlayabilmesi için
saf bir nefse, ince bir kavrayışa, kuvvetli bir düşünmeye ve rûhânî bir zihinde
şekillendirme (tasavvur) mükemmelliğine sahip olması gerekir. Her kim
anlattığımız bu şeyleri anlayamazsa filozofların, “âlemin bir oluşturucu
sebebinin (illetinin) olduğu ve bu illetin ise Yüce Allah olduğu” sözüyle
yetinmesi gerekir. Birçok defa peygamberler de âlemin bir bütün olarak
yaratılmış olduğunu ve şanı yüce olan Allah’ın ise onun yaratıcısı, var edicisi
ve oluşturucusu olduğunu söylemişlerdir. Eğer bu kişi filozofların söylediklerini
ve peygamberlerin bildirdiklerini akledemezse, onların sözlerine güvenmezse,
nefsi onların verdiği hükümlerle teskin olmazsa, onların sözlerinden tatmin
olmazsa ve [bütün bunlara karşılık] vehim gücünün tahayyüllerine güvenirse, bu
durumda vehim gücünün hükmüne de hiçbir şekilde güvenmemesi gerekir ve onun
tahayyülleriyle de hiçbir şekilde teskin olmaması gerekir. Çünkü bu, hiçbir
gerçekliği olmayan bir hayal ürünüdür. Bir gerçekliği olmayan şeye ise hiçbir
şekilde güvenilmez ve onun hakkında doğru bir karar verilmez. Mesela [pişen
bir] yemeğin içindeki şeylerin renkleriyok olduğunda bu şeyin hakikatine
ilişkin görme gücünün doğruluğu ile hüküm verilmez ve ona hiçbir şekilde
güvenilmez, bu şeyin hakikatine ilişkin doğru hüküm ancak koku alma gücünün
yardımıyla olur. Bu yemeğin hakikatine ilişkin kesin bir bilgi elde etmek ise
ancak tat alma kokusunun yardımıyla olur.
Aynı
şekilde, ey kardeşim, zor bir mesele hakkında şüpheye düşersen, dünya işlerinde
yardım aldığın gibi, o meseleye ilişkin faziletli, saygın kardeşlerine danışmadan
kendi nefsine güvenmemen gerekir. Aynı şekilde senin din işlerine ve ahiretfin
bilgisine ulaşma) isteğine ilişkin durumun da böyle olmadır. Ey kardeşim, Allah
seni doğru yolda başarılı kılsın. Seni, bizi ve hangi memlekette olursa olsun
bütün kardeşlerimizi doğru yola yönlendirsin!
Bölüm
Bütün
Bilimlerde Kardeşlerimizin
Düşünme Yöntemleri Hakkında
Sonrabil
ki,ilkdönem (kadim) filozofları, bilimlere ilişkin sanatların,
yöntemlere ilişkin farklılıkların ve hikmete ilişkin gizliliklerin, her şeye
üstün gelen ve bir olan Allah’tan başka hiç kimsenin sayamayacağı kadar çok
olduğunu söylemişlerdir. Bu filozofların bir kısmı, feleklerin bileşimi ve
yıldızların düzenleri hakkında konuşmuşlardır. Aynı şekilde bu filozoflar ay
feleği altındaki oluşumlar, mizaçlar ve tıp hakkında da konuşmuşlardır. Din
âlimlerinden bir gurup ise bu filozofların tasnif ettiği şeylerin birçoğunu, ya
bu şeylere ilişkin kavrayışlarının eksikliğinden ya bu şeyler hakkında derin düşünmeyi
terk ettiklerinden ve [sadece] dînî ilimler ve onların yöntemleri ile meşgul
olduklarından ya da iki grup arasındaki çekişmelerden dolayı reddetmişler. Aynı
şekilde felsefi ilimlere ilişkin başlangıç ve orta düzeyde düşünenlerin
birçoğu, vahyin emirlerine ve dînî hükümlere önem vermiyorlar, bu şekilde
davrananları küçümsüyorlar ve peygamberliğin kardeşi olan devletin(mülk)[178]
kuvvetinden korku ve kaçınmanın dışında onun hükümlerine uymayı
reddediyorlar. İşte bütün bunlar her iki gurubun söz konusu varlıkların
hakikatlerinin kesin bilgisine ilişkin kavrayışlarının eksikliğinden ve aynı
şekilde bu oluşumların mahiyetine ilişkin bilgilerinin azlığından
kaynaklanmaktadır.
Faziletli,
saygın kardeşlerimizin yöntemi ise bu konuların yani, felsefî ve dînî (nebevi)
ilimlerin tamamı hakkında düşünmek ve bu konulara ilişkin varlıkların haki
kaderini keşfetmektir. Bu ilim ise geniş bir deniz ve uzun bir alan olduğundan,
< İli bir risâleden (ihdâ dşrate ve ‘hamsûn)1' oluşan bu
külliyâtı te’lif etmeye götüren zaruret hakkında konuşmamız, bu risâlelerde
araştırılan konuları mümkün olduğu kadar özetlememiz, öz mahiyetinde olan
incelikleri ortaya koymamız gerekiyordu. I a kat ilimlere ilişkin araştırmalara
yeni başlayanların kavrayışlarına yakın olmak ve bu konular hakkında tefekkür
edenlere varlıkların zihinde şekillendirilmesin! kolaylaştırmak için bütün
bunlar ancak atasözleriyle (darb-ı mesel) anlaşılabilirdi.
Sonra
bil ki, felsefi ilimler ve dînî nebevi ilimlerin her ikisi de elde edilmek istenen
maksat -ki bu asildirüzerinde ittifak eden ve [sadece] teferruatta farklılaşan
İlahî niteliktedir. Şöyle ki: felsefî ilimlerin nihaî amacı, söylendiği gibi,
insanın gücü ölçüsünde Allah’a benzeme çabasıdır. Bunun esası ise dört
niteliktir: Birincisi varlıkların hakikatinin kesin bilgisidir, İkincisi doğru
(sahih) görüşlere inanmak (itikat)tır, üçüncüsü güzel ahlâk ile
ahlâklanmak ve iyi karakterler [edinmektir], dördüncüsü ise temiz ameller ve
güzel fiillerdir.
Bu
niteliklerden maksat ise, nefsin kendi cinsinden olan meleklerle birlikte nimetler
içinde sonsuzluğa, kalıcılığa ve ebediliğe ulaşması için arınması, noksanlıktan
yetkinliğe yükselmesi ve kuvve durumundan fiil durumuna çıkmasıdır.
Aynı
şekilde nübüvvet ve vahyin maksadı da insânî nefsi arındırmak, ıslah etmek,
oluş ve bozuluş âlemi olan cehennemden kurtarmak; felekler âleminin ferahlığı
ve göklerin genişliği bakımından cennete ve cennet ehlinin nimetlerine
ulaşmasını ve Kuranda zikredilen bu güzel kokulardan teneffüs etmesini
sağlamaktır. İşte bütün bunlar, hem felsefî ilimler hem de dînî-nebevî
ilimlerin maksadıdır.
Felsefî
ve dînî ilimlerin farklılıkları ise onları bu maksadı gerçekleştirmeye götüren
yollar bakımındandır. Çünkü farklı mizaçlar ve nefse ilişen değişken arazlardan
dolayı vahye ilişkin konular, dînî hükümler ve dînî-hukûkî (şer’i)
yükümlülükler de farklılaşmaktadır. Zira bu durum, acılar ve ağrılar olarak
bedenlere ilişen hastalıkların farklılığı ile zamanın ve mekânın farklılığı
bakımından doktorların tedavi yöntemlerinin ve ilaçlarının da farklılaşmasında
olduğu gibidir.
Nebevi
ve felsefî hükümlerin yollarına, dînî-hukûkî (şer’i) yükümlülüklerin çeşitlerine
ve bir olan maksada ilişkin ihtilafın diğer bir örneği ise, Kâbe’ye ulaşmak
isteyenlerin [kullandıkları] yolların farklılığı gibidir. [Çünkü] bu kişilerin
Kâbe’ye yüzünü çevirmeleri, bulundukları ülkelerin konumu ve doğu, batı, kuzey,
güney yönlerinden Kâbe’ye yönelmeleri bakımından farklılaşır. Biz bu hususları “Coğrafya
Risalesinde açıklamıştık. [179]
[1] Uzun
gagalı ve bacaklı göçmen deniz kuşlarındandır (Arapça metin naşirinin notu).
[2]
Ebutimar: Muhtemelen ebutemre. Hurma ve çiçek yiyen güzel görünümlü bir kuş.
[3] Nemi, 27/22-25.
[4]
Kalem, 68/23-25 ayetlerini bazı ifade değişiklikleriyle anlatan bir cümle,
(ç.n.).
[5]
Tekâsür, 102/3-4.
[6] Fil, 105/1-5.
[7]
Metinde geçen “kerkedennü” ismi sözlüklerde gergedan olarak çevrilmekte; ancak
bunun bir yırtıcı kuş değil, iri cüsseli bir kara hayvanı olduğu bilinmektedir.
Karışıklık ya risale yazarlarının bilgisinden ya istinsahtaki hatadan ya da
eseri neşre hazırlayanın elyazmasından yanlış okumasından ileri gelmiş
olmalıdır.
(Ç.n.)
[8] Kâb
bin Mamet, örnek getirmedeki üstünlüğü ile misal verilir. Onun babası, Mamet
Melik İyad’dır. İbn Ümmi Duad, cahiliye şairi Ebu Duad el-lyadî’dir.
[9]
Duhan, 44/25-29.
[10] Mümınun, 23/14.
[11]
İkriş: hurmaya zararı olan asitli bir bitki olup onun kökündebiter ve onu
öldürür. Yahut yeryüzünde yayılan, ince zehri, çan gibi bir tohumu ve bakla
gibi tadı olan bir bitkidir (Arapça naşirin notu).
[12]
Metinde “beyramu ûd” terkibi kullanılmıştır. Boruya benzer bir şey olduğunu
sanıyoruz. Arapça metnin naşiri “erimiş sürme” anlamına gelen “el-kahlu'l-müzab
nitelemesiyle karşılamıştır.
[13]
Burada İsrailoğullarının Mısırda iken başlarına gelen felaketlerden birine
gönderme yapılmaktadır. Buna göre Mısır’da onların başına gelen felaketlerden
biri de erkek çocuklarının öldürülmesidir. Onlar Tanrı ya yalvarıp bu
felaketten kurtulmak istemişler. Tanrı da hata ile öldürülmemek için evlerinin
kapısına kan sürmelerini emretmiş (Eski Ahit Çıkış 12/13). (ç.n.)
[14] Enam, 6/103.
[15] Nemi, 27/33.
[16] Fetih, 47,16.
[17] Mâide, 5/54.
[18] Naziat, 79/10-12.
[19] Taha, 20/121.
[21] Al-i
İmran, 3/33.
[22]
Hacıların Arafat’tan Mina’ya sel gibi akması, (ç.n.).
[23]
Ankebut, 29/45.
[24] Tövbe, 9/34.
[25]
Nahl, 16/68.
[26] Nur,
24/41.
[27]
Maide, 5/31.
[28]
Metinde ipek anlamına gelen değişik kelimeler sıralanmış olup Türkçede bunları
ayrı ayrı karşılayacak kelimeler bulunmadığı için ipek kelimesi
tekrarlanmıştır, (ç.n.)
[29]
Dibac ve ibrişim kelimeleri de ipek anlamına gelir, (ç.n.)
[30]
Metinde Metucehr şeklinde yazılmış, fakat doğrusunun Menucehr olduğunu
düşünüyoruz, (ç.n.)
[31] Enam, 6/129.
[32] Lokman, 31/14.
[33]
Metinde elfî elfi, yani peş peşe iki defa bin kelimesi geçiyor. Milyonu kast
etmiş olduğunu düşünüyoruz, (ç.n.)
[34]
Nemi, 27/16.
[35]
Kalem, 68/1.
[36] Tur,
52/1.
[37]
İsra, 17/1.
[38]
Kasas, 28/30.
[39] Tin,
95/1.
[40]
Tekvir, 81/1.
[42] Hud,
11/119.
[43]
Yasin, 36/78.
[44]
Nemi, 27/10.
[45]
Enbiya, 21/63.
[46]
Meryem, 19/42.
[47]
Enbiya, 21/69.
[48]
Meryem, 19/1.
[49]
Taha, 20/1-2.
[50]
Şura, 43/2.
[51] Kadir,
97/1.
[52] İsra, 17/44.
[53]
Burada muhatap ve konuşulan kişi anlamında Hz. Musa’nın lakabı olan Kelim
sözcüğü kullanılmıştır, (ç-n.)
[54] Mümin, 40/28.
[55]
Mümin, 40/45.
[56]
Şuara, 26/80.
[57] Araf, 7/64.
[58] Tövbe, 9/111.
[59]
Tövbe, 9/111.
[61] Saf,
61/4.
[62]
Bakara, 2/54.
[63] Müddessir, 74/31.
[64]
Cehennem adları olarak yerleşmiş olan bu kelimelerin anlamları: Cahim: ateş,
cehennem; sair: alevli ateş; leza: tutuşmuş ateş; cehennem; hutame: şiddetli
ateş; haviye: dipsiz çukur, (ç.n.)
[65] Zümer, 39/73.
[66] Çeviri: Prof. Dr. İsmail Çalışkan, Yıldırım Beyazıt
Üniversitesi İlahiyat Fakültesi Öğretim Üyesi.
[67]
Metinde geçen ve kelime olarak ‘bakmak’ anlamına da gelen 'nazar aynı
zamanda, ‘bir şey hakkında düşünüp taşınmak’ anlamına gelmektedir, (ç.n.)
[68] Taha, 20/55; Hûd, 11/123.
[69]
Çeviri: Prof. Dr. Abdullah Kahraman, Marmara Üniversitesi ilahiyat Fakültesi
Öğretim Üyesi.
[70] Risâletu l-heyûlâ.
[71] Yani cisim ya birleşme ya ayrılık halinde olur.
[72] Esir
denilen ve aslı Yunanca bu kelime bir astronomi ifadesidir. Maddenin ruhu anlamına
gelmektedir. (Ç-n.)
[73] Risâletu's-semâi ve’l-âlem.
[74] Risâletu l-kevni ve’l-fesâd.
[75] Kornea: Gözdeki görme gücünün ön tarafında bulunan bir
tabakadır. Beyaz, saf, yoğun ve katıdır. Retinayı örter ve dış tehlikelerden
korur.
[76] Risâletü’l-akli
ve’l-mdkûl.
[78] Risâletu
l-hâs ve’l-mahsûs.
[79] Risâletul-akli
ve’l-makûl.
[80] Risâletu
l-hâs ve’l-mahsûs.
[81] Risâletu
Maskıtu n-nutfe.
[82]
Çeviri: Prof. Dr. İsmail Çalışkan, Yıldırım Beyazıt Üniversitesi İlahiyat
Fakültesi Öğretim Üyesi.
[83] Risâletus-sanâi'u
l-ameliyye.
[84] El-İnsânu
alemun sağır vel-âlemu insânun kebir.
[85] Risâletu’l-bas
vel-kıyâmet.
[86] Risâletü
l-edvâr ve’l-ekvân.
[87] Risâletul-hayvan.
[88] Kitâbu
Ahkâmi’n-nucûm ve muksi’l-ecinne ve e'mâri’l-mevâlîd.
[89] Risâletu'l-'ilel
ve’l-malûlât.
[90] Risâletu
Mâhiyeti’t-tabîa.
[93] Risâletuî-edvâr
vel-ekvân.
[94] en-Nefsu’l-külliyyetu
l-felekî.
[95] Mü’min, 23/7.
[96] Hadd,
vech, beyt, tâli, şeref kelimeleri özel terimler olup terim birliğini
sağlamak amacıyla birinci ciltte açıklandıkları ve kullanıldıkları şekliyle
burada da aynen kullanılmıştır, (ç.n.)
[97] Almagest
(el-Mecistî): Yunanlı bilgin Batlamyus’un Astronomi ile ilgili kitabıdır.
Abbasîler’in birinci asrında yaşayan Haccac b. Matar bu bilgiyi aktarmıştır.
[98] Risâletü
Ef'aâ’r-ruhâniyyât.
[99] Risâletu’l-Mûsîkî.
[100] Risâletut-tabî'a.
[101] Risâletul-âsârui-'ulviyye.
[102] Risâletul-hayvânât.
[103] Risâletul-ekvân
vel-edvâr.
[104] Kütübü
l-kırânât ve edvârul-ulûf.
[105] Risâletu
l-basi ve l-kıyâme.
[107] R‘ad, 13/8.
[108]
Hicr, 15/21.
[109]
Ahkâf, 46/20.
[110]
Şûra, 42/20.
[111]
Kuranda yer alan (Kasas, 28/76-77) bu ifadeler Karun’u uyarmaya yöneliktir.
[112]
Bakara, 2/110.
[113] Şuarâ, 26/227.
[114]
Burada şu ayete atıf vardır: Kâf, 50/37.
[115]
Fâtır, 35/34-35.
39.
Bakara, 2/213. Metinde mizân kelimesi de vardır, fakat kelime benzer bir
ayet olan Hadid suresi 25. ayette vardır.
40. Nisa, 4/165.
41. Risâletü kavli’l-hukemâ inne’l-insâne
âlemun sağîrun.
[117] Çeviri: Prof. Dr. Abdullah Kahraman, Marmara
Üniversitesi İlahiyat Fakültesi Öğretim Üyesi.
[118]
Keymus (mide özsuyu): Midenin fâaliyetinden sonra yiyeceğin aldığı durumdur,
(ç.n.)
4. Risâletü
nüşûi’n-nefsi’l-cüziyye ve hurûcuhâ mine l-kuvveti ile’l-fi’l.
5. Risâletü
hikmeti’l-mevt.
6. Risâletül-hâs
ve'l-mahsûs.
[120]
Burada A’râf suresinin 172. Âyetine telmih vardır, (ç.n.)
[121] Risâletun-nücûm.
[122]
Bunlardan maksat, su, ateş, hava ve toprak şeklindeki dört unsurdur, (ç.n.)
[123] Risâletu
l-mantık.
[124] Bkz. Ahkâf, 46/35.
[125] Allah tarafından olan, (ç.n.)
[126] Alak, 96/3-5.
[127]
Tahrim 66/6. Âyete telmih var. (ç.n.)
[128] Risâletul-bas.
[129] İsrâ, 17/14.
[130]
Câsiye, 45/29.
[131] En
am, 6/152.
[132] Risâletü fazîleti’n-neseb.
[133] Risâletu's-semâ
vel-âlem.
[134]
Bunlardan maksat, su, ateş, hava ve toprak şeklindeki dört unsurdur.
[135]
Çeviri: Kamuran Gökdağ, Mardin Artuklu Üniversitesi, Edebiyat Fakültesi,
Felsefe Bölümü Araştırma Görevlisi.
[136] Nemi, 27/59.
[137]
Köşeli parantezler içerisindeki ifadeler konuya uygun olarak mütercim
tarafından eklenmiştir. Köşeli parantezin bulunmadığı yerler ise orijinal
metinde vardır, (y.h.n.)
[138]
Kudsî Hadis, bkz. Ebu’l-Hasan Nûreddîn Ali b. Ebî Bekr b. Süleyman Heysemî,
Bugyetü’r-raid fî tahkiki mecmau’z-zevâid ve menbaul-fevâid, Thk.: Abdullah
Muhammed Derviş, Beyrut: Dârü’l-Fikr, 1994, h. no: 18718; Mansur Ali Nasif,
et-Tacu 1-câmi’ li’l-usûl fi ehâdîsi’r-Resûl, Kahire: Dârul-Kitâbi’l-Arabî,
1961, c. V,
[139]
402.
5. Zuhrûf, 43/71.
[140]
Secde, 37/12.
[141]
A’râf, 7/40.
[142] Zuhruf, 43/36.
[143]
Fussilet, 41/25.
[144]
Kâf, 50/23.
[145]
Mü’min, 40/46.
[146]
Muminûn, 23/100; Hac, 22/11.
[147]
Zümer, 39/15.
[148] Ankebût, 29/64.
[149]
Kamer, 54/55.
[150]
Se> ve. 32/17.
[151]
Zuhruf, 43/71.
[152] Araf, 7/27.
[153] A’râf, 7/172.
[154]
Bakara, 2/213.
[155]
Nisa, 4/165.
[156]
Enfâl, 8/42.
[157]
Secde,32/9.
[158]
A’râf, 7/172.
[159]
Bakara, 2/18.
[160] Rûm, 30/7.
[161] Mutaffıfîn, 83/22.
[162]
Mutaffıfîn, 83/18-19.
[163]
Zümer, 39/73.
[164]
Ra’d, 13/23-24.
[165] Âl-i İmrân, 3/30.
[166]
Bakara, 2/167.
[167] Necm, 53 /39-40.
[168]
İnfıtâr, 82/13-14.
[169]
Çeviri: Kamuran Gökdağ, Mardin Artuklu Üniversitesi, Edebiyat Fakültesi,
Felsefe Bölümü Araştırma Görevlisi. Tercümeye önemli katkılarından dolayı Fatih
KILIÇ’a teşekkür ederim.
[170] Nemi, 27/59.
[171]
Sâd, 38/76.
[172]
Ratl/rıtıl: Ağırlık birimi. Ülkelere göre değişiklik arz eder. 2.566, 3202,
449.28 gr. olarak değerlendiren farklı Arap ülkeleri vardır, (y.h.n.)
[173] Sâd, 38/67-68-69.
[174]
Sâffât, 37/164-165-166.
[175]
Müddesîr, 74/31.
[176]
Lokman, 31/27.
[177]
Bakara, 2/255.
[178]
Buradaki kelime “mülk” şeklinde olursa anlam tercüme ettiğimiz gibi olur. Şayet
“melik” şeklinde okunursa o zaman da anlam “Peygamberliğin kardeşi olan kralın
gücünden.. "şeklinde olur, (y.h.n.)
[179] Bu
ifadeyi, İhvân-ı Safâ Risalelerinin sayısına ilişkin genel kanaate uygun olarak
“elli bir” veya bütün risâlelerin fihristi ve kısa tanıtımını ele alan ve birinci
cildin başında yer alan “Fihristu r-resâil” ile birlikte “elli iki” risâle
şeklinde okumak daha uygun olacaktır. Nitekim İhvân-ı Safâ Risâleleri’nin başka
baskılarında risâlelerin sayısı “ihdâ ve 'hamsîn”(51) şeklinde kaydedilmiştir.
Dolayısıyla bu ibaredeki “aşrate” (on) sözcüğünün bir baskı hatası olarak
metne dâhil edildiği görülmektedir. Bk. Nuhbetu 1-Ahbâr Matbaası Baskısı, 1315
h„ II, 329.
« Prev Post
Next Post »
Yorumlar
Yorum Gönder