Print Friendly and PDF

İhvân-ı Safâ Risâleleri 2

|

 

Matematik Kısmının Sekizinci risâlesi:
Pratik Sanatlar ve Amaçları Üzerine[1]

Rahman ve Rahim olan Allah’ın adıyla!

Hamd Allah’a, selam Onun seçilmiş kullarının üzerine olsun. “Allah mı daha hayırlıdır, yoksa O’na ortak koştukları varlıklar mı?”

Cisimsel cevherler konusunu tamamladık. Onların maddelerini, formlarını ve bileşimleri­ni, ayrıca bileşiğe eklenen arazları anlattık. Doğa Bilimleri (Tabîiyyât) risâlelerinde, onların, arazları aracılığıyla, duyularla nasıl algılandığını açıkladık. Şimdi aklî bilimlerde “ruhanî cevherler”! ele almak istiyoruz. Çünkü bütün var olanlar ya akledilir (makûl) ya da duyulur (mahsûs); ya cevher ya araz ya da ikisinin bir araya gelmiş hali; ya form ya madde ya da ikisinin bileşimi; ya cismanî ya ruhanî ya da ikisinin bileşimidir. Cismanî cevherlerin hepsi edilgindir, duyular yoluyla algılanır. Ruhanî cevherler ise etkindir, duyular yoluyla değil, an­cak akılla ve kendilerinden meydana gelen aklî fiiller ve cismanî cevherlerde bilimsel sanat­lardan sonra ortaya çıkan pratik sanatlar aracılığıyla algılanır. (Durum böyle olunca, şimdi biz) maddî varlıklarda (ortaya çıkan) pratik sanatları, onların mahiyetlerini, niceliklerini ve niteliklerini, bu sanatların etkin ruhanî varlıkların varlığını kanıtlamada, cevherlerini, ha­reketlerinin çeşitlerini, güçlerinin harikalığını, bilgilerinin garipliğini, sanatlarının benzer­sizliğini, fiillerinin farklılığını bilmede daha açık bir delil olması için, kendilerine konu olan maddî nesnelerde nasıl ortaya çıkarıldığını anlatmaya ihtiyaç hissediyoruz.

Ey iyiliksever ve şefkatli kardeş! Allah seni ve bizi katından bir ruhla desteklesin! Bil ki, beşerî sanatlar iki çeşittir: Bilimsel ve pratik. Bilimsel sanatlar konusunu ele almıştık. Şimdi öncelikle bilgilerin neler olduğunu ifade edelim: Bilgiler, “bilinenlerin, bilenin zihnindeki formlan’dır.

Ey kardeş! Bil ki bilgi, ancak öğretim (talim) ve öğrenim (taallüm)den sonra gerçekleşir. Öğretim; bilfiil bilen zihnin (nefs), bilkuvve bilen zihni uyarması, öğrenim ise; zihnin, bili­nebilir olan şeyin formunu tasavvur etmesidir.

Ey kardeş! Bil ki, zihin, bilinebilir olan şeylerin formlarını üç yoldan elde eder: Birincisi duyular aracılığıyla, İkincisi burhân yoluyla, üçüncüsü de düşünme yoluyla. Bunların her birine dair bir risâle yazdık.

Şimdi pratik sanatları anlatmak istiyoruz. Deriz ki,

Bilimsel sanat, bilen sanatkârın, zihnindeki formu dışa vurup madde üzerinde ortaya çıkarmasıdır. Ortaya konan şey, hem madde hem de formun bileşiminden ibaret bir sanat eseridir. Bunun başlangıcı, şanı yüce olan Allah’ın emriyle Küllî Aklın desteğiyle Küllî Nefsin sanatkârın zihnindeki etkisine dayanır.

Bilesin ki sanat eserleri dört çeşittir: Beşerî, doğal, nefsanî ve İlahî.

Beşerî sanat eserleri, örneğin sanatçının şehir caddelerinde vb. yerlerde doğal cisimler üzerine yaptığı şekil, işleme ve boya türünden eserlerdir.

Doğal sanat eserleri, hayvanların dış görüntüleri, çeşitli bitkiler ve madenî cevherlerin renkleridir.

Nefsanî sanat eserlerine örnek olarak ay altı âlemde bulundan -toprak, su, hava ve ateşten ibaretdört unsurun merkezî düzeni, feleklerin oluşumu ve bütün âlemin suretinin düzeni verilebilir.

İlâhî sanat eserleri ise yaratılanların Yaratıcısı olan şanı yüce Allah tarafından yoktan (leys) ve bir şeyden değil, yokluktan (âdem) var etme ile bir defada yaratılan, maddeden soyut suretlerdir. Ancak bu yaratma, herhangi bir zaman diliminde, herhangi bir mekânda, herhangi bir madde ve formdan, herhangi bir hareket ile gerçekleşmiş değildir. Çünkü zaten bunların hepsi Allah’ın yarattığı, O’nun sanatkârane bir biçimde var ettiği şeylerdir. Yaratan­ların en güzeli, hüküm verenlerin en doğru hükmedeni ve merhametlilerin en merhametlisi olan Allah’ın şanı ne yücedir.

Ey kardeş! Bilesin ki, sanatkâr olan her insan, sanatını tamamlayabilmek için, kendisi de içinde olmak üzere yedi şeye, yedi harekete ve yedi yöne ihtiyaç duyar. Bunlar madde, mekân, zaman, organ (alet), aletler (edevât) ve harekettir. Kendisi de yedincisidir.

Her doğal sanatçı dört şeye muhtaçtır: Madde, mekân, zaman ve hareket.

Her nefsanî sanatçı iki şeye ihtiyaç hisseder: Madde ve hareket.

Her aklî sanatçı sadece forma ihtiyaç duyar. O da sanatkârane bir biçimde yaratılanların gerçek Yaratıcısı olan Allah’ın herhangi bir şeyden değil, yoktan var ettiği eseri olan ilk Akıl­dır.

Şanı yüce olan Yaratıcı ise bunların hiçbirine ihtiyaç hissetmez. Çünkü onların, yani madde, form, mekân, zaman, hareket, organ ve aletler, hepsi, Yaratanın sanatkârane bir bi­çimde yoktan yarattığı şeylerdir.

Bölüm: Madde, Form ve Alet Üzerine

Ey kardeş! Bil ki, bir cisim bazen madde, bazen konu, bazen form, bazen sanat eseri, ba­zen organ, bazen de alet olarak adlandırılır. Ancak (hepsine) cisim adı verilir. Madde, kabul ettiği şekil, işleme, boya vb. surete göre, sanatçı için “konu” olarak adlandırılır. Çünkü sanatçı şekil ve nakış şeklindeki sanatını o maddeden ve o madde üzerinde ortaya koyar. Madde onları (o şekil ve nakışı) kabul ettiğinde sanat eseri olur. Sanatçı onu kendi eserinde ya da başka bir eserde kullandığında “alet” olarak adlandırılır. Örneğin bir demir parçası, kabul ettiği her suret için “madde”; sanatını kendisinde (demir üzerinde) ortaya koyan demirci için bir “konu”; sanatçı ondan bir bıçak, balta, testere, eğe vb. yaptığında “sanat eseri”; kasap ya da başka biri bu bıçağı kullandığında “alet”; olarak adlandırılır. Balta ve diğerleri de böyledir.

Ey kardeş! Bil ki, sanatkâr insanların sanatlarında ortaya koyduğu eserler iki çeşittir: Basit ve bileşik. Basit olanlar dört çeşittir; toprak, su, hava ve ateş. Bileşik olanlar ise üç çeşittir:

Madenî cisimler, bitkisel cisimler ve hayvani cisimler. Bunlar hepsi doğal sanat eserleridir. Doğal sanat eserlerinin hepsi nefsanî sanat eserleri; nefsanî sanat eserlerinin de hepsi İlâhî sanat eserleridir.

Bil ki, sanatkâr olan her insanın sanatında kullandığı organı ya da organları, aleti ya da aletleri olması gerekir. Organ ile alet arasındaki fark şudur: Organ (alet); el, parmaklar, ayak, baş ve göz, kısacası bedenin organlarıdır. Alet (edat) ise sanatkârın kendisi dışında olan bir şeydir. Marangozun baltası, demircinin çekici, terzinin iğnesi, kâtibin kalemi, ayakkabıcının bıçağı, berberin usturası vd. sanatçıların sanatlarında kullandıkları aletlerdir. Bunlar olma­dan onların sanatları tam olmaz.

Bil ki, her sanatçının sanatında (kullandığı) şekilleri ve görüntüleri farklı aletler vardır. Bu, onun fiillerinin farklı oluşundaki sebeplerden biridir. O, bu aletlerden her biri ile sana­tında çeşitli hareket ve fiiller ortaya koyar. Örneğin, marangoz, balta ile işleyip şekil verir; ha­reketi yukarıdan aşağıya doğrudur. Testere ile keser; hareketi önden arkaya doğrudur. Burgu (ya da matkap) ile deler; hareketi sağa ve sola doğru bükümsel harekettir, delme hareketi dai­reseldir. Bu kıyasla, her sanatçının sanatında biri dairesel, altısı düz olmak üzere yedi hareket bulunur. Bu, İlâhî hikmetin gereğidir. Çünkü Semâ ve Âlem Risâlesi’nde (Risâletü’s-semâi ve’l-âlem) açıkladığımız gibi, yüce gök cisimlerinin hareketleri de yedi çeşittir: İlk yönelimde dairesel, altısı ise yersel harekettir. Ay altı âlemdeki cisimlerin hareketleri de onlara benzer şekilde olur. Çünkü onlar (gök cisimleri) neden (illet), bunlar (ay altı âlemdeki cisimler) ise nedenlidirler (ma’lûlât). Nedenlilerin özelliği, nedenlerinin ve etkilerinin, kendilerinde bulunmasıdır. Bundan dolayı bilge kişiler (hukemâ), çocukların, oyunlarında annelerinin, babalarının ve hocalarının sanatlarını taklit ettiği gibi, “ikincil şeylerin birincileri taklit etti­ğini” söylemişlerdir.

Ey kardeş! Bil ki, sanatkâr olan her insanın sanatında uzuvlarından (organlarından) bi­rini ya da el, ayak, sırt, omuz ve diz gibi birkaç uzvunu kullanması gerekir. Kısacası nefsin, bedende bulunan her bir uzuvla ilgili -başka uzuvla yapamadığıbir ya da birkaç fiili var­dır. Çünkü bedenin uzuvları, nefsin organları (alet) ve aletleri (edevat)dir. Bedenin Oluşumu (Terkîbu’l-Cesed), Hisseden ve Hissedilen (el-hâss ve’l-mahsus), Akıl ve Makûl ve însan Küçük Âlemdir (el-însânu âlemun sağîrun) risâlelerinde bu konunun bir boyutunu açıklamıştık.

Bölüm: Sanatkârların Konusunun İki Çeşit Olduğu Hakkında

Her sanatta (meslekte) bir konu (mevzu) gerekir. Sanatçı, sanatını ondan ve onda ger­çekleştirir. İnsanların sanatında konu iki çeşittir: Ruhanî ve cismanî. Ruhanî konu, Mantık Risâlesi’nde (Risâletü’l-mantık) açıkladığımız gibi, bilimsel sanatlardaki konudur. Cismanî konu ise, pratik sanatlardaki konudur. O da iki çeşittir: Basit ve bileşik. Basit konu toprak, su, hava ve ateştir. Bileşik konu ise üç çeşittir; madenî, bitkisel ve hayvani cisimler.

Öyle sanatlar (meslekler) vardır ki, onlarda konu sadece sudur. Denizcilerin, sakaların, su taşıyıcılarının, içki işiyle uğraşanların (şarabiyyun), yüzücülerin vb. meslekleri böyledir.

Öyle sanatlar da vardır ki, onlarda konu sadece topraktır. Kuyu, nehir, kanal ve kabir kazıcılarının, maden arayıcılarının ve toprağı aktaran, taşı söküp çıkaran herkesin sanatı böyledir.

Bazı sanatlar da vardır ki, onlarda konu sadece ateştir. (Savaşta) ateş atıcılarının, ateşçile­rin, meşalecilerin sanatı böyledir.

Bazı sanatlar da vardır ki, onlarda konu sadece havadır. Nefesli çalgı çalanların, boru (şeklindeki müzik aletlerini) üfleyenlerin ve bütün (nefesli alet) üfleyicilerinin sanatı böy­ledir.

Yine bazı sanatların konusu, -çömlekçilerin, nazar boncuğu üretenlerin, tencerecilerin, kerpiççilerin ve toprağı sulandırarak iş yapan herkesin sanatında olduğu gibisadece su ve toprak; bazı sanatların, -demircilerin, dökümcülerin, kurşuncuların, camcıların, kuyumcu­ların vb. mesleğinde olduğu gibi“madenî cisimlerden biri”; bazılarının, -marangozların, hurma yapraklarıyla örme sanatçılarının, hasır örücüleri ve satıcılarının, sepetçilerin vb. sa­natında olduğu gibi“ağaçların gövdeleri, dalları ve yaprakları”; bazılarının konusu, -keten işleyicileri ve satıcılarının, kenevir ve kâğıt üreticilerinin vb. mesleğinde olduğu gibisadece “bitkilerin dış kabuğu”; bazılarının ağaç ve kenevir yaprakları, bitki çiçekleri, dalları ve ka­bukları; bazılarının ise -un tüccarlarının, pirinç ve çekirdek satıcılarının, şıracıların, tohum satıcılarının, tahin üretici ve satıcılarının, ağaçların meyvesinden ve bitki tanelerinden yağ üreten herkesin sanatında olduğu gibi“ağaçların meyvesi ve bitki taneleri”dir.

Avcıların, koyun ve sığır çobanlarının, diğer hayvan güdücülerinin, veterinerlerin, kuş­çuların mesleğinde olduğu gibi, bazı sanatların konusu hayvan; bazılarının ise et, kemik, deri, kıl, yün ve ipek gibi hayvanî cisimlerden biridir. Kasapların, et ızgara işi yapanların, aşçıların, dericilerin, ayakkabıcıların, terlikçilerin, kemercilerin, tulum üreticilerinin vb. meslekleri böyledir.

Bazı sanatların konusu, -ağırlık ve uzunluk birimi ölçücülerinin ve tartıcılarının mesle­ğinde olduğu gibi“cisimlerin miktarları”; bazılarının -döviz bozanların, mezatçıların, değer biçenlerin vb. mesleğinde olduğu gibi“eşyanın değeri”; bazılarının -doktorlarda ve kuaför­lerde olduğu gibi“insan bedeni”; bazılarının konusu ise -bütün öğretmenlerin sanatında olduğu gibi“insan nefıslerf’dir. Bu sanat iki çeşittir: Bilimsel ve pratik. Bilimsel sanatlar, Bilimlerin Çeşitleri ve Türleri Risâlesi’nde (Risâletü ecnâsi’l-ulûmi ve envâihâ) anlattığımız şekildedir. Onu elli bir risâlede geniş olarak açıkladık. Pratik sanatlar ise yukarıda anlattığı­mız şekildedir.

Bölüm: Organlara ve Aletlere Olan İhtiyaç

Ey kardeş! Bil ki, sanatkârların bazıları, sanatında bedeninin bir ya da iki uzvunu, dışa­rıdan da bir alet ya da birçok aletleri kullanmaya ihtiyaç hisseder. Çiftçi, inşaat ustası, deri tabaklayıcısı ve dokumacı böyledir. Bunların her biri sanatında dış aletlere, ayrıca elini ve ayağını kullanmaya ihtiyaç duyar.

Mamafih, dış aletleri kullanmaya ihtiyaç duyulmayan, bedenin bir uzvunun yeterli oldu­ğu sanatlar da vardır. Örneğin hatip, şair, kadı, okuyucu vb. böyle yapar. Hepsi sadece dilini kullanır. Tarla bekçilerinin, öncülerin ve mevki sahiplerinin işlerinde sadece “gözetlemek” yeterlidir.

Kimi sanatkârlar, sanatlarını icra ederken iki uzvunu; örneğin hikâye anlatan kişi ve [ölü­nün arkasından para karşılığı] feryat eden kadın, elini ve dilini kullanır. Kimileri de bütün bedenini kullanır. Dans eden kişi ve yüzücü böyle yapar. Bazıları -koşucu ve yüzey ölçümcüsü gibimesleğinde yürümeye; bazıları ise -elbise tamircileri ve hallaçlar gibisürekli otur­maya ihtiyaç duyar.

Bazı sanatkârlar sanatlarını icra ederken -def çalan ve nefesli müzik aleti üfleyen kişi gibitek bir alete; bazıları ise -terzi ve kâtip gibiiki alete ihtiyaç duyar. Çünkü terziye sana-

tında iğne ve makas; kâtibe ise kalem ve divit yeterlidir. Kâtibin (kalemini açmak için) bıçak kullanması, kâtipliğin değil, marangozluk sanatının gereklerindendir.

Bazı sanatkârların ise sürekli ayakta durması gerekir. Hallaç, pirinç döven kişi ve ayakla­rıyla dolap döndüren kimse böyledir.

Bölüm: Ateşin Sanatta Yararlı Bir Alet Olduğu Hakkında

Ey kardeş! Bil ki, sanatların çoğunda ateşin kullanılması gerekir. Sanatında ateşi kullanan her sanatkâr, onu şu üç sebepten birinden dolayı kullanıyordun

1.    Konusundan dolayı; demirciler, dökümcüler, camcılar, kireç söndürücüler ve amacı “suret ve şekilleri kabul etmesi için maddeyi yumuşatmak” olan herkes (ateşi alet olarak kullanmak durumundadır). Çünkü onların konuları sert taşlar olduğunda, bu taşlar, an­cak ateşle yumuşatıldıktan sonra suret ve şekil kabul eder ve sanatçıya ancak yumuşadığı zaman zihnindeki sanatı ona işleme imkânı verir. Madde o sureti kabul ettikten sonra, sanat eseri olur.

2.    Çömlekçiler, tencereciler, nazar boncuğu yapanlar ve tuğla üreticileri gibi, ateşi (sanatı gereği) kullanan sanatçılar da vardır. Onların bundaki amacı, sureti maddeye -çabuk çık­maması içiniyice yerleştirip sabitlemektir. Çünkü maddenin özelliklerinden biri; sureti kendi üzerinden çıkarıp, bileşiği, niteliği ve niceliği olmayan, basit bir cevher olduğu ilk haline geri dönmesidir.

3.    Bir kısım sanatkârlar da ateşi konusunda ve eserinde kullanırlar. Aşçılar, ızgara et işi yapanlar, fırıncılar vb. böyledir. Onların amacı, yararlanmayı tam olarak sağlamak için, yaptıkları işi tam yapmak ve güzel pişirmektir.

Bölüm: Sanatların Dereceleri

Ey kardeş! Bil ki, bu sanatlardan bir kısmı(nm icrasında) ilk amaç, zorunluluktan kay­naklanır. Bir kısmı bu zorunlu olanlara tâbidir ve ona hizmet eder. Bir kısmı da onları ta­mamlayıp mükemmelleştirir. Bir kısmı ise (sadece) bir güzellik ve süstür (salt hobi olarak yapılır).

İlk amaç olan (zorunluluktan kaynaklanan) sanatlar üç çeşittir: Çiftçilik, dokumacılık (tekstil) ve inşaatçılık. Diğerleri ise bunlardan sonra gelir, onlara hizmet eder ve onları ta­mamlar. Bu şu demektir: İnsanoğlu cildi ince, (hayvanları koruyan) tüy ve kıl, (inciyi koru­yan) sedef gibi koruyuculardan yoksun olarak yaratıldığından, zorunluluk onu dokumacılık sanatıyla elbise edinmeye sevk etti. Fakat dokumacılık sanatı, ancak eğirme ve büküm sa­natıyla, büküm sanatı ise hallaçlık sanatıyla tamamlanır. Dolayısıyla bu üç sanat ona tâbi ve onun hizmetindedir. Elbise edinme, dokumacılık ile tamamlandığına göre, terzilik, elbiseyi beyazlatma, elbise tamirciliği ve nakışçılık onun mükemmelleştiricisidir.

Aynı şekilde, insan beslenmeye muhtaç olarak yaratıldığına göre, azık ve gıda ancak bitki tanelerinden ve ağaç meyvelerinden olacağı için, zorunluluk onu, ekip-biçme (çiftçilik) ve fidan dikme sanatına sevk etti. Ekip-biçme ve fidan dikme sanatı, toprağın sürülmesine ve yerin kazılmasına ihtiyaç hisseder. Bu da kazma, boyunduruk vb. ile tamamlanır. Kazma ve boyunduruk ise ancak marangozluk ve demircilik sanatı ile yapılır. O halde zaruret, onları öğrenmeyi gerektirir. Demircilik sanatı da madenciliğe ve başka bazı sanatlara ihtiyaç duyar. Bu durumda bunların hepsi, ekip-biçme ve dikme sanatına tâbi ve onun hizmetindedir.

Buğday taneleri ve ağaç meyveleri, dövülüp öğütülmeye ihtiyaç hissettiğinden, zorunlu­luk, öğütme ve sıkıp suyunu çıkarma sanatını öğrenmeyi gerektirir. Öğütme işlemi, ancak ekmek ve besinle tamamlandığından, bu defa fırıncılık ve pişirme sanatını öğrenme zorun­luluğu ortaya çıkar. Onlar da kendilerini tamamlayan ve kendilerine hizmet eden başka sa­natlara ihtiyaç duyar.

Aynı şekilde insan, sıcak ve soğuktan, yırtıcılardan korunmaya ve yiyeceklerini koru­maya ihtiyaç duyduğundan, bu zorunluluk onu ev yapma sanatını öğrenmeye götürür. Ev yapma sanatı ise, marangozluk ve demircilik sanatına ihtiyaç duyar. Onlar da kendilerine yardım edecek ve birbirini tamamlayacak başka sanatlara ihtiyaç hisseder.

Süs ve güzellik sanatı ise, ipek, güzel koku vb. sanatları gibidir. Bütün sanatlarda “mahir” olmak; salt dünya hayatında yararlanılması için, suretleri maddeye işleyip, onları tamamla­mak ve yetkinleştirmek demektir.

Ey kardeş! Bil ki bütün insanlar, zengin ya da fakir, sanatkâr ya da tüccardır. Sanatkârlar, eserlerine suretleri, nakışları, boyaları ve şekilleri, bedenleri ve aletleriyle işlerler. Amaçla­rı, dünya hayatında yaşam standardını yükseltmek için, sanatlarının karşılığını görmektir. Ticaretle meşgul olanlar, alıp vermek suretiyle, alış-veriş yaparlar. Amaçları, aldıklarının verdiklerinden daha çok olmasını sağlamaktır. Zenginler, bu doğal ve endüstriyel ürünlere sahip olanlardır. Onları toplayıp biriktirmedeki amaçları, fakirlik korkusudur. Fakirler ise, onlara ihtiyaç hissedenlerdir. Arzuları, zengin olmaktır.

Bil ki, insanların çoğunun fakir olmasında ve zenginlerin fakirlikten korkmasındaki maksat, onları çeşitli meslekleri (sanatları) edinmek için çaba göstermeye, o mesleklerde sebat etmeye ve ticaret yapmaya teşviktir. Bunların hepsinde amaç, ihtiyaçları karşılamak ve ihtiyaç sahiplerine yardımcı olmaktır. Bunda da amaç, onların bu imkânlardan belli bir süre yararlanmalarıdır. Bu yararlanmanın ise asıl amacı, nefsin hakiki bilgilerle, güzel ahlâk, doğru görüşler ve temiz amellerle yetkinleşmesidir. Nefsin yetkinleşmesinde ise amaç, onun semanın melekûtuna yükselmesini mümkün kılmaktır. Bu ise madde denizinden ve tabiatın esaretinden kurtulmak, oluş ve bozuluş âleminin cehenneminden çıkıp ruhlar âlemi alanına girmek ve orada ebedi olarak sevinçli, mutlu ve lezzet içinde kalmaktır.

Bölüm: Her Sanatın Düşünmeye ve Akla Gereksinim Duyması Üzerine

Ey kardeş! Bil ki, biz bu sanatları ve meslekleri zikrettik ve bu risâleyi Akıl ve Akledilen Risâlesi’yle {Risâletü l-akl ve’l-makûl) ilişkilendirdik. Çünkü bu sanatlar, insanın aklı, fikri, düşünme ve temyiz gücü ile elde edip gerçekleştirdiği sanatlardır. Bunların ise hepsi aklî ve ruhanî güç (yeteneklerdir.

Akıl sahibi olan herkes, insan eliyle ortaya çıkan bu sanatlar ve fiiller üzerine düşündü­ğünde, bu bedenle beraber, bu muhkem fiilleri ve mükemmel sanatları bu bedenden ortaya çıkaran başka bir cevherin de varlığını anlar. Çünkü beden, öldükten sonra bütünüyle tam­dır; ondan hiçbir şey eksilmemiştir. Fakat bu yeteneklerin hepsi ondan gitmiştir. O halde, bedenle beraber, ondan farklı başka bir cevherin de olduğu anlaşılmaktadır. O erdemlerin hepsi ondan dolayı kaybolmaktadır. Çünkü bu bedeni hareket ettiren, onun altı yönde de bir yerden başka bir yere intikalini sağlayan odur.

O cevher, beden aracılığıyla, kendi dışındaki başka şeyleri de hareket ettirir. (Örneğin) onunla (bedenle) beraber, sırtında ve omzunda yük taşır. [286] Bu cevher ayrıldığında, be­den, -içine konulduğu, içinde oturup kalkamadığı, hareket edemediği ve içinde bulunmak­tan hiç hoşlanmadığıtabutu taşıyacak dört kişiye ihtiyaç duyar. Sonra yıkanmaktan ve def­nedilmekten de hoşlanmaz.

İlim ehlinden, nefis hakkında bilgisi olmayan, onun cevherini tanımayan birçok kimse, insan eliyle ortaya çıkan bu muhkem sanatların ve mükemmel fiillerin hepsinin failinin, kendisine katılan (hulûl eden) hayat, güç, ilim vb. arazlarla beraber, et, kan, yağ, kemik ve sinirden meydana gelen beden olduğunu iddia etmişlerdir. Onlar bu arazların cisme (bede­ne) hulûl etmediğini bilmemektedirler. Halbuki onlar, nefsin cevherine hulûl eden nefsanî arazlardır. İnsan, “ölü bir beden” ile “canlı bir nefs”in toplamından ibaret olduğuna göre, (nefse bağlı olan) bu arazlar onda hayatı süresince bulunur, ölüm anında ise kaybolur. Zaten hayat, “nefsin bedeni kullanmasından, ölüm ise, “onu kullanmaya son vermesi’nden başka bir şey değildir. Tıpkı uyanıklığın nefsin beş duyuyu kullanmasından, uykunun ise onları kullanmaya son vermesinden başka bir şey olmadığı gibi.

Bölüm: Sanatların Üstünlüğü Üzerine

Ey kardeş! Bil ki, sanatlar (meslekler) birkaç yönden birbirinden üstündür:

1.    Onlara konu olan (üzerinde gerçekleştiği) madde açısından,

2.    Ortaya çıkan eserler açısından,

3.    Onları öğrenip gerçekleştirmeye sevk eden zorunlu ihtiyaç açısından,

4.    Sağladığı genel yarar açısından,

5.    Bizzat o sanatın kendisi açısından.

Zorunlu ihtiyaç açısından sanatın üstünlüğü üç çeşittir. Önceden belirttiğimiz gibi doku­macılık, çiftçilik ve inşaatçılık (buna örnek olarak verilebilir).

Sanatın, üzerinde gerçekleştiği madde açısından üstünlüğüne örnek, kuyumcuların ve güzel koku satanların sanatıdır.

Ortaya çıkan eserleri açısından (üstün olan sanat) ise, feleklerin suretleriyle temsil edi­len küre ve halkalarla, usturlap gibi gözlem aletleri yapanların sanatıdır. Bir parça bakırın değeri beş dirhemdir. Ondan bir usturlap yapıldığında ise, yüz dirheme eşdeğerde olur. Bu “madde”nin değeri değil, onun üzerine yapılmış olan “suref’in değeridir.

Kuyumcuların ve para basanların sanatına konu olan maddelerden, altın ve gümüşten dirhem ve dinar basıldığında ya da bir kuyumculuk işlemi yapıldığında eserle konu arasında, usturlap sanatında olduğu kadar değer farkı yoktur.

Mesleklerin, sağladığı genel yarar açısından üstün olanı ise, hamam işletmecilerinin ve temizlik işçilerinin vb. mesleğidir. Çünkü küçük-büyük, şerefli-şerefsiz, uygar-garip, uzakyakın, herkes hamamdan aynı düzeyde yararlanır. Ondan yararlanma bakımından birbirine üstünlükleri yoktur.

Meslek sahiplerinin çoğunda, giyim-kuşam, yeme-içme, mesken vb. konularda araların­da fark olduğu gibi, mesleklerden yararlanma konusunda da fark vardır. Zenginin durumu fakirin durumundan farklıdır. Ancak hamam işletmecisi, kuaför vb. böyle değildir. Temizlik işçileri ve çöpçülerin işlerini bırakmalarında, şehir sakinleri için genel büyük bir zarar söz konusudur. Artarların (güzel koku satıcılarının) mesleklerinin konusu (malzemesi), temizlik işçilerinin konusunun tam zıddıdır. Onlar dükkânlarını ve çarşılarını bir ay kapatmış olsalar, temizlik işçilerinin işlerini bir hafta bırakmakla şehir sakinlerine verecekleri zararı veremez­ler. Çünkü (temizlik işçilerinin işlerini bir hafta bırakmaları durumunda) şehir çöp ve pislik dolar. Orada yaşayanlara hayat çekilmez olur.

Sanatın bizzat kendisinden kaynaklanan üstünlüğe örnek olarak illüzyonistlerin, ressam­ların ve müzisyenlerin sanatı verilebilir. Şüphesiz illüzyon, el çabukluğu ve o sanatı icra eden kişinin, yaptığı hareketin sebebini (maharetle) gizlemesinden başka bir şey değildir. Hatta işin gerçeğini bilmeyenler gülmesine rağmen, akıllı kimseler o sanatçının maharetine hay­retle bakarlar.

Ressamların sanatı ise doğal, beşerî ya da nefsanî sanat varlıklarının suretlerini taklit etmekten başka bir şey değildir. Hatta onlar sanatlarında o maharete ulaşırlar ki, eserlerine bakanlar, görünüşlerinin mükemmelliğinden dolayı ve güzelliklerine hayran kalarak, onları gerçek zannederler. Bununla beraber, resim sanatçıları arasında ciddi bir fark da mevcuttur: Bir ressam, bir yerde saf boyalarla ve güzel, parlak renklerle süslenmiş bir resim yapar, ona bakanlar güzelliğine ve parlaklığına hayran kalırlar. Fakat yine de bu sanatta bir eksiklik mevcuttur. Onu mahir, alanında uzman başka bir sanatçı görür, inceler, fakat önemsiz bu­lur. Yoldan bir kömür parçası alır, o resimlerin yanma, sanki elleriyle oradaki izleyicileri gösteren bir siyah adam (zenci) resmi yapar. İşte bundan sonra, oradaki resimleri ve boya çalışmalarını seyredenlerin bakışları, bu sanatçının sanatına, resimdeki adamın duruşunun, hareketinin ve işaretinin güzelliğine hayran kalarak, o resme yönelir.

Musiki sanatının üstünlüğü ise iki yöndendir: Birincisi bu sanatın bizzat kendinden kaynaklanan, İkincisi ise gönül (nefıs)lerdeki etkisi açısındandır. Ayrıca bu sanatı icra eden sanatçılar arasındaki farklılıktan kaynaklanan bir üstünlük de söz konusudur. Mesela kimi sanatçıların çok güzel icrası, bu sanata ekstra bir üstünlük kazandırır. Nitekim sanatçı vardır; şarkı söyler, dinleyenlerin bir kısmını coşturur. Sanatçı vardır, şarkı söyler, bütün dinleyen­leri coşturur. Anlatılır ki; bir sanatçı topluluğu, büyük liderlerden birinin davetinde bir araya gelmişlerdi. O esnada yanlarına bitkin görünüşlü, üzerinde tam bir zâhid elbisesi bulunan bir adam geldi. Davet sahibi, oradakilerin hepsini ayağa kaldırdı. Ancak davetlilerin yüzün­de (bu durumu) yadsıyan bir hal belirdi. Davet sahibi, zâhid görünüşlü o adamın üstünlü­ğünü açıklamak istedi ve ondan, oradakilere, sanatından bir parça dinletmesini istedi. O da birkaç tahta parçası çıkardı, onlara bir düzen verdi. Yanında getirdiği telleri de çıkarıp onun üzerine gererek bunlardan bir müzik aleti oluşturdu. Sonra da onu çaldı. Çaldığı müzikle, o mecliste bulunan herkesi, zevk ve sevinçten güldürdü. Sonra değiştirip başka bir şey çaldı. Bu defa, orada bulunan herkesi, üzüntü ve duygusallıktan dolayı ağlattı. Sonra yine değiştirip başka bir şey çaldı, bu defa da herkesi uyuttu. Sonra da kalkıp gitti ve kim olduğu bilinemedi.

Ey kardeş! Bil ki, her sanatta mahir olmak, “gerçek Sanatkâr’a benzemek” demektir ki O, şanı yüce olan Yaratıcıdır. “Allah Teâlâ, (işinin ehli) usta ve mahir sanatçıyı sever” denilmiştir. Resûl’ün de şöyle buyurduğu rivayet edilmiştir: “Allah, sanatını güzel ve sağlam yapan sanatkârı sever.” Bundan dolayı felsefenin tanımında da onun “insanın gücü ölçüsünde Tanrıya benze­mek” olduğu ifade edilmiştir. Burada “benzemek” ile “bilim, sanat ve (başkalarına) bol bol ha­yır aktarma konularında benzeme’yi kastediyoruz. Şanı yüce olan Yaratıcı, âlimlerin en âlimi, hikmet sahiplerinin en hakimi, sanatkârların en sanatkâr olanı ve hayırlıların en hayırlısıdır. Kim bu konularda bir derece üstünlük sahibi olursa, onun Allah’a yakınlığı artmış demektir. Nitekim yüce Allah, halis kulları olan melekleri nitelerken şöyle buyurmuştur: “Rablerine -han­gisi dahayaktn olacak diyevesile ararlar-, O’nun rahmetini umarlar.”[2]

Ey kardeş! Bil ki, vesile, ancak ilim, amel ve ibadetle olur. Çünkü kullar, aziz ve çelil olan Allah’ın buyurduğu gibi, kendi çabaları ve gayretlerinden başka bir şeye sahip olamayacak­lardır: “Bilsin ki insan için kendi çalışmasından başka bir şey yoktur.”[3]

Bölüm: İnsanın Sanat Yeteneği

Bil ki, çocukların sanatları öğrenmesi, tabiatlarına göre farklılık gösterir. Onların tabi­atlarının farklılığı ise doğumlarıyla ilgilidir. Bunu Yıldızların Doğumlar Üzerinde Etkileri Risâlesi’nde (Risâletü tesirâti’n-nücûmi fi’l-mevâlîd) açıklamıştık. Şimdi burada konunun bir yönünü zikretmek istiyoruz:

Bil ki, bazı insanlar bir ya da birkaç sanatı, kolay bir şekilde öğrenmeye tabiatları gereği yatkındırlar. Hatta pek çok insan, bir sanatı, o sanatın ehli olan kişilerin çalışmalarını gördü­ğünde, yeteneğinin mükemmelliği sayesinde, küçücük bir çabayla, sanki o sanata tam olarak vâkıf olmuş gibi öğrenir. Bazıları ise çok güçlü bir öğrenmeye, sürekli bir teşvik ve ilgiye ih­tiyaç hisseder. Buna rağmen bazen, eğer o sanat, onun tabiatına ve doğumunun gerektirdiği şeye uygun değilse, başarılı olamaz. Bazı insanlar ise kesinlikle sanat öğrenemezler. Sanata karşı bütünüyle ilgisiz ve yeteneksiz olurlar. Bunun sebebi, sanatın, çocuğa; ancak onuncu burcu yükseleninden yöneten yıldızın delâletiyle gelmesidir. Bu şu demektir: Eğer bir kim­seyi, üç yıldızdan biri etkisi altına almışsa, o kimsenin bir sanatı öğrenmesi gerekir. Bu üç yıldız Merih, Venüs (Zühre) ve Merkür (Utarid)’ür. Şüphesiz her sanat için (önce) bir hareket (teşebbüs ve başlangıç, sonra) şevk ve heves, (sonra da o alanda) maharet ve uzmanlık gere­kir. Hareket Merih, şevk Zühre, uzmanlık ise Utarid kaynaklıdır.

Yıldızların dördünden biri, eğer delâlette tek ise, sanat vermez (sanata kaynaklık etmez). Fakat sanata benzeyen davranışlara delâlet eder. Bunlar; güneş, Satürn (Zühal), Jüpiter (Müş­teri) ve aydır. Kimi doğumunda güneş onuncu derecede kuşatır (etkisi altına alır)sa, o, kral ço­cukları gibi gururundan dolayı sanat öğrenemez. Müşterinin etkisi altına aldığı kimse ise, pey­gamberler ki onlara selam olsun ve onlara uyanlar gibi züht ve verâsından, dünyevi konularda çok az ile yetinip, ahirete yöneldiğinden dolayı, sanatı hem öğrenemez, hem de icra edemez. Zühalin etkisi altına aldığı kimse de, tembelliğinden ve tabiatının hareketten yana ağırlığından dolayı sanatı öğrenemez ve icra edemez, dilenciler dibi, geçim temininde zillete ve miskinliğe razı olur. Ayın etkisi altında olan kimse de aşağılığından, tabiatının rehavetinden ve anlayışının kıt oluşundan dolayı, kadınlar ve onlara benzeyen erkekler gibi, sanat icra edemezler.

Bundan dolayı, kadim dönemde Yunanlılar, bir çocuğu sanatlardan herhangi birine tes­lim etmek istediklerinde, belli bir günü tercih ederler, onu Sanatlar Tapınağına ve yıldızların şekillerinin (bulunduğu bir yere) götürürler, onun sanatına delâlet eden yıldızın putuna bir kurban keserler ve bunu doğumundan (doğumunun hangi yıldıza, dolayısıyla hangi sanata uygun düştüğünü) öğrendikten sonra, çocuğu o sanata teslim ederlerdi. Eğer onu doğumun­dan bilemezlerse, o tapmakta tasvir edilmiş olan sanatları çocuğa gösterirlerdi. Çocuk onlar­dan birine meylederse, o sanatın çeşitli durumlarına onu muttali kıldıktan (çeşitli yönlerini ona anlattıktan) sonra, çocuğu o sanata teslim ederlerdi.

Bil ki ey kardeş! Babaların ve ataların sanatı (mesleği), özellikle de doğumunun delâlet ettiği sanat, çocuklara, yabancıların sanatından daha yararlıdır. [291] Babalarının sanatında ya da doğumunun delâlet ettiği sanatta çocuklar, daha mahir ve daha seçkin olurlar. Bundan dolayı, Erdeşir b. Babekânın siyasetinde, her tabakadaki insanlara, kesinlikle babalarının ve atalarının sanatına sarılmaları, onu terk etmemeleri şart koşulmuştur. Hatta (bazıları) bunun, aziz ve çelil olan Allah tarafından Zerdüşt’ün kitabında farz kılındığını iddia etmiştir.

Bil ki, bunların hepsi, ehil olmayan kimselerin rağbet etmemesi için, siyasî erki (mülk) korumaya yöneliktir. Çünkü bu erke talip olanlar çoğalınca, aralarındaki çekişme artar. Çe­kişme artınca, huzursuzluk da artar, işler karışır, düzen bozulur. Düzen bozulunca ise, (kaçı­nılmaz olarak) onu hüsran ve helak takip eder.

Bölüm: Siyasî Erkin Amacı

Bil ki, siyasî erkin (mülk) amacı, gereklerini yerine getirmeyi terk etmek suretiyle bozul­maması için, mensuplarının dine olan bağlılıklarını korumaktır. Nebevi ve felsefî kanunlara tâbi pek çok kimse, eğer otorite (sultân) korkusu yoksa, dinin hükümleri ve sınırları altına girmeyi, farzlarını yerine getirmeyi, sünnetine uymayı, haramlarından kaçınmayı, emirleri­ne ve yasaklarına uymayı terk eder.

Bilesin ki, dini korumaktan amaç, hem din, hem de dünya işlerinin iyi olmasını iste­mektir. Dinin gereklerini yerine getirme terk edildiği zaman, hem din hem de dünya işleri bozulur, hikmet batıl olur. Fakat İlahî yönetim ve Rabbani inayet, onların bozulmasına izin vermez. Çünkü ilahi yönetim ve Rabbani inayet, dinin ve dünyanın varlığını, bekasını, dü­zenini, tamlığını ve yetkinliğini gerekli kılan nedendir. Bir sanat eserinde bulunan her suret, önce sanatkârın zihninde ve bilgisinde bulunur.

Bölüm: Cismin Kendiliğinden Hareket Etmediği

Ey kardeş! Allah seni de bizi de kendi katından bir ruh ile desteklesin! Bil ki, sanatkârların konuları, eserleri, organları, aletleri ve bedenleri, hepsi cisimdir. Cisim ise, cisimsel olması bakımından hareketli değildir. Oysa fiil ve davranışlar, ancak hareketle gerçekleşir. Bu du­rumda, cisimleri hareket ettiren başka bir cevher vardır ki biz onu “nefis” olarak adlandırı­yoruz. Nasıl ki cisimler cisimsel olmaları bakımından tek bir cevherdir, nefisler de, nefsanî olmaları bakımından tek bir cevherdir. Ancak nefisler, güçlerinin farklı olması bakımından farklılık arz eder. Güçlerinin farklılığı ise, onların fiillerinin, bilgilerinin ve ahlâkının farklı­lığı sebebiyledir. Nitekim cisimlerin farklılığı da, onların şekillerinin farklılığı sebebiyledir. Şekillerinin farklılığı ise, arazlarının farklılığına dayanır.

Bil ki, bu âlemin cismi, bütün felekleri, yıldızları, unsurları ve bu unsurlardan meydana gelen şeyleriyle tek bir cisim olduğu gibi, nefsi de tek bir nefistir. Fakat bu âlem nefsinin; küllî güçleri nedeniyle küllî fiilleri, cinsle ilgili güçleri nedeniyle cinssel fiilleri, türsel güç­leri nedeniyle türsel fiilleri, bireysel (şahsî) güçleri nedeniyle de bireysel fiilleri olunca; işte fiilleriyle birlikte bu güçler; “cinssel, türsel ve bireysel nefisler” olarak adlandırılır. Ki nefsin bireysel fiilleri, onun doğudan batıya, batıdan doğuya, kuzeyden güneye, güneyden kuzeye, yukarıdan aşağıya ve aşağıdan yukarıya doğru hareket ermesidir. Bu durumda nefisler, farklı güçleri nedeniyle çoğalmış (birden fazla olmuş) olur. Güçleri de, meftun oldukları fiilleri se­bebiyle çoğalmış olur. Tıpkı şekillerinin farklılığı sebebiyle, âlemin cisminin çok; arazlarının farklılığı sebebiyle de, şekillerinin çok olması gibi.

Âlem nefsinin külli fiilleri; felekleri ve yıldızları, ilk yönelimde doğudan batıya doğru dairesel hareketle harekete geçirmesi, onlara özgü merkezi ise hareketsiz sabitlemesidir.

Onun cinssel fiilleri, Sema ve Âlem Madde Risâlesı nde (Risâletü’s-semâ ve’l-âlem) açık­ladığımız gibi, her feleğin ve her yıldızın kendine özgü altı arızî hareketi ve Oluş ve Bozuluş Risâlesi’nde (Risâletü’l-kevn ve’l-fesad) açıkladığımız gibi, ay altı âlemde bulunan dört unsura özgü doğal hareketlerdir.

Âlem nefsinin türsel (nevî) fiilleri, dört unsurdan meydana gelmiş -madenler, bitkiler ve hayvanlardan ibaretolan şeylere özgü türsel fiillerdir.

Bireysel fiilleri ise tek tek hayvanlardan ortaya çıkan fiiller ve insan eliyle meydana gelen, yukarıda anlatılmış olan sanatlardır.

Ey kardeş! Bil ki, nefis, özü gereği canlı, ruhanî bir cevherdir. Cisimlerden herhangi biriy­le birleştiğinde, -tıpkı ateşin özü gereği sıcak, cismanî bir cevher olup, herhangi bir cisimle teması olduğunda onu da ısıtması gibikendisi gibi onu da canlı hale getirir.

Bil ki, nefsin biri “bilen (allâme)”, diğeri ise “yapan (faale)” olmak üzere iki gücü vardır[4]:

Nefis “bilme gücü” ile bilinebilir olan şeylerin suret (resim)lerini maddelerinden soyut­layıp onları kendi özünde şekillendirir. Böylece onun cevherinin özü, bu resimler için “mad­de” hükmünde olur. Resimler ise nefiste “suret” gibidir.

“Yapma gücü” ile ise, zihnindeki suretleri açığa çıkarıp, onları cisimsel maddeye nakşe­der. Bu durumda cisim, suretler için “konu (mevzû)” olmuş olur.

İlim öğrenen herkesin zihninde, bilinebilir olan şeyin sureti, (önce) bilkuvve haldedir. Onu öğrendiği zaman, o şey, onun zihninde bilfiil olur. Aynı şekilde herhangi bir sanatı öğ­renen herkesin zihninde, sanat eserlerinin suretleri, (ilk etapta) bilkuvve durumdadır. Onları öğrendiği zaman bilfiil hale gelirler. Zaten öğrenme; “kuvveden fiile giden yol”dan; öğretme de; “o yolda delâlet (kılavuzluk) etmek”ten başka bir şey değildir. Üstatlar (hocalar ve öğret­menler), “kılavuzlardır; onların verdiği eğitim (öğretim) de, bir “yol gösterme (delâlet)”tir. Öğrenme “yol”, öğrenilen ise, arzulanan (ve) delâlet edilen şeydir. Çocukların nefisleri “bil­kuvve bilen” üstatların nefisleri ise “bilfiil bilendir. Bilkuvve bilen her nefis için, kendisini kuvveden fiile çıkaracak bir “bilfiil bilen” nefis gereklidir.

Ey kardeş! Bil ki, sanatkâr olan her insan için, sanatını ve ilmini öğreneceği bir üstat gereklidir. Bu üstat da (o sanat ve ilmi), kendinden önceki üstadından almıştır. Bu, ilmini beşerden almayan bir kaynağa kadar böylece devam eder. Bu noktada şu iki durumdan biri gerçekleşir: Ya “o, o bilgiyi kendi zihin gücü, düşünmesi ve içtihadıyla elde etmiştir” deriz ya da onu peygamberlerin dediği gibi, “beşerî olmayan bir kaynaktan” aldığını söyleriz.

Ey kardeş! Şunu kesin olarak bil ki, ilimlerden herhangi birini bütünüyle kuşatan -ne peygamberler, ne filozoflar, ne de onların dışındakilerdenhiç kimse yoktur. (Herkes) “ancak kürsüsü yeri ve gökleri kaplayan (Allah)ın dilediği miktarda” (bilgiye sahip olabilir). “Onları (yeri ve gökleri) koruyup gözetmek kendisine zor gelmez. O yücedir, büyüktür.”[5]

İlimleri ve sanatları kendi akıllarının gücü, fikirlerinin ve zekâlarının parlaklığıyla elde ettiklerini iddia edenler, eğer doğal sanat eserlerini görüp gözlemlemeseler, onlar üzerine düşünüp kıyas yapmasalardı, (durum ne olurdu, o ilimleri ve sanatları elde edebilirler miydi, düşünmeleri gerekir.) Şüphesiz bu, (o ilim ve sanatlara) yol bulmaları için, onlara “Tabiatın öğretimi” gibi bir şeydir. Aynı şekilde eğer Tabiat, Külli Nefs ile Külli Nefs de şanı yüce Ya­ratıcı tarafından var edilenlerin ilki olan Külli Akıl ile teyit edilmiş olmasaydı (durum ne olurdu)? Şanı yüce olan Yaratıcı her şeyi dilediği şekilde destekleyendir. O, sebeplerin var edicisi ve akıl sahiplerinin aklını güçlendirenir.

Beşerî sanatları, onların konularını, amaçlarını, üstünlüğünü ve yararlarını burada bi­tirdik. İnsan gücünün ulaştığı en hayırlı sanatın; İlâhî dinin koyduğu (hükümler) olduğunu açıkladık. İlâhî Kanun Risâlesi’nde (Risâletun-nâmûsi’l-ilâhî) onun niteliğini ve şartlarını belirttik. Ey kardeş! Onun sırlarını öğrenmeye çalış. Umulur ki nefsin, gaflet ve cehalet uy­kusundan uyanır, aklî bilimlerin ruhuyla dirilir, Rabbani âlimlerin hayatı gibi bir hayat sürer, (sonunda) mukarreb meleklerin yakınındaki ruhanîler âleminin ebedî cennetine ulaşırsın. Eğer bunu başaramazsan, (hiç olmazsa) hükümlerini korumak ve sınırlarına riayet etmek suretiyle dinin hizmetinde ol. (Bu sayede) umulur ki, ehlinin şefaatiyle madde denizinden, tabiatın esaretinden ve üzüntülerin kaynağı olan oluş ve bozuluşla, cisimler âleminin cehen­neminden kurtulursun.

Ey kardeş! Allah seni de, bizi de, hangi beldede olursa olsun, bütün kardeşlerimizi de doğruya muvaffak kılsın! Şüphesiz O, kerem sahibi ve cömerttir.

Gerçek övgü âlemlerin Rabbi Allah’adır. Dua ve selâm Allah’ın elçisi Muhammed’e, onun pak ve temiz ailesine olsun.

Matematik Kısmının Dokuzuncu risâlesi:

Ahlâkın Anlamı, Farklı Oluşunun Nedenleri ve
Ahlâkî Hastalıkların Çeşitleri, Peygamberlerin Ahlâkına Dair
Bazı Nükteler Ve Filozofların Ahlâkının Özü Üzerine[6]

Rahman ve Rahim olan Allah’ın adıyla!

H

amd Allah’a, selam O’nun seçilmiş kullarının üzerine olsun. “Allah mı daha hayırlıdır, yoksa Ona ortak koştukları varlıklar mı?”

Cisimsel cevherler konusunu tamamladık. Onların maddelerini, formlarını ve bileşimlerini anlattık.

Yine spermin ana rahmine düşmesinden doğum gününe kadar insanın geçirdiği aşama­ları zikrettik. Yıldızların ruhani güçlerinin ceninin bünyesine nasıl eklendiğini, insan tabiatı­na işleyen muhtelif huyların aydan aya onun tabiatına dokuz ayda nasıl yerleştiğini açıkladık. Bu dokuz aylık süre, çocuğun ana rahmine düşmesinden doğum gününe ve (dolayısıyla) dünya hayatındaki yüz yirmi yıllık ömrün başlangıcına kadarki doğal yaşam sürecidir. Bu, Spermin Ana Rahmine Düşmesi Risâlesi’nde (Risâletü maskatu’n-nutfe) adı geçen doğal ya­şam süresidir.

Şimdi bu risâlede doğumdan sonra alışkanlıklar ve alışkanlıklara neden olan şeyler aracı­lığıyla kazanılan ahlâka iyice yerleşmiş olan tabiatlara sonradan eklenen şeyleri anlatmak is­tiyoruz. Bu da ruhun bedenden ayrılması ve ikinci bir doğum yani başka (ikinci) bir yaratılış olan ölüm anma kadarki dünya hayatında çeşitli tasarruflar sonucu ahlâka yeni şeylerin ek­lenmesi ya da ondan bir şeylerin eksilmesiyle gerçekleşir. Nitekim şanı yüce olan Allah şöyle buyurmuştur: “Andolsun, ilk yaratılışı bildiniz. Niçin hatırlamıyorsunuz?”[7] [8] Burada yüce Al­lah ahiretteki yaratılışı kastetmektedir. “Ve sizi bilmediğiniz bir âlemde tekrar var edelim diye (ölümü takdir ettik)”2-, “İşte Allah bundan sonra (aynı şekilde) ahiret hayatını da yaratacaktır. Gerçekten Allah her şeye kadirdir.”[9]

Bölüm: İnsanın Her Türlü Ahlâka Yetenekli Olduğu

Ey kardeşim! Allah seni de bizi de kendi katından bir huzur ve mutluluk ile desteklesin! Bil ki, şanı yüce Allah, ay feleğinin altındaki süfli âlemin, insanların varlığı ile bayındır ol­ması, onların ürettiği harika eserlerle dolması, namusî (melekî), melekûtî, felsefi, genel ve özel siyasetlerle tertip ve düzenin korunması ve âlemin en mükemmel haliyle varlığını sür­dürmesi ve en son amacına ulaşması için, yeryüzünde kendisine “halife” olacak bir insan tayin etmek istedi. Bu konu Hermes yani İdris Peygamber’in (as) sahifelerinin dördüncü kitabında zikredilmiştir. Biz de er-Risâletul-Câmiada. anlattık, farklı risâlelerde işaret ettik ve bu risâlede de açıklayacağız. Rabbimiz halifesine önce topraktan ilginç bir yapıya, zarif bir yaratılışa, çeşitli organlara ve birçok güce sahip bir şekil verdi. Sonra diğer canlılardan daha üstün ve onlar üzerinde etkili olması ve onlarda dilediği gibi tasarrufta bulunması için, onu başka canlılardan daha güzel bir biçimde şekillendirip düzenledi. Sonra ona kendisinden bir ruh üfledi. Ardından bu toprağımsı bedeni, hayvani nefislerin en şereflisi ve en üstünü olan ruhanî nefs ile birleştirdi. Bu sayede insan hareket eden, hisseden, idrak eden, bilen ve istediği şeyi yapan bir varlık oldu. Sonra onun nefsini felekteki diğer yıldızların ruhani güç­leriyle destekledi ki, insanın diğer bütün ahlâkları kabulü, bütün bilimleri, âdâbı, eğitimleri, siyasetleri ve her türlü bilgiyi öğrenmesi, bu sayede mümkün olur. Keza insanın bedeni farklı şekil ve görünüşteki organlarla donatıp mükemmelleştirildi. Bu sayede insan bütün beşerî sanatları, İnsanî fiilleri ve melekî amelleri gerçekleştirir.

Canlıların her türlü ahlâk ve tabiat özelliklerinin birbirini kabule yatkın olması için, in­sanın bedenî yapısında dört ana karışımı[10] ve dokuz karışımın (mizâc) hepsi en dengeli bir biçimde toplanmıştır. Bunun amacı, insanın bütün davranışlara, güzel sanatlara, birbirinden güzel eylemlere ve doğru siyasetlere yatkın olması ve bunların hepsinin ona kolaylaştırılmasıdır. Çünkü Beşerî Sanatlar Risalesinde (Risâletüs-stnâii’l-beşeriyye) açıkladığımız gibi, insanın bunları tek bir organ, tek bir alet, tek bir huy (huluk) ve bir karışım (mizâc) ile ger­çekleştirmesi mümkün değildir. Bunlardan amaç, insanın saygınlık kazanması, Rabbine ve Yaratıcısına benzemesidir ki, insan yeryüzünde O’nun halifesi, âlemi imar eden ve oradakilere sahip çıkan, canlıları yöneten, bitkileri yetiştirip büyüten, madenleri çıkarıp işleten, -dinî emirlerin ve felsefî eğitimin sınırlarını belirlediği şekildesiyasî tedbirlerle yönetmek ve Rabbani siyaseti gerçekleştirmek için yeryüzündekiler üzerinde egemenlik kurandır. Bunların hepsi, böyle bir itina, tedbir ve yönetim sayesinde, insanın mukarreb meleklerden biri haline gelip, cennetteki nimetlerden sonsuza dek yararlanmasını sağlamaya yöneliktir. Nitekim yüce Allah İsrailoğullarına gönderdiği peygamberlerden birinin kitabında şöyle bu­yurmuştur: “Ey insanoğlu! Ben seni sonsuzluk için yarattım. Ben asla ölmeyecek olan diri­yim. Sana emrettiklerime uy, yasakladıklarımdan kaçın ki, sana da ölümün olmadığı ebedî bir hayat lütfedeyim. Ey insanoğlu! Ben, bir şeye ol’ deyip, onun da o emre uyarak olmasını sağlama gücüne sahibim. Sana emrettiklerime uy, yasakladıklarımdan kaçın ki, seni de bir şeye ol’ deyince, dediğinin olmasını sağlama gücüne sahip kılayım.”

İşte bu anlattıklarımızla, insanın fıtratında ve tabiatında farklı huylar (ahlâk) bulunma­sından amacın ne olduğunu ve bununla ne kastedildiğini açıklamış olduk. Şimdi birtakım “nedenler” üzerinde durmak istiyoruz ki, insan ahlâkının ve karakterlerin farklı oluşu bu ne­denlerden kaynaklanmakta ve onlara bağlıdır: Bu nedenler kaç tanedir? Nelerdir? (Ahlâkın farklı oluşunda) nasıl etkili olurlar? Ve önceden açıklandığı gibi, niçin o nedenler? (Şimdi bunlar üzerinde duracağız.)

Bölüm: Ahlâk Farklılığının Çeşitli Yönleri

Ey kardeşim! Bil ki, insanların ahlâkı ve tabiatları, dört yönden farklılık arz eder:

a)    Bedenlerinin karışımı ve bu karışımların yapısı yönünden,

b)    Ülkelerinin toprağı ve iklimin farklılığı yönünden,

c)    Atalarının, öğretmenlerinin, hocalarının, kendilerini büyüten ve terbiye eden kimse­lerin inançları,

d)    Ana rahmine düştükleri anda ve doğumları anında astrolojik hükümlerin (ahkâmu’nnücum) gerekleri açısından.

Bunlar esas, diğerleri ise tali sebeplerdir. Söylediklerimizin doğruluğunun ve anlattık­larımızın hakikatinin ortaya çıkması için, bu konuyu açıklama ihtiyacı duyuyoruz. Önce bedenin karışımları yönüyle ve mizacın dengesinin bozulup, artma ve eksilme yönünde de­ğişmesi, buna bağlı olarak da birbirine zıt, farklı ahlâk ve karakterlerin oluşması itibariyle (ahlâkın farklılığının) nedenleri üzerinde duracağız.

Bölüm: Ahlâkın Vücudun Karışımları Yönünden Farklı Oluşu

Ey kardeşim! Bil ki, sıcak (mahrüt) tabiatlı insanlar, özellikle de kalp yapısı böyle olanlar, genellikle cesur kalpli, gönülleri cömert, korkulu işlerde düşüncesiz hareket eden, kararlılığı ve dikkati az, aceleci davranan, çabuk öfkelenen, ama öfkesi de çabuk geçen, kin gütmeyen, akıllı ve keskin zekâlı, tasavvur yeteneği güçlü kimselerdir.

Soğuk (mebrûd) tabiatlı olanlar, genellikle aptal, kaba tabiatlı, itici bir karaktere sahip ve ahlâken olgunlaşmamış kimselerdir.

Nemli/sakin (mertûb,) tabiatlı olanlar da genellikle zeki olmayan, işinde sebat etmeyen, yumuşak huylu, müsamahakâr, güzel ahlâklı, doğal konularda oldukça tedbirsiz ve sorum­suz davranmakla beraber, çabuk ikna olan ve çabuk unutan kimselerdir.

Kuru/sert (yâbis) tabiatlı olanlar ise, genellikle işlerinde sabırlı, sabit fikirli, zor ikna olan kimselerdir. Bunlarda sabır, kin, cimrilik, tutuculuk ve koruma duyguları ağır basar.

Bölüm: îsrailoğullarmm Kitaplarından Birinde Yer Aldığı Şekliyle Âdem’in Yaratılışı

İsrailloğullarına gönderilen peygamberlerin kitaplarından birinde Âdem’in, ona selam olsun, yaratılışı ve bedeninin oluşumunun niteliği hakkında yer alan bilgiye göre şanı yüce olan Allah Âdem’i yarattığında şöyle buyurmuştur:

“Ben Âdem’i yarattım ve onun bedenini dört şeyden oluşturdum. Sonra bu dört şeyi, kıya­mete kadar onun çocukları ve neslinin bedenleri için kaynak teşkil edecek ve büyümeleri için esas olacak şekilde miras bıraktım. Onun bedenini yaş ve kuru, sıcak ve soğuktan oluşturdum. Yani onu topraktan ve sudan yarattım, sonra ona nefs ve ruh üfledim. Bedeninin kuruluğu, top­raktan olması; yaşlığı, sudan olması; sıcaklığı nefsten, soğukluğu ise ruhtan meydana gelmesi itibariyledir. Sonra bedene dört şey daha ekledim. Bunlar bedenin işleyişinin esaslarıdır. Beden ancak bunlarla varlığını sürdürebilir ve bunlar ancak diğeri sayesinde işlev görür. Bunlar; kara safra, sarı safra, kan ve balgamdır. Sonra onları birbiriyle kaynaştırdım. Kara safrayı kuruluğun mekânı, sarı safrayı sıcaklığın, kanı yaşlığın, balgamı da soğukluğun mekânı yaptım.

Bedenin esası ve dayanağı yaptığım bu dört karışım, hangi bedende dengeli bir biçimde bulunur, her biri fazla ya da eksik değil, tam dörtte bir oranında bulunursa, o bedenin sağlığı tam, yapısı dengeli {mutedil) olur. Eğer onlardan biri diğerlerinden fazla olur, onlara baskın gelir ve onları yönlendirirse, bedene o cihetten ve onun fazlalığı oranında hastalık girer. Eğer eksik olur, diğerlerine karşı gücü zayıflar ve diğerleri ona baskın gelirse, bu defa onun azlığı ve diğerleri karşısında gücünün zayıflığı oranında, bedene onlar cihetinden hastalık gelir.

Sonra ona tıbbı ve tedavinin niteliğini, bedenin dengeli ve durumunun düzgün olması için, bedende eksik olan bir şeyin nasıl arttırılacağını, fazla olan bir şeyin de nasıl azaltı­lacağını öğrettim. Hastalığı da tedaviyi de, hastalığın bedene fazlalık cihetinden mi, yoksa eksiklik cihetinden mi geldiğini bilen, ayrıca bu hastalığı tedavi edecek ilacı da bilen mahir doktor, (bedende) eksik olan şeyi arttırır, fazla olanı da azaltır; böylece bedenin durumu ya­ratılışa uygun istikametini bulur, her şey dengi olanlarla birlikte mutedil {dengeli) bir hal alır.

Sonra bedeni oluşturduğum bu karışımları, üzerine insanoğlunun ahlâkının inşa edile­ceği ve kendilerine göre tanımlanacağı birtakım tabiatlara ve ilkelere dönüştürdüm de top­raktan azim ve kararlılığı, sudan yumuşak başlılığı, sıcaklıktan öfke ve hiddeti, soğukluktan da sabır ve tahammülü var ettim.

Eğer kuruluk insanı alıp aşırılığa sürüklerse, insanın azmi sertliğe ve kabalığa; nemlilik alıp yönlendirirse, yumuşaklığı yılgınlığa ve mihnete; sıcaklık yönlendirirse, öfke ve hiddeti tutarsızlık ve terbiyesizliğe; soğukluk yönlendirirse, sabır ve tahammülü oyalanma ve ah­maklığa dönüşür.

Eğer bunlar dengeli ve birbirine eşit düzeyde olursa, onun ahlâkı dengeli, işi de istikamet üzere olur; sabrında azimli, azminde yumuşak başlı, yumuşak başlılığında sakin ve huzurlu, hiddetinde de ihtiyatlı [teenni sahibi] olur. Huylarından hiçbiri diğerine üstünlük sağlamaz, (bedeninin) karışımlarından hiçbir tabiat onu ölçülü davranmaktan [itidâl] uzaklaştıramaz. (Böyle olduğu için) onlardan istediğini arttırır, istediğini azaltır, dilediği şekilde dengeyi sağlar.

Sonra ona kendi ruhumdan üfledim, bedenine nefs ve ruh ekledim. İnsanoğlu nefs ile işitir, görür, koklar, tat alır, dokunur, hisseder, yer, içer, uyur, oturur, güler, ağlar, sevinir ve üzülür. Ruh ile de akleder, anlar, bilir, öğrenir, hayâ eder, rüya görür, sakınır, öne çıkar, engel­ler, ikramda bulunur, durur ve saldırır. Hiddeti, korkusu, şehveti, oyun ve eğlencesi, gülmesi, şerefsizce davranışları, düzenbazlığı, hilekârlığı, kabalığı ve ahmaklığı nefsinden; yumuşak huyluluğu ve vakarı, iffet ve hayâsı, güzellik ve letafeti, anlayışı, cömertliği, mahareti, sada­kati, dostluğu ve sabrı da ruhtan kaynaklanır. Akıl sahibi olan bir kimse, nefisten kaynak­lanan huylardan birinin kendisinde galip gelmesinden korkarsa, ruhun huylarından onun zıddı olan bir huy ile ona karşılık verir ve o huya itina gösterir. Böylelikle onu dengeli hale getirip güçlendirir. Örneğin hiddete yumuşak başlılık ile, korkuya vakar, şehvete iffet, oyuna hayâ, eğlenceye güzellik ile, gülmeye keder, rezilliğe şeref, düzenbazlığa cesaret, yalana doğ­ruluk, kabalığa nezaket, aceleciliğe sabır, çılgınlığa da tahammül ile karşılık verir. Çünkü her (ahlâkî) hastalık zıddı ile tedavi edilir. İnsanın kabalığı, cimriliği, sertliği, açgözlülüğü, ümit­sizliği ve cesaretsizliği, direnme ve ısrarı topraktan; yumuşaklığı, kolaylığı, doğallığı, iyiliği, cömertliği, hoşgörüsü, gücü, yakınlığı, geleceğe güvenle bakması, ümit ve sevinci sudan kay­naklanır. Akıl sahibi biri, kendisinde toprağımsı huylardan birinin baskın geleceğinden kor­karsa, suyumsu {mâî) huylarda onun zıddı olan bir huyla ona karşılık verir, onu dengeleyip güçlendirmek için ona itina gösterir. Örneğin kabalığa yumuşaklık ile, cimriliğe cömertlik, sertliğe nezaket, açgözlülüğe konukseverlik, ümitsizliğe umut, cesaretsizliğe kendine güven ile, direnmeye kabul, ısrara da adalet ile karşılık verir.”

Ey kardeşim! Bilesin ki, (insanın sahip olduğu) huylardan her birinin benzer kardeş huy­ları ve tam tersi olan zıtları vardır. Bunlardan her birinin birbirinden farklı ve birbirine zıt fiilleri mevcuttur ki, bunlar netleşmesi ve bilinebilmesi için açıklanmaya ihtiyaç duyar. Çün­kü bu konu, üstün bilimlerden ve latif bilgilerdendir. İnsanoğlunun güzel ahlâkı ve cennetin sakinleri olan meleklerin ahlâkı, bu bilim sayesinde bilinir ki, yüce Allah “değerli yazıcı­lar[11], “değerli ve güvenilir kâtipler”[12] [13] ifadeleriyle bu meleklerin ahlâkından bahsetmektedir. Yine bu konu sayesinde -Yüce Allah’ın “her ümmet (cehenneme) girdikçe yoldaşlarına lanet edecek.”3 ve “onlar rahat yüzü görmesin (derler). Onlar mutlaka ateşe gireceklerdir.”[14] ifade­leriyle dile getirdiğiateşin sakinleri olan şeytanların ahlâkı da bilinir.

îşte bu anlattıklarımızla, insanların ahlâkının, bedenin karışımlarının yapısı itibariyle farklı oluşuna neden olan sebepler kısmen açıklığa kavuştu. Şimdi kısaca bölgelerin toprağı­nın (coğrafi yapısının) ve iklim değişikliklerinin farklılığı nedeniyle ahlâkın farklılığına yol açan sebepler üzerinde durmak istiyoruz.

Bölüm: Bölgelerin Yapısının Ahlâk Üzerinde Etkisi

Ey kardeşim! Bil ki, bölgelerin, şehirlerin ve köylerin toprakları ve havaları -örneğin kuzeyde, güneyde, doğuda ya da batıda bulunmalarına, dağ başlarında, vadilerde ve alçak yerlerde, deniz sahillerinde, nehir kenarlarında, çöl ve çorak ya da ormanlık ve çukur bölge­lerde, killi ve gübreli ya da taşlık, kayalık, çakıllı ve kumlu yerlerde ya da nehirlerin arasın­da ağaçlık, ziraata verimli, güllük-gülistanlık bahçelerden oluşan yumuşak topraklı ve düz arazîlerde bulunmalarına görebirçok yönden farklılık ve değişiklik arz eder.

Aynı şekilde bölgelerin hava şartları da dört rüzgârın hareketine ve bunların yön değiş­tirmesine, burçların bu bölgeler üzerindeki doğuş yerlerine ve yıldızların ışıklarının ufuktan bölge üzerine düşme yerlerine göre farklılık gösterir.

İşte bütün bunlar insan bedenindeki karışımların yapısının farklılaşmasına sebep olur. Bedendeki karışımların yapısının farklı oluşu da o bölgede yaşayanların ahlâkının, tabiat­larının, renklerinin, dillerinin, adetlerinin, düşüncelerinin, inançlarının, davranışlarının, sanatlarının ve yönetim anlayışlarının farklı olmasına neden olur. Biri diğerine benzemediği gibi, her millet belirtilen bu konularda, başka milletlerde bulunmayan, kendine özgü nite­liklere sahip olur.

Örneğin sıcak bölgelerde doğup büyüyen ve o ortamda yetişen kimselerin bedenlerinin karışımlarında, genellikle “soğukluk” hâkim olur. Oysa soğuk bölgelerde doğup büyüyen ve o ortamda yetişenlerin bedenlerinin karışımlarında “sıcaklık” hâkim olur. Çünkü sıcaklık ve soğukluk, birbirinin zıddıdır. Aynı yerde ve aynı durumda bir arada bulunmazlar. Fakat varlıklarını koruyabilmeleri için, biri görünüre çıktığında, diğeri gizlenip saklanır. Çünkü sıcaklık ve soğukluk olmaksızın, varlıklar ne var olabilir, ne de varlıklarını sürdürebilir.

Habeşliler, Zenciler, Nübeler, Sind ve Hintliler gibi güney bölgelerinde yaşayanların be­denlerinin yapısı, bu anlattıklarımızın kanıtıdır. Güneşin bu bölgeler üzerine senede iki defa yakınlaşması sebebiyle, bu bölgelerin atmosferi ısınır, hava oldukça sıcak olur, insanların be­denlerinin dış yüzeyi güneşten yanar, derileri siyahlaşır, bu sebeple saçları kıvırcık olur. Ama bedenlerinin içi soğuk olur, bu nedenle de kemikleri ve dişleri beyaz, gözleri iri, burunları geniş, ağızları büyük olur.

Kuzey bölgelerinde yaşayanların durumu ise bunun tam tersidir. Nedeni; dünyanın gü­neş etrafında dönerken yörüngesinin bu bölgeye oldukça uzak olması, ne kışın ne de yazın oraya yaklaşmaması, bundan dolayı bu bölgelerde havanın çok soğuk olmasıdır. Durum böyle olunca, bu bölgede yaşayanların derileri beyaz, bedenleri nemli, kemikleri ve dişleri kızıl olur. Cesaret ve kahramanlık aralarında yaygın olur, saçları düz, gözleri küçük olur, sıcaklık bedenlerinin içinde saklı kalır.

İşte bu kıyasa dayanarak, doğal yapısı ve havası birbirine zıt olan bölgelerde yaşayan, birçok konuda ve genel durumları itibariyle tabiatları ve ahlâkları birbirinden farklı olan insanların özellikleri böyle ifade edilebilir.

Bu anlattıklarımızla, insanların ahlâkının, yaşadıkları bölgenin toprağına ve havasına göre farklılık arz ettiği, bir bakıma açıklığa kavuştu.

Şimdi kısmen astrolojik nedenlerden bahsetmek istiyoruz: Merih, Aslan kalbi vb. ateşim si (nâriyye) yıldızların egemen olduğu dönemlerde ateşimsi burçlarda doğanların bedenleri­nin karışımında (mizâc) sıcaklık ve safra gücünün; Venüs (Zühre) ve Akyıldız gibi suyumsu (mâî) yıldızların egemen olduğu dönemlerde suyumsu burçlarda doğanların bedenlerinin karışımında ise yaşlık ve balgamın oranı daha yüksek olur. Aynı şekilde, Satürn {Zühal) vb. sabit yıldızların egemen olduğu dönemlerde toprağımsı burçlarda doğan kişilerin bedenle­rinin karışımında kuruluk ve kara safra; Müşteri (Jüpiter) vb. sabit yıldızların egemen oldu­ğu dönemlerde havâi burçlardan birinde doğanların bedenlerinin karışımında ise kan oranı fazla olur ve onlarda denge (itidal) hâkim olur. Konunun uzmanları ve tecrübe sahipleri, bu anlattıklarımızın gerçek, tasvir ettiklerimizin doğru olduğunu bilirler.

Burada anlattıklarımızla, insanın tabiatına yaratılışta yerleştirilmiş olan bir ahlâkın varlı­ğını gerektiren nedenler açıklığa kavuşmuş oldu.

Şimdi insanın tabiatına yaratılışta yerleştirilmiş olan ahlâkın (ahlâk-ı merkûze) ne oldu­ğunu ve bu doğrultuda günlük yaşamda kazanılan ahlâkın (ahlâk-t müktesebe) ne olduğunu, ayrıca bundaki amacı ve bu iki ahlâk, yani “yerleşik ahlâk” ile “kazanılmış ahlâk” arasındaki farkı açıklamak istiyoruz.

Bölüm: Ahlâkın Mahiyeti

Ey kardeşim! Allah seni de bizi de kendi katından bir huzur ve mutluluk ile desteklesin! Bil ki, yaratılışta insanın tabiatına işlenmiş olan ahlâk (ahlâk-t merkûze)-, bedenin organlarından her birinde (bir şeye) “hazır ve yatkın olma” halidir. Bu yatkınlık sayesinde, nefse herhangi bir davranış ya da ameli, herhangi bir sanatı ortaya koymak, ilimlerden herhangi birini, bir edep ve ahlâkı ya da bir siyaseti (uzun uzun) düşünüp taşınmadan öğrenmek kolaylaşır.

Örneğin insan, tabiatı itibariyle cesarete yatkın olduğunda, korkulacak şeylerin üzerine düşünüp taşınmadan gitmek, ona oldukça kolay gelir. Cömertliğe yatkın olduğunda, “ver­mek”; iffete yatkın olduğunda, uzun uzun düşünmeden “haram ve dinen sakıncalı olan şey­lerden kaçınmak” onun için kolay olur.

Aynı şekilde, yaratılış itibariyle tabiatı “itidâle yatkın” olan kimseye, düşmanlık durumla­rında kendine hâkim olmak, muamelelerinde âdil ve insaflı olmak kolay gelir.

İnsanın tabiatına yaratılıştan yerleşmiş olan diğer huylar {ahlâk) ve seciyeler de, bu ör­neklerle ve bu kıyasla (kolaylıkla anlaşılır.) Bunlar nefsin, fiillerini, bilgilerini, sanatlarını ve yönetim becerilerini düşünüp taşınmadan, kolaylıkla ortaya koyabilmesi için insanın tabia­tına yerleştirilmiştir.

Tabiatı, yukarıda anlatılanların zıddı olan şeylere yatkın olan kimse, bu özellikleri kul­lanırken ve fiillerini ortaya koyarken bir düşünüp taşınmaya, derin ve zorlu bir çabaya {ictihâd) ihtiyaç duyar. însan bu davranışlara ancak bir emir ve yasak, vaat ve tehdit, övgü ve yergi, teşvik ve uyarıdan sonra sevk olur. îşte insan tabiatında -onun zıddı olarakbulunan her şeyin hükmü bu örnekte ifade ettiğimiz gibidir; (zıt eğilimlere) sahip olan kimse bir emir ve yasağa, düşünmeye, çaba ve teşvike ihtiyaç duyar. İşte dinin emir ve yasaklarının çoğu, bu sebeple gelmiştir (tabiatına iyi huylar iyice yerleşmemiş olan kimseler, iyilikleri ancak bir emir ve vaat ile gerçekleştirir, kötülüklerden de ancak bir yasak ve tehdit sayesinde uzak du­rurlar). Dinin bazı vaatlerde bulunması, birtakım şeylerden sakındırması, bazı şeyleri teşvik etmesi ve bazı uyarılarda bulunması, bundan dolayıdır.

İnsan bir birey olarak, tabiatı itibariyle bütün huylara {ahlâk) yatkın ise, onun bütün dav­ranışları ve bütün sanatları ortaya koyması, bir güçlük oluşturmaz. Fakat tabiatı itibariyle bütün huyları kabule, bütün sanatları ve amelleri ortaya koymaya yatkın olan insan, cüz’î (tikel; birey olarak) insan değil, külli {tümel) mutlak insandır.

Bil ki, (tek tek) insanların hepsi, bu “mutlak insan’m bireyselleşmiş {eşhâs-, şahıs olarak -somut şekildeortaya çıkmış) halidir. İnsanoğlunun atası Hz. Âdem’in yaratıldığı günden büyük kıyamete kadar yeryüzünde “Allah’ın halifesi” olduğunu ifade ettiğimiz insan, işte bu “mutlak insandır. O, Öldükten Sonra Dirilme Risâlesi’nde {Risâletul-ba‘s) açıkladığımız gibi, yüce Allah’ın; “Sizin yaratdmanız ve diriltilmeniz, ancak tek bir nefsin yaratılması ve diril­tilmesi gibidir.”[15] ifadelerinde buyurduğu üzere, tek tek her insanda bulunan insanî-küllî nefstir.

Ey kardeşim! Allah seni kendi katından bir ruh ile desteklesin! Bil ki, yeryüzünde “Allah’ın halifesi” olduğunu söylediğimiz bu mutlak insan, tabiatı itibariyle beşeri ahlâk (huylar) ın, İnsanî ilimlerin ve hikmetli sanatların hepsini kabule yatkın olarak yaratılmıştır. Bu insan, her zaman mevcuttur ve insan bireylerinden her biri ile beraberdir. Bu bireyden o mutlak in­sanın fiilleri, ilimleri, ahlâkı ve sanatları ortaya çıkar. Fakat bireylerden bir kısmı, bu ilimler­den ve sanatlardan, huylardan {ahlâk) ve davranışlardan birini kabule daha fazla yatkındır. Bunları ortaya koymak da onlara, o oranda (kolay) olur.

Bölüm: Ahlâk Eğitiminde Model

Bil ki, günlük alışkanlıklar, sürekli yapılmak suretiyle, kendilerine benzeyen (bir) ahlâk (oluşturup, onu) güçlendirir. Örneğin bilimsel konulara kafa yorup araştırma yapmak, ders verip konuları karşılıklı müzakere etmek, bilimlerde uzmanlığı, derinlik ve yetkinliği arttırır. Aynı şekilde, çeşitli sanatların pratik uygulamasını yapmak, o sanatlarda uzmanlığı pekişti­rir, hocalık yeteneğini güçlendirir.

Bütün ahlâk {huylar) ve seciyeler böyledir. Örneğin çocukların çoğu, eğer çocukluğu cesur, kahraman ve silahşörler arasında geçmiş, onlarla beraber büyümüşse, doğal olarak onların ahlâkına sahip olur ve onlara benzer. Aynı şekilde, çocukluğu kadınlar, eşcinseller ve özürlüler arasında geçmiş ve onlarla beraber büyümüş olan çocukların çoğu, yine doğal olarak onların ahlâkına sahip olacak ve bütün huyları itibariyle olmasa bile, bazı huylarında onlara benzeyecektir.

Çocukların, küçüklüğünden beri anne ve babalarının ya da kardeşlerinin, sürekli beraber oldukları akranları, arkadaşları, öğretmenleri ve hocalarının ahlâkının etkisiyle “tabiatları” haline gelen ahlâk ve seciyelerinin hükmü, yukarıda anlatılanlara kıyasla anlaşılabilir.

Bölüm

Ey kardeş! Bil ki, bazı insanların inancı ahlâkı doğrultusunda, bazılarının ise ahlâkı inan­cı doğrultusunda olur.

Örneğin Merih tabiatlı (Mars gezegeninin etkisinde) olanların nefsi, içinde taassup, çe­kişme ve husumet fazla olan inanç ve görüşlere; Müşteri tabiatlı (Jüpiter gezegeninin etki­sinde) olanların nefsi ise, züht, verâ ve nezaketi önemseyen inanç ve görüşlere meyilli olur. Dolayısıyla insanların inançları ve kanaatleri, bu örneklerde ahlâklarına tâbidir.

Ahlâkı inancına tâbi olan kimse ise, bir görüşe inanıp, bir mezhebe girdiğinde, ahlâkı ve seciyesi de inancına ve girdiği mezhebe uygun olur. Çünkü o, bütün yapıp-etmelerinde ilgi ve gayretinin çoğunu, mezhebinin başarısına ve inancını gerçekleştirmeye harcar. Bu da onda bir “ahlâk ve seciye”, vazgeçip terk etmesi çok zor “âdet” halini alır.

Övgü ve yergi, ödül verme ve cezalandırma, vaat ve tehdit, teşvik ve uyarı türünden kar­şılıklar, ahlâkın işte bu çeşidi için söz konusudur. Çünkü bu ahlâk, sahibi tarafından kazanıl­mış ve onun bir fiilidir. Şu rivayet buna güzel bir örnektir:

İki kişi bir yolculukta arkadaşlık ettiler. Biri Kirmanlı bir Mecusi, diğeri ise îsfahanlı bir Yahudi idi. Mecusi bir katıra binmişti ve beraberinde bir yolcunun yolda ihtiyaç hissedeceği azık, giyim vb. her şey vardı. Gayet rahat bir yolculuk yapıyordu. Yahudi ise yaya idi, yanında azık ve yiyecek bir şey yoktu. Konuşurlarken bir ara Mecusi Yahudi’ye sordu: “Senin inancın ve mezhebin nedir ey Hûşak?” Yahudi şu cevabı verdi: “İnancıma göre, gökte bir Tanrı vardır. O, İsrailoğullarının Tanrısıdır ve ben ona ibadet eder, ondan ister, dilediğimi ondan dilerim. Bol rızık, uzun ömür, beden sağlığı, âfetlerden korunma ve düşmanlara karşı yardım hep ondandır. Ben ondan hem kendim için, hem de dinimi ve inancımı paylaşan herkes için ha­yır dilerim. Dinime ve inancıma karşı olanları düşünmem. Aksine dinime ve inancıma karşı çıkanların kanının ve malının helâl olduğuna, onun yardımının, öğüdünün ve desteğinin, rahmetinin ve şefkatinin ona haram olduğuna inanırım”.

Sonra Mecusi’ye dedi ki: “Sen sordun, ben de sana dinim ve inancım hakkında bilgi ver­dim. Şimdi de ey Muga! Sen bana dinini ve inancını anlat”.

Mecusi de şöyle dedi: “Benim inancım ve görüşüm o ki, ben iyiliği hem kendim, hem de bütün insanlar için dilerim. İster benim dinimden olsun ve benimle aynı inancı paylaşsın, isterse dinime ve inancıma karşı çıksın, hiç kimsenin kötülüğünü istemem.”

Yahudi dedi ki: “Senden olmayan kimse sana zulmetse ve saldırsa bile mi?”

O da; “Evet. Çünkü ben, gökyüzünde her şeyden haberdar, bütün mükemmelliklere sa­hip, âdil, hikmet sahibi, her şeyi bilen, yaratıklarla ilgili hiçbir şey kendisine gizli kalmayan bir Tanrının var olduğunu biliyorum. O, iyilik yapanlara iyiliklerinin, kötülük işleyenlere de kötülüklerinin karşılığını verir” deyince, Yahudi Mecusi’ye;

“Senin dinine uyduğunu ve inancını gerçekleştirdiğini görmüyorum” dedi.

Mecusi “Bu nasıl olur?” diye sorunca, dedi ki; “Çünkü ben senin hemcinsinim. Benim yorgun ve aç yürüdüğümü görüyorsun. Sen ise binektesin, karnın tok ve keyfin yerinde.”

Mecusi, “Doğru söylüyorsun. Peki, ne istiyorsun?” deyince, Yahudi dedi ki, “Bana da yi­yecek ver ve dinlenmem için bir müddet katırına binmeme izin ver. Çünkü çok yoruldum.”

Bunun üzerine Mecusi katırdan indi, arkadaşına sofrasını açtı. Yahudi karnını doyurdu. Sonra Mecusi onu katıra bindirdi, kendisi ise yaya, konuşarak bir müddet beraber yürüdüler. Yahudi binmenin keyfine varıp Mecusi’nin de iyice yorulduğunu anlayınca, atı sürüp, onu geride bıraktı. Mecusi arkasından koştu ise de, ona yetişemedi. Ona;

“Ey Hûşak! Beni bekle. Katırdan in, ben çok yoruldum” diye bağırdı. Yahudi;

“Ey Muga! Ben sana inancımı anlattım. Sen de bana anlattın. Değil mi? İşte şimdi inancı­nı uygulayıp gerçekleştiriyorsun. Aynı şekilde ben de inancımı uygulayıp gerçekleştirmek is­tiyorum” diye cevap verdi ve atı sürüp gitti, Mecusi de peşinden koşarken şöyle sesleniyordu:

“Yazıklar olsun sana ey Hûşak! Bekle beni azıcık. Biraz da ben bineyim. Beni bu çöl orta­sında bırakma. Yırtıcı hayvanlar yer. Açlıktan ve susuzluktan ölürüm. Ben sana nasıl acıdıysam, sen de bana acı.” Onun çağrısı, Yahudi’ye kâr etmiyordu. Ona aldırmadı, yoluna devam edip gözden kayboldu.

Mecusi, arkadaşından ümidini kesip, ölümün artık kendisine yakın olduğunu hissedince, inancını bütünüyle ve o inancı çerçevesinde kendisine anlatılan; gökyüzünde her şeyden ha­berdar, mükemmel, her şeyi bilen, âdil, yaratıkların hiçbir şeyi kendisine gizli kalmayan bir Tanrı olduğunu düşündü. Başını semâya çevirdi ve dedi ki:

“Ey Tanrım! Biliyorsun ki, ben bir dine inandım, onu uygulayıp gerçekleştirdim. Seni, duyduğum, bildiğim ve şahit olduğum bütün güzelliklerle niteleyerek anlattım. Sana dair anlattıklarımın doğruluğunu Hûşak’a göster ki, bunların hakikat olduğunu o da bilsin.”

Mecusi biraz yürümüştü ki, birden Yahudi’yi gördü. Katır onu üzerinden atmış ve boynu kırılmıştı. Biraz uzakta bir yerde sahibini bekliyordu. Mecusi katıra yetişince, ona bindi ve yoluna devam etti. Yahudi’yi kendi kendine çabalar ve ölüm korkusuna çare arar vaziyette bıraktı. Yahudi arkasından bağırdı:

“Ey Muga! Bana acı, beni de götür. Beni bu çölde bırakma. Yırtıcı hayvanlar beni yer. Açlıktan ve susuzluktan ölürüm. Dinini uygula, inancını gerçekleştir.”

Mecusi dedi ki; “Ben onu bir defa yaptım. Fakat sen dediklerimi anlayamadın, anlattık­larımı kavrayamadın.”

Yahudi; “Bu nasıl olur?” diye sorunca şu cevabı verdi:

“Ben sana inancımı anlattım, sen sözümü tasdik etmedin. Nihayet onu fiilî olarak gös­terdim. Sen hâla ne demek istediğimi anlayamadın. Ben sana, bu semada her şeyden haber­dar, bütün mükemmelliklere sahip, her şeyi bilen, âdil, hiçbir şey kendisine gizli kalmayan, iyilere iyiliklerinin karşılığını, kötülere de kötülüklerinin karşılığını mutlaka veren bir Tanrı olduğunu söylemiştim.”

Yahudi dedi ki; “Şimdi dediklerini anladım, anlattıklarını da kavradım.” Mecusi de; “Peki, söylediklerimden öğüt almana ne engel vardı? Ey Hûşak!” diye sorunca, Yahudi;

“İçinde büyüdüğüm inanç ve alışageldiğim dinî uygulamalar. (Bunlar), kendi dinimden ve inancımdan olan annem-babam, hocalarım ve öğretmenlerime uyarak uzun süre ve çokça yapa yapa bende alışkanlık’ ve ‘tabiat’ haline geldi, benim karakterim ve ‘değişmez tabiatım’ oldu. Onu terk etmek ve ondan kurtulmak, artık benim için çok zor.”

Mecusi, her ne kadar kırgın da olsa, ona acıdı, yanma bindirdi ve onu şehre götürerek, ai­lesine teslim etti. İnsanlara olayı ve aralarında geçen diyaloğu anlattı. Onlar da hayret içinde kaldılar. Orada bulunanlardan biri Mecusi’ye; “Sana o kadar sıkıntı yaşattıktan ve iyiliğine kötülükle karşılık verdikten sonra, yine de onu yanma nasıl bindirip yardım ettin?” diye sordu. O da;

“Benden özür diledi ve ‘inancım şöyle şöyledir, uzun süre yapa yapa ve toplumdaki uy­gulamalar da öyle olduğu için, bu bende karakter ve değişmez tabiat haline geldi. Onu terk etmek ve ondan kurtulmak, artık benim için zordur’ dedi. Ben de aynı şekilde bir görüşe inandım, bir dini benimseyip, onun yoluna girdim. Bu da benim alışkanlığım ve karakterim oldu. Onu terk etmek ve ondan kurtulmak artık zor olur” dedim.

Risâlenin başında da belirttiğimiz gibi, bu anlattıklarımızla insanların ahlâkının farklı oluşunu gerektiren ve bu farklılığa yol açan nedenlerin sadece dört olduğu ortaya çıkmış oldu. Şimdi (tekrar) ifade ediyoruz ki, ahlâk iki çeşittir:

a)        (Yaratılışta) nefislerin tabiatına iyice “yerleşmiş olan ahlâk (ahlâk-ı merkûze)”

b)        Geleneksel uygulamalarla ve sürekli yapa yapa insanda adet haline gelmiş olan “kaza­nılmış ahlâk (ahlâk-ı müktesebe)”

Başka bir açıdan ahlâk, yine iki çeşittir:

a)        Temel ilkeler {usul) ve kanunlar,

b)        Sonradan konan (detay) ilkeler {furû) ve onların ekleri.

Birbirinden ayrılabilmeleri için, bunları açıklayıp detaylandırmaya ihtiyaç duyuyoruz. Bu bilim dalı {ahlâk), -özellikle nefis terbiyesi, onu olgunlaştırma ve ahlâkını düzeltmeye önem verenler içingerçekten üstün ve çok yararlı bilimlerden biridir. Çünkü insanın ahlâkı, Allah’a Davet Risâlesi’nde {Risâletü’d-da've ilâllâh) açıkladığımız gibi, onu helâk olmaktan kurtaracak ve onu başkalarından üstün kılacak (en önemli) sebeplerden biridir.

Bölüm: Nefislerin Dereceleri

Ey kardeşim! Allah seni de bizi de kendi katından bir ruh ile desteklesin! Bil ki, yüce Yara­tıcı, nefisleri yoktan var edip kâinatta gizli ve saklı olanı (algı dünyası dışında olan âlemi) or­taya çıkarınca, onları tekil sayıların dereceleri gibi düzenleyip derecelendirdi. Nitekim yüce Allah meleklerden bahsederken şöyle buyurmuştur: “Hiçbirimiz yoktur ki, belli bir makamı olmasın; evet biz sıra sıra duranlarız; evet, elbette biz teşbih edenleriz.” ”“.

Ey kardeşim! Bilesin ki, nefislerin sayısı çoktur. Onların sayısını, ancak şanı yüce olan Al­lah bilir. Nitekim O şöyle buyurmuştur: “Rabbinin ordularını kendisinden başkası bilmez”[16] [17].

Yine de biz, onların derecelerinden ve cinslerine özgü makamlarından kısmen de olsa bahsetme ihtiyacı hissediyoruz. Çünkü türleri ve bireysel varlıkları saymak mümkün değil­dir ve onları ancak O bilir.

Ey kardeşim! Bil ki, nefislerin dereceleri üç çeşittir:

a)        İnsani nefisler

b)        Onlardan üstün olan nefisler

c)        Onlardan aşağı olan nefisler.

İnsani nefislerden aşağı olan nefisler yedi derece, üstün olanlar da yedi derecedir. Böylece nefislerin hepsi on beş derecedir. Belirttiğimiz bu derecelerin, ulema nezdinde beş olduğu bilinmektedir ve akıllı olan herkesin onları bilmesi ve hissetmesi mümkündür. Bunların iki­si, insani dereceden yüksek olan melekî ve kutsi derecelerdir. Melekî derece, hikemî [hikmet ve felsefe bilgisi]; kutsî derece ise nübüvvet [nebilik] ve namusî (Cibril, esrar anlamına da gelen, Cebrail isimli meleğe atfen] derecesidir.

İnsani derecenin altında olan ikisi, bitkisel ve hayvani nefis dereceleridir. Psikoloji (ilmu’n-nefs) üzerine araştırma yapan bilge kimseler, filozoflar ve çok sayıda tabip, bizim söylediklerimizin doğruluğunu ve anlattıklarımızın gerçekliğini bilir.

İnsani derecenin üstünde olan iki derece ise, hikmet derecesi ve ondan üstün olan namusî (nefs) derecesidir.

İnsani derece, yüce Allah’ın şu ayette belirttiği derecedir: “Biz insanı en güzel biçimde yarattık.”[18] [19] [20]

Bundan üstün olana da şu ayetteki ifadeler işaret eder: “O, yiğitlik çağına erip olgunlaşın­ca, biz ona hikmet ve ilim verdik.”™ Burada “ona” derken, “insan” kastedilmiştir.

Yine yüce Allah şöyle buyurmuştur: “Ölü iken dirilttiğimiz ve kendisine insanlar arasın­da yürüyebileceği bir ışık verdiğimiz kimse, karanlıklar içinde kalıp, ondan hiç çıkamayacak durumdaki kimse gibi olur mu?”13 Yani “biz insanın nefsini hidayet nuru ile dirilttik.” Bu mertebe, müminlerin, ariflerin ve ilimde derinleşmiş ulemanın nefislerinin derecesidir.

Namusî nefsten üstün olarak ise İlâhî kanun koyucular olan nebevi nefislerin derecesi yer alır. Şanı yüce olan Allah şu ayette ona işaret etmiştir: “Allah, sizden inananları ve kendilerine ilim verilenleri derecelerle yükseltir.”[21]. Bu dereceyi ise kudsîmelekî derece takip eder.

Verdiğimiz bu bilgilerle, insanın bilebileceği ve hissedebileceği beş derece açıklığa ka­vuşmuştur. Bitkisel nefs derecesinin altındaki ve kutsî nefsin üstündeki dereceleri, nefisleri İlâhî ilimlerle terbiye edilmiş kimselerin bile bilmesi çok zordur. Onların dışındakiler nasıl bilebilir ki?

Takdim etmek istediğimiz bilgileri anlatma işlemini burada bitirdik. Şimdi bu beş nefsin her birine özgü, kimi yeni, kimi teyit mahiyetindeki bilgileri anlatabiliriz:

Ey kardeşim! Allah seni de bizi de kendi katından bir ruh ile desteklesin! Bil ki, şanı yüce olan Allah, cüz’î (tek tek) nefisleri cüz’î cisimlerle İnsan Küçük Âlemdir Risâlesi’nde (Risâletü el-İnsânu âlemun sağîruri) açıkladığımız nedenle birleştirince, farklı şekillerde onu destek­leyip yardım etti. Bu destek ve yardım şekillerinin hepsi, O’nun cömertliği ve lütfü, onlara nimet ve fazilet lütfetmesi, ihsan ve ikramda bulunmasıdır. Bu nefislerden biri, herhangi bir dereceye ulaştığında, Allah ona, faziletinin ve cömertliğinin göstergesi olarak fazlasıyla yar­dım eder veya onu bir üst ve daha yüksek mertebeye yükseltir ve onu daha aziz, daha şerefli, daha yüce ve daha değerli yapar. Bunların hepsi, nefisleri en son gayelerine ve ulaşabilecek­leri en son noktaya ulaştırmak içindir.

Burada anlattıklarımızla beş nefsin mertebeleri, onların cisimlerle birleşmelerindeki hik­met ve yarar açıklanmış oldu. Şimdi onların her birine özgü yardım ve destekleri belirtmek istiyoruz. Bunlar: Doğal güçler (insandaki doğal yetenekler), yerleşik ahlâk, cismânî beden­ler, bedenî aletler, duyusal idrakler, fikrî vehimler, mekanî hareketler, iradi fiiller, seçime dayalı (ihtiyarî) ameller, hikmetli sanatlar, dinî hükümler ve melekûtî [meleklerin âlemiyle ilgili] siyasetler.

Şimdi önce insan tabiatına yerleştirilmiş olan arzuları ve onlara yardım eden doğal güçle­ri anlatarak başlıyoruz. Çünkü onlar, aşağıda açıklayacağımız gibi, bütün (nefsanî) güçlerde temel ve kanun hükmündedir. Ahlâk, (İnsanî) hasletler, fiil ve davranışlar, duyu ve bilinç bu arzularla birlikte ve onlardan dolayı vardır.

Bölüm

Ey kardeşim! Bil ki, ahlâk ve (nefsanî) güçlerin bir kısmı bitkisel şehvanî nefse (nefsin arzu gücüne), bir kısmı hayvanigadabî nefse (öfke gücüne), bazıları İnsanî düşünen (nâtıka) nefse (nefsin düşünme gücüne), bazıları hikemî düşünen (âktle) nefse ve bazıları da İlahî (nâmûsî) tnelekî nefse aittir.

Şehvanî nefse ait ve ona özgü olan hasletler (özellikler) ve güçlerin ilki, beslenme arzu­sudur. O; yiyeceklere, içeceklere ve şehevî şeylere karşı duyulan özlem ve arzu, onlara karşı gösterilen rağbet ve aşırı istek, onlar yüzünden meşakkat ve zillete düşme ihtimali, onlara ulaşınca duyulan ferahlık ve sevinç, onları elde edince hissedilen rahatlık ve lezzet, fazlasını gerçekleştirince doyuma ulaşma ve bıkkınlık, onlardan gelebilecek zarardan dolayı nefret ve buğzdur. (Şehvanî nefsin beslenme gücünde bütün bu özellikler mevcuttur.) Bu güce özgü güçler; câzibe (yiyecek ve içeceklerle şehevî şeylerin insanı cezbetmesi, insanın onlara karşı ilgi duyması) ve onlara kapılma, onlara katlanma (kapılmama), (onlara karşı bir) savunma (geliştirme), beslenme, büyüme ve tasavvur güçleridir. (Yine beslenme gücüne özgü) bilinç ve temyiz kâbilinden (teorik anlamda) altı yönü bilmek; fiil kâbilinden (pratik anlamda) ise kökleri (temel eğilimleri) cömertlik ve yumuşak toprak yönlerine doğru sevk etme, dalları ve filizleri (ikinci derecedeki eğilimleri ise) genişlik yönlerine yönlendirme, dar alanlardan ve sıkıntı veren cisimlerden yüz çevirme (güçleri) vardır.[22]

Bu özellik (hasletlerin hepsi, bir düşünüp taşınma olmadan insanın tabiatına yerleşmiş olan hasletlerdir. Yine bunların hepsi, nefislerin arzuladıkları şeylere yönelip, faydalı şeyleri gerçekleştirme, zararlı şeylerden kaçınma uğrunda yüce Yaratıcının izniyle tabiatın nefislere bir yardımı ve desteğidir. Çünkü bu arzulanan şeyler, onların bedenlerine gıda, hayatlarını sürdürebilmek için birer madde ve varlıklarının devamı için birer sebeptir. Onların hepsinin varlıklarının devamı, bilgilerinin tamamlanması ve erdemlerinin kemale ermesi ile müm­kündür. Bilgilerinin tamamlanması ve erdemlerinin kemale ermesi de ulaşabileceği en er­demli durumlara ve en üstün, en değerli sonuçlara yükselmesiyle olur.

İnsan tabiatında hayvani nefse özgü yerleşik hasletler; -yukarıda (şehvanî-bitkisel nefse ait olarak) söylenenlere ilavetencinsel istek, intikam arzusu ve yönetim (liderlik) arzusudur. Ayrıca farklı amaçları gerçekleştirmeye yönelik etten-kemikten bir beden ve farklı (bedenî) organlar; mekânî hareketler için esnek mafsallar; birtakım amaçları gerçekleştirmeye ve ya­rar sağlamaya yönelik altı yöne de intikal yeteneği; farklı simgeleri farklı sesler ve özel duyu­larla idrak; hedeflerini ve yararlı şeyleri vehmedip tahayyül etme; dostlarını ve düşmanlarını bilmek için hatırlama ve hafıza yetenekleri; zararlı şeylerden korunma imkânı ve düşman­dan nefret edip kaçma özellikleri de vardır.

Bunların hepsi insana yakınlığı olan hayvanların tabiatına yerleştirilmiştir. Onların fıt­ratlarına yerleştirilmiş olan cinsel arzu, neslin devamı içindir. Neslin devamı ise peş peşe gelen bireylerde suretin bekasını sağlamaya yöneliktir. Çünkü madde sürekli bir akış halin­dedir, bir an bile durmaz.

Onların tabiatlarına yerleştirilmiş olan intikam arzusunun nedeni ise kendilerine özgü bedenî yapılarını bozup zarar verecek şeyleri kendilerinden uzaklaştırmaktır.

Ey kardeşim! Bil ki, zararlı şeyleri uzaklaştırmak, Hayvanlar Risâlesi’nde (Risâletulhayvânât) açıkladığımız gibi, bazen üstünlük sağlamak ve yenmekle; bazen kaçmak ve uzaklaşmakla; bazen sığınma ve korunmayla, bazen de tuzak ve hileyle olur. Hayvanların tabiatlarına yerleştirilmiş olan yönetim (riyaset-, liderlik) arzusu ise, o siyaseti güçlendirmek içindir. Çünkü siyaset, ancak riyasetle tamamlanır.

Ey kardeşim! Bilesin ki, siyasetten amaç, -ileride başka bir bölümde açıklayacağımız gibibütün var olanların iyiliği ve onların varlıklarını en iyi durumda ve en üstün amaçlar doğrul­tusunda devam ettirmelerini sağlamaktır.

Düşünen nefse (en-nefsü‘n-nâtıka) özgü nitelikler ise, yukarıda zikredilen hasletlere ila­ve olarak şunlardır: îlim ve marifetle bunlarda derinleşme ve yetkinleşme arzusu; teorik ve pratik sanatlara arzulu olma, bunlarda uzmanlaşma ve onlarla övünme; saygınlık kazanma, yükselme ve en son hedeflerini gerçekleştirme arzusu ve o hedefleri gerçekleştirmek için gerekli şevk, gayret ve hırsa sahip olmak; o uğurda sıkıntı ve meşakkatlere katlanmak; onları gerçekleştirdiğinde duyulan sevinç ve mutluluk; onlara sahip iken duyduğu lezzet ve huzur, ama kaybedince yaşadığı keder ve hüzün. (Bunların hepsi düşünen nefs, yani İnsanî nefsin özellikleridir.)

Bölüm: Nefislerin Eğilimlerinin Farklılığı

Ey kardeşim! Bil ki, bu özellikler insanın tabiatına yerleştirilmiştir. Fakat onların her biri­nin tercihleri, kendine kolay geldiği oranda ve sebeplerin güçlülüğü oranında değişiklik arz eder. Örneğin bazı insanlara sanat ve mesleklere giden yollar kolay gelir. Bazılarına ilim ve edebiyat; bazılarına iş ve tasarruf; bazılarına ticaret ve ahş-veriş; bazılarına mülk ve saltanat; bazılarına tembellik ve zamanı boşa harcama; bazılarına da hikmet ve marifetlere giden yol­lar kolay gelir. Bunları sonraki bölümde açıklayacağız.

Diğer canlıların nefisleriyle kıyaslandığında, düşünen nefse (nefs-i natıka; İnsanî nefs) Allah’ın nimetlerinden en hoş gelen ve O’nun bir lütfü olarak kendisine tahsis edilen; insa­nın, sayesinde en üst hedeflere ulaşacağı ve o hedeflere ulaşmak için yardım gördüğü (en önemli) şey; hikmet ehlinin mahiyetini tam olarak bilmekten aciz kaldığı, müthiş bir sanat eseri, görünüşü muhkem, yapısı mükemmel olan bedendir. İnsan bedeninin yapısı bir sanat harikasıdır ki bu konu, Organların Yararları ve İnsanı Diğer Canlılardan Ayıran Bedenî Yapı­sının Anatomisi bölümlerinde kısmen anlatılmıştır.

Keza nefs-i nâtıkanın kendine özgü diğer hasletleri şunlardır: Dilinin fasih ve akıcı ol­ması, dillerinin garipliği, sözlerinin çeşitliliği, başkalarına karşı kendini güzel ifade etmesi; iki elinin ilginç yapısı ve onlarla başkalarının yapamayacağı güzel sanatları ve sağlam işleri yapabilmesi; duyu organlarının ilginçlikleri ve onların Hisseden ve Hissedilen Risâlesi’nde (Risâletü’l-hâss vel-mahsûs) açıkladığımız gibi duyulurları algılama yollarının gariplikleri.

İnsanî nefs-i nâtıkaya Allah’ın nimetlerinden ve ihsanından özel olarak verilen şeylerden birisi de garîzî akıl ve onun çok sayıda yardımcıları, askerleri ve -ileride açıklayacağımız gibibaşka üstün hasletleridir.

Hikemî nefse ait, övgüye lâyık hasletler ise; ilim ve marifetlere karşı duyulan arzu ile bu ilim ve marifetleri talep edip kavramak, onları elde etmek için insanın tabiatına yerleşmiş ve yaratılıştan birtakım güçlere (yetenekler)sahip olmasıdır. Bu güçler de şunlardır: Tertemiz bir zihin, iyi bir kavrama yeteneği, keskin zekâ, temiz bir kalp, gönül aydınlığı, hızlı hatırla­ma, tahayyül gücü, tasavvur, düşünme ve derin tefekkür yeteneği, dikkatli bir bakış, basiret, güçlü bir hafıza, rivayet ve haber bilgisi, kıyas yapma ve öncüllerden sonuçlar çıkarma, ge­leceğe yönelik tahminde bulunma ve iz sürme yeteneği, feraset sahibi olma, vahiy ve ilham alma, rüya görme, insanları, meydana gelebilecek olaylara karşı, astroloji bilgileri ışığında uyarma özelliği. Bunların hepsi, onun (hikemî nefsin) gayesine ulaşabilmesi için, ona yapıl­mış bir yardım ve destektir.

Melekî-kutsal nefse ait hasleter ise Rabbine yaklaşma ve O’nun katında yakınlık kazanma arzusu, Ondan feyz alma ve aldığı feyzi kendi cinsinden olup da daha aşağı seviyede olanlara cömertçe aktarma yeteneğidir. Tıpkı yüce Allah’ın şu ayetlerde buyurduğu gibi: “Rablerine -hangisi dahayakm olacak diyevesile ararlar.”[23]; “Yerdekiler için mağfiret diliyorlar”[24]; “(Ey Rabbimiz!) Tevbe edenleri bağışla.”[25]; “Değerli yazıcılar.”[26]

İşte her nefis türüne ait özelliklerin ve onlara özgü, onların tabiatlarına yerleştirilmiş arzu ve isteklerin hepsinin açıklaması böyledir. Hepsine ait ortak arzu ise en iyi durumda ve en mükemmel amaçlarda sürekli olma (beka) arzusu; yok olmaktan (fena), erdemlilik ve mükemmelliklerden uzak olmaktan ise nefret duygusudur.

Bölüm

Ey kardeşim! Allah seni de bizi de kendi katından bir ruh ile desteklesin! Bil ki, bu an­lattıklarımız üzerinde iyi düşünür, oluşların ilkelerini ve var olanların nedenlerini iyi araş­tırırsan, şu iki nitelik, yani ebedi olma arzusu ile yok olmaktan nefret duygusunun; aşağıda açıklayacağımız gibi, nefislerin tabiatına yerleşmiş olan bütün arzuların aslı ve temeli; bu arzuların da onların bütün ahlâk ve seciyelerinin ash ve temeli olduğunu; bu ahlâkın ise on­ların bütün davranışları, sanatları, marifetleri ve tasarrufları için asıl ve temel teşkil ettiğini anlarsın.

Bu iki niteliğin (bekâ arzusu ile yok olmaktan nefret duygusunun) bütün varlıkların ve oluşa tâbî her şeyin tabiatında yerleşik olarak bulunması; yüce Yaratıcının; var olanların nedeni, oluşa tâbî bütün varlıkların sebebi ve yaratıcısı (miibdf, muhteri’ ve mûcid), onların varlığını sürekli kılan (onlara beka veren), onları tamamlayıp yetkinleştiren, en son amaç­larına ve en üstün hadlerine ulaştıran olmasından dolayıdır. Şanı yüce Allah, bekası sürekli olandır. Yokluk kısmen bile O’na ârız olmaz. îşte varlıkların tabiatındaki beka sevgisi ve ar­zusu ile yok olmaktan nefret ve onu sevmeme duygusu, bundan dolayı vardır. Çünkü neden­linin tabiatında, nedenin niteliklerinin bir kısmı daima bulunur ve onlar her zaman ona (ne­dene) delâlet eder. Şanı yüce Yaratıcı, özü gereği varlığın nedeni olduğundan ve Onun bekası kendi özünden kaynaklandığı için, eksiklik ve yokluk adına hiçbir şey Ona arız olmaz.

Diğer var olanların ve oluş halindeki bütün varlıklara gelince, onların var olabilmeleri için birtakım sebepler ve nedenler gereklidir. Bu nedenlerden biri eksildiğinde ya da yok olduğunda, o varlıkta “en üstün duruma ulaşma” ve “daha mükemmel varlık olma” yolunda kusur ve eksiklik ortaya çıkar. Örneğin bitkiler ve hayvanlar, bedenlerin ve varlığı devam ettirmenin maddesi olan gıdadan yoksun kaldıklarında, bozulup değişime uğrar ve yok olur.

Varlıkların nefislerinin durumu de aynıdır. Nefislerin (konakladığı) bedenler yok oldu­ğunda, onların bilinçleri ve duyum yetenekleri de yok olur. Fiillerini ortaya koymaları ve etkilerini göstermeleri mümkün olmaz. Nefisler, ancak bu niteliği ile var olurlar, ama eksik halde. Bu şuna benzer: Onların bedenlerinin maddesi var olmaya devam eder, ama eksik olarak. (Çünkü beden artık nefisten, dolayısıyla bilinçten, etkiden vs. yoksundur.)

İlk aklî bilgiler (evâilul-ukûl)[27] ile bilinir ki, üstün niteliklere sahip olan bir varlık, eksik olandan daha üstün, daha hoş ve daha şereflidir. Filozoflar ve bilge kimseler de ifade etmiş­lerdir ki, istenen ve arzulanan her şey, hayırdan dolayı; hayır ise bizzat kendisi için isten­mektedir. Salt hayır, mutluluktur. Mutluluk ise başka bir şeyden dolayı değil, sırf kendisi için istenir. İman Risâlesi’nde (Risâletü’l-imâri) mutluluğun, dünyevî ve uhrevî olmak üzere iki çeşit olduğunu belirtip açıkladık. Dünyevi mutluluk; her varlığın, en üstün durumda ve en son amacında, mümkün olabildiğince uzun süre kalması; uhrevî mutluluk ise, her nefsin en üstün durumda ve en son amacında sonsuza dek kalmasıdır.

Ey kardeşim! Bil ki, cüz’î (tek tek) nefisler, cüz’î cisimlerden ibaret olan bedenleriyle er­demlerinin tamamlanması, kendilerinde potansiyel olarak ve imkân halinde bulunan fazi­let ve hayırları fiile çıkarmak için ilişkilendirilmiştir. Zaten bu fiile çıkarma işlemi, ancak nefislerin bedenlerle ilişkilendirilmesi ve onlar üzerinde tasarrufta bulunup yönetmesi ile mümkündür. Tıpkı yüce Allah’ın, cömertliğini, ihsanını, faziletlerini ve nimetlerini ortaya çıkarmasının; ancak -varlığı hikmete mebnî ve Allah’ın gücünün göstergesi olanbu muaz­zam yapıyı, yani bütün evreni kuşatan feleği (felek-i muhit) ve içindeki diğer felekleri (gök cisimlerini), yıldızları, unsurları ve oluş halindeki öteki varlıkları yaratması ve onları düzenli bir biçimde yönetmesiyle mümkün olması gibi.

O halde, bu anlattıklarımızla, yaratılışta varlıkların tabiatında yerleşik olarak bulunan arzulardan ve onlara uygun olarak oluşan ahlâk ve hasletlerden amacın ve yararın ne olduğu anlaşılmış oldu: Bu arzular, nefisleri; bedenler için yararlı olanı istemeye, zararlı ve çirkin olandan kaçınmaya yönlendirecek. Sahip olduğu ahlâk ve hasletler de bu konuda ona yar­dımcı olacak.

Şimdi bu ahlâk ve hasletlerin hangilerinin iyi hangilerinin kötü; hangilerinin övgüye hangilerinin yergiye layık olduğunu ve insanın onlarla ne zaman ödüllendirileceğini, ne za­man cezalandırılacağını açıklamak istiyoruz:

Bölüm: Ahlâkın Bazısının Diğerine Bağlı Olması, İyi ya da Kötü Oluşu

Ey kardeşim! Allah seni de bizi de kendi katından bir huzur ve mutluluk ile desteklesin! Bil ki, insanın bedeni dört karışımdan,[28] bedenin yapısı (mizâc) da dört tabiattan[29] oluş­muş, şanı yüce olan Yaratıcı, hikmet gereği, onun işlerinin ve tasarruflarının çoğunu dörtlü, birbirine benzer ve birbiriyle uyumlu yaratmıştır. Bunu da ondan istenen şeye daha fazla yardımcı olması ve kılavuzluk etmesi için yapmıştır. Bu nedenle, insanın ahlâk ve fiillerinin bir kısmının -önceden açıkladığımız gibionun fıtratında yerleşik, “tabiî” olduğunu; bir kıs­mının insanın seçimine bağlı (nefsanî ihtiyarî), bir kısmının aklî ve düşünmeye dayalı, bir kısmının ise kanuni-siyasi (namusî siyasî) olduğunu görürsün.

Ey kardeşim! Allah seni de bizi de kendi katından bir ruh ile desteklesin! Bil ki, tabiat nefsin hizmetçisi ve öncülü; nefs aklın hizmetçisi ve öncülü; akıl ise dinin hizmetçisi ve ön­cülüdür.

Tabiat herhangi bir huyu (ahlâkı) temel yapıp fıtrata yerleştirince, nefs onu kendi ira­desiyle gerçekleştirip ortaya çıkarır ve açıklar. Sonra akıl, onu düşünme ve tefekkür ile ta­mamlayıp olgunlaştırır. Sonra da din, getirdiği emir ve yasak ile onu düzenler ve güçlendirir. Fıtrata yerleştirilmiş olan bu arzuların ortaya çıkması, eğer gerektiği gibi, gerektiği zaman ve gerektiği için olursa, bu hayır olarak; böyle değil de tersi olursa şer olarak adlandırılır. İnsan bunu kendi tercihi ve iradesiyle, gerektiği şekilde, gerektiği kadar ve gerektiği için yaptığın­da, o kişi övülür. Bunun aksini yaparsa, kınanır. Onun tercihi ve iradesi, bahsettiğimiz üzere, bir düşünme ve tefekküre dayanırsa, onu yapan bilge, filozof ve erdemli bir insan olur. Aksi halde, sefih, cahil ve şerefsiz olur. İnsanın fiili, iradesi, tercihi, fikri ve düşüncesi, emredilen ve yasaklanan bir şey olduğunda (yaptıklarını emir ve yasaklara dikkat ederek yaptığında) ve gerekeni gerektiği gibi, gerektiği şekilde yaptığında, o kimse sevap işlemiş olur ve onunla ödüllendirilir. Bahsettiğimizin tersi olursa, o kimse yaptıklarından sorguya çekilip cezalan­dırılır.

Buraya kadar anlattıklarımızdan net olarak ortaya çıkmıştır ki, fıtrata yerleştirilmiş olan arzular, onlardan ortaya çıkan ahlâk, o ahlâk doğrultusunda meydana gelen fiiller ve bütün tasarruflar, nefislerin sürekli en üstün durumda kalması ve nefsin her türünün en son gaye­sine ulaşması içindir.

Ey kardeşim! Allah seni de bizi de kendi katından bir huzur ve mutluluk ile desteklesin! Bil ki, şanı yüce Yaratıcı, hikmetinin gereği olarak, nefisleri, tekil sayıların dereceleri gibi dereceler halinde düzenlediğinde, aralarına koyduğu vasıtalarla ilkini sonuncusu ile, sonun­cuyu da ilki ile bağlantılı yapmıştır. Bunu da, aşağı seviyedekinin, söz konusu vasıtaları kul­lanarak, yukarıdakinin seviyesine yükselebilmesi, en son gayesine ve sınırlarının kemaline ulaşabilmesi için yapmıştır. O, bitkisel nefisleri, hayvani nefislerin altına yerleştirmiş ve on­ları hayvani nefislerin hizmetçisi yapmış; hayvani nefisleri, İnsanî nefislerin altına yerleştirip, onların hizmetçisi; düşünen (natıka) İnsanî nefsi, bilen (âkile) hikemî nefsin altına ve ona hizmetçi; âkileyi de nâmûsî nefsin altına yerleştirip, onun hizmetçisi yapmıştır. Bu nefisler­den herhangi biri, üstündeki, yani reisi olan nefse boyun eğer, onun emrine itaat ederse, rei­sinin mertebesine yükselir ve etki bakımından onun gibi olur. Bunun gözleme dayalı örneği şöyle ifade edilebilir: Bir bilgi ya da sanat peşinde koşan öğrenci, hocasının emrine uyar, onun dediklerine yerine getirir ve ona devam ederse, bir gün hocasının mertebesine ulaşır ve onun gibi olur. Akıllı ve düşünen herkes, anlattığımız bu şeyin doğru olduğunu bilir. îşte nefislerin bir üst mertebeye yükselmesi de böyle olur.

Ey kardeşim! Allah seni de bizi de kendi katından bir huzur ve mutluluk ile desteklesin! Bil ki, İnsanî nefis mertebesine yükselmeye en layık olan hayvani nefis; insana hizmet eden, ona ülfeti artmış, onun emrine boyun eğen, (itaat ve hizmetin o derecesi ki) ona itaat ve hiz­metten yorgun düşmüş, özellikle de kurbanlarda kesilen nefislerdir.

İnsanî nefislerin hükmü de bu örnek ve kıyastaki gibidir: Meleklerin rütbesine yükselme­ye en layık İnsanî nefis; -bu bölümden sonra açıklayacağımız gibidinin emir ve yasaklarına göre yaşayan, hükümlerine boyun eğen, rükünlerini yerine getirmekten yorgun düşmüş olan nefistir.

Ey kardeşim! Allah seni de bizi de kendi katından bir huzur ve mutluluk ile desteklesin! Bil ki, dünya işlerindeki tasarruflarında insanlar, sayısını sadece Yüce Allah’ın bilebileceği sınıf ve kategorilere ayrılır. Nitekim O şöyle buyurmuştur: “O, sizi türlü merhalelerden geçi­rerek yaratmıştır”[30]. İnsanların hepsi şu yedi grupta toplanabilir:

1.        Sanat, meslek ve iş sahipleri,

2.        Ticaret, muamelat ve mal sahipleri,

3.        Bina, emlâk ve inşaat sahipleri,

4.        Krallar, sultanlar, askerler ve siyasetçiler,

5.        Serbest çalışanlar, hizmetçiler, günlük yaşayanlar,

6.        Kronik hastalar, boş gezenler, tembeller ve işsizler,

7.        Din ve ilim ehli ile dine hizmet edenler.

Bu yedi grup da kendi içinde birçok sınıfa ayrılır. Her sınıfın, mesleklerinin kendilerine kazandırdığı, meşguliyetlerinin gerektirdiği, birbirine benzemeyen ve sayısını ancak Allah’ın bildiği, kendilerine özgü ahlâkı, tabiatı, seciyesi ve ihtiyaçları vardır. Fakat biz burada bu ahlâk, seciye, haslet, davranış, edep ve ilimlerden, dinin hükümlerine sımsıkı sarılan, onun rükünlerini yerine getiren ve bu sayede kurtuluşları umulan din ehlinin ihtiyaç hissetti­ği kadarını zikretmek istiyoruz. Nitekim şanı yüce olan Allah şöyle buyurmuştur: “De ki; “İşte bu, benim yolumdur. İnsanları Allaha çağırıyorum, ben ve bana uyanlar aydınlık bir yol üzerindeyiz."[31]; “Allah, takva sahiplerini başarıları sebebiyle kurtuluşa erdirin"[32] [33]; “Kendisi için doğru yol belli olduktan sonra, kim Peygambere karşı çıkar ve inananların yolundan başka bir yola girerse, onu o yönde bırakırız ve cehenneme sokarız.”23

Kur’an’da benzer anlamda çok sayıda ayet vardır.

Bölüm: Davranışları İtibariyle İnsanların Ahlâkî Dereceleri

Ey kardeşim! Allah seni de bizi de kendi katından bir ruh ile desteklesin! Bil ki, insanla­rın durumlarını gözlemleyip, işlerini incelediğinde, onların hepsinin, İlâhî kanunları yapanlar nezdinde, dinin binasını kurma, hükümlerini tamamlama, şartlarını olgunlaştırma ve erkânını koruma konusunda alet ve edevat hükmünde olduğunu görürsün. Yine onları, -kanun koyu­cuların düzenleyip uyulmasını emrettikleri gibidinin tertip ve düzenini koruma konusun­da, Peygamberlerin halifeleri olan kralların hizmetçileri ve yardımcıları olarak görürsün. Bu konuda onlar, -tekil sayılardaki düzen gibiçeşitli sınıflara ve derecelere ayrılırlar. (Örneğin) kanun koyucu, ilke olarak sayılar içerisinde “bir” sayısı gibidir. Kanun koyucunun arkadaşları ve yardımcıları ise “birler”; onların yolundan gidenler “onlar”; onlardan sonra gelenler “yüz­ler”; onlardan sonrakiler de “binler” gibidir. Onlardan sonra gelenler ise -kıyamete kadar“on binler, yüz binler...” gibidir. Sonra bunların hepsi -şanı yüce olan Allah’ın şu ifadelerinde işaret ettiği gibiadeta tek bir bütün oluştururlar: “Ruh (Cebrail) ve melekler saf saf olup durduğu gün, Rahmanın izin verdiklerinden başkaları konuşmazlar”[34]-, “Hiçbirini bırakmaksızın onları mah­şerde toplamış olacağız. Ve hepsi sıra sıra Rabbinin huzuruna çıkarılırlar.”[35]

Ey kardeşim! Allah seni de bizi de kendi katından bir ruh ile desteklesin! Bil ki, bakışını akledilir şeylere hasredip, dinin hükümlerini ve koyduğu sınırları iyi düşünür, din sahibi (Peygamber)in hallerini; onun emir ve yasaklarının, ona uyanlar ve yardım edenlerin nefis­leri üzerindeki etkisini; onların onun emir ve yasaklarına bağlılıklarını ve ona itaat edişlerini dikkate alırsan, dinin ruhanî bir yurt olduğunu, ayrıca onun varlığının ve devamının sekiz erkânın korunmasına bağlı olduğunu açıkça bilip anlarsın. Yine Peygambere tâbi olanlarla onun yardımcılarından ibaret olan bu erkânın sekiz sınıf olduğunu ve her bir sınıfın sanki dinin rükünlerinden birini taşıyan sağlam bir grup olduğunu anlarsın.

Bu grupların ilki, dinin getirdiği şeyleri ve onun kitaplarını dikkatle okuyanlar (kurrâ), onları indirildiği şekliyle ezberleyenler (hafızlar) ve öncekilerden öğrendiklerini kendilerin­den sonraki nesillere -onların da daha sonrakilere ulaştırmaları içinöğretenlerdir. Onlar bunların hepsini, kendilerinden sonrakilerin cahil kalmaması, dinin ayırt edici özellikleri­nin unutulup bozulmaması ve hükümlerinin silinip yok olmaması için yapar.

İkinci grup, dinle ilgili önemli olayları rivayet edip, hadisleri nakledenler, o dinde oluşan siyer ve ahlâkı koruyup kendilerinden sonrakilere -onların da daha sonrakilereulaştıran­lardır. Onlar bunu, sonrakilerin cahil kalmamaları, dinin eserlerinin silinip unutulmaması ve dine dair rivayetlerin yok olup gitmemesi için yapar.

Üçüncü grup, dinî hükümleri bilen fakihler, hadis âlimleri ve dinin koyduğu sınırları koruyanlardır. Onlar da bunu, bu sınırların bilinmez ve amel edilmez hale gelmemesi, dinin rükünlerinin silinip unutulmaması ve dinin yok olup gitmemesi için yapar.

Dördüncü grup, vahyin zâhiri lafızlarını ve rivayet edilen sözleri tefsir edenler ve onun anlamlarının farklı yönlerini, anlayamayan ve bilgisi yetmeyen kimselere açıklayanlardır. Onlar da bunu, kendilerinden sonra gelen nesillerin dinin hükümlerinden cahil kalmaması ya da dinin eserlerinin silinip unutulmaması, hükümlerinin yok olup gitmemesi için yapar.

Beşinci grup, dinin savaş veren yardımcıları, din düşmanlarıyla savaşan gaziler, Peygambere tâbi olanların ve ona yardım edenlerin beldelerinin kritik noktalarını koruyan­lardır. Onlar da onu, düşmanlarının galip gelip, dinlerini fesada uğratmamaları için yapar. Nitekim Bahtunasr, İliya (Kudüsfda İsrailoğullarının mabedine, yani Beyt-i-Makdise, Roma da Müslümanların sınır boylarına böyle yapmıştı.

Altıncı grup, Peygamber’in ümmeti içerisindeki halifeleri, cemaat önderleri, iyiliği em­retmek, kötülüğü yasaklamak suretiyle dinin hukukunu koruyanlar, dinî yaşantıya aykırı hayat sürenlere engel olanlar ve ülkenin sınırlarını koruyanlardır. Bunların amacı; yabancı birinin çıkıp, gizli ya da açık bir biçimde, umumi halkın ve cahillerin kalplerindeki dinî yar­gıları, çarpıtma ve yalanlarla ifsat etmelerini önlemektir. Mazdek el-Hurremî’nin Fars kralı Kubaz’ın ülkesinde yaptıkları buna örnektir.

Yedinci grup, mescitlerdeki zâhitler ve abidler, mabetlerdeki rahipler ve din hizmetini yürüten diğer kimseler, insanları dinin hükümlerini terk etmekten sakındıran, dünya işle­rine fazla dalmayı kınayan, insanları dünyevî kuruntulara kapılmaktan sakındıran, şehevî arzularına dalmaktan koruyan, gafillere ahireti ve ahiret ahvalini hatırlatan ve onları ahiret nimetlerine teşvik eden ve bunları onlara ikrar ettiren vâizler ve minberlerdeki hatiplerdir. Bunların hepsinin amacı; ahiret hakkında cahil kalmamayı, ahireti unutmamayı, ahirete göç yolculuğuna hazırlanmayı, dünyadan azıkların en hayırlısı olan “takva azığı” ile azıklanmayı temin etmektir. Çünkü İlahî dinin gelişinin temel amacı ve felsefî eğitimlerin gayesi ve mak­sadı budur.

Sekizinci grup, vahiyle gelen bilgileri tevil eden âlimler, İlahî ilimlerde ve Rabbânî bilgi­lerde derinleşenler, dinin gizemli yönlerini bilen ariflerdir. Bunlar, hidayet rehberi imamlar ve hak ile hükmeden, adaleti uygulayan râşit halifelerdir.

Bölüm

Ey kardeşim! Bil ki, bu sekiz sınıftan her biri üzerine dikkatle düşünür; onların nitelikle­rini ve bugünkü durumlarını bu sekiz grubun iyi korunması ve ifade ettiğimiz şartlara riayet edip etmediklerini değerlendirir; sonra onların hepsine kalp gözü, basiret nuru ve tertemiz özünle nazar edip, onları hayalinde canlandırır, üzerine düşünürsen, dinin (kanun/şeriat) ruhanî bir yurt olduğunu, Peygambere tâbi olup, O’na yardım edenlerin o uğurda çalıştıkla­rını, O’nun istediği mabetleri ve dinî sembolleri inşa ettiklerini; dinin vaz edicisi olanın ise, emir ve yasaklarının etkili olduğu Arş’ı örtmeye denk bir dereceye geldiğini; onların (melek­lerin) da Rablerine iman edip hamd ile teşbih ederek O’nun Arşını taşıdıklarını ve yeryü­zünde kendilerinden sonra gelecek herkes için af dilediklerini görürsün. Çünkü onlar, ken­dilerinden sonrakiler için sema, daha sonrakiler ve selefleri için ise yeryüzü derecesindedir.

Ey kardeşim! Bil ki, bu sekiz gruptan her biri, dinin rükünlerinden birini koruma konu­sunda, bilinen bazı şartlara, övgüye layık birtakım hasletlere ve güzel ahlâka ihtiyaç duyar. Şimdi bunları açıklama ihtiyacı hissediyoruz:

Kurra ve hâfızların, güzel ahlâk, övülen haslet olarak ihtiyaç duyduğu şeyler şunlardır: Güçlü bir dil ve güzel konuşma, güzel ses, ifade güzelliği, çabuk ezberleme ve iyi anlama yete­neği, kıraat konusundaki eğitim ve performansın sürekliliği, ders aldığı hocasına karşı alçak gönüllülük ve saygı, onun hakkının ve saygıya layık olduğunun bilincinde olma, öğrencisine karşı şefkat ve merhametle davranma, öğrencisinin geç anlaması ve yavaş öğrenmesi duru­munda aşırı kızmama, ona telkinleri sırasında daralmama, (öğrettiklerinin) karşılığını alma konusunda tamahkâr olmama ve öğrettiklerini onun başına kakmama.

Rivayet ehlinin ve hadisçilerin sahip olması gereken öncelikli ahlâk ve hasletler; iyi dinle­mek, dinlediği sözün tamamını anlayıp zapt etmek, sözleri olduğu gibi korumak, onları yaz­mak suretiyle kaydetmek, onlara bir şey ilave etmekten ve eksiltmekten sakınıp kaçınmak, doğru sözlü olmak, mesleğini en güzel şekilde icra etmek ve yalandan kaçınmaktır. Sonra (sahip olması gereken özellikler) şunlardır: Naklettiği şeyleri olduğu gibi anlatmak, soran herkese ya da öğretilmesi doğru olan kimselere onları yaymak, anlatılması uygun olma­yan ve o bilgilere layık olmayan kimselerden de onları koruyup gizlemektir. Bunların hepsi İhvana (kardeşlere) bir öğüt, dine ve din sahibine bir yardım, ahirette ise Allah’ın rızasını ve onun bol sevabını talep etmektir.

Fukahânın [İslâm hukuku bilginleri], kadı ve müftülerin ihtiyaç duyduğu ahlâk ve has­letlerle mesleklerini icra ederken yerine getirmeleri gereken övgüye layık şartlar şöyledir: Öncelikle dini vaz’ eden (Allah) m, emir ve yasakları, farz, sünnet ve nafileleri, helâl ve ha­ramları, cezaları ve hükümleri düzenlerken koyduğu düzeni bilmek; sonra da kıyası ve usul­de adı geçmeyen, sonradan ortaya çıkmış meselelerde ve fetva konularında usulden furûun nasıl istidlal edileceğini bilmek, fetva verirken dikkatli olmak ve teenni ile hareket etmek, soru sorulduğunda bütün şartları araştırmak, şüpheliler konusunda sakıncalı olan şeylere olabildiğince az ruhsat vermek, müşkil problemlerde ısrarcı olmamak, şüpheli konularda ceza vermekten kaçınmak, meslektaşları ile az ihtilafa düşmek, akranlarını kıskanmamak, kardeşlerine bol nasihat etmek, cahillere şefkatli ve yumuşak davranmak, verdiği isabetli hükümlerle övünmemek, yanıldıkları konularda âlimleri fazla kınamamak, komşulara eziyet ihtimalini düşünmek, dünyalıklara meyli az olmak, namuslu olmak, tamahkâr olmamak, dinin hükümlerinin gereğini yapmak ve sözünün davranışlarına ters olmaması.

Vahyin lafızlarını tefsir edenlerin ihtiyaç duyduğu ahlâk, haslet ve şartlar ise; öncelikle dinin sahibinin vahiy (tenzil) ile amacını ve ortak anlamlı lafızlar kullanmadaki maksadını bilmek; sonra da söz ve ifadelerin farklı kullanımlarına dair geniş bilgi sahibi olmak ve dini vaz’ edenin amacını teyit eden muhtemel anlamları bilmek; (dinî metinlerden) anlamlar çı­karma ve onları güzel ifade etme konusunda, (bu anlamları) öğrenenlerin anlayışına indir­geyerek ve dinleyenlerin akıl düzeylerine göre (anlatabilmek için) iyi ve derin bir araştırma yeteneğine sahip olmak; sözlerinin ve ifadelerinin, dini vaz’ edenin indirdiği vahyin sözle­rinin, kelâmının ve beyanının lafızlarını tefsir ederken işaret ettiği anlamlarla çelişmeyeceği şekilde bir kalp uyanıklığına sahip olmaktır.

Ey kardeşim! Bil ki, eğer müfessir, dini vaz’ edenin, vahyinde, sözlerinde, ifadelerinde ve beyanında ortak anlamlı lafızları kullanmasındaki gayesini bilmezse, bu lafızlarla, dini vaz’ edenin işaret ettiği anlamlardan başka anlamlar tahayyül edip, onun kastetmediği şeyleri vehmeder. Bunu açıklarken de dinleyenlere hayal ettiği şeyleri anlatır. Öğrenciler de onun öğrettiğini öğretirler. Sonuçta bu, dini vaz’ edenin dininden ve Onun yolundan başka bir din ve mezhep olur. Dolayısıyla onun dinî inancı, farkında olmadan, O’na muhalif olur. Böylece o, kendisinin yapıcı (ıslah edici) olduğunu düşünmesine rağmen, bilmeden dinin hükümle­rini bozan biri (müfsid) olur.

Ey kardeşim! Böyle bir şeyden sakın. Çünkü din koyucuların dinlerinin ve dinî hüküm­lerinin bozulması, çoğunlukla bu yolla olur.

Dini vaz’ edene yardım edenlerin, düşmanlarına karşı savaşanların, ona yardım edip tâbi olanların beldelerinin kritik noktalarını koruyanların ihtiyaç duyduğu ahlâk, haslet ve şart­lar ise şunlardır: Dine sıkı bağlılık ve onun kutsallığını önemsemek; ona bir bozulma girme­mesi için gayret etmek; dini vaz’ edene ve onun dinine karşı, hükümlerini bozmayı amaçla­yarak açıkça düşmanlık besleyenlere karşı öfke duymak ve onlardan korkmamak; düşmanla karşılaştığında cesur olmak, devriye gezerken çevik hareket etmek, düşmanın ihanetine karşı kalp uyanıklığı, gaflet zamanlarında uyanık olmak; düşmanın sayıca az olmasına aldanma­mak; zafer için savaşsız çözüm aramak; savaş sırasında hile yapmak; akran ve denk olanlarla savaşa girişmek; düşmanla karşılaşınca sabretmek, aziz ve çelil olan Allah’ı çok zikretmek ve ondan yardım dilemek; savaştan kaçmaya ve onun getireceği utanca tenezzül etmemek; yağmaya rağbet etmemek; zafer esnasında kutsal şeylerin perdesini yırtmaktan kaçınmak; Allaha çok şükretmek; düşmanın hezimeti durumunda bozgunculuktan kaçınmak, esirlere şefkatle davranmak; ateşkes anında barışı kabul etmek, anlaşmaya bağlı kalmak, yardımcı ve destekçilerin çokluğunda gururu bırakmak.

Zâhitler, âbitler ve insanlara ahiret ahvâlini hatırlatan kimselerin ihtiyaç duyduğu ahlâk, haslet ve şartların ilki; az dünyalığa kanaat etmek, dünya malının ve lezzetlerinin azma razı olmaktır ki, bu, dinin temeli ve özüdür. (Diğer hasletler ise) nefsi dünyevi arzu ve lezzetlere dalmaktan korumak, makam-mevki, şan ve şöhret peşinde koşmayı bırakmak ve bunlara yönelik ihtiyaçlarda talepte hırslı olmamak; ilim peşinde koşmak; hemcinsleriyle beraber namaz ve oruç ibadetlerini yerine getirmek; dünyalık şeylere yönelenlerle fazla haşir-neşir olmamak; (bazen) uzlete çekil(erek iç dünyasında derinleş)mek, ölümü, dünya nimetlerinin geçiciliğini ve mal-mülkün yok olacağını çokça hatırlamak; geçmiş asırların eserlerini ve geçmiş milletlerin yıkılmış dönemini ve ibretlik muhteşem konaklarını düşünüp, onlardan ibret almak; hikmet ehlinin kitaplarını ve geçmiş kralların hayatlarına ilişkin rivayetleri ince­lemek; deneyimli filozofların dünyayı nitelemeleri, olayların doğurduğu sıkıntılar ve zama­nın getirdiklerine ilişkin verdikleri örnekler üzerine düşünmek; ahiret ahvâline yakın dere­cesinde inanmak; nebiler, sıddıklar, salihler ve şehitlerden oluşan iyiler (ebrâr)le -ki “bunlar ne güzel arkadaştır’[36]'beraber, karar yurdu olan ahiretin nimetlerini şiddetle arzulamaktır.

Dini vaz’ edenin halifelerinin ihtiyaç duyduğu ahlâk, haslet ve şartlara gelince; (burada sözü edilen) halifeler iki sınıftır: Birincisi saltanat ve dünya işlerini yürütme konusunda, ay­rıca dinî hükümleri uygularken onların zâhirini korumadaki yönetim ve siyaset konusunda onun halifeleri. Bu konu üzerinde çok konuşmak ve uzun açıklamalar yapmak gerektiği için, biz ona özel bir risâle tahsis ettik.

İkincisi ise, dinin hükümlerinin sırları ile ilgilenen halifelerdir ki bunlar, hidayet rehberi imamlar ve râşit halifelerdir. Biz onların ahlâkını, hasletlerini, şartlarını, ilim ve marifetleri­ni, yollarını, yazdığımız elli bir risâlede açıkladık. Bu risâle de onlardan birisidir.

Ey iyiliksever ve merhametli kardeşim! Allah seni de bizi de kendi katından bir ruh ile desteklesin. O risâlenin gereğini yap, hakkını ver. Hangi beldede olurlarsa olsunlar, bütün kardeşlerimize bu risâlede ve diğer risâlelerde anlatılanları bildir. Çünkü hayra vesile olan kimse, tıpkı onu yapan gibidir.

Yukarıda anlattıklarımızla din sahibinin hasletlerini, ona tâbi olanların -dinin rükünle­rini koruma konusundahükmünü ve onların dünyadaki tasarruflarını kısmen açıkladık. Şimdi de onların ahiretteki durumlarının mahiyetini ve oradaki tasarruflarının hükmünü kısmen anlatmak istiyoruz. Çünkü bu, İlâhî kanunların ve nebevi sünnetlerin vaz’ edilmesi­nin en son amacıdır.

Ey kardeşim! Bil ki, bu âlemde bulunan bütün varlıkların bir zâhirî, bir de bâtınî yönü var­dır. zâhiri yönü, onların dış kabuğu ve kemikler, bâtınî yönü ise öz ve cevherdir. Din bu âlemde insanın var olduğu andan itibaren var olan şeylerden biridir. Onun zâhirî, açık hükümleri ve (suçlular için) belirlediği cezalar (hadler) vardır. Onları din ehli ve dinî hükümleri bilen avam ile havas uleması bilir. Dinin hükümlerinin ve belirlediği cezaların birtakım sırları ve bâtınî yönleri de vardır ki, onları ancak havâs (seçkin âlimler) ve ilimde derinleşmiş olanlar bilir.

Ey kardeşim! Bil ki, dinî kurallar, hem dinin, hem de dünyanın iyiliği için konmuştur. Dünya ve ahiret; isimleri ve varlık yapıları birbirine zıt iki âlemdir ki, ikisinin anlamı, ha­kikati ve nitelikleri birbirinden farklı ve birbirine zıttır. Biri kabuk, diğeri ise öz gibidir. Ka­buk gibi olan dünya; öz hükmündeki ise ahirettir. Her ikisinin de kendine ait ehli (dünya ehli ahiret ehli) ve çocukları vardır. Onların ehlinin ve çocuklarının da birbirinden farklı ve birbirine zıt birtakım nitelikleri, ahlâkları, seciyeleri ve amelleri vardır. Şimdi, bu bilgiyi arzulayan ve öğrenmek isteyen herkesin öğrenip anlayabilmesi için, onları açıklamaya ve on­larla hakikatleri arasındaki farkı belirtmeye, dünya ehli ile ahiret ehlini ayırt etmeye ihtiyaç hissediyoruz. Çünkü bu, başka ilimlere göre, insanların öğrenegeldikleri ilim ve marifetlerin en şereflisi ve en üstünüdür.

Şimdi deriz ki; “dünya" ismi; dünüvv (yakın olmak) ve kurb (yaklaşmak, yakınlık) keli­melerinden, “ahiret” ise; teehhür (geriye bırakmak, ertelenmek)den türetilmiştir. Bunların hakikati şudur: Dünya-, bedenin doğum gününden, -nefsin doğumu ve bedenden ayrılması demek olanölüm gününe kadar insanla ilgili cereyan eden olaylar zinciri; ahiret ise ölüm ile nefsin bedenden ayrıldığı günden, sonsuza ve ebediyete kadar insanla ilgili cereyan eden olaylar zinciridir.

Ey kardeşim! Bil ki, şanı yüce Allah dünya hayatını “araz (öz olmayan, ilinek, geçici)” ve belli bir süre (işe yarayan) “meta (mal, mülk)” olarak isimlendirmiştir. Çünkü insanın dünyada bulunuşu, ona ahiret yolunda ârız olmuş ârızî (geçici) bir durumdur. Kasıt ve amaç, orada (dünyada) sürekli kalmak değildir.

Nitekim ana rahminde kalışın amacı da orada uzun süre ve sürekli kalmak değil, oranın, dünyaya giden bir yol ve geçiş yeri olmasıdır. (Dünya hayatı ile ana rahminde geçen süre ara­sında, ikisinin de “geçici” olmaları bakımından önemli bir benzerlik vardır.) Nefsin bedende bulunması da böyledir. Beden ahiret yurduna giden bir gemi, bir vasıta ve bir köprüdür. Yani Spermin Ana Rahmine Düşmesi Risalesinde (Risâletü maskati’n-nutfe) açıkladığımız gibi, insanın bedenî yapısının tamamlanması ve suretinin kemale ermesi için, bedenin bir süre orada (rahimde) kalmadan dünyaya gelmesi mümkün değildir.

İşte dünyada bir müddet kalıp oyalanmanın ve orada bulunmanın hükmü de böyledir. Dünya da sonrasına giden bir yol ve köprüdür. Yani İnsan Küçük Âlemdir (el-İnsânu âlemun sağîrun) ve Ölümün Hikmeti Risâlesi’nde (Risâletü Hikmeti’l-mevt) açıkladığımız gibi, nefsin hallerini tamamlaması ve faziletlerinin kemale ermesi için, dünyaya uğrayıp bir müddet ora­da kalmadan ahirete geçiş mümkün değildir.

Yukarıda belirtip açıkladığımız anlamdan dolayı, bayram ve cuma hutbelerinde şöyle de­nir: “Ey insanlar! Bilin ki, siz ebediyet için yaratıldınız. Fakat bir yurttan başka bir yurda, döllerden rahimlere, rahimlerden dünyaya, dünyadan berzah âlemine, berzahtan ise ya cen­nete veya cehenneme nakledilirsiniz.” Nitekim yüce Allah şöyle buyurmuştur: “Sizi sadece boş yere yarattığımızı ve sizin hakikaten huzurumuza geri getirilmeyeceğinizi mi sandınız?”[37]-, “Siz geçici dünya malını istiyorsunuz, halbuki Allah (sizin için) ahireti istiyor.”[38]-, “İşte ahiret yurdu! Biz onu yeryüzünde büyüklenmeyi ve bozgunculuğu arzulamayan kimselere veririz.”[39]

Dünyaya ilgisiz kalıp (zühd), ahirete yönelme hakkında Kuranda pek çok ayet var­dır. Örneğin; “Ahiret yurduna (oradaki hayata) gelince, işte asıl yaşama odun Keşke bilmiş olsalardı!”[40] Yani dünyaya düşkün olanlar, ona aşırı derece rağbet eder ve ısrarla onu isteyip, peşinden koşarlar. Fakat onlar ahiretten habersizdirler. Ahireti unutmuş ve onun hakkında bilgi sahibi değildirler. Ahiretteki nimetleri, lezzetleri, sevinç, huzur ve mutluluğu bilme­mektedirler. Nitekim şanı yüce olan Allah, çok özet bir ifadeyle şöyle buyurur: “Orada canla­rının istediği, gözlerinin hoşlandığı her şey vardır. Ve kendilerine; Siz, orada ebedi kalacaksınız, denilin”[41]

Dünyaya düşkün olanlar, ahirete dair konularda cahil ve gafil olunca sürekli dünyevî şey­lerle, dünya nimetleri, lezzetleri ve arzularıyla meşgul olur, dünyada ebedi olarak kalmak isterler. Çünkü dünyevi arzu ve lezzetler hissedilir ve görülebilir şeylerdir. Ahiret nimet ve lezzetleri ise duyuların idrakinden uzak şeylerdir. Bundan dolayı onlar, ahiret nimetlerini araştırmayı, onlara rağbet edip, onların peşinden koşmayı bırakırlar. Şanı yüce olan, şu ifa­desiyle onlara işaret eder: “Dünya hayatına razı olup onunla rahat bulanlar ve ayetlerimizden gafil olanlar yok mu? İşte onların, kazanmakta oldukları (günahlar) yüzünden varacakları yer, ateştin”[42]

Ey kardeşim! Bil ki, şanı yüce olan Allah, ahiret yurdunu “el-hayevân (canlı)” olarak isimlendirmiştir. Çünkü orası, ruhların âlemi ve nefislerin kaynağıdır. Dünya ise cisimler âlemidir. Cisimlerin cevherleri, tabiatları itibariyle ölüdür. Nefisler ve ruhlar, -tıpkı güneşin, doğmak suretiyle havaya ışık ve aydınlık kazandırması gibicisimlerde (bedenlerde) bulu­nup, onlarla beraber olmak suretiyle, onlara hayat kazandırır. Bunda nefislerin, bedenlerle beraber olmak suretiyle onlara hayat kazandırdığına delil vardır. Ölümden önce bedenlerde gözlemlenen duyu, hareket, bilinç, ses ve davranış türünden haller ve bunların ölüm anında yok oluşu, nefsin bedenden ayrılmasından başka bir şey değildir. Bunun da insaf sahibi her akıllı için, aklın hükümlerinin gereklerinden olduğu, aşikârdır.

Ey kardeşim! Bil ki, din koyuculara tâbi olan ve onlara yardım eden insanların çoğu, ahi­rete inanıp onu ikrar ederler. Fakat onun mahiyetini, hakikatini, niteliğini, yapısını ve ona kavuşma anının ne zaman olacağını bilmezler. Aynı şekilde, filozof geçinenlerin de çoğu, ruhlar âlemini ve nefislerin cevherlerini ikrar eder, fakat o âleme giden yolun nasıl olduğunu ve oraya nasıl ulaşılacağını bilmezler. Biz Dinî-Aklî Risalelerimizde, her iki gurubun bu an­lamda ihtiyaç duyduğu bilgileri açıkladık.

Bu anlattıklarımızla, dünyanın ve ahiretin ne olduğu açıklığa kavuşmuş oldu. Şimdi di­yoruz ki, insanlar dünyaya düşkün (ebnâü’d-dünya) ve dünya ehli olabildikleri gibi, ahirete düşkün (ebnâü’l-âhire) ve ahiret ehli de olurlar. Fakat onlar dünyada olduğu gibi ahirette de iki kısma ayrılırlar: Ahiret mutluluğunu kazananlar (şuada) ve ahiret mutluluğunu kazana­mayanlar (eşkiyâ). Dünyaya düşkün olanların mutlu ve mutsuzları bilinmektedir. Burada onları anlatmaya ihtiyaç duymuyoruz. Çünkü onlar burada zaten gözlemlenmektedir. Fakat burada anlatma ihtiyacı duyduğumuz şey, ahiret ehlinin mutlu olanlarının alâmetleri, ahlâkı ve amelleridir. Zira bu, gizli (bilinmeyen) bir konudur. Ancak anlatıp açıkladıktan sonra, delil ve alâmetlerle bilinebilir.

Bölüm: İnsanların Mutluluk Bakımından Dört Gruba Ayrılması

Ey kardeşim! Bil ki, insanlar dünya ve ahiret mutluluğu ve mutsuzluğu konusunda dört gruba ayrılırlar:

a)        Hem dünyada, hem de ahirette mutlu olanlar,

b)        Hem dünyada, hem de ahirette mutsuz olanlar,

c)        Dünyada mutsuz, ahirette mutlu olanlar,

d)        Dünyada mutlu, ahirette mutsuz olanlar.

Hem dünyada hem de ahirette mutlu olanlar, dünyada mal-mülk ve sağlık açısından nasibi bol ve imkânları yerinde olup bunlardan kendisine yetecek kadarıyla yetinen, aza razı olup onunla kanaat eden, fazlasını ise yüce Allah’ın buyurduğu gibi, kendilerine ahiret azığı olarak hazırlayanlardır: “Önceden kendiniz için yaptığınız her iyiliği Allah’ın katında bulacaksınız.”30; “Böylece yaptıklarını karşılarında bulmuşlardır.”[43] [44] Kuranda bu meyanda birçok ayet vardır.

Dünyada mutlu ahirette mutsuz olanlar, dünyadaki nimetlerden bolca yararlanıp imkânları iyi olan ve dünyada iyi bir konuma gelmiş olanlardır. Bunlar dünya nimetlerden yararlanır, onun lezzetleriyle lezzetlenir, hatta bunlarla övünüp gururlanır. İlâhî kuralların koyduğu sınırlamaları göz önünde bulundurmaz, onlara boyun eğmez, belirlenmiş emirlere uymaz, sınırlarını ihlâl eder, ölçüyü aşıp taşkınlık yapar, azgınlık yapıp aşırı giderler. Oysa Allah aşırı gidenleri asla sevmez. Bunlar, şanı yüce olan Allah’ın şu ifadeleriyle işaret ettiği kimselerdir: “Dünyadaki hayatınızda bütün güzel şeylerinizi harcadınız, onların zevkini sür­dünüz. Bugün ise yeryüzünde haksız yere büyüklük taslamanızdan ve yoldan çıkmanızdan dolayı alçaltıcı bir azap göreceksiniz.”[45]; “Kim de dünya kârını istiyorsa, ona da dünyadan bir şeyler veririz. Fakat onun ahirette bir nasibi olmaz.”[46] Kuranda bu nitelikte birçok ayet vardır.

Dünyada mutsuz ahirette mutlu olanlar, dünyada ömürleri uzun olup zamanla çeşitli mu­sibetlere maruz kalmış, dünyalık şeyleri ısrarla talep etmiş, bedenleri dünya ehline hizmette yıpranmış, dünyevî kaygıları fazla, ama dünya nimet ve lezzetlerine sahip olma konusun­da pek mesafe alamamış, fakat dinin emirlerine uymuş ve koyduğu sınırları çiğnememiş olan kimselerdir. Allah bunları Kur’an’ın birçok ayetinde zikretmiştir: “Yalnız sabredenlere, mükâfatlan hesapsız ödenecektir.”[47]

Dünyada da ahirette de mutsuz olanlar ise, dünyadan nasibi az olmuş, onun imkânlarından yararlanamamış, dünyalık şeyler uğrunda çok sıkıntılar yaşamış, yorgun bir beden ve kederli bir gönül ile ömrünün çoğunu bu sıkıntılar içerisinde geçirmiş, fakat bir hayır elde ede­memiş, buna ilaveten dinin emirlerini de yerine getirmemiş, hükümlerine boyun eğmemiş, koyduğu sınırları çiğnemiş, engellerine aldırmamış, dinin güçlenmesi ve esaslarının korun­ması için hiçbir çaba harcamamış olan kimselerdir. Bunlar hem dünyada, hem de ahirette hüsrana uğrayanlardır ve bu, en büyük hüsrandır.

Bölüm

Yaptığımız bu aklî taksimde, insanlardan hiçbirinin bu dört grubun dışında kalamaya­cağı açık olarak anlaşılmıştır. Şimdi aralarındaki farkın ortaya çıkması için, dünya ehlinin ahlâk ve tabiatları ile ahiret ehlinin ahlâk ve seciyelerini anlatmak istiyoruz.

Ey kardeşim! Allah seni de bizi de kendi katından bir ruh ile desteklesin! Bil ki, dünya ehlinin ahlâkı, onların herhangi bir kazanımı, seçimi, fikir ve düşüncesi, çaba ve gayreti ol­maksızın fıtratlarına yerleştirilmiştir. Onlar, yüce Allah’ın, “Hayvanların yediği gibi yerler. Oturacakları yer ateştir”[48] buyurduğu gibi, dünyada bedenlerinin yararına olan şeyleri elde etme, zararına olan şeyleri de def etme uğrunda, hayvanlar gibi çabalayıp dururlar.

Ahiret ehlinin ahlâkı ise, ileride açıklayacağımız üzere, ister akıl, fikir ve düşüncenin gereği olarak, isterse dinin emirlerine ve terbiyesine uyarak olsun, onların kendi çabalarıyla kazandıkları ahlâktır. Bu durumda o, onların uzun çabaları ve tekrar tekrar yapmaları sa­yesinde, onlar için “âdet (alışkanlık)” halini alır ve sahip oldukları bu ahlâka göre sevap ve karşılık alırlar. Yüce Allah şu sözüyle bunu ifade etmiştir: “Bilsin ki insan için kendi çalışma­sından başka bir şey yoktur. Ve çalışması da ileride görülecektir. Sonra ona karşılığı tastamam verilecektir.”[49]

Ey kardeşim! Allah seni de bizi de kendi katından bir ruh ile desteklesin! Bil ki, ilâhîyyenin emir ve yasakları, hükümleri, belirlediği cezalar (hadler), teşvik ve uyarıları, vaat ve sakın­dırmaları, engelleme ve tehditleri üzerine düşünür, aklın ve fikrinle bunlara kafa yorarsan, dinin emirlerinin çoğunun insanların tabiatında bulunan şeylere ters olduğunu; yasakları­nın ise insan tabiatına yerleştirilmiş arzulardan; rahatlık, bolluk ve lezzet isteği ile tabiatta yerleşik diğer şeylerden ibaret olduğunu açık olarak anlarsın. Örneğin din oruç tutmayı, aşırı açlık ve susuzluk anında bile yemeyi-içmeyi terk etmeyi; aşırı soğukta bile abdest almayı, namaz kılmayı ve sıcak yataktaki uykuyu terk etmeyi; az ve kendisinin şiddetli ihtiyacı olma­sına rağmen, insanlara yardım etmeyi; arzusu fazla olmasına rağmen, iffetli olmayı; kızgın­lık anında bile yumuşak davranmayı, korkulu anlarda cesur olmayı, (cezalandırmaya) gücü yetmesine rağmen, affetmeyi; hüküm verirken adaletli olmayı; zor zamanlarda sabretmeyi; kaderin getirdiklerine razı olmayı, musibetleri hoş karşılamayı; tembellik anında bile çalış­mayı ve işe dört elle sarılmayı; korkulu anda bile doğru söylemeyi; ihtiyaç anında bile cömert davranmayı; söz verdiği kişiye, yanında olmasa bile vefalı olmayı; imkânları bol olmasına rağmen, dünyada zâhidçe bir hayat sürmeyi ve insan tabiatında mevcut benzer fiil, davranış, ahlâk ve seciyelerin tersini, tabiatta yerleşik olanın dışındaki şeyleri emreder.

Rivayete göre Allah’ın Elçisine (as); “(Resûlüm!) Sen af yolunu tut, iyiliği emret ve ca­hillerden yüz çevir.”[50] ayetinin anlamı sorulduğunda şöyle buyurdu: “Allah bu ayette güzel ahlâkı (mekârim-i ahlâk) bir araya toplamıştır ki bunlar yedi tanedir: Sana zulmedeni affet­men, vermeyene vermen, seninle bağlarını kesenle ilişkini sürdürmen, sana kötülük yapana iyilikle karşılık vermen, seni aldatana nasihat etmen, gıybetini yapan kimseye Allah’tan af dilemen, seni kızdırana yumuşak muamele etmendir”.

Ey kardeşim! Bil ki bunlar, Cenâb-ı Hakk’m şu ayetlerde işaret ettiği “Allah dostlan”nm güzel ahlâkının temel ilkeleridir: “Rahmânın (has) kulları anlardır ki, yeryüzünde tevazu ile yürürler ve kendini bilmez kimseler onlara laf attığında (incitmeksizin) ‘Selâm!’ derler (geçerler).”[51] [52] [53]

“Kendi aralarında merhametlidirler. Onları, rükûya varırken, secde ederken görürsün."4'’ Bu, şanı yüce olan Allah’ın, “Arşı yüklenen ve bir de onun çevresinde bulunanlar (melekler), Rablerini hamd ile teşbih ederler.”46 ayetinde işaret ettiği meleklerin ahlâkıdır.

Ey kardeşim! Allah seni de bizi de kendi katından bir huzur ve mutluluk ile desteklesin. Şimdi bu seçkin insanların ahlâkına bir bak! Allah dostlarından, cennet ehlinden, sadık ve seçkin melekler gurubundan olmak istiyorsan, bu konuda bir düşün! Sen de onlara uy ve bunun sende bir alışkanlık, yerleşik tabiat ve karakter haline gelebilmesi için, kendi düşün­cen ve çabanla, ciddi bir gayretle, tekrar tekrar yapıp, alışkanlık haline getirmek suretiyle onların ahlâkı ile ahlâklan. O derecede ki, onlardan ayrı olduğunda da bu ahlâk, nefsinde şekillenmiş olarak devam etsin. Şeytanların dostlarının ve İblis’in askerlerinin ahlâkını ise terk et. Kesin olarak bil ki, öldükten sonra ruh bedenden ayrılınca, dünyada sahip olduğu mal-mülk, dünyalık şeyler ve yakınları hepsi dünyada kalır. Ona sadece orada kazandığı ahlâk ve amelleri, bilgi ve marifetleri, inandığı ve içinde sakladığı görüşleri eşlik eder. Nite­kim Resûlullah (as), “amelleriniz size iade edilir”; yüce Allah da, “Böylece yaptıklarını karşı­larında bulmuşlardır.”[54] buyurmuştur.

Ey kardeşim! Bil ki, dünya ehlinin ahlâk ve seciyesi, yaratılışta onlara “tabiat” olarak yerleştirilmiştir. Çünkü onlar, dünyaya cahil olarak ve o ahlâka yatkın olmaksızın gelmiş­ler, sonra onlar için bu konudaki engeller ortadan kaldırılmış (ve böylece kendilerine özgü ahlâkları olmuştur). Ahiret ehlinin ahlâkı ise, sonradan kazanılmış ve onlarda adet haline gelmiştir. Çünkü ahirete gidişlerinden önce onların engelleri de ortadan kaldırılmış, (böy­lece ahiret ehli olmalarına engel olan ahlâkî sorunları giderilmiştir). Bu, ahiret hakkında bilgilendirilmeleri, kendilerine bazı şeylerin haber verilmesi, bazı şeylerin müjdelenmesi, bazı konularda uyarılmaları ve onların da (bunları dikkate alarak) ahiret için ciddi çaba sarf etmeleri, ahiret yolunun kendilerine açık olarak bildirilmesi suretiyle ve insanların ihtiyaç duyduğu açıklama, istitaat, kudret, yol gösterme, emir ve yasak, vaat ve tehdit, teşvik ve uyarı gibi dinî hükümlerde, cezalarda, aklın yargılarında ve onun gerektirdiği açık-seçik şeylerde gerçekleşmiş, (ahlâkî) pürüzler giderilmiştir. Bu, insanların peygamberlerden ve fıtrata yer­leşmiş akıllardan sonra Allah’a karşı bir bahaneleri olmaması için yapılmıştır.

Burada anlattıklarımızla dünya ehlinin ahlâkının onların tabiatlarına yerleştirilmiş ol­masının, ahiret ehlinin ahlâkının ise kazanılmış ve adet haline getirilmiş olmasının sebebi ve nedeni ortaya çıkmıştır. Şimdi kazanılmış ahlâkın hangisinin övülen, hangisinin kınanan ahlâk olduğunu; övülenin ise bir kısmının aklın gerekleri ve hükümleri doğrultusunda, bir kısmının da dinin hükümleri ve emirleri gereği meydana geldiğini; kınanan kısmın da aynı şekilde gerçekleştiğini açıklamak istiyoruz.

Ey kardeşim! Bil ki, akıllı ve keskin görüşlü herkes, insanların hallerini aklı ile düşünüp değerlendirir, onların derecelerini birbirinden ayırır ve kendi dünyalarındaki tasarruflarını dikkate alırsa; onların bir kısmının seçkin (havâs), bir kısmının umumi, bir kısmının yöneti­ci ve bir kısmının da halk (düzeyinde) olduğunu; kralların ve onlara tâbi yardımcılarının ve dostlarının ahlâk ve seciyelerinin, avam ve halkın ahlâkından farklı olduğunu; bundan dola­yı avam ve halktan birinin, kralların meclisine ancak bir eğitim ve bilgilendirmeden sonra, (saraya girmeye yakışan) bir sükûnet, vakar ve heybet ile girmelerine müsaade edileceğini bilir. Bu onun için bir (örnek ve) delil olur ve bu sayede, herhangi bir kimsenin, göklerin melekûtuna, feleklerin enginliğine yükselip, melekler zümresine katılabilmesinin, ancak nef­sini arındırıp olgunlaştırma, ahlâkını güzelleştirme, inancını düzeltme ve bilgilerini hakikate uygun yapma konusunda ciddi bir çabadan sonra mümkün ve uygun olduğunu anlar. Bu bağlamda, “felsefî yönetim”e dair kitaplarda da anlatıldığı gibi, çabaları sayesinde ve aklın gerekleri doğrultusunda, yukarıda belirtilen konularda bozuk yönlerini düzeltmeye çalışır, kınanan şeylerden de uzaklaşır.

Ey kardeşim! Bil ki, akıl sahibi herkesin, bu anlattığımız şeyleri, büyük bir yardım, ince bir araştırma ve güçlü bir düşünme olmaksızın gerçekleştirmesi mümkün olmayacağı için, yüce Allah bunu insana kolaylaştırmış; insanların hoşnut olacağı öğütlerle desteklenmiş İlâhi ka­nunları vaz’ edicileri (peygamberleri) göndermiş, insanlara onların emir ve yasaklarına uyma­larını emretmiştir. Peygamberler onlar için büyük mabetler, mescitler, kiliseler, namazgâh ve ibadethaneler yapmışlar, oralara temiz olarak, güzel elbiseler giyinerek, sükûnet, vakar, edep, takva, huşu içerisinde, teşbih ve istiğfar ile girmelerini; kendilerine mübah olan ve evlerinde, çarşı-pazarda, meclislerde ve yollarda yapmaları caiz olan şeyleri terk etmelerini emretmişler­dir. Bunların hepsi, hayatı boyunca, cennete girmek ve ruhu ile göklerin melekûtuna yüksel­mek isteyen kimsenin yaşam tarzının böyle olması gerektiğini anlayan her akıl sahibine bir delil olması ve bunun onda bir alışkanlık, karakter ve değişmez tabiat haline gelip, bu sayede ruhu ile oraya çıkmaya hak kazanması ve bunun ona kolaylaşması içindir. Nitekim yüce Al­lah şöyle buyurmuştur: “Ona ancak güzel sözler yükselir (ulaşır). Onları da Allaha amel-i salih ulaştırın”[55] Burada mü’minin ruhu kastedilmektedir. Akıl ve fikir sahibi olan herkes, her inanç ve mezhepte, cuma ve bayram namazlarında minberlerde dinlediği hutbeler üzerine düşündü­ğünde, bu anlattıklarımızın doğru ve gerçek olduğunu açık olarak anlar.

Ey kardeşim! Bil ki, bu İlâhî kanunları aktaranların, çeşitli konulara dair birçok emir ve tavsiyeleri vardır. Çünkü onların davetleri hem halkın ileri gelenlerini, hem de genel olarak bütün insanları kapsamaktadır. Onlara tâbi olanların ise durumları farklıdır. Onlar her bir tabaka için gerekli ve uygun olanı açıklamışlardır. Fakat onların hepsine genel olan husus; insanları bu aktardıklarını ikrar etmeye ve -tâbileri bilsin ya da bilmesingayba dair haber verdikleri hususları tasdik etmeye davet etmektir. İşte bu, yüce Allah’ın, “Ey insanlar! Ger­çekten ben sizin hepinize, göklerin ve yerin sahibi olan Allah’ın elçisiyim... Allah’a ve Resulüne iman edin.”[56] buyururken dile getirdiği imandır. Sonra Allah onlara bazı şeyleri emretmiş, bazı şeyleri de yasaklamıştır ki, bunlar din ehli ve fakihleri nezdinde bilinen şeylerdir. Fakat O’nun bu konuya dair son sözü şu olmuştur: “Allah’a döndürüleceğiniz, sonra da herkese hak ettiğinin eksiksiz verileceği ve kimsenin haksızlığa uğratılmayacağı bir günden sakının.”[57] Ri­vayete göre Kuranın son nazil olan ayeti budur.

Ey kardeşim! Allah seni de bizi de kendi katından bir huzur ve mutluluk ile destekle­sin! Bil ki, yüce Allah’ın, kullarına verdiği emirler, kralların emirlerine benzer. Kralların, halifelerin ve birçok liderin âdeti ve uygulamasıdır ki, çocuklarından ya da kölelerinden bi­rinde asalet ve başarı (arzusu) tespit ettiğinde, onun eğitim-öğretimine ve terbiyesine özen gösterir. Onu oyun, eğlence ve arzularına dalmaktan korur. Edebi terketmeyi, kötü ahlâkı ve liderlerin, akıllı ve erdemli insanların ahlâkına yakışmayan her şeyi ona yasaklar. Bütün bunlar, eğitimini tamamlayıp, liderlik ve saltanatta efendisinin halifesi olabilmesi ve baba­sının yerine geçebilmesi için kendisinden arzu edilen şeyleri kabule hazır hale gelip onlarla donanması içindir.

İşte yüce Allah’ın, şu ayette buyurduğu gibi, rızasına uymayı emredip nefislerinin istek­lerine tâbi olmayı yasaklarken, Peygamberlerini ve mümin veli kullarını terbiye etmesi de aynen böyledir: “Rabbinin makamından korkan ve nefsini kötü arzulardan uzaklaştıran için ise, şüphesiz cennet yegâne barınaktır.”[58]

Keza kral çocuklarının ve kölelerinin çoğu, babasından ya da efendisinden yukarıda be­lirttiğimiz gibi bir durum sezerse, onun emir ve yasaklarına uymak, şehevi arzularını ve hevâsına uymayı terketmek suretiyle nefsini tutar. Bütün bunları, yüce bir durumu ve büyük bir makamı arzuladığı için yapar. İşte Allah’a kavuşmayı arzu eden Allah dostu müminlerin durumu da böyledir.

(Sahip olduğu imkânlara) sırt çevirip uzak duran, kendilerine vaat edileni arzulamayan, kötü ve mutsuz kral ve lider çocukları ile köleleri ise, kendilerine emredilenleri kabul etme­yip, söylenenleri dinlemeyip, yapılan teşvik ve uyarıları düşünmedikleri gibi, gece-gündüz şehvetlerini tatmin peşinde koşar, nefislerinin hevâsım yerine getirirler. Şüphesiz onlar, kar­deşlerinin ulaştığı liderlik, emretme ve yasaklama yetkisi, otorite, izzet ve şereften mahrum kalırlar. Böyle kral çocukları, düşmana rehin düşmeden ya da kardeşlerince tutuklanmadan ıslah olmazlar.

Ey kardeşim! înkârcıların, münafıkların ve fâsıkların ahiretteki durumu da işte böyledir. Onlar, Rablerinin emirlerini terkedip, nefislerinin arzularını yerine getirmenin ve hidayetten sapmanın cezası olarak, müminlerin ulaştığı şeref, yakınlık, mertebe ve derecelerden, lezzet ve mutluluktan, yüce Allah’ın şu ayette buyurduğu gibi, sevap ve mükâfattan da mahrum kalırlar: “Hevâ ve hevesini tanrı edinen ve Allah’ın (kendi katındaki) bir bilgiye göre saptırdığı, kulağını ve kalbini mühürlediği, gözünün üstüne de perde çektiği kimseyi gördün mü?”[59]

Bu anlattıklarımızla, yüce Allah’ın, müminleri terbiye etmesinin, kralların, çocuklarım terbiye etmesine benzediği açıkça ortaya çıktığına göre, şimdi şunu ifade etmeliyiz:

Ey kardeşim! Bil ki, Allah’ın vaadi, inançsızları, münafıkları, fâsıkları uyarıp tehdit etmesi ve onlara azap etmesi, Elem ve Lezzetler risâlesinde açıkladığımız gibi, hikmet ehli, müşfik bir doktorun, hasta ve cahil olan çocuğunu uyarmasına benzer. Allah, müminlere vaat ettikleri gibi, kâfirlere ve münafıklara olan uyarılarını da Kuranda bin dolayında ayette zikretmiştir. Örneğin O; “Allah, mümin erkeklere ve mümin kadınlara, içinde ebedî kalmak üzere altından ırmaklar akan cennetler ve Adn cennetlerinde güzel meskenler vaat etti.”[60] buyurmuştur.

Şam yüce olan Allah, müminlerin sevabını cennetler ve ahiret nimetleri şeklinde takdir etmiştir. Çünkü iman, birçok melekî fazileti ve aklî şartları bir arada bulunduran bir haslet­tir. Bu nedenle mü’minlerin, kendilerine özgü olarak bilinen ve inançsızlarla münafıklardan ayrıldıkları birtakım alâmetleri vardır. Bu konunun bir boyutunu îmân ve Müminlerin Has­letleri adlı risâlemizde açıladık. Fakat şimdi biz bu risâlede -yüce Allah’ın, “Sen yine de öğüt ver. Çünkü öğüt müminlere fayda verir."[61] ayetiyle emrettiği gibigafillere bir hatırlatma ve öğüt olması için, bu konudan bir miktar daha bahsetme ihtiyacı hissediyoruz.

Bölüm

Ey kardeşim! Allah seni de bizi de kendi katından bir huzur ve mutluluk ile destekle­sin! Bil ki, Allah’ın mümin, arif ve basiretli has kulları, Allah’a karşı görevlerini sadakatle ve yakîn ile yerine getirirler. Yapıp-ettiklerinde -sanki sürekli Allah’ı müşahede edip görüyor­larmış gibigece ve gündüz kendilerini sorguya çekerler. Onlar yaptıklarının sevabını anında görürler, bir an bile ertelenmez ki o, ahirete varmadan önce, dünya hayatındaki müjdedir. Onlar, kötülüklerinin karşılığını da fiillerinin hemen ardından görürler. Onlara çok azı gizli kalır. Şanı yüce olan Allah şu ayetlerle onlara işaret etmiştir: “Takvaya erenler var ya, onlara şeytan tarafından bir vesvese dokunduğunda (Allah’ın emir ve yasaklarını) hatırlayıp hemen gerçeği görürler."[62]-, “Şüphesiz kullarım üzerinde senin bir hâkimiyetin yoktur.”[63]*-, “Ancak on­lardan ihlâslı kulların müstesna.”[64]

Onları methedip öven daha birçok ayet vardır. Onlar, Allah’ı en iyi bilen ve ona karşı görevlerini en iyi yerine getiren kimselerdir.

Anlatırlar ki, onlardan birisi, bir yolculuğunda, dağ başındaki hücresinde uzlete çekilmiş bir rahibe uğradı. Karşısında durup ona, “Ey Rahip!” diye seslendi. Rahip hücresinden başını çıkarıp, “Kim o?” deyince aralarında şu diyalog geçti:

Hemcinsinden bir âdemoğlu!

Ne istiyorsun?

Allah’a giden yol nasıldır?

Nefsin isteklerinin (hevâ) tersidir.

Azığın en hayırlısı hangisidir?

Takvadır.

Niçin insanlardan uzaklaşıp bu hücreye kapandın?

Onların fitnelerinden dolayı kalbimden korktuğum ve onların kötü yaşam tarzı nede­niyle aklımı şaşkınlıktan korumak için. Ayrıca onların hilelerinin vereceği sıkıntıdan ve fiillerinin çirkinliğinden kendimi kurtarmak istedim. İlişkilerimi Rabbimle sınırladım ve onlardan kurtuldum.

Bana, (uzaklaştığın) o insanlardan bahseder misin?

-        Onlar en kötü bir kavim ve en şerir insanlardı. Onları bundan dolayı terk ettim.

-        Ey Mesih’e tâbi olan topluluk! Rabbinizle ilişkileriniz nasıldır? Süslü sözleri bırak da bana doğruyu söyle. Râhib bir süre sessizce düşündü ve sonra dedi ki;

-        Olabilecek ilişkinin en kötüsü.

-        Nasıl yani?

Rabbimiz bize bedenlerimizi yormayı, nefislerimize eziyet etmeyi, gündüzleri oruç tu­tup geceleri ibadet etmeyi, tabiatımıza yerleşmiş olan arzuları terk etmeyi, baskın hevâya

(nefsanî arzulara) karşı çıkmayı, saldırgan düşmanla mücadele etmeyi, yaşamın zorluk­larına razı olmayı, belâ ve musibetlere sabretmeyi emretti. Bütün bunlarla birlikte, yolun uzunluğuna, şaşkınlık ve şüphelerin çokluğuna rağmen, öldükten sonra ahirette verile­cek “ertelenmiş” bir mükâfat da vadetti. îşte Rabbimizle ilişkimizde bizim durumumuz budur. Peki! Biraz da kendinizden bahset, ey Ahmede tâbi olan topluluk! Sizin, Rabbinizle ilişkileriniz nasıldır?

Olabilecek ilişkinin en hayırlısı ve en güzeli. Rahip; “Onu bana anlat!” deyince o da şöyle anlattı:

O bize sayılamayacak kadar bol nimetler verdi, birçok lütuf ve ihsanda bulundu. Gece ve gündüz, O’nun geçmişte ve hal-i hazırda sahip olduğumuz, ayrıca gelecekte sahip ola­cağımız lütuf ve nimetlerine mazhar olduk.

Aynı Tanrı olmasına rağmen, size nasıl böyle özel muamele yaptı?

Nimet, ihsan ve iyilik, herkese geneldir, hepimize verilmiştir. Fakat güzel inanç, doğru görüş, hakkı ikrar, iman ve teslimiyet bize özel kılındı. Bize verilen itaat, iman, teslimiyet, nefis muhasebesi ve istikameti koruma konusundaki doğru duruş, geleceğe dair beklen­meyen olayları önceden sezme sayesinde ve an be an kalbe gelen düşünceler, vahiy ve ilham konusunda tetikte olmak suretiyle, hakikatlerin bilgisine muvaffak kılındık.

Bunun üzerine rahip dedi ki:

Bunu biraz daha açıklar mısın?

-Evet. Yalnız söylediklerimi güzel dinle ve anla. Anladıklarını da iyi düşün. însan henüz adı bile anılan bir varlık değil iken, şanı yüce olan Allah onu topraktan yarattı ve onun soyunun devamını değersiz bir suyun özüne bağladı. Sonra onu emin bir yerde bir nutfe [sperm] haline getirdi. Sonra onu (insan olarak) dünyaya getirinceye kadar dokuz ay boyunca halden hale dönüştürdü de insanoğlu sağlam bir beden, tastamam bir suret, dimdik bir boy-pos ve sağlıklı duyulara sahip olarak mükemmel biçimde yarattı. Sonra tam iki yıl boyunca onu içenlere lezzet veren tertemiz bir süt ile rızıklandırdı. Olgunluk çağma ulaşıncaya kadar büyütüp yetiştirdi, çeşitli lütuf ve hikmetleriyle nimetlendirdi. Sonra ona hüküm (hükmetme yeteneği), ilim ve zeki bir kalp, hassas bir kulak, keskin bir bakış, iyi bir tat alma, güzel bir koklama ve yumuşak bir dokunma duyusu ile konuşan bir dil, sağlam bir akıl, iyi bir anlayış, saf bir zihin ile düşünme ve ayırt etme, dileme ve seçme yetenekleri, itaatkâr organlar, iki sanatkâr el ve yürüyen iki ayak verdi. Sonra ona güzel konuşmayı ve beyanı, kalemle yazı yazmayı, sanat ve meslekleri, ziraatı, ahş-verişi, ticareti ve hayatın farklı yönlerini, yararlı olan şeyleri istemeyi, barınacak bina yapmayı, şeref ve saltanatı, hükmedip yönetmeyi öğretti. Yeryüzünde bulunan hayvan, bitki ve ma­den cinsinden her şeyi onun emrine verdi.

însan da bunlar üzerinde, efendilerin hükmettiği gibi hükmetmeye, kralların tasarrufta bulunduğu gibi tasarrufta bulunmaya ve belli bir süre için onlardan yararlanmaya baş­ladı. Sonra Allah ona ikramını, lütuf ve ihsanını arttırıp, zikrettiğimiz nimetlerin daha üstün ve daha güzel olanlarını vermek istedi de onu, meleklerine, seçkin kullarına ve cen­netliklere ikram ettiği nimetlerle donattı. Üstelik bu nimetler hiç eksilmez ve bozulmaz. Oysa dünya nimetleri sıkıntıyla, lezzetleri elemle, sevinci üzüntüyle, rahatı yorgunlukla, izzeti zilletle, sefası kederle, zenginliği fakirlikle, sağlığı da hastalıkla karışık vaziyettedir. Dünya ehli orada “nimetle donanmış” görünümünde olmasına rağmen, sıkıntı içinde; “gıpta edilen kişi” görünümünde, ama kederli; “güvenilir” görünümünde, ama aldanmış;

“şerefli” görünümünde, ama önemsiz ve değersiz; huzursuz ve ürkek; güvende olmayan korkak kimselerdir. Yine onlar nur ile karanlık, gece ile gündüz, yaz ile kış, sıcak ile so­ğuk, kuru ile yaş, uyku ile uyanıklık, açlık ile tokluk, susuzluk ile suya kanmışlık, dingin­lik ile yorgunluk, gençlik ile yaşlılık, güç ile zayıflık, hayat ile ölüm gibi zıtlıklar arasında mütereddit yaşamaktadırlar.

Dünya ehli ve dünyaya düşkün olanlar, bu ve benzeri şeyler arasında kararsız kalmış, bunların içine adeta itilmişler ve onların arasında şaşkın bir durumdadırlar. Rabbin on­ları lezzetlerle karışık bu elemlerden kurtarıp, içinde hiçbir sıkıntı ve eziyet barındır­mayan nimetlere, beraberinde bir elem getirmeyen lezzete, üzüntüsüz sevince, kedersiz mutluluğa, zilletsiz izzete, değersiz olmayan bir ikrama, yorgunluğu olmayan rahatlığa, keder bulaşmamış sefaya, korkusuz bir güvenliğe, fakirliği olmayan zenginliğe, hastalığı olmayan sağlığa, ölümsüz bir hayata, ihtiyarlığı olmayan gençliğe, bitimsiz bir sevgiye, karanlığı olmayan nura, uykunun bulunmadığı bir uyanıklığa, gaflet barındırmayan zik­re, cehalet bulaşmayan ilme, düşmanlık, haset ve gıybet barındırmayan sadakate kavuş­turdu ve sonsuza dek birbirine güvenen ve karşılıklı olarak birbirine huzur ve mutluluk veren kardeşlere dönüştürdü.

Şimdi insanın bu fâni bedenle ve ağır, değişken, uzun, geniş ve derin, karanlık, birbirine zıt unsurlardan ve dört karışımdan meydana gelen cismanî yapısıyla bunlara sahip olması mümkün olmadığından, -çünkü böyle birisi için, tertemiz nitelikler ve bâkî haller uygun değildirşanı yüce olan Yaratıcının hikmeti gereği, İlâhî inayet, onu başka bir yaratılışla yeniden diriltmeyi gerektirir. Nitekim şanı yüce olan Allah şöyle buyurmuştur: “Andolsun, ilk yaratılışı bildiniz. Niçin hatırlamıyorsunuz?’ Yani ikinci yaratmayı düşünüp ibret almanız gerekmez mi? “Sizi bilmediğiniz bir âlemde tekrar var edelim diye (ölümü takdir ettik).” “İşte Allah bundan sonra (aynı şekilde) ahiret hayatını da yaratacaktır.”

Bundan dolayı Allah, kullarına lütfunun ifadesi olarak onları ahiretteki güzelliklere teşvik eden, orayı arzulamaları ve oraya varmadan önce hazırlık yapmaları, ayrıca alış­tıkları dünyevî arzu ve lezzetlerden ayrılmalarını kolaylaştırmak, başlarına gelebilecek belâ ve musibetleri hafifletmek amacıyla, onlara ahiret yolunu gösteren peygamberler göndermiştir. Çünkü onlar, dünya hayatından sonra, onu örten ve öncesindeki dünya nimetlerini ve sıkıntılarını sona erdiren ahireti arzulamaktadırlar. Peygamberler onları, kendilerine vaat edilen şeyleri kaçırmamaları için, ahireti talepte tembel davranmama­ları konusunda uyarmışlardır. Çünkü kendilerine vaat edilenleri kaçıranlar, dünyayı da ahireti de kaybetmiş, kesin bir sapıklığa düşmüş ve apaçık bir hüsrana uğramış demektir. İşte Rabbimizle olan ilişkimizde bizim görüşümüz ve inancımız budur, ey Rahip! Bu inançla dünyadaki hayatımız güzelleşir, dünyalık şeyleri fazla önemsememe ve nefsanî arzuları terketmek kolaylaşır. Ahirete ilgimiz ve arzumuz artar. İbadetin ağırlığı, hiç his­setmeyeceğimiz şekilde hafifler. Hatta bu durumu bir nimet, bağış, izzet ve şeref olarak görürüz. Çünkü O, bizi kendisini zikretmeye ehil kıldı. Kalplerimize hidayet, gönülleri­mize ferahlık lütfetti. Bize tanıttığı sayısız nimetleri, çeşit çeşit lütuf ve ihsanları sayesinde bakışlarımızı nurlandırdı.

Bunları dinleyen rahip sonra şöyle dedi:

-İyi bir öğüt verici, sahip olduğumuz nimetleri bize en güzel biçimde hatırlatan, görebil­diği doğruluğa en iyi şekilde kılavuzluk eden, işinin ehli dost bir doktor ve olabildiğince şefkatli, nasihat veren bir kardeş olarak, Allah sana hayırlar lütfetsin.

Bölüm

Ey kardeşim! Allah seni de bizi de kendisinden bir huzur ve mutluluk ile desteklesin! Bil ki, tabiî olaylar, tıpkı rahimin cenini; yumurtanın dış yüzeyinin sarısını kuşattığı gibi bizi ku­şatmış, nefislerimizi işgal etmiştir. Bunlar, kendini tamamlama, yetkinleştirme ve belirli bir süre (dünya hayatı boyunca) âfetlerden korumaya yönelik olarak tabiattan kaynaklanan bir arzudur. Bünye tamamlanıp, suret kemale erdikten sonra, oradan çıkma zamanı geldiğinde, cenin organlarını hareket ettirir, ayaklarını oynatır, elleri ile vurur. Nihayet plasentayı yırtıp, kendisini orada tutan tendonları ve bağları koparır. Böylece rahimden çıkma imkânı bulur. Civcivin yumurtadan çıkması da böyledir. Bu, dünyadan ayrılıp, cisimler âleminden ruhlar âlemine geçmek isteyen her nefis için bir kıyas ve delil; ayrıca bize bu uğurda çalışıp çabala­mamız gerektiğine ve tabiatımıza iyice yerleşmiş, bizim oluş ve bozuluş âleminden felekler âlemine, uçsuz bucaksız göklere, ruhların kaynağına ve nefislerin karargâhına geçişimize engel teşkil eden kötü huylardan bu sayede kurtulabileceğimize dair bir uyarıdır.

Durum böyle olunca, insanın, bu yüksek hakikati akledip bu önemli meseleyi anlamaya gücü yetmediğinden, yüce Allah, kullarına lütuf, ihsan ve ikramının ifadesi olarak, insanlara yardımcı olmak, onlara bu konuları öğretip birtakım uyarılarda bulunmak, onları (Allah yoluna) davet edip teşvik etmek, isteyerek ya da istemeyerek Ona ulaşmak için çalışmak­la yükümlü tuttuğu peygamberler göndermiştir. İşte bu, şanı yüce olan Allah’ın, kullarına lütfettiği nimetlerin ve istisnasız hepsine bulunduğu ihsanın en büyüğüdür. Bu durumda, burada anlattıklarımızla, şanı yüce olan Allah’ın bazı nimetlerinin ve ihsanının, O’nun yara­tıklarından sadece bir kısmına ait olmadığı, hepsini genellediği anlaşılmaktadır.

Şimdi O’nun bazı yaratıklara özgü olan nimet ve ihsanlarını zikredip, bunların nasıl ol­duğunu ve kimlerin bunlara hak kazanıp layık olduğunu açıklamak istiyoruz:

Ey kardeşim! Bil ki, Allah’ın birtakım nimetleri, ikram ve ihsanı, özel çaba ve gayretleri, ayrıca güzel davranışları sebebiyle, bazı seçkin kullarına özgüdür. Allah, başkalarını, ceza olarak bu nimetlerden mahrum eder. Çünkü onların çabaları, gayretleri ve davranışları, seç­kin insanların çaba ve gayretlerinden tamamen farklıdır. Bu, Allah’ın, mahlûkatı arasındaki adalet ve insafının gereğidir. Çünkü O’nun, yaratıklarına karşı ihsanda bulunup nimetler bahşetmesi, O’nun cihetinden onlara karşı bir lütuftur. Bu lütuf hepsini kapsar. Ancak bu lütuftan pay almaları aynı düzeyde değil; çaba ve gayretleriyle hak edip, lâyık oldukları oran­dadır. Çünkü onlar, amel bakımından da aynı düzeyde değildirler.

Ey kardeşim! Bil ki, şanı yüce olan Allah, bu yüce ve değerli davadan habersiz, gafil toplumlara peygamberlerini gönderdiği zaman, onlara ancak güçlerinin yetebileceği söz, fiil ve niyetleri emretmiş, onları bunlardan sorumlu tutmuştur. Peygamberlerin onlara emredip yapmalarını istedikleri şey, kendilerine getirdikleri duyular üstü gaybî bilgilere iman edip bunu dil ile ikrar etmek, yüce Allah’ın şu ayette belirttiği gibi, bu bilgileri bilerek inkâr et­mekten kaçınmaktır: “De ki: Ey insanlar! Gerçekten ben, sizin hepinize, göklerin ve yerin sa­hibi olan Allah’ın elçisiyim. Ondan başka Tanrı yoktur, O diriltir ve öldürür. Öyleyse Allaha ve ümmî Peygamber olan Resulüne iman edin”[65]. Kim bunu dil ile ikrar ederek, bu ikrarında sebat eder, geri dönmezse, ikrarının karşılığı olarak Cenâb-ı Hak, şu ayette vaat ettiği gibi, dünyada hemen onun kalbini yakînî bir imanla hidayete erdirir ve kendisine gayba dair veri­len haberleri tasdik için kalbine genişlik verir, onu sıkıntı ve yalanlama eleminden koruyup, nefsini şüphe, endişe ve şaşkınlık azabından kurtarır: “Kim Allaha inanırsa, Allah onun kal­bini hidayete erdirir”[66]. Yani inandığını dili ile ikrar ederse, Allah onun kalbini tasdike, yakînî imana ve ihlâsa yönlendirir. Şu ayetler de bu anlamdadır: “Hidayete erenlere -yani ikrar eden­leregelince, Allah onların hidayetlerini -yani yakîni imanlarını ve basiretleriniarttırır ve sakınmalarını sağlar”[67]. Yani onlardan şüphe ve tereddüdü giderir.

Ey kardeşim! Bil ki, diliyle ikrar ettiği halde, kalbiyle inkâr eden kimse, şüpheci, mü­tereddit ve şaşkın olur. Bu özelliklerin hepsi, kalplere elem veren, nefisler için azap olarak nitelenebilecek durumlardır. Şam yüce olan Allah, peygamberlerin getirdiklerini ikrar eden kullarını bu elem ve azaptan kurtarmak istedi de, ikrar edenlere yapageldikleri şeyleri yap­malarını emretti, terk ettiklerini de yasakladı. Bunların hepsi onları sınamak içindir. Kim Onun emirlerini kabul eder, onları yerine getirir ve o doğrultuda yaşarsa, onların mükâfatı ve amellerinin sevabı, daha ahirete varmadan bu dünyada, Allah’ın onların kalplerini yakînî iman nuru ile hidayete erdirmesi, gönüllerini şüphe, endişe, inkâr, şaşkınlık, dehşet ve nifak sıkıntısından temizleyip, bunların vereceği azaptan kurtarmasıdır.

Bu emri terk edip onunla amel etmediği gibi, bir de insanları aldatıp, hile yapan, dışı başka içi başka, göründüğü gibi olmayan, sözünde durmayan, bu kötü ve utanç verici şeyleri yapmaya devam eden kimsenin karşılığı ve cezası ise, yüce Allah’ın şu ayetlerde belirttiği gibi, dininde şüphe ve tereddüt içinde, şaşkın ve endişeli olarak, iki arada bir derede, kalbi azap, nefsi elem içinde terk edilmesidir: “Nihayet, Allaha verdikleri sözden döndüklerinden ve yalan söylediklerinden dolayı Allah, kendisiyle karşılaşacakları güne kadar onların kalbine ni­fak (ikiyüzlülük) soktu."[68]-, “Yine Ona iman etmedikleri ilk durumdaki gibi onların gönüllerini ve gözlerini ters çeviririz. Ve onları şaşkın olarak azgınlıkları içerisinde bırakırız.”[69]*

Yüce Allah, şöyle buyurmuştur: “Onları gördüğün zaman kalıpları hoşuna gider, konuşur­larsa sözlerini dinlersin. Onlar sanki duvara dayanmış kütükler gibidir. Her gürültüyü kendi aleyhlerine sanırlar. Düşman onlardır. Onlardan sakın. Allah onların canlarını alsın. Nasıl bu hale geliyorlar?”[70].

Bu anlattıklarımızla, yüce Allah’ın müminlere, Rableri ile olan ilişkileri oranında, ahirete varmadan önce dünya hayatında katından bir mükâfat olarak nasıl lütuf ve ihsanda bulunup nimetlendirdiği; başka bir topluluğu ise, emirlerini terk edip uygulamamalarının karşılığı ve cezası olarak nimetlerinden nasıl mahrum bıraktığı bir ölçüde anlaşılmıştır.

Bölüm

Ey kardeşim! Allah seni desteklesin! Bil ki, yüce Allah kendisine kesin olarak inanan mü­minlere ve peygamberlerine bazı şeyleri yapmalarını farz kılmış, bazı şeyleri de -kaçınmaları içinyasaklamıştır. Bunların hepsi onları imtihan etmek içindir. Ayrıca Allah, bu farz kıldığı ve yasakladığı şeyleri, kullarının yükselmeleri, bir halden başka bir hale intikal ederek, en mükemmel hale ve en son gayeye ulaşmak için neden ve sebep kılmıştır.

Ey kardeşim! Bil ki, Allah kimini bir derece ve makama yükseltir de, o da oraya ulaştıktan sonra orada kalır, geri dönmez, sonra o makamın hakkını verir, şartlarını yerine getirirse, bunun karşılığı ve mükâfatı olarak Allah onu bu makamdan daha yüksek bir makama, bu­lunduğu halden daha yüce ve şerefli bir hale yükseltir. Bu makamda bulunma nimetinin değerinden habersiz olup, o nimete şükretmeyen ve daha yüksek makama ulaşmak için ça­balamayan ve bulunduğu makamda ilerlemeyi arzulamayan kimsenin göreceği karşılık ise, o makamdan ayrılmak, ameli hangi dereceye karşılık geliyorsa, orada kalmak ve daha faz­lasından mahrum olmaktır. Böylece o, bunun ötesinde ve yukarısındaki derece ve makam­lara ulaşamaz. Bu kayıp ve mahrumiyet, ona verilmiş cezadır. Daha önce ifade edildiği gibi, inancını ikrar eden, samimi ve sadık müminlerle, şüpheci ve hilekâr münafıklar bu duruma örnektir.

Yüce Allah muhlis, kesin inanan, sadık müminlerin özelliklerini ve onların amelleri ile ahlâklarını Kuranın birçok suresinde zikretmiş; şüpheci ve riyakâr münafıkların özellikle­rini de yine birçok ayette, özellikle de Enfal, Tevbe ve Ahzab sûrelerinde ifade etmiştir ki burada onları tekrara gerek yoktur. Onları sadece hatırlatmak yeterlidir. Bir rivayette ifade edildiğine göre, Ömer bin Hattab (r.a), halifeliği sırasında insanlara bu sureleri okumalarını, ezberleyip incelemelerini, sonra da bu surelerde anlatılanları kendilerine uygulamalarını, çevrelerini orada anlatılan ikiyüzlü, hilekâr ve şüpheci münafıkların sıfatlarından arındır­malarını emretmiştir.

O halde ey kardeşim! Eğer Allah’ın, rahmet ve merhameti ile senin derecelerini yükselt­mesini istiyorsan, ömrün boyunca Rabbinle olan ilişkilerinde bu anlattıklarımızı kendine ölçü ve delil yapman gerekir ki O, seni hem bu dünyada, hem de ahirette mertebelerin en yücesine ve en şereflisine ulaştırsın. Nitekim yüce Allah şu ayette bunu vaat etmiştir: “Allah sizden inananları ve kendilerine ilim verilenleri derecelerle yükseltsin.”[71]

Bölüm: îlim Yolunda Olmanın Fazileti

Ey kardeşim! Şanı yüce olan Allah seni de bizi de kendi katından bir huzur ve mutluluk ile desteklesin! Bil ki, yukarıda belirttiğimiz gibi, şanı yüce olan Allah, müminlere yapmaları gereken birçok şeyi farz kılmış, yapmamaları gereken şeyleri de yasaklamıştır. Fakat dinin farz ve hükümlerinden hiçbiri, bir kul için; -Allah’a iman ve ikrar, peygamberlerinin geti­rip haber verdiklerini tasdikten sonra-, ilim ve onun peşinden koşup, onu öğretmek kadar gerekli, faziletli, üstün, değerli ve yararlı değildir. Ayrıca ilim, kulu Rabbine yaklaştıran en önemli şeydir. İlmin, bahsettiğimiz bu fazileti ve üstünlüğü ile onun peşinde koşmanın ve ilim öğrenmenin değeri konusunda Peygamberden (as) gelen şu rivayet yeterlidir:

“İlim öğreniniz. Çünkü ilim, Allah korkusunu gerektirir. İlim peşinde koşmak ibadet; ilim müzakeresi teşbih; İlmî araştırma yapmak cihad; bilmeyenlere ilim öğretmek sadaka; ilim ehline maddî katkı sağlamak, Allah’a yakınlık vesilesidir. Çünkü helâl ve haram, ilim sayesinde bilinir. İlim cennet yolunu aydınlatan projektör, yalnızlıkta en iyi dost, gurbet­te arkadaş, bollukta ve darlıkta kılavuz, düşmanlara karşı silahtır. Garipler nezdinde insanı başkalarıyla kaynaştıran, dostlar nezdinde süs olan bir şeydir. Allah ilim sayesinde bazı mil­letleri yükseltir ve onları hayırda kendilerine uyulan, izinden gidilen lider ve önder millet ya­par. Böylece o milletin yaptıklarına güvenilir, kanaatlerine başvurulur. Melekler onlarla dost olmak ister, onlara kanat gerer. İbadetlerinde onların bağışlanmalarını isterler. Yeryüzünde kuru-yaş her şey, hatta denizlerdeki balıklar ve her türlü yaratık, karadaki yırtıcılar ve çeşitli hayvanlar, gökyüzü ve yıldızlar onlar için bağışlanma diler. Çünkü ilim, cehalete karşı kalbin hayat kaynağı, karanlığa karşı gözlerin önünü aydınlatan lamba, zayıflığa karşı bedenin gücü ve kuvvetidir. Köle olan bir insan, ilim sayesinde hürlerin ulaşabileceği makamlara, kralların meclislerine, dünya ve ahirette yüksek derecelere ulaşır”.

timi konularda tefekkür, oruca; ilim müzakeresi namaza denk kabul edilmiştir. Allah’a itaat ve ibadet, ilim ile olur. İyilik, onunla bilinir. İnsan, ilim sayesinde verâ sahibi olur ve ilmi ile mükâfatlandırılır. Akrabalar arasındaki bağ, ilim sayesinde kurulur; helâl ve haram onunla bilinir.

Bil ki, ilim, amelin kılavuzudur. Amel ilme tâbidir. Allah ilmi mutlu insanlara lütfeder. Mutsuz ve kötü insanları ise, ondan mahrum eder.

Bölüm

Ey kardeşim! Allah seni de bizi de kendi katından bir huzur ve mutluluk ile desteklesin! Bil ki, ilim yolcusunun yedi şeye ihtiyacı vardır:

1.        İlme arzulu olmak ve susmak,

2.        Dinlemek,

3.        Tefekkür,

4.        Öğrendikleriyle amel etmek,

5.        Doğru olmayı can-ı gönülden arzulamak,

6.        İlmin Allah’ın bir nimeti olduğunu sıkça ifade etmek,

7.        Yaptığı iyi şeylerden dolayı gururlanmayı terk etmektir.

İlim, sahibine on güzel özellik kazandırır: Eğer aşağı biriyse, ilim ona şeref kazandırır; adi biriyse izzet; fakir ise zenginlik; zayıf biriyse güç; sıradan biriyse asalet; (insanlara) uzak biriyse yakınlık; değeri düşük biriyse ilim ona değer kazandırır. Keza cimri ise cömertlik; kendini beğenmiş biriyse hayâ; aşağı tabakadan biriyse heybet; hasta ise ilim ona sağlık ka­zandırır.

Şanı yüce olan Allah şöyle buyurmuştur: “Hiç bilenlerle bilmeyenler bir olur mu? Ancak akıl sahipleri öğüt alırlar”[72] [73]-,

“Kulları içinden ancak âlimler, Allah’tan (gereğince) korkar.”66; “Kime hikmet verilirse, ona pek çok hayır verilmiş demektir.”[74]

Kur’an-ı Kerim’de âlimleri öven, onların faziletlerine dair ve onlardan sitayişle bahseden, bunlar gibi daha birçok ayet vardır.

Ey kardeşim! Bil ki, ilmin pek çok faziletleri olmasına rağmen, yine de âlimler için uzak durup sakınmaları gereken birtakım âfetler, kusurlar ve ahlâkî zâfıyetler söz konusudur:

Kibir, kendini beğenmişlik ve övünme bunlardandır. Resûlullah’ın şöyle dediği rivayet edilir: “timi arttığı halde, Allah’a karşı tevazûu, cahillere karşı şefkat ve merhameti, âlimlere karşı sevgisi artmayan kimsenin, ancak Allah’tan uzaklığı artar”.

Alimler arasındaki ihtilaf ve çekişmelerin fazla olması, başkanlık arzusu, taassup, düş­manlık ve kin duygusunun mevcudiyeti de ilmin âfetlerindendir. Lokman Hekim oğluna şöyle demiştir: “Yavrucuğum! âlimlerle birlikte otur, onların dizleri dibinden ayrılma. Çün­kü Allah, bol yağmurla ölü toprağı dirilttiği gibi, ilmin nuru ile de ölü kalpleri diriltir. Yalnız âlimlerin tartışmalarından uzak dur. Aslında ilim semadan tertemiz bir şekilde iner, fakat insanlar onu öğrendiklerinde, nefsanî arzuları doğrultusunda yönlendirirler”.

Alimlerin başına gelebilecek âfetlerinden biri de; müşkil meselelere dalmaları, şüpheli şeylere ruhsat vermeleri ve ilmin gerekleri ile amel etmemeleridir. Dünyaya fazla rağbet et­meleri ve dünyalık elde etmek için çok hırslı davranmaları da, âlimlerin maruz kalabileceği âfetlerdendir. Bir atasözünde şöyle denmiştir: “Dünya sevgisi her hatanın başıdır. Dünyalık şeylere aşırı düşkünlük, nefislerin hastalığı ve illetidir. Din âlimleri, gönül doktorları ve he­kimleridir. Dünyaya rağbet eden ve dünyevî arzu ve isteklerinin peşinde koşan âlim, kendisi hasta olduğu ve iyileşme umudu olmadığı halde, başkasını tedavi etmeye çalışan doktora benzer. Bu doktor öyle bir tedavi ile hastayı nasıl iyileştirebilir ki?”

Yine denilmiştir ki: “(Ancak) dünyevî şeylere rağbet etmeyen (zahitçe davranan) bir âlim, Allah’ın dinini bilen ve ahiret yolunu gören bir âlim olur. Zaten öyle bir âlim, dünyaya rağbet eden bin âlimden daha hayırlıdır. Mesih, ona selam olsun, buyurmuştur ki, ‘Ey âlimler ve fakihler! Ahiret yolu üzerinde oturuyorsunuz, ama oraya doğru gitmiyorsunuz ki cennete giresiniz. Başkasını da bırakmıyorsunuz ki oraya ulaşsın. Cahil kimse, âlimden daha mazur görülür, ama gerçekte ikisinin de hiçbir özrü yoktur.”

Ey kardeşim! Bil ki, her ilim ve terbiye, sahibini ahiret düşüncesine yönlendirmediği gibi, oraya ulaşmasına yardım da etmez. Böyle bir ilim ve terbiye, sahibi için bir vebal ve kıyamet günü onun aleyhine bir delildir. Kralların, diktatörlerin, zorba yöneticilerin (firavunların) ve geçmiş asırların, üst düzey akılları, muhteşem terbiyeleri, siyasetleri, hikmetli işleri, ilginç ürünleri (sanatları) vardır. Onlarla oturup kalkan, onların yardımcılığını yapan ve onlara yakın olan vezirleri, kâtipleri, çalışanları, komutanları, âlimleri ve edipleri de aynen onlar gibidir. Fakat onlar bu güçlerini, akıllarını, zihinlerini ve çoğu düşüncelerini, iyiyi kötüden ayırma yeteneklerini ve fikirlerini, dünyevî arzular uğrunda, dünya lezzet ve nimetlerinden yararlanma ve o nimetlere karşı aşırı ilgi ve hırs göstererek onlara sonsuza dek sahip olma yolunda harcadıkları için helak olmuşlardır. Yine onlar dünyayı imar edebilmeleri için, çaba ve gayretlerinin çoğunu dünya işlerinin düzelmesine tahsis etmişler, ama ahireti ve öldük­ten sonra dirilme bilgisini düşünmeyi ihmal etmişler ve ahiret için hazırlık yapmamışlardır. Dünyayı hatırlamış, ama ahireti unutmuşlar, dünyada iken ahiret azığı hazırlamamışlar, onu başkalarına bırakmışlar, bundan dolayı da dünyadan istemeyerek ayrılmışlardır. Böylece dünyada sahip oldukları bütün nimetler onlar için vebal olmuştur. Çünkü o nimetler onları ahirete yönlendirmemiştir. Sonuçta hem dünyalarını, hem de ahiretlerini kaybetmişlerdir. Bu ise apaçık bir hüsrandır.

Yüce Allah, daha sonra yaşayanların, onların durumlarından ibret ve öğüt almaları, onlar gibi dünyaya kapılıp aldanmamaları için, böylelerini Kur’an’da çokça zemmedip kınamıştır. Nitekim şanı yüce Allah şöyle buyurmuştur: “Sakın dünya hayatı sizi aldatmasın ve şeytan, Allah’ın affına güvendirerek sizi kandırmasın”[75]-, “Bilin ki, dünya hayatı ancak bir oyun, bir eğ­lence, bir süs, aranızda bir övünme ve daha çok mal ve evlat sahibi olma isteğinden ibarettir.”[76]-, “Nefsânî arzulara, (özellikle) kadınlara, oğullara, yığın yığın biriktirilmiş altın ve gümüşe... karşı düşkünlük insanlara çekici kılındı. Bunlar dünya hayatının geçici menfaatleridir. Hal­buki varılacak güzel yer, Allah’ın katindadır.”[77]-, “Onlara şunu da misal göster: Dünya hayatı, gökten indirdiğimiz bir su gibidir ki, bu su sayesinde yeryüzünün bitkisi (önce gelişip) birbirine karışmış; arkasından rüzgârın savurduğu çerçöp haline gelmiştir. Allah, her şey üzerinde ikti­dar sahibidir. Servet ve oğullar, dünya hayatının süsüdür; ölümsüz olan iyi işler ise, Rabbinin nezdinde hem sevap bakımından daha hayırlı, hem de ümit bağlamaya daha lâyıktır.”[78] [79]

Kuranda dünyaya rağbet edenlerin kınanmasına, dünyadan, onun aldatıcılığından ve dünyevî aşırı isteklerden sakındırmaya dair daha birçok ayet vardır. Bütün bunlar, şanı yüce olan Allah’ın, insanların ahiret düşüncesini unutmamaları ve peygamberlerden sonra Allah’a karşı bir bahaneleri olmaması, gerekli olan emirleri yerine getirerek; helâk olanın açık bir delille (gözüyle gördükten sonra) helâk olması, yaşayanın da açık bir delille yaşaması için, mümin kullarına birer nasihati, lütfü, şefkat, merhameti ve onlara verdiği değerin ifadesidir. Yüce Allah şöyle buyurmuştur: “İşte ahiret yurdu! Biz onu yeryüzünde böbürlenmeyi ve boz­gunculuğu arzulamayan kimselere veririz. (En güzel) âkıbet, takvâ sahiplerinindir.”7i

Bölüm

Ey kardeşim! Allah seni de bizi de kendi katından bir ruh ile desteklesin! Bil ki, mükteseb (sonradan kazanılmış) ahlâkın bir kısmı, ileride açıklayacağımız gibi, meleklere ait güzel ahlâk (ahlâk-ı mahmude), bir kısmı ise şeytana ait kötü ahlâk (ahlâk-ı mezmûme)tır. Bunun incelikleri çoktur. Biz şimdi iki ahlâk arasındaki farkın ortaya çıkması ve değerli kardeşle­rimizin bu iki ahlâkı da bilerek şeytanın ahlâkından sakınıp onu terk etmeleri; yüce me­leklerin ahlâkını tercih edip bununla ahlâklanmaları, asıl böyle bir ahlâka sahip olmak uğ­runa gayret göstermeleri için konunun inceliklerini açıklama ihtiyacı hissediyoruz. Çünkü nefislerin ahlâkı, nefsin bedenden ayrılmasından sonra bile ondan ayrılmayan dört şeyden biridir. Keza nefisler ahirette, sahip oldukları ahlâka göre karşılık görür; eğer ahlâkı iyi ise, göreceği karşılık iyi, kötü ise, göreceği karşılık da kötü olur.

Yukarıda belirttiğimiz, nefsin bedenden ayrıldıktan sonra (kendilerinden ayrılmadığı ve) göreceği karşılıkta belirleyici olan dört şey şunlardır:

a)        Alışkanlık haline gelmiş olan müktesep (sonradan kazanılmış) ahlâk,

b)         Eğitim ile ilgili (talîmi) bilimler,

c)        insanda inanç haline gelmiş olan görüşler,

d)         İrade ve tecrübe ile kazanılmış ameller.

Şeytanların ahlâkının en başta geleni; İblis’in kibri, Âdem’in hırsı ve Kâbil’in kıskançlı­ğıdır.

Ey kardeşim! Bil ki, bu üç şeytani haslet, günahların anası ve tüm kötülüklerin kayna­ğıdır. Onlara benzeyen ve onların dalları mesâbesinde, tâli derecede başka kötü hasletler de vardır. Bu söylediklerimizin doğruluğunun anlaşılması ve anlattıklarımızın hakikatinin bilinebilmesi için, kısmen de olsa onları anlatma ihtiyacı hissediyoruz.

Kibire benzeyen davranışlar şunlardır: Kişinin kendi kanaati ile gururlanması; gerçeği kabul etmeyi reddetmek; hakikati dile getirmeyi ve bir şeyi emreden ya da yasaklayan ki­şinin itaat edilmesi gereken emrine itaat etmeyi terketmek; gözetilmesi gereken hakkı ve riayet edilmesi gereken sınırı aşmak; yönetimdeki iktidar döneminde zulüm ve eziyet etmek; insan ilişkilerinde insafı terketmek; (yerine getirmesi gereken) görevleri önemsememek; gö­zetmesi gereken haklardan yüz çevirmek; hakkını savunurken çok sert bir tavır takınarak hayâsızca davranmak; konuşurken ve tartışırken yüz yüze çirkin kelimeler kullanıp edepsiz­ce davranmak; sosyal yaşamda ahmakça ve düşüncesizce hareket etmek; ilişkilerinde kaba ve istikrarsız olmak, kandırma ve hile yoluna gitmek; hemcinslerini küçük ve hakir görmek, onlara küstahça davranmak; kendisine lütfedilen bazı niteliklerle böbürlenmek; kendisinden üstün olanların üstünlüğünü inkâr etmek; azgınlık, düşmanlık vb. yerilmiş özellikler ile kötü ahlâk, kötü fiiller ve çirkin davranışlar sergilemek.

Hırs (aşırı tamah)a benzeyen davranışlar şunlardır: Yapmacık arzu ve istek; bir şeye aşırı rağbet etmek; maymun iştahlı olmak; iş yaparken çok aceleci davranmak; bedenî yorgunluk; gönül daralması; para ve mal biriktirme konusunda yılgınlık; fakirlik endişesiyle fazlasıyla mal biriktirmek ve karaborsacılık yapmak; cimrilik; vermeye engel olmak; insanlara sıkıntı vermek kapsamına giren şu türden hareketler: uğursuzluk ve aşırılık; varlıkta darlık ve mah­rumiyet yaşamak; sosyal ilişkilerden sıkılma; hesap işlerinde sürekli tartışmak (paraya aşırı düşkünlük); güvenilir kimse hakkında sû-i zan beslemek; doğru ve itimat edilir kimseleri it­ham etmek; emanete ihanet; haram peşinde koşmak; kadınların namusuna leke sürmek; yüz kızartıcı şeyler yapmak; birini zarara uğratma durumunda vicdanî rahatsızlık duymamak; sır saklamak için yalan söylemek; ahş-verişe talebi artırmak için hile yapmak; ticarette insanları aldatmak; sanata teşvik etmemek; yönetimde mazeret ileri sürerken yalan yere yemin edip söz vermek; düşmanlıklara sebep olacak yalan söz söylemek; düşmanlık beslemek ve sınır­ları çiğnemek gibi kötü hasletler, kötü ahlâk, yanlış ifadeler, çirkin fiiller ve kötü davranışlar.

Kıskançlığa (haset) benzeyen davranışlar şunlardır: Kin ve nefret, şüphe ve fesat. Bunlar da şu kötü hasletlerin ortaya çıkmasına sebep olur: Düşmanlık, nefret, azgınlık, öfke ve kız­gınlık, haddi aşmak ve saldırganlık, kalp katılığı ve merhamet yoksunluğu, kabalık ve sertlik, ayıplama, lanetleme ve fuhşiyat. Eğer kin, nefret ve fesat, açıktan ve alenî olursa bu, husumete, şerre ve savaşa; gizli olursa aldatmaya, hile ve sahtekârlığa, zulüm ve ihanete, iftira, gıybet ve dedikoduya, yalan ve iftiraya, yağcılık, münafıklık ve riyaya sebep olur. Bu durum da beraber­liğin bozulmasına, toplumun ayrışmasına, akrabalık ilişkilerinin kesilmesine, kardeşlerden uzaklaşmaya, dostluğun bitmesine, ülke düzeninin bozulmasına, birliğin dağılmasına, hüzün, keder ve eleme, nefsin tasalanmasına, ruhların azap görmesine, hayatın çekilmez olmasına, işlerin kötüye gitmesine, dünyanın da, ahiretin de kaybedilmesine neden olur.

Selim akılların, olgun nefislerin ve temiz ruhların hoşlanmadığı bu kötü hasletlerden, bü­tün bu kötülüklerden, bu çirkin huy ve fiillerden, kötü ve adi davranışlardan Allah’a sığınırız.

Ey kardeşim! Allah seni de bizi de kendi katından bir ruh ile desteklesin! Bil ki, hakkı kabul etmeye yanaşmayan kibirli bir insan, itaatin düşmanıdır. Denilmiştir ki itaat, Allah Teâlanın yüce isimlerinden biridir ki O, göklerin ve yeryüzünün varlığını bu ismi sayesinde adaletle devam ettirmektedir. Kibrin zıttı, hak karşısında tevazu göstermek ve onu kabul et­mektir. Bir atasözünde denmiştir ki, “Kim Allah’a karşı tevazu gösterirse, Allah onu yüceltir. Kim kibirlenirse, onu da alçaltır”.

İsrailoğullarının kitaplarının birinde şöyle denmiştir: “Şanı yüce olan Allah şöyle bu­yurmuştur: Kibir benim dış giysim (ridd); azamet ise iç giysim (zzdr)dir. Kim bu iki şeyde benimle çekişirse, onu cehennem ateşine yüz üstü atarım.” Kur anda ise Yüce Allah şöyle buyurur: “Kibirlenenlerin kalacağı yer cehennemde değil midir?’[80]

Yine denilmiştir ki; “aşırı hırs, bazen (ulaşılmak istenen şeye ulaşamama, ondan) mah­rum olma sebebi olur. Haset eden, Allah’ın nimetlerinin düşmanıdır. Ona sadece kıskandığı şey kalır. Şanı yüce olan Allah şöyle buyurur: “Yoksa onlar, Allah’ın lütfundan verdiği şeyler için insanlara haset mi ediyorlar?’[81]

Ey kardeşim! Bu kötü hasletlerden, bu kötü ahlâk ve kötü amellerden sakın. Çünkü onlar, yüce Allah’ın şu ayetlerde belirttiği gibi, birbirlerine kin ve düşmanlık besleyen ve birbirle­rine bağırıp çağıran şeytanların ve İblisin bütün askerlerinin ahlâkıdır: “Her ümmet (ateşe) girdikçe, yoldaşlarına lanet edecekler”[82] [83]-, “Onlar rahat yüzü görmesin (derler)! Onlar mutlaka ateşe gireceklerdir”79.

Bunların kınanmasına ve yerilmelerine dair Kuranda birçok ayet vardır.

Bu anlattıklarımızla kibir, hırs ve hasedin, bütün kötülüklerin ve günahların kaynağı olan kötü ahlâkın ve yerilen tüm hasletlerin anası ve kaynağı olduğu ortaya çıkmış oldu.

Ey kardeşim! Sen onların hepsinden sakın. Eğer, “bu üç kötü hasletin kâinatta var olma­sının ve insan tabiatına yaratılışta yerleştirilmesinin yararı ve hikmeti nedir?” diye sorulursa, şunu ifade ederiz ki, kibir, nefsin kibrinden kaynaklanır. Nefsin kibri, onun hedefinin büyüklüğündendir. Hedefinin büyüklüğü, baş olma arzusundan dolayı, nefsin tabiatına yerleş­tirilmiştir. Baş olma isteği ise yönetme arzusundan (siyaset) kaynaklanır. Yani siyasete dair kitaplarda uzun uzun anlatıldığı gibi, insanlar işlerinin idaresi için, kendilerini belli şartlara göre yönetecek bir lidere muhtaçtırlar. Nitekim biz de bu konunun bir yönünü Peygamber­liğin ve Saltanatın Yönetimi (Siyâsetu’n-Nübüvve ve’l-Mülk) adlı risâlede anlatmıştık. Eğer liderin hedefi yüce, izzet-i nefis sahibi (kebîru’n-nefs) olmazsa, liderliğe lâyık olamaz. Nefis yüceliği (kibru’n-nefs; nefsin kibri) liderliğe yakışan, krallara ve toplum yönetimine uygun düşen bir şeydir. Ama yönetilenlere, yardımcılara, vatandaşlara, hizmetçilere ve kölelere ne­fis yüceliği yakışmaz ve uygun düşmez.

Özet olarak diyorum ki, nefis yüceliği (kibru’n-nefs) her zaman ve her şeyde övülecek bir şey değildir. Fakat gerektiği zaman, gerektiği gibi, gerektiği kadar ve gerektiği için kullanılır­sa, o zaman övülen bir şey olur. Bunu gerçekleştiren kimse; kişilik sahibi, nefsi özgür, yüce himmet sahibi, iffetli, cömert, iyi ve dindar bir insan olur. Yine bunu gerçekleştiren; övgüye layık, yüce karakterli, saygın ve şerefli kimsedir.

Doğruyu kabullenme noktasında büyüklenmek, görevini yapmaktan vazgeçmek, liderin emrine isyan etmek, itaat etmesi gereken şey karşısında itaat ve izanı terketmek ise kınanan davranışlardır. İşte bunlar şer, günah ve kötülüğün ta kendisidir.

Sevgili kardeşim! Yine özet olarak ifade ediyorum ki, şunu kesin olarak bilip anlaman ge­rekir: Nasıl ki sen, kölenin senin emrine boyun eğmesini, aynı şekilde hizmetçinin, işçinin, emrinde çalışanların, hanımının ve çocuğunun sana itaat etmesini, sana karşı kibirlenme­melerini, senin emrinden çıkmamalarını, yasağını çiğnememelerini istiyor, buna seviniyor ve bundan hoşlanıyorsan, aynı şekilde, senin de liderine ve birtakım şeyleri emredip yasak­lama yetkisine sahip olan kişilere karşı itaatkâr olman gerekir ki, bu sayede adaletli, insaflı, gerçekçi, övgü ve ödüle lâyık, sevap kazanan, yaptığının karşılığını gören ve yaptığından zevk alan, huzurlu, mutlu, müreffeh ve şerefli biri olursun.

O halde, bu anlattıklarımızla, büyüklenmenin insan nefsinin tabiatında yerleşik olarak bulunmasının yararı ve hikmeti, kibirli insanın ne zaman kınanan ve cezayı hak eden, ne zaman da övgü ve ödüle lâyık olduğu anlaşılmış oldu.

İnsanda yaratılıştan mevcut; rağbet edilen bir şeyi arzulama konusundaki hırsın sebebi ise şudur: İnsanoğlu, bedenî varlığını ve benliğini belli bir süre devam ettirebilmesi, sureti­nin neslinde belli bir süre korunabilmesi için maddî birtakım şeylere muhtaç yaratıldığın­dan, o tür şeylere rağbet etme, onlara hırsla ulaşma arzusu, (o türden maddî şeyleri) topla­yıp biriktirme ve onları ihtiyaç anma kadar koruma duygusu onun yaratılışına ve tabiatına yerleştirilmiştir. Çünkü insanın istediği ve ihtiyaç hissettiği şey, her an, her yerde bulunmaz. Eğer insan ihtiyaç duyduğu şeye rağbet edip, kendisi için gerekli olanı istese, ihtiyaç kadarı­nı biriktirip, onu ihtiyaç anma kadar muhafaza etse, sonra da gerekli miktarı gerektiği gibi kullansa, ihtiyaç olduğu kadar infak etse, o zaman o, övgüye lâyık, adaletli, insaflı, doğru, isabetli, mükâfat hak eden, yaptıklarından zevk alan, yaptığının karşılığını gören, müreffeh, huzurlu, mutlu ve şerefli biri olur.

Hırs ve rağbet (aşırı eğilim)in insan tabiatında yaratılıştan bulunmasının hikmeti ve ya­rarını böylece açıkladık. Eğer insan ihtiyacı olmayan bir şeyi isterse kınanır ya da ihtiya­cından fazlasını biriktirirse (boşuna) yorulmuş olur. Ya da biriktirir, ama infak etmez veya ihtiyacı olduğunda kullanmazsa, cimri ve mahrum olur. (Biriktirdiğini) gerekli olmayan yerlerde harcayıp kullanırsa müsrif davranmış, hata etmiş, haddi aşmış, cezayı hak etmiş ve muazzep olur.

Resûlullah’ın, ona selam olsun,şöyle dediği rivayet edilmiştir: “Kim dilenmekten utandı­ğından, ailesini rahat yaşatmak ve komşularına lütufta bulunmak için dünyalık peşinde ko­şarsa, Allah, kıyamet günü onu, yüzü ayın on dördü gibi parlak olarak karşılar. Ve eğer kim, dünyayı, malının çokluğuyla övünmek, böbürlenmek ve gösteriş yapmak için isterse, Allah, fakirliğini onun önüne koyar da hangi vadide helak olup gittiğine aldırmaz.”

İnsan tabiatına yaratılışta yerleştirilmiş, yaratıklarda mevcut hasedin varlığının sebebi, Allah’ın nimetlerine karşı ilgi ve meyildeki yarıştır. Yüce Yaratıcının, bütün yaratılmışlara verdiği nimetler o kadar çoktur ki, sayısını kendisinden başkası bilemez. Onların hepsinin tek bir kişide toplanması da mümkün değildir. Bundan dolayı, nimetler, insanlar arasında, yüce Rabb’in dilediği gibi adaletli bir şekilde dağıtılmıştır. O, hikmetinin gereği bazılarına daha fazla vermiştir. Ama yaratıklardan hiçbiri Allah’ın nimetlerinden yoksun kalmadığı gibi, hiçbiri de onların tamamına sahip olmamıştır.

Kim kendisinde olmayan bir nimete başka birinin sahip olduğunu görürse, o kimse, ken­disinde olup da, o şahısta olmayan başka bir nimete baksın ve onu bununla karşılaştırsın. Sonra da Allah’a şükretsin ve o nimetin kendisinde devam etmesini dilesin.

Kim de kendisinde olmayan bir nimetin, kardeşinde olduğunu görürse, o da Allah’ın lütfundan (o nimetin kendisinde de olmasını) dilesin. O nimetin kardeşinden gitmesini te­menni etmesin. Çünkü o, hasedin ta kendisi olur. Bu yerilen bir şeydir ki, haset edenin nefsi bununla muazzep olur, kalbi elem görür. Ayrıca böyle biri, Allah’ın, yarattıklarına verdiği nimetlerin düşmanı olur.

Bölüm: Hırs, Zühd ve İnsanların Bunlara İlişkin Dereceleri

Ey kardeşim! Allah seni de bizi de kendisinden bir ruh ile desteklesin! Bil ki, aklınla dikkatle inceler, fikrinle etraflıca düşünür, dünya işlerine kafa yorar, insanların durumla­rına ibretle bakarsan, insanlar arasında meydana gelen kötülüklerin çoğunun sebebinin, dünyaya aşırı düşkünlükten, dünyevî arzu ve lezzetlerini gerçekleştirmeye, ayrıca liderliği ele geçirmeye yönelik hırstan ve dünyada ebedi kalma arzusundan kaynaklandığını açıkça görürsün.

Yine iyice düşünüp değerlendirirsen, her hayrın temelinin ve her erdemin kaynağının; dünyaya karşı bilinçli ilgisizlik (zühd') ile dünyevî arzu, nimet ve lezzetlere karşı az ilgi gös­termek; ama asıl ilgiyi ahirete göstermek, gece-gündüz ahireti fazlasıyla anmak ve ahiret yolculuğuna hazırlanmak olduğunu görürsün.

Ey kardeşim! Allah seni de bizi de kendisinden bir huzur ve mutluluk ile desteklesin! Bil ki, yaratılmışların hepsi Allah’ın kulu, isteyerek veya istemeyerek O’na itaat eden itaat ehlidir. Ancak onların bir kısmı havâs (seçkin), bir kısmı avamdır. Bu iki grup arasında da farklı derecelerde insanlar vardır.

Seçkinlerin en önde gelenleri, İlâhî hitabın “emir ve yasak, vaat ve tehdit, övgü ve yergi, teşvik ve uyarı” şeklinde kendilerine yöneldiği akıllı kimselerdir.

Sonra şanı yüce olan Allah, hikmeti gereği, müminlerin derecelerini, diğer akıllı kimsele­rin derecelerinden daha fazla yükseltir. Çünkü müminler, Allah’ın emir ve yasaklarını kabul edip ikrar eden, dinî hükümlerin belirlediği şeylere ve aklın gereklerine boyun eğip itaat eden, Allah’ın yasakladığı şeyleri de gizli ve açık olarak terk edenlerdir.

Sonra şanı yüce olan Allah, imanını ikrar eden ihlâslı müminlerin derecelerini yükseltip, onların içinden bir grup seçer ve onları diğerlerinden daha üstün kılar ki, onlar yüce Allah’ın şu ayette belirttiği gibi, dinin emir ve yasaklarını, hükümlerini, cezalarını ve diğer şartlarını gerektiği şekilde öğrenme uğrunda çok ciddi gayret içinde olan âlimler ve fakihlerdir: “Allah sizden inananları ve kendilerine ilim verilenleri derecelerle yükseltir”[84] [85].

Sonra adı yüce olan Allah, âlimler içinden bir grubu daha da yüceltir. Onlar, dinin hü­kümlerinin gereklerini yerine getirme konusundaki ciddi gayretleriyle, şanı yüce olan Allah’ın şu ayetlerde belirttiği gibi bu derecelere hak kazanmış olan tevbekârlar, ahitler, salihler, verâ, takvâ ve ihsan sahipleridir: “Yoksageceleyin secde ederek ve kıyamda durarak ibadet eden, ahiretten çekinen ve Rabbinin rahmetini dileyen kimse (o inkâra gibi) midir? (Resûlüm!) De ki: Hiç bilenlerle bilmeyenler bir olur mu?”ao; “Korkuyla ve umutla Rablerine yalvarmak üzere (ibadet ettikleri için), vücutları yataklardan uzak kalır..,”[86].Kur’an’da bunları anlatan, onları öven ve onlardan sitayişle bahseden birçok ayet vardır.

Sonra şanı yüce olan Allah, bunlardan da bir grubun derecelerini yükseltti. Bunlar, dün­yayı önemsemeyen zâhitler, onun ayıplarını bilen ârifler, ahireti önemseyen ve onun ger­çekliğine kesin inananlar, ahirete dair ilimde derinleşmiş olan kimselerdir ki, onlar Allah’ın samimi ve ihlâslı dostları (evliyâullâh), inanan kulları ve bütün yarattıkları içinden (özel ola­rak) seçtikleridir. Yüce Yaratıcı onları ulul-elbâb, ulul-ebsâr ve ulun-nühâ (akıl sahipleri) şeklinde adlandırmış, onları ebedî olan ahiret yurduna özel olarak seçmiştir. Yüce Allah şu ayetlerde onlara işaret etmiştir: “Doğrusu onlar, bizim katımızda seçkin, iyi kimselerdendir’’*2; “Şüphesiz kullarım üzerinde senin bir hâkimiyetin yoktur’’*3.

Kuranda onları anlatan, onları öven ve onlardan sitayişle bahseden daha birçok ayet vardır.

Ey kardeşim! Allah seni de bizi de kendisinden bir huzur ve mutluluk ile desteklesin! Bil ki, müminlerin güzel ahlâk, iyi davranış, faziletli amel ve güzel iş türünden pek çok erdem­leri mevcuttur. Bunların hepsinin aynı şahısta toplanması mümkün değildir. Ancak birkaç şahısta bulunabilir ki, o da onların kiminde az, kiminde çok olabilir. Fakat müminler için ilim ve imandan daha büyük bir haslet; ayrıca üstün ahlâklı insanların ahlâkı diyebileceğimiz dünya karşısında bilinçli ilgisizlik (zühd) ve ahirete rağbetten daha şerefli, daha yüce ve daha erdemli bir ahlâk yoktur.

Dünya karşısında bilinçli ilgisizlik (zühd); dünya hayatının geçimlik nimetlerinin faz­lasını ve onlara yönelik arzuları terk etmek, aza razı olup olması gereken asgarî miktar ile kanaat etmek demektir. Bu, öyle bir haslettir ki, güzel ahlâk, erdemli ameller ve güzel fiiller gibi birçok haslet de onun peşinden gelir.

Zühdün zıddı; dünyaya rağbet etmek ve ona yönelik arzuları gerçekleştirmeye düşkün olmaktır. Bu da öyle bir haslettir ki, kötü ahlâk, çirkin davranışlar ve kötü fiiller gibi birçok haslet onu takip eder. Bunları daha önce ifade etmiştik.

Zahitlerin hasletlerinden ve belirgin özelliklerinden biri, az yemek ve arzuları terk et­mektir. Az yeme ve arzuları terk etmede, övgüye layık birçok özellik ve bu konuda bazı hoş latifeler vardır. Bunlardan birisi Peygamberden (as) rivayet edilen şu hadistir: “Nefsinizi aç bırakın ki gökyüzü sakinleri sevinsin.”

Az yiyen insan; bedenen daha sağlıklı, hafızası daha güçlü, anlayışı daha keskin, kalbi daha temiz, uykusu oldukça az, rüyası sâdık, nefsi hafif, görüşü daha keskin, düşüncesi daha nazik, işitmesi daha net, duyuları daha sağlıklı, görüşü daha isabetli, ilmi kabule daha yatkın, daha hızlı hareket edebilen, tabiatı daha sağlam, yiyeceğe ihtiyacı daha az, hayır-hasenatı bol, ahlâkı daha güzel, arkadaşlığına güvenilir, oldukça iyi kalpli bir kimse olur.

Eğer az yeme alışkanlığına “kanaat” da eşlik ederse, (bu alışkanlık) bir tefekkür tarlası, hikmetin menbaı, zekânın hayat kaynağı, kalbin lambası, bedenin tabibi, arzuların katili, vesveselerin yok edicisi, ilham kaynağı, nefsin şerrine karşı bir koruma ve şiddetli hesaba karşı bir güvence olur. Şükür de onun bir özelliği olur. Nimeti inkâr ise ondan uzak olur.

Bölüm: Tokluğun ve Çok Yemenin Zararları ve Zâhidlerin Hasletleri

Aişe (ra)’ın şöyle dediği rivayet edilmiştir: “Bu ümmetin, Peygamberinin vefatından son­raki ilk imtihanı, tokluk ve aşırı yemektir.” Bu, şu demektir: İnsanların karnı doyunca, be­denleri semirir, kalpleri kararır, nefisleri azar ve şehevî arzuları artar.

Şunlar tokluğun ve fazla yemenin zararlarındandır: Kalplerin bozulması, bedenlerin hastalanması, güzelliğin gitmesi, Rabbi unutma, kalplerin körleşmesi, ruhun zayıflaması, şeytanların silahlanması, dini (yaşamanı)n zorlaşması, kesin inancın (yakın) kaybolması, ilmi unutma, akıl eksikliği, hikmete düşmanlık, cömertliğin kaybolması, cimriliğin artması, îblis’e manevra alanı oluşması, edebi terketmek, günahlara dalmak, fakirleri küçük görmek, nefsin (isteklerinin) ağırlaşması, arzu ve isteklerin artması, cehaletin fazlalaşması, gereksiz konuşmanın çoğalması. [87] [88]

Gereğinden fazla yemek, dünya sevgisini arttırır, korkuyu azaltır, gülmeyi çoğaltır, hayatı sevdirip, ölümü unutturur. İbadeti sona erdirir, ihlâsı azaltır, hayayı giderir, kötü alışkanlık­ları arttırır. Uykuyu çoğaltır, gafleti arttırır, dostlukların sona ermesine sebep olur, amelleri zorlaştırır, sâfıyeti bozar, kalplerdeki güzelliği giderir, şeytanı sevdirir, Rahmana buğz ettirir, hesap günü üzüntü ve kederi arttırır, insanı ateşe yaklaştırır, cennetten ise uzaklaştırır. Çün­kü çok yemek, pek çok günahın sebebidir, insanı kibre sevkeder, hasedi teşvik eder, şükrü azaltır, sabrı giderir. (Belirttiğimiz) bu elli haslet, tokluk ve çok yemekten kaynaklanır.

Denilir ki, mide yemeğin tenceresidir, onun ateşi karaciğerin hararetidir. Yemekler piş­mediğinde çeşitli hastalıklara sebep olur. İnsanoğluna belini doğrultacak kadar yemek yeter. İnsanoğluna eğer nefsi galip gelirse, karnının üçte biri yemek, üçte biri içecek, üçte biri de nefes için ayrılmalıdır.

İffetli ve namuslu olmak, zâhidlerin haslet ve özelliklerindendir. Güzel ahlâk, övgüye la­yık başka bazı hasletler ve daha birçok erdem, iffet ve namusla ilgilidir. Bunlardan bazıları şunlardır: Kötülüklerden uzak durma (keff), verâ, kendini koruma, alçak gönüllülük, takva, güvenilirlik, mertlik, cömertlik, yumuşaklık, sükûnet, kendini kontrol, tedbirlilik, sağlık ve selamet, insanlardan övgüyle bahsetmek, onları tezkiye etmek, gıpta, sevinç, kalplerin sev­giyle dolu olması, suçsuzluk, insanlarla iyi geçinmek, onlara güvenip, saygı duymak ve değer vermek.

Şunlar da zâhidlerin haslet ve özelliklerindendir: Eli açıklık, ikram, cömertlik, insanlığın hayrına bolca harcamak, yardımseverlik, ihsan, îsar (başkasını kendine tercih etme), iyilikte bulunmak, sevgi ve şefkat, muhabbet, iyilik, örfe uygun davranmak, sadaka ve hediye ver­mek.

Aynı şekilde şunlar da zâhidlerin haslet ve özelliklerindendir: Nezaket, sabır ve taham­mül, sebat ve kararlılık, ciddiyet, acele etmemek, nezaket, sıcakkanlılık, sükûnet, vakar, hayâ, affetmek ve bağışlamak, bilmezden gelmek, şefkat ve merhamet etmek, adalet, insaf, muhab­bet, hoş karşılamak, davete icabet, tevazu ve tahammül. Ayrıca rıza, kanaat, (başa geleni) hoş karşılamak, azla yetinmek, tamahtan üzüntü duymak, zorluklar karşısında telaş yapmamak, kadere teslimiyet, zorluklara ve belâlara sabır, dert ve belâdan sonraki huzur ve rahatlama hali.

Şunlar da zâhidlerin hasletleridir: Allah’a tevekkül edip güvenmek, O’na itimat etmek, ibadet ve duada O’na ihlâsla bağlanmak, doğru sözlü olmak, kalben tasdik etmek, kardeşlere nasihat etmek, sözünde durmak, hayırlı işlerde, ihsan ve iyilikte azim ve kararlılık, hayırlı işlerde ümit ve korku arasında acele davranmak.

Onlar Rablerinin korkusundan titrerler. îşte onlar Allah dostları (evliyâullâh) ve Allah’ın müminler içinden seçtiği hâlis kullarıdır ki, şu ayette belirttiği gibi, onlar Allah’ı sever, Allah da onları sever: “İman edenlerin Allah’a olan sevgileri ise çok daha fazladır”[89]. Onlar Allah’tan iltifat umdukları için, O’na kavuşmayı dilerler. Yüce Allah şöyle buyurur: “Kendisine kavuş­tukları gün, Allah’ın onlara iltifatı, ‘selâmdır”[90].

Ey kardeşim! Allah seni de bizi de kendisinden bir huzur ve mutluluk ile desteklesin. Sen böyle insanlarla dostluğa rağbet ediyor, onların yolunu takip ediyor, izlerinden gidiyor, on­ların ahlâkı ile ahlâklamyor, onların hayat tarzında bir hayat sürüyor musun? Belki o zaman onların kurtulduğu gibi kurtulursun: “Onlara hiçbir fenalık dokunmaz. Onlar mahzun da olmazlar.”*6

Ey kardeşim! Bil ki, anlattığımız bu hasletlere giden yol, öncelikle işe dinin belirlediği yol ile başlaman, kutsal kitaplarda belirtildiği gibi, dinin sahibinin emirleri ile amel etmendir ki, bu emirleri din bilginlerinin çoğu bilir. Burada onları belirtmeye gerek duymuyoruz. Sana şunu tavsiye ediyoruz: Bedenle ilişkisi nedeniyle nefsini kuşatan kabuklardan sıyrıl. Nefsini saran “doğal şeyler” ve “cismânî nitelikler” elbisesini çıkar. Nefsini, bedenin karışımları, kötü ahlâk, koyu cehalet ve bozuk düşüncelerden oluşan pastan temizleyip parlat. Nefsini bütün bunlardan temizlemelisin ki, Allah’ın kelimelerinden biri olan ve Onun bedene üfleyerek can bahşettiği nurânî, ruhânî şeffaf ve aydınlatıcı nefsin özü ve cevheri, tertemiz hale gelsin. Nitekim şanı yüce olan Allah şu ifadeleriyle onu övmüştür:

“Güzel bir söz, kökü (yerde) sabit, dalları gökte olan güzel bir ağaç gibidir”*7.; “Ona ancak güzel sözler yükselir (ulaşır). Onları da Allah’a amel-i sâlih ulaştırır."** Burada Allah bununla müminin ruhunu kastetmektedir. Çünkü ruh bedenden ayrıldığında uçsuz-bucaksız göklere ve feleklerin enginliğine yükseltilir. Peygamberden (as) rivayet edildiği gibi, orada diledi­ği gibi dolaşır; gidip-gelir. O, şöyle buyurmuştur: “Şehitlerin ruhları, gündüzleri cennette nehirlerin üzerinde, ağaçların tepelerinde ve meyve bahçelerinde uçan, geceleri ise Arş’m altında asılı bulunan kandillere sığınan yeşil kuşların kursaklarındadır.”

İşte öldükten sonra, sâlih müminlerin ruhlarının durumu böyledir. Kâfirlerin, fâsıklarm, fâcirlerin ve münafıkların ruhları ise buralara yükseltilmez. Aksine semanın altında ahkonur ve diriltilecekleri güne kadar berzah cehenneminde uyuyakahr. Yüce Allah şu ayetlerle onlara işaret etmiştir: “Onlara semanın kapıları açılmaz. Onlar deve iğne deliğinden geçene kadar cennete de giremezler. Suçluları işte böyle cezalandırırız. Onlar için cehennem ateşinden döşekler, üstlerine de örtüler vardır. İşte zalimleri böyle cezalandırırız.”*9 Şerefli efendi ve me­liklerin meclislerine kirli ve pasaklı insanların lâyık olmadıkları gibi, o ruhlar da bu şerefli mekâna ve yüce makama lâyık değildir.

Ey kardeşim! Eğer ruhunun bedenden ayrıldıktan sonra bu yüce makama yükselmesini istersen, o gün gelmeden çalış. Ruhunu kötü ahlâk kirlerinden ve bozuk görüşlerin pasla­rından temizle, onu cehaletin koyu karanlıklarından çıkar, kötü amellerden uzaklaştır. Ona takva elbisesi giydir, onu günah arzulara dalmaktan ve cismânî lezzetlere aldanmaktan koru.

Biz bozuk görüşleri bir risâlemizde açıkladık. Cehalet karanlıklarından kurtulmanın nasıl olabileceğini de Bilimlerin Çeşitleri, Garip Hikmetler ve Ahlâkın Bilinmeyen Yönlerine hasrettiğimiz elli bir risâlede anlattık. Ahlâkı olgunlaştırmanın bir kısmını bu risâlede, di­ğer kısmını da İhvânu’s-safâ ve’l-asdikâu’l-kirâm (Safâ Kardeşler ve Şerefli Dostlarım Yaşam Tarzı adlı risâlede tasvir ettik. Her iki risâleyi de oku ve orada anlattıklarımızı yap. Onları kardeşlerine ve arkadaşlarına da öğret. Çünkü ancak bununla kurtulur ve peygamberler, sıddıklar, şehitler ve salihlerle birlikte Rabbin nezdinde ebedî yakınlık kazanırsın. Bunlar ne güzel dostlardır. [91] [92] [93] [94]

Bölüm: Allah Dostlarının ve Allah’ın Salih Kullarının Alâmetleri

Ey kardeşim! Allah seni de bizi de kendi katından bir huzur ve mutluluk ile destekle­sin! Bil ki, Allah dostlarının (evliyâullâh) birçok alâmetleri ve nitelikleri vardır ki, onlar bu alâmet ve niteliklerle bilinir, başkalarından da bu nitelikleriyle ayrılırlar.

Aynı şekilde Allah düşmanlarının da birçok alâmet ve sıfatları vardır. Onlar da bunlarla bilinir ve başkalarından onlarla ayrılırlar. Şimdi bu konuyu kısmen de olsa anlatmalıyız ki, akıl sahibi, anlayışlı, temyiz gücüne sahip ve mantıklı herkes, hangi gruptan olduğunu öğ­renmek istediğinde, konu ona gizli kalmasın.

Ey kardeşim! Bil ki, akıllı, anlayışlı ve mantık sahibi olan kimse, birbirine benzeyen şeyler arasındaki farkı bilir. Aynı cinsten olan şeyleri birbirinden ayırır. Onların kendine özgü sıfat ve alâmetlerle diğerlerine üstünlüğünün farkına varır. Şimdi diyoruz ki, Allah’ın salih dostla­rına özgü alâmetlerin biri, Yüce Allah’ın şu ayette lanetli İblis’e söylediği özelliktir: “Şüphesiz kullarım üzerinde senin bir hâkimiyetin yoktur”[95]. İblisin buna cevabı da şöyle anlatılır: Senin şerefine yemin olsun ki, “ben de kesinlikle yeryüzünde kötülüğü, onlara güzel göstereceğim ve onların hepsini yanıltacağım. Onlardan seçkin (ihlâslı) kulların ayrı.”[96]

Bunun gibi, Allah dostlarını, onların niteliklerini ve alâmetlerini anlatan çok sayıda ayet vardır: “Rahmanın (has) kulları onlardır ki, yeryüzünde alçakgönüllülükle yürürler ve kendini bilmez, bilgisiz kimseler onlara laf attığında, ‘Selâm!’ derler (geçerler).”[97] [98]

Kur’an’da Allah dostlarından, onların nitelikleri ve alâmetlerinden bahseden, onları met­hedip övgü ile anlatan birçok ayet vardır.

Şunlar da onların alâmet ve niteliklerindendir: Organlarını dinin helâl kılmadığı, sünne­tin caiz görmediği ve ahlâkın hoş karşılamadığı her şeyden korumak; dili yalandan, gıybet ve iftiradan, yanlış şeylerden, dedikodudan ve çirkin sözlerden, saçma sapan ve karalama türünden boş laflardan, ister dost, ister düşman, ister muhalif, ister müttefik olsun insanlar arasındaki çekişmelerden korumak. Kalbi kin ve nefretten, kuşku ve hasetten, kibir, hırs, ta­mah, hilekârlık, nifak, riya vb. kötü hasletlerden ve dünyaya dalıp kendini ona kaptıranların kalplerinin dolu olduğu şeylerden arındırmak da onların alâmet ve niteliklerindendir ki bu, bütün hayırların ve güzel hasletlerin temel ilkesidir.

Onlara özgü diğer hasletler: Acı ve elem duyan bütün canlılara karşı şefkat ve merhamet beslemek, yumuşak kalpli olmak; bütün dostlara ve ilişki içinde olduğu kimselere (tatlı dille) öğüt vermek, şefkatli, yumuşak ve sıcakkanlı davranmak, kibar ve sevgi dolu olmak.

Meleklerin hakikatini ve onların ilham vermelerinin mahiyetini bilmek de Allah dostlarının ve Onun ihlâslı kullarının alâmetlerinden ve onları başkalarından ayıran en özel niteliklerden­dir. Biz bu ilmin bir boyutunu îman, Mâhiyeti ve Müminlerin Özellikleri adlı risâlede anlattık.

Şeytanların ve lânetli îblis’in ordusunun mahiyetini ve onların insanlara nasıl vesvese ve­rip zararları dokunduğunu bilmek de şanı yüce Allah’ın şu ayette belirttiği gibi, evliyâullahın bilgilerinin enginliği ve inceliğindendir: “Takvâya erenler var ya, onlara şeytan tarafından bir vesvese dokunduğunda (Allah’ın emir ve yasaklarını) hatırlayıp hemen gerçeği görürler. (Şeytanların) dostlarına gelince, şeytanlar onları azgınlığa sürüklerler. Sonra da yakalarını bırakmazlar.”99

Öldükten sonra dirilme ve kıyamet, haşir, neşir, hesap, mizan, sırat ve ondan geçişe dair bilgileri de, Allah dostlarının alâmet ve sıfatlarından, bilgilerinin derinliği ve sırlarının inceliğindendir.

Nebevi şeriat ehli ulemâ ve âbit fukahânın çoğu, iblisliğin anlamı ve İblis’in âlemlerin Rabbi’ne, “Bana (insanların) tekrar dirilecekleri güne kadar mühlet ver" şeklindeki sözünün hakikati karşısında şaşkındırlar. Ulemanın çoğu, “onların hepsini mutlaka azdıracağım" sö­zünü söyleyenin varlığından şüphe etmekte; filozof geçinenlerin çoğu da İblis ile Âdem (as) arasında geçen kıssayı, İblis’in ona olan düşmanlığını, şanı yüce olan Allah’ın elli civarındaki ayette belirttiği gibi, İblis’in âlemlerin Rabbi’ne hitabını ve O’nun karşısında şu ayettekine benzer sert bir şekilde karşılık vermesini inkâr etmektedirler: “Sonra elbette onlara önlerin­den, arkalarından, sağlarından, sollarından sokulacağım ve sen, onların çoklarını şükredenlerden bulmayacaksın! dedi”[99]. Buna benzer hikâyeleri anlatan birçok ayet Tevrat, İncil ve peygamberlerin (as) sayfalarında mevcuttur. Biz onların anlamlarını Öldükten Sonra Dirilme ve Kıyamet risâlesinde genişçe anlattık.

Fakat şimdi biz bu bölümde Allah dostlarının İblis’e olan düşmanlıklarının mahiyetini, ömürleri boyunca şeytanlara gece-gündüz, açıktan ya da kapalı olarak muhalefet edip, on­larla nasıl savaştıklarını, şeytanların hilelerinin onlara gizli kalmadığını, onların aldatma ve kuruntularının farkında olduklarını kısmen anlatmak istiyoruz.

Bölüm: Allah Dostlarından Birinin, Şeytanların Hilelerini Nasıl Bildiğine,
Onlarla Nasıl Savaştığına ve İblisin Bütün Ordusuna

Nasıl Muhalefet Ettiğine Dair Hikâyesi

Alim ve basiret sahibi biri, hemcinslerinden bir kardeşine, şeytanların durumu ve onlara düşmanlık üzerine aralarında geçen bir müzakerede şöyle sordu: “Şeytanları ve onların ves­veselerini nasıl öğrendin?”

O şöyle dedi: Doğup büyüyüp, bir miktar terbiye aldığım, ilimden nasibimi alarak hayatı bir nebze anlamaya, neyin yararlı, neyin zararlı olduğunu kavramaya başladığımda, ken­dim için gerekli olan emir ve yasak, sünnet ve farz, ahkâm, ceza, vaat ve tehdit, övgü ya da yergi türünden bütün dinî hükümleri, bunlardan hangilerini yapıp, hangilerinden kaçın­mam gerektiğini açık seçik anladım. Sonra gücüm ve gayretim ölçüsünde, başarabildiğim ve bana takdir edilip kolaylaştırıldığı kadarıyla görevimi yerine getirdim. Sonra Yüce Allah’ın şu ayetlerini düşündüm: “Şeytan sizin düşmanmızdır, siz de onu düşman sayın.”[100]; “Çünkü şeytan, insanın apaçık düşmanıdır.”[101] Kuranda bu anlamda daha birçok ayet vardır.

Yine Peygamberin (as) şu sözünü düşündüm: “Küçük cihattan büyük cihada döndük.” Burada ‘büyük cihad' ile ‘nefisle mücadele’ kastedilmiştir. Yüce Allah’ın şu ayetteki ifadesi de bunu tasdik eder: “Cihad eden, ancak kendisi için cihad etmiş olur.”[102]

Ayrıca Resûlullah’ın (as) şu sözlerini düşündüm:

“Her insanın, onu yoldan çıkarmaya çalışan iki şeytanı vardır.”

“Allah, şeytana karşı bana yardım etti, kurtuldum.”

“Şeytan, insanoğlunun damarlarında dolaşır gibi, bedeninde dolaşır.”

Şanı yüce olan Allah’ın şu ifadeleri de bu hadisleri tasdik eder:

“İnsanların kalplerine vesvese sokan, (insan Allah’ı andığında) pusuya çekilen cin ve in­san şeytanının şerrinden insanların Rabbine, insanların Melikine (mutlak sahip ve hâkimine), insanların İlâhına sığınırım.”9*; “O ve yandaşları, sizin onları göremeyeceğiniz yerden sizi görürler.”[103] [104]

Kuranda benzer anlamda birçok ayet ve yine bu anlamda rivayet edilmiş pek çok hadis vardır.

Yüce Allah’ın bu ifadelerini işitip, Peygamber (as)den bu anlamda rivayet edilen hadis­leri düşününce, aklımla görüp, kalbimle fıkrettim ve zihnimle inceden inceye düşündüm. Görünüşte kendi cinsimden hiç kimsenin bu anlamda bana karşı çıkıp, benimle zıtlaşarak cedelleşmediğini gördüm. Bunun sebebi, onların bana değer verip beni muhatap kabul et­meleri gibi, benim de onları aynı şekilde muhatap almam ve onların bu konudaki yargıları ile kendi yargım arasında hiçbir fark görmemem idi. Bundan da bu durumun, bütün insanlığı ilgilendiren genel bir durum olduğunu anladım.

Sonra tekrar düşünüp, konuyu daha ayrıntılı araştırdığımda, şeytanların hakikatinin, lanetli îblis’in ordusunun çokluğunun ve onların insanoğluna sürekli muhalefet edip düş­manlık yaparak vesvese vermelerinin anlamının (ne olduğunu); bunların hepsinin onların tabiatına yerleştirilmiş ve onlarda yaratılıştan bulunan batini şeyler ve gizli sırlar olduğunu anladım. (Onların tabiatına yaratılıştan yerleşmiş olan ahlâk;) küçüklüğünden itibaren in­sanla ilişkilerinde cehaletle perçinleşmiş, bilgi ve basiretten yoksun bozuk düşünce ve inanç­lardan, sonra da kötü ameller ve yapa yapa adet haline gelmiş çirkin fiillerden kaynakla­nan, şehvânî nefs ile gadabî nefsin ifrat ve tefrit şeklinde itidâlden çıkmasıyla oluşmuş kötü ahlâktır, tabiatları da yergiye layık bir tabiattır.

Tekrar düşündüğümde, emir ve yasak, vaat ve tehdit, övgü ve yergi şeklindeki hitabın tamamının düşünen, iyiyle kötüyü birbirinden ayırt edebilen bir güce sahip, makûl ve man­tıklı nefs-i nâtıkaya. yönelik olduğunu gördüm. Bu nefsin ise; güzel ahlâk, gerçek bilgiler, doğru düşünceler ve temiz amellerle nitelenmesi dolayısıyla, şehvânî nefs ile gadabî nefse na­zaran, meleklerden bir melek olduğu sonucuna vardım. Bu iki nefsin, yani şehvânî ve gadabî nefslerin ise koyu cehalet, kötü ahlâk, yerleşik (kötü) tabiat ve düşünmeden meydana gelen çirkin fiillerle nitelenmesi sebebiyle, nefs-i nâtıkaya nazaran neredeyse iki şeytan olduğunu anladım.

Sonra düşünüp araştırdığımda, nefs-i nâtıkanın, sahip olduğu bütün temiz amellere ve güzel fiillere, doğru düşünceleri ve güzel inançları oranında sahip olduğunu gördüm. Şüp­hesiz o, bu düşünce ve inançlara ya kendi çaba ve düşüncesiyle kazandığı güzel ahlâkı ve süregelen âdil alışkanlıkları ya da tabiatında yerleşik ahlâkı sayesinde sahip olmuştur. Bu açıdan bakınca, bütün hayırların ve insanın bütün iyiliğinin kaynağının, onun kendi çabası ve düşünmesiyle kazandığı ve tabiatına iyice yerleşmiş olan “güzel ahlâk” olduğunu; bütün kötülüklerin ve insanda kötü olarak mevcut her şeyin kaynağının ise düşünceden yoksun olarak çocukluktan beri devam edegelen alışkanlıklarla kazanılmış ya da onun tabiatına iyice yerleşmiş olan “kötü ahlâk” olduğunu açık bir biçimde anladım.

Buraya kadar söylediklerim benim için netleşince ve anlattıklarımın hakikatini kavra­yınca, Peygamberin, ona selam olsun, “Küçük cihattan büyük cihada döndük” hadisi ile yüce Allah’ın, “Şeytan sizin düşmanmızdır, siz de onu düşman sayın”[105], yani “ona karşı çıkın ve müşrik düşmanlarınızla savaştığınız gibi, onunla da savaşın” ifadesini düşündüm. Peygam­ber (as)’in bu sözü ile yüce Allah’ın bu ifadesinden, düşmanın iki türlü, düşmanlığın ve ciha­dın da iki çeşit olduğunu anladım:

a)        Biri açık ve belli; Allah’ın dinine muhalefet eden inançsızlara karşı düşmanlık, onlarla savaşmak ve onlara karşı yapılan cihad;

b)         Diğeri ise gizli ve kapalıdır; yaratılışta (Allah’a ve insana) karşı çıkan ve tabiatı itibariy­le (insana) zıt bir yapıda olan şeytanlara karşı düşmanlıktır.

Açıktır ki, şeytanlara karşı olan savaş, düşmanlık ve muhalefet, gerçek (ve sürekli); inanç­sızlara karşı olan ise arâzdır (veya geçicidir). Çünkü inançsızların düşmanlığı, dünyevî se­beplerden kaynaklanır. Onların üstünlüğü ve zaferi, dünya mutsuzluğuna sebep olur; (mü­minler) izzet, saltanatı, dünyevi lezzet ve nimetlerden, hayatın güzelliklerinden yararlanma­yı kaybederler, ama bir gün onlar geri gelir. Şeytanların düşmanlığı, galibiyeti ve zaferi ise ahiret mutsuzluğuna ve azabına sebep olur. Dolayısıyla müminler oranın izzet ve saltanatını, nimet ve lezzetlerini, sevinç ve mutluluğunu, rahatlığını, kokusunu ve (bütün bu nimetlerle) orada sürekli ikameti kaybeder.

İşte bu iki durum arasındaki farklılıktan dolayı, Peygamber (as) “küçük cihattan büyük cihada döndük” buyurmuş, şanı yüce olan Allah da Kur’an’da farklı surelerde birçok ayet­te şeytanların hilelerine kapılmaktan ve çalımlarına aldanmaktan sakındırmış, onlara karşı koymayı, düşmanlığı ve onlarla cihat etmeyi emretmiştir. Çünkü onlarla uğraşmak şerefli bir iştir. Fakat dünya ve ahiret mutluluğu ile mutsuzluğu arasındaki farkın büyüklüğü kadar da tehlikelidir.

Bu söylediklerim benim için netleşip, anlattıklarımın hakikatini kavrayınca, düşmanla­rım, şeytanlarım ve muhaliflerim, ayrıca beni doğru yoldan saptırmak, Rabbimin ve İlâhımın beni çağırıp sarılmamı emrettiği, Peygamberimin (as) de açıklamalarıyla bana öğütlediği doğru yoldan beni çevirmek isteyenler bütün açıklığıyla ortaya çıkmış oldu.

Şunu net olarak anladım ki, eğer Rabbimin emrini, Peygamberimin öğüdünü kabul et­mezsem, ne zaman düşmanlarıma muhalefette ve onlara düşmanlıkta çabayı terk eder yıl­gınlık gösterirsem, bana üstünlük sağlayıp zafer kazanırlar, beni esir alıp sahip olurlar, kötü fiillerine eşdeğer arzu ve istekleri uğrunda beni kullanırlar. Böylece bunlar benim âdetim, fıtratım ve ikinci tabiatım haline gelir. Üstün bir cevher olan nefs-i nâtıkam da onlar gibi bir şeytan olur. Sonuçta ben helâk olur, yüce Allah’ın şu ayetlerde buyurduğu gibi oluş ve bozu­luş âlemin Çâlemu’l-kevni ve’l-fesâd)de şeytanlarla beraber azap içinde kalırım: “Derilerinin her yanışında, cezayı tatmaları için, derilerini başka derilerle değiştireceğiz.”[106]-, “Orada çağlar boyu kalırlar, orada bir serinlik ya da (susuzluk gideren) bir içecek tatmazlar, ancak (dünyada yaptıklarına) uygun karşılık olarak kaynar su ve irin tadarlar.”[107]

Sonra tekrar düşündüm ve şunu açık olarak anladım ki, Rabbimin emrini, Peygamberi­min öğüdünü kabul ettiğim ve onlara uyduğum, Rabbimden yardım dilediğim, işi ciddiye alıp gayret ettiğim, şehvânî nefsimin isteklerine karşı koyduğum, gadabî nefsime düşman ol­duğum, nefs-i nâtıkama karşı çıkan düşmanlarımla savaştığım takdirde, Rabbimin verdiği güç ile onlara üstün gelip, onları mağlup ederim. Allah’ın izni ile onlara malik olur, O’nun verdiği güç ve kuvvet ile onları köle edinir, onlara kral ve sultan olurum. Hepsi kulum-kölem ve hizmetçim olur, hepsini nefs-i nâtıkamın emri altına alırım. Böylece o (nefs-i nâtıkam), güzel fiiller, temiz ameller, güzel ahlâk, doğru düşünceler ve gerçekçi bilgiler ortaya koymak suretiyle meleklerden bir melek haline gelir. Diğer iki nefis, yani şehvânî ve gadabî nefsler, nefs-i nâtıkaya boyun eğip onun emri altına girerek ona kul olurlar. Onların bütün ahlâkı ve seciyeleri, adeta nefs-i nâtıkanın ordusu, yardımcıları, hizmetçi ve köleleri olur; dinî hüküm­lerde ve aklî gerekçelerde belirtildiği gibi, onlar doğru işleyen, âdil bir yönetimle yönetilirler. Bu durumda ben, Rabbimin bana şu ayette emrettiğini sözüm ve fiilimle yerine getirmiş olurum: “Şüphesiz bu, benim dosdoğru yolumdur. Bana uyun. (Başka) yollara uymayın. Zira o yollar sizi Allah’ın yolundan ayırır.”™

Aynı şekilde yüce Allah, Peygamberine (as) de şöyle demiştir: “(Resûlüm!) De ki: ‘İşte bu benim yolumdur. İnsanları Allaha çağırıyorum. Ben ve bana uyanlar aydınlık bir yol üzerindeyiz”™

Buraya kadar söylediklerim benim için netleşince ve anlattıklarımın hakikatini kavra­yınca, kendi durumumu göz önüne aldım, işlerimin seyri ve mahiyeti üzerine düşündüm; sonra bedenî yapımın, güçleri birbirine zıt, birbirine uygun kaynaşmış olan karışımlardan oluştuğunu ve onların içine çeşitli arzular yerleştirildiğini anladım. Bu arzuların kibrit içinde gizlenmiş ateş gibi olduğunu düşündüm. Onların yakıtının ise hoşa giden dünya lezzet ve nimetleri olduğunu anladım.

Bu ateşin yanma anındaki alevinin, söndürülemez büyük bir yangın, önü alınamaz bir alev, birbirine çarpıp duran dev deniz dalgaları, önüne gelen her şeyi yıkan şiddetli fırtına ya da saldırıya geçen düşman askerleri gibi olduğunu hissettim. Aynı şekilde, yenilir-içilir şeylere duyulan arzunun hararetinin de, sanki nefsimde açlık ve susuzluk anında sönmeyen bir ateş alevi gibi olduğunu anladım.

Şehvânî nefsimin, yeme-içme anındaki oburluğundan dolayı, bir leşin üzerine çökmüş, onu parçalayan köpekler gibi; nefsimdeki hırs hararetinin ise tatma ateşinin heyecanı anın­da, sanki dünyanın tamamını yakacak bir ateş gibi olduğunu gördüm. İşte o anda nefsim, dünyanın bütün nimetlerini getirseniz, onlarla bile dolmayacak kadar (büyük ve aç gözlü) bir kap gibiydi.

Hayvani nefsimdeki öfkenin harareti, hareket ateşinin heyecanı anında, kocaman kıvıl­cımlar atan yangına benziyordu. O, böbürlenme ve kibir ateşinin hararetinin arttığı anda ise Allah’ın yarattıklarının sanki en hayırlısı ve en üstünü gibiydi.

Baş olma ve her şeye sahip olma arzusunun ateşi arttığı esnada, sanki bütün insanlar onun kulu ve kölesi; şeref ve üstünlük ile onlara ulaşma arzusunun ateşi yükseldiği anda, hemen ödenmesi gereken bir borç gibiydi.

Nefsim, köle ve uşaklarının hizmetini isteme ateşinin harareti yükseldiğinde, kendisine itaati, “Allah’a itaat” gibi kesin bir farz olarak görüyordu.

Üzerinde bulunan, başkalarının hakkı olan borçları ödeme konusundaki gevşekliği ise sanki dağları başka bir yere naklediyor gibiydi ve sanki omuzlarında çok ağır yükler vardı. [108] [109]

Nefsin, oyun ve eğlence esnasındaki davranışını ise deli, çılgın ve sarhoşça buldum.

Nefsim, methedilip övülmeyi de o kadar sever ki, o esnada sanki insanların en akıllısı, en erdemlisi ve en üstünü kendisidir.

Haset ateşinin heyecanı esnasında onun, adeta dünyanın harap olmasını, dünyada ya­şayanların sahip oldukları bütün nimetlerin yok olmasını ve yoksulluğun onların hepsini kuşatmasını isteyen bir düşman gibi olduğunu gördüm.

Onun diğer kötü huylarının, kınanan hasletlerinin, kötü amellerinin, çirkin fiillerinin ve bozuk düşüncelerinin de bu örneklerdekine benzer şekilde olduğunu gördüm.

İşte o anda bunların hepsinin, önü alınamaz ateşler, söndürülemez yangınlar, birbiriyle barışmaz düşmanlar, sonu gelmeyen bir savaş, bitmeyen bir vuruşma, iyileşmez bir hastalık, çaresi olmayan bir hastalık, uzun bir cefa ve ölene kadar bitmeyen bir meşguliyet olduğunu anladım.

Bunun üzerine gerçek bir kararlılık ve iyi niyetle işi ciddiye aldım. Çevremi kararlılık ku­şağı ile güçlendirdim. Gayret silahını aldım. Verâ [haramdan kaçınma] örtüsünü kuşandım. Haya, edeb elbisesini giydim. Ciddiyet gömleğini sırtıma geçirdim. Başıma zühd tacını koy­dum. Ayağımı takva üzerine sabitledim. Sırtımı tevekkülle Allah’a dayadım. Ondan korkma­yı ve Ondan ümit etmeyi şiar edindim. Nefsimin güçlerini yasak ile bağladım. Öğretmenin işaretine dikkat ederek gözlerimi açtım. Rabbim hakkında hüsn-ü zan beslemeyi delil edin­dim. Sünnetin yolunu tuttum. Rabbime ulaşmak için sırat-ı müstakimi hedefledim. Boğulan birinin imdat çığlığı ile Ona seslendim. Zorda kalan birinin yakarışı ile Ona yalvardım. Acziyet ve güçsüzlüğümü itiraf ettim. Nefsimi güçsüz ve kudretsiz bir vaziyette Onun önüne attım. Çünkü yüce ve azametli olan ancak Allah’tır. Bir yavrunun şefkatli ve merhametli ba­basına yalvarıp yakardığı gibi O’na yalvarıp yakardım.

Rabbim beni bu vaziyette görünce, çağrımı işitti. Duamı kabul etti. Zayıflığıma acıdı. İste­diğimi verdi. Ordularıyla bana yardım etti, düşmanlarımın tuzaklarını bana gösterdi. Onun melekleri ile beraber onlara karşı savaştım. Onlara karşı bana yardım etti ve beni muzaffer kıldı. Onların aldatmalarından beni muhafaza etti, (hileli) adımlarına karşı beni korudu da, onların tuzaklarının tehlikesinden kurtuldum, sağ-salim birçok ganimete ulaştım.

Küfredenleri, Allah, kinleri sebebiyle geri çevirdi de onlar hiçbir hayra ulaşamadılar. Al­lah savaşta müminlere yeter. Zira O güçlü ve azizdir. Onun orduları hep galip gelir, şeytanın ordusu ise hüsrana uğrar.

Bunların hepsi, “Şükür mü edeceğim, yoksa nankörlük mü edeceğim diye beni sınamak üze­re Rabbimin bana (gösterdiği) lütfundandır. Şükreden ancak kendisi için şükretmiş olur, nan­körlük edene gelince, o bilsin ki, Rabbimin hiçbir şeye ihtiyacı yoktur. O, çok kerem sahibidir.”[110]

Bölüm: Başka Bir Hikâye

Allah dostlarından biri, kulun mükellefiyetinin ve imtihan edilişinin anlamı üzerine dü­şünüp de bunlara hikmet nazarıyla yönelmeyince, bir yakarışında Allah’a şöyle seslendi:

“Rabbim beni yarattın, fakat benimle istişare etmedin. Benim canımı aldın, ama bana danışmadın. Bana bazı şeyleri emredip bazı şeyleri yasakladın, ama bana (onları yapıp yap­mama konusunda) seçme şansı vermedin. Bana, beni sıkıntıya sokacak birtakım arzu ve is­teklerle, doğru yoldan saptıracak bir şeytanı musallat ettin. Nefsime birtakım arzular yerleş­tirdin. Gözlerimin önüne süslü bir dünya koydun. Beni birtakım tehditlerle korkutup (bazı şeyleri yapmama) engel oldun. Sonra da bana, “Sen, buyrulduğu gibi dosdoğru o/”[111] diye emrettin, “nefsin hevâ ve hevesine uyma, yoksa seni Allah’ın yolundan saptırır”[112], şeytandan sakın ki seni doğru yoldan saptırmasın, dünya seni aldatmasın, nefsânî arzularından sakın ki seni yolundan döndürmesin, kuruntuların ve emellerin seni oyalamasın. Hemcinslerinle iyi geçin, dünya geçimini helâl yoldan ara. Ahireti ise unutup yüz çevirme, yoksa dünyam da ahiretini de kaybedersin. Bu ise en büyük hüsrandır” (diye buyurdun).

“Ey Rabbim! Birbirine zıt şeyler, cazip güçler ve birbiri ile çatışan durumlar yarattın. Şimdi nasıl davranacağımı ve ne yapacağımı bilmiyorum. İşlerim arasında şaşırdım kaldım. Çarem de tükendi. Beni sen anlarsın ey Rabbim! Benim elimden tut. Bana kurtuluş yolunu göster, yoksa ben helak olurum.”

Bunun üzerine Yüce Allah o veliye vahyetti, kalbine ilka edip, ona ilham etti ve şöyle dedi: “Ey kulum! Bana yardım edeceğin bir şeyi sana emretmedim. Yaptığın takdirde bana zarar vereceğin bir şeyi de sana yasaklamadım. Aksine seni yoktan yaratan, sana en güzel sureti veren, rızık veren, seni var eden, koruyan, sana doğru yolu gösteren ve yardım eden bir Rabbin ve İlâhın olduğunu bilmen; ayrıca sana emrettiğim her şeyde benim yardımıma, başarı ve hidayet vermeme, kolaylaştırmama ve desteğime muhtaç olduğunu bilmen; yasakladı­ğım şeylerin hepsinde ise benim himayeme, koruma ve gözetmeme ihtiyacının duyduğunu; dünya ve ahiretine ilişkin bütün yapıp etmelerinde ve bütün durumlarda, gece-gündüz dai­ma benim desteğime muhtaç olduğunu bilmen; küçük-büyük, gizli-açık hiçbir durumunun bana gizli kalmadığını bilmen; bana muhtaç olduğunu ve bensiz yapamayacağını ve benim senin için kesinlikle gerekli olduğumu iyice anlaman, böylece benden yüz çevirip beni unut­maman, aksine beni her zaman anman; her durumda bana dua etmen, bütün ihtiyaçların­da benden istemen, bütün tasarruflarında benimle muhatap olman, bütün yalnızlıklarında derdini bana açman, beni tanık tutman ve beni gözetmen; bütün yaratıklarımı bırakıp bana yönelmen, onlara değil, bana bağlanman; nerede olursan ol, seninle olduğumu ve seni gör­düğümü, ama senin beni göremediğini bilmen için sana birtakım şeyleri emrettim.

İşte bütün bunları bilir, sana söylediklerimin hakikatini, anlattıklarımın doğruluğunu iyice anlar da, her şeyi arkanda bırakır ve tek başına bana yönelirsen, işte o zaman bana yakınlaşıp ulaşır, katımdaki derecen yükselir, böylece benim dostlarımdan, tertemiz kulla­rımdan, meleklerimle beraber, benim katımda şerefli ve üstün kılınmış, sevinçli ve mutlu, sürekli ve ebedî olarak nimetler ve lezzetler içinde ve güvende olan cennet ehlimden olursun.

Ey kulum! Benim hakkımda kötü zan besleme, hakkımda doğru olmayan şeyler vehmet­me. Sana geçmişte verdiğim nimetleri, önceden beri devam edegelen iyiliklerimi ve hal-i hazırda sahip olduğun güzel nimetlerimi hatırla. Çünkü adı-sanı anılan bir varlık değil iken, seni ben mükemmel biçimde yarattım. Sana hassas bir kulak, keskin bir göz, idrak eden du­yular, temiz bir kalp, derin bir anlayış, saf bir zihin, incelikleri kavrayan bir düşünce, fasih bir dil, sarsılmaz bir akıl, mükemmel bir beden, sabit bir ruh, güzel bir suret, sağlam organlar, mükemmel aletler, itaatkâr uzuvlar verdim. Sonra sana konuşma ve söz söyleme yeteneği ilham ettim. Yararlı ve zararlı olan şeyleri, çeşitli durumlar, sanatlar ve davranışlar karşısında nasıl tutum alacağını öğrettim.

Gözünden perdeleri kaldırdım; benim melekûtumu seyretmen ve işimdeki incelikleri, gece ve gündüzün düzenli akışını, yörüngelerinde dönen gezegenleri ve akıp giden yıldızları görebilmen için gözlerini açtım. Sana zamanın, ayların ve yılların hesabını öğrettim; karada ve denizde bulunan madenleri, bitkileri, hayvanları senin hizmetine verdim, gerçek sahipleri gibi onlarda tasarrufta bulunur ve onlara hükmedersin. Buna rağmen senin; haddini aşan, sapkın, zalim, azgın, isyankâr, kural ve ölçü tanımaz olduğunu görünce, Allah’ın sana olan ihsanının ve nimetlerinin devam etmesi, azabının ve intikamının senden uzaklaşması için, sana (uyman gereken) yasaları, hükümleri, kıyas ve miktarı, adalet ve insafı, hakkı ve doğ­ruyu, hayır ve örfü, adaletli yaşam biçimini öğrettim. Sana en hayırlı, en faziletli, en yüce ve değerli, en şerefli, en lezzetli ve en hoş olanı sundum. Bunlara rağmen sen hala benim hakkımda su-i zan besliyor ve haksız vehimlerde bulunuyorsun.

Ey kulum! Eğer yapmanı emrettiğim bir şey sana zor gelirse, Arş’ı taşıyan meleklerin ta­şımakta zorlandıklarında söyledikleri gibi, Lâ havle velâ kuvvete illâ billâhi’l-aliyyi’l-azîm de.

Başına bir belâ ve musibet gelirse, benim seçkin ve velâyet ehli kullarımın dediği gibi, İnnâ lillâh ve innâ ileyhi râciûn (“Biz Allah’ın kullarıyız ve biz O’na döneceğiz”)[113] de.

Bana karşı günah işleyerek ayakların kayarsa, temiz kulum Âdem ve eşinin söylediği gibi, “Ey Rabbimiz, biz kendimize zulmettik.. .”[114] de.

Eğer karmaşık bir durumla karşılaşır, bir düşünce zihnini meşgul eder ve sen de çıkış yolu arar ve doğru bir görüşe ulaşmak istersen, dostum İbrahim’in dediği gibi de: “Beni yaratan ve bana doğru yolu gösteren O’dur. Beni yediren, içiren Odun Hastalandığım zaman bana şifa veren Odun.. Ancak Allah’a kalb-i selim (temiz bir kalp) ile gelenler (o günde fayda bulur).”[115]

Eğer başına bir musibet, bir keder ya da bir üzüntü gelirse, Yakub İsrail’in dediği gibi şöy­le de: “Ben gam ve kederimi sadece Allah’a arz ediyorum. Ve ben sizin bilemeyeceğiniz şeyleri Allah tarafından (vahiy ile) biliyorum."[116]; “Oğullarım! Allah sizin için bu dini (İslâm’ı) seçti. O halde sadece Müslümanlar olarak ölünüz.”[117]

Eğer bir hata işlersen, sırdaşım Musa’nın dediği gibi de: “Bu, şeytan işidir. O, gerçekten saptırıcı, apaçık bir düşmandır.”[118]

Eğer bir günahtan uzak durmayı başarırsan, doğru sözlü Yusuf’un dediği gibi, “(Bununla beraber) nefsimi temize çıkarmıyorum.. ”[119] de.

Eğer bir bela ile imtihan edilirsen, halifem Davut’un yaptığı gibi yap: “Rabbinden mağfiret dileyerek eğilip secdeye kapandı, tevbe edip Allah’a yöneldi”[120].

Yarattıklarımdan isyan edenleri, kullarımdan hata edenleri görür ve benim onlar hakkındaki hükmümün ne olduğunu da bilmezsen, ruhum Mesih’in dediği gibi şöyle de: “Eğer kendilerine azap edersen, şüphesiz onlar senin kullarındır (dilediğini yaparsın). Eğer onları bağışlarsan, şüphesiz sen izzet ve hikmet sahibisin.”[121]

Eğer bana tevbe eder, bağışlamamı dilersen, Peygamberim Muhammed’in, ona selam ol­sun, dediği gibi de: “Rabbimiz! Unutursak veya hataya düşersek bizi sorumlu tutma. Ey Rabbimizl Bizden öncekilere yüklediğin gibi bize de ağır bir yük yükleme. Ey Rabbimiz! Bize gücü­müzün yetmediği işler de yükleme. Bizi bağışla, bizi bağışla, bize acı! Sen bizim Mevlâmızsın. Kâfirler topluluğuna karşı bize yardım et."[122] [123]

Olayların sonunun ne olacağından korkar ve senin için nasıl sonuçlanacağını bilmezsen, benim dostlarımın dediği gibi şöyle de: “Rabbimiz! Bizi doğru yola ilettikten sonra kalpleri­mizi eğriltme. Bize tarafından rahmet bağışla. Lütfü en bol olan sensin.”M

Bölüm: Tevbe, İstiğfar ve Duanın Fazileti

Ey kardeşim! Allah seni de bizi de kendisinden bir huzur ve mutluluk ile desteklesin! Bil ki, şanı yüce olan Allah, Kuranda peygamberlerinin günahlarını ve hatalarını, onların itibar­larına leke gelmemesi, yaptıklarının çirkin görülmemesi ve haklarında olumsuz bir kanaat oluşmaması için anlatmamıştır. Fakat onların, sonra gelenler için tevbe, pişmanlık, günahtan vazgeçme, Allah’tan bağışlanma dileyip Ona dönme konusunda örnek olmalarını istemiştir. Nitekim O şöyle buyurmuştur: “Ey müminler! Hep birden Allaha tevbe ediniz ki kurtuluşa eresiniz.”[124] [125]; “Allah tevbe edenleri de sever, temizlenenleri de sever.”119 Burada günah işleme­yenler kastedilmiştir.

Peygamberi Muhammed (as)’e de şöyle buyurmuştur: “De ki: Ey kendi nefisleri aleyhi­ne haddi aşan kullarım! Allah’ın rahmetinden ümit kesmeyin. Çünkü Allah bütün günahları bağışlan”[126] Kuranda bu anlamda birçok ayet vardır.

Resûlullah’ın (as) şöyle dediği rivayet edilmiştir: “Eğer insanoğlu günah işlediğinde tevbe edip af dilemeseydi, dolayısıyla da Allah onu bağışlamasaydı, Allah günah işledikten sonra tevbe edip af dileyen ve sonra da kendilerini bağışlayacağı insanlar yaratırdı.”

Biz yukarıdaki hikâyeleri, Allah’ın, Peygamberine dair verdiği haberleri ve evliyâullahın hallerine dair anlattığı kıssaları, üzerinde düşünmen ve ibret alman için anlattık. Bu konu­ları bilmeyenlerin sözlerini işittiğinde, Allah’ın lütfundan ümitsizliğe kapılma, rahmetinden ümidini kesme. Haşeviyye[127] ve cedel ehlinden bir grup, hiçbir gerçeğe dayanmadan ve dinin hükümlerini bilmeden takvâda aşırı giderek müminleri, işledikleri günahlar sebebiyle kâfir ve fâsık sayıyor, herhangi bir bilgi ve beyana dayanmadan, sadece eksik akılları ile uydurup süsledikleri hükümlerle onların ebediyyen cehennemde kalacaklarına hükmediyor, bunu da kendi iddialarına göre yapıyorlar. Şüphesiz bunlar, Allah ile olan bağlarını koparmışlar, Onun rahmetinden ve lütfundan ümitlerini kesmişlerdir.

Ey kardeşim! Allah seni de bizi de kendisinden bir huzur ve mutluluk ile desteklesin! Bil ki, her mümin grubun ve dindar topluluğun kendilerine özgü bir sanatı ya da onları başka­larından ayıran bir mesleği vardır. Allah dostlarının ve Onun salih kullarının sanatı, Allah’ın bize anlattığı ve tek tek haber verdiği gibi, basiret, marifet, yakin ve hakikat üzere dünyayı önemsememek (zühd) ve ahirete yönelmek suretiyle Allah’a dua etmektir.

Bunlardan biri, Allah’ın, Firavun ailesinden imanını saklayan bir mümin hakkında şu ifadelerle anlattığı hikâyedir: “Siz bir adamı Rabbim Allah’tır’ dediği için öldürecek misiniz?

Halbuki o, size Rabbinizden apaçık delillerle gelmiştir... Nihayet Allah, onların kurdukları tu­zakların kötülüklerinden bu zatı korudu, Firavunun kavmini ise kötü azap kuşatıverdi.”[128]

Şu ayet de bu konuyla ilgilidir: “‘Gir cennete!’ denildi. ‘Keşke, dedi, Rabbimin beni bağışla­dığını ve beni ikrama mazhar olanlardan kıldığım kavmim bilseydi!...”[129] [130]

Şu ayetler de cinlerden bir grup hakkındadır: “... Ey kavmimiz! Allah’ın davetçisine uyun. Ona iman edin ki, Allah da sizin günahlarınızı kısmen bağışlasın ve sizi acı bir azaptan korusun.”123

Kehf suresinde şu ayet ile anlatılan olay da konuya başka bir örnektir: "... Hakikaten onlar Rablerine inanmış gençlerdi”[131].

Başka bir örnek de dünyada iki kardeşten birinin hikâyesidir: “Arkadaşı ona: ‘Sen, dedi, seni topraktan, sonra nutfeden (spermden) yaratan, daha sonra seni bir adam biçimine sokan Allah’ı inkâr mı ediyorsun?... Yahut bağının suyu dibe çekilir de bir daha onu bulamazsın.”[132] [133]

Bir hikâye de mü’min bir kardeşin ahirette cennet ehline seslenişini dile getirir: “İçlerin­den biri: ‘Benim bir arkadaşım vardı’ der. Derdi ki: Sen de (dirilmeye) inananlardan mısın? Biz ölüp kemik, sonra da toprak haline geldiğimiz zaman (diriltilip) cezalanacak mıyız?”[134]

Lokmandan bahseden hikâye de bu türdendir: “(Lokman öğütlerine devamla şöyle demiş­ti:) Yavrucuğum! Yaptığın iş (iyilik veya kötülük), bir hardal tanesi ağırlığında bile olsa ve bu, bir kayanın içinde veya göklerde yahut yerin derinliklerinde bulunsa, yine de Allah onu senin karşına getirir...”129

Büyücülerin Firavuna sözlerini nakleden hikâye de buna örnektir: “Dediler ki: Seni, bize gelen açık açık mucizelere ve bizi yaratana tercih edemeyiz. Öyle ise yapacağını yap! Sen ancak bu dünya hayatında hükmünü geçirebilirsin.. .”[135]

Ahiret gerçeğini kavramış olan âlimlerin, dünya hayatını arzulayan topluluğa söyledik­lerini anlatan ayetler de böyledir: “Dünya hayatını arzulayanlar: ‘Keşke Kârûn’a verilenin benzeri bizim de olsaydı; Doğrusu o çok şanslı!’ dediler. Kendilerine ilim verilmiş olanlar ise şöyle dediler: “Yazıklar olsun size! İman edip iyi işler yapanlara göre Allah’ın mükâfatı daha üstündür.”[136]

Tâlût’un ordusunda bulunanların sözleri de başka bir örnektir: “Tâlût ve iman edenler be­raberce ırmağı geçince: Bugün bizim Câlut’a ve askerlerine karşı koyacak hiç gücümüz yoktur” dediler. Allah’ın huzuruna varacaklarına inananlar: Nice az sayıda bir birlik, Allah’ın izniyle çok sayıdaki birliği yenmiştir. Allah, sabredenlerle beraberdir, dediler.”[137]

Hz. Mesih’e tâbi olanların sözleri de şu ayette dile getirilir: “İsa, onlardaki inkârcılığı se­zince, ‘Allah yolunda bana yardımcı olacaklar kimlerdir?’ dedi. Havariler: ‘Biz, Allah yolunun yardımcılarıyız; Allah’a inandık, şahit ol ki bizler Müslümanlarız, cevabını verdiler.”’[138] Mesih’e tâbi olanlar Kur’an’ı duyunca şöyle demişlerdir: “... Niçin Allah’a ve bize gelen gerçeğe iman etmeyelim?”[139].

Hakikati gören, irfan sahibi müminlerin şu sözü de bu meyandadır: “(Onlar şöyle yaka­rırlar:) Rabbimiz! Bizi doğru yola ilettikten sonra kalplerimizi eğriltme. Bize tarafından rah­met bağışla. Lütfü en bol olan serisin.”[140]

Kuranda müminlerin sıfatları, Allah dostlarının alâmetleri ve Allah’ın sâlih kullarının sözlerine dair daha birçok ayet vardır.

Hakikati görebilen Allah dostlarının ve Onun salih kullarının aktardığımız bu sözleri, onların ahiretin ve ahiret ahvâlinin hakikatini (iç yüzünü) bildiklerine delâlet eder. Nübüv­vetin sırlarını bilen ve felsefi eğitimi (riyazet) tamamlamış olan bu âlimler, nebilerin varisle­ridir. Onların işi, insanları Allaha ve gerçek hayat yurdu olan ahirete davet etmektir. Dünya ehli, ahiretin gerçek hayat yurdu olduğunu keşke bilmiş olsaydı.

Yine onların işi; dünyada zâhidçe bir hayat yaşamak ve birtakım darb-ı meseller, belâgath bir anlatım, güzel öğütler ve üstün hikmet ile, ayrıca hatırlatma, müjdeleme ve uyarı, hiçbir tereddüt ve şüpheye yer bırakmayan yakmî, derin bilgi ve anlayış ile insanları ahirete teşvik etmektir. Şanı yüce olan Allah onları övgü niyetinde şöyle buyurmuştur: “(İnsanları) Allaha çağıran, iyi iş yapan ve ‘Ben Müslümanlardanım diyenden daha güzel sözlü kim vardır?”[141]

Gerek insanlarla beraber iken, gerekse yalnız başlarına olduklarında sadece Allah’ı an­maları, O’nun eserlerini tefekkür etmeleri, Onun çeşitli ihsanlarını, lütuflarının büyüklü­ğünü ve nimetlerinin güzelliğini görmeleri, sadece Allah için öğrenip, O’nun yoluna hizmet etmeleri, yalnızca O’na yönelip Ondan ümit etmeleri ve Ondan istemeleri, Ondan başka­sından korkmamaları ve Ondan korkularından dolayı şefkatli olmaları da Allah dostlarının alâmetlerinden ve O’nun salih kullarının niteliklerindendir. Bunların hepsi, onların görüş­lerinin doğruluğunu, Rableri hakkındaki inançlarının gerçekliğini ve buna gerçekte sadece Yüce Allah’ın güç yetirebileceğini güçlü bir şekilde kavramalarını temin içindir. Bu gerçek inanç, doğru ve güzel görüş, onların Rableri hakkındaki bilgilerinin doğruluğunun ve O’nu yakînen bilmelerinin sonucudur. Çünkü onlar, bütün yapıp etmelerinde O’nu gerçek görme ile görürler, bütün hallerinde O’nu müşahede ederler, sadece Ondan geleni işitirler, sadece O’nu görürler. Gerçekte O’nun dışında bir şey görmezler. Bundan dolayı yaratılanı bırakıp O’na yönelir; yaratılanla değil, Yaratanla; terbiye edilen ile değil, terbiye eden (Rabb) ile; sanat eseri ile değil, Sanatkarla; sebep ile değil müsebbib (sebep olan) ile ilgilenirler. Onlara göre zaman ve mekânlar eşittir. O’nun hakikatini gördüklerinde başka şeyler yok olur gider. O zaman şüpheyi terk edip yakine sarılırlar, dünyayı din karşılığında satarlar, çaba ve yor­gunluktan sonra kazançları selamet (huzur ve mutluluk) olur, dünyada güven içinde yaşar ve oradan esenlik içinde ayrılırlar, ahirete kazançlı olarak ulaşırlar. Çünkü onlar dünyada iyi kimselerdi (muhsinûn). İyilere layık olan da budur.

Yüce Allah Kur’an’da birçok ayette böyle kimselerin niteliklerini zikredip övmüştür. Pey­gamber (as)’den de onların niteliklerine dair ve onlardan övgü ve sitayişle bahsettiğine ilişkin birçok hadis gelmiştir. Onlardan biri şöyledir:

“Bu ümmet içinde Allah’ın dostu İbrahim’in (as) dini üzere yaşayan kırk salih adam her zaman olacaktır.”

“İbrahim’in (as) dininden, Rabbi katındaki değerinden bize bahseder misin?” diye sorul­duğunda O dedi ki; “O, kalbi temiz, hanif bir Müslüman idi. Kavmi onu ateşe atmaya kalk­tığında, semada melekler ona olan merhametlerinden ağladılar. Bunun üzerine yüce Allah Cebrail’e ona yetişmesini ve eğer yardımını isterse, ona yardım etmesini emretti. Cebrail (as) ona ateşe atılacağı mancınıkta yetişti ve “Ey İbrahim! Herhangi bir ihtiyacın var mı?” diye sordu. Kalbi Rabbine şiddetle bağlı olduğu, Ona tevekkül ettiği, Onun vaadine güvendiği, yakînen sadece Ona bağlandığı ve Ondan başka her şeyden müstağni olduğu için İbrahim şöyle dedi: “Sana mı? Asla!” Bunun üzerine şanı yüce olan Allah, “Ey ateş! İbrahim için serin­lik ve esenlik o/”[142] [143] buyurdu.

Bu kırk adamdan dördünün, abdal (Allah’ın salih kullarından) olduğu ifade edilmiştir. Bir kılıktan başka bir kılığa girdikleri (sürekli iyi yönde değiştikleri) ve daima (kalben ve ruhen) temizlendikleri için onlara bu ad verilmiştir.

Bu kırk kişi, dört yüz zâhid, ârif ve derin âlim içinden; dört yüz kişi de dört bin tevbekar ve ihlâslı mümin içinden seçilmiştir. Bu dört kişiden biri göçüp gidince, fark kişi içinden biri onun yerine geçer. Kırk kişiden bir kişi göçüp giderse, dört yüz kişiden biri onun yerini alır. Dört yüz kişiden biri göçüp giderse, dört bin kişi içinden biri onun makamına yükselir, onun derecesine ulaşarak onun yerini alır. Dört bin kişiden biri göçüp giderse, tevbekar ve ihlâslı müminlerden biri onun yerine geçer, onun derecesine ve makamına ulaşır.

Müminlerin emiri Ali de (as) Kümeyi b. Ziyada söylediği şu sözüyle bu konuya işaret etmiştir: “Onlar sayıca az, ama Allah katında değerleri büyüktür. İlim onları anlamakta yaya kalmış; onlar ise yafan hakikatinin ruhuna ulaşmışlardır...”

Yine (Hz. Ali) onlar hakkında şöyle demiştir: “Dünyaya; ruhları mele-i âlâya, bağlı olan bedenlerle beraber arkadaşlık edin.”

Musa (as) da bir münacâtında onlara şöyle işaret etmiştir: “Yâ Rabbi! Ben Tevrat’ta tem­yiz güçleri, bilgileri ve iyilikleri sayesinde neredeyse peygamber olacak birtakım insanların sıfatlarını gördüm. Onlar kimdi? Ya Rabbi! Onları benim ümmetimden yapsan!” Şanı yüce olan Allah ona vahyetti ve şöyle dedi: “Onlar Ahmed’in ümmetidir.”

Nitekim yüce Allah’ın şu ifadeleri de onlara işaret etmektedir: “Sonra kullarımızdan seç­tiğimiz kimseleri Kitap’a mirasçı kıldık. Ama onlardan kimi kendine hainlik eder, kimi orta davranır, kimi de Allah’ın izniyle, iyilik yarışını kazanır. İşte büyük lütuf budur.”1M

Ey kardeşim! Bil fa, yukarıda anlatılan bu insanlar, Allah’ın Peygamberlerinin varisleri ve onların yeryüzündeki halifeleridir. Onların Peygamberlerden miras aldıkları şey; ilim, iman, kulluk, ilham ve (Allah’tan gelecek benzeri bir) desteği kabul etmek, dünyada zâhidçe yaşama ve dünya arzusunu terk etmek, ahirete yönelmek ve onu arzulamaktır. Onlar beden­sel arzularını terk etmek, tabiatlarına yerleşmiş olan hissi (duyusal) arzulardan yararlanma imkânı olmasına ve bu arzular, tabiatı itibariyle kendilerine çok çekici gelmesine rağmen, onlardan uzak kalmak suretiyle, gerek fiilleri, gerekse ahlâkları ve yaşayış biçimi itibariyle tıpkı meleklere benzerler. Onlar dünyayı, düşünme ve tefekkürden sonra (bilinçli olarak), özel gayretleri ve güçlü bir yardımla terk eder, sıkıntıyı bolluğa, yorgunluğu rahatlığa, nefsanî arzulara muhalefet etmeyi ve kulluğun zahmetini nefse yüklemeyi tercih ederler. Bunların hepsini Allah rızasını kazanmak, dinin belirlediği yolda Onun peygamberlerine uymak için yaparlar. Şüphesiz onlar bilkuvve melektirler, nefisleri bedenlerinden ayrıldığı zaman, bilfiil melek olurlar. İşte nefsin bedenle ilişkisinin amacı budur; nefs-i nâtıkanm (düşünen nefsin önceden) bilkuvve iken, daha sonra bilfiil meleklerden bir melek haline dönüşmesidir.

Ey kardeşim! Bil ki, eğer nefs-i nâtıka gücünde bilfiil melek olma (yeteneği) bulunmasaydı, Allah’tan ona fiillerinde, ahlâkında ve yaşantı biçiminde meleklere benzeme emri gelmez, şanı yüce olan Allah’ın şu ayette belirttiği gibi onlarla karşılaşma ve muhatap olma vaadi de olmazdı: “Şüphesiz, Rabbimiz Allah’tır deyip, sonra dosdoğru yolda yürüyenlerin üzerine melekler iner. Onlara: Korkmayın, üzülmeyin, size vâdolunan cennetle sevinin! derler.”[144] [145] Bu­rada, ruhlarının teslim alınması anında müminlerin durumu kastedilmiştir. Şu ayetler de bu duruma örnektir: “(Onlar) meleklerin, ‘Size selâm olsun. Yapmış olduğunuz (iyi) işlere karşılık cennete girin diyerek tertemiz olarak canlarını aldıkları kimselerdir.”149; “Melekler her kapıdan onların yanına varır ve ‘sabrettiğinize karşılık size selam olsun! Dünya yurdunun sonu (cennet) ne güzeldir!’ (derler).”[146]

Kuranda bu anlamda birçok ayet vardır. Ancak burada onları zikretmek uzun sürer.

Ey kardeşim! Bil ki, anlattığımız bu salih kimseler, şanı yüce olan Allah’ın ulû’l-elbâb, ulû’nnuhâ ve ulû’l-ebsâr şeklinde adlandırdığı kimselerdir. Onlar Allah’ın dostları (evliyâullah) ve sevgili kullarıdır. Yüce Allah, İblis ile olan şu diyalogunda onlara işaret etmiştir: “Şüphesiz kullarım üzerinde senin bir hâkimiyetin yoktur.”[147] Onlar kurtuluşa erenler ve başarıya ula­şanlardır. Peygamber (as) de Ebû Hureyre’ye olan vasiyetinde onlara işaret etmiştir:

“Ey Ebû Hureyre! Sana şu kimselerin yolunu salık veririm ki, insanlar korktuğu zaman onlar korkmaz, insanların cehennemden güvence diledikleri zaman bile onlar korkmazlar.”

O da; “Kim onlar? Yâ Resûlallah! Onları bana say ve özelliklerini söyle ki onları tanıya­yım” deyince, şöyle dedi:

“Onlar, ahir zamanda ümmetimden bir topluluktur ki, kıyamet günü peygamberlerin haşredildikleri gibi haşredilirler. İnsanlar onlara baktıkları zaman, durumlarından onları peygamber zannederler. Ben onları simâlarından tanır ve ‘Ümmetim! Ümmetim!’ derim. İnsanlar bilsin ki onlar peygamber değildirler. Onlar şimşek ve rüzgâr gibi geçerler, nurları herkesin gözlerini kaplar.”

Dedim ki: “Yâ Resûlallah! Bana onların amellerinin benzerini emret. Belki ben de onlara katılırım.”

Dedi ki: “Ey Ebû Hureyre! Onlar zor bir yol tutmuşlar, peygamberlerin derecesine öyle ulaşmışlardır. Allah onların karınlarını doyurduktan sonra, onlar açlığı; susuzluklarını gi­derdikten sonra susuzluğu; giydirdikten sonra oldukça basit ve sade giyimi tercih etmişlerdir. Bunları, Allah katında bulunan (çok daha değerli) şeyleri arzuladıkları için terk etmişlerdir. Onlar, hesabını vermekten korktukları için, helâl olanı bile terk etmişler, dünyaya kalpleri ile bağlanmadan, sadece bedenleri ile eşlik etmişlerdir. Onların, Rablerine olan itaatlerine peygamberler ve melekler bile hayret etmişlerdir. Ne mutlu onlara! Allah’ın beni onlarla bu­luşturmasını dilerim.”

Sonra Resûlullah (as) onları görme arzusuyla ağladı ve şöyle dedi: “Allah yeryüzünde yaşayanlara azap etmek istediği zaman, onlara bakar. Eğer onlardan birisi varsa, onlara azap etmekten vazgeçer. Ey Ebû Hureyre! Onların yolunu tut. Kim onların yoluna karşı çıkarsa, zor bir hesaba düşer.”

Resûlullah (as) şöyle buyurmuştur: “Kardeşlerime müjdeler olsun.”

“Yâ Resûlallah! Senin kardeşlerin kimdir? Biz senin kardeşlerin değil miyiz?” diye soru­lunca, buyurdu ki: “Siz benim arkadaşlarımsınız (ashab), onlar ise kardeşlerimdir.”

“Allah’ın selamı sana olsun Yâ Resûlallah! O kardeşlerin kimlerdir?” diye sorulunca bu­yurdu ki: “Onlar ahir zamanda gelecek bir topluluktur. Beni görmedikleri halde, bana iman edecekler. Beni tasdik edip bana uyacaklar. İşte onlar kardeşlerimdir. Siz ise arkadaşlarımsımz. Onlara müjdeler olsun!”

Nitekim O, Üsâme b. Zeyd’e vasiyetinde de onlara işaret etmiştir: “Cennet yoluna sarıl. Aksi halde endişelenmelisin (halin haraptır).” Zeyd; “Ey Allah Resûlü! Bu yolu geçmenin en kolay yolu nedir?” diye sorunca, Peygamber şöyle buyurdu:

“Öğlen sıcağında susamak ve nefsi dünya lezzetlerinden kesmektir. Üsâme! Oruç tut. Oruç insanı Allah’a yaklaştırır. Allah’a oruçlunun ağız kokusundan ve Allah için yeme-içmeyi terketmekten daha sevimli bir şey yoktur. Keşke başarabilirsen de, ölüm anında karnın aç, ciğerlerin susuzluktan yanmış olsa (oruçlu olabilsen). Bunu gerçekleştirebilirsen, ahirette makamların en üstününe ulaşır, peygamberlerle beraber olursun. Peygamberler ve melekler de senin ruhunun kendileriyle beraber olmasına sevinirler, cennet ehli sana dua edip senin için esenlik diler.

Ey Üsâme! Aç insanların bedduasından sakın. Onlar rüzgârlı havalarda ve kavurucu sıcaklarda deri-kemik kalmış, ciltleri yanmış, gözleri kararacak derecede ciğerleri (susuz­luktan) kavrulmuştur. Şanı yüce olan Allah onlara baktığı zaman, meleklerin ileri gelenleri onlarla övünürler. Allah onların bulunduğu yerden depremleri ve fitneleri uzaklaştırır.”

Sonra Resûlullah onları görme arzusu ile ağladı. Ağlaması öyle arttı ki, adeta feryada dö­nüştü. İnsanlar onunla konuşmaya cesaret edemediler, bu olayın semadan kaynaklandığını (o anda vahiy geldiğini) zannettiler. Bir müddet sonra Resûlullah (salla'llâhü aleyhi ve sellem) buyurdu ki; “Vay bu ümmetin haline! Onlardan hiçbiri, ümmetin içinde Allah’a itaat eden kimseye rastlamaz. Allah’a itaat ettikleri için onları nasıl öldürebilir ve nasıl yalanlayabilirler!”

Ömer bin Hattab, “Yâ Resûlallah! O gün insanlar İslâm dininde olacaklar mı?” diye so­runca, O; “Evet!” diye cevap verdi. Ömer tekrar; “Allah’a itaat edenleri niçin öldürecekler?’ diye sorunca, Peygamber şöyle buyurdu:

“Ey Ömer! O insanlar (Allah’ın) yolunu terk eder, sağlam araçlarına (fera’) binerler. İpek elbiseler, (ince ve) yumuşak giysiler giyerler. Güzel yiyecekler yer, soğuk içecekler içerler. (Lüks) koltuklarına yaslanarak otururlar. Onların hizmetçileri Fars ve Rum halkındandır. Onların erkekleri, bir kadının kocası için süslendiği gibi süslenir, kadınları ise Kisra b. Hür­müz ve diktatörlerin giyindiği gibi süslü giyinerek caka satarlar. Onlar (sürekli ne yiyip-içeceklerini düşünür,) bedenlerini semirtmeye çalışır, giydikleriyle övünüp böbürlenirler.

Bunlar, kaba yün elbiseler giymiş, belleri bükülmüş ve susuz bırakarak nefislerini (nefsanî arzularını) yok etmiş olan evliyâullahtan birini görüp onunla konuştuklarında, onu yalan­layıp horlarlar ve oradan uzaklaştırıp kovarlar. Sonra da şöyle derler: ‘Bu, şeytanın arkadaşı olmuş ve sapıklığın zirvesindedir. Allah’ın kulları için yarattığı süslü ve güzel şeyleri, helâl yiyecekleri kendisine haram kılmıştır.’

Onlar Allah’ın kitabını yanlış yorumlamışlar, Allah dostlarını hor görmüş, insanları on­lardan korkutarak uzaklaştırmışlardır.

Ey Üsâme! Kıyamet günü insanların Allah’a en yakın olanı, dünyada uzun süre üzüntü, açlık ve susuzluk çekendir. Onlar hayırlı (ahyâr) ve iyi insanlar (ahyâr)dır. Siz onları gördü­ğünüzde tanımazsınız, ortadan kaybolduklarında ise fark edilmezler. Gök ehli (melekler) on­ları bilir, ama yeryüzü ehline gizli kalırlar. Bölge bölge insanlar onlara iştiyak duyar, melekler onların etrafını kuşatır (onlara dua ederler). İnsanlar dünya nimetlerinden bol bol yararla­nırken, onlar açlık ve susuzluğu nimet görürler. İnsanlar yumuşak (ve gösterişli) elbiseler giyerken, onlar sert ve kaba giysiler giyer; herkes yumuşak yataklarda yatarken, onlar güvenli cepheleri ve sağlam araçları yatak edinmişlerdir. İnsanlar gülerken, onlar ağlarlar.

Ey Üsâme! Kıyamet günü en üstün şeref onların olmaz mı? Onları görmeyi çok arzu ederdim. Yeryüzü onların esenlik alanıdır (onları her yerde görürsün), Cabbar (olan Allah) onlardan razıdır. Allah’a yönelen kimse, onların yöneldiklerine yönelir. Onlara muhalefet eden kaybeder. Yeryüzü onları kaybettiğinde ağlar. Cabbar olan Allah, onlardan kimsenin bulunmadığı bir beldeye gücenir.

Ey Üsâme! Bir köyde onlardan birini görürsen, bilesin ki o, orası için bir güvencedir; içinde onlardan birinin bulunduğu bir topluluğa Allah azap etmez.

Ey Üsâme! Onları kendine dost edin ki, belki onlarla beraber sen de kurtulursun. Onların yolundan başka bir yola girmekten sakın. Yoksa ayağın kayar, ateşe düşersin.

Ey Üsâme! O insanlar, helâl yiyecek ve içecekleri bile terk etmiş, ahiret iyiliğini istemişler, köpeklerin leşe koşup üşüştükleri gibi dünyaya (ve dünyalık şeylere) saldırıp üşüşmemişlerdir. Onlar bellerini doğrultacak (hayatlarını devam ettirebilecekleri) kadar yer, eski püskü giyinirler. Onları dağınık ve üstü başı tozlu-topraklı görürsün. İnsanlar onları gördüklerinde hasta zannederler. Halbuki onlar hasta değildirler. Onları deli zannederler, halbuki onlar deli değildirler. Aslında onlar hakkında böyle düşünenlere bir şey olmuş; onlar deli olmuşlardır. İnsanlar onların akıllarının gittiğini zanneder, halbuki onların akılları yerindedir. Onlar kalp gözleriyle bakar ve baktıklarında İlahî hikmeti görürler. Onlar dünyada, dünya ehli ile bera­ber yürürken, akılları başlarında değildir (o anda bile İlâhî ve ulvî şeyler düşünürler).

Ey Üsâme! Bil ki, insanların akılları başlarından gittiği zaman bile, onlar akıllarını kul­lanırlar. Onlara müjdeler olsun! Onlar varılabilecek en güzel yere varırlar. En büyük şeref onların değil midir?”

Rivayet edilir ki, onlardan biri halvet halinde (köşesine çekilmiş bir vaziyette) iken şöyle dediği işitilmiştir:

“Ya Rabbi! Hayatıma yemin olsun ki, benden gafil olunmadığı (Rabbimin beni her an bildiği ve gördüğü) halde, ben (Ondan) nasıl gafil olurum? Önümde (hesabı) ağır bir gün varken, hayattan nasıl zevk alırım? Günahımdan dolayı başıma ne geleceğini bilmezken, üzüntüm nasıl uzun olmasın? Ecelimin ne zaman geleceğini bilmezken, amelimi nasıl erte­leyebilirim? Bir evim bile yok iken, dünyayı nasıl mesken edinebilirim? Varıp sığınacağım asıl yer, başka bir yer olmasına rağmen, dünyada nasıl mal biriktirebilirim? Oradan bana az bir şey yettiği halde, ne diye ona (dünyaya) aşırı ilgi göstereyim? Orada durumum aynı kal­madığı (sürekli değiştiği) halde, kendimi nasıl güvende hissederim? Başkalarına bıraktıkları­mın bana bir yararı olmadığını bile bile, niçin ona aşırı tamah göstereyim? Benden önce onu (dünyayı) tercih edenleri, dünya kendinden uzaklaştırıp kovduğu halde, ben nasıl onu tercih edebilirim? Oradaki sürem hızla dolmadan, niçin amellerimi bir an önce yapmayayım? Zih­nim işlemez hale gelmeden önce, niçin nefsimi özgürlüğüne kavuşturmak için çalışmayım? Benden ayrılacağını ve kopup gideceğini bile bile, niçin hâla ona hayranlık duyayım?”

“Şüphesiz bu (anlatılanlar, önceki kitaplarda; îbrahim ve Mûsanın kitaplarında da vardır”[148]ayeti Allah’ın resûlüne (as) sorulduğunda, O şöyle cevap verdi: “Onlarda şöyle ya­zıyordu: Bir kimsenin cehennemden emin olmasına rağmen, nasıl gülebildiğine şaşarım. Bir gün kendisine hesap sorulacağından emin olmasına rağmen, nasıl kötülük işleyebilir? Hayret ederim. Kaderden emin olmasına rağmen, bedenini yormasına; dünyayı ve onun in­sanları nasıl değiştirdiğini görmesine rağmen, dünyaya nasıl o kadar bağlandığına şaşarım. Cennetin varlığına yakînen inanmasına rağmen, niçin iyilik yapmadığına hayret ederim. Allah’tan başka ilah yoktur, Muhammed Allah’ın elçisidir.”

Ebû Zer’den rivayet edilmiştir ki o, Resûlullah’tan, kendisine tavsiyede bulunmasını iste­diğinde Allah’ın elçisi şöyle buyurmuştur: “Sana takvâyı (sakınmayı) tavsiye ederim. Çünkü takvâ her işin başıdır.”

Biraz daha tavsiyede bulunmasını isteyince, buyurdu ki; “Allah’ı zikretmeni öğütlerim. Çünkü o, her hayrın başıdır. Bir de Kuran okumanı. Çünkü okuduğun Kuran, senin gökte nurun, yeryüzünde zikrindir.”

Biraz daha tavsiye isteyince; “Cihad et. Çünkü cihad, bu ümmetin dünyayı önemsemedi­ğinin göstergesidir” buyurdu.

Biraz daha isteyince dedi ki; “Kendinden aşağıdakilere bak, yukarıdakilere değil.”

“Biraz daha” deyince; “Allah’ı zikir dışında, konuşmayı azalt. Çünkü şeytana ancak öyle galip gelebilirsin” buyurdu.

Biraz daha tavsiye isteyince; “Yoksulları sev ve onlarla beraber yaşa” dedi.

Ben her defasında “Biraz daha’ dedikçe, O, sırasıyla aşağıdaki tavsiyelerde bulundu:

“Dünyada garip (yabancı) gibi ol. Nefsini ölüler arasında say.

Acı da olsa, hakikati söyle.

Hiçbir kınayıcının kınaması, seni Allah yolundan alıkoymasın.

Dünyada belini doğrultacak kadar az yiyeceğe, avret mahallini öretecek kadar giysiye, dinleneceğin kadar gölgeye razı ol.

Öfkeni yen ve sana kötülük yapana sen iyilik yap.

Dünyayı sevmekten (ve ona bağlanmaktan) sakın. Çünkü dünya sevgisi, bütün hataların başıdır. Dünya, ona sahip olanı helâk eder. Ama dünyaya sahip olan, onu helâk edemez.

İnsanlara öğüt verdiğin gibi, nefsine de öğüt ver. Sende de bulunan şeylerden dolayı baş­kalarını ayıplama.

Ey Ebû Zer! Tedbir kadar değerli bir akıl yoktur (akıllı insan tedbirli olur). Kendine yete­cek kadarıyla yetinmek gibi bir verâ, güzel ahlâk gibi bir değer yoktur.”

Yine Resûlullah şöyle buyurmuştur: “Cenneti arzulayan kimse, hayırlı işlerde yarışır. Ce­hennemden çekinen de şehevi arzularını zihninden çıkarır. Dünyaya ilgisiz kalan kişi, mu­sibetleri önemsemez.”

Denilir ki, dünyaya ilgisiz kalmak (zühd), her hayrın anahtarı, dünyaya aşırı ilgi göster­mek ise her türlü kötülük ve günahın anahtarıdır.

Hikmetli bir sözde şöyle denilmiştir: “Dünya bir köprüdür, onun üzerinden ahirete ge­çip gidin. Onu imar etmeye çalışmayın. Çünkü siz ahiret için yaratıldınız, dünya için değil. Dünya amel (çalışıp çabalama) yurdu; ahiret ise yapılanların karşılığını görme yeridir. Orası varılıp ikamet edilecek son durak, nimetler yurdu ve sonsuzluk diyarıdır.”

Bölüm: İnsanın Sorumluluğunun Hikmet ve Güzelliği

Ey kardeşim! Allah seni de bizi de kendi katından bir huzur ve mutluluk ile desteklesin! Bil ki şânı yüce olan Allah, Hz. Musa b. İmran ile konuştu, ona oniki bin kelimeyle kendini ifade etti ve her sözünün sonunda şöyle dedi: “Ey Musa! Bana yaklaş ve değerimi bil. Ben Allahım. Ey Musa! Yarattıklarım arasında niçin seninle konuştum? İsrailoğulları arasından elçiliğime niçin seni seçtim? Biliyor musun?”

Musa dedi ki; “Bana lütufta bulundun ey Rabbim!” Cenâb-ı Hak; “Kullarımın sırlarına muttali oldum, bana karşı sevgide senin kalbinden daha saf hiçbir kalp görmedim” buyurdu.

Musa (as) dedi ki; “Ey Rabbim! Ben yok idim, beni niçin yarattın?” O da; “Senin hakkın­da hayır diledim.” buyurdu. Musa; “ey Rabbim! Bana lütfettin” deyince, Allah buyurdu ki: “Seni cennetime koyacak, meleklerimle beraber ‘ikram yurduna’ girdireceğim. Orada lezzet ve nimetler içerisinde, mutlu olarak ebediyen kalacaksın.”

Musa; “O halde yapmam gereken şeyler neler?’ diye sordu. Yüce Allah şu cevabı verdi: “Dilin daima benim zikrimle meşgul olsun. Kalbin benim azametim karşısında titresin. Be­denin bana hizmetle meşgul olsun. Cennete adımını atıncaya kadar benim tuzağımdan emin olma.”

Hz. Musa; “Ey Rabbim! Beni niçin Firavun ile imtihan ettin?” şeklinde sorunca, Allah şöyle cevap verdi: “Seni kendim için seçtim ki senin dilinle İsrailoğullarına hitap edeyim, kelâmımı onlara duyurayım, Tevrat’ın şeriatını ve dinin sünnetini onlara öğreteyim. Hem onlara, hem de gerek onlardan, gerekse başkalarından sana tâbi olan herkese ahiretin yolunu göstereyim.

Ey Musa! İsrailoğullarına bildir ki, ben gökleri ve yeri yarattığımda, oralarda yaşayacak sakinlerini de belirledim. Gök ehli, meleklerim ile bana isyan etmeyen ve kendilerine emre­dileni yapan halis kullarımdır.

Ey Musa! Benden İsrailoğullarına söyle ve onlara bildir ki, kim benim vasiyetimi kabul eder, bana verdiği sözü yerine getirir, bana isyan etmezse, onu meleklerimin rütbesine yük­seltir, cennetime koyar, onları yapageldiklerinin en güzeli ile ödüllendiririm.

Ey Musa! İsrailoğullarına söyle ve benden onlara ilet ki, ben cinleri, insanları ve bütün canlıları yarattığımda, dünya hayatının gereklerini onlara ilham ettim ve yararlı olanı iste­meleri, zararlı olandan kaçınmaları için orada nasıl tasarrufta bulunacaklarını öğrettim. On­lar bunları, kendilerine verdiğim göz, kulak, kalp, iyiyi kötüden ayırt etme yeteneği ve bilinç sayesinde yaparlar. Aynı şekilde peygamberlerime ve seçkin kullarıma ilham ettim, onlara mebde ve meâdı (başlangıç ve sonu), ahirette dirilmeyi öğrettim, ahiret yolunu ve oraya nasıl varılacağını açıkladım.

Ey Musa! Peygamberlerimle gönderdiğim vasiyetimi kabul etmelerini ve onu yerine ge­tirmelerini İsrailoğullarına söyle. Onlara şunların garantisini ver: Hem dünya hem de ahiret işlerine dair ihtiyaç duydukları her şeyde ben onlara yeterim. Kim olursa olsun, insanoğlu bana verdiği sözü yerine getirirse, ben de onlara verdiğim sözü yerine getirir, karar yurdu olan ahirette onları peygamberlerim ve meleklerimle beraber haşrederim.”

Musa; “Ey Rabbim! Bizi cennette yaratsaydın ve dünya sıkıntılarından, belâ ve musibetle­rinden korusaydın, bizim için daha hayırlı olmaz mıydı?” deyince, Yüce Allah şöyle buyurdu:

“Ey Musa! Bu dediğini babanız Âdem’e yaptım. Fakat o, benim hakkımı ve nimetimin de­ğerini bilmedi. Vasiyetimi korumadı. Bana verdiği sözü yerine getirmediği gibi, bir de isyan etti. Ben de onu oradan çıkardım. Tevbe edip bana dönünce, ben de onu tekrar cennete geri döndüreceğimi vaat ettim ve vasiyetimi kabul edenler ile bana verdikleri sözü yerine getiren­ler dışında, onun zürriyetinden hiç kimsenin cennete giremeyeceğine dair kendi kendime karar verdim. Benim sözüm zalimleri kapsamaz. Kibirlenenler de cennetime giremez. Çün­kü ben orayı, yeryüzünde büyüklük taslamak ve fesat çıkarmak istemeyenler için yarattım. Akıbet, takvâ sahiplerinindir.

Ey Musa! Kullarımı çağır ve onlara nimetlerimi hatırlat. Çünkü onlar benden, sadece geçmiş ve gelecekteki, bu dünyada ve ahiretteki hayırları hatırlarlar.

Ey Musa! Benim cennetimi kaçıranlara yazıklar olsun. Ondan yararlanmadıkları için on­lara yazıklar olsun. Pişmanlık için de artık çok geç.

Ey Musa! Cenneti, gökleri yarattığım gün yarattım. Onu en güzel renklerle süsledim. Cennet ehlinin nimetlerini ve sevincini; mutluluk ve gönül rahatlığı olarak belirledim. Eğer dünya ehli onu uzaktan bir defa görse, artık dünya hayatından kesinlikle zevk almazlar.

Ey Musa! Orası benim dostlarım ve salih kullarım için hazırlanmıştır. Ona kavuşacakları gün esenlik dilekleri ‘selâmdır. Onlara müjdeler olsun. Varılacak ne güzel yerdir orası.”

Musa dedi ki; “Ey Rabbim! Cenneti çok arzuladım. Görebilmem için onu bana gösterir misin?” deyince Allah Teâlâ; “Ey Musa! Onu gördükten sonra, dünya hayatı artık sana hiç zevk vermez. Sen dünyada belirli bir süre kalacaksın. Ruh bedenden ayrıldığında onu görür ve ona ulaşıp girersin. Yer ve gökler var olduğu sürece orada kalırsın. Acele etme ey Musa! Sana emrettiğim şekilde ameller işle. Sana müjdelediğimi İsrailoğullarına da müjdele. Onları da cennete çağır. Oraya rağbet etmelerini, dünyayı ise önemsememelerini söyle” buyurdu.

Bölüm

Ey kardeşim! Bil ki, dünyaya rağbet, ahiret talebi (ahireti istemek) ile bir arada bulunmaz. Ahireti önemsemeyen, dünyaya rağbet eder; ahirete rağbet eden ise dünyayı önemsemez (dünyada zâhidçe yaşar). Mesih (as), İsrailoğullarına yaptığı vaazlardan birinde şöyle de­miştir: “Biliniz ki, ahiretiniz ile dünyanız (arasındaki ilişkinin) örneği, doğu ile batı (arasın­daki ilişki) gibidir. Batıya yöneldiğiniz oranda doğudan uzaklaşırsınız. Doğuya yöneldiğiniz oranda da batıdan uzaklaşırsınız.”

İsrailoğullarına gelen kitapların birinde şöyle denilmiştir: “Sizi ahirete yönelmeye teşvik ettik, fakat bunu yapmadınız. Dünyayı önemsememeye (dünyada zâhidçe yaşamaya) teşvik ettik, onu da yapmadınız. Sizi cehennem ile korkuttuk, fakat korkmadınız. Cennete teşvik ettik, arzu etmediniz. (Yaptıklarınızdan dolayı) sizi azarlayıp kınadık, (pişmanlık duyup) ağlamadınız. Gaflet uykusundakilere müjdele ki, Allah’ın uyumayan bir kılıcı vardır. O da cehennem ateşidir.”

Yüce Allah şöyle buyurur: “Ey insanoğlu! İyiliğim sana sürekli inmekte, ama senden bana kötülük yükselmektedir. Seni ihtiyaç sahibi olmaktan kurtarmakla, sana olan sevgimi göster­dim. Sen ise (sürekli) günah işlemek suretiyle bana buğz ediyorsun (düşmanlık ediyorsun). Gün geçmiyor ki, değerli bir melek bana senin çirkin fiillerini getirmiş olmasın.

Ey insanoğlu! Benden korkmuyor musun? Seni her an gördüğümü bilmiyor musun?

Ey insanoğlu! Yalnız kaldığın zamanlarda ve haram arzuların kabardığında beni hatırla ve benden o arzuları kalbinden çekip almamı, seni günahtan korumamı, seni ondan nefret ettirmemi, bana itaat etmeyi sana kolaylaştırıp sevdirmemi ve onu sana güzel göstermemi iste.

Ey insanoğlu! Benden yardım isteyesin ve benim ipime sımsıkı sarılasın, kendini benden dolayı doygun hissedip benden yüz çevirmeyesin, sonunda ben de senden yüz çevirmeyim diye sana bazı şeyleri emrettim, bazı şeyleri de yasakladım. Benim sana ihtiyacım yok. Ama sen bana muhtaçsın. Seni dünyada yarattım ve onu (dünyayı) senin emrine verdim ki, be­nimle buluşmaya hazırlanasın. Bana gelişin için dünyadan azık hazırlayasın, benden yüz çevirmeyesin ve dünyaya çakılıp kalmayasın.

Ey insanoğlu! Bil ki, ahiret yurdu senin için dünyadan daha hayırlıdır. Benim senin için seçtiğimin tersini (dünyayı) seçme. Bana kavuşmayı kötü görme. Kim bana kavuşmak iste­mezse, ben de ona kavuşmak istemem. Kim bana kavuşmaktan hoşnut olursa, ben de ona kavuşmayı arzularım.”

Bölüm: Çeşitli Öğütler

Ey kardeşim! Allah seni de bizi de kendisinden bir huzur ve mutluluk ile desteklesin. Gördüğün dünyevi olaylar üzerine bir düşün. Orada yaşayanlarda gün be gün, an be an göz­lemlediğin olaylardan ibret al. Bu risâlede Allah’ın Peygamberlerine, evliyâullaha ve Onun salih kullarına dair anlattığımız hikâyeler, onların güzel ahlâkı, âdil yaşam tarzı ve güzel davranışları üzerine bir düşün. Onlara uymaya ve onların gittiği yola girmeye çalış. Allah’tan yardım dile ve Ondan başarı iste. Bir bak; eğer en yüksek derecelere layık isen, daha aşağı­sına razı olma. Onlara muhalefet etmekten ve onlara uymayı terk etmekten sakın. Çünkü onlar, hidayet imamları ve karanlığın lambaları, Allah yoluna hikmet ve güzel öğütle çağıran davetçi ve rehberlerdir. Onlar Allah’ın insanlara (gönderdiği) deliller ve seçkin kullarıdır. Onlara uyan kurtulur, onların yoluna muhalefet eden ise kaybeder. Onlar Allah’ın temiz kul­ları ve yarattıkları arasından seçtiği hayırlı insanlardır.

Ey kardeşim! Bil ki, aziz ve çelil olan Allah ile yaratıklarından hiçbiri arasında herhangi bir yakınlık yoktur. Fakat kullarının O’nun katında en değerli olanı; takvaca en üstün olan­dır. Onun en çok sevdiği kul; O’na en itaatkâr olan, O’nu en çok zikreden, işlerini en akıllıca yapan, en iyi çalışan, dünyadan ahirete gitmeye en hazırlıklı olan ve en fazla ahiret azığı biriktirendir.

Yine bil ki, dünyada yiyecek endişesi en az olan ve kalbi en rahat olan kimse, dünyada zühdü tercih edendir. O halde ey kardeşim! Elini çabuk tut ve ahiret yolu için dünyada azık hazırla. Şüphesiz en iyi azık, takvadır. Ömrün sona ermeden, ecelin gelmeden ve ölüm yak­laşmadan, hayırlı işlerde yarış, en iyi dereceler için rekabet et.

Ey kardeşim! Bil ki, insanın en hayırlı kurtuluş yolu akıldır. En üstün özelliği ise ilimdir. Her şeyin kendine ait bir özelliği vardır. Aklın özelliği; hakikatleri bilmesi, mükemmel bir (iyiyi kötüden) ayırma (temyiz) yeteneğine, âdil bir yaşam ile iyi bir seçim gücüne (ihtiyar) sahip olmasıdır. Şimdi, eğer akıllı isen düşün ve işlerin en faziletlisini, ahlâkın en güzelini, amellerin en hayırlısını, derecelerin en üstününü, yararlı şeylerin en genel ve en devamlı olanını tercih et.

Ey kardeşim! Bil ki, ahiret dünyadan daha hayırlıdır. Ahiret ehli de dünya ehlinden daha üstün; onların ahlâkı dünya ehlinin ahlâkından daha güzel; yaşam tarzları onların yaşam tarzlarından daha doğru; dereceleri daha üstün; nimetleri sürekli, sevinçleri sonsuz, yaşaya­cakları lezzetler de daha saf ve temizdir.

Şimdi dikkatle düşün. Hangisini tercih edeceksin? (O tercihinin sonucu) nasıl olacak? Hangisini yapacaksın? Yoksa bir tercihin olmayacak mı?

Eğer akıllı isen, tercihini ahiretten yana kullan. Artık doğruyu eğriden ayırıyor; dalâletihidayeti biliyor; doğruyu yanlıştan ayırt ediyorsun. Hakkı-bâtılı öğrendin; hastalıktan kur­tuldun. Uyaran kişi, artık bundan sonra mazeret kabul etmez.

“Allah, gerekli olan emri yerine getirmesi, helak olanın açık bir delille (gözüyle gördükten sonra) helak olması, yaşayanın da açık bir delille yaşaması için (böyle yaptı).”[149]

“Peygamberler (elçiler) gönderdik ki insanların peygamberlerden sonra Allah’a karşı bir ka­nıtı olmasın.”[150]

“Peygambere (elçiye) düşen (görev), ancak tebliğ etmektir."[151]

Ey kardeşim! Şimdi bak bakalım; buraya kadar anlattığımız özelliklerden sonra konu se­nin için netleşmediyse, sana sunduklarımız seni gaflet ve cehalet uykusundan uyandırmadıysa, anlattıklarımız sana şifa olmadı, fayda vermediyse, bunun sebebi, senin ahiret hakkın­da cahil ve gafil, mağrur dünya ehlinin taşkınlığına kapılarak, o halinde ısrar etmen ve şöyle demendir: “Benim de onlara uymam, onların gururuna ortak olmam, onların yöneldikleri şeylerde benim de onlarla yarışmam gerekir.”

(Anlattıklarımızın sende etkisi olmamasının başka bir sebebi;) onların kötü ahlâkının, koyu cehaletlerinin, bozuk fikirlerinin, kötü amellerinin, çirkin fiillerinin, zulme dayalı bir yaşam tarzının, kötü işlerinin, değişken durumlarının, farklı tasarruflarının, birbirilerine düşmanlık besleme, birbirlerini kıskanma ve birbirlerine karşı haddi aşma gibi çelişkili ilişki­lerinin, bu değersiz dünyaya ait şeylerle gururlanıp övünmelerinin ve dünyevi şeylere aldan­malarının, süslü sözlerle birbirlerini aldatmalarının ve hileli sözlerle itibar kazanmalarının senin hoşuna gitmesidir. Halbuki onların kalplerini ihanet, aldatma, haset, kibir, kıskançlık, tamah, kin, düşmanlık, kınama ve hile gibi kötü duygular kaplamıştır. Bunlar, dinleri taas­sup, inançları münafıklık, amelleri riya, tercihleri dünyevî arzular olan bir topluluğa benzer. Yine onlar imkânsız olduğunu bildikleri halde, dünyada ebedi kalmayı temenni eder, yiye­meyecekleri şeyleri biriktirir, içinde oturamayacakları evler yapar, gerçekleştiremeyecekleri şeylerin peşinde koşar, haramdan kazanır, günah yolda harcarlar. İyiliğe engel olur, her türlü kötülüğü işlerler. Onlar ne yapacağını bilmeyen sarhoşlar gibidirler. Azgınlıkları içinde de­belenip dururlar. Çağrıya kulak vermez, doğru yolu göremezler. Öğüt ve hatırlatma, emir ve yasak, vaat ve sakındırma, teşvik ve uyarı, kınama ve tehdit de onlara fayda vermez. Aksine onların, dipsiz kuyularında çırpındıklarını ve azgınlıkları içinde debelendiklerini görürsün. (Uyarılara) aldırmaz ve arkalarını dönüp giderler. Ahiretten yüz çevirir, köpeklerin leşe ko­şup saldırdıkları gibi dünyaya sarılırlar. Kendilerini arzularına kaptırmışlar, namazlarını terk etmişlerdir. Öğüt dinlemezler. Hatırlatma da onlara fayda vermez. Şüphesiz onlar (dünyada) biraz daha oyalanacak, ondan biraz daha yararlanacaklar, sonra isteseler de, istemeseler de bir gerçek olan ölüm anı gelecek, kendilerine rağmen sevdiklerinden ayrılacaklar, biriktir­diklerini başkalarına bırakacaklardır.

(Kaderin cilvesine bakın ki, böyle mal biriktirip de ölen) birinin malından kocasının helâlliği, oğlunun karısı, kızının kocası ve mirasının asıl sahibi yararlanır. Onlar sevinir, ama o buradan büyük veballerle ayrılmıştır. Günahları sırtında ağır bir yüktür. Kendi elleriyle kazandıklarıyla azap görecektir. Yazıklar olsun onlara! Artık onlar için kıyamet kopmuştur.

Ey kardeşim! Allah sana doğruyu bulmanı nasip etsin. Seni de, hangi beldede olursa ol­sun, bütün kardeşlerimizi de doğruya yönlendirsin. Şüphesiz O, kullarına karşı çok merha­metlidir.

Ahlâk Risâlesi (Risâletü’l-ahlâk) burada bitti. Allah’a hamd olsun.

Cevherinin safiyeti ile hikmet kaynaklarını ortaya çıkaran, başlangıcını ve kaynağını inkâr edenlerin burunlarını yere sürten, dinin anlaşılmayan yönlerini fasih bir dille açıkla­yan Resûlü’ne ve O’nun ailesine salât ve selam olsun.

Allah bize yeter. O ne güzel vekil, ne güzel dost (ve koruyucu), ne güzel yardımcıdır. Ger­çek güç ve kudret, ancak yüce ve azametli olan Allah’ındır.

Matematik Kısmının Onuncu risâlesi[152]:
İsagoci[153]

Rahman ve Rahim olan Allah’ın adıyla!

E

y iyiliksever ve merhametli kardeşim! Allah seni ve bizi katından bir ruh ile desteklesin!

İnsan, ay feleğinin altındaki varlıkların en değerlisi, bilimler, sanatlar insanın erdemin­den ve konuşma {nutuk) da beşerî sanatların en değerlisinden olunca nutkun mahiyetini, niceliğini ve niteliğini açıklamak istedik. Nitekim, insanın tanımında, “konuşan (nâtık) ölümlü canlıdır” denildiği gibi, insan konuşma (nutuk) sayesinde diğer canlılardan ayrılır. Çünkü diğer canlıların tümü konuşamayan (nutuk etmeyen) ölümlü canlılardır. Yine konuş­ma (nutuk), beşeri sanatlardan rûhâni alana en yakın olanıdır. Bunun nedeni şudur: Sanatlar Risâlesi nde açıkladığımız gibi, diğer sanatlarda konular doğal cisimlerdir ve onların hepsi­nin konusu cismânî cevherlerdir. Mantıkta (nutk) ise konu canlı ve tikel olan nefsin cevher­leridir ve konuşmanın (nutk) nefislerdeki etkisi rûhânidir. Tıpkı ödül, ceza, yönlendirme, sakındırma, övme-yerme gibi. Zira bunların delili, sözün nefislerdeki etkileri çeşidinden açıklanan şeydir, tıpkı cisimlerin birbirlerini etkileme çeşidinden görülen şeyler gibi.

Cisimlerin birbirlerine sözü edilen bu etkileri iki türlüdür: Yıkıcı ve yapıcı olanlar. Buna göre yapıcı olanı, mesela, canlıların bedenlerini yapan yiyecek ve içecek gibi olan ve hasta bedenleri iyileştiren ilaçlar ve yararlı şeylerdir. Bozucu olan ise mesela, canlıların ve bitki­lerin bedenleri helak eden ateş, kılıç ve bıçak darbesi ve canlıların bedenlerini helak eden cisimlere benzeyen şeylerdir. Tıpkı bunun gibi nefislerde bulunan kelâm ve sözlerin hük­mü de yapıcı ve yıkıcı olmak üzere iki türlüdür. Yapıcı olanı, mesela, nefisleri güzel huylara yönlendiren güzel ve yüceltici, teşvik edici sözlerdir. Yine nefisleri kötü huylardan ve çirkin fiillerden alıkoyan öğütler ve ödüller vaat eden sözler gibi olan şeylerdir. Nefisler için yıkıcı olan sözler ise, nefisleri düşmanlık ve nefrete sevk eder. Sövme, meydan okuma ve çirkin­lik yaptıran sözler bunlardır. Nitekim nice sözler vardır ki bozgunculuk ve savaşı körükler. Kargalarla baykuş arasındaki düşmanlığın sebebi, baykuşu kral seçmek üzere kuşlar toplandı­ğında, kanaryanın söylediği bir sözdür, örneğinde söylenildiği gibi. Nice söz vardır ki, o, ordu komutanına yetecek cesareti gönüllerde sabit kılan bir sözdür. “Kalemlerin geri getirdiğine kılıçların helâk ettiği şeyle ulaşılamaz” kasidesinde de söylenildiği gibi, savaş ateşlerini sön­dürür. Yine nutkun erdemindendir ki o, neredeyse; sayıların sayılanlara uygun (mutabık) olması gibi; varlıkların tümüne uygun (mutabık) olacaktı. Bunun delili, bilgisinin derinliğine aziz ve yüce Allah’tan başka hiç kimsenin ulaşamayacağı kadar dillerin çok olması, sözlerin muhtelif olması ve sözlerin çekimlerinin (dil yapısının) çeşit çeşit olmasıdır.

Şimdi biz öğrencileri konuya yaklaştırmaya ve mantık araştırmacılarına onların manala­rını anlamayı kolaylaştırmak için bu sözlerden bir bölümünü anlatmak istiyoruz.

Bölüm: Mantığın Türetilmesi ve Nutkun İkiye Bölünmesine Dair

Ey kardeşim! Allah seni ve bizi kendinden bir ruh ile desteklesin! Bil ki mantık, “nutketti, nutkediyor, nutketmek” anlamındaki nataka/nutk kelimesinden türetilmiştir. Nutuk ise insan nefsinin fiillerinden bir fiildir. Bu fiil, biri düşünce, diğeri sözle ilgili olmak üzere iki çeşittir. Söz yani lafızla ilgili olan nutuk; duyularla algılanan ve cisme ait olan bir durumdur. Düşünce ile ilgili olan nutuk ise akıl ile algılanan rûhâni bir durumdur. Bu şundandır: Lafızla ilgili olan nutuk, yalnızca işitilen ve birtakım heceleri olan seslerden ibarettir. Bu sesler, be­denin bir uzvu olan dilden ortaya çıkarlar ve diğer bedenlerin uzuvları olan kulakların işitil­mesine doğru gelip giderler. Mantığın bu türünde araştırma ve inceleme yapmaya, onun çe­kimlerinin nasıl olduğuna ve delâlet ettiği manâlara dair bilgi vermeye “lügavi mantık ilmi” adı verilir. Rûhâni ve akıl ile algılanan bir durum olan düşünce ile ilgili nutuk ise eşyanın (şeylerin) zatındaki (kendiliklerindeki) manasını nefsin tasavvur etmesi ve cisimlerin kendi cevherlerindeki betimlerini bilmesi ve nefsin kendi düşüncesinde tanım ve betimin arasını ayırt etmesidir. İnsan bu nutuk ile tanımlanıp “insan; canlı, nâtık ve ölümlüdür” denilir. Do­layısıyla insanın nutketmesi ve canlılığı nefis, ölümü ise ceset yönündendir. Çünkü nefis ve bedene ancak birlikte insan adı verilir.

Bil ki, bu nutka dair araştırma ve inceleme yapmak, nefsin duyular yoluyla varlıkların kendiliklerindeki manâlarını nasıl idrak ettiğinin bilgisini, vahiy ve ilham adı verilen akıl açısından nefsin düşüncesinde bu manaların nasıl içselleştirildiğini ve bu manaların herhan­gi bir dilin lafızlarıyla nasıl anlatıldığını araştırmaya, “felsefi mantık ilmi” adı verilir. Lafızla ilgili nutuk, cisimsel, apaçık ve duyularla algılanan bir durumdur. Dil, her bir insanın kendi nefsinde bulunan manaları kendisine soran ve hitap eden başka insanlara anlatması için insanlar arasında vazedilmiştir. Bu sebeple öğrencilerin felsefi mantık ilmini anlamalarını ve araştırmacıların da düşünmelerini kolaylaştırmak için bu mantığın bir kısmını giriş ma­hiyetinde olmak üzere anlatmayı gerekli gördük. Diyoruz ki, nutuk lafzı, alfabe harflerin­den oluşturulan birtakım lafızlar olunca öncelikle harfleri anlatmayı gerekli gördük. Harfler, düşünce, söz ve yazıyla ilgili olmak üzere üç nevidir. Düşünceyle ilgili olan harf, manaları lafızlarla dışarı çıkarılmadan önce nefislerin cevherlerinde ve düşüncelerinde tasavvur edi­len rûhâni bir sûrettir. Söz/sözcükle ilgili olan harfler ise havada taşınıp kulaklar yoluyla işitme duyusu tarafından işitilen birtakım seslerdir. Nitekim biz bunu Hisseden ve Hissedilen Risalesinde (el-hâss ve’l-tnahsûs) açıkladık. [392] Yazı ile ilgili olan harfler ise defterlerin için­de ve levhaların yüzeyinde kalemlerle yazılmış, gözler yoluyla görme gücü tarafından idrak edilen birtakım nakışlardır. Bil ki yazıyla ilgili harfler yalnızca sözle ilgili harfleri göstermek üzere konulmuş birtakım işaretlerdir. Lafızla ilgili harfler ise düşünceyle ilgili harfleri göster­mek üzere konulmuş birtakım işaretlerdir. Öyle ise aslolan düşünce ile ilgili olan harflerdir.

Şüphesiz kelâm, gönüldedir

Lisan ancak gönüldekine delil kılınmıştır.

Düşünceyle ilgili harflerin mahiyetini başka bir fâsılda açıklayacağız.

Bil ki, lafızla ilgili harfler, ancak kalpte bulunan doğal sıcaklığın serinletilmesinden sonra akciğerden çıkan nefes sırasında dil ve dudaklar arasında gırtlak ve yutakta meydana gelen birtakım seslerdir. Bunlar Arap dilinde yirmi sekiz harftir. Diğer dillerde ise bazen daha fazla veya daha az olabilir. Şüphesiz Dillerin Farklılığı Risâlesi’nde (Risâletü ihtilâfi’l-luğât) bunun nedenini açıklamıştık. Bil ki, lafızlar harflerin bir araya getirilmesinden oluşur. İsimler birbi­rini izlediğinde kelâm, kelimeler söz dizimine göre dizildiklerinde sözler meydana gelir. Söz­ler ise nazım ve nesir olmak üzere iki nevidir. Nazım yani ölçülü sözler; şiir, vecize ve uyak gibi olan sözlerdir. Nesir de fesahat-belağat ve muhataba-muhâverâ tarzında olmak üzere iki nevidir. Hitap ise husumet ve kanıt isteme olmaksızın ihtiyaçlarını talep etme hususunda insanların kendi aralarında konuştukları şey, kanıtlar ve burhânlar isteyerek insanların ken­di davaları ve husumetleri konusunda konuştukları şey olmak üzere iki nevidir. Davalar ve husumetler ise ya dünya işleri veya din, mezhep ve bilimle ilgili işlere dair olmak üzere iki nevidir. Dünya işleri konusundaki davaların doğru (geçerli) olduğuna dair burhânlar, ancak şâhitlik, sözleşme ve yazılı belgelerle ölçülünce olur. Dinler, mezhepler ve bilimlerle ilgili iş­lere dair davaların doğru (geçerli) olduğunun burhânları ise ancak İlâhî hitaplarda yazılı olan şeyleri şahit göstermek ve şeriat sahiplerinin haber vermesi, veya basımların icma etmesi veya hakkın mizânı olan sahih kıyas ile akılların şahitlik etmesi yoluyla olur.

İnsanlar ölçülecek ve tartılacak şeylerin ölçüleri konusunda göz kararıyla tahmin etmede ihtilafa düşünce, göz kararıyla ölçme sırasındaki ihtilafı ortadan kaldırmak için, ölçüler ve tartılar vazetmek durumunda kaldılar. Aynı şekilde âlimler duyuların algılamadığı şeyler üzerine tahmin ve göz ucuyla verdikleri hükümde ihtilafa düşünce, bu durum onları araş­tırma sırasında tahminin sebep olduğu ihtilafı ortadan kaldırmak için, birtakım kıyaslar va­zetmeye götürdü. Ölçü ve tartının doğruluğu (sıhhat) konusunda duyarlı ölçüler türünden birtakım şartlara, ölçü ve tartıların doğruluğuna ve ölçü ve tartının doğruluğunun bunlara göre ayarlanmasına gerek duyulmuştur. Aynı şekilde hakkı batıldan, doğruyu yanlıştan ve hayrı şerden ayırt etmek için gerekli olan kıyasların hükmü de böyledir; bunlarla ilgili doğru (geçerli) hüküm vermek için de birtakım şartlara ihtiyaç duyulur. Şüphesiz bu şartlar uzun açıklamalarla felsefi mantık kitaplarında anlatılmıştır. Fakat öğrencilerin kıyasları anlaması­nı sağlamak için bu risâlede bir parça bunları anlatmak istiyoruz. Şimdi nefislerin düşünce­lerinde bulunan manâları gösteren lafızları anlatmaya dönüyoruz.

Bölüm: Manaları Gösteren Lafızlara Dair

Öncelikle isim nedir? İsimlendiren (müsemmâ) nedir? İsimlendirme (tesmiye) nedir? İsimlendirilen nedir? Ve yine deriz ki: Niteleyen kimdir? Nitelemek nedir? Nitelenen nedir? Nitelik nedir? Ve yine nitelik veren kimdir? Nitelik verilen nedir? Nitelik vermek nedir?

Bunların açıklaması şudur: Zamana bağlı olmadan herhangi bir manaya delâlet eden her lafız isimdir. İsim veren, söz söyleyendir. İsim verme, söz söyleyenin sözüdür. İsim verilen, işaret edilen manadır. Niteleyen, söz söyleyendir. Nitelik, söz söyleyenin sözüdür. Nitelenen, işaret edilen zattır. Niteleme, nitelenenle ilgili bir manadır. Nitelik veren söz söyleyendir. Nitelik verme, söz söyleyenin sözüdür. Nitelik verilen, işaret edilen zattır. Nitelenen ilgili bir niteleme olduğu gibi, nitelik verilenle alakalı bir manaya delâlet eden nitelik vermenin dördüncü bir lafzı yoktur.

Bölüm: Altı Lafza Dair

Bil ki, filozofların sözlerinde ve insanların düşüncelerindeki manalara işaret etmede kul­landıkları lafızlar altı nevidir. Bunların üçü nitelenenler olan nesnelere ve diğer üçü ise nite­likler olan manalara delâlet ederler. Buna göre nitelenenlere delâlet eden üç lafız, filozofların “şahıs, nevi ve cins” sözleridir. Niteliklere delâlet eden üç lafız ise onların “fâsıl, hâsse ve araz” sözleridir.

Bu lafızların manalarının açıklaması ise bize göre şöyledir. Şahıs, kendisi vasıtasıyla başka varlıklardan ayrılan ve beş duyudan biriyle idrak edilen müfred (tek) bir varlığa işaret edilen her lafızdır. Mesela, bu adam, bu kurt, bu ağaç, bu duvar, bu taş şeklindeki sözün ve kendi­siyle somut ve tek olan bir şeye işaret edilen ve bu lafızlara benzeyen şeyler gibi. Nevi, bir tek suretin toplamına aldığı bir çokluğa işaret eden her lafızdır. Mesela insan, at, deve, koyun, inek, balık sözün gibi. Kısaca suretleri aynı olan pek çok şahsı içine alan her lafız.

Cins ise suretleri muhtelif alan bir çokluğa işaret eden her lafızdır. Bu suretlerin tümünü başka bir suret içine alır. Canlı, bitki, ürün, tane ve bunlara benzeyen lafızlar gibi. Bunlardan suretleri muhtelif olan toplulukları içine alan her bir lafızdır. Zira senin “canlı” şeklinde­ki sözün, bütün insanları, yırtıcıları, kuşları, balıkları, suda yaşayan canlıların hepsini içine alır. Çünkü bunların hepsi, “canlı” lafzının içine aldığı muhtelif suretlerdir. Canlı ise cismi tamamlayan ruhani bir surettir.

Filozofların “fâsıl”, “hâsse” ve “araz” sözleri ise cinsleri, nefisleri ve şahısları niteleyen sıfatları gösteren lafızlardır. Bil ki, nitelikler üç tanedir. Onlardan biri, kendisi yok olunca nitelenenin de yok olduğu niteliklerdir. Bunlara zati ve cevheri fâsıllar (ayırıcılar) adı veri­lir. Ateşin sıcaklığı, suyun ıslaklığı, taşın kuruluğu ve bunlara benzeyen şeyler gibi. Bunun nedeni şudur: Ateşin sıcaklığı yok olunca ateşin varlığı da yok olur. Suyun ıslaklığı ve taşın kuruluğunun hükmü de böyledir. Nitelenen için hükmü böyle olan her niteliğe zati ve cevhe­ri fâsıl adı verilir. Bu niteliklerden bir kısmı var ki kendileri yok olunca nitelenen yok olmaz. Fakat bu niteliklerin yok olması yavaş yavaş olur. Tıpkı ziftin siyahlığı, karın beyazlığı, balın tatlılığı, misk ve kâfûrun kokusu ve bunlara benzeyen yavaş yavaş yok olan nitelikler gibi. Fa­kat ziftin siyahlığı, karın beyazlığı yok olunca bunların cevherlerinin de yok olması zorunlu değildir. İşte bunun gibi olan niteliklere hâssiyye adı verilir. Bunlardan hızlıca yok olan ni­teliklere ise araz adı verilir. Utanmadan dolayı olan kızarma, korkudan dolayı sararma gibi, ayakta durma, oturma, uyuma, uyanma gibi ve bunlara benzeyen niteliklere araz adı verilir. Çünkü bu nitelikler bir şeye araz olur (sonradan gelir) ve o şey yok olmaksızın, bu nitelikler o şeyden yok olurlar. Yok olması yavaş yavaş olan niteliklere hâssiyye (özellik) adı verilir. Çünkü bunlar şu ya da bu neviden bir neve özgü kılınmış olan niteliklerdir.

Zati ve cevheri niteliklere fâsıllar adı verilir. Çünkü fâsıllar cinsi ayırır ve onu neviler kılar. Bil ki, hâssiyye adı verilen nitelikler dört nevidir. Bir kısmı kendisine başka bir türünde ortak olduğu bir neve ait hâsse olan niteliktir. Diğer canlılar arasında insanın iki ayaklı olma­sı hâssesi gibi, fakat insanın bu hâssesine kuşlar da ortaktır. Bir kısmı, başka bir nevin ortak olmadığı bir neve ait olan hâssedir. Fakat bu türün bütün şahıslarında bu hâsse bulunmaz. Tıpkı yazı yazma, ticaret yapma ve diğer sanat, ustalıklar gibi. Bu nitelikler, yalnızca insan nevine ait olan bir hâssedir. Fakat bu hâsse her bir insanda bulunmaz. Bu niteliklerin bir kıs­mı, nevin şahıslarının her birinde bulunan hâssiyyedir. Fakat bu hâsse, her vakit var olmaz. Tıpkı saçların beyazlığı gibi, doğru bu nitelik, canlılar arasında insana ait bir hâssiyyedir.

Fakat bu nitelik ancak ömrün sonunda var olur. Bu niteliklerden bir kısmı başkasında de­ğil yalnızca bir neve ait olan hâssiyyedir. O nevin her bir şahsında her bir vakitte bulunur. Bu niteliğe hâssenin hâssesi adı verilir. Gülmek ve ağlamak gibi. Gülmek ve ağlamak, diğer canlıların değil yalnızca insanın hassesidir. İnsanın her bir şahsında ve her vakitte bulu­nur. Bunun nedeni gülme ve ağlamanın doğduğu zamandan öldüğü zamana kadar insanda bulunmasıdır. Atın kişnemesi, eşeğin anırması, köpeğin uluması da böyledir. Kısaca hiçbir canlı türü yoktur ki yalnızca o türe özgü olan bir hâsse bulunmasın. Her bir varlığı başkasın­dan ayıran ve resimler adı verilen bir hâssesinin olmasının hükmü de böyledir, bu hâssenin bilinip bilinmemesi arasında fark yoktur.

Bil ki cinsler, fâsıllarla bölünür ve türler olur ve türler fâsıllarla tanımlanır. Çünkü türler, onlardan mürekkebtir ve türler resimlerle ihtilaf eder ve birbirlerine muhalif olurlar. Yani hâssenin hâssesiyle ihtilaf ederler. Arazlar ile ki, onlar yavaş yavaş yok olan hâsselerdir, tek bir türün altındaki şahıslar muhtelif olurlar. Tıpkı mavi ve şehla gözlü, eğri ve kartal burunlu, zayıf ve şişman olma, uzun ve kısa boylu ve insan şahıslarını muhtelif kılan ve onları birbi­rinden ayıran bunlara benzeyen nitelikler gibi. Bütün bunların hepsi yavaş yavaş zail olan sıfatlardır. Arazlar nedeniyle şahısların halleri muhtelif olur. Tıpkı ayakta durmak, oturmak, öfkelenmek ve hoşlanmak gibi. Sürekli olmayıp peşisıra zıddı gelen sıfatlar türünden bunlara benzeyen şeyler de böyledir.

Bil ki, cinse ait her nitelik cinsin türlerinin hepsinde bulunur. Nevin her sıfatı, zorunlu olarak nevin şahıslarının hepsinde bulunur. Fakat şahsa ait her sıfatın şahsın nevinin hepsin­de ve nevin sıfatının, nevin cinsinin hepsinde bulunması zorunlu değildir.

Bölüm: Şeylerin (Eşya) Hepsinin Suretler ve
‘Âyınlar (Türler ve Bireyler) Oluşu Hakkında

Biz giriş mahiyetinde olmak üzere lafızla ilgili mantığın (el-Manttku’l-lafzî) bir kısmını anlatmıştık. Şimdi de düşünceyle ilgili mantığın {el-Mantıku’l-fikrî) bir kısmını anlatmak istiyoruz. Zira daha önce anlattığımız gibi, bu mantık asıl, lafzî mantık bunun dalıdır. Şimdi lafızlar ancak nefislerin düşüncelerinde bulunan manalara delâlet eden birtakım işaretlerdir. Lafızlar, insanlar arasında, soru sorma ve hitap etme sırasında her bir insanın başka insanlara nefsindeki manaları anlatmak için vazedilmişlerdir. Bize göre şeylerin hepsi tümüyle suretler ve başka başka ‘âyınlar (fertler)dır. Akli İlkeler Risâlesi’nde (Risâletüi-mebâdiii-akliyye) açık­ladığımız gibi, Bâri olan Yüce Allah bu suretleri şeylerin gerçekliklerini idrak eden ve basit bir cevher olan faal akla ve bu akıldan da âlemin tümünün nefsi olan küllî-feleki nefse akıtır (feyz). Nitekim filozofların, “İnsan küçük bir âlem, âlem büyük bir insandır” sözünün ma­nasını açıkladığımız risâlede biz bunu açıkladık. Külli nefisten, Madde ve Suret Risâlesi’nde {Risâletü’l-heyûlâ ve’s-sûret) mahiyetini açıkladığımız ilk heyûlâ üzerine akar. İlk heyûlâdan, bizim “İnsan, küçük bir âlemdir” diye tercüme edilen risâlemizde nasıl ortaya çıktığını açık­ladığımız beşeri tekil nefse akar. İşte bu sûretler, duyular yoluyla insanlar onları heyûlâda müşâhede ettikten sonra, insanların düşüncelerinde tasavvur ettikleri malumatlardır.

Heyûlâya geçmeden önce şeylerin sûretlerinin külli nefiste nasıl olduğunu bilmek isteyen kişi, insanın yaptıklarının sûretlerini, sanatlarında vazedilen heyûlalarda o sûretleri izhar etmeden önce kendi nefislerinde onları nasıl oluşturduğunu düşünsün. Nitekim biz bunu Sanatlar Risâlesi’nde {Risâletus-sanâi) açıkladık. Yine, külli nefse akmadan {feyezân) önce şeylerin sûretlerinin Faal Akılda nasıl bulunduğunu, resim ve suretleri külli nefsin nasıl ka­bul ettiğini öğrenmek isteyen, âlimlerin nefislerinde bulunan malûmatın resimlerinin halini düşünsün (yorumlayıp değerlendirsin). Talim Risâlesi’nde açıkladığımız üzere, âlimlerin o sûretleri öğrencilere nasıl verdiğini ve öğrencilerin de onları nasıl kabul ettiğini yorumlayıp değerlendirsin. Yine akla akmadan önce malumatın durumunun Yüce Allah’ın ilminde nasıl bulunduğunu öğrenmek isteyen, Sayıların Özellikleri Risâlesi’nde (Risâletü havâssı’l-'aded) açıkladığımız gibi ikiden önce birde sayıların nasıl bulunduğunu düşünsün.

Bölüm: Bilgi, Öğrenme ve Öğretmeye Dâir

Bil ki ilim, âlimin nefsinde bulunan malûmun (bilinenin) sûretinden başka bir şey de­ğildir, sanat; âlim olan sanatçının nefsindeki sûreti ortaya çıkarmak ve bu sûreti maddeye vazetmekten (madde şeklinde ortaya koymaktan) başka bir şey değildir.

Ey kardeşim! Bil ki, âlimlerin nefisleri bilfiil (gerçekten/gerçekleşmiş), öğrencilerin ne­fisleri ise bilkuvve (düşünce aşamasında/potansiyel) bilendir. Öğrenmek ise bilkuvve olan bir şeyi bilfıile (gerçeğe) çıkarmaktan başka bir şey değildir. Öğrenmek de kuvveden fiile çıkmaktır. Bilkuvve olan her şey, ancak onu kuvveden fiile çıkaran ve bilfiil olan bir şey nedeniyle kuvveden fiile çıkar. Feleki-küllî nefis, bilfiil, cüzi nefisler ise bilkuvve bilendir. Buna göre her cüzi nefsin bilgileri ne kadar çok ve yaptıkları ne kadar muhkem olursa, ona olan nispetinin (aidiyetinin) yakınlığı ve aşırı benzemesi nedeniyle felekî nefse o ölçüde yakın olur. Nitekim felsefenin tanımında da, “İnsan gücü ölçüsünde Tanrıya benzemektir” denilmiştir. Öyle ise, bedeni kazançlar olan malı kazanmada dünya ehlinin (ebnâud-dünyâ) çalıştığı gibi, bütün fiillerinin ahlâk ve hikmete uygun olması için olabildiğince çok bilgi kazanmaya çalış, çünkü bilgiler ruhani kazançlardır.

Bil ki insan, mal ile istediği dünya lezzetlerine ve güzel yaşamaya imkân bulduğu gibi, nefis de ilim sebebiyle ahiret yurdundaki lezzetleri elde etmeye imkân bulur. Ahireti arzu­layanlar (ahirete inananlar / ebnâu’l-âhire) Allah’a ilim ile daha çok yaklaşır. Allah Teâlâ’nın “De ki bilenlerle bilmeyenler bir olur mu?’1 ayetinde buyurduğu gibi, onlar birbirlerine ilim nedeniyle üstün olurlar.

Bil ki nefisler, cehâlet ölümünden ilim sebebiyle dirilir ve ilim sayesinde gaflet uykusun­dan uyanırlar. Nitekim Yüce Allah şöyle buyurmuştur: “(Ruhen) ölü iken hayata kavuştur­duğumuz ve insanlar arasında yolunu bulması için kendisine ışık tuttuğumuz kimse, hiç için­den çıkamayacağı derin karanlığın içine (gömülüp kalmış) biri gibi olur mu?’[154] [155] Öyle ise ilim seni göğün meleketunun (hükümranlığının) yoluna iletir ve senin oraya yükselmene yardım eder. Nitekim Yüce Allah şöyle buyurmuştur: “O’na sadece güzel sözler yükselir. O sözleri yücelten ise imana uygun eylemlerdir.”[156] Yüce Allah, cehalet ehli hakkında şu bilgiyi haber verir: “Onlara semanın kapıları açılmaz. Onlar deve iğne deliğinden geçene kadar cennete de giremezler”[157] Bu, onların göklerin melekûtuna yükselmekten ümidi kesmeleri nedeniyle on­lar için olan bir tehdittir (cezadır). Ey kardeşim seni onlardan olmaktan veya onlarla beraber olmaya râzı olmandan sakındırırım. Denilir ki, kişi sevdiğiyle beraberdir. Aksine sen Allah

Rasulü’nün “Bilen (âlim) veya öğrenen (müteallim) ol veya âlimin meclisinde bulun veya âlimleri sevenlerden ol, sakın beşincisi olma aksi takdirde helak olanlardan olursun” diye emrettiği kimselerden ol.

Bölüm: Lafızların Müşterekliği ve Onların Kardeşliğine Dair

Manâları anlatmayı bitirdik. Manaların hepsinin cüzi nefislerin düşüncelerinde bulu­nan sûretler ve resimler olduğunu ve bu sûretlerin duyular yoluyla maddeden kazanıldığını haber verdik. Yine maddedeki sûretlerin, maddeye feleki külli nefisten aktığını (feyezan), bu nefisteki sûretlerin de bu nefse faal akıldan aktığını ve bu akıldaki sûretlerin ise ken­disine aziz ve çelil olan Yüce Allah’tan aktığını söylemiştik. Yine mücerred olarak lafızları da anlatmıştık ve onların birtakım müfred (tekil) sesler olup bir araya getirilince birtakım lafızlar olan harfleri oluşturduklarını anlatmıştık. Lafızların manaları kapsadığında isim­ler olduğunu ve isimlerin peş peşe geldiğinde kelâm olduğunu ve kelâmın söz dizime göre uyumlu dizilince (ittisak) sözler (kavil) olduğunu haber vermiştik. Bil ki manalar rûhlar ve lafızlar bu rûhların bedenleri gibidir. Bunun nedeni şudur: Manâsı olmayan her lafız, rûhu olmayan ceset gibidir. Kendisinin bir lafzı olmayıp da (sadece) nefsin düşüncesinde bulunan her manâ, cesedi olmayan rûh gibidir. Bil ki kelimeler, söz dizimine göre uyumlu dizilin­ce (ittisak) sözler olurlar ve sözler bazen lafız, bazen de mana açısından ve bazen ise her ikisi açısından muhtelif olurlar. Sözlerin bu şekilde muhtelif olması beş nevidir. Bir kısmı lafızda ortak (müşterek) manâda muhtelif olur. “İnsanın yüzü”, “suyun yüzü” demen gibi. Bu ikisinin karşıtı (mukabil) lafızda farklı (muhtelif), manada bir (müttefik) olan müterâdif kelimedir. "Buğday” ve “tahıl” demen gibi. Bunlardan biri sözün lafız ve manada beraberce zıt (mütebâyin) olmasıdır. “Ağaç” ve “taş” demen gibi. Bu ikisinin mukabili, hem mana hem de lafızda uyumlu (mütevâti) olan sözlerdir. “İsmi Zeyd” ve “bu ismi Amr olan insandır”, demen gibi. İsimleri türetilmiş olan sözler de bunlardandır. Tıpkı “döven”, “dövülen” demen ve fiillerden türetilmiş isimlere benzeyen şeyler gibi.

Bölüm: Şeylerin Hepsi Cevherler ve Arazlardır

Ey kardeşim bil ki âlimler şöyle dediler: Şeylerin tümü cevherler ve arazlar olmak üzere iki nevidir ve cevherlerin her biri kendi başına varlığı olan (kâim) tek bir cinstir. Arazlar ise cev­herlere girmiş ve cevherlerin sıfatları olan dokuz cinstir. Aziz ve çelil olan Bâri ise ne cevher ne de araz olarak nitelenir. Aksine Yüce Allah (Bâri), cevher ve arazların yaratıcısı ve fâil illeti (ya­pıcı nedeni)dir. Bize göre ise şeylerin tümü sûretler ve başka başka olan ayınlardır (bireylerdir), tıpkı sayıların sıralaması (tertib) gibi, üst üste gelecek şekilde birbiriyle sıralanmış (müretteb) ve ikiden önce gelen bir sayısının varlığı gibi, varlıkları birbiriyle ilişkilidir. Nitekim bunu Sayılar Risâlesinde (Risâletul-aded) açıklamıştık. Akli İlkeler Risâlesi nde (Risâletul-mebâdii’l-âkliyye) açıkladığımız gibi Yüce Allah (Bâri celle ve celâluhu) sûretlerin nedeni (illet) ve var kılıcısıdır.

Bil ki kâim kılıcı (dayanak olan) ve tamamlayıcı olmak üzere sûret iki nevidir. Âlimler kâim kılıcı sûretlere cevherler ve tamamlayıcı sûretlere de arazlar adını verdiler. Şüphesiz biz Madde ve Sûret (Risâletü l-heyûlâ ve’s-sûret) ile Oluş ve Bozuluş Risâle’mizde (Risâletul-kevni ve’l-fesâd)kâim kılan suret ile tamamlayıcı suret arasındaki farkı açıklamıştık. İnşallah onları sen oradan öğrenirsin.

Bölüm: İnsanın Mantığa İhtiyaç Duymasına Dair

Ey kardeşim! Bil ki, dil ile anlatım olmadan insanların nefislerinin düşüncelerinde bulu­nan manaları birbirlerinden anlamaları mümkün olsaydı işitilen birtakım sesler olan sözlere gerek duymazlardı. Çünkü o sözlerin işitilip anlaşılmasında nefislere zor gelen bir dilin öğ­retilmesi, yaşatılması, güzel ve kurallara uygun olarak konuşulması gibi bazı şeyler vardır. Fakat her bir insanın (beşer) nefsi, bedenlere gömülüp cismin karanlıklarıyla perdelenince, lafza ait mantığa ve onun öğretilmesine ve anlatılması uzun süren şartlarının araştırılmasına bu yüzden gerek duyuldu. İnsanların nefsi bedenlere öyle gömülmüş ve cismin karanlıkla­rıyla öyle perdelenmiştir ki, iki nefisten biri diğerini ancak uzun, geniş ve derin cisimler olan zâhiri heykeller olarak görür ve her bir nefis diğerinde olan bilgileri ancak her bir insanın içindekini kendi cinsi olan başkasına anlatmasıyla öğrenir. Bu da ancak dil, dudaklar, hava­nın solunması ve bunun gibi, insanın bilgileri başkasına anlatmada ve başkasından bilgileri anlamada ihtiyaç duyduğu gereçler (şerait) olan birtakım âletler ve edatlarla mümkün olur.

Temiz ve bir bedende bulunmayan nefisler ise düşüncelerindeki manaları ve ilimleri bir­birlerine anlatmak için kelâma ve söze ihtiyaç duymazlar. İşte bunlar feleki nefislerdir. Çünkü bunlar cismânî arzuların kirlerinden arınmış ve tabiatın esaretinden ve madde denizinden kurtulmuştur ve aşağıların en aşağısındaki karanlık cesetlerle beraber olmaktan yani oluş ve bozuluş âlemine muhtaç olmaktan kurtulmuşlar ve ulvi âlemin en yüksek ufkuna yükselmiş­lerdir. Yıldızlar ve felekler olan saydam ve parlak cevherlere ulaşmışlardır. Bu durum İlâhî hikmet ve Rabbâni yardımın (inâyet) gerektirdiği gibidir. Zira onlar perdeleyen cisimlerle beraber değildir. Onlar sırlarını gizlemeye ve içlerindekini örtmeye ihtiyaç duymazlar. Zira onlar pislik ve eksiklikten arınmış, tertemiz ve kötülüğü örtmekten uzaktırlar. Dolayısıyla bu nefisler biri hepsinde, hepsi birinde görülen parlak cevherler ve saydam kürelerce beraber­dirler. Parlak aynaların yüzlerinin birbiri içinde görülmesi gibi, hepsi bir parçasında görü­lür. Aynı şekilde birbirine bakan zıt (yöndeki) topluluğun yüzleri birinin gözünde görülür. Birinin yüzü de hepsinin gözünde görülür. Öyle ise bu nefisler gizli olanı haber vermeye ve gizemlerin gizlenmesini sormaya gerek duymazlar. Çünkü onlar iyilerin ve seçkinlerin ma­deni olan ışıklar ve aydınlanmalar içindedirler.

Ey kardeşim! Çok çalış, belki nefsin arınır ve düşüncen ve ilgin âlemlerin Rabbinin kö­tülediği aşağı dünyayı istemekten uzaklaşır, yüceleşir. Aziz ve çelil olan (Allah) şöyle dedi: “Bilin ki, dünya hayatı ancak bir oyun, bir eğlence, bir süs, aranızda karşılıklı bir övünme, çok mal ve evlat sahibi olma yarışından ibarettir. (Nihayet hepsi yok olur gider). Tıpkı şöyle: Bir yağmur ki, bitirdiği bitki çiftçilerin hoşuna gider. Sonra kurumaya yüz tutar da sen onu sararmış olarak görürsün. Sonra da çer çöp olur. Ahirette ise (dünyadaki amele göre ya) çetin bir azap ve(ya) Allah’ın mağfiret ve rızası vardır. Dünya hayatı, aldanış metaından başka bir şey değildir.”[158] [159], “Kadınlar, oğullar, yük yük altın ve gümüş, salma atlar, davarlar ve ekinler gibi nefsin şiddetle arzuladığı şeyler insana süslü gösterildi. Bunlar dünya hayatının geçimli­ğidir. Oysa asıl varılacak güzel yer ancak Allah’ın katindadır”3, “De ki: “Size, onlardan daha hayırlısını haber vereyim mi? Allah’a karşı gelmekten sakınanlar için Rableri katında, içinden ırmaklar akan, içinde ebedî kalacakları cennetler, tertemiz eşler ve Allah’ın rızası vardır” Allah, kullarını hakkıyla görendir"[160], “İşte ahiret yurdu. Biz, onu yeryüzünde büyüklük taslamayan ve bozgunculuk çıkarmayanlara has kılarız. Sonuç, Allah’a karşı gelmekten sakınanlarındır.”[161]

Bil ki, cins yok olunca cinsle beraber onun bütün türleri de yok olur. Tür yok olunca onunla birlikte türün bütün şahısları da yok olur. Şahıs var olunca türün tümünün var ol­ması ve tür var olunca cinsin tümünün var olması zorunlu değildir. Bil ki cinsler dört tür­dür. Cinsin üçünü sözlerinde dilbilimci, birini ise sözlerinde felsefeci kullanır. Üç cinsten dilbilimcinin kullandığı birincisi belde ile ilgili olan, diğeri sanat ve bir diğeri ise nispetle ilgili olan cinstir. Buna göre belde ile ilgili olan cins; bir topluluğu işaret ederek Bağdatlı­lar, Basrahlar, Horasanlılar ve benzeri şeyleri demen gibidir. Zanaatla ilgili olan cins ise bir topluluğa işaret ederek marangozlar, demirciler, fırıncılar ve benzeri şeyleri demen gibidir. Nispetle ilgili olan cins ise bir topluluk için Haşimiler (Haşimiyyûn), Aleviler (Aleviyyûn), Rabaîler (Rabaiyyûn) demen gibidir. Filozofun sözlerinde kullandığı cins ise kategorilerde açıkladığımız on lafızdır.

1. Çeviri: Elmin Aliyev.


Matematik Kısmının On Birinci risâlesi:

Kategoriler (On Mekûlât) Üzerine1


 

 

 

 

 

 

 

 

 

Rahman ve Rahim olan Allah’ın adıyla!

tC Tsagoci” içerisinde yer alan altı lafzın anlatımını tamamladık. [Bu lafızların] delâlet et-

J. tikleri anlamların mahiyetlerini de teker teker açıkladık. Şimdi, “Kategoriler” içerisinde yer alan on lafzı anlatmak; onların anlamlarını açıklamak ve niteliklerini -bu lafızlardan her birinin mevcut cinslerden birinin ismi olduğunu ve bütün anlamların bu on lafzın altına nasıl girdiğinianlatmak istiyoruz.

Ey iyilik sever ve şefkatli kardeşim! Allah seni ve bizi katından bir ruhla desteklesin! Bil ki, ilk (antik) dönem filozofları, görünürdeki (zâhir) şeyleri gözleriyle incelediklerinde ve yüce şeyleri duyularıyla gözlemlediklerinde onların derunundaki (bâtın) anlamları akılla­rıyla tefekkür etmiş, eşyanın (şeylerin) gizli yönlerini düşünüp taşınarak (reviyye) araştırmış ve dış dünyadaki varlıkların (mevcudat) hakikatlerini ayrıştırarak (temyiz) idrak etmişlerdir. [Böylece] onlar için bütün şeylerin, varlık (vücûd) bakımından sayılar gibi dizilen, yine ilk illetten -ki O, şanı yüce olan Tanrıdırgelen devam ve bekâ bakımından bir kısmı diğer kısımlarıyla ilişkili ve bağlantılı olan dış dünyadaki başka başka (gayrıyyât) varlıklar (a’yân) olduğu ortaya çıkmıştır. [Söz konusu ilişki ve bağlantı] Sayılar Risâlesi’nde (Risâletul-aded) açıkladığımız şekilde, sayıların birbiriyle ilişkisinin ve bağlantısının, ‘ikiden önce gelen ‘birden kaynaklanması gibidir.

Zikrettiğimiz gibi, onlar için bu şeylerin [hakikatleri] ortaya çıktığında varlık bakımın­dan önce gelen şeylere “madde” (heyûlâ) lakabını ve ismini verdiler, varlık bakımından son­ra gelen şeyleri ise “suret” olarak isimlendirdiler. Yine onlar için suretin, Oluş ve Bozuluş Risâlesi’nde (Risâletü’l-kevni ve’l-fesâd) açıkladığımız şekilde iki türlü, yani mukavvim (var­lık veren/yapıcı) ve mütemmim (tamamlayıcı) olduğu ortaya çıktığında, mukavvim suretle­ri “cevher” olarak adlandırdılar, mütemmim suretlere ise “araz” ismini verdiler. Mukavvim suretlere ait hükmün birin hükmüyle aynı olduğu kendileri için açık hale geldiğinde şöyle dediler: “Bütün cevherler tek bir cinstir”. Aynı şekilde mütemmim suretlere ait hükümlerin farklı olduklarını açıklamak için de şöyle dediler: “Arazlar farklı cinslerde olurlar ve dokuz tek sayı gibi onlar da dokuz cinstirler”. Yani dış dünyada bulunan varlıklardaki (mevcûdât) cevher, sayılardaki bir gibidir; dokuz araz ise birden sonra gelen dokuz tek sayıya benzemek­tedir. Böylece dış dünyadaki varlıkların tamamı, on tek sayıya uygun (mutabık) olarak on cinse ayrıldı. Arazların bir kısmı da, tıpkı sayıların dizilişi ve onun varlık bakımından, ikiden önce gelen ‘bir’le ilişkisi gibi diğerlerinin altına dizilmiş oldu.

Şimdi, [ilk/antik dönem filozoflarına göre] dış dünyadaki varlıkların bütün anlamlarım içeren on lafız şunlardır: Cevher, nicelik {kemmiyyet), nitelik {keyfiyyet), görelilik {izafet), mekân {eyn), zaman {meta), konum/durum {nasbe/vaz’), sahiplik/iyelik {mülk), etki {fiil), edilgi {infiâl).

Bölüm

Kardeşim bil ki bu lafızlardan her biri dış dünyadaki şeylerden bir cinsin ismidir. Her cins birkaç türe, her tür de diğer türlere ayrılır. Böylece bölünme, daha sonra açıklayacağımız gibi fertlere varıncaya kadar devam eder.

Kardeşim bil ki filozoflar dış dünyadaki varlıkları {mevcûdât) incelediklerinde, düşün­dükleri ilk şey Zeyd, Amr ve Halit gibi fertler oldu, daha sonra ise gelmiş geçmiş insan­lardan göremediklerinin tamamı hakkında düşündüler. Böylece, insanlık suretinin onların tamamını kapsadığının bilgisine ulaştılar. Onları birbirlerinden ayırt eden, örneğin [boyla­rının] uzunluğu ve kısalığı, [tenlerinin] siyahlığı ve beyazlığı, [gözlerinin] karalığı, maviliği ve elalığı, [burunlarının] basıklığı ve kıvrıklığı ve bunlara benzer nitelikler {sıfat) konusun­da fikir ayrılığına düşseler dahi şöyle dediler: “Onların tamamı insandır.” Ve varlık veren [mukavvim] suretleri bakımından aynı, arazları bakımından ise farklı olan fertlerin topla­mı olduğu için de insanı tür diye isimlendirdiler. Ardından Zeyd’in merkebi, Amr’m dişi eşeği ve Halit’in sıpası gibi başka fertleri düşündüler ve eşeklik suretinin onların tamamını kapsadığının bilgisine ulaştılar. Onu da aynı şekilde tür olarak adlandırdılar. Daha sonra Zeyd’in atı, Amr’m beygiri ve Halit’in tayını düşündüler ve atlık suretinin onların tamamını kapsadığının bilgisine ulaştılar. Onu da aynı şekilde tür olarak adlandırdılar. Bu kıyasa göre, kendilerinden fayda sağlanan evcil hayvanlardan {enam), yırtıcı hayvanlardan, kuşlardan, su hayvanlarından ve karadaki binek hayvanlarından olan diğer hayvan fertlerinin oluşturduğu her bir topluluğu, [filozofların] tür ismi verdikleri tek bir [mukavvim] suret kapsamaktadır. Sonra [bu hayvan topluluklarının] tamamı hakkında tefekküre daldılar ve canlılığın onla­rın tamamını kapsadığının bilgisine ulaşarak onları canlı {hayvan) diye adlandırdılar. Buna [mukavvim] suretleri bakımından farklı olan toplulukları içeren cins ismi verdiler ki bu top­luluklar o cinsin türleridir. Sonra bitki ve ağaç türünden diğer fertleri incelediler. Büyüme/ gelişme ve beslenmenin onların tamamını kapsadığının bilgisine ulaştılar. Onlara artan gelişen/büyüyen {nâmî) ismi vererek şöyle dediler: “O {nâmı) cinstir, canlılar (hayvan) ve bit­kiler ise onun türleridir.” Sonra taş, su, ateş, hava ve yıldızlar gibi başka şeyler hakkında dü­şündüler. Bütün bunların cisim olduklarının bilgisine ulaştılar ve cisme cins ismini verdiler. Cisim olması bakımından cismin hareket etmediğinin, akletmediğinin, duyumsamadığının ve hiçbir şey bilmediğinin bilgisine ulaştılar. Sonra onun hareketli ve edilgin olduğunu, yine ona şekil, suret, nakış ve renk verildiğini fark ettiler. Böylece cisimle birlikte, cisimlerdeki bu eylem ve etkileri ortaya çıkaran başka bir cevher bulunduğunun bilgisine ulaştılar. Ona ruhanî [cevher] adını verdiler. Ardından bunların tamamını bir tek lafızda birleştirdiler ki bu da cevherdir. [Yani] cevher cins, ruhanî ve cismanî [cevherler] ise onun türleri oldu. [Aynı şekilde] cisim, altında bulunan büyüyen {nâmî) ve cansızın {cemâd) cinsi, onlar ise cismin türleridir; büyüyen, altında bulunan canlı (hayvan) ve bitkilerin cinsi, onlar ise bü­yüyenin türleridir; canlı (hayvan), altında bulunan insanların, havada uçan kuşların, suda yüzen ve karada yürüyen [hayvanların], topraktaki sürüngenlerin cinsidir. Bunların tamamı canlının (hayvan) türleri, canlı (hayvan) da onların cinsidir.

İnsan türlerin türü, cevher de cinslerin cinsidir. Cisim, büyüyen (nâmî) ve canlı (hayvân) ise görelilik cinsinden birer türdürler. Zira bunlardan her biri, altında bulunanlara eklendi­ğinde onların cinsi adını alır; üstünde bulunanlara eklendiğindeyse onların türü diye isim­lendirilir.

Bu, on kategoriden biri olan cevherin, onun kısımlarının, tür ve fertlerinin anlamlarına dair bir özettir. Cevherin tanımı (had) yoktur. Ancak onun alâmeti, kendi başına var olması (kâim bi-nefsihi) ve zıt arazlar alma kabiliyetine sahip olmasıdır.

[Filozoflar], kendisi için üç arşın, dört rıtl[162], beş mikyâl[163] ve benzerleri söylenen bir cevher düşündüklerinde, bunların tamamını birleştirip onları nicelik cinsi olarak adlandır­dılar. Bunların tamamı cevherdeki arazlardır. Cevher olmayan ve kendisi için “ne kadar” denilemeyen -beyazlık, siyahlık, tatlılık, acılık, koku ve benzerleri gibidiğer şeyleri düşün­düklerinde ise bunların tamamını birleştirip nitelik cinsi şeklinde isimlendirdiler. Bu araz­lar cevherin sıfatlarıdır. Cevher onlarla nitelenir ve onlarla var (kâim) olur. Oluş ve Bozuluş (Risâletul-kevni ve’l-fesâd) risâlesinde de açıkladığımız üzere bu [arazların] tamamı [cevher] için mütemmim (tamamlayıcı) suretlerdir.

Daha sonra [filozoflar], zatı itibariyle değişmeyen, ancak çeşitli şeylere göreliliğinden do­layı değişen tek bir şeyde çeşitli şeylerin vuku bulduğunu fark ettiler. Bunlara görelilik cinsi adını verdiler. Örneğin, bir adamın baba, oğul, kardeş, eş, komşu, dost, ortak ve benzeri isim­lerle adlandırılması gibi. Bu isimler, ancak aralarında her hangi bir anlamda ortaklık bulunan iki şey için kullanılır. Söz konusu anlam o iki şeyin zatında değil, düşünenin (müfekkir) zih­ninde (nefs) var olur. [İlk/antik dönem filozofları bu anlamları] görelilik cinsi diye isimlen­dirdiler. Ashâbu’s-sıfât (kelâmcılar) ise bu anlamları “hâl” olarak adlandırdı. Sonra [filozoflar], daha önce anlatılanlardan farklı anlamlar [içeren] üstünde, altında, burada ve benzeri isimler gibi diğer isimleri fark ettiler. Bunların tamamını birleştirdiler ve mekân cinsi olarak adlan­dırdılar. Ardından, anlattıklarımız dışında anlamlar [içeren] gün, ay, yıl, an, süre ve benzeri isimler gibi, diğer isimleri fark ettiler. Bunların tamamını birleştirerek zaman cinsi şeklinde adlandırdılar. Daha sonra öncekilerden farklı anlamlara [gelen], ayakta duran, oturan, ‘uyu­yan’, eğilen, ‘yaslanan, ‘dayanan, ‘yatan ve bunlara benzer isimleri fark ettiler. Onların tama­mını birleştirdiler ve konum (nasbe) cinsi, yani durum (vaz‘) olarak adlandırdılar.

Sonra onun, ‘onunla’, ‘ondan, ona ait’, onda’ ve buna benzer isimlerde dediğindeki gibi diğer isimleri fark ettiler. Onların tamamını birleştirdiler ve iyelik/sahiplik cinsi olarak ad­landırdılar. Sonra ‘dövdü’, ‘etti’, ‘yaptı’ sözlerin ve benzeri lafızlar gibi, failin etkisine delâlet eden isimleri fark ettiler. Onların tamamını birleştirdiler ve etken cins olarak adlandırdılar. Sonra ‘kesildi’, ‘kırıldı’, gönderildi’, ‘taştı’ ve bunlara benzer lafızlar gibi diğer isimleri fark ettiler. Onların tamamını birleştirdiler ve edilgen cins olarak adlandırdılar. Sonra şeylerin tamamını düşündüler ve anlattıklarımızın dışında kalan bir anlam bulamadılar. Onlar için şeylerin bütün anlamları on lafızda toplanmıştı, o kadar. Tıpkı tek sayıların dereceleri için on lafzı yeterli buldukları gibi.

Kardeşim bil ki bu cinsler, mevcut cevher ve arazların tamamını bir arada toplamışlardır. [Aynı şekilde] geçmişte var olanları ve gelecekte var olacakları da. Hiç kimse, bu cinslerin ve onların ihtiva ettikleri türlerin ve fertlerin dışında bir şey vehmedemez.

Bil ki bu anlamlar bazen tek bir fertte bir araya gelirler. Örneğin Zeyd gibi: O bir cev­herdir; kendisinde bir nicelik vardır, çünkü uzundur; kendisinde bir nitelik vardır, çün­kü siyahtır; kendisinde bir görelilik vardır, çünkü oğuldur; bir mekân [vardır], çünkü bir mekândadır; bir zaman [vardır], çünkü bir zamanın içindedir; bir konum (nasbe) [vardır], çünkü ya ayakta duran ya da oturandır; bir iyelik/sahiplik [vardır], çünkü bir mal sahibidir; vurduğunda etkindir; vurulduğunda edilgindir.

On cins hakkında özet olarak anlattıklarımızı bitirdiğimize göre, şimdi de öğrenenle­re, öğretim (talim) yollarından birine dair kılavuzluk etmesi için, [bu cinslerin] türlere bö­lünmesinin niteliğine ilişkin bazı kısımları anlatabiliriz. Zira öğretim yolları dört türlüdür: Bunlardan birincisi tanım (had) yoludur; İkincisi burhân (kesin kanıt) yoludur; üçüncüsü analiz (tahlil) yoludur; dördüncüsü bölme (taksim) yoludur. [On cinsin bölündüğü türler] şunlardır: Cevher iki türlüdür: Cismanî ve ruhanî. Cismanî [cevher] iki türlüdür: Felekî ve doğal. Doğal [cismanî cevher] de iki türlüdür: Yalın (basit) ve bileşik (mürekkeb). Yalın [do­ğal cismanî cevher] dört türlüdür: Ateş, hava, su, toprak. Bileşik [doğal cismanî cevher] iki türlüdür: Cansız (cemâd) ve büyüyen (nâmî). Cansız (cemâd) olanlar madenlerdir. Büyü­yenler ise iki türlüdürler: Bitkiler ve canlılar (hayvan). Bitkiler üç türlüdürler: (a) Ağaçlar gibi dikili olanlar, (b) ziraat [bitkileri] gibi tohumla yetiştirilenler, (c) yabani ot ve çimen gibi kendiliğinden çıkanlar. Canlılar (hayvan) da iki türlüdürler: (a) Nâtık (düşünen) olan­lar, örneğin insan gibi; (b) ve nâtık olmayanlar. Nâtık olmayan [canlılar] üç türlüdürler: (a) Rahimde meydana gelenler, (b) yumurtada meydana gelenler, (c) suyun yüzeyinde yaşayan küçük canlılar [debîb]. Bu türlerden her birinin altında ve yine o türlerin de altında diğer türler bulunur. Ta ki fertlere varıncaya kadar.

Ruhanî cevhere gelince o iki kısma ayrılır: Madde (heyûlâ) ve suret (form). Suret iki tür­lüdür: (a) Nefis ve akıl gibi ayrık (mufârık) suretler, (b) şekiller ve renkler gibi ayrık olmayan (gayr-ı mufârık) suretler.

Nicelik iki türe ayrılır: Sürekli (muttasıl) ve süreksiz (munfasıl). Sürekli [nicelik] beş tür­lüdür: çizgi (hat), yüzey (sath), cisim, mekân ve zaman. Süreksiz [nicelik ise] iki türlüdür: Sayı (aded) ve hareket. Çizgi üç türlüdür: doğrusal (müstakim), döngüsel (mukavvis) ve eğimli (münhan). Yüzeyler üç türlüdür: Yalın (basit), kubbeli/kabarık ve basık. Cisme ge­lince onun kısımları daha önce anlatıldı. Mekân yedi türlüdür: Üst, alt, ön, arka, sağ, sol ve orta. Zaman üç [türlüdür]: Geçmiş, gelecek ve şimdiki (hâzır). Bunlardan her biri de dört türe ayrılır: Yıllar, aylar, günler ve saatler. Sayı iki türlüdür: Tek olanlar ve çift olanlar. [Yine sayılar] başka bir açıdan tam ve kesirlidirler. Başka bir açıdan ise birlere, onlara, yüzlere ve binlere [ayrılırlar]. Hareket altı türlüdür: Oluş (kevn), bozuluş (fesâd), artma, azalma, başka­laşma/değişim (teğayyur) ve yer değiştirme (nakil). Bu cinsin [yani niceliğin] özelliği eşitlik ve eşitsizliktir.

Nitelik iki türlüdür: Cismanî ve ruhanî. Cismanî [nitelikler] duyularla idrak edilenlerdir. Ruhanî [nitelikler ise] ilim/bilgi, kudret, şecaat ve inançlar (itikâdât) gibi akılla bilinenlerdir. Cismanî [nitelik] iki türlüdür: Tekil (müfred) ve bileşik (mürekkeb). Tekil [cismanî nitelik­ler] iki türlüdürler: (a) Sıcaklık ve soğukluk gibi etkin (fail) olanlar, (b) kuruluk ve yaşlık gibi edilgin (münfail) olanlar. Bileşik [cismanî nitelikler] de iki türlüdürler: Kalıcı (mülâzim) olanlar ve geçici (müzâyil) olanlar. Kalıcı olanlar tıpkı tatlar, renkler, kokular, yine mavideki mavilik ve basık burundaki basıklık gibidir. Geçici olanlar ise ayakta durmak, oturmak, kor­kudan sararmak ve utanmaktan kızarmak gibidir.

Ruhanî nitelikler dört türlüdürler: Huylar (ahlâk), bilgiler (ulûm), düşünceler (âra) ve eylemler {amâl'). Bu cinsin [yani niteliğin] özelliği benzerlik (şebîh) ve aykırılıktır.

Görelilik iki türlüdür: Denk (nazîr) olanlar ve denk olmayanlar. Denk olanlar, kardeş, komşu ve dost gibi isimleri bakımından eşit/aynı olan görelilerdir. Denk olmayanlar ise baba ve oğul, köle ve efendi, neden (illet) ve nedenli (malûl), ilk ve son, yarım ve misil, küçük ve büyük gibi isimleri bakımından farklı olan görelilerdir. Bunların tamamı karşılıklı olarak görelidirler. Onların varlıktaki zatlarına gelince, [burada] iki cihet [söz konusu] olur. Birinci cihete göre [iki göreliden] biri diğerinden önce gelir: Babanın oğuldan ve nedenin (illet) nedenliden (malûl) [önce var olması] gibi. Diğer [cihete] göre ise mevcutlardan her ikisi görelilikten önce var olur: Köle-efendi, komşu ve dost gibi. Görelilik cinsi [kendilerine] izâfe edildiğinde, geriye kalan bütün cinsler zat bakımından değil, araz bakımından onun içine gi­rerler. Bunun anlamı şudur: Cevher arazlarla nitelenir, arazlar da onun birer nitelikleridirler (sıfat). Yani sıfat mevsûf için bir niteliktir, mevsûf da bir sıfatla nitelenendir. Tıpkı babanın bir oğlun babası, oğlun da bir babanın oğlu olması gibi. Bu cinsin [yani göreliliğin] özelliği şudur: Göreli olan iki şeyden her biri diğerinin etrafında dönebilir ve [bu durumda birbirle­rini] nefyetmezler. [Çünkü] bunlar karşılıklı olarak görelidirler. [Buraya kadar anlatılan] bu dört cinse [yani cevher, nicelik, nitelik ve göreliliğe] yalın (basit) cinsler denir.

Geriye kalan altı [cinse] gelince, onlara bileşik (mürekkeb) [cinsler] denir. Onlardan bi­rincisi mekândır (eyn) ki o da cevherin mekânla bileşimidir. Cevherin zamanla bileşimi olan nicelik cinsinde de açıkladığımız gibi mekân yedi türlüdür. Zamanın türlerini nicelik cinsin­de açıklamıştık. Konum, bir cevherin diğer bir cevherle bileşimidir. Örneğin yaslanan, yasla­nılacak bir şeye yaslanandır; dayanan, dayanılacak bir şeye dayanandır. [Aynı şekilde] iyelik de bir cevherin diğer bir cevherle bileşimidir. İyelik iki türe ayrılır: İçsel (dahilî) ve dışsal (haricî). İçsel [iyelik] (a) ya bilgi/ilim, akıl ve kavrama (hilm) dedikleri şeyler gibi nefisle ilgili olur, (b) ya da hoşluk, güzellik, parlaklık dedikleri şeyler gibi cisimle ilgili olur. Dışsal [iyelik] de iki türlüdür: Canlılar (hayvan) ve cansızlar (cemâd). Örneğin hizmetkârlar, hayvanlar, para, gayrı menkul mallar ve ticarî eşyalar gibi. Etki cinsi iki türlüdür: (a) Ya yazmak, dik­mek ve benzeri sanatlardaki gibi failin eseri, yapılan şeyde (masnu) [hareket bittikten sonra da] kalıcı olur, (b) ya da dans etmek ve şarkı söylemek gibi failin eseri kalıcı olmaz. Edilgin cinsi de iki türlüdür: (a) Ya Pratik Sanatlar Risalesinde (Risâletü’l-ameliyye) açıkladığımız gibi cisimlerde olur (b) ya da İlmî Sanatlar Risalesinde (RisâletüTilmiyye) açıkladığımız gibi nefislerde olur.

On cinsin anlatımını bitirdiğimize, yine onların türlere bölünmesinin niteliğini açıkla­dığımıza göre, burada muhakkak anlatılması gereken şeyleri anlatma ihtiyacı hissediyoruz. Şöyle ki bu şeyler birbirileriyle mütekâbil olduklarında, onların bu tekabülü ya söz bakımın­dan ya da zatları bakımından olur. Sözdeki [tekabül], olumlama (icâb) ve olumsuzlamadır (selb). Olumlama, nitelenen (mevsûf) için bir niteliğin (sıfat) doğrulanmasıdır (isbât). Olum­suzlama ise nitelenenden (mevsûftan) bir niteliğin nefyedilmesidir. Bu tekabülün özelliği doğruluk ve yanlışlıktır. Şeylerin zatları bakımından [tekabüle] gelince bu üç türlüdür: Bi­rincisi zıt şeylerdeki, İkincisi görelilik cinsinden olan şeylerdeki, üçüncüsü de varlık/sahiplik (gmye) ve yokluktaki {âdem) [tekabüldür]. Zıt [şeyler, mütekâbillerden] her birinin diğerini nefyettiği ve diğerinin etrafında dönmediği şeylerdir. Zıtlar iki türlüdürler: Ara deyimi bu­lunanlar (zû-vasatin) ve ara deyimi bulunmayanlar. Ara deyimi bulunanlara örnek, birbirilerinin zıttı olan ve aralarında kırmızılık, sarılık, yeşillik ve diğer renkler gibi ara deyimler bu­lunan aklık ve karalıktır. [Yine bunun başka bir] örneği tatlılık (huluv) ve acılıktır. Nitekim bunlar birbirilerinin zıttıdırlar ve aralarında ekşilik, tuzluluk, tatlılık (‘uzûbe) ve diğerleri gibi başka tatlar vardır. Ara deyimi bulunmayanlar ise sağlık ve hastalık gibidir. Bu zıtların özelliklerinden biri şudur: [Mütekâbillerden] biri cisimde bulunduğunda diğeri de cisimde bulunur ve [mütekâbillerden] biri zihinde (nefis) bulunduğunda diğeri de zihinde (nefis) bulunur. Bir diğer özelliklerine göreyse, [mütekâbillerden] biri hangi algıyla idrak ediliyorsa diğeri de aynı algıyla idrak edilir. Örneğin, siyahlık ancak cisimde bulunur ve sadece gör­mekle idrak edilir. Beyazlığın hükmü de böyledir. Bilgi/ilim ancak nefıste/zihinde bulunur ve sadece akılla idrak edilir. Bilgisizliğin hükmü de böyledir. Görelilere gelince onlar birbir­lerini nefyetmeyen iki mütekâbildirler ve daha önce açıkladığımız gibi [bu mütekâbillerden] her biri diğerinin etrafında döner. Varlık/sahiplik (gmye) ve yokluğa gelince bunlar, zıt ve görelinin her ikisiyle benzer [özellikler taşır]. Şöyle ki yokluk varlığa izâfe edilir, fakat varlık (gmye) yokluğa izâfe edilmez. Örneğin, görme körlüğü’ denir, ‘körlük görmesi’ değil. Yine zıtlar bir arada bulunmadığı gibi, varlık ve yokluk da bir arada bulunmaz. Varlık cismanî olduğunda yokluk da cismanî olur, [varlık] ruhanî olduğunda yokluk da onun gibi ruhanî olur. Bir varlığın, ancak onun var olma zamanı gelmişse yokluğundan söz edilir. Örneğin, bir çocuk için, ancak dişlerinin çıkma zamanı gelmişse “o dişleri dökülendir” denebilir. [Aynı şekilde] bir fiilin, ancak uygulanması mümkünse yapılmadığından [söz edilir].

Bölüm: Şeylerin Ezeli (Kadim) Oluşunun Anlamına Dair

Bil ki şeylerden bazılarının diğerlerine nispetle önceliği (tekaddüm) beş cihetle olur. Bun­lardan birincisi, zaman ve oluş (kevn) cihetiyledir; ‘Musa İsa’dan öncedir’ denilmesi gibi. İkincisi tabiatı (doğa) cihetiyledir; ‘canlı (hayvan) insandan öncedir’ denilmesi gibi. Üçün­cüsü değer (şeref) cihetiyledir; ‘Güneş Ay’dan öncedir’ denmesi gibi. Dördüncüsü derece (mertebe) cihetiyledir; sayılar konusunda “beş altıdan öncedir” denilmesi gibi. Beşinci cihet, neden (illet) ve nedenli (malûl) [örneğindeki] gibi zat itibariyledir. Bir şey [başka] bir şeyde birkaç cihete göre bulunur: (a) Mekân içindeki şey (b) zaman içindeki şey (c) ve bir kabın (viâ’) içindeki şey. [Örneğin] cevherdeki araz, arazdaki cevher, türdeki fert, cinsteki tür ve tersi. Yine seyislikteki seyis ve seyisteki seyislik, bütündeki parça, tümeldeki tikeller ve ben­zerleri gibi. Bir şeyin [başka] bir şeyle üç cihete göre bir arada bulunduğu söylenir: (a) Gölge ve ışıkta olduğu gibi zaman cihetiyle, (b) daha önce açıkladığımız iki görelideki gibi [göreli­lik cihetiyle], (c) ve tamamı tek bir cins altında bir araya gelen türler gibi.

Kardeşim! Bil ki, bu on lafzın ve onlara ait anlamların -bunlar da on cinstir ki şeylerin bütün anlamlarını; [bu cinslerden] her birinin altında bulunan türleri ve bu türlerin altın­daki fertleri ihtiva ederlerdurumu, içerisinde on ağacın bulunduğu bir bahçe gibidir. Her ağaçta birkaç [büyük] dal, her [büyük] dalda birkaç budanmış dal, her budanmış dalda bir­kaç yaprak, her yaprağın altında birkaç çiçek (envâr) ve meyve vardır. Her bir meyve de diğerlerindekilere benzemeyen tada, renge ve kokuya sahiptir. Bu on cinsin anlamlarını bilip

(arafe) onları kendi zatında tasavvur ettiği, onların yönetme (tasrif) sanatlarını (farklı yollar­dan anlatma sanatı//en) ve ihtiva ettikleri farklı suretlere, çeşitli görünüm ve renklere sahip bilgileri (malûmât) derinden düşündüğü takdirdeyse bir nefsin durumu, o bahçenin kapısını açmış, orada bulunan renkleri ve çiçekleri incelemiş, o çiçeklerin kokularından koklamış, o meyvelerden yemiş, o tatlardan tatmış ve o bahçenin ürünlerinden faydalanmış bahçe sahi­binin durumu gibi olur.

Kardeşim, ilimlerin ve eğitim (âdâb) sanatlarının peşinde olmaya çalış! İlimler nefisle­rin bahçeleri, bu bahçelerin türlü anlamları ve faydaları ise meyveların renkleridir. Onların faydası ise meyvelerin renkleridir. Tatlar bedenin gıdası olduğu gibi ilimler de nefsin gıdasıdırlar. [Nefsin] canlılığı, yaşamının lezzeti, neşesi ve Ahiret Risâlesi’nde (Risâletul-meâd) açıkladığımız gibi bedenden ayrıldıktan sonraki mutluluğu [ilimlerle] olur.

Ey iyilik sever ve şefkatli kardeşim! Allah seni ve hangi beldede olurlarsa olsunlar bütün kardeşlerimizi isabette ve kemalde başarılı kılsın!

Felsefî mantık hakkındaki on birinci risâle tamamlandı.

Gerçek övgü âlemlerin rabbi olan Allah’adır. Onun elçisi Muhammede ve bütün ailesine salât ü [selâm] olsun.

Matematik Kısmının On İkinci risâlesi:
İbâre’nin (Peri Hermenias[164]) Anlamı Üzerine
Bu, Mantıkla İlgili Üçüncü Risâledir[165]

Rahman ve Rahim olan Allah’ın adıyla!

M

antıkçı filozofların “on kategori” diye isimlendirdikleri on lafzın anlatımını tamam­

ladık. Onlardan her birinin içerdiği anlam cinsinin niceliğini de anlattık. Bunlar maddeden (heyula) ayıklanmış suretlerdir. İnsani nefislerin düşüncelerinde (efkâr) tasvir edilen resimlerinin örnekleri Kategoriler Risâlesi nde [verilmiştir]. Yine ondan önce, başka bir bölümde, filozofların kendi sözlerinde (ekâvîl) kullandıkları altı lafzı anlatmıştık. Ondan önceki bir diğer bölümde ise tek tek harflerin bir araya getirilmeleri halinde lafızlara; lafız­ların, anlamları içermeleri halinde kalıplara (simât); peş peşe gelmesiyle de bu kalıpların anlamlı bir söze (kelâm/cümle) dönüştüğünü anlatmıştık. Bu bölümde söyleyeceklerimiz ise şunlardır:

Bütün sözler üç türlü [kalıplardan oluşurlar]: (a) Dış dünyadaki varlıklara (a’yân) delâlet eden kalıplar. Mantıkçılar ve dilbilimciler bunları “isim” olarak adlandırırlar, (b) Dış dün­yadaki varlıklardan bir kısmının diğerleri üzerindeki etkilerine delâlet eden kalıplar. Man­tıkçılar bunları “kelime” (fiil) olarak adlandırırlar, (c) Konuşanlar için, anlamları birbirine -isimleri fiillere ve fiilleri isimlerebağlayan araçlar olarak anlamlara delâlet eden kalıplar. Bunları dilbilimciler “harf”, mantıkçılarsa “bağ” (ribât) diye isimlendirirler.

Anlamı, zamansız olarak gösteren bütün lafızlara isim denir. Kullandığın “Zeyd”, “Amr”, “taş”, “tahta” ve benzeri lafızlar gibi. Fiil ise “dövdü/dövüyor”, “akletti/aklediyor” örneklerin­de olduğu gibi, anlama belli bir zamanda delâlet eden bütün lafızlardır. Harflere, örneğin “-dan/-den”, “-da/-de”, “-&/-& türünden lafızlara gelince, onların açıklamaları dilbilim ki­taplarında zikredilmiştir. Kısacası felsefî mantığı incelemek (nazar) isteyenlerin öncelikle dilbilim eğitimi almaları gerekmektedir.

Kardeşim! Bil ki, kelimeler ve isimler belli bir uyum içinde oldukları zaman sözlere dönü­şürler. Sözler iki türlüdürler: (a) Kendilerinde doğruluk ve yanlışlığın vuku bulduğu sözler (b) ve kendilerinde ne doğruluğun ne de yanlışlığın vuku bulduğu sözler ki bunlar da dört kısma ayrılırlar: Emir, soru, ünlem ve temenni. Kendilerinde doğruluk ve yanlışlığın vaki ol­duğu [sözlere] haber denir. Haber, niteleyenin nitelenene uygun olduğu ve olmadığı haberler olmak üzere iki türlüdür. “Ateş sıcaktır” ve “[ateş] sıcak değildir” sözlerin gibi. Burada “[ateş] sıcak değildir” sözün bir olumsuzlamadır. Olumlama (icab) ya doğru ya da yanlış olur. Aynı şekilde olumsuzlama (selb) da böyledir. Şöyle ki “ateş sıcaktır” dediğinde [olumlama] doğ­ru, “[ateş] soğuktur” dediğindeyse yanlıştır. Yine [olumsuzlama] da “ateş soğuk değildir” dediğinde doğru, “[ateş] sıcak değildir” dediğindeyse yanlıştır. Böylece sana, olumlama ve olumsuzlamanın nasıl olup da bazen doğru bazen de yanlış olduğu açıklanmış oldu.

Bil ki, olumlama ve olumsuzlama, kimi zaman kesin kimi zaman da şartlı ve istisnaî (seç­meli) hükümler olurlar. Kesin olumlamanın örneği “güneş yerin üst tarafındadır ve gündüz­dür” sözün, şartlı [olumlamanın] örneği ise “güneş yerin üst tarafındadır ise gündüzdür” sözündür. Olumsuzlamanın hükmü de aynıdır. “Güneş yerin üst tarafında değildir ve gün­düz değildir” [sözün kesin olumsuzlama] için, “güneş yerin üst tarafında değil ise gündüz değildir” sözün de şartlı ve istisnaî [olumsuzlama] için bir örnektir.

Bil ki hüküm iki türlüdür: Kendisinde doğruluk ve yanlışlığın (a) bazen açık (zahir) ol­duğu (b) ve bazen de gizli (hafi) kaldığı [hükümler]. Bu demektir ki, bir kimsenin sözü, tevil ihtimali taşıdığında ihtiva ettiği doğruluk ve yanlışlık açığa çıkmamış olur; tevil ihtimali taşımadığındaysa ihtiva ettiği doğruluk ve yanlışlık açık olur.

Bil ki bir söz, niceliği belirli (mahsûr) olduğunda tevil ihtimali taşımaz. Niceliği belirli sözler, kendisinde nicelik lafızlarının (sûr[166]) bulunduğu sözlerdir. Sözlerdeki nicelik lafızları iki türe ayrılırlar: Tümel (külli) ve tikel (cüz’î). Tümel nicelik lafzının örneği “bütün insanlar hayvandır” şeklindeki sözündür. İçerisinde tümel nicelik lafzı bulunduğu için de bu [söz] doğru, açık ve seçiktir. “Hiçbir insan canlı değildir” diyen bir kimsenin sözü ise açık ve seçik bir yanlışa örnektir. Bunun açık bir yanlış olması tümel nicelik lafzı içerdiği içindir. Tikel nicelik lafızlarına gelince, bunların örneği “bazı insanlar yazandır” ve “bazı insanlar yazan değildir” sözlerindeki gibidir. Bu iki [sözdeki] doğruluk açık ve seçiktir, zira her ikisi de tikel nicelik lafzı içerir. Niceliği belirli olmayan (gayr-ı mahsûr) sözlere gelince; bunlar, içerisinde nicelik lafızları bulunmayan sözlerdir. Bunlar iki türlüdürler: Niceliği belirsiz (mühmel / an­lamsız) sözler ve tekil (mahsûs) sözler. Senin, “İnsan yazandır” ve “insan yazan değildir” gibi sözlerin niceliği belirsiz sözlere örnektir; bunlardaki doğruluk ve yanlışlık açıklanmamıştır. Zira bu türden [sözleri] söyleyen bir kimse, ‘insanların [sadece] bir kısmını kastettim’ diye­mez. “Zeyd yazandır” ve “Zeyd yazan değildir” gibi tekil sözlere gelince, onlarda da doğruluk ve yanlışlık açıkça belirtilmemiştir. Zira [bunu söyleyen bir kimsenin ben aslında] ‘falanca Zeyd’i kastettim’ demesi mümkündür. Şimdi, bir kimsenin sözlerinde, tavsif ettiğimiz biçim­de tümel nicelik lafzı bulunursa doğruluk açıklanmış olur. Zira onun, ‘hükmün olumladığından başka bir şeyi kastettim’ demesi olanaksızdır.

Bil ki, dinleyen kimse konuşanı, onun sözlerinin olumladığı şeyle yükümlü tutmalı ve kendisinden bunları istemelidir, yoksa aklından geçenleri (zamir) değil. Zira kalplerdekini ancak Yüce Allah bilir. Bu örnekle de, nicelik lafızlarıyla belirlenmediği zaman bir sözdeki (kelâm) doğruluk ve yanlışlığın açık bir şekilde ortaya koyulamayacağı açıklanmış oldu.

Bil ki nicelik lafızları, nitelenenin [nicelik bakımından] özelliklerini (sıfât) belirler. Fakat nitelenenin, bilinen ve tarif edilmiş sıfatlarla belirlenmiş olmasına da ihtiyaç vardır. Bunun anlamı şudur: Nitelenen (mevsûf), [ifade edildiği] her hangi bir isimle tarif edilmediği tak­dirde, sözde kendisiyle ilgili doğruluk ve yanlışlık açıklanmamış olur. Örneğin, “insan canlı (hayvan) olmayandır”, “Zeyd yazan olmayandır” ve “canlı (hayvan) olmayanlar ölü cevher­lerdir” sözlerindeki gibi. Bu ve benzeri lafızlar, tarif edilmemiş (belirsiz) varlıklara [işaret eden], hatta istisna edilen şey dışındaki her şey için ortak anlamlı (müşterek) kullanılan ka­lıplardır.

Kardeşim! Bil ki, olumlama ve olumsuzlama hem lafız hem de anlam [açısından] çeli­şik (mütenâktz) iki hükümdür. Bunlar doğruluk ve yanlışlık konusunda aynı nitelikte, aynı zamanda, aynı kiplikte (cihet) ve aynı görelilikte birbiriyle birleşmezler. Çünkü [olumsuzla­ma], kendisine olumladığın şeyle, yine kendisine olumladığın yön, zaman ve cihet itibariyle olumlanan şeyin ortadan kaldırılmasıdır. Bu şartlardan biri bulunmadığındaysa [olumlama ve olumsuzlamanın] doğruluk ve yanlışlık konusunda birleşmeleri mümkündür. Bunun ör­neği, “bazı insanlar yazandır ve bazı insanlar yazan değildir” demendir. Çocukken insan bilkuvve (potansiyel) yazandır, bilfiil ise yazan değildir. Buna, “Âdem su ile balçık arasındayken ben peygamberdim” sözüyle [Muhammed] aleyhisselâm da işaret etmiş ve “bilfiil değil, bilkuvve peygamberdim” sözünü kastetmiştir. [Yine] yetişkin bir adam bir şeyi bilendir, başka bir şeyi ise bilen değildir; Ramazan ayında gündüz oruçludur, gece ise oruçlu değildir; kendi­sinden küçük olana göre büyüktür, kendisinden büyük olana göre ise büyük değildir. [Başka bir örnek]: Köpek (kelb) hareket ediyor değildir. Zira “kelb” eşanlamlı (müşterek) bir isimdir ve yine “hareket eder” ifadesi, kendisinde altı tür hareketin[167] vuku bulduğu bir isimdir.

Kardeşim! Bil ki, sözde nitelenen (mevsûf) hakkında her hangi bir nitelikle (sıfat) hüküm verildiğinde, “Zeyd yazandır” sözüne benzer bu sıfat ikili önerme (kaziyye) olarak adlandırı­lır. Zira onun ‘yazan ve ‘yazan olmayan’ olması mümkündür. Haberlerden birini kaldırdığın­daysa bu, kesin (câzim) söz ve kesin önerme olur. Kendisine üç zamandan biri iliştirildiğinde bu önermeye üçlü önerme denir. Örneğin, “Zeyd dün yazdı” veya “yarın yazacaktır” ya da “Zeyd bugün yazandır” sözlerindeki gibi. Üçlü önermelerden birine üç unsurdan -ki bunlar mümkün, imkânsız (mümteni’) ve zorunludur (vacib)her hangi birini eklediğindeyse buna dörtlü [önerme] denir: “Bu çocuğun bir gün kuvvetli bir adam olması mümkündür”, “[bu çocuğun] bir gün bin rıtl [ağırlık] kaldırması imkânsızdır” ve “[bu çocuğun] bir gün ölmesi zorunludur” demen gibi.

Bil ki, olumlama ve olumsuzlama iki türlüdür: Tümel (külli) ve tikel (cüzî). Tümel olum­lunun örneği “bütün ateşler yakıcıdır” sözün, [tümel] olumsuzun örneği ise “hiçbir ateş yakı­cı değildir” sözündür. Mukabil oldukları zaman bunlara büyük zıtlar (ezdâdün kübrâ) denir. Yine tikel olumluya örnek “bazı insanlar yazandır” sözüdür ve bunun olumsuzu “bazı insan­lar yazan değildir” [şeklindedir]. Mukabil oldukları zaman bunlara küçük zıtlar (ezdâdün suğrâ) denir. İki olumlu ya da olumsuz önerme mukabil olursa bunlar ardışık (mutetâli) önermeler olarak adlandırılır. Örneğin, “bazı insanlar hayvandır, hatta bütün insanlar hay­vandır” ve “bazı insanlar uçuyor değildir, hatta bütün insanlar uçuyor değildir” sözlerin gibi. Uyumlu (mütelâim) önermeler ise anlam yönünden aynı ve lafız yönünden farklı önermeler­dir. Bunun örneği şudur: “Bütün ateşler sıcaktır” ve “hiçbir ateş soğuk değildir; “bazı insan­lar yazandır” ve “bazı insanlar ümmi değildir.”

Bil ki [önermedeki] sıfata yüklem (mahmûl), mevsûfa ise onun yüklendiği konu (mevzû) denir. Konu (mevsûf) çok, yüklem (sıfat) tek olduğunda önerme birden çok olur. Örneğin şu sözün gibi: “Zeyd yazandır, Halit yazandır ve Amr yazandır.” Yüklem çok, konu tek olduğun­da “Zeyd yazandır, demircidir ve marangozdur” sözündeki gibi önerme yine birden çok olur.

Yüklem lafız açısından çok ve anlam açısından tek olduğunda önerme tek olur. Şu sözün gibi: “Zeyd anlayandır, kavrayandır, bilendir.”

Bil ki, önermeler bazen olumlama ve olumsuzlama, bazen de tümellik ve tikellik bakı­mından farklılaşırlar. Olumlama ve olumsuzlama bakımından farklılık nitelik (keyfiyyet); tümellik ve tikellik bakımından farklılık ise nicelik (kemmiyyet) şeklinde isimlendirilir. Ni­telik ve nicelik bakımından farklı olan önermeler çelişik (mütenâkız), [sadece] nitelik ba­kımından farklı olan önermeler ise zıt (mütezâd) önermeler olarak adlandırılırlar. Çelişik önermeler zıt önermelere nispetle daha inatçıdırlar. Zıt önermelere örnek şöyle demendir: “Bütün insanlar yazandır” ve “bütün insanlar yazan değildir.” Çelişik önermeler ise “bütün insanlar yazandır” ve “her insan yazan değildir” sözün gibidir.

Bil ki var olmak (kevn) bakımından zorunlu (vâcib) olan, doğal olarak mümkünden daha önce gelir ve mümkün de imkânsızı (mümtenf) önceler. Zira var olmak (kevn) bakımından zorunlu olan [var] olmadığı takdirde mümkün, mümkün olmadığı takdirdeyse imkânsız bi­linemezdi.

Ey kardeşim! Allah seni ve bizi katından bir ruh ile desteklesin! Bil ki, bütün önermeler -ister tümel ister tikel, ister olumlu isterse de olumsuz olsunlariki tanımdan (had) oluşurlar. Onlardan biri konu (mevzu), diğeri yüklemdir (mahmûl). Örneğin, “ateş sıcaktır” sözündeki ateş konu, sıcaklık da yüklemdir.

Bil ki, konu yükleme ve yüklem de konuya dönüştürülebilir. Bunun örneği önce “ateş sı­caktır”, ardından ise “sıcak ateştir” denilmesi gibidir. Bu da önerme döndürmesi (aks) olarak adlandırılır.

Bil ki, bir önerme (a) bazen döndürme öncesinde doğru, döndürme sonrasında ise yanlış olur. Şu sözün gibi: “Bütün insanlar canlıdır (hayvan)” ve “bütün canlılar (hayvan) insandır.”[168] (b) Bazen hem döndürme öncesinde hem de döndürme sonrasında doğru olur. “Bütün insanlar gülendir” ve “bütün gülenler insandır” sözün gibi, (c) Bazen de, “bütün in­sanlar uçandır” ve “bütün uçanlar insandır” sözün gibi, her iki durumda yanlış olur.

Peri Hermenias Risâlesi (Risâletü Bârâmânyâs) burada tamamlandı. Bir sonraki risâle Bi­rinci Analitikler/Analotikadır (Risâletü ânâlutikâ el-ûlâ).

Gerçek övgü âlemlerin Rabbi Allah’adır. Dua ve selâm Allah’ın elçisi Muhammed’e, onun pak ve temiz ailesine olsun.

Matematik Kısmının On Üçüncü risâlesi:
Birinci Analitiklerin Anlamı Üzerine[169]

Bölüm: Birinci Analitikler (Kıyas) Hakkında

K

ardeşim bil ki her hangi iki önerme (kaziyye) bir araya getirilir ve kendilerinden zo­runlu olarak başka bir hüküm çıkarsa, bu önermeler “öncül” (mukaddime), söz konusu hüküm ise “sonuç” (netice) adını alır. Örneğin, “bütün insanlar canlıdır (hayvan) ve bütün canlılar büyüyendir (nâmî)” denildiğinde bu iki [öncülden] “bütün insanlar büyüyendir” sonucu çıkar.

Bil ki, iki öncül, ancak tek bir terimde (had) ortak olduklarında birliktelik (iktirân) oluş­tururlar. Diğer iki, [büyük ve küçük] terimde ise [bu öncüller] birbirlerinden ayrılırlar. Bu [ortak] terim (a) ya [öncüllerden] birinde konu (mevzu), diğerinde yüklem (mahmûl) olur; (b) ya her ikisinde yüklem olur; (c) ya da her ikisinde konu olur. [Ortak terim, öncüller­den] birinde konu, diğerinde yüklem olursa buna “birinci şekil” adı verilir. Örneğin “bütün insanlar canlıdır ve bütün canlılar hareketlidir” demen gibi. Buradaki “canlı”, birincisinde yüklem, diğerinde ise konu olmak üzere her iki öncülde bulunan ortak terimdir (el-haddü’lmüşterek). [Ortak terim, öncüllerden] her ikisinde yüklem olursa buna “ikinci şekil” adı verilir. Bunun örneği, “bütün insanlar canlıdır ve bütün kuşlar canlıdır” sözündür. Burada ortak terim olan “canlı” her iki [öncülde de] yüklemdir. [Ortak terim, öncüllerden her] iki­sinde konu olursa buna “üçüncü şekil” adı verilir. Tıpkı “bütün insanlar canlıdır ve bütün insanlar gülendir” sözündeki gibi.

Kardeşim! Bil ki bu öncüller, [yukarıda anlatılan] şartlar üzerine bir birliktelik (iktirân) oluşturur ve kendileriyle her hangi bir hüküm çıkarımı yapılırsa (istihrâc), bu şeklin bütünü “syllogismos”, yani sonuç veren (müntic) kıyas diye isimlendirilir.

Kardeşim! Bil ki, öncüllerden bir kısmı sonuç veren, bir kısmı da sonuç vermeyendir (gayr-ı müntic). Sonuç verenleri yukarıda anlattık. Sonuç vermeyen [öncüller] ise ortak te­rimi bulunmayanlardır: “Bütün insanlar canlıdır ve bütün taşlar serttir” sözün gibi. Bu iki öncül, doğru olsalar dahi her hangi bir sonuç doğurmazlar. Zira ortak terimleri yoktur.

Kardeşim! Bil ki, aralarında birleşmenin (izdivâc) vuku bulması için öncüllerde ortak te­rime ihtiyaç duyulur. Birleşmeden istenen şey de, öncülleri arzetmenin amacı olan sonucun çıkarılmasıdır. Tıpkı eril ve dişil canlıları çiftleştirmedeki amacın kendilerine benzer yavru­lar vermeleri olduğu gibi. Öncüllerin hükmü de böyledir. Onların birlikteliği (iktiran), akıl için açık (zâhir) olmayan şey hakkında kendilerinden hüküm çıkarılması içindir. Bu nedenle öncüllerin birlikteliğine ihtiyaç vardır.

Kardeşim! Bil ki, her çiftleştirme (sonucunda) doğum gerçekleşmediği gibi, (öncüllerin) her birlikteliği (iktiran) de sonuç vermez. Bunun anlamı şudur: “Bütün insanlar canlıdır ve bütün kuşlar canlıdır” denildiğinde, [canlı] teriminde ortak olmalarına rağmen bu iki öncü­lün birlikteliğinden bir sonuç çıkmaz. Zira onlar ikinci şekilden [öncüllerdir.] Aynı şekilde, “hiçbir insan uçan değildir ve hiçbir insan taş değildir” denildiğinde, [insan teriminde] ortak olmalarına rağmen bu iki öncülün birlikteliğinden de bir sonuç çıkmaz. Zira onlar üçüncü şekilden [öncüllerdir.] Mantık kitaplarında ayrıntılı biçimde açıklandığı üzere, birinci şekille birlikte değerlendirilmediğinde bu iki şeklin sonuçları güvenilir değildir.

Kardeşim! Bil ki, tamamı sonuç veren birinci şekilden öncüller, tümel (külli) veya tikel (cüzî), olumsuz (selb) veya olumlu (îcâb) olurlar. Örneğin, “bütün insanlar canlıdır” (tü­mel olumlu doğru) ve “bütün canlılar hareketlidir” (tümel olumlu doğru) öncülleri, “bütün insanlar hareketlidir” (tümel olumlu doğru) sonucunu verirler. “Hiçbir insan taş değildir” (tümel olumsuz doğru) ve “hiçbir taş uçan değildir” (tümel olumsuz doğru) [öncülleri] söy­lediğinde ise bunlardan, “hiçbir insan uçan değildir” (tümel olumsuz doğru) sonucu çıkar. Yine, “bazı insanlar yazandır” (tikel olumlu doğru) ve “bazı yazanlar hesap yapandır” (tikel olumlu doğru) [öncüllerinden] “bazı insanlar hesap yapandır” (tikel olumlu doğru) sonucu çıkar. “Bazı insanlar yazan değildir” (tikel olumsuz doğru) ve “bazı yazanlar hesap yapan değildir” (tikel olumsuz doğru) öncüllerinden ise “bazı insanlar hesap yapan değildir” (tikel olumsuz doğru) sonucu çıkar. Bu şekli ve öncüllerini korumanın; onların kıyaslardaki kulla­nımını ve kendilerinden sonuç çıkarılmasının niteliğini bilmenin; yine bu konuda dalgınlık (sehv) ve yanılgıdan (galat) sakınmanın gerekli olduğu böylece açıklanmış oldu. Zira diğer ölçü (mevâzîn) ve ölçütlerde (ktyâsâf) olduğu gibi bu öncüllerin de içerisine ârızî âfetler girebilir. Bu ise ya onları kullananların bir kasıt gütmeleri ya da dalgınlıklarıyla olur. Şöyle ki bazen öncüller doğru, sonuçları yanlış olur; bazen öncüller yanlış, sonuçları doğru olur; bazen de öncüllerin ve sonucun ya tamamı yanlış ya da tamamı doğru olur.

Kardeşim! Bil ki, bu kısımda muğâlatanm (yanıltma) yerini araştırarak incelemek ve on­dan sakınmak gerekiyor. Zira mantıkî kıyası geçersiz kılmak (ibtâl) isteyenler bu konu üze­rinden yürümüşlerdir. Bunun nedeni şudur: Aristoteles’in, “Kıyas Kitabı’nı yazarak içerisine hata ve sürçmenin (zelel) girmediği doğru/sağlam (sahih) kıyası açıkladığı; onun, sözlerdeki yanlışlık ve doğruluğun, görüşlerdeki hata ve isabetin, inançlardaki batıl ve hakikatin, fiil­lerdeki iyilik ve kötülüğün ayırt edildiği bir ölçü (mîzân) olduğunu anlattığı dönemde [bu ölçüye] rağbet ederek öğrenenlerin sayısı arttı ve onlar “cedel” kitaplarından geriye kalanları terk ettiler. Kendilerine gerçeği (hak) gösteren ölçüye başvurdukları için aralarındaki ihtilaf son buldu; [bu ölçüye] güvendiler ve ondan başkasının geçerli olmadığından kesinlikle emin oldular. Tıpkı bir şeyin ağırlığı konusunda ihtilafa düşen ve ölçüyle tarttıklarında bu ağırlığı kesin bir şekilde (yakinen) bilen bir topluluk gibi. Böylece ona (kıyasa) başvurup cedel ve tartışmayı bıraktılar. Aralarındaki ihtilaf son bulduğunda, hemcinslerinden filozofluk tasla­yan (mütefelsif) bir grup onu (Aristoteles’i) kıskandı bu ölçüyü şu yolla geçersiz kılmak istedi. Bu da, (a) sonuçları yanlış olan doğru öncüller (b) sonuçları doğru olan yanlış öncüller (c) ve sonuçları yanlış olan yanlış öncüller getirmeleri ve Aristoteles’in öğrencilerine, üstadlarım kötü göstermek ve ondan vazgeçirmek için bunlarla karşı çıkmalarıydı. Örneğin şunun gibi: “Hiçbir insan taş değildir” (olumsuz doğru) ve “hiçbir taş canlı değildir” (olumsuz doğru) [öncüllerinden] “hiçbir insan canlı değildir” (olumsuz yanlış) sonucu çıkar. Diğer bir ör­nek: “Bütün insanlar uçandır” (olumlu yanlış) ve “bütün kuşlar düşünendir” (olumlu yanlış) [öncüllerinden] “bütün insanlar düşünendir” (olumlu doğru) sonucu çıkar. Aynı şekilde, “bütün insanlar uçandır” (olumlu yanlış) ve “bütün uçanlar taştır” (olumlu yanlış) [öncülle­rinden] “bütün insanlar taştır” (olumlu yanlış) ve “bütün insanlar canlıdır” (olumlu doğru) sonucu çıkar.

Kardeşim bil ki bu gibi mugâlatalar, [kıyas] sanatına iki bakımdan girerler: (a) Birincisi, uğraşan kimsenin, kıyas sanatı konusunda ya bilgisiz olması ya da [bilgisinin] yetersiz olma­sıdır. Böylece mugâlata yapar, fakat bunun nereden, nasıl ve niçin olduğunu bilmez. Tıpkı hesap bilmediği halde hesap yapan ya da ölçü (vezn) ve ölçeğin (keyl) niteliğini bilmediği halde tartan veya ölçen kimsenin yanıltması gibi, (b) İkincisi ise [bir kimsenin kıyas] sanatı­nı bildiği halde, bir amaçtan dolayı kasıtlı olarak ve inatla [mugâlataya] yönelmesidir. Tıpkı hesap yapan, tartan ve ölçen bir kimsenin aldatmaya, sahtekârlığa ve hileye başvurması gibi. İşte [söz konusu] topluluğun ortaya attığı bu mugâlatadan dolayı Aristoteles kendi öğren­cilerine, yedi koşulda, ister tümel isterse de tikel olsunlar iki olumsuz, iki niceliği belirsiz (mühmel), tikel ve tekil (hâss) öncüllerden -o topluluğun mugâlata yapmak için getirdiği öncüller bunlardan olduğu içinkesinlikle burhânî kıyas kullanmamalarını, tam tersi bu topluluk tarafından anlatımı ihmal edilen, sonuçları doğru (sıdk) olan doğru öncüller kul­lanmakla yetinmelerini tavsiye etti. Her maddede; döndürmeden önce ve sonra olsun her zamanda kendileri ve sonuçları (netice) doğru (sıdk) olan öncüllere (mukaddime) gelince, bunların tamamı “İkinci Analitikler’de açıklanmıştır.

Bölüm: Mantıkî Kıyasların Tasnifini Gerektiren Nedenin (İllet) Açıklanması

Kardeşim! Bil ki, ilk (antik) dönem filozofları ilimlerin altındaki sanatları (fen) inceleye­rek onlara hâkim olduklarında ve hayret verici sanatların çıkarımını (istihrâc) yaparak onlar­da ustalaştıklarında, her ilim ve sanat için, kendisinden türlerinin doğduğu bir asıl çıkarımı (istinbat) da yaptılar. Onun için, [ilim ve sanatların] uzantılarının (furu) kendisiyle bilindiği bir ölçüt (kıyâs), [yine ilim ve sanatlardan] fazla, eksik ve düzgün (müstevî) olanların kendi­siyle açıklandığı bir ölçü (mizan) vazettiler. Örneğin, şiirin ölçüsü olan aruz sanatıyla beyit­lerden sağlam (sahih) ve zihaflı olanlar; irabın ölçüsü olan dilbilim (nahiv/sentax) sanatıyla konuşmadaki (kelâm) yanlış ve doğru kullanımlar bilinir. Aynı şekilde usturlab, Astronomi­de vakitlerin bilindiği bir ölçüdür; cetvel, pergel ve gönye ise pek çok sanatta kullanılan ya­mukluk (i’vicâc) ve düzlüğün (istiva) ayırt edildiği ölçülerdir. Tıpkı, tüccarlar arasındaki mu­amelelerde alış verişle ilgili fazla, eksik ve düzgün eşit olanların bilindiği ölçüler olan mikyal, arşın, şahin ve kantar, yine icra ve yönetim erbâbının kullandıkları bir ölçü olan hesap gibi.

Kardeşim! Bil ki, bu ölçüt (mekâyîs) ve ölçüler (mevâzîn) insanlar arasındaki hâkimlerdir. Şanı yüce olan Yaratıcı Tanrı onları kendi yarattıkları arasında, insanların ihtilaf ettiği, var­sayım ve tahminlerle hükmedilen şeyler konusunda hakikatle hüküm veren yargıç (kadı) ve âdil kimseler (udûl) mevkiine atamıştır. Böylece [insanlar] ölçü, mikyal ve ölçütlere başvur­duklarında bu [ölçüler] onların arasında hakikatle hükmeder; karar verilir, sonuca varılır ve hulf (çelişki) ortadan kalkar. Mantıkçı filozoflar âlimlerin, sözler konusundaki; yine bilinen­ler (malûmat) hakkında varsayım ve tahminler üzerinden yanlış vehimlerle verilen hüküm­ler konusundaki ihtilaflarını; bunlara dair tartışmalarını; onlardan bir kısmının diğerlerini yalanladığını ve her birinin kendisinin haklı olduğuna, muhalifinin ise saçmaladığına ilişkin iddialarım gördüklerinde/düşündüklerinde, onlar için hükmünü kabul edecekleri insan ev­ladından bir yargıç (kadı) bulamadılar. Zira bu yargıç da muhalif taraflardan biri olacak­tı. Böylece, isabetli bir görüş (rey) ve derin bir hikmet olarak, akıllarının doğası (kariha) ile düzgün bir ölçü ve sağlam (sahih) bir ölçüt çıkarımı yapmayı düşündüler. Ki [bu ölçü âlimlerin] arasında, ihtilaf ettikleri şey konusunda, kendisinde dengesizlik (halel) bulunma­yan bir yargıç olsun; ona başvurduklarında kimseye müsamaha göstermeden hakikatle karar versin ve adaletle hükmetsin. İşte bu, sayısal (adedi) burhâna benzer geometrik (hendesî) burhânın dengi olan ve mantıkî burhan adı verilen kıyastır.

Bölüm: Mantıkî Kıyas Hakkında

Bil ki, bütün sanatların ölçütleri ve bütün malların ölçüleri, konuları dolayısıyla kendile­rine benzeyen şeylerden alınmıştır. Örneğin, bir ağırlığı olan belirli kütlelerle (sincât) ağır­lıkların bilindiği terazi gibi. Yine, uzunlukların (ebad) bilindiği alan ölçüleri olan arşın, bab ve eşellin belirli uzunlukları vardır. Kendisiyle düz şeylerin bilindiği cetvel de buna örnektir.

Mantıkî burhân çıkarımı yapanlar da böyle bir kıyasa başvurarak şöyle dediler: Âlimlerin hak, batıl, doğru ve yanlış olduğunu iddia ettikleri, düşüncelerindeki şeylere dair ihtilafları bizim için ancak söyledikleri doğru (sıdk) ve yanlış (kizb) sözlerinde açıklık kazanır. Doğru ve yanlış sözler ise, ancak kendileriyle kıyas ve ölçme işlemlerinin yapıldığı ölçü ve ölçütlerle bilinir. O halde ölçü, ancak her hangi bir oluşum (telif) tarzında bir araya getirilmiş ve bileş­tirilmiş şeylerden olur ki böylece bunlar kendileriyle ölçüm ve kıyas yapılabilen bir ölçüye dönüşsünler. Bunun örneği, kendisiyle ağırlıkların bilindiği; iki kefenin, kol, kaytan ve belirli kütlelerin toplamı olan terazidir. Böylece burhân adı verilen mantık ölçüsünü elde etmenin yolunu tuttular. Öncelikle “Kategoriler” içerisinde ölçü ve ölçülenlerin kendilerinden oldu­ğu şeyleri anlatmakla işe başladılar. Sonra “Peri Hermenias” içerisinde bu şeylerin, bir ölçü ve ölçüt olmak üzere nasıl bileştiklerini (terkîb) ve oluştuklarını (telif) anlattılar. Ardından “Birinci Analitikler”de bu ölçünün, içerisinde aldatma ve yamukluk (i’vicâc) bulunmayacak şekilde nasıl kullanıldığını anlattılar. Sonra da “İkinci Analitikler’de, sağlam (sahih) olacak ve kendisine dengesizlik girmeyecek şekilde onunla ölçmenin niteliğini anlattılar.

Bölüm: Şeyler Hakkında Akılla Hüküm Vermek ve
Doğruyu Araştırmaya Teşvik Etmek Hakkında

Kardeşim! Bil ki, insan, bildiğinin tersini söyleyebilir, fakat akılla kavradığının tersini bilmeye güç yetiremez. Bunun anlamı şudur: Bir kimsenin, “Zeyd, aynı zamanda hem otu­randır hem de ayaktadır” demesi mümkündür, bunu bilmesi ise mümkün değildir. Zira aklı, onun bu [sözünü] kabul etmez. Bu böyle olduğuna göre, söyleyenlerin sözüne göre değil, aklın kararma göre hüküm vermek gerekir.

Kardeşim! Bil ki, sanat erbâblarının tümü, sanatlarında, hata ve sürçmeden (zelel) kendi­lerini korumak isterler. Şöyle ki bütün ilim erbâbı, hatadan uzak durur, doğruyu ve hakikati araştırır ve bunun için çalışırlar. Dolayısıyla [bütün] kardeşlerimizin -Allah onları ve bizleri kendi katından bir ruhla desteklesin[özellikle de] onlardan felsefi mantıkla uğraşanların kendi sözlerini başından sonuna kadar çelişkiden (tenakuz) korumaları gerekir. Kelâmcılar (mütekellim) arasında, kendi sözlerini bir veya birkaç mecliste çelişkiden koruyanlar bulu­nuyorsa da bütün sözlerini, bir kısmı diğerleriyle çelişmeyecek biçimde, başından sonuna kadar koruyanlar azdır. Bunun örneği bir kimsenin, kendi kitabında “bedenin mizacına uy­mak nefsin doğasındandır”, sonra başka bir kitabında “nefis bedenin mizacıdır” ve ardından bir diğer kitabında da “nefsin ne olduğunu bilmiyorum” demesi gibidir. Ya da Yüce Allah’ın, yarattıklarını, kendilerine fayda sağlamak için yarattığı inancına sahip olan, ardından ise onlara merhamet etmeyeceğini ve cehennemden çıkarmayacağını söyleyerek buna inanan kimse gibi. Ya da önce mekânın bir cisim veya cisme hulûl etmiş bir araz olduğuna inanan, sonra ise cismin ortadan kalktığına ve mekânın boş kaldığına inanan kimse gibi. Başka bir örnek de cüzün (atom/cevher) bölünmediğini söyleyen, ardından ise onun altı cihetinin bu­lunduğuna ve uzayda yer (hayyiz) kapladığına inanandır. Bir insanın, kendi zihninde (nefs) çelişkili sözlere ve bozuk (fasid) fikirlere inanması, sonra bununla birlikte felsefi mantık ve hakikî burhânla meşgul olması da buna benzer.

Kardeşim! Şunu kesin olarak bil ki, bütün ilim ve sanat erbâbı için, sanatları konusun­da, bilgilerinin (ilim) kendisinden dallanıp budaklandığı (teferru) sağlam (sahih) bir asıl ve bildikleri şeyin2 kendisiyle ölçüldüğü düzgün bir ölçüt (kıyas) -örneğin, daha önce açık­ladığımız üzere Aritmetik gibibulunmadığı takdirde, onların hatadan sakınmaları ve saç­malıktan uzak durmaları mümkün olmaz. Zira asıl hatalı olduğunda, uzantılar (fürû’) onun etrafında dolaşıp durur (kısır döngüye girer).

Bil ki: Sözlerindeki çelişkiyi algılamayan kimseye görüş ve inançları (itikad) konusunda nasıl güvenilir; çelişik görüşlere -ki bu konuda kendisine muhalif olduğunu bilmiyorinan­madığından nasıl emin olunur; kendisine muhalif olduğu, inancıyla çeliştiği ve bildiklerine (malumât) dair bilgisiz olduğu halde başkasıyla hemfikir olması ondan nasıl beklenir?

Bölüm: Mantığın Filozofun Aleti Olması Hakkında

Kardeşim! Bil ki, mantıkçı filozoflar, mantıkla ilgilenen kimsenin, öncelikle kendi zih­ninde (nefis) inançlarını kesin biçimde ispat etmekle işe başlaması ve zihninde doğrulandı­ğı takdirde bunu başkalarında da düzeltmesi için mantıkî kıyası vazetmiş ve doğru (sahih) burhân çıkarımı yapmışlardır. Kardeşim! Her şeyden önce, sözlerini çelişkiden nasıl koru­yacağını bilmeye ihtiyacın vardır. Bunu yaptığında felsefi mantık sanatına hâkim olursun.

Bil ki, mantık felsefenin ölçüsüdür ve onun, filozofun aleti olduğu artık söylenmiştir. Bu­nun nedeni ise şudur: Felsefe peygamberlikten sonra beşerî sanatların en değerlisi (eşref) ol­duğuna göre, felsefenin ölçüsünün ölçülerin en sağlamı (sahih) ve filozofun aletinin aletlerin en değerlisi olması bir zorunluluğa dönüşmüştür. Bunun için felsefenin tanımında: “[felsefe] gücünün yettiği ölçüde insanın Tanrıya benzemesidir” denilmiştir.

Bil ki, onların (filozofların) bu sözü şu anlama gelir: İnsanın gücü, insanın çalışarak, konuşmasında ve sözlerinde yanlışlıktan sakınması; inancında batıldan, bildiklerinde ha­tadan, ahlâkında rezillikten, fiillerinde kötülükten (şer), amellerinde sürçmeden (zelel) ve sanatında noksanlıktan uzak durmasıdır. Bu onların, “insan gücünün yettiği ölçüde Tanrıya

2.. Risâlelerin, (Beyrut, 1957) baskısındaki “mâ yamelûne/yaptıkları şey” ifadesi yerine, (Beyrut, 1995) baskısındaki “mâ ya’lemûne/bildikleri şey” ifadesini esas almayı daha uygun gördük, (ç.n.) benzemek” sözünün anlamıdır. Zira şanı yüce olan Allah, ancak doğruyu söyler ve ancak ha­yır işler. Kardeşim! Sen de bu şeylerde Ona benzemeye çalış. Umulur ki bunda başarılı olur ve Ona kavuşabilirsin. Zira Onu ancak ahlâk eğitimi alarak ve felsefe ile yetişerek arınmış olanlar bulabilirler.

Bu risâleden özet olarak takdim etme ihtiyacı hissettiğimiz şeylerin anlatımını burada tamamlamış olduk. Artık burhânın konu alındığı risâleye geçebiliriz.

Matematik Kısmının On Dördüncü risâlesi:
İkinci Analitiklerin (Burhân) Anlamı Üzerine[170]

Rahman ve Rahim olan Allah’ın adıyla!

O

n kategorinin (mekûlât); onların türlerinin niceliğinin (kemmiyyet), birliktelik oluştur­malarının (iktirân) niteliğinin (keyfiyyet) ve de sonuçlarının kısımlarının anlatımını önceki bölümlerde tamamladık. Şimdi ise burhânî kıyasın ne olduğunu; onun türlerinin ni­celiğini; oluşumunun, kullanımının ve kendisinden sonuç çıkarsamanın (istihraç) niteliğini açıklamak istiyoruz. Fakat bütün bunlardan önce, filozofların burhânî kıyası kullanmaların­daki amacın ne olduğunu bildirme ihtiyacı hissediyoruz.

Kardeşim! Bil ki, bilgi (Um) ve marifet [elde etmenin], algılama ve duyumsamanın (ihsâs) pek çok yolu vardır. Nitekim onlardan bir kısmını Hisseden ve Hissedilen Risâlesi’nde (Risâletü’l-hâss vei-mahsûs), bir kısmını Akıl ve Akledilen Risâlesi’nde (Risâletü’l-Akli ve’lma’kûl) ve bir kısmını da İlimlerin Çeşitleri Risâlesi’nde (Risâletü ecnâsi’l-ulûm) açıklamıştık. Filozofların, eğitim sırasında ve eşyanın hakikatinin bilgisini (marifet) talep ederken izledik­leri yollar dört türlüdür: Bölme (taksim), çözümleme/analiz (tahlil), tanım (had) ve burhân. Burada onları teker teker anlatma ve onlara dair yöntemlerin niteliğini, bilgilerin onlarla nasıl bilindiklerini, onların niçin ne az ne de çok, sadece dört yoldan ibaret olduklarını açık­lama gibi bir gereksinim duyduk.

Şimdi, bunun (onların sadece dört yoldan ibaret olmalarının) nedeni şudur: “Kategori­ler” içerisinde, bütün varlıkların birer cins, tür, fâsıl ya da fert (şahıs) olduğu, bölme yoluyla açıklık kazanarak ortaya çıktığında, onlardan her birini bilme yolunun diğerlerinden farklı olduğu zorunlu olarak gerekli oldu. Bunun açıklaması şudur: Bölme ile cinslerin hakikatleri türlerden ve türler fertlerden ayırt edilir, çözümleme ile de fertlerin hakikati bilinir. Burada kastettiğim, onlardan her birinin nelerden bileşmiş (mürekkeb) olduklarının, hangi şeyler­den oluştuklarının (müellef) ve nelere ayrıldıklarının bilgisidir. Tanımla türlerin hakikati; onlardan her birinin hangi cinsten oldukları ve diğerlerinden kaç fâsılla ayrıştıkları bilinir. Burhânla, bir sonraki fâsılda da açıklayacağımız üzere, tümel (külli), akledilir (makûl) var­lıklar olan cinslerin hakikati bilinir. Şimdi bu fâsılda, öncelikle çözümleme yolunu açıklamak istiyoruz. Zira bölme yolunun anlatımını “Kategoriler” içerisinde tamamlamıştık. Bunun bir diğer nedeni ise çözümleme yolunun öğrenciler için daha anlaşılır olmasıdır. Zira o (tahlil), kendisiyle fertlerin hakikatinin bilindiği bir yoldur. Fertler ise bundan sonraki fâsılda da açıklayacağımız üzere tikel (cüz’î) duyulur şeylerdir. Tanım ve burhân yoluna gelince, onlar daha dakik ve daha ince [bir akıl yürütme gerektiren iki yoldur] ve kendileriyle akledilir şeyler, yani türler ve cinsler bilinir.

Bölüm: Çözümleme, Tanım ve Burhân Yolları Hakkında

Bil ki, bizim sözümüzün anlamı şudur: Fert (şahıs), çeşitli şeylerin toplamı olan veya diğer varlıklardan ayrı birkaç münferit parçadan oluşan bir bütünün sembolik ifadesidir. Fertler iki türlüdürler: (a) Benzer (müteşâbih) parçaların toplamı olanlar. Örneğin bu külçe, bu taş, bu tahta ve bütün parçaları tek bir cevherden olan benzeri fertler gibi, (b) Farklı cev­herlere ve başka başka arazlara sahip parçaların toplamı olan fertler. Örneğin bu beden, bu ağaç, bu şehir ve çeşitli şeylerden bir araya getirilmiş olan benzeri fertler gibi. Bu fertlerden birinin hakikatini öğrenmek istediğimizde, öncelikle onun bileştiği şeylerin ne olduklarını (mâ hiye) inceler ve oluştuğu parçaların sayısını (kem hiye) araştırırız.

Kardeşim! Bil ki, bileşik şeylerin, sayılarını izzet ve celâl sahibi Tanrının dışında kimse­nin bilemeyeceği kadar pek çok türleri vardır. Fakat onların tamamı üç cins altında toplanır; ya cismanî tabiî, ya cirmanî sınaî, ya da nefsanî ruhanî olurlar. Şimdi, bu cinslerden her birini, diğer örneklerin kendisine kıyas edileceği tek bir örnek altında anlatmak istiyoruz.

Cismanî tabiî fertlere örnek, insanın bedenidir. O kafa, el, ayak, boyun, göğüs ve ben­zerleri gibi farklı şekillere sahip uzuvlardan oluşmuş bir bütündür. Onlardan her bir uzuv da kemik, sinir, damar, et, deri ve benzerleri gibi farklı cevher ve arazlara sahip parçalardan bileşiktir. Onlardan her biri dört karışımdan (ahlât) oluşmuştur. Her bir karışımın, kimüsten[171] kaynaklanan bir mizacı (özelliği) vardır. Kimüs, gıdanın berraklığından; gıda, bitkinin özünden; bitki, unsurların letâifinden; unsurlar, kendilerine özel niteliklerle mutlak cisim­den; bileşik cisim de madde (heyûlâ) ve suretten meydana gelir. O ikisi (madde ve suret) ilk yalınlar (basit), beden de sonuncu bileşimdir. Bunların dışındakilere gelince, onlar görelilik bakımından yalın ve bileşik olanlardır.

Diğer bir örnek görünür yapma varlığı olan (cirmânî sınaî) fertlerle ilgilidir ki bu da bizim “şehir” sözümüzdür. Bununla çarşı ve mahallelerden meydana gelen bir bütüne işa­ret ediyoruz. Onlardan her biri konaklardan, binalardan ve dükkânlardan meydana gelen bütünlerdir; onlardan her biri ise duvar ve çatılardan oluşmuş bileşimlerdir; yine onlardan her biri de kireç, tuğla, tahta ve benzeri şeylerden bileşiktir. Bunların tamamı unsurlardan; unsurlar cisimden; cisim de madde ve suretten meydana gelir.

Yine başka bir örnek ruhanî nefsanî [fertlerle] ilgilidir ki bu da bestelere (ei-elhânulmu’telife) işaret olarak söylediğimiz “şarkı” (gına) sözümüzdür. Şöyle ki, melodi (lahn), uyumlu notalardan (neğamât) ve ölçülü beyitlerden; beyitler kalıplardan (mefâîl); kalıplar “veted” ve “sebeb” [türü hecelerden]; bunlardan her biri de harekeli ve sakin (sesli ve sessiz) harflerden oluşurlar. Aruz sanatının erbâbı ve musikideki oranları inceleyen kimseler bu şeyleri bilirler. Söz konusu örneklerden de görüldüğü üzere, bileşik şeylerin nelerden bileşip oluştuklarının ortaya çıkması için çözümleme yoluna başvurulur ve bu durumda da onların hakikatleri bilinir.

Tanım yoluna gelince ondan amaçlanan şey türlerin hakikatlerinin bilgisidir. Onunla il­gili yöntemin niteliği ise türlerden birine işaret edilmesi, ardından onun cinsinin ve ayrımla­rının (fâsıl) niceliğinin araştırılması, onların tamamının en öz lafızlarla bir araya getirilmesi ve soru esnasında [bu lafızların] ifade edilmesidir. Bunun örneği şudur: “İnsanın tanımı ne­dir” [sorusuna cevaben] “düşünen (nâtık), ölümlü canlıdır” denir. “Canlının tanımı nedir” denildiğinde “hareketli, duyumsayan bir cisimdir” denir. “Cismin tanımı nedir” denildiğin­de “uzunluğu, genişliği ve derinliği olan bileşik cevherdir” denir. “Cevherin tanımı nedir” denildiğinde ise “onun bir tanımı yoktur, sadece betimi (resm) vardır” denir. Bu da senin “o, zıt sıfatlar almaya kabiliyetli, zatıyla var (kâim) olan varlıktır” sözündür. Şayet “zıt sıfatlar nedir” denilirse “cevhere, ondan bir parça olmaksızın hulûl eden arazlardır” denir. Tanım yoluna, işte bu kıyastaki gibi başvurulur ve biz de butanımlar için bir risale ayırdık.

Burhân yoluna gelince, ondan amaçlanan ve talep edilen şey, mevcut varlıkların (ayan) zatlarından ibaret olan yapıcı (mukavvim) suretlerin ve onlarla tamamlayıcı (mütemmim) suretleri arasındaki farkın bilgisidir. Onların (mütemmim suretler) tamamı [mevcut varlık­lar] için birer nitelik, yine onlarda uyumlu şekilde toplanmış özellik ve hâllerdir. [Mevcut varlıkların zatları] bunlarla nitelenirler. Fakat bu nitelikler altında anlaşılmaz kaldıkları ve onlarla kaplanmış oldukları için duyular onları birbirlerinden ayrıştıramıyor. Bu nedenle de onların bilinmesi için derin bir incelemeye ve açık bir araştırmaya; onunla (zat) ona uyan/ oturan, onda toplanmış şeyler arasında kıyas ve burhân yoluyla bir ayrıştırma yapmaya ih­tiyaç vardır.

Bölüm: Kıyasın Mahiyeti Hakkında

Kardeşim! Bil ki, insanın bilgilerinin büyük çoğunluğu kıyas yoluyla elde edilir. Kıyasın hükmü bazen doğru, bazen de yanlış olur. Kıyasın kullanımı sırasında yanlışlıktan sakınıl­ması için bunun nedenini (illet) açıklamaya ihtiyaç duyar ve deriz ki, kıyas, öncüllerin (mu­kaddime) bileştirilmesi, onun kullanımı ise sonuçlarının çıkarsanmasıdır. Kıyasın öncülleri aklın önsellerindeki (evâilul-ukûl) bilgilerden alınır. Söz konusu bilgilerin önselleri de, ni­teliklerini Hisseden ve Hissedilen Risâlesi’nde (Risâletul-hâss ve’l-mahsûs) de açıkladığımız gibi, duyular yoluyla elde edilir.

Bölüm: İnsanın Kıyas Kullanma İhtiyacının Açıklanması

Kardeşim! Şunu bil k, duyular; fertlerin, birbirinden ayrı mekânlardaki yalın cevher­lerden ve farklı mahâllerdeki tikel arazlardan bileşik olduklarını kavradıklarında, onların dış dünyada varolan başka başka varlıklar (a’yân) olduklarını bilirler, o kadar. [Varlıkların] nicelik ve niteliklerine gelince onlar ancak vazedilmiş bileşik kıyaslarla araştırılmak (tüme­varım/istiksa) suretiyle bilinirler. Bunun örneği şudur: İnsan, bazı cisimlerin ağır, çok ya da büyük olduğunu duyularla bilirse de, onların ağırlıklarının niceliğini sadece tartıyla (mizân)-, çokluklarının [niceliğini] sadece ölçekle (keyl); büyüklüklerinin [niceliğini] de sadece arşın (zer’) veya benzeri ölçülerle bilir. Bunların tamamı insanın, varsayım ve tahminler üzerin­den bilemeyeceği şeyleri kendileriyle bildiği ölçü ve ölçütlerdir.

Bölüm: Kıyastaki Yanlışlığın Yönleri Hakkında

Kardeşim! Bil ki, kıyasa yanlışlık üç yönden girer: (a) Birincisi kıyasın, eksiklik veya faz­lalık içerip yamuk (muavvec) olması, (b) İkincisi kıyas kullanan kimsenin, onu kullanmanın niteliğine dair bilgisiz olması (c) ve üçüncüsü de kıyasın doğru, kullananın da bilgili olma­sına rağmen, onun bir amaç uğruna aldatma ve sahtekârlık olarak mugâlataya (yanıltma) yönelmesidir.

Bölüm: Kullananın Bilgisizliği Yönünden [Kıyasa] Yanlışlık Girmesinin Mahiyeti

Kardeşim! Bil ki insan, duyu organlarını kullanabilecek şekilde yaratıldığı gibi, çocuklu­ğundan itibaren kıyas kullanma doğasına da sahip olur. Şöyle ki çocuk, büyüyerek olgunlaşıp duyulurları (mahsûsât) düşünmeğe başladığında; ebeveynlerini inceleyip onları bir duyum­sama olarak bildiğinde ve yine onlarla kendisi arasında bir ayrım yaptığında zan, vehim ve tahminleri de kullanmaya başlar. Kendisi gibi bir çocuk görüp onu düşündüğünde, kendi­sine kıyaslamak suretiyle onun da ebeveynleri -onları bir duyuyla (gözüyle) görmese dahiolduğunu bilir. Nedenliyi (malûl) gözlemlemek suretiyle nedenin (illet) ispat edildiği bir akıl yürütme (istidlâl) olduğu için bu, içerisinde yanlışlık bulunmayan doğru bir kıyastır. Şayet onun kardeşleri olur ve onları duyumsama yoluyla bilirse, yine bu durumda kendisine kıyas­la, diğer çocuğun da kardeşleri olduğuna ilişkin vehim, zan ve tahminde bulunur. Nedenli­yi gözlemlemek suretiyle nedenin değil, [nedenlinin] hemcinslerinin ispat edildiği bir akıl yürütme olduğu için bu, içerisine doğruluk ve yanlışlığın girdiği bir kıyastır. Yine bu çocuk, kendi ebeveynlerinin hükmüne kıyasla, gördüğü her kadın ve erkeğin bir çocuğu olduğu­nun -onların çocuklarını görmese dahizannına ve vehmine kapılır. Nedenin hemcinslerini gözlemlemek suretiyle onların nedenlilerinin ispat edildiği bir aklı yürütme olduğu için bu kıyasın hükmü bazen doğru, bazen de yanlış olur. Bu örnekte görüldüğü üzere insan, çocuk­luktan itibaren kendisinde, ebeveynlerinde ya da kardeşlerinde hâl ve sebep olarak fark ettiği bütün şeylerin benzerlerinin -kendisine, ebeveynlerine ve kardeşlerine kıyasladiğer ço­cuklarda, onların ebeveynlerinde ve kardeşlerinde de [bulunduğunun] zannına ve vehmine kapılır. Öyle ki, açlık ve susuzluk çektiğinde, çıplak olduğunda, sıcaklık ve soğukluk duydu­ğunda, yediği bir yemeği lezzetli bulduğunda, içtiği bir içkiden hoşlandığında, giyindiği bir elbiseyi beğendiğinde, kaybettiği bir şey için üzüldüğünde ya da bulduğu bir şeyden dolayı sevindiğinde zanneder ki bu hâllerden biri onun başına geldiği sırada, hemcinslerinden olan diğer çocuklar da benzeri hâlleri yaşarlar.

Onun duyulur şeylerin hükümlerine dair diğer zan ve vehimleri de bu örnekte olduğu gibi meydana çıkar. Öyle ki, ebeveynlerinin evinde bir hayvan, eşya, mal ya da suyu tuzlu olan bir kuyu gördüğünde, diğer çocukların evlerinde de bunun benzerleri bulunduğunun zannına ve vehmine kapılır. Akıl-baliğ olup duyulur şeyleri araştırdığında ve mevcut fertle­rin hâllerini tarttığındaysa çocukluk günlerinde sandığı ve vehmettiği şeylerin hakikatlerini öğrenir ve zannının doğru ya da yanlış olduğu kendisi için yavaş yavaş açığa çıkar.

Bölüm: Âkil Kimseler Nezdindeki Yanlışlık Yolunun ve
Filozoflar Nezdindeki Kıyas Yanlışlığının Açıklanması

Kardeşim! Şunu bil ki, araştırma ve keşif öncesinde, âkil kimselerin varlıklar (eşyâ) konu­sundaki diğer hükümleri, zan ve vehimleri de bu örnekte olduğu gibi meydana çıkar. Şöyle ki çoğu insan kendi ülkesinde rüzgâr, yağmur, sıcak, soğuk, gündüz, gece, kış ya da yaz ol­duğunu gördüğünde -kendi ülkesinde gördüklerine kıyaslabunların başka ülkelerde de var olduğunun zannına ve vehmine kapılır. Tıpkı çocukken, ebeveynlerinin evinde gördüklerine benzer şeylerin, diğer insanların evlerinde de bulunduğunu zannettiği gibi. Ta ki, daha önce de açıkladığımız üzere, deneyim sonrasında, vehmettikleri şeylerin hakikatleri kendileri için açığa çıkıncaya kadar. İnsanlar arasındaki âkil kimselerin hükmü de, yukarıda anlatılanlara benzer şeyler konusundaki zan ve vehimleri bakımından böyledir. Öyle ki, matematik ilim­lerini (el-ulûmur-riyâzıyye), özellikle de Astronomiyi (ilmu’l-heye) incelediklerinde, eski­den doğru ya da yanlış oldukları zannına ve vehmine kapıldıkları şeylerin hakikati kendileri için açığa çıkar.

Kardeşim! Bil ki, ne kesin bilgiye sahip akıllı kimseler, ne matematikle uğraşan âlimler, ne de sözüm ona felsefe yapan (mütefelsif) filozoflar bu zan ve vehimlerden kurtulabilirler. Şöyle ki biz felsefeyle, akledilirlerle ve burhânlarla uğraşan pek çok kimsenin, parçalarının -hangi parçası olursa olsunağırlığını fark etmelerine kıyasla, kendisine özgü mevziinde bu­lunan arzın da bir ağırlığı olduğunun zannına ve vehmine kapıldıklarını görüyoruz. Şayet bu böyleyse -ki o kimse diğer kıyasların bu şekilde yapılmış olduğundan emin değildirbunda kıyasın zayıflığına, kendisinin ve delâletinin bozukluğuna (fesâd) işaret eden bir şey vardır.

Aynı bunun gibi onlardan pek çoğu; yerküresi bakımından, kendi ülkelerinin karşı tara­fında bulunan bir kimsenin -ayakları birbirine karşı olacak şekilde birisi yüzeyin üst tarafın­da, diğeri ise altında duran iki kimsenin durumundan gördüklerine kıyaslaters durduğunu zanneder. Yine onlardan çoğu kimse, evlerinin dışında başka mekânların, ülkelerinin dışın­da başka ülkelerin ve içinde bulundukları [ay altı] âlemin dışında felekler âleminin bulun­duğunu fark etmelerine kıyasla âlemin dışında, doluluk (melâ) veya boşluk (halâ) şeklinde sonsuz bir uzay (fezâ) bulunduğunu zanneder. Aynı şekilde bir mekân ve zaman içerisinde gördükleri kendi fiil ve sanatlarına kıyasla izzet ve celâl sahibi Yaratıcının (Bârı) da âlemi bir mekân ve zaman içerisinde yarattığını sanırlar. İşte bu nedenden dolayı onlardan çoğu kimse, gözlemlediklerine kıyasla izzet ve celâl sahibi Yaratıcının bir cisim olduğu zannına kapılır; zira cismin dışında fâil olan [bir şey] bulamamış ve Yaratıcının fâil olduğunu fark etmişlerdir. Oysaki metafizik ilimlerde (el-ulûmu’l-ilâhiyye) alıştırma yaptıkları takdirde, Metafizik Risâlesi’nde (er-Risâletü’l-ilâhiyye) de açıkladığımız gibi gerçekliğin (emr) bunun tersi yönünde olduğu kendileri için açığa çıkar.

Kardeşim! Şunu bil ki insan, yukarıda da açıkladığımız üzere, çocukluğunda duyulur şeylerin hakikatlerini öğrenmeden önce zannettiği şeyler gibi, açıklama (beyân) ve keşif ön­cesinde bildiği şeylerin hakikatleri aklına geldiği takdirde ancak bilgi ve marifet mertebele­rinde mevkice yükselebilir.

Bölüm: Duyuların Akledilirleri ve Onların Sonuçları Hakkında

Kardeşim! Bil ki, insanın beş duyu ile kavradığı bilgilerin, aklın önsellerinde onlardan çıkan şeylere izâfetle pek çok nispeti vardır. Tıpkı alfabenin, ondan bileştirilmiş isimlere izâfetle nispetinin [fazla olduğu] gibi. Aynı şekilde aklın önsellerindeki bilgilerin de, onlar­dan burhân ve kıyaslarla çıkan bilgilere (ulûm) izâfetle pek çok nispeti vardır. Tıpkı isimlerin; makale, hutbe ve diyaloglar içerisinde onlardan oluşturulan konuşma (kelâm) ve deyimlere (lugât) nispeti gibi. Söylediklerimizin doğruluğunun delili şudur: Kıyas yoluyla elde edilen bilgiler, Öklides’in [“Elementler” isimli] kitabında anlatılan, aklın önsellerindeki (apriori) bilgilerden sayıca daha çoktur. Şöyle ki o, her makalenin başında aklın önsellerinden olan aşağı yukarı on tane bilgiyi anlatır, ardından ise onların sonuçlarından burhâni bilgilerin yüz meselesinin çıkarsamasında bulunur. [Batlamyus’un] el-Mecistî isimli kitabının ve yine çoğu felsefe kitaplarının hükmü de böyledir.

B öylece öğrencilerin bilgisizliği cihetiyle kıyasa yanlışlık girmesinin niteliğine ilişkin anlatımımızı bitirmiş olduk. Şimdi de kıyasın [içeriğinden] ve [suretinin] yamukluğundan dolayı kendisine yanlışlık girmesinin niteliğini anlatmak istiyoruz.

Bölüm: Kıyastaki Yamukluğun Niteliği ve Ondan Nasıl Sakımlacağı Hakkında

Kardeşim! Bil ki, yamuk olması yönünden kıyasa giren yanlışlıkların, çoğu zaman uzun bir açıklamaya tabi tutulan pek çok kısımları vardır. Bunlar mantık kitaplarında anlatılmıştır. Biz ise bu fâsılda; kendileriyle [hatalardan] korunarak burhânî [kıyasların] kullanımıyla yetinilmesi ve onların dışında kalan, kendilerinde hata ve sürçmelerin var olup olmadığından emin olunamayan kıyasların, yine âdet olduğu üzere örneklerle doğrulanıp yanlışlanan -ki bu da tikelin tümele kıyas edilmesidirkıyasların terk edilmesi için sadece düzgün (müstevî) kıyasın şartlarını anlatmak istiyoruz.

Kardeşim! Bil ki, içerisine hata ve sürçmenin girmediği kıyas, içerik (terkîb) ve kullanımı bakımından, Aristoteles’in öğrencilerine tavsiye ettiği şartların muhafaza edildiği kıyastır. O [şartlar] ise şunlardan ibarettir: Kıyasa dayalı her ilim ve öğrenimde, aklın önsellerinden olan bilinen (malûm) iki anlamın alınması gerekir. Bunlar ise “o ...mı/mi” (hel hüve) ve “o nedir” (mâ hüve) [sorularının cevabıdır], O (Aristoteles) bunu, bilinmeyenin bilinmeyen­le (mechûl) bilinmesinin imkânsız olmasından, yine [bilinmeyenin] bilinen ve bilinmeyen bir şeye kıyas edilememesinden dolayı tavsiye etmiştir. [Yani öncelikle] akim önsellerinden olan bilinen bir şeyin alınması, ardından da burhân yoluyla talep edilen diğer şeylerin ona kıyas edilmesi gerekir. Aklın önsellerindeki [bilgiler ise] iki şeyden ibarettir: (a) Şeylerin hüviyetleri (b) ve mahiyetleri. Şöyle ki, Hisseden ve Hissedilen Risâlesi’nde (Risâletü’l-hâss ve’l-mahsûs) de açıkladığımız gibi nefislerde (zihin), şeylerin hüviyetleri duyular yoluyla, mahiyetleri ise tefekkür, düşünme ve ayrıştırma yollarıyla meydana gelir. Duyulurların, du­yular yoluyla hüviyetlerinin; tefekkür, düşünme ve ayrıştırma yollarıyla da mahiyetlerinin nefislerde meydana çıkması durumunda bu nefisler “akleden” ismini alırlar. Kardeşim, şayet derinlemesine düşünür ve İnsanî aklın ne olduğunu öğrenmek istersen [bil ki] o, bilkuvve bilen (allâme) olmanın ardından bilfiil bilene dönüşen İnsanî nefisten başka bir şey değildir. Kendisinde, duyular yoluyla şeylerin hüviyetlerinin suretleri, tefekkür ve düşünme yoluyla da [şeylerin] mahiyetlerinin suretleri meydana çıktıktan sonra o bilfiil bilene dönüşür.

Bölüm: Burhânî Kıyasın Temeli Hakkında

Kardeşim! Bil ki, diğer burhâni kıyaslar bu iki bilgi üzerine inşa edilirler. Kastettiğim şey, “o ...mı/mi” (hel hüve) ve “o nedir” (mâ hüve) [sorularının cevabıdır.] Bunun örneği, Öklides’in kitabındaki birinci makalenin başında aklın önsellerinden olan dokuz bilginin anlatılması ve daha sonra da onların aracılığıyla diğer meselelerin kanıtlanmasıdır. Bu [bil­giler] ise onun (Öklides) şu sözlerinden ibarettir:

(1) Aynı (tek bir) şeye eşit olan şeyler birbirlerine de eşit olurlar. (2) Eşit şeylere, yine eşit şeyler eklenirse bunların tamamı birbirlerine eşit olur. (3) [Eşit şeylerden], eşit [şeyler] çıkartılırsa geriye kalanlar birbirlerine eşit olur. (4) Eşit olmayan şeylere, eşit şeyler eklenirse bunların tamamı birbirlerine eşit olmaz. (5) [Eşit olmayan şeylerden] eşit şeyler çıkartılırsa geriye kalanlar birbirlerine eşit olmaz. (6) [Şeylerden] her biri aynı şeyin iki misliyse, onlar eşittir. (7) [Şeyden] her biri [aynı] şeyin yarısıysa, onlar yine eşittir. (8) [Şeylerin] miktarları birbirilerine uygunsa ve bir kısmı diğer kısmından fazla değilse bunlar da eşittir. (9) Bütün (küll) parçadan (cüz”) büyüktür.

Bu hükümlerin tamamı, seviye itibariyle aklın önsellerinden olan bilgilerden alınmıştır. Âkil kimseler onlardan her hangi biri konusunda ihtilaf etmezler ve ardından, üzerinde ihti­laf ettikleri şeyleri onlara kıyaslarlar.

Bölüm: Aklın Önselleri ve îlk Bilgiler Hakkında

Kardeşim! Bil ki, [yukarıda anlatılan] bu şeyler ve benzerleri akıldaki önseller şeklinde isimlendirilirler. Zira âkil kimselerin tamamı bunları bilir; bunları derinlemesine düşünüp (teemmül) iyice incelediklerinde (nazar) ihtilaf etmezler. Aksine onların ihtilafları, akıl yü­rütme (istidlâl) ve kıyas yoluyla bilinen şeyler konusunda olur. Bu konudaki ihtilaflarının sebebi ise [eğitim] yollarının çokluğundan, kıyas sanatlarından (fen) ve onların kullanım niteliklerinden kaynaklanır. Bunun geniş açıklaması mantık ve cedel (diyalektik) kitapların­da artık anlatılmıştır. Biz ise bu bilgilerin hakikatlerinin, âkil kimselerin zihinlerinde (nefs) nasıl ortaya çıktığını açıklamak istiyoruz.

Kardeşim! Bil ki, akıldaki önseller olarak adlandırılan bu bilgiler âkil kimselerin zihinle­rinde (nefs), duyulur şeylerin teker teker tümevarımı (istikra), onların parça parça incelenmesi (tesaffuh) ve fert fert düşünülmesiyle meydana çıkar. Âkil kimseler onlardan, kendilerini tek bir niteliğin kapsadığı çok sayıda fertleri gördüklerinde, bu itibarla o ferdin ve o türün (cüz’) cinsinden olan her şey için -o cinsin bütün türlerini ve o türün bütün fertlerini gözlemlemese­ler dahihükmün böyle olduğu zihinlerinde hâsıl olur. Bunun örneği şudur: Çocuk, büyüyerek olgunlaştığında ve canlı fertleri teker teker düşünmeye başladığında, onların tamamının du­yumsayan ve hareketli olduklarını fark eder ve bu durumda onların cinsinden olan her şey için hükmün böyle olduğunu bilir. Aynı şekilde hangi türden olursa olsun bütün su türlerini dü­şündüğünde onun rutubetli ve akıcı olduğunun farkına varır. Yine her türden ateşi [düşündü­ğünde] onun sıcak ve yakıcı olduğunu, her türden taşı [düşündüğündeyse] onun sert ve kuru olduğunu fark eder. Böylece o cinsten olan her şey için hükmün bundan ibaret olduğunu bilir. Bu itibarla, aklın önsellerindeki bilgiler duyu organları yoluyla [onun zihninde] meydana gelir.

Kardeşim! Bil ki, duyumsama yoluyla zihinlerde (nefs) meydana çıkan bu gibi şeyler konusunda, âkil kimselerin mertebeleri derece bakımından farklıdır. Bunun anlamı şudur:

Aklın bedihîleri (apaçık bilgileri) ile bilinen şeyler, onlardan (âkil kimselerden) daha çok in­celemede bulunan, daha derinden düşünen, daha fazla tefekkür eden, daha ince düşüncelere dalan ve daha çok dikkat kesilen (itibar eden) kimselerin zihinlerinde (nefs), yaşamları bo­yunca tamamen rahat (umursamaz) bir şekilde yeme içme, eğlence, maddî (cismanî) lezzet ve işlerle meşgul olan kimselerin zihinlerindekinden (nefs) daha fazla olur.

Kardeşim! Bil ki, duyulur şeylerin hakikatleri üzerinde düşünen kimseler, bu hakikatlere dair tek bir duyuyla hüküm verdiklerinde çoğu zaman hata yaparlar. Bunun örneği, gördüğü serap üzerinde düşünerek onu gölet ve ırmak zanneden kimsedir. O kimse [gördüğü şeyin] hakikatine dair tek bir duyuyla hüküm verdiği için hataya düşer. Hâlbuki bütün şeylerin ha­kikati tek bir [görme] duyusuyla bilinmez. Şöyle ki, görme duyusu sadece renkleri ve şekilleri kavrar. Suyun hakikati ise renk, dokunma ve şekil bakımından değil, tatmak suretiyle bilinir. Bunun nedeni de sıvı halindeki pek çok cismin (cesed), örneğin yanıcı sirke, beyaz gazyağı ve benzerlerinin suyla aynı renkte olmasıdır.

Bil ki, her cinsten duyulurlar için, o cinsin hakikatinin kendisiyle bilindiği bir duyu var­dır. Sıvı halindeki cisimlerden [bir kısmıyla] diğerleri arasındaki fark dokunma (lems) du­yusuyla, bir kısmının arasındaki fark ise tatma duyusuyla (zevk) bilinir. Onların renkleri ise görme duyusuyla (basar) ayırt edilir. Hisseden ve Hissedilen Risalesinde (Risâletul-hâss ve’lmahsûs) de açıkladığımız üzere düşünen kimsenin, bir duyulurun hakikati hakkında, ancak o cinsten duyulurlara ait hakikatin bilgisini verebilen bir duyu ile hükmetmesi gerekir. Şimdi konumuza geri dönersek, deriz ki;

Onun (Aristoteles), “burhânî kıyasta öncelikle, “o ...mı/mi” ve “o nedir” sorularının ceva­bı olan bilinen bir şeyin vazedilmesi gerekir” sözü, bilinmeyen başka bir şey, onunla bilinsin diye [söylenmiştir]. Bu tıpkı bir geometri bilimcinin (mühendis) “ = | ” şeklinde bir çizgi vazetmesi, ardından ise onu eşkenarlı üçgene dönüştürmesi; iki kısma ayırması; üzerine baş­ka bir çizgi ilave etmesi; ondan bir açı (zaviye) ya da Oklides’in kitabında ve diğer geometri (hendese) kitaplarında anlatılan benzeri şeyler yapması gibi. Burada “o ... mı/mi” ve “o nedir” sorularına cevaben bilinen şey “ = | ” şeklindeki çizgidir. Bilinmesi ya da yapılması talep edilen bilinmeyen (meçhul) şey ise üçgendir. Burhânî kıyasta da böyle yapılması; öncelikle, aklın önsellerindeki bilinen şeylerin alınması, bir tür bileşim şeklinde bir biraradalık (telif) oluşturulması, ardından da aklın önselleriyle bilinemeyen ve de duyularla kavranamayan belirsiz (meçhul) şeylerin onlarla talep edilmesi gerekir. Onun (Aristoteles), “burhânda, bir şey kendisi için bir neden olmamalıdır” sözüne gelince bu aklın önselleri bakımından açık­tır. Yani nedenli bir şey kendi nedeni olamaz. Fakat [Aristoteles bunu] burhânla uğraşan pek çok kimsenin, konunun uzadığının farkına varmadan, nedenliyi bazen kendisi için bir neden yapmasından dolayı [söylemiştir].

Bunun örneği fizikle (ilmu’t-tabîiyyât) uğraşan kimsedir: Kendisine “bazı seneler fazla yağmur yağmasının nedeni nedir” diye sorulduğunda, “bulutların çokluğu” der. “Bulutların çok olmasının nedeni nedir” diye sorulduğunda, “havada, denizlerden ve sazlık alanlardan yükselen buharın çok olması” der. “Buharlaşmanın çok olmasının nedeni nedir” diye so­rulduğunda, “nehir ve vadi sularının yükselip taşmasının ve denizlere dökülen akıntıların fazlalığından” der veya böyle zanneder. “Suyun, onun yükselmesinin ve denizlere dökülen akıntıların fazlalığının nedeni nedir” diye sorulduğunda da “fazla yağmur yağması” cevabını verir. Bu kıyasa göre fazla yağmur yağmasının nedeni, yine fazla yağmur yağması olur. Bun­dan dolayı burhân sahibi, “nedenlerden birincisi, İkincisi, üçüncüsü ve dördüncüsü şöyle şöyledir” deme ihtiyacı hisseder ki [örneğin] “bulutlar çok, yağmursa az olabilir” gibi bir itirazdan kaçabilsin. Zira Nedenler ve Nedenliler Risalesinde (Risâletü’l-ilel ve’l-ma’lûlât) de açıkladığımız üzere nedenli olan her şeyin dört nedeni vardır.

Bölüm: Nedenlinin Nedenden Önce Var Olmadığı Hakkında

Onun (Aristoteles), “nedenli nedenden önce [var] olmaz” sözü de, nedenli nedenden önce olmadığı için aklın önselleri bakımından açıktır. Fakat bunlar -her ne kadar akılda, neden nedenliden önce geliyorsa dagörelilik (muzâf) cinsinden oldukları için duyumsama (hiss) bakımından aynı anda ortaya çıkarlar. Öyle ki, bazen bu karmaşık bir hal alır ve neden nedenliden ayırt edilemez. Bunun örneği şudur: Astronomi (el-ilmü’l-hey’e) ile uğraşan bir kimseye “bir ülkede gündüzün başka bir ülkedekinden daha uzun olmasının nedeni nedir” diye sorulduğunda, “orada güneşin yerin üst tarafında [diğerindekinden] daha uzun süre bulunmasıdır” der. Bu önerme (kaziyye) döndürüldüğünde (‘aks) “güneşin yerin üst tarafın­da daha çok durduğu her ülkede gündüz daha uzun olur” denir ki bu doğrudur. Fakat eğitim yollarıyla alıştırma (riyâzet) yapmayan pek çok kimseye, bunlardan hangisinin bir diğeri için; güneşin yerin üst tarafında bulunmasının gündüzün uzunluğu için mi, yoksa gündüzün uzunluğunun güneşin yerin üst tarafında bulunması için mi bir neden olduğu kapalı kalır. Aynı şekilde ateş ve duman, bazen aynı anda var olur bazen de onlardan biri diğerinden önce ortaya çıkar. Kimi zaman ateşin var olduğu dumandan hareketle çıkartılır (istidlâl), kimi zaman da ateş, dumanın varlık (vücûd) sebebi olarak görülür. Kısacası onlardan hangisinin, bir diğerinin nedeni olduğu bilinmez.

Kardeşim bil ki ateş ve dumandan her hangi biri diğeri için bir neden değildir. Tam tersi onların maddî (heyûlânî) nedenleri dönüşüme tabi (müstehîl) cisimler, fâil nedenleri ise su­ret bakımından birbirinden farklı olan ısıdır (harâret). Şöyle ki ısı, dönüşüme tabi cisimler üzerinde tam bir etkide (fiil) bulunduğunda ateşe, baskın bir rutubet nedeniyle etkisinde yetersiz kaldığındaysa duman ve buhara dönüşür.

Bölüm: Aristoteles’in Burhânda Kalıcı Arazların Kullanılmamasına;

Bir Şeyin Nedeninin Onun Zatîlerinden Olduğuna; Öncüllerin Tümel Olması
Gerektiğine İlişkin Sözleri Hakkında

Onun (Aristoteles) burhânda kalıcı (mülâzım) arazların kullanılmamasına ilişkin sözü, kalıcı arazların, kalıcı oldukları şeylerden ayrılmamaları dolayısıyla söylenmiştir. Tıpkı ne­denin, nedenliden ayrılmaması gibi. Şöyle ki, bir şeyin nedenli olduğuna hükmedildiği anda onun bir fâil nedeninin bulunduğu zorunlu olur. Kalıcı arazlar ise şeyden ayrılmıyorlarsa da onun fâil nedeni değildirler. Bunun örneği şudur: Ölüm (mevt) öldürmeden (kati) ayrılmıyorsa da onun nedeni değildir, öldürme de aynı şekilde ölüm için zatî bir neden değildir. Zira çoğu kimsenin ölümü, öldürme söz konusu olmadan gerçekleşir. Oysaki neden olmaksızın nedenli var olamaz.

“Şeyin nedeninin onun zatîsi olması [gerekir]” sözüne gelince o (Aristoteles) bunu şundan dolayı söylemiştir: Tek bir şeyin çeşitli arazî nedenleri olabilir. Fakat bunlar (arazî nedenler), o cinsin bütün türlerinde ve o türün bütün fertlerinde sürekli (müstemirraten) bulunmazlar.

Tıpkı ölüm için arazî bir neden olan, fakat onun bütün türlerinde sürekli bulunmayan öldür­me gibi. Dolayısıyla, döndürme öncesinde ve sonrasında önermenin doğru olması için, nede­nin arazî değil, zatî olmasına ihtiyaç vardır. Örneğin, “bütün renkliler cisimdir” sözün gibi. Bu önermeyi döndürdüğünde “bütün cisimler renklidir” dersin. Zira cisim dışında renkli olan her hangi bir şey yoktur. Öyleyse cisimlik, renkliler için zatî bir nedendir.

“[Burhândaki] öncüllerin tümel olması [gerekir]” sözüne gelince o (Aristoteles) bunu, tikel öncüllerden çıkan sonuçların zorunlu değil, mümkün olmasından dolayı [söylemiştir]. Örneğin, “Zeyd yazandır” ve “bazı yazanlar vezirdir” sözün gibi. Burada Zeyd’in vezir olması [gibi olmaması da] mümkündür. Hâlbuki “bütün yazanlar okuyandır” ve “Zeyd yazandır” denildiği takdirde Zeyd zorunlu olarak okuyan olur.

Bölüm: Hükmün Zatî Niteliklerle Verilmesi Hakkında

Onun (Aristoteles), “[burhânî kıyasta] konunun yükleminin evve/î/önsel (apriori) olması [gerekir]” sözüne gelince bu şundan dolayı söylenmiştir: Konuların yüklemleri iki türlü; bir kısmı evvelî, bir kısmı ise ikincil olur. Bunun örneği şudur: Bütün üçgenlerde üç açının var olması evvelî bir oluştur (kevn), zira bu onun mukavvim (yapıcı) suretidir. Bunların (açı­ların) dar, dik ve geniş olmaları ise ikincil bir oluştur. Burhânî kıyasta ancak zatî-cevherî nitelikler kullanılmasının gerekliliği böylece açıklanmış oldu. Bunlar (zatî-cevherî nitelikler) şeyin mukavvim suretleridir ve talep edilen hüküm -ki bu da doğru sonuçta ortaya çıkaronlarla oluşur.

Kardeşim bil ki îsagoci Risâlesi’nde (Risâletü Îsâgûcî) de açıkladığımız üzere, zatî-cevherî nitelikler üç kısma ayrılırlar: Cinsî, türsel ve ferdî (şahsî). Ben derim ki, tıpkı bildiğin gibi kesin (hetmen) bir hükme var ve şundan kuşkulanma: Cinsî bir nitelik, o cinsin altına giren bütün türlerin nitelenmesi sırasında zorunlu olarak doğru olur. Aynı şekilde türsel bir nitelik de o türün altına giren bütün fertlerin nitelenmesi sırasında zorunlu olarak doğru olur. Bun­lar doğru sonuçla ortaya çıkan niteliklerdir. Burhânda onları kullan ve kendileriyle hüküm ver. Ferdî niteliklere gelince onların türün tamamı için, her türsel niteliğin de cinsin tamamı için doğru olması zorunlu değil. Burhânda bu [nitelikleri] kullanma ve onlarla kesin bir hü­küm verme. [Zira] onlarla kesin (yakîn) bir hükme varamazsın. Artık, filozofların (hakîm) ve filozofluk taslayan (mütefelsif) kimselerin burhânî kıyası, sadece kıyas yoluyla bilinen şeyleri bilmek için vazettiklerini öğrendin ve bu senin için açıklık kazandı. Ne duyumsamayla ve ne de aklın önselleriyle [doğrudan] bilinmesi mümkün olan o şeyler, ancak burhân diye isim­lendirilen akıl yürütme (istidlal) yoluyla bilinirler.

Kardeşim! Bil ki, her sanatın bir ehli vardır. Her bir sanatın ehli için de, kendi sanatlarına dair üzerinde ittifak ettikleri asıllar (usûl) ve kendi ilimlerine dair üzerinde ihtilaf etmedik­leri ilkeler (evâil) bulunmaktadır. Zira her bir sanatın ilkeleri, derece (tertîb) bakımından kendisinden önce gelen başka bir sanattan alınır.

Bölüm: Burhân Sanatının îki Türlü Olması Hakkında

Kardeşim! Bil ki, burhân sanatının ilkeleri (evâil) aklın önsellerinden (bidâyetü’l-ukûl) olan bilgilerden alınır. Aklın önsellerinden olan bilgilerin ilkeleri de, daha önce açıkladığı­mız gibi duyular yoluyla elde edilir.

Bil ki, burhân sanatı iki türlüdür: Geometrik (hendesî) ve mantıkî. Geometri sanatına dair ilkeler ondan önce gelen başka bir sanattan alınır. Örneğin Oklides’in, “nokta, parçası bulunmayan (parçalara ayrılmayan) şeydir”, “çizgi (hatt), genişliyi bulunmayan uzunluktur”, “yüzey, [sadece] uzunluğu ve genişliyi bulunan şeydir” şeklindeki sözleri ve [kitabındaki] makalelerin başında zikredilen benzeri postulatlar (musâdarât) gibi. Mantıkî burhânın hük­mü de böyledir; onun ilkeleri de kendisinden önce gelen [başka] bir sanattan alınır ve öğren­cilerin burhânî [kıyas yapmadan] önce onları müsadere etmeleri gerekir. Mantık sahibinin (Aristoteles) şu sözleri bu kâbildendir:

Şanı yüce olan Yaratıcı hariç, var olan (mevcûd) her şey ya cevher ya da arazdır. Tıpkı şu sözü gibi: Cevher kendi başına var olan (kâim bi-nefsihi) ve zıt özellikler almaya kâbil olan şeydir. Araz ise bir şeyde, o şeyden bir parça olmaksızın bulunan ve o şey ortadan kalkmaksızın (batale) ortadan kalkabilen şeydir. Yine şu sözü gibi: Bazı cevherler madde (heyulâ) ve suret gibi yalın, bazıları ise cisim gibi bileşik olur. Yine şu sözü gibi: Bütün cevherler ya etkin (fâil) bir neden ya da edilgin (münfail) bir nedenlidir. Yine şu sözü gibi: Her etkin nedenin derecesi (şeref), edilgin nedenlisinden daha üstündür. Yine şu sözü gibi: Olumsuzlama (selb) ve olumlama (îcâb) arasında her hangi bir konum (menzil)-, yokluk (âdem) ve varlık (vücûd) arasında da her hangi bir mertebe yoktur. Aynı şekilde “araz etkide bulunamaz” [öncülü] ve öğrenencilerin burhânî [kıyas yapmadan] önce müsadere ettikleri benzeri öncüller (mukad­dime) gibi.

Mantıkî burhân konusunda incelemede (nazar) bulunmak isteyen kimsenin, bundan önce geometrik burhâna dair alıştırma yapması ve onun bazı yönlerini öğrenmiş olması gerekir. Zira o (geometrik burhân) öğrenciler için daha anlaşılır ve daha kolaydır. Bunun nedeni ise anlamlarının işitilir (mesmu) ve akledilir olmasına karşın, örneklerinin duyulur (mahsûs) ve gözle görülür olması ve duyulur şeylerin de öğrenciler için daha anlaşılır olma­sıdır.

Bil ki, [bir ispat olması bakımından] burhânın geometrik veya mantıkî olması arasında hiçbir fark yoktur ve [burhân] ancak doğru sonuçlardan olur. Bir sonuç için de iki veya buna eklenebildiği kadar doğru öncülün bulunması kaçınılmazdır. Bunun [geometrideki] örneği Oklides’in kitabında, bütün üçgenlerdeki üç açının iki dik açıya eşit olduğuna ilişkin ispatın (burhân), ancak otuz iki şekilden sonra açıklanmasıdır. Bu örneğe göre diğer şekiller de baş­ka burhânlara muhtaçtırlar. [Nitekim] dik açılı [üçgende] hipotenüsün (veter) karesinin [dik açılı diğer] iki kenarın karelerinin [toplamına] eşit olduğu, ancak kırk altı şekilden sonra ispatlanmıştır (burhân). Bu şekle “şeklu 1-arûs” adı verilir. Diğer [geometrik] burhânlar da bu örnekteki gibidir. Aynı şekilde mantıkî burhânın da hükmü böyledir; bazen iki öncül onun için yeterli olur, bazen ise birkaç öncüle daha ihtiyaç duyulur. Bunun örneği, cisimle birlikte nefsin de var olduğunun ispatı (burhân) için üç öncülün yeterli olmasıdır. Onlar şunlardır: (a) Bütün cisimlerin yönleri vardır; bu, aklın önsellerinden olan tümel olumlu, doğru bir öncüldür, (b) İkinci öncül: Cismin aynı anda bütün yönlere hareket etmesi imkânsızdır; bu, aklın önsellerinden olan tümel olumsuz, doğru bir öncüldür, (c) Üçüncü öncül: Bütün ci­simlerin bir yöne değil de başka bir yöne hareket etmesi, onları hareket ettiren bir nedenden dolayıdır; bu da aklın önsellerinden olan tümel olumlu doğru bir öncüldür. İşte bu öncül­lerden nefsin var olduğu sonucu çıkar. Nefsin araz değil, bir cevher olduğunu ispat (burhân) etmek için, zikredilen bu öncüllere eklenmesi gereken diğer öncüller ise şunlardır: Cismi hareket ettiren her nedenin hareketi aynı yönde ve aynı şekilde (vetire) olur. Örneğin, ağır cismin aşağıya, hafif cismin ise yukarıya doğru hareketindeki gibi. Bu doğal neden olarak isimlendirilir. Hareketi, örneğin canlılardaki gibi farklı yönlerde ve çeşitli şekillerde (fen) irade ve bilinç (ihtiyar) ile gerçekleşen [nedene] gelince buna nefsanî [neden] adı verilir. Bu, bir duyumsama olarak kavranan aklî bölmedir (kısme). Dolayısıyla cismi irade ve bilinçle hareket ettiren her neden cevher olduğuna göre nefis de bir cevherdir. Zira araz etkide bulu­namaz. Bunlar aklın önselleri bakımından kabul edilmiş öncüllerdir ve kendilerinden nefsin bir cevher olduğu sonucu çıkmaktadır.

Bölüm: Âlemde Boşluk Bulunmadığına Yönelik İspatın (Burhan) Niteliği

Boşluğun (halâ) anlamı, içerisinde yer kaplayan bir şeyin (mütemekkin) bulunmadığı boş mekândır. [Konunun ispatı için getirilen] “âlemde, ne aydınlatan ve ne de karanlık olan bir mekânın bulunduğu akledilemez” [öncülü] aklın önselindeki tümel olumsuz, doğru bir ön­cüldür. Diğer (ikinci) öncül, “Işık (nûr) ve karanlıktan her ikisinin cevher veya araz ya da birinin cevher diğerinin ise araz olması kaçınılmazdır” [şeklindedir ki] bu aklî, doğru böl­medir (kısımlardır). Bir diğer (üçüncü) öncül ise şudur: Onlardan her ikisi cevherse o halde boşluk mevcut değildir; her ikisi arazsa, araz ancak cevherde var olduğu için boşluk yine mevcut değildir. Biri cevher diğeri araz olduğunda da hüküm böyledir.

Bölüm: Âlemde Boşluk ve Doluluk Bulunmadığının İspatı Hakkında

Kardeşim! Bil ki, boşluk ve doluluk mekânın iki niteliği, mekân da cismin niteliklerinden biridir. Feleğin dışında başka bir cisim vardır [denildiğinde] şöyle cevap veririz: “Âlern’den kastımız söz konusu cisim ile feleğin bütünüdür. O halde, âlemin dışında başka bir şeyin var olduğu nereden çıktı?

Bölüm: Filozofların “Âlem Kadim midir, Yoksa Mühdes midir?” Sözlerinin Anlamı

Kadimle kastedilen şey, âlemin üzerinden uzun bir zamanın geçmesi ise âlem kadimdir sözü doğrudur. Yok, eğer onunla kastedilen, âlemin şimdi sahip olduğu aynının değişmezliği ise bu söz yanlıştır. Zira âlem, şimdiki hâlini sürekli devam ettirmesi bir tarafa dursun, bir anlık bile tek bir hâl üzere aynında değişmez değildir. Bunun anlamı şudur: Filozoflar, “âlem” adlandırmasına ilişkin sözleriyle cisimler âlemini kastetmişlerdir ki bu da iki türlüdür: Felekî ve doğal. İmdi, ay feleğinin altında bulunan doğal cisimler iki türlüdürler: Tümel un­surlar (erkân) ve tikel türevler (müvelledât). Tikel türevler sürekli bir oluş (kevn) ve bozuluşa (fesâd) tabidirler. Tümel unsurlar ise sürekli bir değişim/başkalaşma (teğayyür) ve dönüşüm (istihale) içerisindedirler ki bu, doğal şeyleri inceleyenler için gizli değildir. Felekî cisimlere gelince onlar sürekli bir hareket; paralelliklerdeki nakil (nukle) ve yer değiştirme (tebeddül) içerisindedirler. Öyleyse onun (âlemin) tek bir hâl üzere değişmezliği (sebât) nerede kaldı? Değişmezlikle, âlemin her zaman sahip olduğu suretinin ve küre şeklinin kastedilebileceğine gelince, şunu bil ki küre şekli ve döngüsel (devriyye) hareket cismin, cisim olması bakımın­dan bir niteliği ve onun zâtı için mukavvim bir unsur değildir. Tam tersi, Madde ve Suret Risâlesi’nde (Risâletü’l-heyûlâ ves-sûret) de açıkladığımız üzere onlar, bir kastedenin kastıyla oluşan iki mütemmim surettirler. Bir kastedenin kastıyla oluşan her hangi bir suret varlığı boyunca aynıyla sabit olmaz ve bir şey ancak mukavvim sureti sayesinde varlığı boyunca aynıyla sabit olur.

Kardeşim bil ki âlemin bu suretini (küre) muhafaza eden, onu kuşatan feleğin hareket hı­zıdır ve feleği hareket ettiren, feleğin dışındaki bir şeydir. Feleğin hareketinin durdurulması (teskin) âlemin ortadan kalkması (butlan) demektir ki bu, göz açıp kapayıncaya kadar olur. Tıpkı izzet ve celâl sahibi [Tanrının] “Kıyametin kopması yalnız göz kırpması gibi ya da daha kısa zaman içinde olur!”* şeklindeki buyruğu gibi.

Bil ki, feleğin dönmesinin durması; yıldızların/gezegenlerin (kevâkib) seyirlerinin, burç­ların çıkışının ve batışının durmasıdır. Bu durumda âlemin sureti ve varlığı (kıvâm) ortadan kalkar ve büyük kıyamet kopar. Bu muhakkak olacaktır. Zira imkân halindeki her şeyin, her ne kadar kendisine sonsuz bir zaman tahsis edilmişse de, fiil haline çıkması kaçınılmazdır. Dolayısıyla feleğin dönmesi durdurulabilir. Zira onu hareket ettirenin [bu hareketi] durdur­ması da mümkündür: “O’nun için bu daha kolaydır ve en yüce örnek O’na aittir.”* Cisimler âleminin hudûs (sonradanlık) nedenini, İlkeler Risâlesi’nde (Risâletul-mebâdi) yine cisimler âleminin sonluluğunun (fena) nedeni de Diriliş ve Kıyamet Risâlesi’nde (Risâletü’l-bâsi ve’lkıyâme) açıklamıştık.

Bölüm: Nefis Bakımından Yükseldiği Takdirde
İnsanın Meleğe Dönüşeceği Hakkında

Kardeşim! Bil ki insan, cisminin (cesed) yaratılışı ve bedeninin sureti bakımından izlediği şey gibi, nefsinin yolunu (mezheb) izler ve onun hâlleri konusunda tasarruf sahibi olursa, kendisini meleklik derecesinin izlediği insanlık [mertebesinin] en uç noktasına ulaşır, izzet ve celâl sahibi Yaratıcısına yakın olur ve vasfının dahi yetersiz kalacağı şekilde en güzel ödül­lerle mükâfatlandırılır. Nitekim izzet ve celâl sahibi olan Allah bunu vasfederek şöyle buyu­rur: “Yaptıklarına karşılık olarak, onlar için ne mutluluklar saklandığını hiç kimse bilemez!’[172] Şimdi, onun (insan) yaratılışı bakımından kendisini izlediği şey şudur: O, başlangıçta basit (mehîn) bir sudan çıkan bir hücreden (nutfe, sperm) ibaretti, sonra sağlam (mekîn) bir yerde karar kılmış koyu (câmid) bir kan pıhtısına (alaka), ardından bir çiğnemelik et parçasına (mudğa) ve daha sonrasında da kendisine bütün suretlerin verildiği bir cenine dönüştü; son­ra hareket eden ve duyumsayan bir bebek, ardından zekâ sahibi (zeki) ve anlayan (fehm) bir çocuk, sonrasında tasarruf sahibi, güçlü ve aktif (naşît) bir genç, ardından bilgi, marifet ve deneyim sahibi orta yaşlı bir kişi ve daha sonrasında da İlâhî (rabbânî) hikmet ve felsefe sahi­bi yaşlı bir kimse (şeyh) oldu. Nihayet, ölümün ardından onun nefsi; hoşnut, mutlu, sevinçli, sonsuza kadar ve ebediyen bâki kalacak, varlığı ebedi olan ruhanî, göksel bir melek olur.

Kardeşim! Bil ki, noksan nitelikler (vasıf) ve arazlar senden kopmadığı, en güzel ve en değerli nitelikler seni sarmadığı sürece bu mertebelerden her hangi bir dereceye erişemezsin. Aynı şekilde bilgi ve marifet derecesi bakımından ancak, çocukluktan itibaren basiretsizlikle ve düşünmeksizin alışmış/edinmiş olduğun ahlâk, âdet, görüş, mezhep ve amelleri kendi nefsinden uzaklaştırmak suretiyle yükselmen gerekir. Öyle ki, insanlık suretinden ayrılıp meleklik suretine bürünmen; göklerin melekûtuna (hükümranlık) ve felekler âleminin en­ginliğine doğru yükselmen; orada en güzel ödüller ve bol bol mükâfatlarla ödüllendirilmen; filozoflardan (hakim), hayır sahiplerinden, müminlerden ve iyi kimselerden seni önceleyen hemcinslerinle, yine “Allah’ın kendilerine lütuflarda bulunduğu peygamberler, sıddîkler, şe­hitler ve salih kimselerle beraber -bunlar ne güzel arkadaştır-”[173] en zevkli bir yaşam sürmen mümkün olsun.

Kardeşim! Şunu bil ki, daha önce de açıkladığımız üzere insan, düşünüp taşmmaksızm duyularını kullanabilecek şekilde yaratıldığı gibi, çocukluğundan itibaren kıyas kullanabil­me doğasına da sahiptir. Fakat kıyasların, mantıkla ve cedelin (diyalektik) koşullarıyla ilgili kitaplarda uzun uzadıya açıklanmış olduğu gibi çeşitli kuralları vardır. Buna rağmen biz, onlardan sadece bazı kısımları, diğerlerine örnek olacak biçimde anlatacağız. Onlardan bir kısmı, çocukların farklı kıyas kuralları koymalarından ibarettir. Örneğin kendilerinin, baba­larının ve kardeşlerinin hâllerine, onların şeylerdeki tasarruflarına ve evlerinde gördükleri şeylere dair kıyaslarını, başka çocukların hâllerine, onların babalarının tasarruflarına ve ev­lerinde bulunanlara yönelik asıllar yapmaları gibi. Bunu, onları görerek hâllerini gözlemle­meseler de, kendi hâllerinden öğrendikleri şeye kıyasla yaparlar.

İnsanlardan akıl-baliğ kimselere gelince onlar, tasarruflarındakilerle ilgili bildikleri şey­lerden ve önceden tecrübe ettikleri hâllerden ibaret olan kıyaslarının kurallarını, gözlemleyemedikleri ve tecrübe etmedikleri -sadece bildiklerine kıyasladıklarışeylerin kendisine kıyas edildiği asıllar yaparlar. Cedelle ve titiz incelemeyle uğraşan âlimlere gelince onlar, kendileri­nin ve karşıtlarının üzerinde ihtilaf etmedikleri şeylerden ibaret olan kıyaslarının kurallarını -ittifak ettikleri bu şeylerde hak veya batıl, doğru veya yanlış ayrımı yapmadanüzerinde ihtilaf ettikleri şeylerin kendilerine kıyas edildiği asıllar ve öncüller yaparlar. Geometrik ve mantıkî burhânlarla alıştırma yapan kimselere gelince onlar, aklın önsellerindeki şeylerden ibaret olan kıyaslarının kurallarını asıl ve öncüller yapar; onların sonuçları üzerinden de duyumsanmayan ve aklın önselleriyle bilinmeyen, tam tersi zorunlu burhânlarla elde edilen diğer bilgilerin çı­karsamasını yaparlar. Ardından, elde edilen (mükteseb) o bilgileri yine öncül ve kıyaslar yapar ve onların sonuçlan üzerinden, öncekilerden daha ince ve titiz [bir akıl yürütme gerektiren] başka bilgilerin çıkarsamasına giderler. Onlar hayadan boyunca bunu yapmayı sürdürürler. İnsan dünya durdukça yaşasaydı şayet, kendisi için bu konuda yine geniş bir [alan] bulunurdu.

Bölüm: Duyu Organları ve Onların Bilgileri Bakımından Canlıların Farklılığı

Kardeşim! Şunu bil ki, Canlılar Risâlesi’nde (Risâletü’l-hayevân) de açıkladığımız üzere, canlılardan bazılarının bir tek duyu organı, bazılarının iki duyu organı, bazılarının üç duyu organı, bazılarının dört ve bazılarının da beş duyu organı vardır.

Kardeşim! Bil ki, daha fazla duyu organına sahip her canlı diğerlerinden daha fazla şeyi duyumsar. İnsana gelince o, bu beş duyunun tamamına sahiptir. Fakat insanlardan duyum­sadıklarını daha fazla düşünen (teemmül) ve onların hâllerine daha fazla dikkat kesilen kim­senin zihninde (nefs), aklın önsellerinden olan bilgiler daha fazla olur. Bu niteliğe (vasf) sa­hip olan ve söz konusu önsel bilgileri birer öncül ve kıyaslar yaparak onların sonuçlarının çı­karsamasında bulunan kimsenin zihninde burhânî bilgiler daha fazla olur. Daha fazla hakikî (burhânî) bilgiye sahip bir kimse de meleklere daha çok benzer ve rabbine daha yakın olur.

Bölüm: Burhâni Bilgiler ve Ruhsal Şeyler Hakkında

Kardeşim! Şunu bil ki, duyulur şeyleri daha fazla düşünüp incelediği, onların hâllerini tefekkür süzgecinden geçirdiği ve onları düşüncesiyle birbirilerinden ayrıştırdığı (temyiz) takdirde anlayış sahibi (lebîb) âkil bir insanın zihnindeki (nefs) aklî bilgiler çoğalır. Bu bil­gileri kıyaslarda kullanıp sonuçlarının çıkarsamasında bulunduğunda da zihnindeki (nefs) burhânî bilgiler çoğalır. Burhânî bilgilerin çoğaldığı her nefis bunun uyarınca, maddeden so­yutlanmış (mücerred) suretler olan ruhanî şeyleri tasavvur etmeye güç yetirir ve bu durum­da onlara benzeyerek bilkuvve onlar gibi olur. Ölüm anında bedenden (cesed) ayrıldığında ise bilfiil onlar gibi olur, zatıyla özgürleşip oluş ve bozuluş âleminin cehenneminden kur­tulur ve ruhlar âleminin canlılar meskeni (dârü’l-hayevân) olan cennetine girmeyi başarır. Dünya hayatını isteyenler ve orada ebediyen kalmayı temenni eden dünya sevdalıları keşke şunu bilselerdi: “Onlardan her biri bin sene yaşamayı arzular, oysa yaşatılması hiç kimseyi azaptan uzaklaştırmaz.”[174] [175] Ey kardeşim! Onlardan olmanı [Allah] esirgesin! Tam tersi sen, ahiret sevdalılarından ve Allah dostlarından ol. Onlar, şanı yüce olan [Tanrının, bu zümre­den olduklarını] iddia eden kimseleri azarlamak için buyurduğu şu sözüyle övülmüşlerdir: “De ki: Ey Yahudiler! Bütün insanlar değil de, yalnız kendinizin Allah’ın dostları olduğunuzu iddia ediyorsanız ve bunda da samimiyseniz o zaman ölümü temenni edin!’*

Kardeşim! Gecikmeden İlâhî (rabbânî) bilgileri (marifet) talep etmeye ve melekî bir ahlâk edinmeye çalış; yaşamın sona ermeden ve ölüm yaklaşmadan önce, güzel işlerden olan iyi­liklerde acele et ve beş şey gelip çatmadan önce beş şeyin kıymetini bil. Nitekim Allah’ın elçisi (Allah onu hayırlar ile kuşatsın ve onu huzurundan ayırmasın) şöyle buyurur: “Meşgu­liyetten önce boş vaktinin, fakirlikten önce zenginliğinin, hastalıktan önce sağlığının, ihtiyarlık­tan önce gençliğinin ve ölümden önce yaşamının kıymetini bil.”[176] [Yolculuk için] azık temin et; en hayırlı azık ise takvadır. Umulur ki sen, gökler hükümranlığına (melekût) ve feleklerin enginliğine yükselmeyi başarır, cismanî (cirmânî) vücut (cüsse) halindeki bedeninle (cesed) değil, arınmış ruhanî nefsinle ruhlar âleminin cennetine girersin.

Kardeşim! Allah seni isabette (sedâd) muvaffak etsin; bizleri, seni ve hangi ülkede olur­larsa olsunlar bütün kardeşlerimizi kemalde (reşâd) başarılı kılsın! Gerçekten de O, kullarına karşı merhametlidir.

Her türlü noksanlıktan uzak, yüce Allah’ın yardımlarıyla bu risâle sona erdi. Gerçek övgü sadece Allah’adır. Allah’ın elçisi Muhammed’e ve onun pak ailesine salât ü selâm olsun.

Bununla da İhvânu’s-safâ ve hullânü’l-vefâ kitabından matematik hakkındaki birin­ci kısım tamamlandı. Onu, cismânî doğal şeylerle ilgili olan ve Madde ve Suret Risâlesi’yle (Risâletü’l-heyûlâ ve’s-sûret) başlayan ikinci kısım izleyecektir.

 

 

Cisimsel-Doğal Bilimlerin (Tabiî-Cismânîlerin) Birinci
(İhvân-ı Safâ Risalelerinin On Beşinci) Risalesi:
Madde, Suret, Hareket, Zaman ve Mekânın ve
Bunların Bir Kısmının Bir Kısmına İlave Edildiğinde
Ortaya Çıkan Anlamların Açıklanmasına Dair1 [177]

Rahman ve Rahim olan Allah’ın adıyla!

H

amd Allah’a ve selam O’nun seçilmiş kullarının üzerine olsun. “Allah mı daha hayırlıdır yoksa O’na ortak koştukları varlıklar mı?”[178] Ey kardeşim, bilmelisin ki -Allah seni ve bizi kendi katından bir ruh ile desteklesinkitabın başında söz ver­diğimiz gibi matematik hakkındaki (riyazi) risalelerin tamamını bitirdik. Oradaki sözlerimizi [amacımıza] uygun bir şekilde tamamladık. Şimdi cismânî-tabiî şeyleri konu edinen ikinci bölümle meşgul olmamız gerekiyor. O halde bu bölümün ilk ri­salesi olan “madde ve suret[179]” hakkındaki risale ile başlayalım.

Biz diyoruz ki: Mademki Doğa bilimleri (tabîiyyât) üzerinde çalışmak kardeşle­rimizin araştırma alanlarından biridir. Allah onları desteklesin! Bu ilmin aslı, mad­de, suret, hareket, zaman ve mekân şeklindeki beş şeyin ve bunların birbirine ilave edilmesinden ortaya çıkan anlamların bilgisidir. O zaman [öncelikle] burada, tabiat ilimleri hakkında düşünmeyi yeni başlayanların kavrayışlarına daha yakın kılmak ve onların öğrenmelerini kolaylaştırmak için bir giriş ve önsöz olacak mahiyette madde ve suretin anlamlarına göz atmamız gerekir.

O halde biz diyoruz ki: Bilmelisin ki -Allah seni korusun!bilginlerin bu konu­daki sözlerinin anlamı şudur: Onlar “madde” ile sureti (şekli) olan bütün cevherleri ve “suret” ile de cevherin kabul ettiği her türlü şekil ve biçimi kastetmektedir.

Yine bilmelisin ki varlıkların birbirinden farklılıkları maddeleri itibariyle değil, suretleri itibariyledir. Zira biz birçok şey görüyoruz ki bunların maddeleri (cevher) bir olduğu halde suretleri birbirinden faklıdır. Örneğin; bıçak, kılıç, balta, testere ve demirden yapılan her türlü alet, araç ve kap-kacak böyledir. Nitekim bu şeylerin isimlerindeki farklılıklar onların cevherindeki farklılıktan değil, suretlerinin farklı­lığından kaynaklanır. Çünkü hepsi tek bir demirden yapılmıştır. Aynı şekilde kapı, sandalye, divan, gemi ve odundan yapılan her şey de böyledir. Nitekim bunların da isimlerindeki farklılıklar suretlerinin farklılığından kaynaklanır. Bunların maddesi, odun olup o da bir tek şeydir. Bu örneğe göre bütün yapılmış şeylerde madde ve su­retin durumu bu şekildedir. Çünkü yapılmış her şeyin kendisinden meydana geldiği bir madde ve bir sureti olmalıdır.

Yine bilmelisin ki maddenin dört çeşidi vardır. Bunlar; sınaî madde, tabiî mad­de, tümel (küllî) madde ve ilk maddedir. Sınaî madde, sanatkârın sanatını ondan ve onda yaptığı her türlü cisimdir. Marangozlar için odun, demirciler için demir, bina yapıcılar için toprak ve su, oymacılar (hakkak)4 için iplik, ekmek yapıcıları için un böyledir. Buna göre her bir yapımcı için sanatını ondan ve onda yapacağı bir cisim gerekir. îşte bu cisim sınaî maddedir. Sanatkârın onda yaptığı şekil ve biçimler ise surettir. Bu, madde ve suretin sanatlardaki anlamıydı. Tabiî maddeye gelince, bunun dört unsuru vardır. Ay feleğinin altındaki bütün oluşumlar -ki bunlarla bitkileri, canlıları ve madenleri kastediyorumbu unsurların bir araya gelmesiyle oluşur ve bozuluşa uğradığında da bu unsurlara dönüşür. Bunu [oluş ve bozuluşu] yapan (fâil) tabiat ise gök cisimlerine ait tümel (felekî-küllî) nefsin güçlerinden biridir. Bir baş­ka risalede onun bu maddede nasıl faaliyette bulunduğunu açıkladık. Tümel (küllî) madde ise, âlemin tamamının kendisinden oluştuğu mutlak cisimdir. Bununla bü­tün felekleri, yıldızları, unsurları ve oluşumları kastediyorum. Çünkü bunların ta­mamı cisimdir ve farklılıkları, suretlerinin farklılığından kaynaklanır. îlk madde ise duyunun idrak etmediği akledilir basit bir cevherdir. Zira bu, tek başına varlığın sureti olan hüviyettir. Hüviyet niceliği kabul ettiği zaman en, boy ve derinlikten olu­şan üç boyutlu mutlak ve kendisine işaret edilen bir cisim olur. Cisim, daire, üçgen, dörtgen veya başka bir şekilde olan niteliği kabul ettiğinde ise o şekle mahsus ve hangi şekil olduğuna işaret eden bir cisim olur. Nitelik üç, nicelik iki, hüviyet ise bir sayısı gibidir. Nasıl ki üç sayısının varlığı iki sayısından sonra geliyorsa aynı şekilde niteliğin varlığı da nicelikten sonra gelir. Nasıl ki iki sayısının varlığı bir sayısından sonra geliyorsa niceliğin varlığı da hüviyetten sonra gelir. Hüviyetin varlığı; bir sa­yısının varlığının iki sayısından, üç sayısından ve bütün sayılardan önce geldiği gibi, nitelik, nicelik ve bunların dışındaki şeylerden önce gelir.

Sonra yine bilmelisin ki hüviyet, nicelik ve niteliğin hepsi de duyularla algılanmayan akledilir basit suretlerdir. Bunların bir kısmı bir kısmından ayrıldığında bazısı madde gibi olurken bazısı suret gibi olur. Bu durumda nitelik niceliğin sureti iken nicelik de niteliğin maddesi olur. Nicelik ise hüviyetin sureti iken hüviyet niceliğin maddesi olur. Duyularla algılanan şeyler içinden örnek vermek gerekirse mesela, gömlek elbisenin sureti iken elbise onun maddesidir. Elbise ipliğin sureti iken iplik onun maddesidir. îplikpamuğun sureti iken pamuk onun maddesidir. Pamuk bitkilerin sureti iken bitkiler onun maddesidir. Bitkiler unsurların sureti iken unsurlar onun maddesidir. Unsurlar cismin sureti iken cisim onun maddesidir. Cisim cevherin sureti iken cevher onun maddesidir. Aynı şekilde ekmek hamurun sureti iken hamur ekmeğin maddesidir. Ha­mur unun sureti iken un onun maddesidir. Un buğday tanesinin sureti iken buğday tanesi onun maddesidir. Buğday tanesi bitkilerin sureti iken bitkiler onun maddesidir. Bitkiler unsurların sureti iken unsurlar onun maddesidir. Unsurlar cismin sureti iken cisim onun maddesidir. Cisim cevherin sureti iken cevher onun maddesidir.

4. Burada oymacılarla iplik arasında bir ilgi bulunmamaktadır. Cümlenin gelişine göre oymacı (hakkak) kelimesinin yanlış kullanıldığı bunun yerine dokumacı kelimesinin gelmesi gerektiği anlaşılmaktadır, (ç.n.)

Bu örneğe göre, varlığın sadece sureti olan ilk maddede son buluncaya kadar mad­denin surete göre suretin de maddeye göre durumu bu şekildedir. Zira ilk maddede ne nitelik ne de nicelik vardır. O, herhangi bir şekilde bir terkipten oluşmayan basit bir cevher ve bütün suretleri kabul edendir. Ancak [almaması gereken] herhangi bir sureti önceleyerek veya [alması gereken] herhangi bir sureti sonralayarak değil, aksi­ne her bir sureti yukarıdaki sıralamaya uygun olarak tek tek kabul eder. Buna örnek olarak mesela şunu verebiliriz: Pamuk iplik suretine girmeden elbise suretine giremez. İplik, elbise suretine girmeden gömlek suretine giremez. Aynı şekilde buğday tanesi, un suretine girmeden hamur suretine giremez. Un, hamur suretine girmeden ekmek suretine giremez. Bu örneğe göre maddenin suretleri kabul etmesi ancak tek tek olur.

Sonra bilmelisin ki, bütün cisimler tek bir cevherden ve tek bir maddeden oluşan tek bir cinstir ve farklılıkları ise suretlerinin farklılığından kaynaklanmaktadır. İşte bundan dolayı bazısı bazısından daha saf ve daha kıymetli (yüce) olur. Mesela felek­ler âlemi unsurlar âleminden daha saf ve daha kıymetlidir. Unsurlar âleminde de bazı şeyler bazı şeylerden daha yücedir. Mesela ateş havadan daha saf ve daha kıymetlidir. Hava da sudan daha saf ve daha latiftir. Su da topraktan daha saf ve daha kıymetlidir. Bütün bunlar ise birbirine dönüşen tabiî cisimlerdir. Mesela ateş söndüğü zaman havaya dönüşür. Hava yoğunlaştığı zaman suya dönüşür. Su katılaştığı ve donduğu zaman toprağa dönüşür. Ateşin daha latif olmak, toprağın da daha katı olmak için dönüşeceği başka bir şey yoktur. Bu unsurların parçaları bir araya geldiğinde on­lardan yeni şeyler oluşur ki bunlarla madenler, bitkiler ve canlılar kastedilmektedir. Fakat bir kısmının terkibi diğerlerinden daha kıymetli olur. Mesela yakut kristalden daha saf ve daha kıymetli olur. Kristal, camdan daha saf ve daha kıymetli olur. Cam, çömlekten [porselenden] daha saf ve daha kıymetli olur. Aynı şekilde altın, gümüş­ten daha saf ve daha kıymetli olur. Gümüş, bakırdan daha saf ve daha kıymetli olur. Bakır, demirden daha saf ve daha kıymetli olur. Demir, kurşundan daha saf ve daha kıymetli olur. Bütün bunlar aslı kükürt ve civa olan madeni taşlardır. Kükürt ve civa­nın aslı ise toprak, su, hava ve ateştir. Dolayısıyla bütün bunların maddesi bir olduğu halde suretleri farklıdır. Onların daha saf ve daha kıymetli olmaları ise terkipleri ve suretleri bakımındandır. Aynı şekilde bu durum canlılar ve bitkilerde de geçerlidir. Onların da maddesi birdir ve farklılıkları ve bazısının bazısından daha kıymetli olu­şu ise suretlerinin farklılığından kaynaklanır.

Bölüm

Tikel (Cüz’î) Cisimlere Dair

Bilmelisin ki, cüz’i cisimler içinde küllî suretleri kabul eden ve bu suretleri kabul etmekle diğer basit tikel (cüz’i) cisimlerden daha üstün ve daha kıymetli olan cisimler vardır. Örneğin, bir çemberde, usturlabda[180] ya da resimli bir kürede olduğu gibi, üze­rinde bir gök cismi resmedilmiş olan bir bakır parçası sıradan bir bakır parçasından daha kıymetli, daha üstün ve daha güzel olur. Aynı şekilde herhangi bir sureti kabul eden her cisim basit olma durumundan daha kıymetli, daha üstün ve daha güzel olur.

Bu yargı, nefislerin cevherlerinde de aynen geçerlidir. Zira bütün nefisler tek bir cins ve tek bir cevherdirler. Farklılıkları ise bilgileri, ahlakları, görüşleri ve fiilleri bakımın­dandır. Çünkü bu durumlar, madde konumunda olan, nefislerin cevherlerindeki su­retlerdir. Dolayısıyla tikel (cüz’i) bir nefis ilimlerden birini kabul ettiğinde kendi cinsi altında bulunan diğer nefislerden daha kıymetli, daha üstün ve daha güzel olur.

Sonra, yine bilmelisin ki nefisteki ilimler onun çekip çıkardığı ve düşüncesinde suret haline getirdiği malumatların suretlerinden başka bir şey değildir. Bu durumda nefsin cevheri bu malumatların sureti için madde gibiyiken bu malumatlar nefiste suret gibidir.

Sonra bilmelisin ki tümel (küllî) nefsin suretini (şeklini) alan tikel (cüz’i) nefisler ve güzel ahlak, irfan ve ilimden kendisine nüfuz edeni kabul etmesi bakımından buna yakın olan nefisler de vardır. [Kendisine nüfuz edeni] daha çok kabul eden her nefis kendi cinsinin diğer türlerinden daha kıymetli ve daha üstün olur. Örneğin nebilerin nefisleri böyledir. Zira peygamberlerin nefisleri cevherlerinin paklığı (saflığı) sebebiy­le, tümel (küllî) nefisten nüfuz akıp geleni kabul edince, İlahî kitapları kabul etmiştir. Bu İlahî kitaplarda, acâyip gizli ilimler, incelikli anlamlar, tabiî kirlerden temizlenenlerin dışında hiç kimsenin erişemediği saklı sırlar ve herkes için faydalı İlmî kanunlar ve tertemiz adil öğretiler vardır. Böylece maddenin engin denizinde ve tabiatın esaretinde boğulmuş birçok nefis bunlarla kurtuluşa erdirmişlerdir. Yine, hakiki birçok ilim mey­dana getiren, eşsiz sanatlar ortaya çıkaran, hikmet dolu eserler bina eden ve ilgi çekici derecede tesirli şeyler (tılsımlar) ortaya koyan araştırmacı bilginlerin nefisleri de böyle­dir. Aynı şekilde, feleklerin işareti ve zecrî[181] alametlerle olaylar meydana gelmeden önce onlardan haber veren kâhinlerin nefisleri de böyledir. İşte [filozoflar] şu sözleriyle bu gibi nefisleri kastetmişlerdir: Felsefe insanın gücü ölçüsünde İlaha benzemesidir. [Bazı­ları da] şu sözle yine bu nefisleri kastetmiştir: Edilgen aklın özelliği onun bir parçasının tümelin (kül) suretini kabul etmesidir. Şu beyti söyleyen de bu gibi nefisleri kastetmiştir:

Bütün heykeller itiraz edilebilir suretlerdir

Ancak feleklerin suretlerinde olanlar böyle değildir

Feleklerin suretinde olanlar suretler içinde en kusursuz olanıdır

Çünkü onlar tamamen idrakin suretini kabul etmişlerdir

Zirvedeki nefisler arasında nice seçkin nefisler

Veya oymacıların mihenk taşı gibi olanlar vardır.

Yine şu beyti söyleyen de bu gibi nefisleri kastetmiştir:

O, ancak aramızda bir gezegen

Menzillerine bol yağmur bırakarak bize veda etti

Ve hiçbir yerin [kaltbın-bedenin] sınırlandırmadığı bir ruh oldu

Hiçbir kuruntunun idrak edemediği bir basitliğe dönüştü

Kendisi gibilere yaraşır bir yüce mesken gördü.

Böylece, kurtuluşa erdi ve kendisine benzeyenlerin arasında yıldız[182] oldu.

Ey kardeşim! Yine bilmelisin ki tümel (külli) nefsin faziletleri tek bir defada tikel (cüz’î) nefisler üzerine akar ve [tümel nefis] daima tikel nefislere iyilikte bulunur. Fakat tikel nefisler ancak zamanla aşamalı bir şekilde bunları kabul edebilir. Tikel ne fişlerin bir kısmının diğer bir kısmı üzerine bolca akmasında durum böyledir. Ör­neğin şefkatli bir baba ve öğrencisinin öğrenmesi konusunda çok istekli olan öğret­men, faydalı gördüğü her şeyi öğrencisinin bir defada öğrenmesini ister, fakat öğren­cinin nefsi bütün bunları ancak aşamalı (tedricî) bir şekilde öğrenebilir.

Sonra, tikel (cüzT) nefislerin tümel (külli) nefisten gelen akımı (feyz) tek bir de­fada kabul etmesini engelleyen şey, onun madde denizinde boğulması ve cisimle­rin karanlıklarının onun görme duyusu üzerinde yığılmasındandır. [Bu durum ise] onun cismânî arzulara şiddetli eğiliminden ve maddî lezzetlerle aldanmışlığından kaynaklanmaktadır. Ne zaman ki gaflet uykusunu sonlandırır ve cehalet uykusun­dan uyanır, körlük sarhoşluğundan ayılır, baygınlığın kötü durumlarından kurtulur; ilim ve irfanda yol almaya başlar ve bu durum üzerinde devam ederse işte o zaman tümel (külli) nefse ulaşır. [Böylece] parlak ışıkları ve akli nurları müşahede edebilir ve ruhani lezzetlere ve sürekli ebedi mutluluklara erişebilir ki bunların her biri bu­lunduğu konumda en yüce ve en üstün olanlardır. [Bunlar yücelik ve üstünlük ba­kımından] kendisinden önce gelenin üzerinde, sonra gelenin ise altında bulunurlar. Ve yine ne zamanki belirttiğimiz bu [yüce ve üstün] şeylerden yüz çevirir, cismânî arzuların isteğine ve tabii süslere yönelirse işte o zaman bu [üstün ve yüce] şeylerden uzaklaşır ve böylece aşağıların aşağısına (esfeles-safılin) iner, madde denizinde bo­ğulur ve onun [maddenin] dalgaları etrafını sarar ve karanlıklar onun görme duyusu üzerinde yığılır. İsmi izzetli sözü yüce bu her iki duruma da şöyle işaret etmiştir: “Allah göklerin ve yerin Nurudur. Onun nuru, içinde tştk bulunan bir kandil yuva­sına benzer. O ışık bir cam içindedir, cam ise, sanki inci gibi parlayan bir yıldızdır.”[183] Yüce sözüyle: “Ya da engin bir denizdeki karanlıklara benzer; onun üstünü bir dalga kaplar, onun üstünde bir dalga, onun da üstünde bir bulut vardır. Karanlıklar üstünde karanlıklar.”[184]

Bölüm

Mekânın Mahiyeti Hakkında Filozofların Söylediklerine Dair

Filozofların çoğunluğuna göre mekân, mekânda bulunanın (mütemekkin) kabı­dır. Bu konuda şöyle denilebilir: Su için mekân, suyun içinde bulunduğu kaptır; sirke için mekân, sirkenin içinde bulunduğu tulumdur. Bu kıyasa göre bir şeyin mekânı, o şeyin içinde bulunduğu kaptır. Hani balığın mekânı sudur; kuşun mekânı hava­dır denilir. Özetle bir mekânda bulunan her şeyin mekânı, o şeyi kuşatan cisimdir. Aynı şekilde mekân, kuşatılan cisme bitişen, kuşatan cismin yüzeyidir de denilmiş­tir. [Yine bunun] aksine, mekân kuşatan cisme bitişen, kuşatılan cismin yüzeyidir de, denilmiştir. Her iki görüş ve söze göre de mekânın cevher olması gerekir. Mekânın, kuşatılan cisim ile kuşatan cismin yüzeyleri arasında ortak bir bölüm {fasıl) oldu­ğu da söylenmiştir. Bu görüşe göre ise mekânın araz olması gerekir. Aynı şekilde mekânın en, boy, derinlik ve hareket (zahib) sahibi bir cismin içinde bulunduğu uzay [boşluk] olduğu da söylenmiştir. Her bir cisim misli ile eşit ise ve her bir cisim ya yuvarlak, ya dörtgen ya üçgen ya da bunların dışında bir şekle sahip ise bu cismin mekânı da ondan daha büyük ya da daha küçük olmayıp ona eşittir. Hatta buna ben­zer olarak mekân cismin ölçeğidir denilmiştir. Bu görüşe göre ise mekân cevherdir.

Bilmelisin ki, mekânın uzay [boşluk] olduğunu söyleyenler, cismin suretine bakıp sonra da onu zihin gücüyle maddeden ayırırlar, [sonra] nefislerinde bunu suret haline getirirler ve onu uzay [boşluk] olarak isimlendirirler. Eğer maddenin kendisine baksalardı bunu da mekân olarak isimlendirirlerdi. Bu durum ise onların, nefsin cevheri ve onun bilgi ve anlamlarının keyfiyeti hakkındaki bilgilerinin kıtlığını gösterir.

Bilmelisin ki algılanan şeylerin suretlerini maddelerinden ayırıp çıkarmak, onu kendi zatında tasavvur etmek, maddeye ihtiyaç duymadan onu [sureti] görmek, mad­de ile sureti birbirinden ayırmak, nefsin cevherinin ve onun güçlerinin çekiciliklerinin ve bilgilerinin inceliklerinin yüceliğindendir. [Madde ile suretin] her birine bak! Onlar bazen yalın {müfret) bazen ise birleşik {mürekkep) olarak bulunurlar. Bazen âlemin dışında bir şey gibi âleme bakarken bazen de âlemin içinden bir şey gibi âleme bak­ması, [nefsin] zanna dayalı (zihnî) gücünün şiddetindendir. Bazen o, âlemi tamamen varlıktan çıkarıyor, bazen de geçmiş zamanın da öncesine giderek âlemin başlangıcı­na bakıyor ve böylece hiçbir şey yokken âlemin varlığının ilkesini araştırıyor. Bazen de gelecek zamanın da ötesine geçerek zamanı gelmeden önce âlemin yok oluşunu izliyor. Bütün bunların nasıl olduğunu tasavvur et!. Yine, sayıları ve miktarları son­suz bir şekilde çoğaltması, âlemin dışını sonu olmayan bir boşluk olarak zannetmesi, yine bunun gibi, onun mükemmel eylemleri ve zihnî gücüyle tasavvur ettiği her şey nefsin zihnî gücünün şiddetindendir. Her kim ki boşluğun kendi başına var olan bir cevher olduğunu, âlemin dışını sonu olmayan bir boşluk olduğunu, maddenin âlemin başlangıcından önce gelen bir cevher olduğunu, maddenin sonsuz bir şekilde bölünebileceğini ve bunun gibi şeylerin olduğunu zannederse [bilsin ki] bu sözlerin tamamı nefsin cevheri, onun güçlerinin çekicilikleri, onun bilgi ve ilimlerde nasıl tasarrufta bulunduğu hakkındaki bilginin kıtlığından kaynaklanmaktadır.

Bölüm

Hareketin Mahiyeti Hakkında Filozofların Söyledikleri

Hareket altı şekilde ifade edilir: Bunlar; Oluş, bozuluş, artma, eksilme, değişme ve yer değiştirmedir. Oluş, bir şeyin yokluktan varlığa ya da potansiyel (kuvve) durum­dan pratiğe (fiile) çıkmasıdır. Bozuluş ise bunun aksinedir. Artma cismin sınırlarının merkezden uzaklaşmasıdır. Eksilme ise bunun aksinedir. Değişme, cismin {mevsuf) renk, tat ve koku gibi sıfatlarının değişmesidir. Yer değiştirme olarak isimlendirilen harekete gelince bu, insanların çoğunluğuna göre bir mekândan başka bir mekâna yer değiştirmedir. Bazen yer değiştirme hareketinin ikinci bir zamanda [birinci zaman­daki harekete] paralel bir yöndeki oluş olduğu da söylenmiştir. Doğrusal (istikamet) hareket hakkında olmak üzere bu iki görüş de doğrudur. Ancak döngüsel hareket hakkında bu sözler doğru değildir. Çünkü bir döngüde hareket eden, ikinci bir za­manda paralel yönde hareket etmeden bir mekândan başka bir mekâna yer değiştirir. Eğer, döngüsel olarak hareket eden bir şeyin, merkezinde hareket etmeden sabit du­ran parçası dışında bütün parçaları mekânını değiştirir ve bu da ikinci bir zamanda paralel bir yönde olur denilirse, bilmelisin ki bu sözü söyleyen kişi bu zannın ya da takdir edilen bu görüşün doğru olduğunu varsayan kişidir. [Oysa] merkez, tahmin edilen bir noktadır ki bu da çizginin başlangıcıdır. Çizginin başlangıcı ise cismin her­hangi bir parçasının mekânı olamaz. Yine bilmelisin ki, döngüsel olarak hareket eden, bütün parçalarıyla birlikte hareket edendir. Bu ise bir mekândan başka bir mekâna hareket değildir ve ikinci bir zamanda bir başka şeye paralel bir yönde de olmaz. Doğ­rusal olan hareketin ise bir mekândan başka bir mekâna yer değiştirme olmaksızın ve ikinci bir zamanda paralel yönleri geçmeksizin olması mümkün değildir. Eğer bunun mümkün olduğu söylenirse ve örneğin insanın, elini ya da bir başka organını hareket ettirdiği halde bir mekândan başka bir mekâna yer değiştirmediği şeklinde bir itiraz gelirse, buna karşın şöyle denilir: İnsanın elini hareket ettirmesi durumunun nasıl ol­duğunu niçin görmüyorsun? Hareket ettiği halde bir mekândan başka bir mekâna yer değiştirmemesi mümkün mü? Aynı şekilde parmakların durumu da böyledir. Zira parmakların ikinci bir zamanda bir başka paralel yönü geçmeksizin ve bir mekândan başka bir mekâna yer değiştirmeksizin hareket etmesi mümkün mü?

Ayrıca bilmelisin ki, cismin bir kısım parçaları hareket ettiğinde cismin tamamı hareket etmiş olur. Cismin tamamı hareket ettiğinde ise cismin bu parçaları da ha­reket etmiş olur. Çünkü bu parçalar bütünden ayrı bir şey değildir. Örneğin insan hareket ettiğinde bütün organları da hareket eder. İnsanın organları hareket etti­ğinde insan da hareket eder. İnsanın eli hareket ettiğinde ise elinin bütün parçaları da hareket eder. Çünkü insanın eli bu parçaların bütününden başka bir şey değildir. Aynı şekilde insanın sadece parmakları hareket ettiğinde parmaklarının bütün par­çaları hareket eder. Çünkü parmaklar bu parçalardan ayrı bir şey değildir. Böylece her kim ki bütün hareket etmeden parçaların hareket etmesinin mümkün olduğu­nu veya parçaların hareket etmeden bütünün hareket etmesinin mümkün olduğunu zannederse yanlışa düşmüş olur.

Bilmelisin ki, ilim ehlinden birçok kimse doğrusal olarak hareket edenin, hare­ket etmesi durumunda birçok paralel yönü geçmesi sebebiyle, birçok harekette bu­lunduğunu zannetmişlerdir. [Oysa] paralel yönlerin çokluğundan dolayı hareketin çokluğunu kabul etmek gerekmez. Zira tek bir hareket olarak okun hareketi birçok paralel yönü geçer. Aynı şekilde döngüsel olarak hareket eden de birçok döngüde hareket etse bile, duruncaya kadar tek bir hareketi vardır.

Sonra yine bilmelisin ki bir hareket, arasında durma (sükûn) olmadan başka bir hareketten ayrılamaz. Bu, musikî sanatı erbabının iyi bildiği ve hakkında şüphe et­mediği bir durumdur. Onların sanatı, tonların (nağme) oluşturulmasının bilgisidir. Tonlar, sesler olmadan oluşturulamaz. Sesler, cisimlerin çarpışması olmadan meyda­na gelmez. Cisimlerin çarpışması, hareket olmaksızın meydana gelmez. Hareketler, aralarında durma olmadan birbirinden ayrılamaz. İşte bundan dolayıdır ki tonların oluşturulması konusunda derin bilgisi olanlar, iki nakarat zamanı arasında durma zamanının olduğunu söylemişlerdir. Biz bu ilmin ne olduğunu, kaç tane olduğunu ve nasıl olduğunu “Namelerin Bir Araya Getirilmesi"'0 adlı risalemizde açıkladık, onu bu risaleden öğren.

Yine bilmelisin ki, eşyanın hakikatleri hakkında düşünen ve onların mahiyetle­rini araştıran kimsenin ilk olarak o şeyin cevher mi, araz mı, madde mi, cismani bir suret mi yoksa ruhânî bir şey mi olduğu; cevher ise hangi cevher olduğu, araz ise hangi araz olduğu, madde ise hangi madde olduğu ve eğer suret ise hangi suret ve nasıl bir suret olduğu hakkında düşünmesi ve araştırması gerekir.

Yine bilmelisin ki, ateşin hareketinde olduğu gibi, bazı cisimlerin hareketi cevheri bir harekettir. Zira onun hareketi durduğunda, ateş söner ve kaybolur. Böylece ateşin varlığı da ortadan kalkar. Su, hava ve toprağın hareketinde olduğu gibi, bazı cisim­lerdeki hareketin de arızî olduğunu bilmelisin. Zira bunların hareketi durduğunda onların varlığı ortadan kalkmaz.

Yine bilmelisin ki, hareket, şekilden sonra nefsin cisimde oluşturduğu surettir ve durma (sükûn) da bu suretin yokluğudur. Cismin durması hareket etmesinden daha iyidir. Zira birçok yönü bulunan cismin tek bir defada bütün yönlere hareket etmesi mümkün değildir. Oysa bir yöne hareket etmesi bir başka yöne hareket etmesinden daha iyi değildir. İşte bundan dolayı cismin durması hareket etmesinden daha evladır.

Bilmelisin ki hareket her ne kadar suret ise de, herhangi bir zaman geçmeksizin cismin bütün parçalarına nüfuz edebilen ve herhangi bir zaman geçmeksizin ondan ayrılabilen tamamlayıcı ruhanî bir surettir. Örneğin herhangi bir zaman geçmeksi­zin şeffaf cisimlerin bütün parçalarına nüfuz eden ve ondan ayrılan ışığın durumu böyledir. Nitekim sen, lambanın, eve girdiğinde herhangi bir zaman geçmeden evin baştan sona tek bir defada aydınlandığını ve evden çıktığında da havanın tek bir defada karardığını görüyorsun. Aynı şekilde güneş doğudan doğduğunda, doğudan batıya kadar bütün hava tek bir defada aydınlanır. Batıdan battığında ise hava tek bir defada kararır. Oysa ısı yayıldığında hava yavaş yavaş ve zamanla ısınır. Aynı şekilde Güneş doğduğunda hava yavaş yavaş ve zamanla ısınır. Battığında ise hava yavaş yavaş ve zamanla soğur.

îşte bilmelisin ki hareketin durumu ışığın durumu gibidir. Bu, örneğin, doğu ve batı yönünde bir uzunluğa sahip bir çubuk (odun) dikildiğinde ve sonra da [bu çu­buk] doğu ya da batı yönünde tek bir defada çekildiğinde onun bütün parçaları da tek bir defada hareket eder.

Yine bilmelisin ki nefsin cisimdeki fiillerinin bir kısmının zaman ile, bir kısmı ise zaman olmadan olması onun cevherinin zaman üstü olduğunu gösterir. Çünkü zaman cismin hareketiyle bitişiktir. Cisim ise nefsin fiilde bulunma yeridir. Nefis, tümel (küllî) cisme şekillerin en üstünü olan küresel şekli verdiğinde aynı zamanda onun hareketini de hareketlerin en üstünü olan dairesel hareket yapar.

10. Risale fî te lîfi'l-luhûn.

Bölüm

Zamanın Mahiyeti Hakkında Filozofların Söyledikleri

İnsanların çoğunluğuna göre zaman, yılların, ayların, günlerin ve saatlerin geç­mesidir. Bazen zamanın feleğin hareketinin sayısının tekrarı olduğu söylenmiştir. Bazen ise onun, feleğin hareketinin saydığı müddet olduğu söylenmiştir. Bazen de insanların birçoğu, şu durumu dikkate alarak, zamanın kesinlikle mevcut bir şey ol­madığını zannetmişlerdir: Şöyle ki; zamanın en uzun parçaları yıllardır. Yılların ise bir kısmı geçmiştir bir kısmı ise henüz gelmemiştir. O halde tek bir yıldan başka bir şey mevcut değildir. Aynı zamanda bu yıl, bir kısmı geçen bir kısmı ise henüz gelme­yen aylardır. O halde tek bir aydan başka bir şey mevcut değildir. Bu ayın bir kısmı geçen bir kısmı ise henüz gelmeyen günleri vardır. O halde tek bir günden başka bir şey mevcut değildir. Bu gün bir kısmı geçen bir kısmı ise henüz gelmeyen saatlerdir. O halde tek bir saatten başka bir şey mevcut değildir. Bu saatin de parçaları vardır ki bir kısmı geçmiş bir kısmı ise henüz gelmemiştir. Bu itibarla zamanın kesinlikle bir varlığı yoktur.

Zamanın sonsuz olarak var olduğunu kabul eden görüşe gelince, buna göre zama­nın tamamı gece ve gündüzdür, daima dünyayı çevreleyen yörüngesinin yirmi dört noktasında mevcut bulunan yirmi dört saattir. Bunun açıklaması şudur: örneğin, boylamı doksan derece olan bir beldede bir günde gündüzün yarısı olduğunda, bu günün ilk saati boylamı bir dereceden on beş dereceye kadar olan beldelerde mev­cuttur. Bu günün ikinci saati boylamı on altı dereceden otuz dereceye kadar olan bel­delerde mevcuttur. Bu günün üçüncü saati boylamı otuz bir dereceden kırk beş de­receye kadar olan beldelerde mevcuttur. Bu günün dördüncü saati boylamı kırk altı dereceden altmış dereceye kadar olan beldelerde mevcuttur. Bu günün beşinci saati boylamı altmış bir dereceden yetmiş beş dereceye kadar olan beldelerde mevcuttur. Altıncı saati boylamı yetmiş altı derecede doksan11 dereceye kadar olan beldelerde mevcuttur. Yedinci saati, boylamı doksan bir dereceden yüz beş dereceye kadar olan beldelerde mevcuttur. Sekizinci saati, boylamı yüz altı dereceden yüz yirmi dereceye kadar olan beldelerde mevcuttur. Dokuzuncu saati, boylamı yüz otuz beş derece olan beldelerde mevcuttur. Onuncu saati, boylamı yüz elli derece olan beldelerde mevcut­tur. On birinci saati, boylamı yüz altmış beş derece olan beldelerde mevcuttur. On ikinci saati, boylamı yüz seksen derece olan beldelerde mevcuttur.

Dünya yörüngesinin bu noktalarının her birisinin karşısında kendisine denk dü­şecek (nazire) şekilde gecenin saatleri vardır. Dünyadaki her bir yer için gece ve gün­düzde muhtelif miktarlar vardır. Sürekli varolduğu gibi, Güneş Dünyanın yarısını aydınlatırken ulaştığı bu yarımın daha doğusunda bulunan diğer yarısını ise örter. Böylece Güneş’in üzerine doğduğu taraf gündüz olurken Güneş ışınlarının ulaşma­dığı diğer taraf gece olur. Gündüzün olduğu her yerde gece de onunla birlikte vardır. Her biri diğerinin aksinedir. Biri yok olduğunda diğeri de onunla birlikte yok olur. Gece ve gündüz Dünyanın doğusundaki ilk dereceden başlayarak ilerler (ikbal). Sonra Güneş’in hareketiyle hareketlerine devam ederler. Böylece Dünya üzerinde [185]

Güneş ışığının ilk göründüğü yerden başlar ve sonuna kadar on iki saat sürer. Gece için de durum böyledir. Eğer bu hususta şüphe edersen bu konuda sana deriz ki; sen bunu, (Batlamyus’un) el-Mecisti adlı gök cisimleri ve geometri konusundaki kitabını inceleyen ve astronomi ilmi konusunda derinleşen sanatın ehline sor. Onlar söyle­diklerimizin doğru olduğunu sana söyleyeceklerdir. Zira bu hususta şöyle söylen­miştir: Her sanat hakkında o sanatın erbabından yardım isteyiniz.

Sonra yine bilmelisin ki, bir sayısının tekrar etmesiyle sayıların suretinin nefiste meydana gelmesinde [olduğu gibi] gece ve gündüzün dünyanın etrafında sürekli ar­dışıklığı (kurur) da onu düşünen kimsenin nefsinde zamanın sureti olarak meydana gelir. Şöyle ki; bütün sayılar birin çift ve tek durumu; onun tamsayı ya da bölünmüş durumu; onun birleri, onları, yüzleri ve binleri durumudur. “Sayılar Risâlesi”’nde[186] [187] de açıkladığımız gibi [bütün bunlar], sayıları düşünen kimsenin nefsinde meydana gelen birlerin bütününden başka bir şey değildir. Aynı şekilde, dünyanın etrafın­da sürekli olarak gece ve gündüzün ardışıklığını düşünen kimsenin nefsinde sureti meydana gelen zaman da; yıllar, aylar, günler ve saatlerin bütününden başka bir şey değildir. Açıklamasını getirdiğimiz bu beş şey -ki bunlar madde, suret, mekân, za­man ve harekettirbütün cisimleri kuşatıcıdır. Bu şeyler hakkında düşünmeye alışık olmayan bir kimseye tabiî şeyler hakkında akıl yürütme herhangi bir yarar sağlamaz. Çünkü [bu durumda] kesinlikle bunların bilgisinin özünü elde etme imkânı yok­tur. Tabiî şeyler hakkında düşünmeye alışık olmadığında ise İlahî şeyler hakkında konuşma ona herhangi bir yarar sağlamaz. Çünkü [bu durumda] onun bilgisinin özünü kavrama imkânı yoktur.

Ey kardeşim, bilginlerin bu konuda söylediklerini anlamak için onların bu risa­lede söylediğimiz sözleri hakkında düşün ve bu şeylerin anlamları hakkında ortaya koyduklarını tasavvur et. Eğer bu şeyler hakkında daha fazla bilgin varsa bunu bize de bildir. Eğer bu şeyleri inkâr edersen [bunun sebeplerini] bize açıkla. Eğer bu an­lattıklarımızdan herhangi bir şey hakkında şüpheye düşersen de bizi açıklamaları­mızda herhangi bir ihmalkârlık ve doğruyu söylememekle suçlama.

Sonra, bilmelisin ki her sanatın bir ehli vardır ve her bir ilim ve sanat ehlinin, üze­rinde ittifak ettikleri esaslar (usûl) ve hakkında tartıştıkları ayrıntılar (furu) vardır. [İşte] onlar ihtilaf ettikleri hususları bu esaslara kıyas ederek açıklar.

Yine bilmelisin ki, tabiî şeyler hakkında düşünmek bizim saygıdeğer kardeşlerimi­zin -Allah onları desteklesinsanatının bir parçasıdır. Tabiî şeyler ise cisimler ve onla­ra ilişen lazım ve ayrık arazlardır. Biz bu ilim hakkında yedi risale tertip ettik ki bunla­rın ilki, madde, suret, hareket, mekân ve zamanı ele aldığımız bu risaledir. Zira bu beş şey bütün cisimleri kuşatıcıdır. Algılayan ve Algılanan Risalesinde'3 ise veciz bir şekilde cisimlere ilişen şeyleri inceledik. Sonra bu risalenin ardından sema ve âlemi; felekle­rin terkibini ve onların kaç tane olduğunu, onların yerlerinin genişliğini, dönüşlerinin hızını; yıldızların yüceliğini, onların hareketlerinin esaslarını; burçların sıfatlarını ve onların ayrıntılarını incelediğimiz risaleyi tertip ettik. Bu risalenin ardından oluş ve bozuluşu; ay feleği altındaki dört unsurun mahiyetini -ki bunlar ateş, hava, toprak ve sudurbu unsurlardan bazısının bazısına nasıl dönüştüğünü ve evrenin bunlar­dan nasıl meydana geldiğini incelediğimiz risaleyi tertip ettik. Bunun ardından havada meydana gelen değişimleri ve hava oluşumlarını incelediğimiz dördüncü risaleyi ter­tip ettik. Bu risalenin ardından madenlerin cevherlerini ve [ madenlerin] yerin altında, dağların içinde ve denizlerin dibinde nasıl meydana geldiklerini incelediğimiz beşinci risaleyi tertip ettik. Bunun ardından bitkilerin durumunu; onların cinslerini, türlerini, özelliklerini, faydalarını ve zararlarını incelediğimiz altıncı risaleyi tertip ettik. Sonra bunun ardından da canlıların cinslerini, türlerini ve tabiatlarındaki farklılıkları veciz bir şekilde incelediğimiz yedinci risaleyi tertip ettik.

Bu risaleden önce de matematik ilimleri hakkında beş risale daha tertip ettik. Bun­ların ilki; sayılar, onların özellikleri ve [bütün sayıların] iki sayısından önce gelen bir sayısından nasıl türediklerini inceleyen risaledir. Bunun ardından, geometrinin esas­larını, ölçülerin çeşitlerini ve bunların geometri ilminde birin sayı ilmindeki konu­munda olan noktadan nasıl türediğini incelediğimiz ikinci risaleyi tertip ettik. Bu risa­lenin ardından ise, yıldızları incelediğimiz, felekleri ve gezegenleri sınıflandırdığımız ve bunların Güneşe oranlarının sayıların bire oranı gibi olduğunu ve geometrinin öl­çülerinin kökeninin nokta olduğunu açıkladığımız üçüncü risaleyi tertip ettik. Bunun ardından sayısal, geometrik ve birleşik oranları ve sayıların kökeninin bir olmasında ve geometrinin ölçülerinin kökeninin nokta olmasında olduğu gibi bütün bunların kökeninin eşitliğin oranı olduğunu incelediğimiz risaleyi tertip ettik. Sonra bunun ar­dından mantık ilmini incelediğimiz ve her biri cinslerin cinsi olan on kategoriyi ele aldığımız, bunların türlerinin kaç tane ve özelliklerinin neler olduğunu açıkladığımız, bunlardan sadece birinin cevher, dokuz tanesinin ise araz olduğunu ve bunların da, sa­yıların ikiden önce gelen bire birle ilişkili olmasındaki gibi, varlıkların da cevhere ilişik olduğunu ele aldığımız risaleyi tertip ettik.[188] Bizden önce kadîm filozoflar da bu şeyler hakkında konuşmuş ve bunları kitaplarda tedvin etmişlerdir ki, bu kitaplar bugün in­sanların ellerinde mevcuttur. Fakat onlar bu konularda sözü fazlaca uzattıklarından ve bir dilden başka bir dile tercüme yaptıklarından araştırmacılar için bu kitaplardaki an­lamların anlaşılması kapalı hale gelmekte ve hakikatlerinin bilgisi kaybolmaktadır. îşte bu sebepten dolayı bu risaleyi telif ettik ve öğrenen kişilere bu anlamları yaklaştırmak ve yeni başlayanlara bu kitaplardaki görüşleri kolaylaştırmak için bir giriş ve önsöz mahiyetinde [konu hakkındaki] sözleri özetledik.

Bölüm

İlim Ehlinin Faziletlerine Dair

Bilmelisin ki eğer sen ilim ve hikmet ehlini seviyorsan ilim ve hikmet erbabı­nın yolundan gitmeye ihtiyacın var. Bu ise [ancak] senin, gereksiz dünya işlerinden kendini koruman, gereksiz şeyleri terk etmen, gayret ve ilginin büyük çoğunluğunu ilmi talep etmeye vermen, ilim ehli ile görüşmen, onların müzakere meclislerine katılman ve nefsini, peygamberlerin -Allah’ın selamı üzerlerine olsunkitaplarında vasfedilen dengeli (mu tedil) bir yaşama ve yukarda bahsi geçen ilimlerde düşünme­ye razı etmenle olur. Ki bunlar, bilginlerin çocuklarının kendileriyle ikna edildikleri ve ilimlerde en yüksek gaye olan İlahî şeyleri düşünme konusundaki kavrayışlarını güçlendirmek için bunlarla öğrenciler yetiştirdikleri hususlardır.

Sonra yine bilmelisin ki, ilahi şeyler maddeden soyut suretlerdir. Onlar cismânî şeylerde olduğu gibi, bozulma ve yok olmanın ilişmediği sürekli var olan ebedî şey­lerdir. Bil ki senin nefsin de bu suretlerden biridir. Onun bilgisini elde etmeye çalış ki senin nefsin, babamız Adem’in -Allah’ın selamı üzerine olsunişlediği suçtan dolayı içine düştüğümüz maddenin derinliklerinden, cismin girdabından ve tabiatın esa­retinden kurtulsun. Adem rabbine karşı geldiğinde o ve çocukları ruhlar âlemi olan cennetten koyulmuşlardı. [Bu konuda Allah onlara] şöyle buyurmuştur: “Birbirinize düşman olarak inin. Sizin için yeryüzünde belli bir süre barınak ve yararlanma var­dır.[189] Orada öleceksiniz ve orada (diriltilip) çıkarılacaksınız.”[190] Buna benzer olarak ilk insanlar, yeniden diriliş gününde sura üflendiğinde ve kabirler onların üzerinde ya­radığında şöyle buyrulmuştur: “Üç kola ayrılmış gölgeye gidin”.[191] Bu ise eni, boyu ve derinliği olan cisimler âlemidir. Ey kardeşim, peygamberlerin -Allah’ın selam üzer­lerine olsunkitaplarında açık olan bu işaretler ve bu dileğimin bilgisi için gayret göster ki, nefsin cehalet ve gaflet uykusundan uyansın, İlahî bilgilerin ruhu ile ihya olsun, İlahî ilimlerin hayatı ile yaşasın ve doğal afetlerden korunsun.

Yine bilmelisin ki soyut olması bakımından nefse; acılar, hastalıklar, bozukluklar, açlık, susuzluk, sıcaklık, soğukluk, kederler, kaygılar, üzüntüler ve sonradan meyda­na gelen şeyler ilişmez. Çünkü bütün bunlar ancak nefis bedenle birlikte olduğunda (bitiştiğinde) nefse ilişir. Zira beden yok olmayı, bozulmayı, dönüşmeyi ve değişme­yi kabul eden bir cisimdir. Oysa nefis ruhanî bir cevher olduğundan, nefis için bu felaketlerden herhangi biri söz konusu değildir.

Bilmelisin ki, ilim ehlinden birçok kimse, nefs ilminde düşünmeyi, onun cevheri hakkında araştırma yapmayı, nefs ilminde derinleşen bilginlerden [bu bilgiyi] iste­meyi terk ettikleri; nefsin fiillerine az önem verdikleri, onun cismin girdabından ve maddenin derinliklerinden kurtulmasını, tabiatın esaretinden ve cismin karanlıkla­rından çıkmasını az istedikleri, dünyada sürekli kalmaya şiddetle yöneldikleri, cis­mani arzular içinde boğuldukları, hayvani lezzetlerle aldandıkları, tabii duyulurlara meylettikleri; İlahî kitaplar ve Peygamberlerin şeriatlarında anlatılan cennet nimet­lerinden gafil oldukları, ruhlar alemindeki kokulardan, reyhanlardan, nimetlerden, mutluluklardan, lezzetten, ikramdan ve orada ebedi ikametten gafil oldukları için; kendi nefislerinin bilgisi de onları ihmal etmiştir. Ki bu hususta sorumluluk bilinci taşıyanlara (müttakı) şöyle vaatte bulunulmuştur: “Orada bozulmayan su ırmakları, tadı değişmeyen süt ırmakları, içerken lezzet veren şarap ırmakları ve süzme bal ır­makları vardır. Onlara orada her türlü meyve”[192] “ve hurma ağaçlarının ve asmaların ürününden hem sarhoş edici içkiler, hem de güzel, temiz rızklar elde edersiniz. İşte bunda da, aklını kullanan kimseler için bir ders vardır.”[193]

Onların bu konuda söylenenlere rağbetlerinin azlığı, peygamberlerin -Allah’ın selamı üzerlerine olsunbu konuda getirdiklerini, filozofların ve bilginlerin bu ko­nuda ulaşılması güç ince anlamlara ve sırlara işaretlerini tasdik etmelerinin azlığın­dan kaynaklanmaktadır. Böylece onların nefislerinin bütün ilgisi dönüşen bedene yönelmiştir. Ve onlar bütün gayretlerini mal, yiyecek, içecek, giyecek, evlilik ve binek gibi dünya yaşantısının faydalarına sarf etmektedir. Nefislerini bedenlerinin kölesi haline getirmiş ve bedenlerini de nefislerinin efendisi haline getirmişlerdir. Beşerî olanı İlahî olana, karanlığı ve şeytanî olanı aydınlığa ve melekî olana üstün kılmışlar. Böylece şeytanın dostu ve Allah’ın düşmanı olmuşlardır.

Ey kardeşim, senin kendi nefsini düşünmen, onun faydası için gayret göstermen, onun kurtuluşunu istemen, onun sırrını çözmen; maddenin derinliklerinde, tabiatın esaretinde ve cisimlerin karanlığında boğulmasını engellemen, onun yükünü hafif­letmen gerekmez mi? Nitekim bunlar, onun göklerin kutsallığına yükselmesini, me­lekler zümresine girmesini, felekler âleminin genişliğinde dolaşmasını, cennetlerin derecesine yükselmesini, Kur anda zikredilen kokulardan ve reyhanlardan koklama­sını; senin hakkında iyi düşünen arkadaşlarla ve seçkin kardeşlerle ve [ iyiliğe] vesile olan saygın kişilerle, kendileriyle birlikte senin de iyiliğine ve kurtuluşuna yardımcı olmak isteyen kişilerle birlikte olmanı engelleyen sebeplerdir. Ki bu kişiler kendi­lerini dünya işlerine hizmetten alıkoymuş, bütün dikkatlerini ve çabalarını ahiret nimetlerini istemeye vermiş kişilerdir. Onların yolundan gitmekle, onların amaç­larını amaç edinmekle, onlarla birlikte kendi sırrına ulaşmakla, onların ahlakıyla ahlaklanmakla ve onların söylediklerini dinlemekle onların öğretisini bilir ve nefsî ilimler, hakiki anlamlar, ruhanî sözler, nefsânî duyulurlar hakkında sana haber ver­diklerini ve sırlarını anlamak için onların ilimlerinde düşünebilirsin. Bizim ruhânî şehrimize girdiğin, bizim yaşantımızla yaşadığın, bizim tertemiz sünnetimizi öğren­diğin, bizim şer’î kanunlarımızı iyice kavradığın zaman umulur ki melekler âlemine (mele-i ala) bakman ve ebedî kalıcı bir mutlulukla saadete erenlerin hayatını; geçici, bozulan, dönüşen, değişen, ağır, karanlık bedeninle değil faziletli, şeffaf, yüce, ebedi nefsinle yaşaman için hayat ruhu ile kuvvetlendirilirsin. Allah seni, bizi ve bütün kardeşlerimizi ne nerede olursa olsun doğru yola ve hidayete erdirsin. Şüphesiz O, kulları için çok merhamet edici ve şefkat sahibidir.

Madde ve Suret Risalesi (Risâletü’l-Heyûla ve’s-Sûret) burada tamamlandı. Onu Semâ ve Âlem Risalesi (Risâletu's-Semâ ve’l-Âlem) takip etmektedir.

Cisimsel-Doğal Bilimlerin İkinci

(İhvan-1 Safâ Risalelerinin Onaltmcı) Risalesi:
Sema ve Âlem Olarak Adlandırılıp Nefsin Islahı ve
Ahlâkın Olgunlaştırılmasına Dair[194]

Rahman ve Rahim olan Allah’ın adıyla!

«f^erçek övgü Allah'a mahsustur! Selâm olsun onun seçtiği kullarına. Allah mı

V_Tdaha hayırlıdır, yoksa onların ortak koştukları mı?”1

Ey hürmetkâr ve şefkatli kardeşim -Allah seni ve bizleri kendi katından bir ruhla desteklesinbilmelisin ki mutlak cismin ve onun zatının yapıcı (mukavvim) nitelik­lerinin, dolayısıyla da madde ve suretin anlatımını artık tamamladık. Aynı şekilde hareket, durağanlık ve bunların benzerleri gibi kalıcı (lâzım) niteliklerini de anlattık. “Sema ve Âlem” ismini taşıyan bu risalemizde ise feleklerden, gezegenlerden, yine ateş, hava, su ve topraktan oluşan dört unsurdan ibaret olan yalın tümel cisimleri anlatmak istiyoruz. Şöyle ki mutlak cisim, öncelikle söz konusu [yalın tümel cisim­lere] , ardından ise bunların türevleri olan tikel cisimlere, yani hayvanlara, madenlere ve bitkilere ayrılır.

Bölüm

Filozofların “Âlem Büyük İnsandır”
Sözünün Anlamının Açıklanmasına Dair

Kardeşim bil ki filozoflar “âlem” sözü ile yedi [kat] semayı, yerleri ve bunların arasında bulunan bütün yaratılmışları kastetmekte, yine onu “büyük insan” olarak adlandırmaktadırlar. Zira bütün küreleri (felek), sema katmanlarını, tümel unsurları ve bunların türevlerini kapsayacak biçimde onu tek bir cisim olarak görmüşlerdir. Aynı şekilde ona ait bir tek nefsin bulunduğuna inanmış, tıpkı insan nefsinin bede­nin kısımlarının tamamına sirayet etmesi gibi, bu nefsin güçlerinin de [âlemin] cis­mini oluşturan parçaların tamamına sirayet ettiğini düşünmüşlerdir. İşte bu risalede âlemin suretini anlatmak ve tıpkı bir anatomi kitabında insan cesedinin bileşenle­rinin tavsif edildiği gibi burada da âlemin cismine ait bileşenlerin niteliğini ortaya koymak istiyoruz. Daha sonra başka bir risalede, âlemin nefsinin mahiyetini, kuşatı­cı kürenin en üst kısmından başlayıp yer merkezinin en alt kısmına varıncaya kadar [195] âlemde mevcut olan cisimlere bu nefsin güçlerinin sirayet etmesinin niteliğini ortaya koyacak; ardından da bu nefse özgü hareket çeşitlerini ve onun fiillerinin âlemde mevcut olan cisimler üzerindeki tezahürünü açıklayacağız. Şimdi âlemin cisminin açıklamasına geçerek diyoruz ki:

“Duyu ve Duyulur risâlesi’nde[196] açıkladığımız gibi “cisim”, kendi arazları üzerin­den duyular yoluyla ortaya çıkan bir varlıktır. “Madde ve Suret risâlesi’nde[197] açıkla­dığımız üzere dış dünyadaki varlıkların tamamı cevher ve arazlardan, suret ve mad­delerden bileşiktir. Yine “Akıl ve Akledilir risalesinde[198] açıkladığımız gibi suret iki türlüdür: Yapıcı (mukavvim) ve tamamlayıcı (mütemmim). Cismin zatı için yapıcı suret, bu sureti alabilen yalın maddede varlık kazanan uzunluk, genişlik ve derin­likten ibarettir. Cismin tamamlayıcı suretine gelince, onu pek çok duruma getiren bu suretlerin sayısı, izzet ve celal sahibi olan Allah’tan başka kimsenin bilemeyeceği kadar fazladır. Fakat yine de anlamlarına vakıf olasın diye onlardan bir kısmını bu­rada anlatacağız: Cismin tamamlayıcı suretlerinden biri biçimdir. Üçgen, dörtgen, beşgen, daire ve benzerleri gibi pek çok biçim bulunmaktadır. Bir diğer tamamlayıcı suret harekettir. Hareket altı türlüdür. Yer değiştirme onlardan biridir ve iki türlü­dür: Döngüsel ve doğrusal. Yine tamamlayıcı suretlerden bir diğeri olan nur da iki türlüdür: Zatî ve arazî. Cisim için bir diğer tamamlayıcı suret ise saflıktır. “Geometri risâlesi’nde[199] açıkladığımız üzere biçimlerden en mükemmeli küre biçimidir. “Ha­reket risalesinde[200] açıkladığımız üzere en mükemmel hareket döngüsel harekettir. “Nitelik ve Nitelenenler risalesinde[201] açıkladığımız gibi en parlak nur zatî nurdur, en saf nitelik ise şeffaflıktır. Âlemin cismi tamamen küre biçimindedir ve bütün felek­lerin hareketi döngüseldir. Ay hariç gökteki bütün gezegenlerin nuru zatîdir. Yine Yer hariç bütün kürelerin cirimleri şeffaftır. Yer ve Ay’ın bu durumunun nedenini “Neden ve Nedenliler risalesinde[202] daha önce anlatmıştık.

Bölüm

Semalar île Kürelerin Aynı Olduklarına Dair

Kardeşim bil ki semalar (gökler) ile küreler (felek) aslında aynı şeydir. Şöyle ki sema; yüce olduğu için sema, döngüsel olduğu için de küre olarak adlandırılmıştır. Yine bil ki küreler dokuz tanedir. Bunlardan yedisi yedi kat semayı oluşturur ki en aşağıda bulunanı ve bize en yakın olanı Ay küresidir. Bu aynı zamanda ilk küre­dir. Ondan sonra gelen Merkür küresi ikinci sema, ondan sonra gelen Venüs küresi üçüncü sema, ondan sonra gelen Güneş küresi dördüncü sema, ondan sonra gelen Mars küresi beşinci sema, ondan sonra gelen Jüpiter küresi altıncı sema, ondan son­ra gelen Satürn küresi de yedinci semadır. Satürn, delerek geçen parlak yıldız (ennecmus-sâkıb) olarak isimlendirilir. “Delip geçen” ismini almasının nedeni, Kuran müfessirlerinden Abdullah b. Abbas’ın naklettiği bir hadiste de rivayet olunduğu gibi, nurunun yedi kat semanın tavanını delip geçerek bize ulaşabilmesidir. Sekizinci küreye gelince bu, yedi küreyi içine alarak kuşatan sabit yıldızlar küresi, gökleri ve yeri kaplayan kürsüdür. Dokuzuncu küre ise söz konusu sekiz küreyi kuşatan küre­dir. İzzet ve celal sahibi olan Allah’ın da buyurduğu gibi bu, o gün kendisini sekiz (meleğin) taşıyacağı[203] [204] büyük arştır.

Kardeşim bil ki yukarıda bahsi geçen yedi küreden her biri kendisinden aşağı­da bulunana göre sema, kendisinden yukarıda bulunana göre ise zemindir. Şöyle ki Ay küresi, üzerinde bulunduğumuz Yer için sema, Merkür küresi için bir zeminidir. Aynı şekilde Merkür küresi Ay küresine göre sema, Venüs küresine göre ise bir ze­mindir. Diğer kürelerin hükmü de aynen bu kıyastaki gibidir. Yedinci sema olan Sa­türn küresine varıncaya kadar onlardan her biri kendisinden aşağıda bulunana göre sema, kendisinden yukarıda bulunana göre ise zemindir.

Bölüm

Kürelerin Oluşumu ve Sema Katmanlarına Dair

Kardeşim bil ki üzerinde bulunduğumuz Yer, ihtiva ettiği dağlar, denizler, çöller, nehirler, şehirler ve harabelerinin tamamıyla birlikte bir tek küreden oluşmaktadır. İzzet ve celal sahibi olan Allah’ın izni ile o, âlemin merkezinde yer almakta ve üze­rinde bulunanların tamamıyla birlikte havanın ortasında asılı durmaktadır. Tıpkı yumurta akının yumurta sarısını kuşattığı gibi Hava küresi onu bütün yönlerden kuşatmıştır. Hava küresi de yumurta kabuğunun yumurta akını kuşatmasına benzer biçimde bütün yönlerden Ay küresi tarafından kuşatılmıştır. Ay küresi ise benzer biçimde Merkür küresi tarafından kuşatılmıştır. Her şeyi Kuşatıcı küreye varıncaya kadar diğer kürelerin hükmü de böyledir. Şanı yüce olan Allah’ın da buyurduğu gibi onlardan “Her biri bir yörüngede yüzmektedir.”"

Aşağıdaki resimde kürelerin oluşumu ve sema katmanlarına ait tavan çizgilerinin formu gösterilmiş, onların üzerinde Burçlar küresi, onun üzerinde ise Kuşatıcı küre verilmiştir.

kuf4tKi Kitre
Sahil Yıldızlar Küresi
Satürn Küresi
Jfipiur Ki iresi
Mars Küresi

Gılııey kuıesı
Venüs Küresi
Merkür Küresi
Ay Küiçm

I I.P..I Küresi

 

Bu resimde de açıklandığı gibi âlem, ikisi Ay küresinin boşluğunda bulunmak üzere toplam on bir küreden oluşmaktadır. Söz konusu iki küre Yer ve Havadır. Bu­nun anlamı şudur: Toprak ile su ve hava ile esir birlikte birer küre oluşturmakta, geriye kalan dokuz küre ise birbirini kuşatmaktadır.

Bölüm

Âlemde Boşluk Bulunmadığına Dair

Kardeşim bil ki birbirini kuşatan bu küreler tıpkı soğanın katmanları gibidir. Şöy­le ki kuşatan katın yüzeyi kuşatılan katın yüzeyine dokunmakta ve aralarında her hangi bir boşluk bulunmamakta, sadece zihinsel bir ortak alan yer almaktadır. İlim erbabından bazıları kürelere ait fezaların, sema katmanlarının ve tümel unsurların arasında boş alanlar bulunduğunu zannetmişlerdir. Halbuki durum onların zannet­tikleri gibi değil. Çünkü boşluktan kasıt, içerisinde yer kaplayan bir şeyin bulunma dığı boş bir mekândır. Mekan ise cismin niteliklerinden biridir, cisim olmaksızın var olamaz ve ancak cisimle birlikte ortaya çıkabilir.

Bil ki aynı şekilde ışık ve karanlık, cismin iki niteliğidir. Gayet tabii olarak âlemde ne ışığın ne de karanlığın bulunduğu bir yerin varlığını akletmek imkansızdır. O halde boşluk nerededir?

Bil ki boşluğun varlığından bahsedenler, bazı cisimlerin bir konumdan başka bir konuma yer değiştirdiğini görmüş ve boşluğun bulunmaması durumunda söz ko­nusu hareket ve yer değiştirmeyi engelleyecek bir doluluğun bulunması gerektiğini zannetmişlerdir.

Bil ki cisimlerin tamamı taş ve demir gibi parçaları birbirine yapışmış halde katı olsalardı durum onların zannettikleri gibi olurdu. Oysaki su ve hava gibi cisimlerden bazıları yumuşak, latif ve akışkan olduklarından bir kısım cisimlerin onların parça­ları arasında hareket etmelerini engellememektedirler. Bunun örneği, balığın suda yüzmesi, kuşun havada uçması ve diğer hayvanların yeryüzünde hareket etmesidir.

Bölüm

Âlemin Dışında Boşluk ve Doluluğun Bulunmadığına Dair

Kardeşim bil ki söz konusu on bir küre âlemin tamamını, dolayısıyla da bü­tün yaratılmışların meskenlerini ihtiva etmektedir. Vehme kapılan pek çok kimse, Kuşatıcı kürenin ötesinde başka bir cismin ve sonsuz bir boşluğun bulunduğunu zannetmiştir. Oysaki bu hükümlerden her ikisi de hatalıdır ve gerçeklikle örtüşmemektedir. Nitekim ister âlemin dışında isterse de âlemin içinde olsun, boşluğun asla var olmadığı aklî burhanla ispat edilmiştir. Yukarıda da açıkladığımız üzere boşluk, içerisinde yer kaplayan bir şeyin bulunmadığı boş bir mekândır. Mekan ise cismin niteliklerinden biridir ve bir arazdır. Dolayısıyla da cisim olmaksızın var olamaz ve ancak cisimle birlikte ortaya çıkabilir. Âlemin dışında başka bir cismin bulunduğu­nu iddia eden kimsenin iddiası ise bunu tahayyül eden vehim gücüne dayanır ve bu kimsenin, kendi iddiasını doğrulayacak bir delil getirmesi gerekir.

Bil ki vehim, nefsin güçlerinden bir güçtür ve gerçeklik payı bulunmayan, ger­çek olmayan şeyleri tahayyül eder. Bu durumda, duyumsama güçlerinden biri ile desteklenmediği ve hakkında zorunlu bir burhan (kesin kanıt) getirilmediği ya da akılla yargıda bulunulmadığı sürece onun tahayyül ettiklerinin doğru veya yanlış olduğuna hükmetmek gerekmez.

Bil ki akil kimselerin tamamı ortak oldukları aklın hükmüne uymuş ve âlemin dışında başka bir cismin varlığına ilişkin görüşü kabul etmemişlerdir. Bunun nedeni şudur: Duyular onu idrak edememekte, akıl onun hakkında bir yargıya varamamak­ta ve kendisine dair burhan getirilememektedir. Öyleyse orada başka bir cismin var olduğuna, yanıltıcı vehimlerin tahayyülü dışında hangi önermeyle hükmedilecektir? Şayet iddia edildiği gibi orada başka bir cisim mevcut olsaydı onun ötesinde başka bir cismin bulunması da mümkün olurdu.[205] Çünkü cismin iki kenarı (baş­langıç ve sonu) vardır ve yukarıda da anlattığımız üzere boşluğun mevcut olmadı­ğı burhanla ispat edilmiştir. Bütün cisimlerin iki kenarının bulunduğunun deliline gelince bu, hem nebevi ve hem de felsefi düşünceyle sabittir. Bunun anlamı şudur: Nebevi düşünceye göre bütün cisimler yaratılmıştır ve bütün yaratılmışların iki ke­narının bulunduğu aklın evvelîlerindendir (apriori bir bilgidir). Felsefî düşünceye göre de bütün cisimler bileşiktir ve bütün bileşiklerin iki kenarının bulunduğu aklın evvelîlerindendir (apriori bir bilgidir).

Bölüm

Güneş’in Âlemin Ortasında Bulunmasına Dair

Kardeşim bil ki küreler arasında Güneş’in konumu, yeryüzündeki hükümdarın ko­numu gibidir. Gezegenler bu hükümdarın askerlerini, yardımcılarını ve tebaasını, kü­reler onun hükmettiği bölgeleri, burçlar ülkeleri, derece ve dakikalar da köyleri temsil ederler. İlahi hikmetin gereği olarak onun merkezi âlemin ortasında bulunmaktadır. Tıpkı hükümdarın evinin şehrin ortasında, bu şehrin ise ülkedeki diğer şehirlerin or­tasında yer alması gibi. Bunun anlamı şudur: Güneş’in merkezi kendi küresinin orta­sında, küresi ise diğer kürelerin ortasında bulunur. Nitekim daha önce de anlattığımız üzere âlemin tamamı on bir küreden oluşur. Bunlardan beş tanesi Güneş küresinin üstünde yer ahr. Birbirini kuşatan bu küreler; Mars küresi, Jüpiter küresi, Satürn küresi, Sabit yıldızlar küresi ve Kuşatıcı küredir. Diğer beş küre ise Güneş’in altında yer ahr. Güneş küresinin kapsamında birbirini kuşatan bu kürelerden birincisi Venüs küresi­dir. Onun altında Merkür küresi, onun altında Ay küresi, onun altında Hava küresi, onun altında da Yerküresi bulunmaktadır. Güneş’in mevziinin âlemin ortasında bu­lunması bu bakımdandır. Tıpkı Yer’in mevziinin âlemin merkezinde bulunması gibi.

Bölüm

Burçların Mahiyetine Dair

Kardeşim bil ki sayısı 12 olan burçlar, Kuşatıcı kürenin yüzeyinde bulunup onu 12 hayalî çizgiyle bölen hayalî parçalardan ibarettir. Söz konusu çizgiler bir noktadan başlayarak mukabillerindeki başka bir noktada bitmekte ve Kuşatıcı kürenin yüzeyi­ni 12 parçaya ayırmaktadır. Karpuz dilimine benzer bu parçalardan her birine burç ismi verilir, söz konusu noktalar ise kürenin kutupları olarak adlandırılır. Daha son­ra anlatacağımız üzere Güneş kendi hareketi sonucunda her 365 günde bir küresinin yüzeyinde hayalî bir daire çizer. Bu daire küreyi ikiye böldüğü gibi her bir burcu da iki eşit parçaya ayırır. Burçlardan her birinin bu daire üzerindeki payı 30 derecelik bir kavistir ve bunların toplamı 360 dereceye eşittir. Söz konusu daire ve onun de­receleriyle diğer küre ve gezegenlerin devirleri ölçülür. Ayrıca Güneş’in hareketleri üzerinden astronomik tablolarda (zîc) diğer gezegenlerin hareketleri, Güneş’in du­rumları üzerinden de gezegenlerin durumları hesaplanır.

Bölüm

Kürelerin Çapı ve Semaların Kalınlıklarına Dair

Kardeşim bil ki bu kürelerden her biri belli bir çapa ve kalınlığa sahiptir. Yerküre­si dışında onların kalınlıkları çaplarından daha azdır. Yerküresinin çapı ve kalınlığı ise eşittir. Çünkü o, ortasında oyuk bulunmayan bir küredir. Ortasında oyuk bulu­nan diğer kürelerin ise kalınlıkları çaplarından daha azdır. Yerküresinin çapı 2167 fersahtır. Hava küresinin kalınlığı Yerküresinin çapının 17,5 katıdır ki bu da 37922,5 fersaha eşittir. Bu kürenin çapı, kalınlığının iki katıdır ve Yer’in çapı kendisine bir kat daha fazlalık katmaktadır. Ay küresinin kalınlığının Hava küresinin kalınlığına nis­peti eşittir. Bu kürenin çapı, kalınlığının iki katıdır. Hava küresinin çapı kendisine bir kat fazlalık katmaktadır. Merkür küresinin kalınlığı Yer’in çapının 100,2 katıdır, çapı ise kalınlığına nispetle 2 kat daha fazladır. Ay küresinin çapı kendisine bir kat fazlalık katmaktadır. Venüs küresinin kalınlığı Yer’in çapının 915 katıdır, çapı ise kalınlığına nispetle 2 kat daha fazla dır. Merkür küresinin çapı kendisine bir kat fazlalık katmak­tadır. Güneş küresinin kalınlığı Yer’in çapının 100 katıdır, çapı ise kalınlığına nispet­le 2 kat daha fazladır. Venüs küresinin çapı kendisine bir kat fazlalık katmaktadır.

Mars küresinin kalınlığına gelince bu, Yer’in çapının 7656 katıdır, çapı ise kalın­lığına nispetle 2 kat daha fazladır. Güneş küresinin çapı kendisine bir kat fazlalık katmaktadır. Jüpiter küresinin kalınlığı Yer’in çapının 5527 katıdır, çapı ise kalın­lığına nispetle 2 kat daha fazladır. Mars küresinin çapı da kendisine bir kat fazlalık katmaktadır. Satürn küresinin kalınlığı Yer’in çapının 7605 katıdır, çapı ise kalın­lığına nispetle 2 kat daha fazladır. Jüpiter küresinin çapı kendisine bir kat fazlalık katmaktadır. Sabit yıldızlar küresinin kalınlığı Yer’in çapının takriben 12000 katıdır, çapı ise kalınlığına nispetle 2 kat daha fazladır. Satürn küresinin çapı kendisine bir kat fazlalık katmaktadır.

Bölüm

Sabit Yıldızların ve Gezegenlerin Sayısına Dair

Toplamda sayısı 1029 adet olan yıldızlardan sadece şu 7 gezegen gözlemlenebilir: Satürn, Jüpiter, Mars, Venüs, Merkür ve Ay. Bunlardan her birinin kendilerine özgü küreleri vardır ve yukarıda da anlattığımız gibi bu küreler birbirini kuşatmaktadır­lar. Geriye kalan 1022 yıldıza gelince bunların tamamı bir tek kürenin içerisinde bulunurlar. Bu ise gezegenlerin kürelerini, yani Satürn’ü ve diğer küreleri kuşatan sekizinci küredir.

Bölüm

Küre Çaplarının Görünürdeki Ölçülerine Dair

Güneş’in cirminin görünürdeki çapı 60 dakikadan oluşan bir derecenin 31 da­kikasına eşittir. Ay’ın cirminin çapı, [Yer’den] en uzak mesafede bulunduğu sırada Güneş’in çapına eşit olur. Merkür’ün cirminin çapı, [Yer’den] orta uzaklıkta bulun­duğu sırada Güneş’in çapının yirmi beşte birine eşit olur. Venüs’ün cirminin çapı, Güneş’in çapının on ikide birine eşittir. Mars’ın cirminin çapı, Güneş’in çapının yir­mide birine eşittir. Jüpiter’in cirminin çapı, Güneş’in cirminin çapının on ikide bi­rine eşittir. Satürn’ün cirminin çapı, Güneş’in cirminin çapının yirmi yedide birine eşittir.

Bölüm

Küre Çaplarının Yer’in Çapma Olan Oranına Dair

Merkür’ün cirminin çapı, Yer’in çapının on sekizde birine eşittir. Venüs’ün cirmi­nin çapı, Yer’in çapının on ikide birine eşittir. Ay’ın cirminin çapı, Yer’in çapının on beşte ikisine eşittir. Güneş’in cirmi Yer’in çapından 5.5 defa büyüktür. Mars’ın çapı, Yer’in çapının 1.1/4 misline; Jüpiter’in çapı Yer’in çapının 4.1/16 misline, Satürn’ün çapı da Yer’in çapının 4.5 misline eşittir.

Bölüm

Gezegenlerin Cirimlerinin

Yer’in Cirmine Oranla Ölçülerine Dair

Ay, Yer’in otuz dokuzda biri; Merkür, Yer’in yirmi ikide biri; Venüs, Yer’in kırk yedide biri büyüklüktedir. Yine Güneş, Yer’den 160 küsur defa; Mars, Yerden 1.1/16 defa; Jüpiter, Yer’den 95 defa; Satürn, Yer’den 91 defa daha büyüktür.

Bölüm

Sabit Yıldızların Ölçülerine Dair

Toplam sayısı 1022 olan bu yıldızların 15 tanesinden her biri Yer’in 108 misline eşittir. Yine bunlardan her birinin çapı Yer’in çapından 4.1/4 defa daha büyüktür. Görünürde ise Güneş’in cirmine ait çapın yirmide birine eşittir. Bunlardan 45 yıldız Yer’in 90 misli, 208 yıldız Yer’in 72 misli, 474 yıldız Yer’in 54 misli, İZİ yıldız Yer’in 36 misli; 33 yıldız ise Yer’in 28 misli büyüklüktedir.

Bölüm

Kürelerin Yer’in Etrafında Yaptıkları
Devirlerdeki Farklılıklara Dair

Kardeşim bil ki Kuşatıcı küre; ilk hareket, yani külli nefis tarafından ilk hareket ettirilen küredir ve Yer’in etrafında her 24 saatte bir devir yapar. Bu sırada kuşatmış olduğu ve içeriden kendisine tutunan yıldızı da kendisiyle beraber aynı yönde ha­reket ettirir. Fakat bu yıldız, kendi hareket ettiricisinin hareket hızından daha yavaş bir hızla döner. Bu nedenle de onun parçaları ile paralelliği her 100 yılda 1 derece farklılaşır. Aynı şekilde bu küre, kuşatmış olduğu ve içeriden kendisine tutunan Sa­türn küresini kendisiyle beraber aynı yönde hareket ettirir. Satürn küresi, kendisine uymakla birlikte hareket ettiricisinin hareket hızından daha yavaş bir hızla döner. Bu nedenle de Kuşatıcı kürenin parçaları ile paralelliği her gün 2 dakika farklılaşır.

Aynı durum Satürn küresinin içerisinde bulunan Jüpiter küresi için de söz konusu olmakta ve Kuşatıcı kürenin parçalarıyla onun arasındaki paralellik her gün 5 dakika gecikmektedir. Jüpiter küresinin içerisinde bulunan Mars küresinin hükmü de böy­ledir; Kuşatıcı kürenin parçalarıyla onun arasındaki paralellik her devirde, her gün 31 dakika gecikmektedir. Mars küresinin içerisinde bulunan Güneş küresinin, Gü­neş küresinin içerisinde bulunan Venüs küresini ve Venüs küresinin içerisinde bu­lunan Merkür küresinin hükmü de böyledir. Onlardan her biri ile Kuşatıcı kürenin parçaları arasındaki paralellik her gün 59 dakika gecikmektedir. Ay küresine gelince ise bu, kendisine paralel bulunduğu dereceye nispetle her gün 13 küsur derece gecik­meli olarak hareket eder. Bu açıklamanın sonucunda, Ay küresine varıncaya kadar söz konusu kürelerden her birinin kendisinden üstte bulunana göre hareket ettiri­len, kendisinden altta bulunana göre de hareket ettiren olduğu, yine bunlardan her birinin kendi hareket ettiricisinden daha yavaş hareket ettiği anlatılmış oldu. Yine ilk hareket ettiriciden, yani Kuşatıcı küreden uzaklığı ve aralarında pek çok aracının bulunması nedeniyle en yavaş hareket eden kürenin Ay küresi olduğu açıklandı. îşte bütün bu nedenlere göre küreler Yer’in etrafında farklı zaman dilimleri içerisinde dönmektedirler.

Bölüm

Onların devir sürelerinin farklı oluşuna gelince bunun nedeni şudur: Kuşatıcı küre Yer’in etrafında her 24 saatte bir devir yapar, Sabit yıldızlar küresi ise bunu daha fazla sürede gerçekleştirir. Satürn küresi devrini saatin 450’de biri kadar daha fazla süre zarfında tamamlar. Jüpiter küresinin durumu da aynıdır, Yer’in etrafında her 24 saatte ve buna ilaveten saatin 180’de biri kadar daha fazla sürede bir devir yapar. Yine Mars küresi Yer’in etrafında her 24 saatte ve buna ilaveten saatin otuzda biri kadar daha fazla sürede bir devir yapar. Güneş, Venüs ve Merkür’e gelince, bunlardan her biri Yer’in etrafındaki devrini her 24 saatte ve buna ilaveten saatin on beşte biri kadar daha fazla sürede gerçekleştirir. Ay ise söz konusu küreler içerisinde en yavaş hareket eden olduğundan Yer’in etrafında her 24 saatte ve buna ilaveten saatin yedide altısı kadar daha fazla sürede bir devir yapar.

Bölüm

Gezegenlerin Burçlar Kuşağındaki Devirlerine Dair

Bu nedenden dolayı gezegenlerin burçlar kuşağındaki devir süreleri farklıdır. Bu­nun açıklaması şudur: Güneş, Koç burcunun birinci derecesindeyken Yer’in belli bir kısmıyla paralel bulunduğu noktaya yirmi dört saat sonra geri döner ve bu böyle de­vam eder. Bu noktaya geri döndüğünde Koç burcunun ikinci derecesinde yer alır ve bu böyle devam eder. Ay’a gelince, bu noktaya takriben 24 saat ve buna ilaveten saatin yedide altısı kadar fazla bir süre geçtikten sonra, Koç burcunun on üçüncü derecesin­deyken geri döner. Üçüncü gün takriben 1.5/7 saat sonra, Koç burcunun yirmi altıncı derecesindeyken; dördüncü gün ise 2.4/7 saat sonra, Boğa burcunun dokuzuncu derecesindeyken aynı noktada bulunur. Bu kıyasa göre her gün söz konusu noktaya ge­cikmeli olarak ve farklı bir derecedeyken geri döner. Bu gecikmeler sonucunda, her 27 gün ve 9.6/5 saatte bir burçlar kuşağında tam devir yapar. Yine bu süre zarfında Yer’in etrafında onun 27 küsur, söz konusu derecenin de 28 küsur devri gerçekleşir. Güneş ile ilgili hüküm de aynıdır. Şöyle ki Güneş, Koç burcunun birinci dakikasındayken Yer’in belli bir noktasıyla karşı karşıya bulunur ve yirmi dört saat artı 1/5 dakika sonra, bu derecenin elli dokuzuncu dakikasında aynı noktaya geri döner. İkinci gün Koç burcu­nun ikinci derecesinin sonundayken bu noktaya gelir. Aynı şekilde mezkûr noktaya gelişi her gün bir az daha geç ve başka bir derecede gerçekleşir. Nihayet 365 gün 6 saat içerisinde burçlar kuşağında tam bir devir yapar. Yine bu süre zarfında Yer’in etrafın­da onun 365 küsur, söz konusu dakikanın da 366 küsur devri gerçekleşir. Merkür ve Venüs için de aynı şey söz konusudur. Mars’a gelince o, her hangi bir derecenin her hangi bir dakikasındayken Yer’den karşı karşıya bulunduğu noktaya ikinci gün aynı derecenin otuz birinci dakikasındayken, üçüncü gün ise sonraki derecenin her hangi bir dakikasındayken geri döner. Nihayet 1 sene, 10 ay ve 22 gün içerisinde burçlar kuşağında tam bir devir yapar. Yine bu süre zarfında Yer’in etrafında Mars’ın 687, söz konusu dakikanın da bunun bir fazlası, yani 688 devri gerçekleşir.

Jüpiter, her hangi bir derecenin her hangi bir dakikasındayken Yer’den karşı kar­şıya bulunduğu noktaya aynı derecenin beşinci dakikasındayken, üçüncü gün[206] ise onuncu dakikasındayken geri döner. Bu böyle devam eder ve 11 sene, 10 ay, 26 gün içerisinde burçlar kuşağında tam bir devir yapar. Yine bu süre zarfında Yer’in etra­fında onun 4435, söz konusu dakikanın da 4336 devri gerçekleşir.

Satürn, karşı karşıya bulunduğu bir noktaya ikinci gün üçüncü dakikanın başın­dayken, üçüncü gün ise beşinci dakikadayken geri gelir. Böylece her gün iki dakika farklılık gösterip, 29 sene, 5 ay ve 6 gün içerisinde burçlar kuşağında tam bir devir yapar. Yine bu süre zarfında Yer’in etrafında kendisinin 9111, söz konusu dakikanın da 9112 devri gerçekleşir.

Sabit yıldızlar küresi, Yer’den karşı karşıya bulunduğu bir noktaya derecenin da­kikasının saniyesinin salisesindeyken geri döner. Böylece burçlar kuşağında 36000 yılda bir devir yapar ve Yer’in etrafında pek çok devri gerçekleşir.

Yıldızları gözlemleyen kimseler, kendileri için Kuşatıcı kürenin Yer’in üst kısmın­da Doğudan Batı ya, alt kısmında ise Batıdan Doğu ya doğru döndüğü ve yıldızla­rıyla birlikte diğer kürelerin devirlerinin de kendisine uyduğu ortaya çıktığında tıp­kı açıkladığımız üzere bunların hareket hızının yavaşladığı ve devirlerinin her gün biraz daha geri kaldığının bilgisine de ulaşmışlardır. Böylece, burçlar kuşağındaki konum ve durumlarını istedikleri anda bilsinler diye bunların hesabını yapmış ve astronomik tablolarda toplamışlardır.

Aynı şekilde astronomik tablolarla uğraşan kimseler de, kürelerinin Kuşatıcı kü­reden daha yavaş hareket etmesi bakımından gezegenlerin burçlar kuşağındaki de­virlerini açıkladıklarında, bu devirlerin Batı’dan Doğuya doğru bir hareketten ibaret olduğunu belirtmişlerdir. Böyle adlandırmalarının nedeni ise onların Yer’in etrafın­daki devirleri ile burçlar kuşağındaki devirlerini birbirinden ayırmaktı.

Bölüm

Gezegenlerin Batı’dan Doğuya
Doğru Hareket Ettiğine İlişkin İddianın Yanlışlığına Dair

Astronomi ile uğraşan kimselerden geometri ve doğa bilimlerine ilişkin zihin eg­zersizleri yapmayan pek çok kimse, gezegenlerin Kuşatıcı kürenin devir istikame­tinin aksine Doğudan Batı ya doğru hareket ettiğini zannetmiştir. Hâlbuki durum onların zanna kapılarak vehmettikleri gibi değil. Şayet durum onların zannettikleri gibi olsaydı, Kuşatıcı kürenin Doğudan doğarak Batıda kaybolmasına benzer biçim­de gezegenlerin de seyir çizgisi Batıdan başlayarak Doğuda son bulurdu. Bu kim­seler gezegenlerin burçlar kuşağında Kuşatıcı küreden farklı bir devir yaptıklarını gözlemlemiş ve bunu Doğudan Batı ya doğru bir hareket olarak isimlendirmişlerdir. Yine onları değirmen taşının üzerinde bulunup, bu taşın hareketine muhalif bir ha­reketle ilerleyen karıncalara benzetmişlerdir. Öylekibu değirmen taşı, kendi hareket hızı sayesinde karıncaları devrettiği yöne götürür. Şayet onların söyledikleri gerçek olsaydı gezegenlere ait sadece yedi hareket bulunurdu, çünkü gezegenlerin sayısı ye­didir. Hâlbuki gerçek durum farklıdır. Daha sonra anlatacağımız gibi, gezegenlerle ilgili gözlem yapan kimseler onlara ait 45 hareketten bahsetmiş ve bunların içerisin­de en hızh hareket edenin Ay olduğunu söylemişlerdir. Durum onların zikrettikleri gibi olsaydı Ay Yer’in etrafında 24 saatten daha az bir sürede dönüyor olurdu. Fakat tam tersi bundan daha fazla bir sürede döndüğü yukarıda açıklandı. Öte taraftan onların hareketlerinin Kuşatıcı kürenin hareket gayesine ters olması halinde doğa­larının da onun doğasından farklı olması gerekirdi. Yine söz konusu 45 hareketten dolayı 45 doğaya sahip olmaları gerekirdi. Hâlbuki durum onların zanna kapılarak vehmettikleri gibi değildir. Tam tersi bütün küreler ve gezegenler döngüsel hareket­leri bakımından bir tek doğaya sahiptirler ve bir tek gayeye yönelmişlerdir. Hare­ketlerinin hızlı ve yavaş olması bakımından farklılığı ise daha önce de açıkladığımız üzere kürelerin hareket ettiren ve hareket ettirilen olması dolayısıyladır. Hareketle­rinin hızh ve yavaş olmak bakımından farklılığı nedeniyle Yer’in etrafındaki devir süreleri farklılaşır. Yine Yer’in etrafındaki devir sürelerinin farklılığı nedeniyle, tıp­kı açıkladığımız gibi burçlar kuşağındaki devir süreleri de farklı olur. Gezegenlerin Yer’in etrafındaki devirlerine ilişkin farklılıklarına gelince bu, Beytü’l-Harem’i tavaf eden kimselerin devirlerindeki farklılık gibidir.

Bölüm

Gezegenlerin Yer’in Etrafındaki Devirlerinin

Beytü’l-Harem’i Tavaf Eden Kimselerin Devirlerine Benzemesine Dair

Bunun anlamı şudur: Beytü’l-Harem Mescidu'l-Harem’in ortasında, Mescidü’lHarem Harem’in ortasında, Harem Hicaz’ın ortasında, Hicaz ise İslam ülkelerinin ortasında bulunur. Aynı buna benzer bir biçimde, Yer Hava küresinin, Hava küresi Ay küresinin, Ay küresi de diğer kürelerin ortasında yer alır. Çeşitli yönlerden Beytü’lHarem’e yönelerek namaz kılan kimseler, kürelerdeki gezegenler ve onların Yer’in merkezine yönelmiş ışınlarına; kürelerin kendi gezegenleriyle birlikte Yer’in etrafında dönmeleri, tavaftaki kimselerin Beytü’l -Harem’in etrafında dönmesine; gezegenlerin Yer’in etrafındaki devir sürelerinin farklılığı da Beytü’lHarem’i tavaf eden kimselerin şavtlanndaki[207] farklığa benzer. Örneğin Bey tül-Harem’i tavaf eden kimselerden bazı­larının ağır ağır adımladığını, bazılarının acele ettiğini, bazılarının hızlı yürüdüğünü ve bazılarının koştuğunu görüyoruz. Bu nedenle şavt süreleri farklı olmakla birlikte bunların tamamı tavaflarını tek bir yön ve tek bir gaye doğrultusunda gerçekleştirirler. Hâlbuki ağır ağır adımlayan kimse “Irakî” köşesindeyken, acele eden kimse “Şâmî” köşesinde, hızlı yürüyen kimse “Yemanî” köşesinde, koşan kimse ise “Hacerü’l-esved” köşesinde bulunur. Bu nedenle de ağır ağır adımlayan kimse bir şavt yaptığında ko­şan kimse birkaç şavtı tamamlamış olur. Onların şavtları arasındaki bu farklılık aynı istikamete doğru yönelmemelerinden değil, hareketlerinin hızlı ve yavaş olmasından kaynaklanmaktadır. Yer’in etrafındaki devirleri bakımından kürelerin ve gezegenle­rin hükmü de böyledir. Şöyle ki Beytü’l-Harem’i tavaf eden kimseler tavafa Beyt’in kapısı önünden başlar ve Beyt’in etrafında dönerek yine bu kapının önünde yedi şavtı tamamlarlar. Gezegenlerin tamamının da, buna benzer bir biçimde, kürenin kapısı konumundaki Koç burcunun birinci dakikasında aynı anda hareket etmeye başlayıp Yer’in etrafında döndüğü, daha sonra ise yavaş ve hızlı hareket etmeleri nedeniyle burçlar kuşağındaki derecelerde paralelliklerinin bozulduğu söylenmektedir. Pek çok devirden sonra bunların tamamı harekete başladıkları dakikada aynı hizada toplan­dıklarında büyük topluluk oluşur ve devir yeniden başlar.

Bölüm

Gezegenlerin Devirlerinin Anlatımına Dair

Kardeşim bil ki Hint filozofları, öğrencilerin daha iyi anlamaları ve tasavvur etmek isteyenlere kolaylık sağlanması için gezegenlerin Yer’in etrafında nasıl döndüklerini örneklendirmiş ve şu şekilde anlatmışlardır: Hükümdarlardan birisi çevre uzunluğu 60 fersah olan bir şehir almış ve farklı hızla hareket eden yedi kişiyi onun etrafını do­lanmaları için göndermiştir. Bunlardan birincisi her gün bir fersah, İkincisi her gün iki fersah, üçüncüsü her gün üç fersah, dördüncüsü her gün dört fersah, beşincisi her gün beş fersah, altıncısı her gün altı fersah, yedincisi de her gün yedi fersah ilerler. Hükümdar şunu emretmiştir: Şehir kapısından başlamak suretiyle bu şehrin etrafın­da dolanın, yeniden kapının önüne varıp devrinizi tamamladığınızda ise bana gelin ve sizlerden her birinin kaç defa döndüğü konusunda beni bilgilendirin.

Bu kişilerin söz konusu şehrin etrafındaki devirlerini hesaplayabilen ve onları tasavvur edebilen bir kimsenin, gezegenlerin Yer’in etrafındaki devirlerini, onların kaç zaman sonra Koç burcunun ilk kısmına, başladıkları yere geri döndüklerini an­laması mümkündür. Söz konusu kişilerin dolanmalarının hesaplanmasına gelince, bunlardan altısı 60 gün sonra şehrin kapısı önünde biraraya gelir. Bu süre zarfında birincisi 1, İkincisi 2, üçüncüsü 3, dördüncüsü 4, beşincisi 5 ve altıncısı 6 defa dö­ner. Her gün yedi fersah dönen kişi ise, 8 tam ve artı 4/7 fersahlık bir devir yapar. Kişiler kaldıkları yerden dolanmaya devam eder ve 120 gün sonra kapının önünde tekrar biraraya gelirler: Altı kişiden her biri ilkinin 2 katı, yedinci kişi ise toplamda 17 tam ve artı 1 fersahlık devir yapar. Kaldıkları yerden dolanmaya devam eder ve bunlardan altısı 180 gün sonra kapının önünde tekrar biraraya gelir: Altı kişiden her biri ilkinin 3 katı, yedinci kişi ise toplamda 25 tam ve artı 5/7 fersahlık devir yapar. Kaldıkları yerden dolanmaya devam eder ve 240 gün sonra dördüncü kez biraraya gelirler: Altı kişiden her biri ilkinin 4 katı, yedinci kişi ise toplamda 34 tam ve artı 2/7 fersahlık devir yapar. Kaldıkları yerden dolanmaya devam eder ve 300 gün sonra be­şinci kez biraraya gelirler: Altı kişiden her biri ilkinin 5 katı, yedinci kişi ise toplamda 42 tam ve artı 6/7 fersahlık devir yapar. Kaldıkları yerden dolanmaya devam eder ve 360 gün sonra altıncı kez biraraya gelirler: Altı kişiden her biri ilkinin 6 katı, yedinci kişi ise toplamda 51 tam ve artı 3 fersahlık devir yapar. Kaldıkları yerden dolanmaya devam eder ve 420 gün sonra şehir kapısının önünde tamamı biraraya gelir. Böylece birincisi 7 devir, İkincisi 14 devir, üçüncüsü 21 devir, dördüncüsü 28 devir, beşincisi 35 devir, akıncısı 42 devir, yedincisi de 60 devir yapmış olur.

İşte bu, gezegenlerin Yer’in etrafında nasıl döndüklerine ilişkin Hint filozofları­nın getirdiği bir örnektir. Şöyle ki Yer, çevresinin uzunluğu 60 fersah olan söz ko­nusu şehre, yedi gezegen ve onların Yer’in etrafındaki devirleri de bahsi geçen yedi kişiye benzemektedir. Gezegenlerin hızlı ve yavaş hareket etmeleri nedeniyle ortaya çıkan farklılık bu yedi kişinin seyir farklılığı gibidir. Yine buradaki hükümdardan kasıt suretleri veren, yaratıcı Allah’tır. “Alemlerin rabbi Allah ne yücedir.”'5

Bölüm

Gezegenlere Atfedilen Geriye Dönme,
Düzgün Hareket Etme ve Duraksama Durumlarına Dair

Kardeşim şunu bil ki bu yedi gezegenden beşi; Satürn, Jüpiter, Mars, Venüs ve Merkür bazen geri dönüş, bazen de duraksama vasıflarıyla nitelendirilirler. Fakat bu doğru değil ve sadece gözlem sırasında ortaya çıkan bir durumdur. Şöyle ki gezegen­lerden her birinin cirmi episikl[208] [209] olarak adlandırılan küçük küreler üzerinde bulunur ve bunlar bileşiktir. Episikllerden her biri de daha önce anlatılan büyük kürelerden biri üzerinde yer alıp, bu kürenin içerisine dalmış durumda olur. Böylece yüzeyinin bir kısmı yukarıda bir kısmı ise aşağıda bulunur. Yine bunlardan her biri kendilerini taşıyan küre üzerindeki konumlarında sürekli bir devir halindedirler. Bileşik olan her bir gezegenin bazen kürenin en üst kısmına yükselip Yerden uzaklaşması, bazen de oradan alçalarak Yere yaklaşması söz konusudur. Kürenin tepe noktasındayken bu gezegenin burçların evvelinden sonuna doğru, kürenin en aşağı noktasındayken ise burçların sonundan evveline doğru hareket ettiği görülür. Yükseldiğinde ya da alçaldığında onun sanki duraksadığı görülüyorsa da aslında ne duraksar ne de geri döner, tam tersi dönmeye devam eder. Öyleyse yıldızları gözlemleyen kimseler bu isimleri sadece onlar için birer lakap olarak kullanmışlardır.

Bölüm

Kırk Beş Hareketin Sınıflandırılmasına Dair

Kardeşim bil ki söz konusu yedi gezegenden her biri için altı farklı yön söz ko­nusudur. Onlardan birincisi Doğu’dan Batıya, İkincisi Batı’dan Doğuya, üçüncüsü Kuzey’den Güneye, dördüncüsü Güneyden Kuzeye, beşincisi yukarıdan aşağıya, altıncısı aşağıdan yukarıya doğru hareketi gösterir. Toplamda bu hareketlerin sayısı 42dir. Sabit yıldızlar küresine özgü iki, Kuşatıcı küreyle ilgili ise bir hareket vardır. Böylece hareketlerin sayısı 45'e ulaşmaktadır. Gezegenlerin Doğudan Batıya doğru hareketiyle kastedilen şey, birincil ve gerçek yöndür. Batıdan Doğuya doğru hare­ketlerinin ne anlama geldiğini de önceki sayfalarda açıklamıştık. Yine gezegenlerin yukarıdan aşağıya ve aşağıdan yukarıya doğru hareketleri episikller ve dışmerkezli küreler itibariyledir. Kuzeyden Güneye ve Güneyden Kuzeye doğru harekete gelin­ce bu, burçlar kuşağının ekvator dairesinden eğimi itibariyledir ve uzunca bir açıkla­maya tabi tutulmuştur. Bu ilim konusunda ayrıntılı bilgi isteyen bir kimse, el-Mecisti kitabını ve ya kürelerin bileşimiyle ilgili bazı muhtasar eserleri incelemelidir.

Bölüm

Âlemde Var Olan İki Karanlığın Açıklamasına Dair

Kardeşim bil ki bütün âlem baştan sona Güneş’in ve gezegenlerin ışığyla aydın­latılmış durumdadır ve onda şu ikisi dışında karanlık bir nokta bulunmamaktadır. Bunlardan birincisi Yer’in gölgesi, diğeri de Ay’ın gölgesidir. Söz konusu iki cismin gölge yapmasının nedeni ise bunların aydınlatıcı ve şeffaf olmamasıdır. Ay’ın yüze­yinde görülen ışığa gelince bu, onun cirmine ait yüzeyin Güneş tarafından aydınla­tılması ve bu ışınları yansıtması nedeniyledir. Tıpkı Güneş ışınlarının düştüğü bir aynanın yüzeyinde olduğu gibi. Âlemdeki diğer cisimlere gelince bunlardan Güneş, gezegenler ve ateş gibi bazıları aydınlatıcı olup, zatî bir ışığa sahiptir. Küreler, hava, su, yine yeryüzünde bulunan cam, billur ve benzerleri türünden bazı cisimler gibi geriye kalan diğer cisimlerin tamamı ise şeffaftır. Aydınlatıcı cisimler zatî bir ışığa sahip olan cisimlerdir. Şeffaf cisimler ise zatî bir ışığa ve doğal bir sükunete sahip değil. Fakat aydınlatıcı bir cisimle karşılaştığında bu cismin ışığı onun bütün parça­larına bir kez delip geçer. Zira ışık, ruhanî bir surettir ve [şeffaf] cisimlere bir defada nüfuz etmesi ve aynı anda onlardan geçerek aşağıya doğru süzülmesi ruhanî suretin özelliklerindendir. Şayet aydınlatan cisimler ile şeffaf cisimlerin arasında şeffaf ol­mayan bir bölme bulunursa aydınlatan cismin ışığının şeffaf cisme nüfuz etmesini engeller. O halde Güneş’in, gezegenlerin ve ateşin ışığı onların zatından kaynaklanan bir ışıktır, kürelerdeki, hava ve sudaki ışık ise ârızîdir. Aydınlatıcı veya şeffaf olma­dıkları için Yer’in ve Ay’ın cirmindeki ışık gölgenin ortaya çıkmasına neden olur. Zira ışık şeffaf cisimlerin aksine bu ikisinin dahiline nüfuz edemez. Şu farkla ki Ay’ın cirmi pürüzsüzdür ve ışığı tıpkı aynanın yüzeyinin yansıttığı gibi geri çevirir Yer’in cirminin yüzeyi ise pürüzlüdür. Bu iki cisim arasındaki fark sadece bundan ibarettir.

Bölüm

Güneş ve Ay Tutulmasının Nedenine Dair

Kardeşim bil ki Yer’in ve Ay’ın cirimleri Güneş’in cirminden daha küçük olduğu için onların gölgeleri koni şeklinde oluşur. Koni şekli başlangıcı geniş, sonu ince olan ve ince kısmından kesintiye uğrayan bir şekildir. Yer’in gölgesi kendi yüzeyinde başlar ve gittikçe incelerek yukarıya doğru uzar. Böylece Ay küresine ulaşır ve onun alanında ilerler. Sonra Merkür küresine ulaşır ve son buluncaya kadar onun alanın­da ilerler. Onun Yer’in yüzeyinden Merkür küresindeki bitiş noktasına kadar olan uzunluğu Yer’in çapının 130 misline eşittir. Hava küresinin içerisinde bunun 16,1/2 kısmı, Ay küresinin içerisinde yine bu kadarlık kısmı ve Merkür küresinin içerisinde bitiş noktasına kadar 60 kısmı bulunur. Ay ile Güneş karşı karşıya bulunduğu zaman bu gölgenin çapı Ay cirminin çapının 2,3/5 misline eşit olur. Güneş, çıkış ve iniş düğümü olarak adlandırılan iki düğüm noktasından her hangi birinde bulunduğun­daysa Ay bütünüyle bu gölgenin içerisinden geçer ve Güneş ışığının kendisine ulaş­ması engellenmiş olur. Böylece Ay tutulması gerçekleşir ve ardından Ay, gölgenin diğer tarafından çıkarak belirginleşir.

Ay cirminin gölgesi Ay cirminin yüzeyinden başlayarak koni şeklinde uzar. Bir kısmı Ay küresinin bir kısmı da Hava küresinin alanında yer alan bu gölge Yer’in yü­zeyine ulaştığında son bulur. Gölge Yer’in yüzeyinde 150 fersahlık bir daire oluştur­makla birlikte bu dairenin ölçüsü Ay’ın Yer’den uzaklaşmasına ve ona yaklaşmasına bağh olarak artıp azalmaktadır. Bu da Ay’ın Güneş ile biraraya geldiği anda gerçekle­şir. Şöyle ki Ay, iki düğüm noktasından her hangi birinde Güneş ile biraraya geldiğin­de gözümüzle Güneş’in cirmi arasında yer ahr. Böylece onun ışığının bize ulaşma­sını engeller ve biz Güneş’i kararmış olarak görürüz. Ay, söz konusu iki nokta, yani biraradalık ve karşılaşma (içtima ve istikbal) noktaları dışında bulunduğundaysa bu iki noktadan birine daha yakın olur. Biraradalık noktasına daha yakın olduğunda, Ay’ın gölge konisinin başlangıcı Hava küresinin alanında, karşılaşma noktasına daha yakın olduğunda da kendi küresinin veya Merkür küresinin alanında bulunur. Yer’in gölge konisinin başlangıcına gelince bu, hangi burçta olursa olsun Güneş’in derecesi ile örtüşür ve her daim Güneş’e paralel biçimde döner. Güneş Yer’in üst tarafında bulunursa gölge Yer’in alt kısmında, alt tarafında bulunursa üst kısmında yer ahr. Yine Güneş Doğu’da bulunursa gölge Yer’in Batı kısmında, Batı’da bulunursa Doğu kısmında ortaya çıkar. Onların Yer’in etrafında sürekli tekrarladıkları bu iki durum gece ve gündüzden ibarettir.

Bölüm

Kürenin Beşinci Doğa Olduğuna Dair

Kardeşim bil ki filozoflar, “Küre, beşinci doğadır” sözüyle şunu kastetmektedir: Küresel cisimler, Ay küresinin altında bulunan cisimlerdekine benzer bir oluş ve bo­zuluşa uğramadıkları gibi kendileriyle ilgili değişim, dönüşüm, artma ve azalma da söz konusu olmaz. Yine bu cisimler tamamen döngüsel bir harekete tabidirler.

Bil ki bu cisimler pek çok niteliğe sahiptir. Bunlardan bazıları onların tamamı için ortak niteliklerdir, bazıları ise sadece bir kısmına özgüdür. Bütün cisimlerin ortak olduğu nitelikler uzunluk, genişlik ve derinliktir.

Bil ki suretler maddede ortaya çıkar ve madde bunlarla nitelenir. Bu suretlerden; uzunluk, genişlik ve derinlik gibi “mahiyet nitelikleri” olarak adlandırılan bazıları cismin zati ve yine onun varlığı için yapıcı niteliklerdir. Nitekim bunlardan birisi bulunmadığı takdirde cismin varlığı da ortadan kalkar. Cisim için tamamlayıcı olan suretlerin sayısı ise onun durumlarına uygun olarak pek çoktur. Bu suretler bir cis­me diğerlerinden farklı özellik kazandırabileceği gibi birkaç cisim için de ortak ola­bilir. Küresel doğal cisimler için ortak olan tamamlayıcı suretler şekil, hareket, ışık, şeffaflık ve parçaları birbirine bağlayan yaşlıktır. Doğal cisimlere özgü olanlar da sıcaklık, kuruluk, ağırlık, değişme, hafiflik, dönüşüm, doğrusal hareket ve benzeri niteliklerdir. Küresel cisimlere özgü olan ise bütün bu nitelikleri kabul etmemeleri­dir. Bu nedenle onlara “beşinci doğa” denilmiştir. Çünkü onlar sıcakhk-soğukluk, yaşlık, ağırhk-hafıflik gibi nitelikleri almazlar. Yine onlardan biri diğerine dönüş­mez, kendilerinden başka bir şey doğmaz ve ölçülerinde artma ya da azalma olmaz. Şanı yüce olan Yaratıcı onların tamamını yoktan var etmiş ve kendilerini mükemmel biçimde yaratmıştır. İzzet ve celal sahibi olan Yaratıcının, tıpkı var edip, suret verip, yaratıp, oluşturup, hareket kazandırıp, düzenlediği gibi yok etmeyi de dileyeceği za­mana kadar kendi konumlarında bulunmaya devam edeceklerdir. Yapıp yaratanların en güzeli olan Allah pek yücedir.[210]

Bölüm

Vehme Kapılanların Sözlerinin Yanlışlığına Dair

Kardeşim bil ki ilim sahiplerinden pek çoğu, filozoflara ait olan “Küre, beşinci doğadır” sözüyle onun doğal cisimlerden bütün nitelikleri bakımından farklı olduğu gibi bir anlamın kastedildiğini zannediyorlar. Halbuki durum onların zannettikleri gibi değil ve gerçeklik kendilerini yalanlamaktadır. Bunun anlamı şudur: Ay, küresel bir cisimdir, fakat ışık ve karanlığı kabul etme konusunda tıpkı yer cisimlerinde ol­duğu gibi onda da farklılık görülmektedir. Onlarınki gibi bir gölgesi bulunmaktadır ve Yere benzer biçimde o da şeffaf değildir. Öte taraftan kürelerin tamamı ile hava, su, billur ve cam arasında şeffaflık bakımından bir ortaklık bulunmaktadır. Yine ışık bakımından Güneş ve gezegenler ile ateş, yaşlık bakımından da [küresel cisimlerin] tamamı ile Yer arasında bir ortaklık söz konusudur. Bununla da “beşinci doğa” sö­züyle filozofların sadece döngüsel hareketi kastettikleri, yine doğal cisimlerin aksine küresel cisimler için oluş-bozuluş ve artma-azalmanın söz konusu olmadığını bildir­dikleri açıklanmış oldu.

Bölüm

Küresel Cisimlerin Ağır ve Hafif Olmadıklarına Dair

Kardeşim bil ki kendilerine ayrılmış mekanlarda bulundukları için küresel cisimle­rin ağır ve hafif olmadıkları söylenir. Bunun anlamı şudur: İzzet ve celal sahibi olan Ya­ratıcı mutlak cismi yaratıp tamamlayıcı suretlerle çeşitli kısımlara ayırmış ve daha önce de açıkladığımız üzere birilerini kuşatacak şekilde düzenlemiştir. Yine onlardan her biri için özgün ve en uygun bir mekan tahsis etmiştir. Bir cisim kendisine özgü mekan­dayken ne ağır ne de hafiftir. Çünkü ağırlık ve hafiflik, kendileri için ayrılmış mekan­dan başka bir mekanda bulunmaları hasebiyle bazı cisimlere arız olan iki durumdur.

Kardeşim bil ki kendi mekanında, yani âlemin merkezinde bulunduğu zaman Yer ağır değildir. Aynı şekilde su onun üzerindeyken, hava suyun üzerindeyken ve ateş de havanın üzerindeyken kendisi için ağırlık söz konusu değildir. Çünkü bunlar kendi­leri için tahsis edilmiş mekanlarda bulunmaktadırlar. Onların parçaları başka bir me­kanda bulunduklarındaysa kendilerine ağırlık ve hafiflik arız olur. Bunun anlamı şu­dur: Yer’in parçacıkları suda ve havadayken yabancı bir mekanda bulunurlar ve kendi merkezlerine ve cinslerine birleşmek isterler. Bir şey tarafından engellendiklerindeyse mücadele ve itişme vuku bulur ki bu da ağırlık olarak isimlendirilir. Havadaki suyun ve su parçacıklarının, suyun içerisindeki hava parçacıklarının ve yine havadaki ateş parçacıklarının hükmü de aynıdır. Her biri kendi âlemine, merkezine ve kendi cinsin­den olanlara birleşmek isterler. Şu farkla ki âlemin merkezine doğru yönelenlere ağır, Kuşatıcı küreye doğru yönelenlere ise hafif ismi verilmektedir. Bütün cisimlerin kendi konumlarında ve kendilerine tahsis edilmiş mekanlardeyken ağır veya hafif olmadık­larının deliline gelince bu, onların parçacıklarının bütünün içerisindeyken ağır veya hafif olmamasıdır. Bunun deney ve gözlemle açıklanması mümkündür. Deney yoluyla açıklamak için birisi su, diğeri ise havadan ibaret olan rüzgâr ile doldurulmuş iki tu­lum alınır ve ardından bunların her ikisi bir su havuzunun içerisine konur. Sonuçta içerisi su ile doldurulmuş tulumun suyun dibine daldığı, içerisi rüzgâr ile doldurulmuş tulumun ise suyun üzerinde kaldığı görülecektir. Suyun içerisinde durduğu sürece su ile doldurulmuş tulum için her hangi bir ağırlık söz konusu olmaz. Çünkü suyun içeri­sindeki su ağır değildir. Suyun üzerine çıkarıldığındaysa ağırlığı hissedilir. Öte taraftan suya daldırıldığı anda hava ile doldurulmuş tulumun şiddetle karşı koyduğu görüle­cektir, çünkü suyun içerisindeyken hava hafiftir. Havaya yükseldiğindeyse onun bu direnişi görülmeyecektir, çünkü havanın içerisindeyken hava hafif değildir.

Bil ki su ile dolu olan bir havuzdan bir miktar su alınıp sonra geri bırakılırsa söz konusu su bırakıldığı yerde duracaktır. Tıpkı Yerden alınmış bir toprak parçasının geri bırakıldığı zaman bırakıldığı yerde durması gibi. Aynı şekilde canlılar, doğuştan gelen sıcaklığı canlı tutan havayı içine çekip ardından teneffüs ederek dışarı verdi­ğinde, bu hava kendisini iten bir şey bulunmadığı sürece bırakıldığı yerde durur.

Bölüm

Küresel Cisimlerin Sıcak, Soğuk ve Yaş Olmadıklarına Dair

Kardeşim bil ki bunların sıcak, soğuk ve yaş olmadıklarının nedeni şudur: Sıcak­lık, akıcı ve çözümlenebilir cisimlerin hareketi sırasında ortaya çıkar. Çünkü bunla­rın parçaları birbirine olan yakınlığını değiştirir ve bir kaynamaya dönüşür ki bu da sıcaklıktır. Nem oranının yüksek olması hasebiyle parçaları birbirine sıkıca tutun­muş olan küresel cisimlerde ise parçacıkların birbirine yakınlığı değişmemekte ve sıcaklık olarak kabul edilen kaynama ortaya çıkmamaktadır. Soğukluğa gelince bu, cisimlerde hareketsizlik halindeyken ortaya çıkar. Halbuki küresel cisimler sürekli bir hareket ve devir halindedir, onlar için hareketsizlik ve soğukluk söz konusu de­ğildir. Yaşlığa gelince bu, parçacıklarının bir kısmı hareketli bir kısmı da hareketsiz olan cisimlerde ortaya çıkar, küresel cisimler ise hareketsiz kalmamaktadır.

Bil ki küresel cisimlerin sık bir yapıda olması, yaşlık oranının fazlalığından, yaşlık oranının fazlalığı da hareket ve devirlerin fazlalığından kaynaklanmaktadır. Çünkü hareket sıcaklığa, sıcaklık ise yaşlığa neden olur. Yaşlık sona erdiğindeyse sıcaklık giderek kaybolur.

Kardeşim bil ki küresel cisimler korunmuş bir düzene sahiptir ve dönmeye de­vam ettikleri sürece onun fertlerinin varlığı kalıcıdır. Dönmeye devam etmez ve ha­reketlerini durdururlarsa hareketsizlik soğukluğu, soğukluk da yayılma ve dağılmayı doğurur. Yayılma ve dağılma nizamı bozar, nizamın bozulması ise helaka ve yok olmaya neden olur.

Bölüm

Kıyametin Anlamına Dair

Külli nefsin kendisi ile irtibatı devam ettiği sürece küre dönmeye devam edecek, ondan ayrıldığındaysa büyük kıyamet gerçekleşecektir. Nitekim kıyamet sözünün anlamı da “ayaklanma” sözünden türetilmiştir, yani nefis ayrıldığında onun için kı­yamet kopacaktır. Allah Resulü (ona ve ailesine selam olsun) “Kişi öldüğünde kıya­meti kopmuştur” buyruğu ile cesedin değil, nefsin ayaklanacağını kastetmiştir. Çün­kü ceset ölümle birlikte ayaklanmamakta, tam tersi nefis kendisine ikinci defa geri dönünceye kadar olduğu gibi durmaktadır.

Kardeşim gaflet ve cehalet uykusundan uyan ve yolculuğa hazır ol! Hikmetin işa­retleri ile dolu olan, kurulmuş bu heykeli kendi isteğin dışında zorla senden almak için kıyametin kopmadan ve nefsin işitme, görme, koklama, tatma ve dokunma gibi duyularından yoksun bırakılıp, Kıyamet gününe kadar Berzah çukuruna terk edil­meden önce kıyamete hazırlan! Bu cismanî heykelin yardımıyla ruhanî bir heykel elde etmeye, cesedinle ilgili bu duyuların aracılığıyla aklî duyular kazanmaya çalış! Böylece bir süre sonra nefsini cisimler âleminden ruhlar âlemine kayıpla değil, ka zançla yükseltebilirsin.

Bil ki nefis bu heykelden ayrıldıktan sonra bedenin yaptıkları içerisinde kendi­sine sadece rabbani bilgilerden, meleklere özgü güzel ahlâktan, kurtuluşa götüren doğru düşüncelerden ve arınmış, memnuniyet verici, faydalı, salih amellerden ka­zandığı şeyler eşlik eder. Çünkü kendilerini alışkanlık edindiği takdirde bu şeyler ruhanî, aydınlatıcı ve güzel suretler olarak nefsin zatına kazınır. Nefis her defasında zatına bakıp bu suretleri gördüğünde mutluluk duyar, zatı sevinç, neşe ve zevkten dolup taşar. İşte bu onun geçmiş günlerde önceden kazandığı mükafat ve ödülüdür. Eğer alçak, kötü ve çirkin ahlaka, bozuk düşüncelere, günah dolu amellere ve kü­melenmiş bir cehalete sahipse hakikatleri göremeden kahr ve bu şeyler utanç verici, çirkin suretler olarak onun zatına kazınır. Nefis her defasında zatına bakıp, cevherini düşündüğünde kendisine üzüntü veren şeyleri görür ve zatından kaçıp kurtulmaya çalışır. Fakat kendi zatından kaçabileceği bir yer var mı?!

Kardeşim sana anlattıklarımı düşün, yaşadığın müferreh hayata, bedeninin sağlı­ğına, kardeşlerinle oluşturduğun sosyal yaşama, cisimsel durumlarının iyileştirilme­sine yardım etmen için seni arzulayan cismanî dostlarına aldanma. Yaptığın yardımı azalttığın anda sana buğz etmeye başlarlar, tahammül ettiğinde yaptığın iyiliklerin kıymetini bilmezler, yükseldiğinde sana karşı haset yaparlar, durumun kötüleştiğin­de başına gelenlerle alay ederler. Kısacası seni ancak kendi işlerinin yolunda git­mesi ve arzularının başarılı olması için isterler. Kardeşim öyleyse, seni her hangi bir karşılık beklemeden isteyen, düştüğün durumdan kurtaran nefsanî kardeşlerin, ruhanî akranların ile arkadaşlık kurmakta acele et. Arkadaşlık kurup söylediklerini dinlemek, mezheplerini anlamak, kitaplarını araştırmak, yöntem ve ilimlerine vakıf olmak, sünnetleriyle amel etmek, davranışlarını izlemek ve böylelikle de kendileriyle ilgili kötülüğün ve korkunun söz konusu olmadığı bu kimselerin arkadaşlıklarıyla kurtuluş bulmak için sakın geç kalma.

Fersah

 

Fersah

 

Yer’in çapı

2167

Güneş’in kalınlığı

216800

Yer’in çevresi

6800

Güneş’in çapı

4990037

Hava küresinin kalınlığı

68022

Mars’ın kalınlığı

6590552

Havanın çapı

78212

Mars’ın çapı

380841

Ay’ın kalınlığı

38027

Jüpiter’in kalınlığı

11987009

Ay’ın çapı

154257

Jüpiter’in çapı

62125159

Merkür’ün kalınlığı

121535

Satürn’ün kalınlığı

16470035

Merkür’ün çapı

609327

Satürn’ün çapı

95075229

Venüs’ün kalınlığı

1973655

Sabit yıldızlar küresinin kalınlığı

2600400

Venüs’ün çapı

4556637

Sabit yıldızlar küresinin çapı

147093229

 

“Semâ ve Âlem” risalesi burada tamamlandı ve kendisini “Oluş ve Bozuluş” risa­lesi izleyecektir.

Cisimsel-Doğal Bilimlerin Üçüncü
(İhvân-ı Safâ Risalelerinin Onyedinci) Risalesi:
Oluş ve Bozuluşun Açıklanmasına Dair1 [211]

Bölüm

Ay ve Altı Âlemdeki Cisimlere Dair

Esirgeyen ve Bağışlayan Allah’ın Adıyla

Hamd Allah’a ve selam onun seçilmiş kullarının üzerine olsun. Allah mı daha hayırlıdır, yoksa O’na ortak koştukları varlıklar mı?

Ey iyiliksever ve merhametli kardeşim, bilmelisin ki -Allah seni ve bizi kendi katından bir ruh ile desteklesinfelekî cisimler hakkındaki sözlerimizi, onların kaç tane olduğunu, düzenlerinin nasıl olduğunu, boyutlarının ölçülerini, dönüşlerindeki farklılıkları, hareketlerinin hızlarını, cevherlerinin tabiatlarının mahiyetini “Semâ ve Alem” isimli risalede açıklamayı bitirdikten sonra, şimdi de “Oluş ve Bozuluş[212]” isimli bu risalede ay feleği altındaki tabiî cisimleri, onların sayılarının ne kadar olduğunu, düzenlerinin nasıl olduğunu, tabiatlarının farklılıklarını, gökcisimlerinin etkileriyle bazılarının bazısına nasıl dönüştüğünü ve bunlardan meydana gelen yeni oluşumla­rın cinslerinin kaç tane olduğunu açıklamak istiyoruz.

Bilmelisin ki ey kardeşim, -Allah seni ve bizi kendi katından bir ruh ile destekle­sinay altı âlemdeki cisimler yedi cinsten oluşmaktadır: Onlardan dört tanesi esas tümeller (kıdlî)lerdir. Bunlar ateş, hava, su ve topraktır. Bunlardan üç tanesi ise cüz’î oluşumlardır. Bunlar da canlılar, bitkiler ve madenlerdir. O halde öncelikle esas tü­melleri açıklamakla başlayalım. Biz bu konuda diyoruz ki:

Temel küllilerin her birisi madde ve suretten oluşmuştur. Bunların hepsinin mad­desi cisim iken suretleri, her birinin diğerinden ayrıldığı şeydir. Ki bu da bunlardan her birinin zatına varlık veren suretidir. Suret ise; “varlık veren suret (mukavvim)” ve “tamamlayıcı suret (mütemmim)” olmak üzere iki çeşittir. [O halde öncelikle] bu iki suret arasındaki farkı öğrenmek için bunları nitelikleriyle açıklamamız gerekmekte­dir. O halde diyoruz ki: Bir şeyin zatına varlık veren (mukavvim) suret, maddesinden ayrıldığında bu şeyin varlığı da yok olur. Tamamlayıcı (mütemmim) suret ise bir şeyi ulaşması mümkün olan en yetkin duruma ulaştıran surettir. Bu suret ise maddesinden ayrıldığı zaman madde yok olmaz. Örneğin, hareket ve durma (sükûn) böyledir. Ni­tekim bunlar cisimden ayrıldığı zaman cismin varlığının ortadan kalkması gerekmez. Ancak en, boy ve derinlik cisimden ayrıldığı zaman cismin varlığı da ortadan kalkar.

Bilmelisin ki ey kardeşim, bir şeyin zatına varlık veren her suretten sonra tamam­layıcı bir suret gelir. Kendisine tabi olan başka bir şeyde etkide bulunan her varlık ve­ren suret, tek sayların çift sayılar ve çift sayıların da tek sayılar ardından gelmesi gibi, bazısı bazısının ardından gelir. Örneğin ateşin cirmini şekillendiren suret [müşâkil] onun zatına varlık veren yanma hareketidir. Onun ardından gelen tamamlayıcı su­ret sıcaklık, onun ardından gelen kuruluk, onun ardından gelen ise parçaların bir araya gelmesidir. Eğer ateşi çevreleyen havanın rutubeti onun aşırı kuru olmasını engellemeseydi onun parçaları bir araya gelir ve yıldırım, ateşin kuru olması gibi kuru olurdu. Ancak eğer kuruluk ve kuraklık ona ilişse en yüksek gaye olan ondan faydalanma azalırdı.

Bilmelisin ki ey kardeşim, hava birçok faziletin ve mükemmel özelliklerin ken­disinde bulunduğu yüce bir cevherdir. İşte bundan dolayı, nasıl ki seslerin havada dağılması onların uzun bir süre orada sabit kalmasını ve böylece ondan faydalanma­nın azalmasını ve ondan gelecek zararların da çoğalmasını engelliyorsa, hava da ru­tubetiyle ateşin kuru olmasını engellemektedir. Zira sesler dinleyicinin onu duyacağı kadar havada kaldıktan sonra yok olurlar. Eğer sesler havada uzun süre kalsalardı hava seslerle dolu olurdu ve bunun zararı da büyük olurdu ki bu durumda ihtiyaç duyulan sözü işitmek de mümkün olmazdı. Aynı şekilde eğer ateş kuru olsaydı ci­simlere sirayet etmez ve onları olgunlaştırmazdı. Böylece olgunlaştırılması istenen bütün şeyler çok ham kalırlardı.

Ey kardeşim, şanh Bârî’nin hikmetine bak ve onun hakkında tefekkür et. Zira o ateşin istikrarını onu kullananın talebine göre yaratmıştır. Bu kullanıcının ateşe ihtiyacı kalmadığı zaman en kolay bir şekilde onu ortadan kaldırabilir. Ancak eğer olduğu gibi [yanar bir durumda] kalsaydı zararı büyük faydası ise az olurdu. Sıcaklı­ğın meydana getirdiği latif olma durumu da ateşin zatının tamamlayıcı bir suretidir. Bunun ardından ise cisimlerdeki sirayetinin hızı gelir. Aynı şekilde aydınlık da ateşin zatının tamamlayıcı bir suretidir. Bunun ardından ise parlaklık gelir. [O halde] ateşin birçok tamamlayıcı sureti ateş cirminde bir araya gelmiştir. Bunlar hareket, sıcaklık, kuruluk, latiflik ve aydınlıktır. O halde ateş her bir suret ile diğer suretlerde bulun­mayan [kendisine has] bir etkide bulunur. Bu ise onun hareket ile bedenleri ısıtması, sıcaklık ile kaynatması, kuruluk ile kurutması, latiflik ile cisimlere sirayet etmesi, aydınlık ile etrafını aydınlatması, sıcaklık ve hareket ile de cisimleri kendi zatına dö­nüştürmesidir. Toprağın zatının varlık veren suretine gelince bu da hareketin zıddı olan sükûndur. Ondan sonra gelen tamamlayıcı suret ise soğukluktur. Soğukluktan sonra gelen tamamlayıcı suret ise kuruluktur. Bundan sonra gelen tamamlayıcı suret ise parçalarının bir araya gelmesidir. Aynı şekilde cevherinin yoğunluğu da onun tamamlayıcı bir suretidir. Parçalarının bir araya gelmesi onun cevherinin yoğunluğundandır. Parçalarının bir araya gelmesinden ise canlılar, bitkiler ve madenler gibi oluşumlar meydana gelir.

Ey kardeşim, bilmelisin ki kuruluk da iki çeşittir. Birincisi sıcaklığın ardından gelendir ki bu [değer bakımından] üstün olanıdır. İkincisi ise soğukluktan sonra gelendir ki bu da [değer bakımından] daha aşağıdadır. Bu durum ise sıcaklıktan sonra gelen kuruluğun olgun ve hafif olması, soğukluktan sonra gelen kuruluğun ise olgunlaşmamış olmasındandır. Örneğin yakut, kristal ve bunlara benzeyen şeylerin kurulukları bu şekildedir. Zira bunlar madenin sıcaklığının işlenmesiyle olgunlaş­mışlardır. Böylece artık bunlarda herhangi bir dönüşüm ve değişim söz konusu ol­maz. Soğukluktan sonra gelen kuruluğa örnek ise kar, buz, tuz ve bunlar gibi şeylerin kuruluklarıdır. Zira bunlar olgunlaşmadan ham olarak kaldıklarından dönüşüm ve değişimi kabul eden bayağı bir durumda olurlar. İşte bundan dolayı gök cisimleri oluş, bozuluş, değişme ve dönüşmeyi kabul etmezler. Çünkü onların parçalarının bir araya gelmesi kuruluklarının şiddetindendir ve kurulukları ise hareketlerinin sı­caklığından meydana gelmiştir. Sonra da kuruluk sıcaklığa üstün gelmiş ve böylece sıcaklık ortadan kalkmıştır ki biz bunu “Semâ ve Âlem adh risalede açıklamıştık.

Ay altı âlemdeki cisimlere (yere ait cisimler) gelince, bayağı kuruluktan meydana gelen parçaları, soğukluktan ve sükûndan dolayı herhangi bir olgunlaşma olmadan meydana geldiğine göre [o halde] bunlar dönüşüm, değişim ve bozulmayı kabul ederler.

Bölüm

Su ve Havanın Varlık Veren Suretleri ve
Tamamlayıcı Suretlerine Dair

Yine bilmelisin ki ey kardeşim, hava ve suyun her ikisinin zatına varlık veren su­ret, hareketli ve durağan bütün parçaların karışmasından meydana gelen rutubettir. Bu durum ise, daha önce açıkladığımız gibi, nasıl ki kuruluk maddenin bütün par­çalarının hareketlerinin şiddetinden ya da maddenin bütün parçalarının durağan­lığının şiddetinden meydana geliyorsa rutubet de bunun zıddı bir şekilde meydana gelmektedir. Bu da hareketli ve durağan parçaların karışımından meydana geldiğine delalet eder.

Suyun zatının tamamlayıcı sureti latif ve hareketli parçalarının az olması; du­rağan ve yoğun parçalarının ise çok olmasıdır. O halde suyun zatının tamamlayıcı sureti yoğun, durağan parçalarının çok ve latif; hareketli parçalarının ise az olması olduğuna göre, soğukluk bakımından toprağa benzer olur. Onun merkezi de topra­ğın merkezi gibi olur. Havanın zatının tamamlayıcı sureti ise, latif ve hareketli parça­larının çok olması ve yoğun ve durağan parçalarının az olmasıdır. O halde havanın tamamlayıcı sureti ise onun latif ve hareketli parçalarının çok olması; yoğun ve du­rağan parçalarının az olması olduğuna göre sıcaklık bakımından ateşe benzer olur. Merkezi de ateşin merkezi gibi olur.

Bilmelisin ki ey kardeşim, gök cisimlerinin varlık veren sureti, hareketin hızının şiddetinin ortaya çıkardığı sıcaklığın şiddetinden meydana gelen kuruluğun şidde­tidir. Ve ay altı âlemdeki cisimlerin varlık veren sureti ise, ısınma hareketinin zıddı olan durağanlığın şiddetinin ortaya çıkardığı soğukluğun şiddetinden meydana ge­len kuruluğun şiddetidir. Böylece ay altı âlemdeki cisimler kuruluk bakımından gök cisimlerine benzer olurlar. Hareket bakımından ise onların zıddı olurlar. Hareketleri merkezin çevresinde olduğuna göre durağanlıkları da merkezde olur. Çünkü zıdlar kendi zıdlarından en uzak yerlere doğru uzaklaşırlar. Çevreden en uzak yer ise mer­kezdir.

O halde, hava ve suyun varlık veren sureti durağan ve hareketli parçaların ka­rışımından meydana gelen rutubet olduğuna, rutubet de kuruluğun zıddı olduğu­na göre onun konumu da çevre ve merkez arasında bir yerde olur. Suyun zatının tamamlayıcı sureti de ondaki durağan ve yoğun parçaların çokluğu olduğuna göre su, soğukluk bakımından toprak gibi ve merkezi de toprağın merkezi gibi olur. Ha­vanın zatının tamamlayıcı sureti de hareketli ve latif parçaların çokluğu olduğuna göre hava da sıcaklık bakımından ateş gibi ve merkezi de ateşin merkezi gibi olur. Ey kardeşim, bu açıklamalarla ortaya çıkmıştır ki, cisimlerin bir kısmı bazı tabiatları bakımından diğer cisimlere benzer iken bazı tabiatlar bakımından onlara zıddırlar. Tabiatlarının zıtlıkları bakımından merkezleri farklılaşırken, tabiatlarının benzerlik­leri bakımından ise merkezleri birbirine yakın olur. Bu cisimler mertebelerinde sıra­landığı zaman her biri hafif olsun veya ağır olsun diğeriyle birleşmeden ve onunla te­mas etmeden kendisine has merkezinde sabit olarak durur. Bu cisimler herhangi bir zorlayıcı etken olmadan konumlarından dışarı çıkmazlar. Bu zorlayıcı etken ortadan kalktığında ise tekrar kendisine has konumuna geri dönerler. Zira herhangi bir engel ona mani olduğunda ikisi arasında bir mücadele başlar. Eğer bu mücadele çevre yö­nünde olursa hafiflik; eğer âlemin merkezi yönünde olursa ağırlık olarak isimlendi­rilir. Felekler sıralanması ile birlikte bu unsurlardan her biri, bazısı bazısını kuşatmış ve bazısı bazısının etrafında dönerek kendisine has konumunda durur. Ancak su küresi bu şekilde değildir. Zira ilahi inayet ve rabbani hikmet suyun bütün yönler­den toprağı çevrelemesini engellemiştir. Nitekim eğer su küresi yerküresini bütün yönlerden çevrelemiş olsaydı yeryüzünde canlıların ve bitkilerin meydana gelmesi engellenmiş olurdu. Ancak yeryüzünde sular için birikinti alanları oluşturulmuştur ki bunlar denizler ve kuyulardır. Biz, “Coğrafya Risalesinde yeryüzünün suretini, dağların, denizlerin, nehirlerin, iklimlerin ve beldelerin nasıl olduğunu açıklamıştık. Ancak bunları ihtiyaç ölçüsünde burada da ele almamız gerekiyor.

Bölüm

Yerküresi Üzerindeki Oluşumlara Dair

Bilmelisin ki ey kardeşim, yerküresi dağlardan, denizlerden, nehirlerden, yerle­şim yerlerinden ve harabelerden birçok şeyin üzerinde bulunduğu tek bir küredir. Ve o, âlemin merkezinde havada [asılı] durmaktadır. Hava ise onu kuşatmış ve her yönden onu sarmıştır. Doğudan batıya doğru uzanan büyük okyanusun konumu Koç burcunun yörüngesinin altındadır. Diğer denizlere gelince bunlar büyük ok­yanustan çıkıp kuzey yönüne ilerleyen kollar ve koylardır. Bunlar ise Akdeniz, Kızıl Deniz, Fars Denizi, Çin Denizi, Hint Denizi, Yecuc ve Mecuc Denizi ve Cürcan De­nizi olmak üzere yedi denizdir. Her bir denizin diğer denizle arasında adalar, kara parçaları, yerleşim yerleri, dağlar, ormanlıklar ve dağlardan çıkıp denizlere dökülen nehirler vardır. Dağlar yere sabit ve başları havaya doğru yüksek ve yücedir. Bu dağ­lar arasında vadiler ve mağaralar vardır. Dağların derinliklerinde mağaralar ve boş­luklar vardır. Yerküresinin derinliklerinde çıkıklar ve yüzeyinde muhtelif topraklar vardır. Bunlar arasında balçık toprağı, tuzlu toprak, kum, çakıl taşları, sert taşlar ve muhtelif arazi parçaları vardır. Bütün bunların farklılıklarının sebebi yıldızların ek­liptik yapıları ve ışınlarının bunların üzerine düşmesi ile feleklerin derecelerinin bu yerin karşısından geçmesidir. İşte bundan dolayı ay altı âlemdeki cisimlerde oluş ve bozuluş meydana gelir.

Bilmelisin ki ey kardeşim, bu dört unsurun bazısı bazısına dönüşmektedir. Böy­lece su bazen havaya, bazen ise toprağa dönüşmektedir. Hava için de durum aynen böyledir. Çünkü hava bazen suya, bazen ise ateşe dönüşmektedir. Ateşin durumu da böyledir. Zira ateş sönüp ortadan kalktığında havaya dönüşür. Hava ise yoğunlaştığı zaman suya dönüşür. Su ise donduğu zaman toprağa dönüşür. Bunun aksi durumu ise toprağın çözülmesi ve incelmesiyle suya dönüşmesidir. Su eriyip çözülünce ha­vaya dönüşür. Hava ise ısındığı zaman ateşe dönüşür. [Böylece artık] ateşin daha da latif olup dönüşeceği başka bir şey yoktur. Toprağın da daha kaba olup dönüşeceği başka bir şey yoktur. Bu dört unsurun parçaları birbirine karıştığı zaman bozuluşu kabul eden yeni oluşumlar meydana gelir ki bunlar madenler, bitkiler ve canlılar­dır. Bazısı bazısına karıştığı zaman bütün bunların aslı öz su ve buhardır. Buhar ise Güneş’in ve yıldızların ışınlarının denizlerin, nehirlerin ve göllerin yüzeylerine dü­şerek ısıtması sonucunda denizlerin, nehirlerin ve göllerin inceliklerinden [çıkıp] havada yükselen şeydir. Öz su ise yağmur suları tarafından yerin derinliklerine geti­rilen ve toprağın parçalarına karışan ve kalınlaşan ve böylece yer altındaki sıcaklığın onu yerin derinliğinde olgunlaştırdığı şeydir.

Bilmelisin ki ey kardeşim, dört unsurun ilk olarak dönüştüğü iki karışım buhar ve öz sudur. Bu iki karışım ise ay altı âlemde bozuluşu kabul eden oluşumların heyula ve maddesidir. Bu durum ise [şu şekilde olur]: Güneş ve yıldızlar; yerin, denizlerin, göllerin ve nehirlerin yüzeylerine düşen ışınlarıyla suları ısıttığı zaman sular azalır, toprak parçaları incelir, buhar ve dumana dönüşür. Buhar ve duman bulutlara dönü­şür. Bulutlar yağmurlara dönüşür. Yağmurlarda toprağı ıslattığında ve toprak parça­larını su parçalarıyla karıştırdığında buradan öz sular oluşur. Öz sular ise madenler, bitkiler ve canlılar gibi oluşumlar için madde ve heyula olur. Bunların her biri için ayrı bir risale tahsis ettik. Ve bu risalelerde, bu oluşumların öz sulardan nasıl oluş­tuklarını, terkiplerinin nasıl olduklarını, nasıl ortaya çıktıkları, nasıl büyüdüklerini ve en yüksek gayelerine nasıl ulaştıklarını açıkladık. Sonra nasıl bozulduklarını, na­sıl çürüdüklerini, nasıl dönüştüklerini ve kendilerinden oluştukları bu dört unsura nasıl dönmeye başladıklarını da [yine bu risalelerde] açıkladık.

Yine bilmelisin ki ey kardeşim, oluş ve bozuluş aynı zamanda aynı şeyde bir araya gelmeyen iki zıddırlar. Çünkü oluş bir suretin maddede meydana gelmesi iken bozu­luş bu suretin yok olmasıdır. Zira ondan bir şey bozuluşa uğradığı zaman başka bir şeyin oluşması gerekir. Çünkü heyula, kendisinden bir suret çekip çıkarıldığı zaman başka bir suret ahr. Eğer bu suret daha üstün ise oluş olarak isimlendirilir, eğer bu suret daha bayağı bir şey ise bozuluş olarak isimlendirilir. [Oluşa] şöyle örnek veri­lebilir: su ve toprak bitkiye dönüşür, bitki hububat ve meyveye dönüşür, hububat ve meyve gıdaya dönüşür, gıda da kan, et ve kemiğe dönüşür ve böylece bundan canlılar oluşur. Bozuluşa [örnek] ise bitkinin yandığı zaman küle dönüşmesi ve canlıların öldüğü zaman toprağa dönüşmesidir.

Ey kardeşim! Bilmelisin ki senin nefsinin kendisiyle tahassüs ettiği bedenin, bo­zuluşu kabul eden oluşumlardan birisidir. Onun senin nefsine olan nispeti, içinde oturulan ev ve giyilen elbise gibidir. Asla bütün ilgini ve dikkatini bu evi süslemeye ve bu elbiseyi kokularla [süslemeye] verme. Zira kesinlikle bilmelisin ki bütün mes­kenler harap olacak ve bütün elbiseler yok olacaktır. O halde bazı vakitlerini nefsin hakkında düşünmeye ve onun cevherinin, başlangıcının ve ahiretteki durumunun bilgisini istemeye ver. Hiç kuşkusuz o ebedi bir varlığa sahip kalıcı bir cevherdir. Fakat ona peşi sıra durumlar intikal etmiştir. Zira şöyle denilmiştir:

Nefs üzerine çalış ve onun faziletlerini kemale erdir,

Zira sen bedenle değil nefisle insansın.

Yine hadiste de [rûy-i ethaber] rivayet edildiğine göre, îbn Ebu Tâlib -Allah’ın selamı üzerine olsunhutbesinde şöyle demiştir: Şüphesiz siz, bir mekândan başka bir mekâna intikal ettirilerek sonsuzluk için yaratıldınız. [Şöyle ki, babalarınızın] bellerinden [annelerinizin] rahimlerine, rahimlerden dünyaya, dünyadan berzah âlemine ve berzah âleminden de cennet ya da cehenneme intikal ettirilerek.

Bölüm

Cennet ve Cehennemin Durumlarına Dair

Ey kardeşim! Bilmelisin cennet ruhlar âlemidir ve tamamı ruhani suretlerdir. Cis­mani madde değildir. Aksine salt sükûnet, lezzet, sevinç ve ebedi mutluluk hayatıdır. Ona hiçbir oluş ve bozuluş, değişim ve yok olma ilişmez. Çünkü o, eğer bilirlerse, canlılar diyarıdır. Burası canlılar diyarı olunca bu yerin sakinlerinin durumlarının nasıl olduğunu düşünme ey kardeşim! Zira burası ancak özetle anlatılabilir edilebi­lir. Allah’u Teâla’nın kitabında peygamberi Muhammed’in -Allah’ın selamı üzerine olsunlisanı üzerinden ifade ettiği gibi, “Canlarının istediği ve gözlerinin hoşlandığı her şey oradadır. Siz orada ebedî olarak kalacaksınız”[213]

Ey kardeşim! Bilmelisin ki cehennem ateşi; sürekli oluş ve bozuluşa uğrayan, de­ğişen, dönüşen ve yok olan ay feleği altındaki cisimler âlemidir. Ve oranın sakinleri de “derileri yanıp döküldükçe, azabı tatmaları için onların derilerini yenileyeceğiz”[214] [ayetinin işaret ettiği durumdadırlar]. Öyleyse ey kardeşim! Şanı yüce olan Allah’ın peygamberlerinin, velilerinin ve hâkim filozofların vazgeçtiği gibi, bu dünyanın gu­rurundan vazgeç. Belki o zaman buranın kalıcı bir yer olmadığını bilirsin ve ömrün bitmeden, ecel yaklaşmadan, herhangi bir baskı ve zorlama da olmadan kendi ira­denle yolculuk ve intikal için hazırlanırsın.

Yine bilmelisin ki herhangi bir şüphe ve taklit olmaksızın doğru (sahih) bir bilgi ile ahiretin dünyaya üstünlüğünü bilmeden bu seviyeye ulaşamazsın. Çünkü insanın doğası sonradan ve gâib olanın şimdi (hazır) ve çabuk olana üstünlüğünü bilmeden şimdi (hazır) ve çabuk olandan vazgeçmez ve gâib ve sonradan olanı da istemez.

Ey kardeşim! Allah’ın peygamberlerinin kendi lisanlarına indirilen ve anlamları meleklerden alınan kitaplarda işaret ettiklerini gayenin bilgisini elde etmeye çalış. Ki bu kitaplarda, cennet nimetleri ve cennet ehlinin saadeti, cehennemin nasıl olduğu ve cehennem ehlinin sıkıntıları tavsif edilmiştir. Aynı şekilde filozofların ve bilgin­lerin ruhlar âlemini ve bu âlemin ehline olan övgülerinde, cisimler âlemini yerme­lerinde ve oranın ehline kötü dileklerde bulunmalarında işaret ettikleri [anlamları] de elde etmeye çalış. Umulur ki aklınla onların tasavvur ettiklerini tasavvur edersin ve onların nefislerinin cevherinin temizliği ile müşahede ettiklerini sen de nefisinin cevherinin temizliğiyle müşahede edersin. Ve böylece nefsin gaflet ve cehalet uyku­sundan uyanır, âlimlerin ve saadete erenlerin yaşadıklarını yaşar ve bilgide [yüksek derecelere] çıkar, samimi gayretin göklerin hakikatine yükselir ve ahirette saadete erenlerden olur. Ey kardeşim Allah seni, bizi ve doğru yola eren bütün kardeşlerimizi korusun. Şüphesiz O kulları için oldukça merhamet ve şefkat sahibidir.

Ay altı âlemdeki dört unsur -ki bunlar ateş, hava, su ve topraktırhakkındaki sözlerimizi tamamladığımıza göre, bunlardan her birisinin kendisini en üstün du­ruma ulaştıran varlık veren suretlerden özelleştikleri [durumlar] hakkındaki açıkla­mamızı yaptığımıza göre, bazısının bazısına nasıl dönüştüğü hakkındaki açıklama­larımızı, ilk olarak dönüştükleri şeylerin buharlar olduğunu, buharlardan öz suların oluştuğunu, öz sulardan ise madenler, bitkiler ve canlıların oluştuğu hakkındaki sözlerimizi tamamladığımıza göre bu risaleyi burada bitirelim. O halde “ Yüce Eserler ve Havanın Olayları’'[215] isimli bir başka bir risaleye başlayalım ve bu risalede havada yükselen buharlar ve havanın ondan nasıl oluştuğunu anlatalım.

“Oluş ve Bozuluş Risalesi” (burada) tamamlandı bundan sonra “Yüce Eserler ve Havanın Olayları”gelmektedir.

Cisimsel-Doğal Bilimlerin Dördüncü
(İhvân-ı Safâ Risalelerinin Onyesekizinci) Risalesi:
Meteorolojiye Dair1 [216]

Rahman ve rahim olan Allah’ın adıyla!

A

llaha hamdolsun! Seçtiği kullarına da selam olsun! En hayırlı olan Allah’dır.

Hala ortak mı koşuyorsunuz.

Bölüm

Ey iyiliksever, merhameti bol kardeşim! Allah seni ve bizi katından bir ruhla desteklesin! Bil ki dört unsuru anlatmayı sonlandırınca “Meteoroloji”[217] başlıklı bu risalede hava olaylarını, atmosfer değişimlerini ve atmosferdeki felekî şahısların et­kileriyle değişimlerin nasıl meydana geldiğini anlatmak istedik. Zira âkil insanların çoğu yağmurun semada bulunan bir denizden yağdığını, dolunun dağlardan kay­naklandığını zannediyor. Zanlarmın doğruluğuna da aziz ve çelil olan Allah’ın şu ayetlerini delil getiriyorlar: “Biz semadan tertemiz bir su yağdırdık”,[218] [219] “Semadan içinde dolu bulunan dağlar yağdırır ’*. Onlar Allah Teâlâ’nın ayetinin anlamını ve kitabının ayetlerinin tefsirini bilmiyorlar. Bu nedenle şekk [tereddüt] ve şüphelerin ortadan kalkması için bu konuda birkaç söz söylemeyi uygun gördük.

Ey kardeşim! Bil ki “sema’nın Arapça’daki anlamı “Başın üzerinde olan her şey” demektir. Yağmur buluttan yağar. Havadaki yüksekliğinden dolayı buluta “sema” de­nir. Aynı şekilde üst üste yığıldığı için buluta “dağ” denir. Tıpkı dağların asılları ile zirvelerinin sükûnetinin üst üste olması gibi. Nitekim ilkbahar ve sonbahar günle­rinde bulutlar, sanki üst üste yığılmış atılmış pamuktan birer dağlarmış gibi görülür.

Bölüm

Tabiatın Mahiyetine Dair

Ayın dış çevresinin (felek) altında cereyan eden olaylar hakkında konuşan bilge­ler ve filozoflar, bu etkilerin ve fiillerin hepsini tabiata nispet ediyorlardı. Âlimlerin bazıları ise bunların fiillerinin olduğunu inkâr ediyorlardı. Aynı zamanda bir asıl olarak tabiatı da inkâr ediyorlardı. Bu nedenle onların “tabiat” sözünden ne anladık­larını, tabiatın fiillerini inkâr edenlerin tabiatın anlamını da ortadan kaldırdıklarını, onu anlamadıklarını ve kim böyle düşünürse tabiatın fiillerini inkâr ettiğini açıkla­mayı uygun gördük.

Ey kardeşim! Allah seni ve bizi katından bir ruhla desteklesin! Bil ki tabiat Küllî Nefs’in kuvvetlerinden bir kuvvettir. Bu kuvvetten ayın dış çevresinin altındaki bü­tün cisimlere saçılmış ve bu kuvvet cisimlerin bütün parçalarını sükûna kavuştur­muştur. Dinî terminolojide (şerî dil) buna “âlemi korumak ve evreni düzenlemek üzere vekil tayin edilmiş melekler” adı verilir. Felsefî dilde ise “doğal (tabiî) kuvvet­ler” adı verilir. Bu kuvvetler övgüye layık olan Bârî’nin izni ile bu cisimlerde faal hale gelir. Tabiatın fiilini inkâr edenler bu isimlendirmenin anlamını inkâr etmiş olurlar. Onlar iki grubun icması ile bu kuvvetlerin cisme yönelik olduğunu ve cismin -cisim olduğu içinasla fiilinin olmadığını zannettiler. Bu konuda sıhhatli deliller ve sapa­sağlam kanıtlar getirdiler.

Ey kardeşim! Bil ki tabiatın fiilini inkâr edenler diyorlar ki fiil ancak kudret sa­hibi bir canlıdan ortaya çıkar. Bu doğru bir sözdür. Ancak onlar, kudret sahibi bir canlının ancak cisimle birlikte olabileceğini zannediyorlar. İddialarına göre bu canlı arazlarla birlikte özel bir surette olduğunda ona yerleşir. Hayat, kudret, ilim ve ben­zeri gibi. Bu cisimle birlikte görülmeyen başka bir ruhanî cevherin olduğunu anla­yamıyorlar. Bu cevher “Nefs”tir. Onların tanımladıkları şey cisimde yerleşiktir. O ise -Nefs’i kastediyorumcisimdeki fiiliyle arazları açığa çıkarır.

Ey kardeşim! Bil ki tabiatın fiilini inkâr edenler Nefs ilmini ortadan kaldırmıştır. Onların Nefs’i bilmesi de mümkün olmaz. Zira onlar Nefs’i duyu organlarıyla idrak etmek istediler. Bunda başarılı olamayınca Nefs’in varlığını inkâr ettiler. Nefs’i kabul edip onun varlığını idrak edenler ise bunu cisimlerde bulunan Nefs’ten çıkan fiillerle bildiler. Çünkü onlar cismin hallerine itibar ettiler ve cismin kendi başına asla fiili­nin olmadığını kavradılar. Yine ona yerleşmiş olan arazların da fiilinin olmadığını, bütün fiillerin nefse ait olduğunu anladılar. Cisim ve arazlar nefse göre, ustanın âlet ve edevatı konumundadır. Usta bunlarla öne çıkar ve fiilini onlarla gerçekleştirir. Bu durumun beşerî sanatkârlarda görülmesi gibi. Onlar cismani âletleriyle eşya üze­rinde sanatlarını açığa çıkarıyorlar. Bunun örneği marangozdur. O fiillerini, balta, testere ve matkap gibi cismani âlet ve edevatla doğal bir cisim olan kerestede açığa çıkarıyor. Bunların hepsi endüstriyel cisimlerdir. Aynı şekilde sanatkârların kendi cisimleri (bedenleri) de doğal cisimlerdendir. Bu cisimler onların Nefs’lerinin, ken­disiyle sanatlarını ve fiillerini açığa çıkardıkları âlet ve edevatlarıdır. “İnsan Bedeni­nin Bileşik Oluşu”[220] ve “Pratik Sanatlar”[221] risalelerinde açıkladığımız gibi... Böylece tabiatın ne olduğu açığa çıkmıştır. Tabiat, gök kürede bulunan (felekî) Küllî Nefs’in kuvvetlerinden bir kuvvettir. Fiil sadece Nefse aittir. Tabiat, fiillerini cisimlerde bu­lunan Nefs kuvveti ile işler. Cisimlerin tamamı Nefs’in âlet, edevât ve edilgileridir. Düşünce ve bilginin, nesnel ve aklî bilgilerin idrak edilmesinde ve kuvveden fiile geçmesinde Nefs’in âletleri olmaları gibi. Şimdi Ay’ın dış çevresinin altındaki ba­sit cisimleri anlatmaya dönebiliriz. Deriz ki, tabiata ayrılan Heyulâ, görünüşleri ve sûretleri yapan {fail)-, hayvanları, bitkileri ve madenleri de şekillendiren (sâni’)dir. Heyulâ için felekî şahıslar ustanın edevatı gibidir. Çünkü felek (Dış çevre/katman), yeryüzünün etrafında her yirmi dört saatte bir tur dönmeye devam eder. Onun yıl­dızlarının hareketleri, gökyüzünün tavanından arzın ve denizlerin yüzeyine kadar uzanan ışıklarının uzunluğu, arzı ve denizleri ısıtması suların çözülmesine ve buha­ra dönüşmesine sebebiyet verir. Toprağın parçalarını yumuşatır ve dumana çevirir. Duman ve buhar birbiriyle karışır ve bu ikisinden ressamların boyalarından ortaya çıktığı gibi karışımlar meydana gelir.

Sonra gök kürede bulunan (felekî) Külli Nefs’in, tabiat olarak adlandırılan bütün cisimlerde mevcut olan kuvvetleri, Allah’ın izni ile bu katışımlardan ve karışımlar­dan kâinatın canlı, bitki ve madenlerden ibaret olan cinslerini örer, şekillendirir ve düzenler. İlk katışım ve karışım bu rükünlerin suretinde gerçekleştiği için -ki bu katışım ve karışım hareketinin kolaylığından ve dönüşümünün süratinden dolayı hava değişimleri ve atmosfer olaylarıdıröncelikle havanın durumunu, sonra sula­rın durumunu sonra da yeryüzünün kalan kısmının halini açıklamayı uygun gör­dük. Diyoruz ki:

“Gökyüzü ve Âlem’[222] [223] adlı risalemizde gök kürenin yerküreyi bütün yönleriyle kuşattığını açıklamıştık. Gökyüzünün yerin yüzeyinden Ay’ın dış katmanının en uç noktasına kadar olan tavanı yeryüzünün on altı buçuk katıdır. Çünkü yerin çapı 2167 fersahtır. Buna göre gökyüzünün tavanı 35758 fersah olur.

Ey kardeşim! Bil ki gökyüzünün tavanı üç farklı tabiata ayrılır. Birincisi yerin yü­zeyinden tarafadır. Diğeri yerle göğün ortasıdır. Çünkü Ay’ın dış çevresinden tarafa bulunan gökyüzü oldukça sıcak ve hararetli bir ateştir. Buna aşırı sıcak (esir)[224] denir. Ortada bulunan ise son derece soğuktur. Çok soğuk (zemherir) olarak adlandırılır. Yerin yüzeyinden tarafa olanın ise yer yer katışımı ölçülüdür (mu’tedilu l-mizâc). Bu da esinti (nesim) olarak adlandırılır. Bu üç tabiatın farklı olmasının sebebi, ayın dış katmanına dokunan gökyüzünün, ayla birlikte dönüşünün devamı ve hareketinin hızlılığı için şiddetli bir ısıya ulaşmış ve sonunda hararetli bir ateşe dönüşmüş olma­sıdır. Sonra bu ateş en aşağıya indiğinde hareketi en yavaş ve sıcaklığı en az konuma gelmiştir. Sıcaklığın her azalışında soğukluk galip gelmiş ve zemherir olarak adlan­dırılan aşırı soğukluğa ulaşana dek bu şekilde devam etmiştir. Yerin yüzeyinden ta­rafta olanın ise yer yer katışımı ölçülüdür. Aşırı sıcak dairesinin tavanı aşırı soğuk dairesinin tavanına oranla küçük bir şey olur. Güneşin, ayın ve yıldızların yerin yü­zeyine düşen ışıklarının uzaklığı, gökyüzüne yansıması ve yeri ısıtması olmasaydı yerin yüzeyi zahir olduğundan yeryüzüne teması mevcut halinden daha soğuk olur­du. Nitekim bu durum Kuzey Kutbunun altında ortaya çıkar. Çünkü orada altı ay boyunca gece olur. Hava şiddetli bir şekilde soğur, sular donar, hava koyu karanlık olur, hayvan ve bitki yok olur. Burasının karşısında yer alan Güney Kutbunda ise bu altı ay boyunca gündüz olur. Buradaki arazilerin üzerine Güneş ışıkları vurmaya devam eder. Güneşin ışıklarının yansıması havaya ulaşır. Sıcaklık artarak hayvanları ve bitkileri helak edecek ısıda bir ateş olacak derecede şiddetli bir hararete ulaşır. Diğer bir neden de Güneş bu arazilerin karşısında olduğunda yeryüzüne yakın olur. Çünkü Güneş’in yeryüzüne en yakın olduğu nokta Yay Burcunun sonundadır. Ku­zeyli burçlarda olduğunda ise Kuzey Kutbunun altında aynı şekilde altı ay boyun­ca gündüz olur. Ancak buradaki araziler Güney Kutbundaki arazilerin ısındığı gibi ısınmaz. Çünkü Güneş yeryüzünden uzak ve gökkürede yüksek bir konumda olur. Çünkü onun yeryüzünden en uzak olduğu nokta İkizler Burcunun sonundadır.

Ey kardeşim! Sonra bil ki Güneş’in yeryüzüne en uzak olduğu noktanın uzaklı­ğı ile en yakın olduğu noktanın yakınlığının arası yeryüzünün çapının ölçüsünün yüz katıdır. Bunun miktarı da 216755 fersahtır. Bundan dolayı yeryüzünün mamur bölgesi, ekvator çizgisinin kuzey çeyreğinde 66,5’inci dereceye kadar olmuştur. Bu alan Oğlak Burcunun başının geçiş noktasından zenit (semturreis) noktasına ka­dardır. Yine Keffü’1-Hadîb’den zenit noktasına kadardır. Bu çeyrekte, “Coğrafya risalesi”[225]nde açıkladığımız ve her bir iklimdeki şehirleri, dağları, denizleri ve nehir­leri izah ettiğimiz üzere, yedi iklim vardır.

Ey kardeşim! Bil ki bu iklimlerin ufuk açısının (Semt/Azimut) üzerine daha zi­yade havadan hafif bir rüzgâr (nesim) eser. Bu beldelerde doğal yapılar/karakterler (tabâi’) ölçülü olur. Bulut topunun kalınlığını, hafif rüzgârı ve yüksekteki daha fazla şeyi açıklamak istedik. Çünkü bulut topunun kalınlığı ve yüksekliği bu nedenlerden ötürü bazen artar, bazen de azalır. Bu değişim Güneş ışınlarının açılarına, gündüzün iki yakasında ve ortasında ışığı yansıtan yıldızlara, yaz ve kış günlerine göre ortaya çıkar. Yine bu durum Güneş ve yıldızların ufuklardan yüksekliklerine ve toprak par­çalarının ufuk açılarının kesişim noktalarına göre ortaya çıkar.

Bölüm

Ey kardeşim! Bil ki yıldızların ve Güneş’in ışınlarının yansımasından meydana gelen açılar yeryüzü yönünden üç çeşittir: Dar açı (hâd), dik açı (kâime) ve geniş açı (münferice). Bu açıların hepsi suları, toprağı ve havayı ısıtır; onlara hareket verir. Ancak onların en çok ısıtanı dar açı, sonra dik açı, sonra da geniş açıdır. Geniş açının bazısı diğerinden daha genişse dar açının da bir kısmı diğerlerinden daha dar olur. Dik açının ise hepsi eşittir. Açıların ne zaman geniş, ne zaman dik ve ne zaman dar olduğunu açıklama ihtiyacı hissettik. Deriz ki:

Güneş, Ay veya herhangi bir yıldız ufukta belirmeye başlayıp toprak ve denizin yüzeyine doğduğunda onların ışıklarının açılarının tamamı oldukça geniş bir açıyla yansır. Sonra yükseldikçe genişliği azalır ve daralır. Yükseklik 45 derece olduğun­da bütün ışıkların yansımalarının açıları bu bölgede dik olur. Yükseklik arttığında açılar kısalıp daralarak dar açı olur. Onlar her yükselip yükseklikleri arttığında yıl­dızlar arazinin karşısında yer alana dek açı daralmaya devam eder. Açılar çakışır ve kenarlar karşılaşır. Güneş batıya doğru yöneldiğinde kenarlar ayrılır ve dar açılar iyice daralır. Güneş veya herhangi bir yıldızın her batışında batı yönünden yükseklik ikinci kez kırk beş derece olana dek açıların genişliği artar. Açıların hepsi bir kez daha dik açı olur. Yükseklik kırk beş dereceden kısa olduğunda bütün açılar geniş açı olur. Yıldızların batıdan her batışında akşam vaktine kadar açılar genişlemeye devam eder ve hepsi son derece geniş açılara ulaşır. Tıpkı sabahleyin olduğu gibi... Bundan dolayı gündüzlerin ortaları, başlangıç ve sonlarından daha sıcaktır. Çünkü açılar sabahları ve akşamları geniş, gün ortasında ise dik olur. îki vakit arasında ise dar olur. Hava sıcakla soğuk arası ılık olur. Kış günlerinin ortasında, yaz günlerinin ortasında olduğu gibi şiddetli sıcak olmaz. Çünkü kışın Güneş’in yüksekliği kırk beş dereceye ulaşmaz.

Bahsetmeyi gerekli gördüğümüz hususu zikretmekten uzaklaşmış olduğumuz için diyoruz ki: Havakürenin (küre-i nesimi, atmosfer) gökyüzündeki tavanı en fazla on altı bin arşın (zira') olur. En azı ise yeryüzünün yüzeyine uygun düşer. Yeryüzün­de bulunan en yüksek dağın gökteki tepesinin yüksekliğinin bu miktarı geçmemiş olması havakürenin yüksekliğinin en fazla olduğu miktarın doğruluğunun delilidir. Bulutların yüksekliği bu dağların en yüksek noktasına ulaşmaz. Onları oradaki aşırı soğuğun şiddeti engeller. Çünkü bulutları havada yükselten şey yıldızların, ışıkla­rının konumlarıyla ve -daha önce açıkladığımız gibibu ışıkların yeryüzünden ve denizlerden dar açılarla yansımasıyla havayı ısıtmasından dolayı havanın sıcaklığı­dır. O, yeryüzünde oluşan açıların en darıdır. Havaya gelince o her yükseldiğinde bu açıların kenarları genişler ve orada sıcaklığı kabul eder. Onun fiili zayıflar, yüksekte etkisi yok olur ve orada soğuk galip gelir.

Ey kardeşim! Bil ki hava, değişim ve dönüşümlerden ilk önce ışık, karanlık, sıcak ve soğukluğu kabul eder. Sonra orada yükselen buharların ve sıkıştırılmış yayılan dumanların çokluğundan farklı rüzgârlar ortaya çıkar. Bunları fırtınalar, ışık halka­ları (hâlât), sisler, bulutlar, yıldırımlar, gök gürültüleri ve sarsıntılar takip eder. Daha sonra da yağmurlar, çiğ, ıslaklık, kırağı, kar, dolu, gök kuşağı, göktaşı (şuhub) ve kuyruklu yıldızlar (kevâkibu l-eznâb) ortaya çıkar. Bunları da denizlerin yükselmesi ile denizlerde ve nehirlerde gelgit (med-cezir) takip eder.

Ey kardeşim! Bil ki havada gerçekleşen bu değişikliklerin bir kısmı havakürenin tavanında, bir kısmı soğuk (zemherir) kürede, bir kısmı esîrkürede, bir kısmı da bunların aralarındaki ortak (müşterek) yüzeyde gerçekleştiği için bunları birer birer açıklama ihtiyacı hissediyoruz. Öncelikle yüzeylerin durumunu açıklamakla başlı­yoruz. Çünkü yüzeyler, ortak ve iç içe (mütedâhil) yüzeyler olmak üzere iki çeşittir. Ortak yüzey, su ve havanın yüzeyi gibidir. Yüzey yağ ve suyun arasındadır. O, iki cisim arasındaki sadece birini diğerinden ayıran ortak bir ayraçtır. îç içe geçmiş yü­zey ise çamurda ve kumda duran su gibidir. Toprağın parçaları suyun parçaları ile iç içedir. Suyun parçaları da toprağın parçaları ile iç içedir. Bu ikisinin arasında onları birbirinden ayıran bir ayraç olmaz.

Ey kardeşim! Bil ki birbirine temas eden iki cismin tabiatının birbirine yaklaşma­sı veya yaklaşmaması yüzeyden kaynaklanır. Havanın havadan tarafa en aşağı nokta­sının yüzeyi gibi. Bu kısımlar yeryüzünden tarafa takip eden diğer kısımlardan daha incedir. Aynı şekilde bize göre ateşle çevrili olan havanın yüzeyi ateşten uzak olan diğer parçalarından daha sıcak olur. Yine ateşin kendisini çevrelediği havadan tarafa yüzeyi onun kalan diğer parçalarından daha az sıcaktır. Demir, odun, taş ve benzeri sert cisimlerin yüzeyleri ise bitişik olduklarında ona bu vasfı sunmazlar.

Bahsetmeyi gerekli gördüğümüz hususu zikretmekten uzaklaşmış olduğumuz için diyoruz ki: Esîrkürenin ayın dış katmanından taraftaki yüzeyi ortaktır, parçaları iç içe değildir. Bütün gök cisimleri ve yıldızların küreleri de aynı şekildedir. Tabiat âlimlerinin çoğu soğuk (zemherir) küre ile eterküre arasında ortak değil de iç içe geçmiş bir yüzey olduğunu zannettiler. Durum onların zannettikleri gibi değildir. Aksine o, daha sonra açıklayacağımız gibidir. Ateşküre [küre-i nâriyye, pirosfer] ile soğuk (zemherir) kürenin yüzeylerinin arasının ise ortak olmadığı, aksine ateş, hava ve yerin yüzeyleri gibi iç içe olduğu açığa çıktı. Havakürenin yeryüzünden taraftaki yüzeyine gelince onun parçalarının aynı şekilde, yerin kısımlarının sonuna kadar gevşemesine bağlı olarak yerin derinliklerine kadar iç içe olduğu açığa çıktı. Sonra durur ve bundan fazlasına girmez. Bunun delillerinden birisi derinlere kadar ma­den kazanlarının başlarına gelen durumdur. Onlar buralarda, havayı düzenleyecek ve ocaklardaki lambaları aydınlatacak hava hareketi olması için belki de körüklere ve borulara ihtiyaç duyarlar. îçerdekilerin ne zaman havası kesilirse lambaları söner, madende bulunanlar boğulur ve ölürler. Canlı risalesinde açıkladığımız gibi havanın ulaşmadığı yerlerde canlıların olması mümkün değildir.

Ey kardeşim! Bil ki hava, cüzleri ince, hareketi hafif, akışı hızlı, değişimleri ve olayları kabul etmesi kolay olan durgun bir denizdir. “Hisseden ve Hissedilen (Hâss ve Mahsûs)” risalesinde onun ışık ve karanlığı, sesleri ve kokuları kabul edişinin na­sıl olduğunu; “Oluş ve Bozuluş risalesi"'°nde de onun sıcak ve soğuğu kabul edişinin nasıl olduğunu açıklamıştık. Bu bölümde rüzgârların oluşumunun nasıl olduğunu, kaç çeşidinin olduğunu, yönlerini, esmesindeki farklılıkları; bir vakitten diğerine, bir beldeden diğer beldeye onu harekete geçiren sebebin ne olduğunu tanıtmak istiyo­ruz. Aynı şekilde bulutların denizlerden çöllere, bozkırlara ve dağ başlarına nasıl sü­rüklendiğini; bulutun damlayı nasıl sallayıp düşürdüğünü açıklamak istiyoruz. An­cak bundan önce Ayın hallerini, konaklarını (menâzil); buharların, dumanların ve rüzgârların oluşumu için gereken ısının meydana gelmesi için gerekli olan, onun yıl­dızlarla ilişkisini ele almaya ihtiyaç duyuyoruz. Diyoruz ki: Gökkürede (felek) Ay’ın yirmi sekiz tane konağı (menâzil) vardır. Yüce Allah’ın Kur’an’da zikrettiği gibi: “Ay için birtakım evreler takdir ettik. Nihayet o, eğri hurma dalı gibi olur da geri döner"1'.

Ey kardeşim! Bil kibu evrelerin, etkileri bu dört asılda (el-erkânul-erbaa) ve bun­lardan meydana gelen şeylerde, ayın günbegün ve geceleri doğması esnasında ortaya çıkan özellikleri vardır. Aynı şekilde Güneş ve yıldızların birbirleriyle eylemlerini (fiil) ve etkilerini güçlendirdikleri ilişkileri vardır ki, bunun izahı uzundur. Bu konu burç (nucûm) kitaplarında mevcuttur. Ancak biz, bu konunun bu bölümde zikredil­mesi gereken kısmını anlatacağız. Çünkü bu evrelerin içerisinde fiilleri denizlerden, [226] [227]

vadilerden ve sazlıklardan kaynaklanan buharın etkisini artıran şeyler vardır. Yine bunların içerisinde fiilleri, yeryüzünden ve çöllerden gelen dumanların etkisini artı­ranlar vardır. Yine, özellikle ayın doğuşu evreyle birleştiğinde ve ay, evresinin özel­liğinden dolayı, benzer bir yıldızla bağlantı kurduğunda fiili, havanın ısınmasını ve suların azalmasını sağlayanlar vardır.

Bil ki, denizin dalgaları, suyun hareketinden ve cüzlerinin dört bir tarafa fırlama­sından başka bir şey olmadığı gibi, rüzgâr da, havanın altı yöne hareket ederek dalga­lanmasından başka bir şey değildir. Çünkü su ve hava durgun iki denizdir. Ancak su­yun cüzleri katıdır ve hareketi ağırdır. Havanın cüzleri ise incedir ve hareketi hafiftir.

Ey kardeşim! Bil ki havanın hareketinin sebeplerinden birisi, buharların deniz­lerden, çöllerden ve bozkırlardan yükselmesidir. Denizlerden nemli bir buhar, çöl­lerden ve bozkırlardan ise kuru bir duman çıkar ve havadaki sıcaklığıyla onları gök­yüzüne yükseltir. Hava onları farklı yönlere iter. Mekân, yükselen buharlar içinde genişler. Şayet kuru duman fazla olursa ondan rüzgârlar oluşur. Çünkü bu parçalar havakürenin en yukarısına çıkıp soğuduğunda ve soğukkürenin soğukluğu onun daha yukarı çıkmasına engel olduğunda bu durumda en aşağıya inmeye meyleder. Havayı dört yöne iterler. Bunlardan da çeşitli rüzgârlar oluşur.

Bil ki rüzgârın altı yönde birçok çeşidi vardır. Ancak bunların hepsi on dört çe­şittir. Bunlardan insanlar nezdinde bilinenleri dört tanedir. Bunlar da, sabâ rüzgârı, batı rüzgârı, güney rüzgârı ve kuzey rüzgârıdır. Çünkü hava doğudan batıya dalga­landığında bu dalgalanma Sabâ Rüzgârı olarak adlandırılır. Güneyden kuzeye doğru dalgalandığında Güney Rüzgârı adı verilir. Batıdan doğuya doğru dalgalandığında Batı Rüzgârı olarak adlandırılır. Kuzeyden güneye doğru dalgalandığında Kuzey (Cirbiyâ) Rüzgârı adı verilir. Şayet hareketi bu yönlerin arasında olursa buna ara yön (Nekbâ’) denir. Arayönler sekiz çeşittir.

Rüzgârlar aşağıdan yukarı doğru estiğinde fırtınalar meydana gelir. Bu ikisi kar­şılaşan ve yükselen iki rüzgârdır. Suyun kerrâdâtta ve lağımlara ve deliklere inişi esnasında karşılaşması gibi.

Rüzgârlar yukarıdan aşağı doğru estiğinde ise Âd[228] kavmini helak eden şiddetli rüzgâr (sarsar) meydana gelir. Çünkü bu rüzgâr onlara memleketlerinin batısından, havakürenin üstünde bulunan zemherir küredeki bulutların arasından sekiz gece ve sekiz gündüz esmiştir. Allah’ın zikrettiği gibi. Rüzgârın ne olduğunu, kaç çeşidinin olduğunu ve esiş yönlerini zikrettiğimiz için onun yönlerde ortaya çıkışını ve bundan maksadın ne olduğunu açıklamak istiyoruz. Çünkü onun ortaya çıkmasının maksat­larından birisi, bulutları deniz sahillerinden uzak beldelere ve kendisine ait kılındığı çöllere sevk etmesidir. Aynı şekilde yüksek, uzun ve yerin yüzeyine doğu, batı, gü­ney ve kuzey yönlerinden yayılmış olan dağların amaçlarından birisi, rüzgârların bulutları ait kılındığı beldelerin ve çöllerin dışına taşımasını engellemektir. Çünkü bu sabitlenmiş dağlar, rüzgârların bütün yönlere değil de sadece istenilen yöne yö­nelmesini sağlamak için ayakta durur. Nehirlerin önüne setlerin ve boruların yapıl­ması ve onu engelleyen kanalların açılması suları sadece istenilen tarlalara ve yerlere akıtmak içindir. Çünkü beldelerin ve çöllerin çoğu deniz sahillerinden uzaktır. Şayet rüzgârları engelleyen ve bulutları sevk eden bu uzun ve yüksek dağlar olmasaydı bulutlar ve yağmurlar bu beldelere ve çöllere ulaşamazdı. Tıpkı nehirlerin ve sulama kanallarının setleri ve boruları olmasa sazlıklara, derelere ve vadilere taşacağı gibi. Nitekim bu sulardan faydalanma imkânı azalırdı. Bu sular uzak beldelere ancak ka­zılmış kanallar ve yapılmış borularla ulaşır. Bu yüksek dağların diğer bir amacı daha vardır. Zira onların içlerinde mağaralar ve derin çukurlar vardır. Kışın bu dağların tepelerine şiddetli yağmur ve kar yağıp eridiğinde bu mağaralarda ve çukurlarda sular birikir ve bunların içerisinde depolanmış gibi olur. Bu dağların aşağılarında bu mağaralarda ve çukurlarda depolanmış suların çıktığı dar menfezler vardır. Buraya göz denir. Bu gözlerden dereler akar. Birbirleriyle birleşerek şehirler, köyler ve kırsal kesimlere akan ve buraları sulayan vadiler ve nehirleri oluştururlar. Bunlar tarlalar, ağaçlar, dallı ve otlu yerler arasındaki yolculukları esnasında denizlere, sazlıklara ve göletlere uğrarlar. Artan kısım ise denizlere, sazlıklara ve göletlere dökülür. Güneş bunları yumuşatır ve tekrar buharlaştırır. Bunlardan da sis ve bulut meydana gelir. Rüzgârlar bulutları önceki yıl olduğu gibi istenilen yerlere taşırlar. Bu durum ebedi­yen devam eder. Çünkü yüce ve bilgi sahibinin takdiri böyledir.

Bölüm

Ey kardeşim! Bu bütünüyle ilahi kaynaklı takdiri ve bilgece gerçekleşmiş olan rabbani siyaseti düşün, tefekkür et ve ibret al. Belki bu sayede nefsin gaflet ve cehalet uykusundan uyanır da basiret gözün açılır; ceset gözü ile bahsettiğimiz bu varlıkları (masnû'ât) gördüğün gibi, akıl nuru ile bu işleri yapan hikmet sahibi düzenleyiciyi görürsün. Böylece Allah’ın övdüğü ve şöyle dediği şahitlerden olursun: “Ancak bile­rek Hakka şahitlik edenler bunun dışındadır’.’[229] [230] [231] Yine şöyle dedi: “Onları kendilerine karşı şahit tutarak, ‘Ben sizin rabbiniz değil miyim?’ demişti. Onlar da ‘Evet şahit ol­duk ki Rabbimizsin demişlerdi’.’14 Sonra şöyle dedi: “Allah, melekler ve ilim sahipleri, ondan başka ilah olmadığına adaletle şahitlik etti. Ondan başka ilah yoktur. O, mutlak güç sahibidir, hüküm ve hikmet sahibidir."'5 Rüzgârları anlatmayı bitirmiş olduğumuz için bulutları, yağmurları, nemi, buzu, sisi, çiyi, bulutu, gök gürültülerini, şimşekleri ve doluyu anlatacağız.

Ey kardeşim! Bil ki buharlar havada yükseldiği ve hava farklı yönlere hareket etti­ğinde, onun bir yöne hareketi diğerinden daha fazla olur. Önüne engelleyici yüksek dağlar çıkar. Yukarısında da zemherir soğuğu engel olur. Aşağıda ise iki buharın biti­şik haldeki maddesi vardır. îki buhar havada artmaya ve katılaşmaya devam eder. îki buharın parçaları (cüzleri) birbirine karışarak ısınır ve bu karışımdan bitişik bulut kümesi meydana gelir. Bulutun her yükselişinde iki buharın parçaları soğur. Nemli buharın parçaları birbirine karışır. Ortaya çıkan şey kuru, uçucu bir duman olur.

Nemli, sulu ve ıslak bir buhar olmaz. Sonra bu özsu parçalar bir arada toplanırlar ve soğuk damla olurlar. Ağırlaşırlar ve yukarıdan aşağıya tekrar inerler. Bu durum­da yağmur diye adlandırılırlar. Bu nemli buharların yükselişi şayet geceleyin olur ve hava aşırı soğuk olursa buharların havaya çıkması engellenir. Aksine hava onları birer birer dondurur ve yerin yüzeyine yaklaştırır. Bundan da ıslaklık, kırağı ve çiy meydana gelir. Şayet bu buharlar havada biraz yükselir ve onların karşısına soğuk çıkarsa ince bir bulut meydana gelir. Şayet soğuk aşırı olursa bulutun içerisindeki küçük damlayı dondurur. Bundan da buz veya kar meydana gelir. Zira soğuk, sulu parçaları dondurur ve donan kütle havanın parçalarıyla karışarak ince ince yağar. Bundan dolayı onlar yerin yüzeyine soğuk ve yağmurda olduğu gibi aşırı bir şekilde düşmezler. Şayet hava sıcak olursa buhar yukarıya yükselir. Bulut ilkbahar ve sonba­har günlerinde görüldüğü gibi üst üste tabakalar oluşturur. Sanki o, birbirinin üzeri­ne yığılmış, atılmış pamuktan bir dağ gibidir. Şayet ona yukarıdan Zemherir soğuğu isabet ederse buhar katılaşır ve su olur. Cüzleri de birbirine karışır ve damla (katr) meydana gelir. Şayet ona bir ağırlık isabet ederse bulutun en yukarısından inmeye başlar. Sonra bu küçük damlalar üst üste yığılır ve toplanır. Sonunda bulutun altın­dan çıkarlar ve büyük bir yağmur olurlar. Şayet ona aşağı doğru yolculuğu esnasında aşırı bir soğuk isabet ederse yere ulaşmadan önce donar ve dolu adını alır. Bu damla­lardan bulutun üzerinde kalanı doluya dönüşür. Bulutun aşağısında kalan ise doluyla karışık yağmur olur.

Kim sözümüzün doğruluğundan hoşlandı ve buharların nasıl yükseldiği ile ilgili açıklamamızı, bunlardan bulutların nasıl oluştuğunu ve damlanın inişinin nasıl ol­duğunu zihninde şekillendirdiyse suların buharlaşmasına ve damlamasına baksın. Soğuk suyun buharlaşması, buharlaşma süresi ve hamamlarda yükselen buharlar gibi benzer olaylar ondan nasıl meydana geliyor. Hamamların tavanlarından su na­sıl damlar? Çünkü hava küreden tarafta olan zemherir kürenin yüzeyi ve buharın çevresindeki yalçın dağlar, kendisinden bulut ve yağmurların oluştuğu yükselen iki buharın dağılmasını engellemek ve üzerini örtmek için vardır. Tıpkı hamamların duvarlarının ve tavanlarının yükselen buharın dağılmasını engellemek ve üzerini örtmek için var olduğu gibi. Aynı şekilde hamamlar ve onların duvarları, nemlerinin buharlaştırılması ve damıtılması konusunda kimyasal kap (Kar'a)'h ve imbik konu­mundadırlar. Eczacılar nemlerini yükseltme ve sularını damıtmada kullandıkları bu iki kap ile ilaçlarını yaparlar.

Şimşeklere ve gök gürültülerine gelince, bu ikisi aynı vakitte gerçekleşir. Ancak yıldırım, ses kulaklara gelmeden önce gözlere görünür. Çünkü “Duyu (hâs) ve Du­yum (mahsûs) Risâlesi’nde[232] [233] açıkladığımız gibi, onlardan birisinin görünümü ruha­nidir ki o, parıltıdır. Diğeri ise cismanidir ki o, sestir. Bu ikisinin meydana gelmesinin sebebi ise yükselen iki buharın havada karşılaşmalarıdır. Nemli buhar duman adı verilen kuru buharı sarar ve zemherir soğuğu nemli buharı çevreleyerek her ikisini sıkıştırır. Kuru buhar nemli buharın içinde mahsur kalır ve nemli buharın içerisinde ısınır. Hemen çıkmak ister ve nemli buharı yırtar. Nemli buhar, kuru buharın ısı­sından patlar. Ateşin nemli şeyleri kuşattığında bir kerede patladıkları gibi. Böylece havadaki gürültü gerçekleşir ve ses bütün yönlere savrulur. “Duyu (hâs) ve Duyum (mahsûs) Risalesinde sesin nasıl gerçekleştiğini açıkladığımız gibi. Bu kuru buharın çıkışından ışıklı bir duman çakar ki buna yıldırım adı verilir. Sönmüş lambanın du­manı yanan lambaya yaklaştırıldığında onu da söndürdüğü gibi. Belki de bu buhar çözünüyor ve rüzgâr olarak bulutun içine yayılıyor. Çıkmak istiyor ve ondan ses ve gürültü duyuluyor. Şiş mideden yellenme duyulduğu gibi. Belki de bulut bir defada şiddetli bir şekilde burnunu çekiyor. Bundan da şiddetli bir ses oluyor ki buna yıldı­rım sesi deniyor. Şişkin bir kırbanın üzerine ağır bir taş düştüğünde onu kırdığı gibi.

Bölüm

Ey kardeşim! Bil ki havakürenin tavanını yüksek ve bulutun merkezini ihtiyaç duyulan ölçüde yeryüzünden uzak bir yükseklikte yapma; buharın yukarı çıkmak is­teyerek mesafe almasını bulutun, hareketinin yukarı doğru olmasının meydana gel­mesini de hava kabının işi yapma konularında şayet ilahi gözetim ve şanı yüce olan Bârî’nin[234] rahmeti olmasaydı gök gürültüsünün sesleri zayıf hayvanların kulaklarına zarar verir ve onları öldürürdü. Nitekim zaman zaman bu durum gerçekleşmektedir. Zira bulutlar bir araya toplanıp sıkıştıklarında birbirlerini yere yaklaşana kadar aşağı doğru bastırırlar ve gök gürültüsü olur, bulut aşağı tarafından delinir. Hava zil çalar ve kendisini yeryüzüne fırlatır. Bu olaydan yıldırım denilen şiddetli bir ses meydana gelir. O, kendisine yakın olan pek çok hayvanı ve aynı zamanda insanı öldürür. Şuayip ve Salih’in [Onlara selam olsun] kavimlerine yapıldığı gibi. Şimşeklerin hükmü de aynen bunun gibidir. Zira yukarı hareket etmek ateşin işidir. Bir araya toplan­mış bulutlar bunu engellediğinde alçalarak tekrar yeryüzüne döner ve isabet ettiği hayvan ve bitkileri yakar. Ancak nadiren gevşek cisimleri yakar. Çünkü o, onların gözeneklerine işleyen ince bir ateştir. Katı cisimler ise parçalarının sıkılığı ve direnci yüzünden ona galip gelirler, onu eritir ve yakarlar. Güneş ve Ay’ın etrafında meydana gelen ışık halkasına gelince, bu durum yağmura ve havanın nemli oluşuna delalet eder. Zira bu ışık halkası, buhar oraya yükseldiği vakit hava kürenin en yukarısının yüzeyinde meydana gelir ve bulut oluşmaya başlar. Bunun nedeni, Güneş ve Ay’ın bu yüzeyin üzerine doğdukları vakit ışıklarının buradan yukarıya doğru yansımasıdır. Bu yansımadan da Güneş ve Ay’ın suyun yüzeyine doğmasından meydana geldi­ği gibi daire meydana gelir. Bu dairenin resmi, bu ince bulutun altında kristal ve camın görüldüğü gibi görülür. Bu dairenin merkezi, Güneş ve Ay’ın merkezinden yerin merkezine çıkan doğrunun geçtiği toprak parçasının karşısındadır. Bu ışığın ulaştığı kimselerden zenit noktasına düz bir şekilde bakan herkes, bu dairenin mer­kezini başının üzerinde görür. Kim onun altından altı yönden birine çıkarsa dairenin merkezini kendi konumunun karşısındaki yönde görür. Bu dairenin çapı ebediyen, buhar kürenin (küretu 'l-buhâr) tavanının iki katı gibidir. Bu tavan azalsa da çoğalsa da... Çapının ölçüsü genellikle otuz iki bin zira’dır. Çünkü hava kürenin tavanı daha önce açıkladığımız gibi genellikle on altı bin ziraidir.

Gökkuşağına gelince o, havanın nemlenmesi esnasında havakürenin tavanında doymuş bir halde ortaya çıkar. Onun konumu ayakta dikili vaziyette olur. Kambur kısmı yukarda, zemherir kürenin yüzeyi tarafındadır. İki tarafı ise aşağıya, yeryüzü­ne doğrudur. Sabah ve akşamüstü, Güneş’in konumunun zıt istikametinde, doğuda ya da batıda ansızın ortaya çıkar. Gökkuşağı dairesinin çevresinin yarısından daha az bir kısmı görülür. Güneşin ufukta tam ortada olması durumu hariç... Gökkuşağı bu durumda dairenin çevresinin yarısına eşit görülür. Çünkü Güneş’in ana gövde­sinin merkezinden çıkan çizgi, yeryüzünün ve bu dairenin merkezinin tanjantıdır (mumâss). Bu durumda kuşak dik olarak görülür. Güneş yüksek olduğunda ise da­irenin çevresinin yarısından daha azı görülür. Yüksekliğin her artışında kuşak daha az ve daha küçük olur. Çünkü kuşak Güneş’in konumunun zıddı yönünde batmaya meyilli olur.

Ey kardeşim! Bil ki bu kuşağın kirişi ile bahsi geçmiş olan ışık halkasının çevresi­nin arası eşit orandır. Bu kuşağın meydana gelmesinin sebebi Güneş’in, havada du­ran bu nemli buharın parçalarının üzerine doğması ve ışıklarının oradan Güneş’ten tarafa doğru yansımasıdır. Onun görülen boyaları ise dört keyfiyet için söz konusu olan dört uyumdur ki bu keyfiyetler sıcaklık, soğukluk, nem ve kuruluktur. Yine bu boyalar dört asıl olan ateş, hava, su ve toprağın niteliği ile yaz, sonbahar, kış ve ilkbahardan oluşan dört mevsimi ayırmak için söz konusudur. Yine safra, kara safra (sevda), kan ve balgamdan oluşan dört karışımın benzerliği için; bitkinin ve ağa­cın çiçeğinin renklerinin benzerliği için söz konusudur. Çünkü bu kuşak meydana geldiğinde ve onun renkleri ortaya çıktığında havanın nemliliğine, otun ve otlağın çokluğuna, ağacın meyvesinin ve ekinin başağının yetiştiğine delalet eder. Onun or­taya çıkması ve görülmesi, dönemin arazilerinin ve verimliliğinin bir işareti olarak tabiatın hayvanlar ve insanlar için sunduğu bir müjde gibi olur.

Gökkuşağının kırmızısının o yıl içerisinde kan akıtılacağına, sarısının hastalık­lara, mavisinin verimsizliğe, yeşilinin yeşilliğe işaret ettiği ve işaretinin renklerin çokluğuna ve azlığına göre olduğu şeklinde halkın söylediği şeylere gelince, bunlar ıslahçı (engelleyici/zâcir) nezdinde aslına ve alt dallarına (fer’) delil teşkil eder. Bunu “Islah Etme ve İnce Görüş”[235] adh risalede açıklamıştık.

Gökkuşağının renklerinin düzenine gelince, kırmızı ebediyen sarının üzerinde, sarı da onun altında, mavi yeşilin altında yer alır. Şayet bir kuşağın altında başka bir kuşak bulunursa, bu renkler aşağıdaki kuşakta bunun tam tersine düzenlenmiştir. Bu konuya ait gerekçenin izahı uzundur. Çünkü onu ancak geometrik şekilleri, doğal olayları ve bileşik oranları bilenler anlayabilir.

Daha önce bulutun yeryüzünden havaya doğru on altı bin arşından daha fazla yükselmeyeceğini açıklamıştık. Bulutun en alt kısmı yerin yüzeyine dokunur. Ancak bu zaman zaman ve bazı beldelerde nadiren gerçekleşir. Çünkü bulut sürekli ve bü­tün beldelerde yerin yüzeyine dokunuyor olsaydı bu durum hayvanlara ve bitkilere zarar verirdi. İnsanların hareketlerini de engellerdi. Nitekim bu durum sisli gün­lerde ve deniz sahillerine yakın olan beldelerde görülür. Basra, Antakya, Taberistan gibi yerler denizlere yakın oldukları için buradaki insanların çok dikkatsiz oldukları görülür. Hatta bir miktar çiy, yağmur ve sis yağdığında göğsü sıkıştırır, nefes almayı zorlaştırır, elbiseleri ve eşyaları çürütür. Aynı şekilde şayet bulutun hepsi yeryüzüne yakın olursa gök gürültüsü ve yıldırım canlıların gözlerine ve kulaklarına zarar verir. Şayet havadaki yüksekliğin mesafesi görülmeyecek şekilde uzak olsaydı yağmurlar, karlar ansızın yağarlardı. İnsanlar ve hayvanlar ondan korunmak için hazırlıksız bir halde gafil avlanırlardı. Bu durumda genel bir büyük zarar olurdu.

Ey kardeşim! Tabiatın fiiline bakma. Bu ilahi hikmet ve rabbânî yardım hakkında düşün. Bu eşya gerçekten aşırı uzak ya da yakın olmaksızın havada ihtiyaç duyulan ölçüde nasıl yükseltildi. Şayet bu iki durum (çok yakın ve çok uzak olma) söz konusu olsaydı insanlar, hayvanlar ve bitkiler için zarar söz konusu olurdu.

Bölüm

Kışın yağmurların çok olmasının, yazın da az olmasının sebebi, Irak’ta ve ona ya­kın olan kuzey iklimlerinde yazın iki buharın daima kıştan daha fazla yükselmesidir.

Ey kardeşim! Bil ki Ay feleğinin altında gerçekleşen her olayın dört nedeni var­dır. Kâinattaki her şey bu dört nedenin bileşkesiyle oluşur. Bunların birincisi özle/ilk maddeyle alakalı (heyulan!) nedendir. Diğeri biçimsel (Sâri) nedendir. Bir diğeri ya­pana yönelik (fâiliyyet) nedendir. Sonuncusu da tamamlamaya yönelik (temâmiyyet) nedendir.

Heyûlânî neden bulutlar, yağmurlar ve o ikisine tabi olanlar -ki bunlar daha önce açıkladığımız gibi yükselen iki buhardıriçin söz konusudur. Fâiliyyet nedeni, bahsi daha önce geçtiği gibi, ışıklarının ulaştığı yerlerle birlikte Güneş ve yıldızlardır. Bi­çimsel neden ise iki buharın toplanması ve donmasıdır. Bu yüzden fâiliyyet nedeni havanın soğukluğudur. Tamâmiyete yönelik neden de yerin bir şeyi yetiştirmesi için yağmurların oluşmasıdır. Böylece bitki biter ve hayvanlar ondan gıda alırlar.

Güneş kuzey burçlarında altı ay kaldığı ve bu beldelerin zenit noktasına, yaklaş­tığı zaman hava aşırı ısınır. Buharlar harekete geçer ve bir tabaka oluşturur. Kuzeyli rüzgârlar onları güney nahiyelerine götürür. Güneş bu beldelerin ufuk açılarından uzak olur. Hava soğur ve orada kış meydana gelir. Yağmurlar, bulutlar ve bu ikisine bağh hava olayları gerçekleşir.

Altı ay sonra Güneş, güneyli burçlarda bu beldelerin ufuk açısına yakın bir halde olduğu ve kuzeyli beldelerden uzaklaştığı zaman birisinde kış, diğerinde yaz olur. Bu onların süregelen kanunlarıdır. Kışın, yazın, bulutların, yağmurların ve bahsi geçen onlara tabi olan olayların kanunudur. Bütün bu olaylar Zemherir kürenin altında, havakürenin üst kısmında gerçekleşir.

Bölüm

Zemherir kürenin tavanındaki olaylara gelince, bunlar göktaşları ve geceleri gö­rülen yıldız kaymalarıdır. Bu olaylar bazen çoğalır, bazen azalır.

Bunların heyulasına (ilk madde) ve maddesine gelince bu, dağlardan ve çöller­den yükselen gözle görülmeyen kuru bir dumandır. Bu madde yükselmesi esnasında Zemherir Küre ile Esir Küre arasındaki ortak kısma ulaştığında burada döner, şekil değiştirir ve Eserin ateşi tutuşur. Lambanın ateşinin, sönmüş lambanın dumanın­da alevlendiği gibi... Yıldırımın ateşinin, buluttaki yağlı kuru dumanda alevlendi­ği gibi... Ateşin beyaz petrolde (neftyağı) alevlenip sonra onu hızlıca yok ettiği ve söndüğü gibi. Bunların maddesinin kuru duman olduğunun delillerinden birisi de kurak yılda bu hadiselerin görülmesinin çoğalmasıdır.

Bu dumanların nasıl oluştuğuna gelince, bunlar oraya yükselip burada ateşi yaktık­ları zaman -bunların düşüncede var oldukları göz önüne alındığındabazen onların sanki tabanı ateş küreden [Pirosfer] yana, konisi yeryüzünden yana olan dik, konik birer direk oldukları görülür. Bunun delili orada ateş yandığında alevin büyük olduğu­nun görülmesidir. Sonra sönene dek küçülmeye, zayıflamaya ve azalmaya devam eder. Bakan kişi onun, hareketi esnasında semadan inen uçucu bir ateş olduğunu düşünür.

Bu örneği dikkate aldığımız zaman zemherir küre ile esir küre arasında, parçaları iç içe geçmiş, ortak olmayan bir yüzeyin var olduğu zannedilir. Bazen onun hareketi, inişi esnasında sanki o büyük bir topun yüzeyine yuvarlanan[236] [237] küçük bir topmuş gibi görülür. Zira bazen onun inişi ve alevlenmesi esnasında hareketinin doğudan başladığını ve batıdaki zenit noktamıza ilerlediğini, bazen de batıdan doğuya doğru ilerlediğini görürüz. Bazen de güneyden başlar ve kuzeydeki zenit noktamıza ilerler. Ya da kuzeyden güneye ilerler. Bazen de bu yönler sapar. Bakan kişi onun, içinde ateş yanan pamuktan bir küre olduğunu, sonra havaya atıldığını düşünür. Ateşin onu her tüketişinde kıvılcım saçar ve zayıflayarak geçip söner. Bunun örneği geceleyin hayaletlerin oynadığı toptur. Zira onlar parlak bir yapışkan (Sindrûs) ve ilaç parçala­rından yoğrulmuş bir top edinirler. Onun içine ateş yakarak ağızlarına alırlar. Dans ettiklerinde ya da dinlendiklerinde ağızlarından ve burun deliklerinden ateş çıktığı görülür. Bu madde bitene ve bu ateş sönene kadar mevcut durumları devam eder.

Bölüm

İnsanların çoğu bu göktaşlarının inişinin, havadaki semadan yeryüzüne atılarak düşmüş yıldızlar olduğunu zannedebiliyorlar. Bu yanlış iddialarının doğruluğuna Allah’ın şu sözünü delil getiriyorlar. “Andolsun ki biz yakın göğü kandillerle süsledik ve onları şeytanlara atılan taşlar yaptık”2'

Bu ayette yıldızların bizzat kendilerinin atıldığına delil yoktur. Çünkü sen “Bu yayı düşmana ve kâfirlere atmak için aldım” dediğinde bu sözünde, senin yayının kendisini atacağına delil yoktur. Bilakis onunla ok atacağına delil vardır. Allah’ın “onları şeytanlara atılan taşlar yaptık” sözü de bunun gibidir. Yani yıldızlardan gök­taşları atılır demektir. Çünkü daha önce açıkladığımız gibi, göktaşları ancak bu yıl­dızların doğması ve ışıklarının havada olmasıyla gökyüzünde ortaya çıkar. Bu ve benzeri ayetlerin anlamını risalelerimizde açıklamıştık.

Bil ki yıldız bilimciler sekizinci felekte sabit olan yıldızların “Semâ ve Âlem”[238] risa­lemizde açıkladığımız gibi geniş bir kürsü olan Satürn (Zühal) gezegeninin arkasında olduğunda ittifak halindedirler. Allah, onların aşağı semanın süsü olduğunu belirtmiş­tir. Çünkü yeryüzü halkı onları, aşağı sema olan Ay feleğinin aşağısında görürler.

Bu göktaşlarının yeryüzüne yakın ve Ay feleğine uzak bir noktada ortaya çıktı­ğının delillerinden birisi de hareketlerinin süratidir. Onlar bir anda doğudan batıya veya batıdan doğuya hareket ederler. Şayet Ay feleğine yakın olsalardı onların hare­ketini bu hızda göremezdin.

Ey kardeşim! Bil ki göktaşları ortaya çıktığında, bakanlara karşılık geldiğinde ve gözle görülür bir halde ufuğa gidişi esnasında zenit noktalarından başka bir yöne geçtiğinde görenler onun yeryüzüne ulaştığını düşünürler. Oysa durum böyle değil­dir. Çünkü o, yükselmeyi isteyen hafif bir maddedir. Onun alevlenmesi ancak hafif­liğini artırır. Ondan yeryüzüne düşen şeye gelince hava kürede meydana gelen şey odur. Bulut onu sıkıştırır ve aşağıya geri gönderir. Bulutun yukarıdan aşağıya doğru sıkıştırdığı şimşek gibi...

Bu maddenin dönüşünün sebebine gelince, kürevî şekiller almak sıvı maddele­rin (el-cismus-seyyâl) özelliğidir ki bunu hiçbir şey engelleyemez. Damlanın havada döndüğü gibi. Çünkü kürevî şekil, “Geometri Risalesi ’nde[239] [240] belirttiğimiz gibi şekille­rin en üstünüdür.

Onun sadece bir yönde hareket etmesinin sebebi ise onu karşı yönden iten bir unsurun olmasındandır. Bu unsur rüzgâr değildir. Çünkü onun hareketi rüzgârdan daha hızlıdır. Onun hareketinin sebebini “Hareketler Risalesinde açıklamıştık.

Ey kardeşim! Ay feleğinin altında hava kürenin nasıl var edildiği ve düzenlendi­ği; sıcaklığıyla havada yükselen katı dumanları yakması, katı ve çürümüş buharları inceltmesi için hava küreyi nasıl ışıksız bir ateş yaptığı konusundaki bu ilahi hikmet ve rabbani gözetimi düşün. Bütün bunlar havanın saf ve şeffaf olması içindir. Bu ateşi aydınlık bir şekilde var etmedi. Çünkü o bizim bildiğimiz ateş gibi aydınlık olsaydı, canlıların gözü, özellikle de insan, küreler âlemini ve yıldızları göremez­di. Çünkü orada varoluş engellendiği zaman, nefislerin ona doğru yükselme arzusu artsın diye onu görme ve ona bakma engellenmemiştir. Övgüye layık olanın dediği gibi: “Güzel sözler O’na yükselir. Bu sözleri de yararlı iş yükseltir”[241] Yani inananların mutluluğu onunladır. Kâfirin mutluluğunun yasaklanması konusunda şöyle dedi: “Onlara göklerin kapıları açılmaz. Onlar, deve iğne deliğinden geçinceye kadar cen­nete de giremezler”[242] İlahî hikmet, esirin alevinden hayvanların ve bitkilerin telef olmalarını engellemek için aynı zamanda soğukluğuyla zemheriri hava küre ile eter küre arasında bir örtü kılmıştır. Hava küreyi de mutedil bir ölçüde yaratmıştır. Onun sebebi, daha önce açıkladığımız gibi, yıldızların ışıklarının yansıması olunca -ki en çoğu ve en kesini Güneş’tirbazen havanın soğukluğu dolayısıyla kaybolur, bazen de havanın sıcaklığı yüzünden doğar. Onun doğuşu sürekli devam etseydi sıcaklık sürekli devam eder ve aşırı sıcak olurdu. Bu ise mutlak fesat olurdu. Yine onun kay­bolması sürekli olsaydı hava soğur, sular ve nemler donardı. Soğuktan bitkiler ve hayvanlar helak olurdu. Yine güneyde yaz ve kuzeyde kış olması için Güneş’i güney­deki yerleşim yerlerine meylettirdi. “Bu mutlak güç sahibi ve hakkıyla bilen Allah’ın takdiridir.”[243] [244] Bu, Allah’ın kullarına olan nimetlerinin büyüklerindendir ve Allah’ın şu sözünün anlamıdır: “De ki: Söyleyin bakalım, eğer Allah size geceyi ta kıyamet gü­nüne kadar aralıksız devam ettirse, Allah’tan başka, size ışık getirecek tanrı kimdir?”™ “De ki: Söyleyin bakalım, eğer Allah size gündüzü ta kıyamet gününe kadar aralıksız devam ettirse, Allah’tan başka, istirahat edeceğiniz geceyi size getirecek tanrı kimdir? Hala görmeyecek misiniz? Allah, rahmetinden ötürü geceyi dinlenesiniz; gündüzü de, lütfundan isteyesiniz diye sizin için yarattı. Ola ki şükredersiniz.”[245]

Bu kıyasa göre kış ve yaz sürekli olsaydı düzenin yok olması ve bozulması söz konusu olurdu. Aynı şekilde gök cisimlerinin yörüngeleri tek bir ufuk çizgisi üze­rinde süreklilik arz ederdi. Yüce Allah şöyle der: “Güneş, ay ve yıldızlar onun emrine tahsis edilmiştir”[246] Bazen doğarak, bazen kuzeye, bazen güneye meylederek, bazen zirveye yükselerek, bazen dünyaya yaklaşarak, bazen yeryüzünün üzerinde, bazen altında, bazen ateşten, bazen topraktan, bazen havadan, bazen de sudan oluşmuş burçlara denk gelerek, bazen değişken, bazen de sabit burçlara denk gelerek, bazen bizzat kendisi, bazen birlikte, bazen ayrı, bazen birbirine bakan göz, bazen düşerek, bazen ayrılarak, bazen yönelerek, bazen ayakta durur gibi, bazen dönerek, bazen düz durarak, bazen doğuya, bazen batıya dönerek, bazen onun ateşini yakarak, bazen konaklarında, bazen batış halinde, bazen şerefli bir halde ve bazen de inişte... (olarak O nun emrini yerine getirirler).

Bunların hepsi tanımlanan amaçlar ve Allah’tan başkasının bilmediği hesaplan­mış zamanlar için gök cisimlerinin nitelikleri ve halleridir. “Allah bunları ancak bir fayda için yarattı.”[247]' Gökbilimciler ve mahlûkat ancak Allah’ın dilediği kadarını bilebilir. “Onun kürsüsü gökleri ve yeri içine alır”[248] “Devirler Risâlesi’nde bu ilmin bir kısmını örnek ve işaret olarak açıklamıştık. Oraya bak ve bahsettiğimiz şeyler hakkında düşün. Belki nefsin gaflet ve cehalet uykusundan uyanır. Âlimlerin ha­yatını yaşarsın ve ahiret yurdunda iyilerle birlikte ebediyete kadar nimetlerden ya­rarlanarak, tadarak, sevinerek, mutlu olarak memnun olanların hayatını yaşarsın. Oluş(kevn) ve bozuluş(/esât) âleminde aşağıların en aşağısında (esfel-i safilin) olma! Maddenin ayrışmasından önce ahirete yolculuk için hazırlan, azığını hazırla. Şüphe­siz en iyi azık takvadır.

Bölüm

Yıldızların Güneş’in doğmasından önce veya batışından sonra zaman zaman or­taya çıkan iniş düğümleri (eznâb)[249] [250] vardır. Bunlar ancak Ay feleğine yakın olan Esîr Kürede meydana gelir. Bunun delili bu iniş düğümlerinin, bazen gezegenlerin dön­mesinde olduğu gibi burçlar kümesinin önüne geçmesiyle, bazen de onların geri dö­nüşünde olduğu gibi geride kalmasıyla Ay feleğiyle birlikte dönmesidir.

İniş düğümlerinin kendisinden oluştukları maddeleri, oraya yükselmiş olan gözle görülmeyen duman ve buhardır. Bunlar Satürn ve Merkür’ün kuvveti ile birleşir­ler ve şeffaf bir billur gibi saydam olurlar. Onların üzerine Güneş doğduğu zaman diğer bir yönden saydamlaşır. Felekle birlikte dönmeye, doğmaya, yok olana kadar batmaya ve gözden kaybolmaya devam eder. Havanın ışığında gördüğün bütün bu olaylar ya insanlar ve hayvanlar için Yüce Allah’ın ruhsat, bolluk, selamet ve kurtuluş ile müjdeleridir; ya da dedikodulara, verimsizliğe, kuraklığa, pahalılığa, depremlere, vebaya, ölüme, Ay tutulmasına, savaşlara ve fitnelere karşı uyarı ve korkutmadır. Bu, sorumlu kulların bunlardan ibret almalarını, Allah’a karşı gelmekten uzak durmala­rını, Allah’a itaate yönelmelerini, oruç, namaz ve sadaka ile dua etmelerini, yalvar­malarını, tövbe etmelerini, pişmanlık duymalarını, gönüllü olarak hayır yapmaları­nı, tapmaklarda, mescitlerde, kiliselerde ve sinagoglarda Allah’a yaklaşmalarını sağ­lamak içindir. Tüm bunlar babalardan çocuklara, âlimlerden cahillere birer nasihat, üstün ve kudret sahibi olan Allah’ı bilmekten gafil olanlara bir uyarı ve yol gösterici olması içindir. Allah’ın şu sözünde belirttiği gibi: “Sonra size bir zarar dokunduğu zaman ona yalvarırsınız.”™

Ey kardeşim! Bak ve gökyüzü ile yeryüzünün sahibini, ufuklardaki ve nefislerdeki ayetleri düşün. De ki: “Rabbimiz! Sen bunları boşuna yaratmadın. Sen eksikliklerden uzaksın. Bizi cehennem azabından koru”[251] Yüce Allah’ın andığı ve şöyle dediği gibi onlarla birlikte şahitlik et: “Allah, melekler ve ilim sahipleri ondan başka ilah olmadı­ğına adaletle şahitlik etti”[252] Onun ayetlerinden habersizce yüz çevirmiş halde geçip gidenlerden olma. Onlar, Allah’ın haklarında şöyle dediği kimselerdir: “Ben onları ne göklerin ve yerin yaratılışına, ne de kendilerinin yaratılışına şahit tuttum. Saptı­ranları da hiçbir zaman yardımcı edinmiş değilim.”[253] [254] Yine yüce Allah dedi ki: “Onlar sağır, dilsiz ve kördürler. Bu nedenle düşünmezler”™ Allah seni ve bizi bu cahillik ve körlükten korusun. Rahmetiyle yönelttiği ve gösterdiği şeye bizi muvaffak kılsın. O bize yakındır ve dualarımıza cevap verendir.

“Meteoroloji” risalesi burada tamamlandı. Bu, tabiat konusundaki dördüncü ri­saledir. İhvân-ı Safâ Risalelerinin de on yedincisidir. Bunu “Madenlerin Oluşumu” risalesi takip ediyor.

Cisimsel-Doğal Bilimlerin Beşinci

(İhvân-ı Safâ Risaleleri’nin Ondokuzuncu) Risalesi:
Madenlerin Oluşumunun Açıklamasına Dair[255]

Rahman ve Rahim olan Allah’ın adıyla!

A

llaha hamdolsun! Seçtiği kullarına da selam olsun! Allah daha hayırlıdır. Hala ortak mı koşuyorsunuz.

Bölüm

Ey iyiliksever merhametli kardeşim! Allah seni ve bizi katından bir ruh ile des­teklesin! Bil ki biz “Görüşler ve Mezhepler[256] adh risalede âlemin sonradan olduğu­nu (muhdes), yoktan var edildiğini (mübdd), tasarlandığını (muhterd) ve yokluk­tan (lem yekûn) sonra var olduğunu (kâin) açıklamıştık. Âlemin yoktan var edicisi (Mübdı), tasarlayıcısı (Muhteri”), sonradan oluşturanı (Muhdis), yaratıcısı (Halik) ve şekil vereni (Musavvir) yüce yaratıcı (Bârî)dır. Onu hangi surette dilediyse “Ol” (kün)[257] sözüyle dilediği gibi yoktan var etmiş ve olmuştur. Bu konuyu “Aklî İlkeler” adh risalede açıklamıştık. Bu risalede Ay feleğinin altında zamanlar, çağlar ve devir­ler boyunca oluşan ve kötülüğe sevk eden olayların ve varlıkların (kâinat) bir kıs­mından bahsetmek istiyoruz. Tıpkı “Öldükten Sonra Diriliş ve Kıyamet risalesinde[258] [259] âlemin yok oluşundan, ahiretin kurulmasından, dirilmekten, hesaptan, mizandan, sırat köprüsünden geçmekten, cehennem ateşinden kurtulmaktan, cennete kavuş­maktan ve Rahmana komşuluğun nasıl olacağından bahsettiğimiz gibi. Zira man­tıksal kesin kanıtlar ve aklî delillerle küreler âleminin (âlemü’l-eflâk) ve bu âlemin şekillerinin özlerinin (cevher) birbiriyle birleşmediği, parçalarının karışmadığı, on­lardan var olanın dışında herhangi bir şeyin meydana gelmeyeceği, aksine bu âlemin zamanlar ve çağlar boyunca mevcut haliyle baki olduğu açığa çıkmıştı. Aynı şekilde bu âlem, bu döngüsel harekete ve kürevî şekillere sahip olduğu müddetçe değişmez, bozulmaz ve dönüşmez. Ancak onu meydana getirenin, yoktan var edenin ve yara­tıcısının dilemesiyle bir kerede veya aşamalı olarak ya da âlemin dönüşünü durdur­ması ile yok olur. “Bu O’na çok kolaydır. Göklerde ve yerdeki en büyük şan ve şeref onundur. O mutlak güç ve hikmet sahibidir”3

Bil ki kürelerin dönüşünün durması âlemin ölümü, bütün hayatın yok olması ve küresel (felekî) küllî nefsin bütün cisimlerden bir kerede ayrılmasıdır. Bu büyük kıyamet, tamamen yok oluş (el-Bevârul-küllî) ve tamamen sona eriştir. Çünkü canlı varlıklardan her bir varlığın ölümü, nefsinin cesedini terk etmesidir ki bu onun kı­yametidir. Allah’ın elçisinin dediği gibi: “Kim ölürse kıyameti gerçekleşmiştir” Bize ait bir risalede âlemin, cismi, nefsi, hayatı ve ilmi olan büyük bir insan olduğunu açıklamıştık. Söylediğimiz şeyin hakikatini oradan öğren.

Ey kardeşim! Sonra bil ki Ay feleğinin altındaki bozulmuş varlıkların (kâinât”lfâsidât) dönüşümü beş çeşittir. Dört unsurun birbirine dönüşmesi bunlardandır. Ni­tekim bunun keyfiyetinin bir kısmını “Oluş ve Bozuluş risalesi’nde[260] açıkladık. Mete­orolojik olaylar ve hava değişimleri bunlardandır. Bunun bir kısmını da “Yüce Etkiler risalesi”nde açıklamıştık. Yerin içinde, denizlerin derinlerinde ve dağların oyukla­rında oluşmuş ve toplanmış olan bozulmuş varlıkların dönüşümü de bunlardandır. Bunlar madenî özlerdir. Nitekim bu risalede bunun keyfiyetinin bir kısmını açıkla­yacağız. Bitkilerin ve ağaçların dönüşümü bunlardandır. Bunlar, “Bitki” risalesinde bir kısmını açıkladığımız gibi beslenen ve büyüyen bütün cisimlerdir. Hayvanların dönüşümü bunlardandır. “Hayvan risalesf'nde bitkileri anlattıktan sonra bir miktar açıkladığımız gibi hayvan, bütün his sahibi hareketli cisimlerdir.

Bil ki bu saydığımız şeyler uzun zamanlar ve çağlar boyunca, gece ve gündüzün birbirinin yerine geçmesi, kış ve yazın birbirini takip etmesi ve toprak, su, ateş ve havadan oluşan dört unsura dayalı olarak oluşur. Gezegenlerin birbirlerine yaklaş­maları, (kırânât), binli devirlerin (ulûf) ve deveranların (edvar) kurallarının gerek­tirdiklerine, kürenin (felek) şekilleri ile yıldızların hareketlerine ve onların dört ana konak ile ufuklardan gelen ışınlarının yerlerine göre durumlarının farklılığı ile olur. Madenlerin oluşumunun nasıl olduğunu, özlerinin, çeşitlerinin, niteliklerinin, fay­dalarının ve zararlarının farklı olmasının sırlarını açıklamak istiyoruz.

Kürelerin deveranlarını, yıldızların hareketlerini, seneler ve çağlar içerisinde bir­birlerine yaklaşmalarını, bunların kaç tane ve nasıl olduklarını, tüm bunların na­sıl olduğunu bir risalemizde açıklamıştık. Bil ki Ay feleğinin altındaki her varlığın (kâin) ve sonradan olanın dört nedeni vardır: Etkinlik nedeni (fâiliyyet), maddî ne­den (heyûlânî), şeklî neden (sûriyyet) ve tamam olma nedeni (tamâmiyyet). Madenî özlerin etkinlik nedeni, sonsuz büyüklüğe sahip olan yaratıcılarının izni ile tabiattır. Tabiatın mahiyetini ve fiillerinin nasıl olduğunu bize ait bir risalede açıklamıştık. Madenî özlerin maddî nedeni ise bu risalede açıklayacağımız gibi civa ve kükürttür. Şeklî neden, ateş, hava, su ve topraktan oluşan dört unsurun çerçevesinde kürelerin dönüşleri ve gezegenlerin hareketleridir. Tamam olma nedeni ise, sonsuz büyüklüğe sahip olan Allah’ın izni ile insan ve hayvanların hep beraber bu madenî özlerden elde ettikleri faydalardır.

Bölüm

Ey kardeşim! Bil ki madenî özlerin doğaları, tatları, renkleri ve kokuları farklıdır. Bütün bunlar, madenlerin bulunduğu yerlerin toprak yapılarının ve sularının farklı­lığından ve havalarının değişik olmasından dolayıdır. Zira yerkürenin tamamı tüm parçalarıyla, derinliğiyle, dışıyla ve içiyle üst üste dizilmiş, sıkıştırılmış, bağlanmış, ka­rışımı ve yaratılışı farklı olan yumuşak tabakalardan oluşmaktadır. Kayalar, sert dağlar, taşlar, sert kayalar, pürüzsüz çakıl taşları, ufalanmış kumlar, gevşek çamur, yumuşak ve tuzlu toprak, birbirine karışmış veya yanyana duran alüvyonlu toprak bu tabakalar­dandır. Allah’ın şu sözüyle tanımladığı gibi: “Yeryüzünde birbirine komşu kara parçala­rı vardır?[261] [262] Bunların renkleri, tatları ve kokuları farklıdır. Yeryüzünün toprağı, çamuru ve taşları kırmızı, beyaz, siyah, yeşil, mavi ve sarıdır. Yüce Allah’ın şu sözünde zikrettiği gibi: “Dağlardan da beyaz, kırmızı, siyah ve değişik renklerde yollar yaptık?3 Yeryüzü­nün toprağının ve çamurunun içerisinde lezzeti hoş, tadı acı ya da tuzlu, buruk, ekşi veya tatlı olanları vardır. Onların içerisinde kokusu güzel olanı da, pis kokanı da vardır. Bütün bunların yanında yeryüzünün sarsılması, delikleri, oyukları, damarları, kanal­ları, yer altında ve yer üstünde nehirleri, derin çukurları, mağaraları ve inleri çoktur. Tüm bunlar sular ve buharlarla doludur. Bu suların tatları, kokuları, sertlikleri, yu­muşaklıkları, ağırlıkları ve hafiflikleri yerlerinin toprak yapısına, bulunduğu mekânın çamur durumuna, derinliklerine ve bataklıklarının diplerine göre meydana gelir.

Bölüm

Bil ki madenî özler üç çeşittir. Bunlardan bir kısmı toprak, çamur ve tuzlu yerler­de oluşur. Onların oluşumu bir yıl ya da daha kısa bir sürede tamamlanır. Kükürt, tuzlar, madeni tuzlar, renkli tuzlar ve benzeri şeyler gibi... Bunlardan bir kısmı de­nizlerin derinliklerinde ve suların dibinde oluşur. Bunlar oluşumunu bir yıl veya daha fazla bir sürede tamamlar. İnci ve mercan gibi... Bunlardan mercan bitkiseldir, înci ise hayvansaldır. Bunlardan bir kısmı dağların mağaralarında, taşların içlerinde ve kumların yarıklarında oluşur. Bunlar oluşumlarını seneler sonra tamamlayabilir. Altın, gümüş, bakır, demir, kurşun ve benzeri şeyler gibi... Bunlardan bir kısmı da oluşumunu birkaç yılda tamamlar. Yakut, zebercet, akik ve benzeri şeyler gibi. Bun­lardan her bir çeşidin oluşumunun nasıl olduğunu diğerlerine delalet etmesi için bir miktar açıklamak ve tanıtmak istiyoruz. Bunları tanıtmadan önce yerin şeklini ve dört çeyreğe ayrılmasının keyfiyetini, bu çeyreklerin özelliklerinin durumlarının nasıl değiştiğini izah etme ihtiyacı hissediyoruz. Yine bunların özelliklerinin çağlar ve uzun zamanlar içerisinde nasıl değiştiğini açıklama gereği duyuyor ve diyoruz ki:

Coğrafya risalesinde açıkladığımız gibi yeryüzü denizler, dağlar, çöller, nehirler, yerleşim bölgeleri ve harap olmuş yerlerin üzerinde bulunan objelerin hepsiyle bir­likte, ululuğu sınırsız olan Allah’ın izni ile, âlemin merkezinde havada asıh duran bir küredir. Diyoruz ki yeryüzü bir bütün olarak iki yarımküredir. Bir yarısı kuzeyde, di­ğer yarısı güneydedir. Bu yarımkürelerin her birisi ikiye ayrılır. Böylece toplamı dört olur. Bunlardan her bir çeyrekküre dört çeşit niteliğe sahiptir. Çöller, çorak, verimsiz ve harap araziler bu yerlerden birisidir. Denizler, nehirler, sazlıklar ve dereler bun­lardan bir diğeridir. Bir diğeri de dağlar, tepeler, yüksekler ve alçak yerlerdir. Ekilen yerler, köyler, şehirler ve yerleşim alanları da bu yerlerin sonuncusudur.

Ey kardeşim! Bil ki bu yerler uzun çağlar ve zamanlar içerisinde değişir ve dö­nüşür. Dağlık alanlar çöl ve sahra olur. Çöl alanları deniz, gölet ve nehir olur. Deniz alanları dağ, tepe, çorak (sibâh), sazlık ve kum olur. Yerleşim bölgeleri harap olur. Harap yerler yerleşim alanı olur. Bu özelliklerin bir kısmını zikretmek gerekli oldu. Zira ilmin bu türü, diğer ilimlere nazaran kabul gören ilim ehlinin pek çok görüşün­den uzaktır ve farklı ilimlerdendir.

Bil ki her üç bin yılda bir sabit yıldızlar, gezegenlerin en yüksek noktaları ve ko­nakları ile dereceleri bir tur dönerler. Her dokuz bin yılda bir, gökkürenin (felek) çeyreklerinden bir çeyreği döner. Felekler, her otuz altı bin yılda on iki burçta bir tur dönerler. Bu sebeple yıldızların güney açıları (müsâmetât) ve ışınlarının ulaştığı böl­geler, yeryüzünün konumuna ve beldelerin havalarına göre farklılık gösterir. Gece ve gündüzün, yaz ve kışın birbirini takip etmesi de bunlara bağlı olarak farklılık göste­rir. Bu farklılık ya dengeli ve eşit olma ile ya sıcaklık ve soğukluğun fazlalığı, eksikliği veya aşırılığı ile ya da yaz ve kışın dengeli olması ile ortaya çıkar. Bu, yeryüzünün çeyrek kürelerinin durumlarının farklılık arz etmesi, beldelerin ve bölgelerin hava değişiklikleri ve bir halden diğer hale dönüşmeleri için sebep ve neden olur.

Mecistîdeki bilgiyi ve doğa bilimlerini araştıranlar söylediğimiz şeyin doğrulu­ğunu bilirler. Bahsettiğimiz nedenler ve sebeplerle medenî (‘Ümran) yerler harap, harap yerler de medenî olurlar. Çöller deniz, denizler de çöl ve dağ olur. Tabiat ve ilâhiyat bilimlerini araştıranlar ile Ay feleğinin aşağısında bulunan bozulmuş (fa­sit) kâinatın sebeplerini ve kâinattaki dönüşümün nasıl gerçekleştiğini araştıranlar, söylediğimiz sözün gerçekliğini ve bahsettiğimiz şeyin doğruluğunu bilirler. Ancak denizlerdeki taşların oluşumunun nasıl gerçekleştiğini, yumuşak çamurun nasıl taşa dönüştüğünü, taşların nasıl parçalandığım ve bunlardan nasıl çakıl taşı ve kum mey­dana geldiğini, bunları yağmur sularının nehir yatakları ve ırmaklar kanalıyla deniz­lere nasıl taşıdığını; denizlerin diplerindeki bu çakıl taşı ve kumlardan nasıl taş ve dağların oluştuğunu kısaca açıklamak istiyoruz.

Ey kardeşim! Bil ki denizler yeryüzündeki bataklıklar gibidir. Dağlar ise, yer­yüzünün tamamının sularla kaplı olmaması için denizleri birbirinden ayıran setler ve barikatlar gibidir. Şayet yeryüzünde dağlar olmasaydı yerin yüzeyi düz bir arazi ile çevrili olurdu. Bu durumda denizlerin suları yerin yüzeyine dağılır ve her yeri kaplar, havakürenin [atmosfer] yeryüzünün tamamını kuşatması gibi onu kuşatırdı. Yeryüzünün tamamı bir tek denizden ibaret olurdu. Ancak İlahî takdir ve rabbani hikmet, yeryüzünün bir kısmının karadaki canlılara mesken olması için açık olma­sına, bir kısmında da ot, ağaç ve tarım bitkileri ekilebilmesine hükmetmiştir. Zira bunlar canlıların gıdası ve bedenlerinin maddesi olmuştur. “Bu, mutlak güç sahibi ve her şeyi hakkıyla bilen Allah’ın takdiridir!’[263]

Ey kardeşim! Bil ki nehir yatakları ve ırmakların hepsi dağlardan ve tepelerden başlar. Denizlere, sazlıklara ve göletlere doğru akıp gitmeye devam eder. Güneş, ay ve yıldızların uzun zaman ve dönem içerisinde kendisi üzerindeki ışıklarının şid­detinden dolayı dağların nemi kurur, kuruluğu artar, parçalanır ve kırılır. Özellikle de yıldırım çarpması esnasında... Böylece taşlar, kayalar, çakıllar ve kumlar oluşur. Sonra yağmurlar ve seller bu kayaları ve kumları nehir yataklarının ve nehirlerin içerisine indirirler. Akıntının şiddeti bunları denizlere, göletlere ve sazlıklara ta­şır. Denizler dalgalarının şiddeti, çarpmasının ve hiddetinin fazlalığı dolayısıyla bu kumları, çamuru ve çakıl taşlarını uzun zaman ve dönem içerisinde yavaş yavaş dibe yayar. Bir kısmı diğerinin üzerine yapışır. Denizlerin diplerinde dağlar ve tepeler oluşur ve şekillenir. Rüzgârların esmesinden çöllerde ve çorak arazilerde kum tepe­leri oluştuğu gibi...

Ey kardeşim! Bil ki denizlerin diplerinde şekillendiğini söylediğimiz bu dağlarda ve tepelerde akıntı meydana geldiğinde su yükselir ve genişlemek ister. Sahilleri çöllere ve çorak arazilere doğru genişler. Su, buraları kaplar. Uzun süre bu şekilde kalmaya devam eder. Sonunda çölle kaplı yerler deniz olur. Denizle kaplı yerler de kuru ve çorak bir araziye dönüşür. Bu şekilde dağlar kırılmaya, taş, çakıl ve kum olmaya devam eder. Yağmur selleri onları indirerek akıntının etkisiyle nehir yataklarına ve ırmaklara taşır ve sonunda denizlere ulaşır ve açıkladığımız gibi orada birleşirler. Yüksek dağlar alça­lır, eksilir ve kısalır. Sonunda yerin yüzeyiyle aynı seviyeye gelir. Bu şekilde bu çamur ve kumlar denizlerin dibine yayılır. Bunlardan tepeler, tümsekler ve dağlar oluşur ve şekillenir. Yarımadalar ve çöller oluşur. Alçakta ve dipte kalan su göller, sazlıklar veya göletleri oluşur. Buralarda sazlıklar ve bataklıklar oluşur. Seller buralara çamur, kum ve bataklıkları taşımaya devam eder. Sonunda bu yerler kurur ve burada ağaçlar, turunç­giller ve otlar yetişir. Yırtıcı ve vahşi hayvanların mekânı olurlar. Sonra insanlar odun, av ve sair menfaat ve ihtiyaçlarını gidermek için buralara giderler. Ziraat, ekin ve bitki tarlaları insanların oturduğu belde, köy ve şehirlere dönüşür.

Ey kardeşim! Bil ki bu denizler yeryüzündeki bataklıklar gibidir. Onların arasın­da yüksek dağlar vardır ve bunlar denizlerin setleri gibidirler. Bunlar birbirlerine bitişiktir. Birbirlerine ya yerin yüzeyindeki kanallar ya da yerin içerisindeki delikler ve arklarla bağlıdır. Bu denizlerin ortasında büyük küçük pek çok ada ve nehirler vardır. Bunlardan bazılarını insanlar ekerek, köyler, şehirler ve ülkeler oluşturup ma­mur hale getirmişlerdir. Bazıları ise içindeki dağlar ve sazlıklarla çöl ve çorak arazi konumundadırlar. Buralarda yabani ve vahşi hayvanlarla vahşi olmayan hayvanlar ve sayısını Allah’tan başka kimsenin bilmediği farklı canlı türleri bulunur. Bu ada­ların ortalarında büyük ve küçük göller, göletler ve sazlıklar vardır. Bunların bazı­larının suları tatlı, bazılarının da aşırı tuzludur. Buralarda saydıklarımızın dışında, halleri ve özellikleri farklılık arz eden çeşitli şeyler vardır. Söylediklerimizin gerçek­liğini ve açıkladıklarımızın doğruluğunu bildirmek için bunların sebeplerinden bir kısmını anlatacağız:

Denizlerin dalgalanmasının, sularının yükselerek sahillere vurmasının, dalgala­rının birbirine çarpmasının, kış, yaz, ilkbahar ve sonbaharın farklı vakitlerinde, ayın başlarında ve sonlarında, gece ve gündüz saatlerinde beş yöne doğru dalgalanmaları esnasında rüzgârların esmesinin sebebi, denizlerin sularının dipte kalıp ısındığın­da genleşip dağılması ve daha önceden olduğundan daha geniş bir yer istemesidir. Buradaki suların bazı parçaları genişlemek için yukarıya, doğuya, güneye, kuzeye ve batıya doğru itişirler. Bunun gerçekleştiği esnada denizlerin sahillerinde farklı yönlerde farklı rüzgârlar olur. Bazı vakitlerde dalga olmasının sebebi ise gökkürenin şeklinden ve onun ışıklarının ufuklardan bu denizlere düşüş açısından, dört ek­senden, ayın yirmi sekiz konağına ulaşması esnasında bunlarla olan ilişkilerinden kaynaklanmaktadır. Nitekim bu konular Yıldızların hükümleri ile ilgili kitaplarda zikredilmektedir. Ayın doğuş ve batışları esnasında bütün denizlerin değil de bazı denizlerin yükselmelerinin (medd') sebebi bu denizlerin diplerinde set kayaların bu­lunmasıdır. Ay bu denizin yüzeyine doğduğunda ışıklarının düşüş açıları dipteki bu kaya ve taşlara ulaşır. Sonra oradan tekrar yansır. Bu sular ısınır, sıcaklar ve genleşe­rek daha geniş bir mekân isterler. Yukarı doğru yükselir ve birbirlerini yukarıya iter­ler. Denizin sahillerinde dalga oluştururlar ve sahillerin yüzeylerine taşarlar. Daha önceden dökülmüş oldukları nehirlerin sularına dönerler. Bu durum ay, semanın eksenine (Veted)[264] [265] yükselinceye kadar devam eder. Oraya ulaşıp batmaya başladığı esnada bu suların dalgaları sona erer; soğur ve bu parçalar toplanır. Katılaşarak de­nizin dibine döner. Irmaklar kendi adetleri üzerine akarlar. Bu durum, ayın batışı, denizlerin ufuğuna ulaşmasına kadar devam eder. Sonra doğu ufkunda gerçekleştiği gibi denizlerin yükselmesi başlar. Bu ise, ayın yerin eksenine ulaşmasına kadar de­vam eder. Suların yükselmesi aniden kesilir. Sonra ay, yerin ekseninden uzaklaşınca ay doğu ufkuna ulaşana dek suların yükselmesi yeniden başlar. “Bu mutlak güç sahibi ve her şeyi hakkıyla bilen Allah’ın takdiridir”11 Şayet denirse ki niçin bu denizlerin yü­zeyinde Güneş’in doğuşu ve batışı esnasında met ve cezir olmuyor? Bunun sebebini “Sebep Sonuç risalesinde açıklamıştık. Şayet Allah dilerse oradan araştır.

Gece ve gündüz, kışın ve yazın rüzgârların altı farklı yönden esmesinin sebebini “Yüce Etkiler risalesinde açıklamıştık.

Denizler için setler ve barikatlar oluşturduğunu söylediğimiz dağların yeryüzündeki kökleri sağlamdır. Havada başları dik ve yükseklikleri fazladır. Yerin üzerinde iki yüz ile bin fersah aralığı mesafede uzanmaktadırlar. Bunların bazıları doğudan batıya doğru, bazıları da kuzeyden güneye doğru uzanmaktadır. Dağların bir kıs­mı ise bu yönler arasında ikiye ayrılmıştır. Bu dağların bazı özellikleri “Coğrafya risalesinde vardır.

Bil ki bahsettiğimiz dağların bir kısmı sert kayalardan, bazısı sağlam taşlar­dan, bazısı da yumuşak kayalardan oluşmuştur. Onlarda çok az bitki biter. Tihame Dağlarında[266] olduğu gibi. Onun bir kısmı üst üste çökmüş ve parçaları birbirine bağlı yumuşak kayalar, yumuşak çamur, toprak, kum ve birbirlerine yapışmış çeşitli çakıl taşlarından oluşmuştur. Bununla birlikte onun pek çok oyukları, mağaraları, vadileri, derin çukurları, su gözleri, kanalları, nehirleri ve ağaçları vardır. Bitkileri, otları ve ağaçları çoktur. Filistin Dağında, Lükkâm[267] ve Taberistan Dağlarında ve di­ğerlerinde olduğu gibi. Yerin ve dağların içlerindeki oyuklar, mağaralar ve derin çu­kurlara gelince, bunların suların çıkacağı delikleri olmadığında bu sular orada belli bir süre hapis kahr. Yerin içi ve bu dağların derinlikleri ısındığı zaman bu sular da ısınır, incelir ve çözünerek buhar olur. Yükselir ve daha geniş bir mekân ister. Şayet yer sarsıntısı çok olursa çözünür ve buharlar bu deliklerden çıkar. Şayet yerin yüze­yinin yoğunluğu şiddetli ve kuvvetli olursa buharların çıkmasını engeller. Bu çukur­larda çıkma isteğiyle dalgalanarak hapis kalırlar. Belki de yeryüzü bir noktasından yarılır ve bu rüzgârlar ansızın çıkar. Çıktığı yer de batar. Buna yıkılma sesi ve zelzele denir. Şayet çıkış yeri bulamazlarsa orada hapis kalırlar. Zelzele, bu mağaraların ve çukurların havası soğuyana ve buharlar katılaşana kadar devam eder. Buharlar ne zaman yoğunlaşır, parçaları bir araya gelir ve suya dönüşürse bu oyukların, mağara­ların ve çukurların dibine dönerek şarıldar. Bir süre bu halde kahr. Orada kalışı her uzadığında titrek civa olana dek saflığı ve yoğunluğu artar. Bu madenlerin tozlarıy­la karışır. Olgunlaşması ve pişmesi esnasında daima madenin sıcaklığıyla birleşir. Bundan da açıklayacağımız gibi özellikleri farklılık arz eden madeni cevher çeşitle­ri oluşur. Yerin ve dağların oyuklarının içerisindeki su gözlerinin ve kaynaklarının farklı olmasının; tatlılığının, tuzluluğunun, ekşiliğinin, acılığının, kükürtlülüğünün, neftliliğinin ve yağlılığının sebebi; kışın sıcak ve yazın soğuk olmasının veya bü­tün vakitlerde aynı durumda olmasının nedeni ise bulundukları yerlerin toprağının farklılığından, bulundukları mekânların çukurlarının ve onlara etki eden etkenlerin değişik olmasından dolayıdır. Bunun sebeplerinin bir kısmını, geride kalanlara kıyas olması için söyleme ihtiyacı hissediyoruz. Diyoruz ki: Pek çok suyun gözünün kışın sıcak yazın soğuk olmasının sebebi, sıcaklık ve soğukluğun aynı yerde bir arada bu­lunmayan iki zıt unsur olmasından dolayıdır. Kış gelip hava soğuyunca sıcaklık gider ve yerin içerisinde gizlenir. Yerin içerisinde ve derinlerinde bulunan sular ısınır. Yaz gelip hava ısınınca da soğukluk gider ve yerin içerisinde gizlenir. Yerin içerisinde ve derinlerinde bulunan bu sular soğur. Bazı su gözlerinin yazın ve kışın aynı durumda kalarak sıcak olmasının sebebi ise yerin içerisinde ve dağların oyuklarında toprağı kükürtlü olan yerlerin bulunmasıdır. Orada oluşan bu nemler yağlı olur ve buradaki sıcaklık daima sabit olur. Onların arasında veya üstlerinde, yarık kanallar ve arklar içerisinde sular bulunur. Bu sular, oradaki buharla karşılaşıp birleşerek ısınır. Sonra çıkar ve yerin içerisine doğru sıcak bir kor olarak akar. Ona atmosferin serinliği ve havanın soğukluğu isabet edince soğur, belki de donar. Yoğunlaşıp birbirine bağ­lanınca bulundukları yerlerin toprağının farklılığı ve çukurların değişikliğine göre civaya, beyaz kurşuna, zifte, nefte, tuza, kükürte, boraksa, şapa veya buna benzer şeylere dönüşür. Deniz sularının genelinin sularının tuzlu olmasının sebebi, bunda küllî bir yarar ve genel bir fayda olduğu için övgüye layık olan Bârî’nin gözetimi ve ilahi hikmetten dolayıdır. Zira denizlerden havaya yükselen buharların parçaları hava ile karıştığı ve farklı yönlere yükseldiği zaman onları tabaklayıp tuzlandırarak çürümelerini, değişmelerini ve bozulmalarım önler. Şayet bu olmasaydı nefes alan hayvanlar bir defada ölürlerdi. Böylece denizlerin sularının tuzlu olması tuzlanmaya ve değişmeye engel olurdu. Bu ise deniz canlılarının bir kerede helak olmaları de­mektir. Pek çok zaman denizlerin dalgalarının şiddetli olması bu sebepten dolayıdır. Uzun zaman içerisinde aşırı yoğunlaşmaması, donmaması ve tamamının toprak ol­maması için yukarısı aşağısına, aşağısı da yukarısına karışır. Güneşin ve yıldızların denizlerin üzerine doğması, onları ısıtması ve onların yoğunlaşmasını ve donmasını engellemesi de aynı nedenden ötürüdür. Atmosfer ve hava da aynı görevi görür. Zira yıldızların geceleyin ışıklarının düşmesi olmasaydı bir süre sonra Güneş ve Ay’ın doğmadığı kuzey ve güney kutbu gibi yerlerdeki atmosfer bütünüyle donardı. Bazı gözlerin sularının acılığının sebebi ise, buralara toprağı tuzlu olan suların bulundu­ğu yerlerden su akmasıdır. Tadı kükürtlü veya neftli olanların durumu da böyledir.

Bil ki bazı yerlerde gece ve gündüzleri uzaktan -dağ başlarında ve vadilerin de­rinliklerindeatmosferde parlayan ve havada yükselen koyu bir duman şeklinde bir nur ve ışık görülür. Bunun sebebi, dağların derinliklerinde, içine kükürtlü, neftli ve yağlı suların aktığı sıcak ve alevli oyuklar, mağaralar ve çukurların olmasıdır. Bunlar buraların daimi maddesi olurlar. Bunun örneği Sicilya Yarımadası ve Huzistan’daki Mezemher Dağıdır. Bazı yerlerde daima ılık rüzgârların estiği dağlar vardır. Çeşitli vakitlerde soğuk rüzgârların estiği dağlar da vardır. Bu dağların üzerlerinde erimekte olan karlar bulunur. Bu nemlerden çözünen ince parçalar buhar olurlar ve atmosfer­de yükselirler. Rüzgârlar onları beş yöne ya da herhangi bir yöne iterler. Şam’daki Kar Dağından esen rüzgârda olduğu gibi. Davut beldelerindeki Ğur Dağında, Dûmend Dağı nda ve buna benzer dağlarda olduğu gibi.

Kendisinden her daim yumuşak rüzgârlar esen dağlara gelince... Bamyan beldesi[268] bunun bir örneğidir. Zira bu dağın aşağısından pek çok göz çıkar. Etrafında da pek çok otlak vardır. Bu otlaklara, dağın üzerindeki karlar ve yağmurlar gözükmeksizin nehirler ve dereler akar ve daima ılık rüzgârlar eser. Bu durum, bahsi geçen dağın içerisinde aşırı soğuk mağaralar, oyuklar ve çukurların bulunduğuna delalet eder. Bunlar atmosferi dondurur ve suya dönüştürür. Sonra bu su, aşağıya sızar ve içinden gözlerin ve kanalların aktığı dar gözeneklerden bu otlaklara, çöllere ve köylere iner. Bölgedeki insanlarla vahşi hayvanlar, aslanlar, evcil hayvanlar ve kuşlardan oluşan diğer canlılar bu sulardan yararlanırlar. Çünkü bu dağ denizlerden uzaktadır. Bulut­lar mesafenin uzunluğundan dolayı buraya muhtemelen çok az ulaşır. Bahsettiğimiz şeyleri düşündüğünde, şanı yüce olan Bârî’nin mahlûkatım takdir etme, onlar için güzel bir siyaset gütme ve onlara şefkat etme noktasındaki gözetimini anlarsın. O, mahlûkatın ihtiyaçlarıyla ilgili sebeplerin çoğunu açığa çıkarmış ve mümkün olan bütün yollardan onların menfaatlerine olanı, fiillerin kendisine dayandığı Heyula kanalıyla vermiştir.

Bölüm

Bil ki dereler ve nehirlerin çoğu dağlar ve tepelerden başlar ve denizler, sazlık­lar, göletler, çöller ve göllere doğru akışına devam eder. Akışı doğudan batıya doğru olan Sicistan’daki Maond nehri gibi uzun nehirler bunlardandır. O, Bamyan ve Ğur dağlarından başlar; batıya, Kirman arazisine sonra da Hürmüz Denizine doğru iler­ler. Bunlardan bir diğeri de Ars ve Kürs gibi doğuya doğru akar. Bu ikisi Azerbay­can ülkesindeki iki nehirdir ve başlangıçları Rum Dağı'ndandır. Doğuya, Taberistan Denizi ne doğru ilerlemeye devam ederler ve oraya dökülürler. Mısırdaki Nil Nehri gibi akışı güneyden kuzeye doğru olanlar da bunlardandır. Bu nehir ekvator çizgisi­nin öbür tarafındaki (güneyindeki) Kamer Dağından doğar. Kuzeye doğru yönelerek Akdeniz’e dökülene dek akışına devam eder. Dicle nehri gibi akışı kuzeyden güneye doğru olanlar da vardır. Dicle, Nusaybin Dağından doğar ve akışını güneye doğru sürdürür. Sonra Abbadanda Hint Okyanusuna (Bahru Fâris) dökülür. Horasandaki Ceyhun ve Fırat nehirleri gibi, akışı farklı yönlere yönelenler de vardır. Zira Ceyhun, Sananiyan dağından doğar ve batıya ve kuzeye saparak ilerler. Havarizm’in kuzeyin­deki Hazar Denizi ne (Bahru Cürcan) dökülür. Fırat, Rum Dağından doğar. Doğuya ve güneye saparak ilerler ve Abbadandaki Hint Okyanusu na dökülür. Cürcandaki diğer nehirler de bahsettiğimiz şekildedir.

Bahar günlerinde, akışı kuzeyden güneye doğru olan pek çok nehrin yükselme­sinin sebebi, karların kışın kuzey kutbundaki dağ başlarında çoğalması, ardından Güneş’in ufuk açısına (semt) yaklaşmasıyla havanın ısınmasından dolayı bu karların erimesi ve buralardan vadilere ve nehirlere akmasıdır.

Mısır’daki Nil Nehri nin yaz günlerinde yükselmesinin sebebi ise, bu nehrin gü­neyden kuzeye doğru akmasındandır. Akışının başlangıcı, kutup çizgisinin öteki tarafındandır. Nitekim bizde kış olurken orada yaz olur; bizde yaz olurken orada kış olur. Bizde yaz iken orada çok yağmur olur. Bu nehirlerin, açıklaması ve sebebi­nin izahı uzun olan kıvrımları ve engelleri vardır. O, akışı esnasında kırsal arazileri (sevâdât), mezraları, şehirleri ve köyleri sular. Onun sularının fazla kısmı denizlere, çöllere, bataklıklara ve göllere dökülür. İster tatlı, ister tuzlu olsun, oraların sularıyla karışır. Üzerlerine Güneş ve yıldızlar doğduğunda onları ısıtır. Isınırlar, incelirler, çözünürler ve buhar olarak atmosferde yükselir ve farklı yönlere dağılırlar. Bunlar dağ başlarına, çöllere, gelişmiş ve harap yerlere rüzgârlar, bulut, sis, çiy, ıslaklık, kıra­ğı, nem, kar ve dolu olarak yağarlar.

Dağ başlarında gerçekleşen yağmurlar, bu dağların çatlak ve yarıklarına sızarak oradaki mağaralara, oyuklara ve çukurlara dökülür. Buralar dolar ve depo gibi olur­lar. Bu dağların aşağısında, içinden suların geçtiği dar menfezler olur. Akar, birleşir, vadi ve nehir olurlar. Bu dağların başlarındaki karlar erir ve vadilere akar. Akışına denizlere doğru yönelerek devam eder. Sonra önceki yıl olduğu gibi onlardan buhar­lar, rüzgârlar bulutlar ve yağmurlar meydana gelir. “Bu mutlak güç sahibi ve hakkıyla bilen Allah’ın takdiridir”[269]

Bölüm

Yer şekillerini, denizler, çöller ve dağların özelliklerini, beldelerin toprak ve su farklılığını bahsetmeyi bırakmış olduğumuz için burada madenlerin sırlarından bir kısmını anlatmak istiyoruz. Diyoruz ki: Dağlardan hiçbir dağ, hiçbir deniz, hiçbir toprak, hiçbir yarımada, hiçbir nehir, hiçbir parsel, yeryüzündeki yerlerin büyük ya da küçüğü, yüzeyi ya da iç kısmı olsun hiçbir belde yoktur ki onun diğerlerinde ol­mayan bir ya da birkaç özelliği olmasın. Belde belde, parsel parsel farklı özellikleri vardır. Buralarda başka beldede oluşmayan, başka parselde bitmeyen ve sadece ora­da doğan madeni cevher çeşitleri veya farklı türler oluşur yahut bitkilerden bir çeşit biter, hayvanlardan bir cins doğar. Bunun örneği, filin sadece güney denizlerinin yarımadalarında Koç burcunun dönencesinde (medar) doğmasıdır. Aynı şekilde zü­rafa sadece Habeşistan beldelerinde doğar. Samur, sincap ve misk ceylanı ancak ku­zeydoğu bozkırlarında doğar. Şahin, doğan ve bunlara benzeyen kuş çeşitleri ancak sarp dağ başlarında yavrular. Keçi ve koyun ancak bozkırlarda ve çöllerde yavrular. Ördek, kaz ve buna benzer kuşlar ancak sahillerde, deniz kenarlarında, sığ sularda ve sazlıklarda yavrularlar. Serçe, tahtalı güvercin, kumru ve benzeri kuşlar ağaçların arasında, sık ağaçlarda, köylerde ve bostanlarda yavrularlar. Bitkilerin durumu da bu örnekteki gibidir. Hurma ve muz ancak sıcak beldelerde ve yumuşak arazilerde biter. Ceviz, badem, fıstık, fındık ve benzerleri ancak soğuk beldelerde biter. Bitki tohumu, çınar ve çalılıklar bozkırlarda ve çorak yerlerde; şeker kamışı ve söğüt de nehir kıyılarında yetişir. Diğer bitkiler de bu şekildedir. Madeni cevherlerin duru­mu da aynı şekildedir. Bunların her birisinin sadece orada oluştuğu özel bir yeri ve bilinen bir toprağı vardır. Mesela altın... O, sadece kumlu bozkırlarda, dağlarda ve yumuşak taşlarda oluşur. Gümüş, bakır, demir ve benzerleri sadece dağ içlerinde ve yumuşak toprakla karışmış taşlarda oluşur. Kükürt sadece ıslak arazilerde, yumuşak topraklarda ve yağlı rutubetlerde oluşur. Gulgutar[270] ve eklâh ancak tuzlu yerlerde ve dere yataklarında oluşur. Kireç taşı ve Isfahan çamuru sadece toprağı çakıl taşlarıyla karışık olan kumlu yerlerde oluşur. Sülfürik asit ve şap sadece sert ve acı topraklarda oluşur. Diğer madeni cevher çeşitlerinin durumu da bu şekildedir.

Bölüm

Bil ki madeni cevherlerin çeşitleri çoktur. Sayısını Allah’tan başkası sayamaz. An­cak insanlar bunların bazılarını bilir, bazılarını da bilmez. Bu ilimde derinliği olan­lardan ve bunları araştıranlardan bazı bilge kişiler, bilinen ve sayılan madenlerin yaklaşık dokuz yüz adet olduğunu söylemişlerdir. Her birinin özellikleri, şekilleri, renkleri, tatları, kokuları, ağırlıkları, değişkenlikleri, zararları ve faydaları farklıdır. Bunlardan bazılarını diğerlerine delil ve kıyas olması için anlatmak istiyoruz. Di­yoruz ki: Madenî cevherlerden bir kısmı sert taşlıdır. Ancak ateşte erirler ve soğu­duklarında da donarlar. Altın, gümüş, bakır, demir, siyah ve beyaz kurşun, cam ve benzerleri gibi... Onlardan bazıları da sert taşlıdır. Ancak şiddetli ateşte erirler ve sadece darbeyle kırılırlar. Yakut ve akik gibi... Onlardan bazıları gevşek topraklıdır. Erimez fakat ufalanır. Tuz, sülfürik asit ve talk[271] gibi... Onların bir kısmı nemli ve suludur, ateşten kaçar. Civa gibi. Onların bir kısmı yağlıdır ve havaya aittir. Ateş onu yakar. Kükürt ve arsenik gibi... Bazıları bitkiseldir. Beyaz ve kızıl mercan gibi. Bazı­ları hayvanidir. İnci gibi. Bazıları düğümlü ve çiylidir. Amber ve bâzehr[272] gibi. Zira amber deniz suyunun yüzeyine düşen bir çiğdir. Belli bir zaman diliminde özel bir yerde meydana gelir. Aynı şekilde bâzehr de bazı taşların üzerine düşen bir çiydir. Sonra o taşların yarıklarına işler ve belli bir zaman diliminde özel yerlerde meydana gelir. Zencefilin Horasan’daki bir diken çeşidinde çiy olarak bulunması gibi... Aynı şekilde reçine belli bir zaman diliminde bir bitkide bulunan çiydir ve orada oluşur. İnci de aynı şekildedir. O, deniz canlılarının bir çeşidi olan sedefin içerisine yerleşen bir çiydir. Sonra katılaşıp donarak burada oluşur. Aynı şekilde mumya da kayaların yarıklarına yerleşmiş olan bir çiydir. Sonra orada katılaşarak suya dönüşür. Sonra dar gözeneklerde ortaya çıkar, donar ve burada oluşur. Çiy, havaya ait bir rutubet­tir. Gecenin soğukluğunda donarak bitkilerin, taşların, ağaçların ve kayaların üzeri­ne düşer. Bütün madeni cevherlerin durumu bu kıyasa tabidir. Onların maddeleri, uzun süre kalmakla ve zamanın geçmesiyle kendilerine ait yerlerde oluşan rutubet­ler, sular, ıslaklıklar ve buharlardır. Bahsettiğimiz şeylerle, farklı çeşitlerine, özellik­lerine, renklerine, tatlarına, kokularına, ağırlıklarına, hafifliklerine, dirençliliklerine, gevşekliklerine, yumuşaklıklarına, sertliklerine, özelliklerine, faydalarına ve zararla­rına rağmen, madeni cevherlerin tamamının toprağa ait sert, ağır, karanlık ve şeffaf parçalardan; suya ait ağır ve hafif arası rutubetli, akıcı ve saf parçalardan; havaya ait hafif, yumuşak, yağlı, saf, aydınlık parçalardan; olgunlaşmış ya da ham, kuvvetli veya zayıf sıcaklıktan bir araya getirildiği ve ortaya çıkarıldığı açığa çıkmıştır. Üstün oran veya bunun dışındaki bileşik oranlardan meydana gelen bir bileşimdir. Bu bileşim, dört özellikle (tabâ’i-i erba’a) çarpılan on iki mertebedir. Bu dört özellik sıcaklık, soğukluk, nemlilik ve kuruluktur. Toplamı kırk sekiz mertebedir. Bu uzunluk kendi­siyle (48’le) çarpıldığında iki bin üç yüz dört eder. Bu genişlik köküyle çarpıldığında 111.072 olur. Bu ise birler basamağının küpüdür. Bu bölümü açıklama ihtiyacı duyu­yoruz. Çünkü bu konu, madenlerin keyfiyetini bilmenin temelini oluşturmaktadır.

Bölüm

Ey kardeşim! Bil ki madenin sıcaklığı yerin içerisindeki farklı rutubetleri ve sıkış­mış buharları kuşattığı zaman erir, incelir, hafifler, yukarıya, bu çukurların ve mağa­raların tavanına yükselir ve orada bir süre kalır.

Yerin altı, yazın soğuduğunda bunlar donar, katılaşır, çukur ve mağaraların en aşağısına geri döner. Buradaki arazilerin toprağı ve çamuru ile karışır. Madenin sı­caklığı onu daima olgunlaştırır ve pişirir halde orada bir süre kahr. O, uzun süre kalmasıyla berraklaşır; ağırlık ve katılığı artar. Bu rutubetler, kendilerine dâhil olmuş toprağa ait parçalar ve bunlardan aldıkları ağırlık, katılık, sıcaklığın olgunlaşması ve onları pişirmesi ile titrek bir civa olurlar. Bu havaya ait yağlı parçalar ve onlarla ilişki içerisinde olan toprağa ait parçalar, sıcaklığın onları uzun zaman içerisinde pişirme­si ile yakıcı kükürde dönüşür.

Kükürt ve civanın parçaları ikinci kez birbirine karıştığında katışır, karışır ve bir­leşir. Olgunlaşması ve pişmesi esnasında sıcaklık süreklidir. Bu esnada farklı madeni cevher çeşitlerine bağlanır. Zira civa saf, kükürt de katışıksız olduğunda ve bu ikisi­nin parçaları birbirine karıştığında onların ölçüsü en üstün oranda olur. Birleşirler ve kükürt, civanın nemini emer, ıslaklığını kurutur. Madenin sıcaklığı, pişmiş olması ve olgunluğu noktasında ölçülü olur. Olgunlaşmadan önce ona soğuk ve kuru hiçbir etki tesir etmez. Bu koşullarda uzun zaman içerisinde saf altın meydana gelir. Şayet olgunlaşmadan önce ona soğuk etki ederse düğümlenir ve beyaz gümüş meydana gelir. Şayet ona aşırı sıcaktan dolayı kuruluk ve toprağa ait parçaların fazla etkisi olursa düğümlenir, kuru ve kırmızı bakır meydana gelir. Şayet olgunlaşmamış kü­kürt ve civanın parçalarına birleşmeden önce soğuk etki ederse, aşırı beyaz bir kur­şun meydana gelir. Şayet ona olgunlaşmadan soğuk etki eder ve toprağa ait parçalar daha fazla olursa siyah demir oluşur. Şayet civa daha fazla, kükürt daha az, sıcaklık da zayıf olursa bu durumda siyah kurşun oluşur. Şayet sıcaklık dağılır ve onu yakarsa rastık taşı olur. Madeni cevherlerin, dış etkiler sebebiyle kükürdünün ve civasının fazlalığı ya da noksanlığı, sıcaklığının aşırılığı ya da azlığı, madenin olgunlaşmadan önce soğuması ya da ölçüsünü kaybetmesi noktalarında dengeli olmaktan ve en üs­tün olan orandan uzaklaşması bu kıyasa tabidir. Toprağa ait madenlerin cevherleri­nin durumu da bu kıyasa tabidir.

Billur, yakut, zebercet, akik ve benzeri ateşle erimeyen taşa ait cevherlere gelince, bunlar yağmur suları ile mağara, oyuk ve vadilerin katı dağlardan ve sert taşlardan sızdırdıkları ıslaklıklardan oluşur. Onlara toprağa ait parçalar ve çamurdan hiçbir şey karışmaz. Bilakis uzun zaman diliminde orada bulunuşları uzadıkça suların devam­lılığı, ağırlığı ve katılığı artar. Madenin sıcaklığı daima onu olgunlaştırır ve pişirir. Sonunda şekle girer, sert ve saf bir taş olur. Renleri, saflıkları ve sükûnetleri, bu cins cevherleri yöneten yıldızların ışıklarına ve bu özel yerlere ışıklarının düşme durum­larına (metârih) göre meydana gelir. Nitekim bunu “Bitki Risalesinde açıklayacağız. Zira sarı yakutun, saf altının, zaferanın ve bitkilerden bunlara benzeyen şeylerin renkleri Güneş’in ışığına ve ışığının parıltısına aittir. Bunun gibi gümüşün, tuzun, billurun, pamuğun, karların ve benzer bitkilerin renkleri, ayın ışığına ve ışığının pa­rıltısına mensuptur. Bütün çeşitlerin renkleri, bu kıyasa uygun olarak, gezegenlerden ve sabit yıldızlardan her birine mensuptur. Bu konu “Ahkâmu’n-Nucûm” adlı kitapta anlatılmaktadır. Siyah Satürn’e {Merih), kırmızı Mars’a, yeşil Jüpiter’e, mavi Venüs’e, sarı Güneş’e, beyaz Ay’a, renklerin çeşitliliği Merkür’e aittir dendiği gibi.

Toprağa ait cevherlerin oluşumunun nasıl olduğu hakkındaki hükme gelince, su­lar arazilerin topraklarıyla karıştıkları ve madenin sıcaklığı devreye girdiği zaman bu rutubetlerin çoğunluğu çözünür ve daha önce bahsettiğimiz gibi atmosferde yük­selen bir buhara dönüşür. Ondan arta kalan şeyler toprağa ait parçalardan ayrılmayarak mahsur kalır ve onlarla birleşir. Sıcaklık devreye girer, onları olgunlaştırır ve pişirir. Sonunda yoğunlaşır ve oluşumunu tamamlar. Bu arazilerin toprakları şayet tuzlu ise ve ovadan kayalığa doğru akmışsa orada tuz çeşitleri, boraks ve şap oluşur. Şayet arazilerin toprakları acı olursa yeşil ve sarı sülfürik asit çeşitleri, gulgutar ve benzerleri meydana gelir. Gulgutar bir sülfürik asit çeşididir. Arazinin toprağı çakıl taşı, toprak ve karışık kum olursa kireç taşı, üstübeç (kurşun karbonat) ve benzerleri meydana gelir. Şayet arazinin toprağı yumuşak toprak ve katışıksız çamur olursa yer mantarı meydana gelir. Burada çayır, ot, çimen, ağaç ve ekin çeşitleri biter.

Bölüm

Ey kardeşim! Bil ki ateş, madeni cevherler arasında bütünü hakkında hüküm veren ve onlarla kendi cinslerinden olmayanların arasını ayıran bir hâkim (kadı) gibidir. Ateşin gücü, altın ve yakut gibi en üstün madenlerin parçalarının arasını ayırmaya yetmez. Bu, onların parçalarının birbirlerine kaynaşmalarının şiddetli ol­masından dolayıdır. Onların parçalarının yarıkları arasında rutubet yoktur. Kükürt, arsenik, zift, neft ve benzeri bazı madeni cevherlerin yanması ise, ateşin onları yeme­si ve alevlenmelerinin hızlı olması; toprağa ait parçalarla ilintili ancak onlarla bitişik olmayan havaya ait yağlı parçalarının olmasından dolayıdır. Onlarda suya ait parça­lar da azdır. Üstelik bu parçalar olgunlaşmamış ve onlarla birleşmemiştir. Bunlara ateşin sıcaklığı isabet ettiğinde süratle erir, çözünür, duman ve buhar olurlar. Top­rağa ait parçalardan ayrılır ve atmosferde yükselirler. Havayla karışır ve atmosferin parçaları arasında dağılırlar. Altının erimesinin ve yanmamasının sebebi nedir diye sorulduğunda ise deriz ki: Altının erimesinin sebebi, toprağa ait parçalara bitişik olan yağlı rutubettir. Bu rutubete ateşin sıcaklığı isabet ettiğinde erir ve kendisiyle birlikte bulunan toprağa ait parçalar yumuşar. Onun yanmaması ise, toprağa ve ha­vaya ait parçalara bitişik olan suya ait parçalardan kaynaklanmaktadır. Bu parçalar ateşe karşı gelir ve ateşin toprağa ait cesedi tutuşturmasına karşı soğukluğu ve ru­tubeti ile karşı koyar. Havaya ait bu yağlı parçalar ateşten çıktığı zaman donar, suya ait parçalar katılaşır ve şekil ahr. Toprağa ait parçalar da olduğu gibi kalır. Toprağa ait diğer cisimler de bu kıyasa tabidir. Yakut ise, suya ait parçaları kayaların arasında uzun süre kalmaktan dolayı katılaştığı ve saflaştığı, madenin sıcaklığının onu pi­şirmeye devam etmesi ile olgunlaştığı, parçaları birleştiği ve kuruduğu için ateşle erimez olur. Çünkü onda yağlı bir rutubet yoktur. Onun saf olmasının sebebi ise, onda toprağa ait karanlık parçaların olmamasındandır. Aksine onun parçalarının hepsi, suya ait katılaşmış, saflaşmış, olgunlaşmış, donmuş ve kurumuş parçalardır. Ateş onun parçalarını ayırmaya, parçaların aşırı birlikteliği ve kuruluğu sebebiyle güç yetiremez. Beyaz ve siyah kurşun gibi bazı cisimlerin hızla erimesi ve yanmasına gelince bu, suya ve havaya ait parçaların toprağa ait parçalarla bitişik olmamasından dolayıdır. Onun siyahlığı ise olgunlaşmamış olmasındandır. Ağırlığı ise içinde top­rağa ait çok fazla parça olmasındandır. Allah en iyisini bilir.

Bölüm

Ey kardeşim! Bil ki bu cevherlerin pek çok özellikleri ve farklı nitelikleri vardır. İticilik ve zıtlık bunlardandır. Uyumluluk ve benzerlik bunlardandır. Bu özellikle­rin birbirlerine etkileri söz konusudur. Bu, ya çekme ve tutma yahut itme ve kaçma veyahut da buğz ve düşmanlık şeklindedir. Yine onların, bitkiler ve hayvanlarda ol­duğu gibi gizli bilgileri ve ince düşünceleri vardır. Bu da ya şevk ve muhabbetle ya da kin ve düşmanlıkla olur. Bunun iç yüzünü Yüce Allah’tan başka kimse bilemez. Söylediğimiz şeyin doğruluğunun ve açıkladığımız şeyin hakikatinin delili, taşlar kitabında (kitâbül-ahcâr) hikmet sahiplerinin sözleri ve taşları tanımlamalarıdır. Onlara göre tabiat tabiata alışır, tabiat diğer tabiata uyum sağlar, bir tabiat diğerine yapışır, bir tabiat diğerine yakınlaşır, tabiat tabiatı yener, tabiat tabiata üstün gelir, tabiat tabiata yenilir, tabiat tabiatı yakar, tabiat tabiatı sever, tabiat tabiatla olgunlaşır, tabiat tabiatla bozulur, tabiat tabiatı beyazlaştırır, tabiat tabiatı kırmızılaştırır, tabiat tabiattan ayrılır, tabiat tabiatı soğutur, tabiat tabiata karışır.

Diğer bir tabiata alışan tabiatın örneği elmas ve altındır. Elmas, altına yaklaştığın­da ona yapışır ve tutunur. Elmas sadece altın madeninde ve doğu nahiyelerinden bir vadide bulunur denir. Mıknatıs taşı tabiatının örneği demiri çekmesidir. Bu iki taş sert ve kurudur. Tabiatları arasında uyum ve arzu vardır. Demir bu taşa yaklaştığın­da kokusu yayılır. Ona gider ve yapışır. Demir onu kendisine çeker ve tutar. Aşığın âşık olduğu kişiye yaptığı gibi... Siyahı çeken taş, saçı çeken taş, tırnağı çeken taş ve samanı çeken taş bu şekilde hareket eder. Bu kıyasa göre madeni taşlardan hiçbir taş yoktur ki, onun tabiatıyla başka bir şeyin tabiatı arsında uyum ve arzu bulunmasın. İnsanlar bunu bilse de bilmese de durum böyledir.

Bil ki bu taşların birbirlerinin fiillerinin karşısında yer almalarının örneği, has­talıklı uzuvda ilacın etkileri gibidir. Zira kendisindeki illetin tabiatına zıt olan ila­cın tabiatını arzulamak, bütün hastalıklı uzuvların özelliklerindendir. İlaç hastalıklı uzva yaklaştığında onu hisseder ve çekici kuvvet ilacı bu uzva çeker. Tutan onu tutar ve elem veren hastalığın tabiatını defetmek için tasarlayın bir güçle ilacın tabiatın­dan yardım ister. Orada güçlenir ve hastalığa galip gelir. Hastalığı hastalıklı uzuvdan kovar. Savaşçı ve hasım, hasmına ve düşmanına karşı onları kendisinden uzaklaş­tırma hususunda kendisine yardım edenin kuvveti ile yardım ister ve direnir. Bu, Allah’ın hikmetinin mükemmelliğindendir. Zira her hastalık ve arızanın şifalı bir devasını vermiştir. Sonra yalnız ona ilham etmiştir. Firavun ona ve kardeşi Harun’a şöyle dediğinde yüce Allah’ın Musa (ona selam olsun) hakkında hikâye ettiği gibi: “Ey Musa! Rabbiniz kim? Dedi ki: Rabbimiz, mahlûkatına her şeyi veren, sonra onlara yol gösterendin[273] Yani onları yarattı, şekil verdi, faydalarına ve zararlarına olanları öğretti, onları kuvvetlendirdi, onlara yardım etti, onları korudu, gözetti, yönetti, on­lara dilediği gibi ve nasıl istediyse hükmetti. Yaratıcıların en iyisi olan Allah övgüye layıktır.

Diğer tabiata galip gelen tabiatın örneği, sürtme esnasında taşları yiyip bitiren, yumuşatan ve düzleştiren sünbâzecin tabiatıdır. Yine bunun örneği, diğer sert taş­lan yenen elmasın parçaladığı kirli siyah kurşunun tabiatıdır. Zira elmas, taşlardan sadece bir tanesine değil, hepsine galip gelir. Şayet o, örsün üzerine bırakılsa ve çe­kiçle dövülse örs ve çekiçten birisinin içerisine girer, ama kırılmaz. Siyah kurşundan yapılmış iki yüzey arasına konulsa ve sıkıştırılsa parçalanır. Az rutubetli ve ateşin sıcaklığına dayanıklı akıcı civanın tabiatı da bunun gibidir. Altın, bakır ve gümüş gibi sert madeni taşlara sürüldüğünde onları zayıflatır ve gevşetir. Öyle ki çok az çalışarak kırman ve parça parça etmen mümkün olur. Kükürt, berrak ve parlak taş­ları karartan, onların renklerini ve boyalarını götüren, en kısa sürede yanacak kadar onların ateşlerini artıran, kokusu bozuk bir cevherdir. Kükürdün böyle olmasının sebebi, kükürtte yağh, yapışkan ve donuk rutubetin olmasıdır. Ona ateşin sıcaklığı isabet ettiğinde erir ve taşların yüzeylerine yapışarak ona karışır. Ateş orada sağlam­laştığında yanar ve kendisiyle birlikte bu kütleleri de yakar. İster yakut olsun, ister altın olsun, isterse diğerleri.

Diğer tabiatları süsleyen ve aydınlatan tabiatın örneği, taşların oyuklarına yerle­şen ve onların kirini yıkayan nişadırdır.

Diğer tabiatlara yardım eden tabiatın örneği, toprağa ait madeni taşları hızlı bir şekilde kalıba sokmada ateşe yardım eden borakstır. Yine onları temizleyen, aydınla­tan ve boyayan sülfürik asitler ve şaplar bunun örneğidir. Yine mine ve kılâ[274] [275] kumun kalıba girmesinde ve saflaşmasında iki yardımcıdır. Bunun sonucunda şeffaf cam meydana gelir. Diğer madeni taşların birbirlerini etkileme konusundaki hükmü bu kıyas ve örnekteki gibidir. Onların canlı (hayevâri) cisimler üzerindeki etkilerine ge­lince, bu konu “Tedaviler, Tıp ve İlaç Kitaplari’nıİA ' anlatılmıştır.

Bil ki madeni cevherlerin gerçekten ilginç özellikleri vardır. Akıl sahibi bir kim­se, şanı yüce olan Allah’ın sanatının inceliği ve bu konudaki hikmetinin sağlamlı­ğı hakkında düşündüğü zaman şaşırarak hayretler içerisinde kahr. Rabbini bilmesi {marifet) ve kesin inancı artar. Özellikle incinin yaratılması ve oluşumunu düşün­düğünde... Zira bu cevher, havaya ait tath, donmuş, yağlı, iki sedef arasına yerleşmiş bir su ve rutubettir. Sanki o iki sedef kapah çömleklerdir. Dışları sert ve kirli, içleri yumuşak ve saf beyazdır. İçinde sanki bir et parçasıymış gibi bir canlı vardır. Dış görünüşü rahmin görünüşüne benzer. Onun mekânı, tuzlu denizlerin dibidir. O, bu iki sedefi, içine tuzlu deniz suyu girmesi korkusuyla iki kenarından kendisinde birleştirmiştir. Kuş uçmadığı zaman kanatlarını birleştirdiği gibi... Öyle ki denizin dalgalarındaki ıstırabın sakinleştiğini hissettiğinde, geceleyin bilinen özel bir zaman diliminde denizin dibinden yüzeyine çıkar. Kuş yavrularının, kuş onu beslerken ağızlarını açmaları ve ilişki sırasında rahmin ağzının açılması gibi bu iki sedef de açılır. İçerisine atmosferin ıslaklığından ve havanın rutubetinden sızdırır. Burada, bitkilerin ve otların üzerlerine geceleyin düşen kırağıdan tatlı su damlaları oluşur. Bu iki sedef, tuzlu deniz suyunu içeriye sızdırma korkusuyla kendisinde şiddetli bir şekilde birleştirmekle yetinirse, bu tath rutubet, kendisine karışan tuzluluktan dolayı bozulur ve denizlerin diplerine yumuşakça inerek orada bir süre kahr. Bu tath rutu­bet, zaman geçtikçe katılaşıp ağırlaşarak civa kıvamında olur. İçerde hareket ederek yuvarlanır ve dönen tohuma dönüşür. Civanın bölündüğünde ve yuvarlandığında olduğu gibi... Sonra zaman içerisinde donar, düğümlenir, küçük ve büyük inci mey­dana gelir. Bu, üstün ve bilgi sahibi olan Allah’ın takdiridir.

Bölüm

Ey kardeşim! Bil ki algılanabilen şeyleri (mahsûsât) düşündüğünde, varlıkları ince­lediğinde ve ay feleğinin altındaki kâinatı araştırdığında en küçük, en zayıf yaradılışlı, en üstün cevherli, en üstün güce sahip ve en faydalı olanın ceset olduğunu göreceksin.

İnci, dibac[276] ve bal üçlüsüne bak ve düşün. Bunların -bu üçünü kastediyoruminsanlar nezdinde değer bakımından eşyaların en üstünü, giyecek olarak en değerlisi ve tat olarak en iyisi olduğunu göreceksin. Bu hayvanın (incinin) yaratılışı hakkında söylenenleri düşündüğünde, onun deniz hayvanlarının en hakiri olduğunu anlarsın. Aynı şekilde arının bünye olarak kuşların en zayıfı ve cüsse olarak da en küçüğü olduğunu görürsün. Aynı şekilde ipek böceğinin de cüsse olarak hayvanların en kü­çüğü olduğunu görürsün.

Bölüm

Bil ki övgüye layık olan Allah madeni varlıkları canlıların, özellikle de insanların menfaatleri için yaratmıştır. Onları bu eşyalara muhtaç ve bunlar üzerinde tasar­ruf sahibi kılmıştır. Belli bir zamana kadar onlardan faydalanırlar ki akıllı kimseler onların oluşumunu, yaradılışım ve yapımını düşünsünler de kendilerine bir kıyas olsun. Âlemin de yokken sonradan yaratılmış, inşa edilmiş, oluşturulmuş olduğunu bilsinler. Âlemin kalıbı iri, yaradılışı büyük, ömrü uzun ve ölçüsü büyük de olsa hik­met sahibi âlimler onun ne zaman meydana geldiğini ve ne zaman fesada uğradığını tespit etmeye güç yetiremiyorlar. Onu yaratan, icat eden ve şekillendiren, feleklerini (kürelerini) düzenleyip döndüren, gezegenlerini oluşturup harekete geçiren, ışıkla­rını merkeze doğru yayan, unsurları (anâsır) birbirine karıştıran, tabiatları (tabai*) eşleştiren ve bunlardan hayvan, bitki ve madenlerden oluşan fasit varlıkları meydana getiren (evlede), bunları insanın hizmetine sunan, insanı onlarda dilediği gibi ta­sarrufta bulunacak ölçüde onların sahibi yapan bir yaratıcının olduğunu biliyorlar. İnsan yararlanma ve zararları def etme noktasında onlara dilediği gibi hükmeder. Âlimler ve hikmet sahipleri, insanların akıllarının karışıklığına karşı âlemin sonra­dan var edilmiş (muhdes) olduğuna dair görülenden hareketle, görülmeyene delil getirme ve tikelden tümele kıyas yapma ihtiyacı hissettiler. Âlemin yokken sonradan olmasını ve varoluşunu düşündükleri ve fiil yokken yaratıcıyı fiilde bulunmaya iten sebebi araştırdıklarında, fâilin fiilini kendisinden dolayı gerçekleştirdiği tamamlama illeti (illetu t-temâmiyyet) denilen bir nedene ulaştılar.

Akıl sahiplerinden çoğu bu nedeni düşündüğünde ve araştırdığında onu bula­madılar. Aynı şekilde fâilin işi ne zaman yaptığını, hangi zamanda yaptığını ve nere­de yaptığını düşündüklerinde bilemediler ve tasavvur edemediler. Aynı şekilde onu neyden yaptığını, nasıl şekillendirdiğini, feleklerin yuvarlağını çizdiğinde ve yıldız­ları döndürdüğünde pergelin ucunun nerede olduğunu düşünüp araştırdılar. Buna benzer araştırmaları ve bilgisi insanın gücü dâhilinde olmayan ve tasavvuru nefsinin kuvvetini aşan şeyleri düşünmeleri esnasında cehaletleri, şaşkınlıkları ve şüphele­ri onları, herhangi bir ilim ve açıklama olmadığı halde, âlemin öncesiz (kadîm) ve ezelî olduğu iddiasına görürdü. Bunu yalancı vehimler, batıl hayaller ve saptırılmış çarpıtmalarla söylediler. Yüce Allah onları yaratmadan önce onlarda bu şüphe ve şaşkınlığın ortaya çıkacağını bilmiştir. Onlara sonradan olan âlem ve onun sıfatları hakkında göremedikleri ve tasavvur edemedikleri şeylere örnek ve kıyas olsun diye mevcudiyetinden, varlığından ve hakikatinden şüphe etmedikleri şeyleri göstererek onların illetlerini ortadan kaldırdı. Varlığında şüphe olmayan bu şeyler, bitkilerden, madenlerden ve hayvanlardan oluşan fasit varlıklardır. Aynı şekilde insan fıtratında, sağlam bir sanatın ancak güçlü bir sanatçıdan çıkacağı duygusunu oluşturdu. Yine sanatın etkisini eserde baki kıldı. İnsanlar gecelerinde ve gündüzlerinde bu felek­lerin belli bir merkezde döndüğüne, gece ve gündüzün, kış ve yazın dört unsura göre birbirini takip ettiğine, gezegenlerin hareketlerine, değişimlere, dönüşümlere ve fasit varlıkların oluşumuna şahit oluyorlar. Bütün bunlar, âlemin sonradan ol­duğuna ve yoktan var edildiğine dair akıllar için delil, nefisler için şahitlerdir. Zira bu sınırlı (cüzî) varlıkların hiçbirisinde, yapıcı (illetün fâiliyyetün), özsel (illetün heyûlâniyyetün), şekilsel (illetün sûriyyetün) ve tamamlayıcı nedenlerden (illetün temâmiyyetün) bahsi geçen herhangi bir şey bulunmamaktadır. Biz “Aklî İlkeler Risalesinde[277] âlemin sonradan olduğu ve oluşumu hakkındaki bu nedenlerin neler olduğunu açıklamıştık. Oraya bak.

Madenlerin oluşumunun nasıl olduğunun bir kısmını açıklamış olduğumuz için şimdi onların cevherlerinin bazılarını, çeşitlerinin özelliklerini ve hikmet sahipleri­nin söylediklerini anlatacağız. Madenlerin en üstünü olan altın ve yakutla başlaya­cağız. Sonra bunları takip edenleri çeşit çeşit ele alacağız. Altın, tabiatları ölçülü, mi­zacı gerçek bir cevherdir. Nefsi ruhuyla bitişiktir; ruhu da cesediyle. Nefs ile havaya ait parçaları; ruh ile suya ait parçaları; ceset ile de toprağa ait parçaları kastediyoruz. Ancak parçalarının birleşmesi ve karışımı şiddetli olduğu için ateşte yanmaz. Çün­kü ateş onun parçalarını ayırmaya güç yetiremez. O, toprakta yıpranmaz ve uzun zaman içerisinde paslanmaz. Dış etkiler onu değiştiremez. Dışı yumuşak, rengi sarı, tadı tatlı, kokusu güzel, ölçüde ağır, ateş sarısı rengi olan bir cisimdir. Duruluğu ve parıltısı onun havaya ait cevherlerinden, yumuşaklığı yağlılığından; rutubeti, ağırlığı ve ölçülü olması toprağa ait cevherlerindendir. Çünkü onun kükürdü katışıksız, civası saf ve bileşimi ölçülüdür. Madenin sıcaklığı, uzun zaman içerisinde onu yumu­şakça ve ölçülü bir şekilde pişirmiştir. Ona ateşin sıcaklığı isabet ettiğinde rutubeti erir ve kütlesinin etrafında döner. Onun rutubeti ateşin sıcaklığını engeller ve ateşin kütleyi yakmasını önler. Bu rutubetler ateşten çıktığı zaman donar. Çekiçle soğuk ya da sıcak olarak dövüldüğünde uzar; farklı yönlere doğru genişler ve yumuşar. îp gibi eğilmeye başlar. Bütün zaman ve süs şekillerine girer. Kalıba konulduğunda gümüş ve bakıra karışır. Şayet içerisine altınlı ilaç (mirkaşisa)[278] atılırsa o ikisinden ayrılır. Çünkü mirkaşisa, kendisinden başkasını yakan ama kendisi yanmayan bir kükürt çeşididir. Altın ezildiğinde ve göz ilacına katıldığında fayda verir. Onunla bir yer dağlandığında yanmaz. Siyah safrayı, mide kurdunu, saç dökülmesini ve kalp hastalıklarını hızla iyileştirir ve fayda verir. O, gezegenler arasında Güneş’in payına düşmektedir. Bu özelliklerinden ve üstünlüklerinden dolayı krallar onu biriktirir ve hâzinelerde korurlar. Bundan dolayı insanların ellerindeki varlığı azalır, değerlenir. Varlığının azlığından değil de, her bol miktarda elde edenin onu yer altında sakla­masından, korumasından ve gizlemesinden dolayı fiyatı artar. Onun çok az bir mik­tarı tedavülde görülür.

Yakutlara gelince, bunlar sert, sıcak ve kuru taşlardır. Aşırı kurudur, sakindir, saf­tır, şeffaftır, kırmızı, sarı, yeşil ve mavi arasındaki farklı renklerdedir. Aslının tama­mı, madenlerindeki sert taşlar, kayalar ve taşlar arasında duran tath sudur. Katılaş­mış, saflaşmış, ağırlaşmış ve uzun zaman duruşu yüzünden madenin sıcaklığı onu olgunlaştırmıştır. Parçaları birleşmiş ve yağlılığının azlığı nedeniyle kesinlikle ateşte erimeyen sert bir madde olmuştur. Rutubetinin katılığı yüzünden yok olmaz. Bilakis renginin güzelliği artar. Özellikle onlardan kırmızı olana sertliğinin ve kuruluğu­nun şiddetinden dolayı eğe işlemez. Elmas ve üstübeci suda kazıma durumu hariç... Yakutun madeni, ekvator çizgisinin güneyindeki beldelerde bulunmaktadır. O, az bulunan bir madendir ve değerlidir. Az bulunduğu için fiyatı yüksektir.

Onun faydası, kim yakuttan yapılmış herhangi bir şey takar ve halkına veba ve taun bulaşmış bir beldede bulunursa Yüce Allah’ın izniyle bu hastalıklardan koru­nur ve insanlar nezdinde değerli olur. İhtiyaçlarını gidermesi ve geçimini sağlaması kolaylaşır.

Zümrüt ve zebercet kuru ve soğuk iki taştır. O ikisinin cinsi aynıdır. Altın maden­lerinde bulunmaktadır. Bu ikisinin daha hayırlısı ve iyisi yeşilliği, saflığı ve şeffaflığı çok olandır. Zebercede çok bakan kişinin göz yorgunluğu yok olur. Bundan kolye ve yüzük takan kişi sara hastalığından uzak olur. Dehneç[279] zebercedin düşmanıdır. Görüntüsü ona benzer. Onunla aynı yere konulduğunda zebercedi parçalar, rengini bozar ve zerafetini yok eder.

İnciye gelince onun bahsi ve oluşum şekli anlatılmıştı. Onun özelliği, kara saf­radan meydana gelen korku ve kederden kaynaklanan kalp çarpıntısına fayda ver­mesidir. Çünkü o, kalbin kanını sulandırır. Göz ilaçlarına katılır ve göz sinirlerini güçlendirir. Kazınır ve abraş hastalığının beyazına sürülürse onu yok eder. Bu su, saralı olan kişiye içirilirse onu sakinleştirir. Gümüşe gelince o, çözünmüş cevherlerin altına en yakın olanıdır. O, soğuk, yumuşak ve ölçülüdür. Şayet olgunlaşmadan önce onun madenine soğukluk galip gelmeseydi belki de altın olacaktı. O, ayın payına düşmüştür. Ona kaynatma esnasında mass[280] veya beyaz kurşun ilave edilirse o iki­siyle karışır. Onlardan kurtulduğunda kükürt onu siyahlaştırır, civa ise kırar. Boraks, onun rengini güzelleştirir, kaynamasını belirler ve ondan ateşin sıcağını uzaklaştırır. Ezilip içilen ilaçlara katıldığında yapışmış rutubetlere (bronşit) iyi gelir. O, sıkıştırıldığında ateşle yanar ve toprakta uzun zaman içerisinde bozulur.

Bakıra gelince o, sıcak ve aşırı kuru bir maddedir. O, gümüşe yakındır. Onla­rın arasında sadece kırmızılık ve kuruluk noktasında fark vardır. Zira gümüş beyaz ve yumuşaktır. Bakır ise kırmızı, aşırı kuru, kirli bir maddedir. Onun kırmızılığı, kükürdünün sıcaklığının fazla olmasındandır. Kuruluğu ve kirliliği kaldığındandır. Onu beyazlatmaya ve yumuşatmaya ya da gümüşü sarartmaya ve yumuşatmaya güç yetirebilen birisi ihtiyacını elde etmiş demektir. Bakır ekşi şeylere yaklaştırıldığında zincâr denen bir şey çıkarır. Zincar ise zehirdir. Şayet bakır civaya sürülürse onu gevşetir ve kırar. Eğer bakır kaynatılır, üzerine Şam bardağı atılır ve bardak sıcak bir şekilde suya atılırsa bardağın rengi altının rengi gibi olur. Ateşten indirilirse kara­rır. Çünkü ateş, madeni cevherler arasında onların arasını gerçek bir şekilde ayıran hâkim/kadı gibidir. Bakır kaplarda yiyip içmeye düşkün olanların karakterleri bo­zulur ve onlar pek çok şiddetli hastalığa yakalanır. Bakır kaplar balığa yaklaştırıldı­ğında ondan kötü bir koku yayılır. Şayet bakır kaplar, kızartılmış ya da pişirilmiş bir balığa sıcak sıcak yaklaştırılırsa öldürücü bir zehre dönüşür.

Talikunî, kendisinden ilaç yapılan sert bir bakır çeşididir. Şayet ondan bıçak ya da silah yapılır ve bununla hayvan yaralanırsa ona aşırı zarar verir. Şayet ondan balık avı için olta yapılır ve ona balık takılırsa oltanın iğnesi küçük, balık büyük de olsa, kur­tulması mümkün değildir. Şayet kişiye yüz felci ağrısı isabet eder ve ışık görmediği bir eve girerek talikundan yapılmış bir aynaya bakarsa Yüce Allah’ın izniyle yüz felcinden kurtulur. Şayet talikun ısıtılır ve suya batırılırsa bu suya sinek yaklaşmaz. Şayet ondan kalem yapılsa ve bu kalemle saç bedenden yolunsa, yolunan yer yağlansa, bundan son­ra orada saç bitmez. Şayet talikundan yapılmış bir kaptan içki içilse sarhoş etmez.

Beyaz kurşuna gelince onun rengi gümüşünkine yakındır. Ancak onu üç özellik ayırır: Kokusu, gevşekliği ve direnci. Madenindeyken ona girmiş olan bu afetler, an­nesinin karnındaki çocuğa girmiş olan afetler gibidir. Onun gevşekliği, havaya ait özelliklerinin çokluğundandır. Direnci, kükürdünün katılığından ve civası ile karışı­mının azhğındandır. O, üst üste çökmüştür. Bu nedenle direnç gösterir ve yeterince olgunlaşmadığından dolayı iğrenç kokar. Şayet gerektiği kadar mersin diye isimlen­dirilen fesleğen dalı, mirkaşisa, tuz ve arsenik karıştırılırsa bu afetlerden uzak olur. Beyaz kurşun soğutulduğunda ve merhemlere ilave edildiğinde insanların gözlerin­de çıkan cerahat ve yaraları iyileştirir.

Siyah kurşun bir kurşun çeşididir. Ancak onun olgunlaşmamış kükürdü çoktur ve faydaları insanlar arasında bilinmektedir.

Demire gelince onun farklı cinsleri vardır. Yumuşak ve gevşek olan cinsi bun­lardandır. Su verildiğinde sertliği ve keskinliği artan cinsi bunlardandır. Sanatkâr ondan vazgeçmez. Faydaları açık ve zahir olduğu için insanlar ondan vazgeçmezler. Su, ateş ve tuzdan vazgeçilmediği gibi... İlaca katıldığında kuvvetini ve sertliğini artı­ran cinsi bunlardandır. İmal edilmiş cevherlerden birisi de alaşımdır. O, üzerine ilaç dökülmüş bakırdır. Böylece sarılığı ve yumuşaklığı artmıştır.

İsfenderî, beyaz kurşun, dökülmüş bakır ve siyah kurşunla karıştırılmış bir ba­kırdır. Siyah kurşun çeşidi olan merdâsenc ve zincarın bakırla birlikte yakılmasıyla elde edilir. Üstübeç, siyah kurşun ve asidin karışımıdır. İsrinç, üstübeç ve kükürdün karışımıdır. Kırmızı kurşun oksit (zincefr) civa ve kükürdün karışımıdır. Mürtek, bir siyah kurşun çeşididir. Onların -bu taşları kastediyorumfaydaları ve zararları insanlar arasında bilinmektedir ve tıp kitaplarında açıklaması yapılmıştır.

Civa ve kükürt de madeni cevherlerdendir. Kükürt, yağlıdır ve erimeleri esnasın­da madeni taşlara yapışan yapışkan bir taştır. Ateşle yanar. O, tamamen yağlı olduğu için taşlar onunla yakılır.

Civaya gelince o, rutubetli ve ateşin sıcağı isabet ettiğinde uçan akıcı bir cisimdir. Ateşin sıcağına dayanıklı değildir. O, madeni cisimleri bilinçli bir şekilde karıştırır, gevşetir, kırar ve zayıflatır. Bu cisimlere ateşin sıcağı isabet ettiğinde civa uçar ve daha önceki katı olan ilk haline döner. Bu taşlarla onun örneği, kurumuş çamurla suyun örneği gibidir. Ona su galip geldiğinde gevşer ve parçalanır. Ona ateşin sıcağı veya Güneş’in harareti isabet ettiğinde kurur ve daha önce olduğu hale döner.

Bil ki kükürt ve civa eriyen madenlerin cevherlerinin aslıdır. Toprak ve suyun, tuğla, pişirilmiş tuğla, briket, taslar ve tencereler, çamurdan yapılmış şeylerin hepsi gibi elişi cisimlerin ash olması gibi... Eriyen madeni cevherlerin oluşumunun nasıl olduğunun, tabiatlarının ve sıfatlarının farklı olmasının sebeplerinin neler olduğu­nun bahsi bundan önceki bölümde geçmişti.

Yine tuz çeşitleri, şaplar, borakslar ve sülfürik asitler madeni cevherlerdendir. Ye­mek tuzu ve beyaz tuz gibi tatlı olanları, kahp tuz gibi acı olanları vardır. Nişadır gibi keskin olanları, şap ve sülfürik asit gibi kabız edenleri vardır. Petrol ve hindi gibi deva olanları vardır. Ekmek boraksı[281] bunlardandır. Tabaklamada kullanılan sevâriç bunlardandır. Kızartma tuzu, kireç, kül ve idrar bunlardandır. Kimyagerler bunları kullanmaktadır. Bütün bunlar yeryüzünün toprağıyla karışmış rutubetler ve sular­dır. Onları Güneş’in sıcağı yahut ateş ya da madenin sıcağı yakar. Birleşir ve tuz, şap, boraks ve sülfürik asit çeşitleri meydana gelir.

Arsenik çeşitleri, margaşisa, magnezyum, şâzenç[282], rastık taşı ve çinko da made­ni cevherlerdendir. Cam, kristal, mine (emaye), tılk, şene[283], akik, firuze, sünbâzec, Yemen incisi, lazevrad[284], anber ve dehneç de maden çeşitlerindendir. Zift, neft, ki­reçtaşı, üstübeç ve benzerleri de bunlardandır.

Ey kardeşim! Bil ki cevher çeşitlerinden her birisinin, uzaması korkusuyla bah­sini kestiğimiz özellikleri, faydaları ve zararları vardır. Zira hikmet sahipleri bunları kitaplarında zikretmişlerdir. Bu kitaplar insanların ellerinde mevcuttur. Ancak bun­ların bazılarının özelliklerini, bahsetmediğimiz geriye kalanlarına delil olması için zikredeceğiz. Dehneç, bakır madeninden oluşan bir taştır. Onun tabiatı soğuk ve yumuşaktır. Çünkü o, bakır madeninden ortaya çıkmış olan kükürtten yükselmiş bir dumandır. O, zincar gibi yeşildir. Maden olan dağların bir yerinde bulunduğunda

yoğunlaşır, parçaları birbirine yapışır, kütleleşir ve taşlaşır. Dehneç, farklı renklerde, yeşil, bulanık ve güzel renklidir. Tozundan yutan kişide zehir etkisi gösterir, bağır­sakları kesilir, hastalanır ve midesi yanar. İçildiğinde ise kesinlikle daha zararlıdır. Havayla birlikte berraklaşır ya da bulanıklaşır. Altının çekiçlerken parçalanmasını ve yarılmasını önler. (,..)[285] İle alınırsa daha etkili olur. Şayet eşek arısı sokmasına karşı eritilir ve sinekle karıştırılırsa acıyı dindirir. Şayet ezilir ve sirkeyle eritilerek mantar hastalığı olan yere sürülürse onu yok eder. Baştaki temreye iyi gelir. Bâzehr de made­ni cevherlerden birisidir. O, yumuşak, düz ve farklı renkleri olan bir cevherdir. Aslı havaya ait yağh bir rutubet iken uzun zaman zarfında madeni içerisinde donmuştur. O, kendisinden önemli fiiller ortaya çıkan değerli bir taştır. Zira o, ister sıcak ister soğuk, ister hayvansal ister bitkisel isterse de madeni olsunlar, öldürücü zehirlere karşı faydalıdır. Bu bölümün izahını uzatma ihtiyacı hissediyoruz. Zira zehirlerin, panzehirlerin ve bâzehirlerin doğal cisimlerdeki fiillerinin nasıl olduğu konusunda insanların akılları karışıktır. Çünkü bunlar donuk cisimlerdir. Cismin cisim oldu­ğundan dolayı fiilinin olmadığı, yine onun arazlarının da fiilinin olmadığı konusun­da sağlam delil getirilmiştir. Zira o, cisimden daha acizdir. Öncelikle bu cisimlerin birbirlerine karşı ortaya çıkan fiillerinin nasıl olduğunu anlatmamız gerekir. Sonra fiiller için, fiillerde, fiillerden ve fiillerle birlikte gerçek hareket edenin (fail) kim ol­duğunu açıklayacağız. Zehirler iki çeşittir: Sıcak ve soğuk. Bunlardan soğuk olan, kanı ve kendisiyle mizacın sıhhatinin ve hayatın ölçüsünün gerçekleştiği canlıların uzuvlarındaki ince ruhani rutubetleri dondurur. Bunlardan sıcak olan ise kanı ve bu rutubetleri çözündürür ve uçurur. Canlının bedeni, bunların çözünmesi ile sona ererek çözünür ve helak olur. Sıcak zehirlerin canlıların bedenlerine geçmesine ge­lince bu, suda bulunan za’feranın renginin derhal suyu boyaması gibidir. Onlardan soğuk olana gelince infahanın[286] fiili gibidir. O, sağılmış sütte bulunduğunda onu en kısa sürede dondurur. Zıt bâzehirlerin ve panzehirlerin fiillerinin bu zehirlerin fiille­rine geçmesi ise, asitlerin fiillerine benzemektedir. Asitler, za’feran boyasında bulun­duğunda, onu saatinde temizler ve çözünmesini engeller. Bu cisimleri hareket ettiren fiil sahibinin (el-fâil el-muharrik) kim olduğuna gelince... Bu fâil, Ay feleğinden yer­yüzünün merkezinin sonuna kadar -ki o “tabiat” olarak adlandırılırbütün cisim­lerdeki yönlendirici feleki Küllî Nefs’in kuvvetlerinden ruhani bir kuvvettir. Hayvan, bitki ve madenlerden oluşan bu sınırlı (cüzî) cisimler tabiatın fiilde bulunan inşacısının (es-sâni' el-fâil) alet ve edevatı gibidir. Onlarla, onlarda ve onlardan hareketle farklı fiiller birbirine bağlı ameller işlerler. Testereyle kesim yapan marangoz gibi. Baltayla heykeltıraşlık yapar, matkapla deler, siyah boyayla boyar, eğeyle eğeler. İşi yapan bir kişidir; iş ise alet-edevata ve yönelinen maksada göre farklıdır. Daha önce bahsi geçmiş olan bu yapıcı kuvveti (el-kuvvetul-fâile) tıpçılar ve tabiat felsefecileri melek Cebrail olarak adlandırırlar. Doktor, ihtiyaç anında ihtiyaç duyduğu şeyi tabi­ata veren tabiat hizmetçisidir. Tıpkı öğrencinin, öğretmene ihtiyaç anında edevatını vermesi ve bununla öğretmenin hizmet etmesi gibi.

Bölüm

Ey kardeşim! Bil ki bu cesetleşmiş cüzî nefisler küllî nefsin hizmetçileridir. Onun küllî nef se hizmetinden hoşlandığın ve Allah’tan ecir ve karşılık istediğin zaman cüzî nefsin Allah nezdinde yüce bir konumu olur ve iskeletlerinden ayrıldıktan sonra üs­tünlük ve mükâfatları olur. Onun hizmetinin din ya da dünya işlerini ıslah etme ara­sında olmasında fark yoktur. Allah’ın rızasını hesap ettiği ve kendi yanında bulunan ve onunla Allah’a yönelinen çeşidini istediği sürece her iki hizmette de Allah indinde hiçbir şey eksilmez. Doktor Berzeveyh’in “Kelile ve Dimne" kitabında bahsettiği gibi dünyadaki payı da elinden kaçmaz. Ona göre çiftçi, ot elde etmek için değil, hububat elde etmek için eker. Otun çiftçi istese de istemese de bitmesi gerekir. Bunun gibi ücret ve karşılığı Yüce Allah’tan isteyenin elinden, dilese de dilemese de, beğense de beğenmese de, vazgeçse de talep etse de, istese de istemese de dünyadaki payı ve ona taksim edilen şeyler kaçmaz. Bu görüşün desteği Allah’ın şu sözüdür: “İnsanları ve cinleri bana ibadet etsinler diye yarattım. Onlardan ne bir rızık ne de beni doyurma­larını istiyorum. Şüphesiz Allah rızık verendir, kuvvetli ve güçlüdür.”[287]

Ey kardeşim! Bil ki Allah’a ibadetin tamamı namaz ve oruç değil, din ve dünyanın ikisinin birlikte mamur edilmesidir. Çünkü Allah h e r ikisini mamur etmelerini ister. Kim o ikisinden birini ya da her ikisini düzeltmeye çalışırsa onun karşılığı Allah’a aittir. Çünkü Allah, her ikisinin de sahibidir. Bütün insanlar onun kuludur. Ona en sevimli gelen kulu, kullarının iyiliği ve iki âlemini mamur etmek için çalışan kimse­lerdir. En sevmediği kulları da iki âlemini ya da ikisinden birini bozmak için çalışan kimselerdir. Şanı yüce olan Allah’ın dediği gibi: “Allah'a ve Resulüne savaş açanların ve yeryüzünde bozgunculuk yapanların cezası ya öldürülmeleri, ya asılmaları ya da el ve ayaklarının çapraz kesilmesi veyahut da oradan sürülmeleridir”[288] Yüce Allah yine şöyle demiştir: “İnsan için ancak çalıştığı vardır.”[289]

Elmas da madeni cevherlerdendir. Onun tabiatı soğukluk ve dördüncü dereceye kadar kuruluktur. Bu iki tabiatın madenî taşlardan birisinde bir arada bulunması az rastlanan bir durumdur. Bu özelliğiyle, madeni taşlardan birisine temas ettiğinde ona tesir eden, kıran veya parçalayan bir taş olmuştur. Kurşunların bir çeşidi hariç... Ona ancak gevşek, yumuşak ve bozuk olduğunda tesir eder.

Bil ki, bu niteliksiz, zayıf taşın o güçlü, üstün taşta etki bırakması, sıradan, küçük ve zayıf tahtakurusunun iri cüssesi ve aşırı kuvvetiyle hayvanları yenen aşırı kuvvetli ve iri cüsseli fildeki etkisine benzer. Tahtakurusu, cüssesinin küçüklüğüne ve hare­ketinin yavaşlığına rağmen onu yener, ona eziyet eder ve zarar verir. Bunda, küçüğü büyüğe musallat edenin o ikisinin yaratıcısı ve şekil vereni olan Sübhan olduğunu görebilenler için ibret ve akıl sahipleri için delil vardır. Üstübece gelince o, elmasın iki tabiatına yakındır. Ancak onun etkisi elmasın etkisinin altındadır.

Mıknatıs taşma gelince o, tabiat olaylarını ve birbirlerine karşı gerçekleştirdikleri fiillerin özelliklerini görebilenler ve düşünenler için ibrettir. Zira bu taşla demir ara­sında tabiatta uyum ve benzerlik vardır. Âşıkla âşık olduğu kişi arasındaki uyum ve benzerlik gibi... Zira demir, aşırı kuruluğuna, cisminin sertliğine ve madeni, bitkisel ve hayvani cisimlere üstün gelmesine rağmen bu taşa doğru hareket eder, ona tutu­nur ve seven âşığın arzuladığı, sevilen sevgiliye yapışması gibi yapışır. Akıl sahibi bir kişi bu iki taşın, diğer madeni taşların ve bitkisel cisimlerin hareketlerini düşündü­ğünde o ikisini hareket ettiren fâilin (eylem sahibinin) o ikisinden başkası olduğunu bilir ve anlar. Ortaya konulmuş kesin deliller ve açıklanmış kanıtlar cismin, cisim ol­duğu için eylemi olmadığını göstermektedir. Bu cisimlerin hepsi, kendi farklılıkları, tabiatlarının farklılıkları, şekillerinin çeşitliliği ve tabiatlarının özellikleriyle birlikte fiilde bulunan (fâil), yapan (sâni) ve hareket ettiren (muharrik) kişinin alet ve ede­vatı gibidir. Fâil ise bu etkilerin (tesîrât) hepsinin kendisinin fiili olduğu felekî külli nefstir. Tabiat olarak adlandırılan bu varlık, övgüye layık olan Bârî’nin izni ile ortaya çıkar ve eylemde bulunur. Akli delillerle açığa çıkmıştır ki, övgüye layık olan Bârî cisimlere bizzat dokunmaz ve kendi nefsiyle eylemleri üstlenmez. O, sadece yoktan tasarlar (ihtira) ve yoktan var eder (ibda). Ancak oluşturma, yerleştirme, eylemler, fiiller, alet ve edevatla mekânlarda ve zamanlarda gerçekleşen hareketleri, vekil tayin edilmiş meleklerine ve desteklenmiş (müeyyedûn) kullarına emredildikleri şekilde yapmalarını emreder. Kralların ve başkanların kölelerine, hizmetçilerine ve ordula­rına emretmeleri gibi.

Bölüm

Anlattığımız şeylerden açığa çıkmıştır ki çeşitlerinin çokluğu, tabiatlarının farklı­lığı ve özelliklerinin çeşitli olmasıyla birlikte, madeni cevherlerin hepsinin aslı ve he­yulası, ana unsurlar (ümmahât) olarak adlandırılan dört unsurdur. Bunlar ateş, hava, su ve topraktır. Yine açığa çıkmıştır ki, Yüce Allah’ın izni ile, onların fâili, cüzlerini oluşturan ve onları yerleştiren tabiattır. Bu madeni cevherlerin maksadının, bilinen vakte kadar (kıyamete kadar) insanların ve hayvanların menfaatleri, dünya hayatı­nın işinin düzene konulması ve hayvanların hayatta kalması olduğu açığa çıkmıştır.

Ey kardeşim! Bil ki madeni cevherler, tabiatlarının farklılığı, farklı şekilleri, cev­herlerinin ve özelliklerinin değişikliğiyle birlikte fiilde bulunan tabiatın aleti ve edevatı gibidir. Bununla, bunda ve bundan dolayı farklı mekânlarda ve çeşitli za­manlarda yerleştirme, oluşturma, bir araya getirme ve ayırma fiillerini, eylemlerini ve işlerini işlerler. Bu dört unsurun parçalarının, feleklerin dönmesi, gezegenlerin hareketleri, burçların karaya ve denize, ovaya ve dağa, yerleşim yerlerine (umrân) ve yerleşim olmayan yerlere (harâb) göre beldelerin ufuklarındaki konumlarına göre oluş ve bozuluşları, büyüme ve çürümeleri söz konusudur. Bütün bunlar, onları ya­ratan, unsurlarla sorumlu tutan ve madenlerin, bitkilerin ve hayvanların oluşturul­ması hususundaki bu fiil ve eylemleri ilahi kuvvetle destekleyen (te’yîd) Yüce Allah’ın izniyledir.

Bil ki tabiat, Allah’ın desteklenmiş (müeyyedûn) meleklerinden bir melek ve em­redileni yapan itaatkâr kullarından bir kuldur. Emrettiği şeylerde Allah’a karşı gel­mezler. Onlar, Onun korkusundan dolayı merhametlidirler.

Bil ki Yüce Allah fiillerinde alete, edevata, mekânlara, zamanlara, heyulaya ve hareketlere muhtaç değildir. Bilakis onun fiili kendine mahsustur ki bu, yoktan ya­ratma (ibdâ’) ve yoktan var etmedir (ihtirâ’). Zira ihtira, “Aklî İlkeler ve Ruhanî Fiiller Risalesinde[290] açıkladığımız gibi yoktan varlığa çıkarmadır.

Bil ki kelamcılardan (mücâdile) bir grup, tabiatın bizzat ne olduğunu bileme­yince tabiatın fiillerini inkâr ettiler. Tabiatın, Yüce Allah’ın âleminin yönetimi ve mahlûkatının ıslahıyla görevli meleklerinden bir melek olduğunu bilemediler ve tabiatın güzel olsun çirkin olsun, iyi olsun kötü olsun, bütün fiillerini övgüye layık olan Bârî’ye yönelttiler. Onların içerisinde iyi olan şeyleri Bârî’ye, kötü olan şeyleri de başkasına yönelten kimseler vardır. Sonra bu “başkast’nın kim olduğunda ihtilaf ettiler. Onlardan bazıları bu fiilleri tabiata doğum {tevellüd) şeklinde nispet etti. On­lardan bazıları yıldızlara nispet etti. Bazıları şansa ve tesadüfe nispet etti. Onlardan bazıları doğanın akıp giden yasalarına {cereyan u’l-âdet) nispet etti. Bazıları ne oldu­ğunu bilmedikleri şeytanlara nispet etti. Bütün bu iddia sahipleri bunları, tabiatın ne olduğunu bilmedikleri, onun f iillerini ve Allah’ın âlemini korumak, feleklerini dön­dürmek, gezegenlerini hareket ettirmek, canlılarının doğumu, arzının bitkilerinin terbiyesi ve madenlerinin oluşturulmasıyla görevli Allah’ın meleklerinin fiillerini az bildikleri için iddia ettiler.

Ey kardeşim! Bil ki övgüye layık olan Bârî cisimlere bizzat kendisi dokunmaz. Fiilleri zatıyla gerçekleştirmez. Bilakis görevli meleklerine ve desteklenmiş kullarına emreder. Onlar da kendilerine emredileni yaparlar. Allah’ın arzındaki halifeleri olan kralların kölelerine, hizmetçilerine ve tebaalarına emretmeleri gibi. Onlar, fiilleri şe­refleri ve büyüklükleri dolayısıyla kendileri gerçekleştirmezler. Aynı şekilde Sübhân emreder, ister, diler veya “ol” der. Emriyle, iradesiyle, dilemesiyle, yoktan var etme­siyle, yoktan yaratmasıyla, meydana getirmesiyle {inşâ), var etmesiyle, ilk maddeyi {heyûlâ el-ûlâ) ve ilk mahluğu sonradan var etmesiyle dilediği şey oluverir. Allah’ın şu sözünde söylendiği gibi: “Biz bir şeyin olmasını istediğimiz zaman sözümüz sadece, ona, “ol”dememizdir. Oda hemen oluverir”[291] [292] Yine Allah’ın şu sözü: “Bizim buyruğu­muz, göz açıp kapama gibi anlık bir iştir”36 Yine şu sözü: “Sizin yaratılışınız da, tekrar diriltilmeniz de bir kişinin yaratılması ve diriltilmesi gibidir”[293]

Ey kardeşim! Bil ki kullarının ellerinde gerçekleşen bu eylemler ve fiiller şanı yüce olan Bârî’ye nispet edildiğinde, bu nispet kralların fiillerinin nispeti gibidir. Filan kral falan şehri inşa etti, falan kanalı açtı ve falan beldeyi imar etti denildiği zaman -Büyük İskender yecüc ve mecüc şeddini inşa etti, Dâvud’un oğlu Süleyman (ona selam olsun) Mescid-i Aksâ’yı inşa etti, İbrâhim el-Halîl Beytü-1 harem [Kâbe] inşa etti, Mansur Bağdat’ı inşa etti denildiği gibibu onların emri, iradeleri, dileme­leri, söylemeleri ve gözetimleri ile oldu demektir. İşleri bizzat kendileri yaptılar ve bedenleriyle çalışmaya başladılar demek değildir. Allah’ın meleklerinin, nebilerinin ve kullarının eylemlerinin izafe edilmesi de ister doğal bir eylem olsun, isterse tasar­layarak olsun, bunun gibidir. Bu eylemlerin Yüce Allah’a nispet edilmesi bu örnekte­ki gibidir. Yüce Allah’ın, Nebisine (ona selam olsun) söylediği gibi olmuştur: “Attığın zaman sen atmadın, Allah attı”[294] Yine şu sözü: “Onları siz öldürmediniz, fakat Allah öldürdü”[295]' Allah’ın şu sözü: “Akıttığınız şey i gördünüz mü? Onu siz mi yaratıyorsunuz, biz mi yaratıyoruz?”[296] [297] Yine şu sözü: “Ne ektiğinizi görmüyor musunuz? Onu siz mi bitiriyorsunuz, yoksa biz mi?” Bu izafetlere benzer şekilde fiiller, ameller, eylemler, oluşturma, yerleştirme, bir araya getirme, ayırma, oluş, bozuluş, büyüme ve çürüme Yüce Allah’a nispet edildiğinde, bu nispet bu şekilde olmaktadır. Çünkü fiil sahiple­rini, sanatkârları ve işçileri ister beşerin fiilleri olsun, isterse cin, şeytanlar, melekler veya tabiatın fiilleri olsun, Yüce Allah yaratmıştır. Hepsinin hükmü Allah’a izafetle aynı hükümdür. Çünkü onların hepsi O’nun yarattığı, büyüttüğü, inşa ettiği, güç­lendirdiği, onlara öğrettiği, hidayet ettiği, emrettiği, yasakladığı, itaatkâr, asi, hayırlı, şerli, üstün, eksik, azaba uğramış, nimete ulaşmış, ihsanda bulunan, kötülük yapan, imtihana tabi tutulan ve muaf olan köleleri, askerleri ve hizmetçileridir. Allah onları, geniş ilmi, dileğinin gerçekleşmesi, hükümlerinin yerine gelmesi ve saltanatının bü­yüklüğü dolayısıyla evrelerde yaratmıştır. O, yaptıklarından sorgulanamaz, onlarsa sorgulanır.

Bölüm

Kelamcılardan bir grup tabiatın ne olduğunu bilemeyince, onun fiillerinin tama­mını şanı yüce olan Bârî’ye nispet ettiler. Bununla büyük bir şüphe, şaşkınlık ve şek meydana geldi. Zira onlar için her fiilin bir failinin olacağı açığa çıkınca, failini gör­medikleri fiiller gördüler ve bunları övgüye layık olan Bârî’ye nispet ettiler. Fiilleri düşündüler ve araştırdılar. Çocukların ölmesi, hayırlı kimselere bela gelmesi, şerli kimselerin yönetici olması, hayvanların telef olması ve hastalıklar, ağrılar, cehalet ve belalardan bunlara dâhil olan şeyler gibi bazı fiillerin şer ve fesat içerdiğini gördüler. Bunları kudretli ve yüce olan Bârî’ye nispet etmeyi yakıştıramadılar. İddialarına göre bunları doğuma (tevellüd) nispet ettiler. Onlardan bazıları bunları şans ve tesadü­fe, bazıları da yıldızlara nispet ettiler. Onlardan bazıları da Yüce Bârî’ye nispet etti. Ödül ve cezayı iddia ettiler. Onlardan bazıları araz ve duyu ötesini (sâbıgu’n-nazar) iddia etti. Onlardan bazıları Allah’ın en iyi olanı yapması (Aslah) ve lütuf görüşünü iddia etti. Düzeltme ve onaylama konusunda açıklaması uzayacak diğer iddialar ileri sürüldü. Bu konuda konuşmayı uzattılar. “Görüşler, Mezhepler ve Dinler Risalesı'nde onların görüşlerinin bir kısmını açıklamıştık. Allah dilerse oraya bak. Biz, bütün bunların, tamamının felekî küllî nefsin kuvvetleri olan cüzi nefsin fiilleri olduğunu, aynı şekilde onları kudretli ve yüce olan Bârî’sinin meydana getirdiğini açıklamıştık. Yüce Allah’ın şu sözüyle söylediği gibi: “Sizin yaratılışınız da, tekrar diriltilmeniz de bir kişinin yaratılması ve diriltilmesi gibidir”[298] Bu fiillerden hayırlı olanlar, hayırlı cüzi nefse nispet edildi. Bunlardan kötü olan fiiller de kötü nefislere nispet edildi. Sevap ve günahın ödül ve cezası onlara verilir.

Ey kardeşim! Bil ki senin nefsin cüzi nefislerden birisidir. O da külli ve feleki nefsin kuvvetlerinden bir kuvvettir. O, onun ne aynısıdır ne de gayrisidir. Senin cesedinin, âlemin cisminin parçalarından bir parça olması gibi... O, âlemin hepsi değildir, ondan gayrı da değildir. Şimdi senin amellerinin, fiillerinin, ahlakının, gö­rüşlerinin ve bilgilerinin nasıl olduğuna bak. Cezan ve mükâfatın bunlara göre olur. Nebinin (ona selam olsun) dediği gibi: “Amelleriniz size geri döndürülür” Yüce Al­lah Rasulullah’ın (ona selam olsun) sözünü doğrulamak için şöyle dedi: “însan için ancak çalıştığının karşılığı vardır. Ona yaptıklarının karşılığı gösterilecektir.”[299] Ey ferasetli kardeşim! Allah seni başarıya ulaştırsın ve seni mantıklı kılsın. O, kullarına karşı merhametlidir. Bize Allah yeter. O ne güzel vekil, ne güzel efendi ve ne güzel yardımcıdır. Yüce ve ulu olan Allah’tan başka güç ve kuvvet sahibi yoktur. Allahım! Muhammed’e (ona selam olsun) ve bütün yakınlarına hayır ihsan et.

“Madenlerin Oluşumu Risalesi” tamamlandı. Onu “Tabiatın Mahiyeti” risalesi ta­kip edecek.

Cisimsel-Doğal Bilimlerin Altıncı
(İhvân-ı Safâ Risalelerinin Yirminci) Risalesi:
Tabiatın Mahiyetine Dair'

1. Çeviri: Doç. Dr. Enver Uysal. Uludağ Üniversitesi İlahiyat Fakültesi İslam Felsefesi Anabilim Dalı Öğretim Üyesi.

Rahman ve Rahim olan Allah’ın adıyla!

Hamd olsun Allah’a, selâm olsun seçkin kıldığı kullarına. Allah mı daha hayırlı, yoksa O na koştukları ortaklar mı?[300].

Ey saygılı ve merhametli kardeşim! Allah seni de, bizi de kendi katından bir hu­zur ve mutluluk ile desteklesin. Bil ki, “Pratik Sanatlar"[301] olarak adlandırılan risalede “beşerî sanatlar” konusunu anlatmıştık. Şimdi bu risalede doğal sanatları ve onların dört unsur ile bu unsurlardan meydana gelen maden, bitki ve hayvanlar üzerindeki etkilerinin mahiyetini anlatmak istiyoruz. Bu risaleden amaç; bizi nefsin etki (fiil) leri ve cevherinin mahiyeti konusunda uyarmak; filozofların “yıldızların ruhanîleri” olarak adlandırdığı “melekler’e dair rivayetleri açıklamaktır. Öncelikle “Tabiaf’ın ne olduğunu ifade edelim:

Ey Kardeş! Bil ki tabiat; küllî-felekî nefsin gücüdür ki, bu güç esir küresinden yeryüzünün merkezine kadar, ay feleğinin altında bulunan bütün cisimlere nüfûz etmiştir.

Bil ki, ay feleğinin altındaki cisimler “basit” ve “bileşik (mürekkep) olmak üzere iki çeşittir. Basit olanlar; toprak, su, hava ve ateş olmak üzere dört çeşit; bileşik olan­lar ise; madenler, bitkiler ve hayvanlar olmak üzere üç çeşittir. Bu güç, yani tabiat onların hepsine nüfûz etmiştir. Keza onlara hareket veren, hareketlerini sonlandıran, onları yöneten ve onların her birini yetkinleştirip, Yaratıcının dilediği şekilde, ulaşa­bileceği, layık olduğu en son amaca ulaştıran bu güçtür. Nitekim biz bunu “Oluş ve Bozuluş”, “Meteoroloji”, “Madenler”, “Bitkiler” ve “Hayvan" risalelerinde açıklamıştık.

Bil ki, tümel (küllî) nefs, “Âlemin Büyük İnsan Olduğu”nu. anlattığımız risalede açıkladığımız gibiâlemin ruhudur. Tabiat ise onun fiili (etkisi); toprak, su, hava ve ateşten ibaret olan unsurlar, onun (etkisine) konu olan madde; felekler ve yıldızlar onun aletleri; bütün madenler, bitkiler ve hayvanlar ise onun eserleridir.

Ey kardeş! Bil ki, sanatkârlar eserlerini bedenleriyle, elleri ve ayaklarıyla ortaya koyarlar. “Pratik Sanatlar” risalesinde açıkladığımız gibi, ahşap, demir, pamuk, to­hum vb. şeyler tabiatın eserleridir. Sanatkârlar sanatlarını tabiattan edindikleri balta, testere, iğne, kalem vb. aletlerle ortaya koyarlar. Sanatkârların kullandığı madde ve aletler, onların kendi zâtları (özleri) dışında şeylerdir. Tabiatın ise maddesi, kendi zâtındandır ki bu da dört unsurdur. Tabiat için dört unsur, insan bedenindeki “dört karışım” mesabesindedir. (Dört karışımın insan bedenine bütünüyle nüfuz etmiş ol­ması gibi) tabiat da dört unsura bütünüyle nüfûz etmiştir; etkinliğini (eserlerini) on­larda ve onlar aracılığıyla ortaya koymaktadır. Ancak onun eserleri, zâtının dışında şeyler değildir. Onların hepsi, bir hayvan bedenindeki organlar gibidir. (îşte tabiatın dört unsura etki ederek ortaya koyduğu eserler) üç çeşittir: Madenler, bitkiler ve hay­van. Burada her cinsin altında bazı türler, her türün altında da başka türler mevcut­tur. Bu, altında şahısların (varlığı somut biçimde ortaya çıkmış bireysel varlıkların) bulunduğu türlere kadar böylece devam eder. Tür ve cinslerin formları, maddede sakh bir vaziyette bulunmakta ve bilinebilir durumdadır. Bireysel varlıklar (şahıslar) ise, ne maddede sakh bulunmaktadır, ne de bilinebilir durumdadır. Cins ve türlerin formlarının maddede sakh bulunmalarının nedeni, onların felekî nedenlerinin sabit oluşundandır. Bireysel varlıkların değişken oluşu ve bir sürece tâbi olması, düzenle­rinin değişkenliğinden dolayıdır. Bu sanat eserlerinin etken (fâil) nedeni, Rabbinin izniyletümel (küllî)-felekî nefstir. Unsurlar onun maddesi, tabiat fiilidir. Felek ve yıldızlar ise, onun aletleri mesabesindedir. Astrolojinin konusu üç çeşittir: Felekler, yıldızlar ve burçlar. Bunların unsurlar üzerindeki etkileri -Musiki Risalesinde açık­ladığımız gibiüç ilişki bağlamında gerçekleşir:

a)         Boyutlarının büyüklüğüne göre,

b)         Merkezlerinin (yeryüzüne) uzaklığına göre, c) Birbirleriyle olan hareket ilişkisine göre.

Sabit yıldızlar feleği ile dört unsur arasındaki ilişkiler, uzaklık, boyut ve hareket açısından belirli (ve sabit) olunca, bu üç cinsin maddedeki formları (etkileri) da be­lirli (ve sabit) olur. Keza taşıyıcı feleklerin merkezleri ile dört unsur arasındaki iliş­kiler, uzaklık, boyut ve hareket açısından belirli (ve sabit) olunca, bu cinslerin türle­rinin maddedeki formları da belirli (ve sabit) olur. Gezegenler ve onların felekleriyle bu unsurlar arasındaki ilişkiler belirsiz (gayr-i mahfûza) olunca, bu türlerin bireyleri ve formları da maddede belirsiz olur.

Ey kardeş! Bil ki “Semâ ve Âlem" risalesinde açıkladığımız gibi, bütün âlem onbir küredir. Beşi üstünde, beşi de altında olmak üzere Güneş bu kürelerin ortasında yer almaktadır. Güneşin üzerindeki küreler; Mars (Merih), Jüpiter (Müşteri), Satürn (Zühal) küreleri ile sabit yıldızlar ve bütün evreni kuşatan (muhit) küre; altındakiler ise; Venüs (Zühre), Merkür (Utarit), Ay, ateş ve hava ile su ve arz (toprak) küreleri­dir. Ay feleğinin altında bulunan iki kürenin yapısı (hükmü) diğer iki küreden farklı olduğu gibi, Zühal küresinin üzerinde bulunan iki kürenin yapısı da diğerlerinden farklıdır. Yani iki küre arasında iki tarafta bulunan gökcisimleri küresi; sabit yıldız­lar küresiyle hava küresidir. Fakat bu kürenin (sabit yıldızlar küresinin) hem formlan hem de maddesi sabit (değişmez) iken; diğer kürenin (hava küresinin) formları sabit, maddesi değişkendir. İlahî hikmet ve Rabbani inayet, gezegenleri iki taraf; yani merkezle kuşatıcı felek arasında aracı kılmıştır ki gezegenler yeryüzünden en uzak noktaya yükseldiklerinde erdemli gök cisimlerine yaklaşıp onlardan feyz[302] ahr, yer­yüzüne en yakın noktaya alçaldıklarında ise o feyizleri unsurlara ulaştırır. İşte bun­dan, (aslını dört unsurun oluşturduğu) oluş halindeki varlıklar meydana gelmiştir ki bunlar madenler, bitkiler ve hayvanlardan ibarettir.

Ey kardeş! Bil ki bu feyizler buradan âlemin merkezine doğru aktığında, gök­yüzünden yeryüzüne doğru “rızık, rahmet, vahiy, teyit ve yardım” demek olan be­reketler iner. Bu güçler önce unsurlara nufûz eder ve bunlardan yeryüzünün de­rinliklerinde -farklı cevherlere sahip, yararlı madenlerin oluşması içinçeşitli ka­rışımlar oluşur; yeryüzünün yüzeyinde yararlı bitkiler, havada ise türleri ve yapıları birbirinden tamamen farklı, şaşırtıcı niteliklere ve çeşitli suretlere sahip birçok canh meydana gelir. Bunların her biri binlerce dönüş ile ulaşabilecekleri en son gayeye ulaşınca (yetkinleşince), bu güç başlangıçtaki gibi bütün evreni çevreleyen (muhît) feleğe doğru yönelir ve bundan -şanı yüce olan Allah’ın belirttiği gibibas (öldükten sonra dirilme), neşr, mi’rac ve kıyamet gerçekleşir:

“Melekler ve Ruh (Cebrail), oraya, miktarı (dünya senesi ile) ellibin yıl olan bir günde yükselip çıkar'[303].

Bil ki yıldızların bu unsurlar ve onlardan meydana gelen şeyler üzerindeki etkisi, aralarındaki ilişkiye göre değişir. Aralarındaki ilişki ise, “Musikî Risalesinde belirt­tiğimiz gibi, -tıpkı musiki nağmelerinin gönüllerdeki etkisinin, nağmeler arasında­ki ilişkiye, aletin tellerinin ince ve kalınlığına, deliklerinin küçük ve büyüklüğüne, hareketin ağır ya da hafif oluşuna göre değişmesi gibicisimlerinin büyüklüğüne, merkezlerine olan uzaklıklarına ve hareketlerine göre değişir.

Unsurlar ve onlardan meydana gelen şeyler ile gezegenler ve onların feleklerinin merkezi arasındaki ilişkiler farklıdır; bu bazen üst düzeyde, bazen basit, bazen de orta düzeyde bir ilişki olur. Yıldızlar dönmeye başladığında, eğer üst düzey bir ilişki içinde ise, bu dönüşler esnasında, oluşlar da en üst düzeyde gerçekleşir: İnsanların çoğu, ataları Âdem’in yaratılışından önceki melekler gibi “hayırlı ve erdemli” olur. Bu, alt düzeyde bir ilişki ise, bunun tersi olur: İnsanların çoğu, kıyamet öncesinde ahir zamandakiler gibi kötü insanlar olur. Orta düzeyde bir ilişki ise, oluşlar da ona göre olur. Yıldızların en üstün hali; onların ya yükselme konumunda ya en üstün du­rumda ya da yeryüzünden en uzak noktada bulundukları hallerdir. En aşağı hali ise, bunların zıddı olan konumlarda ya da bu iki halin ortası durumda bulunmalarıdır.

Ey kardeşim! Bil ki ay altı âlemde gerçekleşen her oluşun ve meydana gelen her olayın, içinde gerçekleştiği belli bir zamanı vardır; ondan önce ya da sonra olmaz. Onun o zaman ve öyle olmasını gerektiren bir sebebi ile mutlaka bulunması gereken birtakım noktalar vardır ki bunların detayını ancak aziz ve çelil olan Allah bilir. Biz, söylediklerimizin doğruluğuna bir delil olmak üzere ve düşünen insanların anlat­tıklarımızın hakikatini tasavvur edebilmeleri için, bunların bir kısmını özet olarak zikredeceğiz:

Şanı yüce olan Allah, “Coğrafya Risalesinde açıkladığımız gibi, feleği, yeryüzünü her yönden kuşatacak şekilde yarattı. Felek dört bölüme ayrıldığına ve her bölüm yeryüzünün dörtte birine karşılık geldiğine, ayrıca her bir yıldız yeryüzünün üzerin­de doğudan batıya, altında ise batıdan doğuya doğru döndüğüne göre, o, yeryüzüne denk gelecek bir daire oluşturmakta ve ışınları tam da yeryüzüne yansımakta, ayrıca bu ışınlar üç dik ve geniş açı oluşturmakta, “Meteoroloji Risalesinde açıkladığımız gibi, her bir açının ise farklı etkileri meydana gelmektedir.

Ey kardeş! Bil ki şanı yüce olan Bârî, bu gök cisimlerinin dönüş esnasındaki ha­reketlerini, bu âlemde birtakım olayların meydana gelişinde gerekli bir sebep, ay altı âlemdeki oluşlar için fail neden yapmış; onların burçların aşamalarındaki toplanma­larına, görünüşlerine ve birleşmelerine göre “belli zamanlar” belirlemiş; zıt noktalarını ve ışınlarının yansımalarını da kendi oluşlarına ve meydana gelişlerine (hudus) özgü kılmıştır. Bu bağlamda yeryüzünde bulunan yedi bölge, yedi felek gibi; bu bölgelerdeki şehirler, feleklerdeki burçlar gibi; bu şehirlerdeki kasaba ve köyler, burçlardaki varlık ve sınırlar gibi; kasaba ve köylerdeki çarşı ve (alışveriş) merkezleri, sınırlardaki derece ve dakikalar gibi; oradaki bina, mesken, ev ve dükkânlar ise, dakikalardaki saniye ve saliseler gibidir. Ayrıca yıldızların burçların derecelerinde toplanmaları, madenî cev­herlerin, bitkilerin ve tüm canlıların şehir, kasaba ve köylerde toplanması gibidir.

Satürn (Zühal) un burçlar içerisindeki sınırları, akarsuların, dağların, çöllerin, or­manların, göllerin, caddelerin, yolların vb. kara parçalarının oluşumunun sebebi ve nedenidir.

Jüpiter(Müşteri)’in burçlar içerisindeki sınırları, mescitlerin, tapınakların, kilise­lerin, namazgâhların ve kurban yerlerinin sebebidir. Yıldızların onun sınırları içeri­sinde toplanması ise, insanların cuma ve bayram namazlarında toplanıp, dinin hü­kümlerini öğrenmelerinin, nebevi kitapları okumalarının, kadıların ve hâkimlerin verdiği dinî ve dünyevî hükümler üzerine kafa yormalarının vb. nedenidir.

Mars (Merih)’ın burçlar içerisindeki sınırları, ateş yakma ve hayvan kesme yerle­rinin, orduların toplanma alanlarının, yırtıcı hayvanların mekânlarının, savaşların gerçekleştiği ve düşmanlıkların yaşandığı bölgelerin oluşmasının nedenidir. Yıldız­ların Mars’ın sınırları içerisinde toplanıp, aralarında bir bağlantı oluşması ise, in­sanların, bitkilerin ve madeni cevherlerin bu bölgelerde toplanmalarının nedenidir.

Venüs(Zühre)’ün burçlar içerisindeki sınırları, bahçelerin, gezinti alanlarının, yeme, içme, sevinç, neşe, lezzet ve eğlence yerlerinin, güzel manzaraların oluşma­sının sebebidir. Yıldızların Venüs’ün sınırları içerisinde toplanıp, ışınlarını gönder­meleri ise, insanların, bitki ve hayvanların bu bölgelerde toplanmalarının nedenidir.

Merkür(Utarit)’ün burçlar içerisindeki sınırları, çarşıların, sanat merkezlerinin, söz ve ilim meclislerinin, kâtip divanlarının oluşmasının, hikâyecilerin bir araya gelmele­rinin ve âlimler arasındaki tartışmaların sebebidir. Merkür’ün üstün düzeyde olması, kralların mevkilerinin ve insanların mutluluklarının sebebi; aşağı düzeyde olması ise, hak ettiği (cezayı) bulmanın, (aşağılara) düşmenin ve hapse girmenin vb. sebebidir.

Bölüm

Varlığı Sabit (Değişmeyen), Dönüşü Sürekli Olan
Gökcisimlerinin Etkisinin, Akışı Sürekli ama
Büyük Oranda Değişken Olan Felekî Hareketlerden Oluşan
Aşağı Derecedeki Gök Cisimlerine Nasıl Ulaştığına Dair

Ey Kardeş! Allah seni de bizi de kendi katından bir ruh ile desteklesin! Bil ki, yeryüzünün, âlemin merkezi olduğuna, havanın ve feleklerin onu her yönden çevre­leyip kuşattığına dair matematiksel kanıtlar ortaya kondu.

Bil ki, yeryüzünün âlemin ortasında bulunuşu, tıpkı Beytullah’ın Harem bölgesi­nin ortasında bulunması gibidir. (Âlemi kuşatan) Muhît feleğin ve diğer feleklerin merkezlerinin dört unsur etrafında dönmeleri de, tavaf edenlerin Beytullah etrafın­da dönmeleri gibidir. Sabit yıldızların, ışınlarını Muhît felekten yeryüzünün merke­zine doğru göndermeleri, namaz kılanların dünyanın farklı bölgelerinden Allah’ın Evi’ne yönelmelerine benzer. Gezegenlerin, bazen en uzak noktadan yeryüzünün merkezine doğru, bazen de yeryüzüne en yakın noktadan Muhît feleğe doğru ken­di yörüngelerinde gidip gelmeleri, hacıların bazen kendi ülkelerinden Beytullah’a doğru gitmelerine, bazen de Beyt-i Haramdan ayrılıp kendi ülkelerine dönmelerine benzer. Beytullah’a doğru güvence içinde yola çıktıklarında, her bir hacı kendi ülke­sinde bulunan mal, gıda, hediye ve kolye türünden şeyler de götürür. Her ülkeden Beytullah’ı tavaf için gelenler, hac mevsiminde, getirdikleri özel mallarıyla burada toplanırlar. Her mezhepten müminler bir araya gelip alış-veriş yaparlar. Hac göre­vini yerine getirdiklerinde her ülke insanı, diğer ülke insanlarıyla beraber, Allah’ın affını ve rızasını kazanmış olarak ayrılırlar.

Ey kardeş! Bu yüce cisimlerin güçlerinin Muhît felekten âlemin merkezine doğ­ru yayılmasının hükmü de böyledir. Onların (gök cisimlerinin) ışınları yeryüzünün üzerinde toplanarak unsurların cüzlerine nüfûz edince, onlar da birbiriyle karışıp bu güçler onlara sirayet ettiğinde, onların birbiriyle karışımından oluş halinde olan “hayvan, maden ve bitki türünden çeşitli varlıklar” meydana gelir. Bunların yapıları, cinsleri ve türleri birbirinden farklıdır. Bunların sayılarının ne kadar çok olduğunu ve durumlarının birbirinden ne kadar farklı olduğunu ancak yüce Allah bilir.

Sonra bu güçler, son gayelerine ve kendilerinden amaçlanan en son noktaya ulaş­tıklarında, dönerek tekrar Muhît feleğe doğru yönelir de, -hacıların ya kazançla ve bağışlanmış olarak ya da pişmanlık ve hüsran içinde hacdan dönmeleri gibiya ka­zançla ve özençle ya da hüsran ve pişmanlık içinde, nefislerin yeniden dirilmelerine ve ruhların bir araya toplanmalarına sebep olurlar.

Ey kardeş! Bak, oluş ve bozuluş âleminden felekler âlemine dönüşün nasıl oluyor bir düşün. Bunu, hacıların hac ibadetlerini yerine getirip de evlerine ve yurtlarına nasıl bir özlemle döndükleriyle ilişkilendirerek düşün.

Ey kardeş! Bil ki haccın bütün rükünleri ve farzları, şanı yüce Allah’ın, felekler âleminden ve göklerin genişliğinden oluş ve bozuluş âlemine gelen İnsanî nefisler için verdiği örneklerdir. Bu örnekleri O, akıllı insanın düşünüp ibret alması, nefsini gaflet ve cehalet uykusundan uyandırıp, başlangıcını ve sonunu düşünerek onu ar­zulaması ve geldiği gibi tekrar oraya dönmesi ve davetçinin: “Ey huzura kavuşmuş insan! Sen O’ndan hoşnut, O da senden hoşnut olarak Rabbine dön"'[304] şeklinde seslen­diğinde; “Tamam Allah’ım! Emrine uydum ve döndüm” der.

Ey kardeş! Hacıların ülkelerine nasıl döndüklerini düşün. Her ülke insanının ayrı bir kafilesi ve ayrı bir yolu olduğunu görürsün ki giderken ve gelirken o yolda birbirleriyle yardımlaşırlar. Nefisler de bu âleme öyle gelmişlerdir: Her millette bir yıldızın ve bir burcun belli bir ilişki çerçevesinde bir delaleti vardır, dünyadan ancak bir din ve mezhep ile bağlantılı olarak ayrılır. Her nefsin azığı, kazandığı hayır ve şerdir. Ey kardeş! Nefsinin tek başına (iyilik ve kötülüklerden arınmış vaziyette) dönebileceği­ni zannetme.

Bil ki yol uzaktır. Şeytanlar yol kesiciler gibi oturmuş gözetlemektedirler. Düşün bir kere! Tek başına yaşayamazsın. Bu, çileli ve sıkıntılı bir hayat olur. Kolay ve çilesiz bir hayata şehir halkının yardımlaşmasıyla ve dinin gereklerini yerine getirerek ula­şabilirsin. Keza birbiriyle yardımlaşan “Sadık Kardeşler e ihtiyacın olduğunu bilmen için düşünmen gerekir. Zira onların şefaatleriyle cehennemden kurtulup, yardımla­rıyla gökyüzünün melekûtuna yükselerek, hesaba çekilmeden cennete girersin.

Ey kardeş! Şunu kesin olarak bil ki, eğer bir insanın tek başına kurtulması müm­kün olsaydı, yüce Allah; “İyilik ve (Allah’ın yasaklarından) sakınma üzerinde yardım­laşın, günah ve düşmanlık üzerine yardımlaşmayın”[305] [306]-, “Sabredin; (düşman karşısın­da) sebat gösteriri’*; “Her ümmetten bir şahit göndereceğimiz gün..”[307] ve “Rablerine karşı gelmekten sakınanlar ise, bölük bölük cennete sevkedilir”[308] [309] [310] buyururken yardım­laşmayı emretmezdi.

Ey kardeş! Aklının nuruyla bir düşün. Kafanı kullan. Bulunduğun yerde dur ve Beytullah’a yönel. Arafat dağı üzerinde duruşunla, şanı yüce olan Allah’ın şu ayetle işaret ettiği marifet ehlinin sahip olduğu bilgiye belki sen de sahip olursun: “Araf ehli simalarından tanıdıkları birtakım adamlara seslenerek derler ki...”" Burada “simala­rından” ifadesi “alametlerinden” demektir. Sonra onlarla beraber Müzdelife’ye,2sevkedilir, daha sonra da hedeflenen Mina’ya[311] ulaşırsın. Onlar orada umutlarım şöyle dile getirirler: “Girin cennete; artık size korku yoktur ve siz üzülecek de değilsiniz.”[312].

Ey kardeş! Bil ki, Beytullah’ı bilgi ve basiretten yoksun olarak, gafil bir kalp ve lehviyata dalmış bir nefisle hacceden, haccın rükünlerini ve sünnetlerini görüp, onların anlamlarını düşünmeyen, onlardan amacın ne olduğuna kafa yormayan ve onlarla amaçlanan gayelerden hiçbirini bilmeyen kimse, oradan gafil bir kalp, şüpheci bir nefis ve karışık bir zihin ile döner. Çünkü onları gördüğünde, anlamlarını bilmez ve onlar­dan maksadın ne olduğunun farkında olmazsa, o zaman taş atmanın, Safâ ile Merve arasında sa’y yapmanın, ihrama girmenin, telbiye, tavaf, umre vb. sünnet ve farz olan şeylerin çocuk oyuncağı gibi bir şey olduğunu zanneder. İşte böyle bir kıyasla, her bir ümmetin, ibadethanelerinde dinlerinin gereği olan uygulamaları, orada kesilen kur­banları olduğunu; dinlerini vaz’ edenin birtakım sembolleri, maksatları, işaret ve ör­nekleri olduğunu (anlarsın). Allah’ın dostu İbrahim (as.) da bu anlama işaret etmiştir.

Bil ki, Peygamberler (selam üzerlerine olsun) ile ilahi kanun koyucularının -her ne kadar dinleri ve uygulamaları, ibadetlerinin yerleri ve zamanları, kurbanları ve ibadet şekilleri farklı da olsaçoğunun amacı, bir ve aynıdır. Tıpkı bütün doktorla­rın, farklı zamanlarda, farklı adetler, iklim ve bölge farklılığından kaynaklanan çeşitli sebeplerle bedenlere arız olan hastalıkların farklılığına göre tedavi yöntemleri farklı olsa da, mevcut sağlığı koruma ve sağlığı kaybolmuş insanları yeniden sağlığına ka­vuşturma konusunda amaçlarının aynı olması gibi.

Bütün doktorların amacı, hastayı sağlığına kavuşturmak, sağhkh insanların sağ­lığını korumak, hastalıkları tedavi etmektir. Peygamberlerin ve dinî kanun yapıcı bütün hakîm ve filozofların da amacı budur. Onlar da “gönül doktorları’dır. Amaç­ları; madde denizine dalmış insanları kurtarmak, onları oluş ve bozuluş âleminin cehenneminden çıkarıp, aziz ve çelil olan Allah’ın şu ayetlerde buyurduğu gibi, ona başlangıç ve sonuna ilişkin unuttuğu şeyleri hatırlatmak suretiyle cennete; felekler âlemine ve göklerin genişliğine ulaştırmaktır:

“Andolsun biz Kuranı, öğüt almak için kolaylaştırdık”'5.

“Sen yine de öğüt ver (hatırlat). Çünkü öğüt müminlere fayda verir”'6.

“Belki düşünüp öğüt alırsınız”'7. Yani geri dönersiniz. Nitekim Yüce Allah şöyle buyurmuştur: “Ey huzura kavuşmuş insan! Sen Ondan hoşnut, O da senden hoşnut olarak Rabbine dön”'6.

Bölüm

Ey kardeş! Bil ki, Nebevi dinlerin uygulamaları, felsefî kanunların konuları, bü­tün dinlerin farzları, ibadethanelerde yerine getirilmesi gereken kurallar, mabetler ve ibadet için kesilen kurbanlar... bunların hepsi, İbrahim Halilürrahmanîn Beyt-i Haram) inşa edip, Haceru ’l-Esved’i ve Makam’ı[313] [314] [315] [316] [317] oraya koyarken, nesline haccın ku­rallarını öğretip, insanları -bunu yapmadaki menfaatlerini görmeleri içinBeyt-i Haram) haccetmeye davet ederken işaret edip kastettiği sembollerdir. Akıllı, anla­yışlı, samimi ve zeki insan hac yapıp, telbiye[318] getirdiği, tavaf yapıp namaz kıldığı, Kâbe’yi görüp haccın mahiyetine, hacıların ve ihrama girenlerin ihram, telbiye, ta­vaf, sa’y[319], Arafat’ta hac vakfesi, Müzdelife’de geceleme, Mina’da kurban kesme, şey­tan taşlama ve tıraş olma vb. haccın farzları ve rükünlerine dair yaptıkları şeylerin farkında olup, bunlar üzerine uyanık bir kalple düşünerek, basiretli bir göz ve arın­mış bir nefisle bunları düşündüğü zaman, İbrahim Halilürrahman (as.)’ın tek tek yaptığı her şey ile ne kastettiğini ve bütün bunlardan amacın ne olduğunu anlar. Bütün bunları anlar da kalbi hidayet bulur. Nefsi de hidayet bulup, (gafletten) uyanır, (hakikatleri) görür, fikir değiştirip (güzel şeyler) müşahede eder ve Allah Teâlamn şu ayetlerde işaret ettiği şeyi görür:

“Melekleri görürsün ki, Rablerine hamd ile teşbih ederek Arşın etrafını kuşatmış­lardır"[320].

“Rablerini hamd ile teşbih ediyorlar veyerdekiler için mağfiret diliyorlar”[321].

Ey kardeş! Bil ki, Arş’ın etrafını kuşatan melekler, Arş’ı taşıyan meleklerdir. Bun­lar da, Beyt-i Haram’ı haccedenlerin tavaf esnasında onu dışarıdan kuşattıkları gibi, dokuzuncu felek tarafından içten kuşatılan sabit yıldızlardır. Onlar yüce Allah’ın şu ayette buyurduğu gibi, Rab’lerine hamd ederek teşbih ederler:

“(Melekler şöyle derler:) Bizim her birimiz için, bilinen bir makam vardır. Şüphesiz biz orada sıra sıra dururuz ve şüphesiz Allah’ı teşbih ederiz"[322].

Ona iman ederler ve kendi makamları ve dereceleri üstünde, daha yüce ve ulvi şeyler olduğunu kabul ve ifade ederler. Ancak bilgileri onları anlamakta aciz kahr, anlama seviyeleri onların altında kahr. Tıpkı mümin hacıların, göklerin ötesinde Beyt-i Mamûr[323] olduğunu, onun etrafında tavaf yapan melekler topluluğunun onu her gün binlerce kez haccettiğini ve ebedi olarak geri dönmediklerini kabul etmeleri gibi. Ve o hacılar derler ki; “Yeryüzündeki bu Beyt-i Haram, tam da gökteki Beyt-i Ma’mûr’un hizasına denk gelmektedir. îşte hacdaki bu uygulamalar ve haccın rükün­leri, meleklerin Beyt-i Mamûr etrafında yerine getirdikleri rükünlere ve uygulamala­ra delâlet eden işaret ve sembollerdir.

Bölüm

Anlatma ihtiyacı hissettiğimiz şeyleri, burada bitirdik. Şimdi deriz ki: Bir kısım âlimler, astroloji hakkında konuşmuşlar, onların (gök cisimlerinin) kâinat (oluşlar) üzerindeki delil (etki)lerini kabul etmiş, ancak oluş ve bozuluş âlemindeki fiillerini inkâr etmişlerdir. Bir kısmı hem delillerini hem de fiillerini kabul etmiş, bir kısmı ise bunların hepsini inkâr etmiştir.

Onların kâinat üzerindeki delillerini kabul edenler, düşündüklerinde anlarlar, fakat onlar eşyanın hakikatlerinin ne olduğuna (meselenin iç yüzüne) bakmazlar, bundan dolayı da (gerçek yüzünü) anlayamazlar.

Onların delil ve fiillerini inkâr edenler ise bu bilimde araştırmayı terk ettikleri için (bu kanaattedirler).

(Gök cisimlerinin oluş ve bozuluş âlemi üzerindeki) delil ve fiillerini kabul eden­ler ise, bunu derin incelemeler ve var olanlar üzerine adım adım ilerleyen yoğun araştırmalardan sonra anlamışlardır. İşin sonuna geldiklerinde, başa dönüp yeniden araştırmışlar ve onların hepsinin tıpkı sayılar gibi, tek bir neden ve bir Yaratıcı ile bir şekilde irtibatlı olduğunu görmüşlerdir.

Nitekim biz de onların hepsinin Tabiatın fiilleri olduğunu, gök cisimlerinin Tabi­atın aletleri olduğunu ve bu cisimlerin güçlerinin Tabiatın yardımcıları mesabesinde olduğunu önceden ifade etmiştik. Şimdi bu söylediklerimizin gerçekliğini açıklamak istiyor ve diyoruz ki: “Filozofların; ‘âlem büyük insandır. Onun bir bedeni, bir de nefsi vardır” sözünün anlamını açıklamıştık. Onun bedeninin terkibini “Sema ve Âlem” risalesinde anlatmıştık. Şimdi onun nefsinin güçlerinin ay altı âlemdeki ci­simlere nasıl nüfuz ettiğini açıklamak istiyoruz:

Ey kardeş! Bil ki, bütün âlemin cismi, bir insan bedeni mesabesindedir. Âlemdeki bütün felekler, göklerin tabakaları, feleklerin yıldızları, tabiatların unsurları (dört unsur) ve onlardan meydana gelen şeylerin hepsi, bir insan bedeninin organları ve mafsalları mesabesinde, bu âlemin cismi cümlesindendir. İnsan nefsinin, bedenin organlarını ve mafsallarını hareket ettirmesi gibi, âlemin nefsi de, onun feleklerini yönetir, aziz ve çelil olan Allah’ın izniyle yıldızları harekete geçirir. Yıldızlara verdiği hareketle, nefsin ay altı âlemdeki unsurlar ve onlardan meydana gelen şeyler üzerin­de birtakım etkileri vardır. “Bedenin Oluşumu” risalesinde açıkladığımız üzere, insan nefsinin, bedenin tamamında ve bütün mafsallarda birçok etkinliğinin olması gibi, bu etkiler, unsurlar ve onlardan meydana gelen şeylerde, onlar sayesinde ve onlardan kaynaklanan etkilerdir ki bunların sayısını şanı yüce olan Allah’tan başkası bilmez.

“Bedenin Oluşumu” risalesinde açıkladığımız gibi, âlemin cismi onbir küreden meydana gelmiş, insan bedeninin iki kısma ayrılması gibi, âlem de iki kısma ayrıl­mıştır. Nasıl ki insan bedeninde duyu organlarının fonksiyonlarını icra etmesi ve nefsin güçlerinin (bütün bedene) sirayet etmesi için oniki delik vardır ve bunların altısı sağ tarafta, altısı da bedenin sol tarafındadır, tıpkı bunun gibi, felekte de yıldız­ların yörüngesi olarak oniki burç vardır. Bunların altısı kuzey, altısı güney burçla­rıdır. Yine felekte yedi müdebbir (yöneten) yıldız vardır ki, felekteki işlerin devamı onlar sayesinde gerçekleşir. Bunlar, aziz ve çelil olan Allah’ın izniyle kâinatın (oluş­ların) sebebidir. Nitekim insan bedeninde de yedi etkin güç vardır ki, bedenin var­lığının devamı ve sağlıklı hali, onlara bağlıdır. Bu güçler: Çekim gücü (el-kuvvetu'lcâzibe), tutucu güç (el-kuvvetul-mâsike), sindirim gücü (el-kuvvetul-hâdtme), sa­vunma gücü (el-kuvvetü’d-dâfia), beslenme gücü (el-kuvvetul-gâziye), büyüme gücü (el-kuvvetun-nâmiye) ve tasavvur gücü (el-kuvvetul-musavvira). Bu güçlerden her birinin bedende kendisine özgü bir organı vardır ki güç, bedenin bütün organlarına bu organdan yayılır ve nefis bedende etkinliğini bu organ sayesinde gerçekleştirir. Bu organlar: Mide, karaciğer, kalp, beyin, akciğer, dalak ve safra kesesidir. Bu güçler bu organlardan bedene yayılıp etkinliğini gösterdiği gibi, felekteki bu yedi yıldızın etkinliğinin hükmü de aynıdır. Tümel (külli) nefs, gücünü bütün âleme yayar ve bu sayede onun etkinliği ay altı âlemdeki oluşlarda ortaya çıkar. Doktorların bildiği gibi, bu güçlerin etkilerinin aşırılığı ve eksikliğinden bedene ıstırap ve elem arız olur. Aynı şekilde bu yıldızların etkilerinin aşırılığı ve gücünün etkilerinin eksikliğinden dolayı da, astrologların haber verdiği gibi, oluş âleminde güzellikler ve fesat ortaya çıkar. Yunanlıların bilgesi Bukrat’ın [Hipokrat] dediği gibi, tıp ilminin açıklanması uzundur ve bu sanat harika bir sanattır. Fakat insan ömrü kısadır. Fârisîlerin bilgesi Buruzcumihr “iş çok, ama (yapacak) adam yok” der. Bunun gibi, astrolojinin açık­lanması da uzun sürer. Fakat biz onu kısmen zikrediyor ve diyoruz ki:

Güneşten bütün âleme ruhanî bir güç yayılır ve feleklere, tabii unsurlara, bu un­surlardan meydana gelen şeylere, külli ve cüz’i bütün varlıklara nüfuz eder. Âlemin düzeni, varlığının yetkinliği ve bekasının mükemmelliği bununla gerçekleşir. Tıpkı kalpten bütün bedene içgüdüsel bir hararetin yayılması gibi ki, bedenin hayatı, dü­zeni ve iyiliği bununla gerçekleşir. Bu gücü ve bu güçten âleme yayılan şeyi filozoflar “Güneş’in ruhanileri” olarak adlandırır. Bu, içgüdüsel hararetin bedene organ organ özel olarak yayılması gibi, âleme de cisim cisim özel olarak yayılır ki bunun nasıl olduğunun açıklanması uzun sürer. “Ruhanîlerin Fiilleri” ile “Madenler, Bitkiler ve Hayvan” risalelerinde bunu kısmen zikretmiştik. Din ise bu gücü orduları ve yar­dımcıları olan bir “melek” olarak adlandırır. Sur sahibi İsrafil onlardan biridir.

Aynı şekilde Satürn (Zühal)den de ruhanî bir güç yayılır ve feleklere, tabii unsur­lara ve bu unsurlardan meydana gelen şeylere yayılır. Formların maddeye tutunması bu güç sayesinde olur. Bu gücün yayılması, dalaktan bütün bedene ve bedenin bütün mafsallarına siyah bir karışım gücünün yayılması gibidir. Nitekim bedende kemikle­rin, sinirlerin ve cildin birbiriyle tutunması, keza bedendeki rutubetlerin katılaşması bu güç sayesinde olur. Eğer bu katılaşma olmasaydı, bedenin maddesi, su ve havanın aktığı gibi akışkan olurdu. Filozoflar bu gücü “Zühal’in ruhanîleri”, din ise orduları ve yardımcıları olan bir “melek” olarak adlandırır. Ölüm meleği, keza Münker ve Nekir melekleri bunlardandır.

Merih (Mars)’tan da ruhanî bir güç yayılır ve felekleri, tabii unsurları ve bu unsur­lardan meydana gelen şeylerle bütün âleme nüfuz eder. Bütün var olanlarda amaçla­ra yönelik istek, arzu ve teşebbüsler, iş ve sanat etkinlikleri, üst makamlara yükselme, tamam ve mükemmel olana ulaşma arzusu bu güç sayesinde olur. Filozoflar bu gücü ve ondan bu âleme yayılan şeyi “Merih’in ruhanîleri”, din ise orduları ve yardımcıları olan bir “melek” ve Cebrail olarak adlandırır. Asabi Malik (ateşin bekçisi olan melek) ve Cehennemin bekçisi diğer bütün melekler bunlardandır. Bu gücün âleme nüfuzu ve güçlerinin yayılması, safra kesesinden ve karışımları ayrıştırıp, onları en uç nok­talarına varıncaya kadar bedenin her bölgesine ulaştıran, kin, öfke, şiddet vb. şeyleri tahrik eden safra gücünden (bu özelliklerin bütün bedene) yayılması gibidir.

Jüpiter (Müşteri)’den de bütün âleme nüfuz eden ruhanî bir güç yayılır. Zıt tabi­atların dengelenmesi, yine birbirine tamamen zıt olan güçlerin uyumu, oluş halin­deki şeylerin sebebi ve var olanların düzeninin korunması bu güç ile olur. Bu gücün yayılması, bedenin karışımlarını dengeleyen, tabiatların mizacını düzenleyen kanın neminin karaciğerden yayılması gibidir. Böylece beden büyüyüp gelişir, hayat gü­zelleşip lezzet kazanır, ruhlar birbirine ünsiyet eder, nefisler ülfet eder. Filozoflar bu gücü ve ondan meydana gelen fiilleri “Müşteri’nin ruhanîleri”, din ise orduları ve yardımcıları olan bir “melek” olarak adlandırır. Cennetin bekçisi olan Rıdvan meleği bunlardandır.

Venüs (Zühre)’den de ruhanî bir güç yayılır, bütün âleme ve onun cüzlerine nüfuz eder. Âlemin süsü, düzeninin güzelliği, nurlarının parlaklığı, bu âlemde var olanla­rın şaşaası, kâinattaki süslü ve zevkli şeylerle, onlara duyulan arzu ve aşk, muhabbet ve meveddet türünden her çeşit sevgi bu güçten kaynaklanır. Bu gücün âleme ya­yılması, lezzetli şeylere olan arzunun, mideden bütün duyu mecralarına yayılması gibidir ki bu duyular sayesinde hoşa giden şeylerden haz alınır, nimetler iyi, süs gü­zel bulunur. Bu güçten dolayı, dünyada sonsuza dek kalmak arzulanır, âhirete ulaş­mak temenni edilmez. Filozoflar bu gücü ve ondan ortaya çıkan şeyleri “Zühre’nin ruhanîleri”, din ise orduları ve yardımcıları olan bir “melek” olarak adlandırır. İri gözlü huriler ve cennetin bekçileri bunlardandır.

Utarit (Merkür)’den de ruhanî bir güç yayılır, bütün âleme ve onun cüzlerine nü­fuz eder. Bu âlemde marifet, algı, zihne gelen düşünce, ilham, vahiy, nübüvvet ve her türlü bilgi bu güç ile gerçekleşir. Bu gücün âleme yayılması, vehim gücü ve ona bağh olan zihin, hayal, hatırlama, düşünme, ayırt etme, feraset, zihne gelen düşünceler, ilham, bilinç, algı, marifet ve her türlü bilginin beyinden yayılması gibidir. Filozoflar bu gücü ve ona bağh olan şeyleri “Utarit’in ruhanîleri”, din ise orduları ve yardım­cıları olan bir “melek” olarak adlandırır. Gençler (vildan), cennet ehlinin bekçileri, değerli sâdık melekler {el-Kirâmul-Berard) ve değerli yazıcılar (el-Kirâmul-Kâtibûn) bunlardandır.

Aynı şekilde Ay’dan da âlemin bütün cismine ve onun cüzlerine nüfuz eden ruhanî bir güç yayılır ve bu güç, bazen ay başından itibaren felekler âleminden oluş ve bozuluş âlemine doğru, bazen de ay sonundan itibaren oluş ve bozuluş âleminden felekler âlemine doğru, her iki âlemde de var olanların nefsini oluşturur. O, beka ve sürekliliğin kaynağı olan felekler âlemi ile oluş ve bozuluşun kaynağı olan unsurlar âlemi arasında aracı güçtür. Bu güç, tıpkı içinde nefes barındıran bir gücün akciğer­den yayılması gibidir; akciğerdeki nefes gücü, bazen bedenin doğal ısısını korumak için havayı dışarıdan içine çekmek suretiyle, bazen de onu rahatlatmak için nefesi içinden dışarıya göndermek suretiyle yayılır. Filozoflar bu gücü (ve) ondan ortaya çıkan bu fiilleri “Ay’ın ruhanîleri”; din ise orduları ve yardımcıları olan bir “melek” olarak adlandırır. Bu güç ile melekler gökten vahiy ve bereket indirir. İnsanoğlunun amelleriyle gökyüzüne bu güç ile çıkılır. Ruhlar ve gece-gündüz[324] yeryüzünde nöbet tutan melekler bu güç ile (gökyüzüne) yükselirler.

Sabit yıldızların da her birinden, engin kürsî olan sekizinci yıldızdan yeryüzünün merkezine kadar bütün âleme, Güneş ışığının havaya ve şeffaf cisimlere yayılması gibi, ruhanî bir güç yayılır. Var olanların cinslerinin suretleri maddede bu güç saye­sinde korunur. Âlemin düzeni ve varlığının devamı, şanı yüce olan Allah’ın izniyle bu güç ile mümkün olur. Yer ve göklerin sakinlerinin varlıklarının devamı da bu güce bağlıdır. Yüce Allah şu ayetlerle buna işaret etmiştir:

“Rabbinin ordularım kendisinden başkası bilmez”[325].

“(Melekler şöyle derler:) Bizim her birimiz için, bilinen bir makam vardır. Şüphesiz biz orada sıra sıra dururuz ve şüphesiz Allah’ı teşbih ederiz”[326]*.

Arşı taşıyan melekler bunlardandır.

İnsanlığın atası Âdem'e secde eden melekler ise, feleklerde bulunanların yeryüzündeki halifeleridir. Onlar, Âdem'e ve onun nesline secde eden (ve) kıyamete kadar onlara itaat ile yükümlü diğer canlıların nefisleridir.

Bil ki, âlemin harap oluşunun (düzeninin bozulmasının) sebebi, oluşun fesada uğramasıdır. Bu, unsurlardan birinin, diğerlerine ya Nuh (as) zamanında olduğu gibi bir su tufanıyla yada Kuranda “Göğün, apaçık bir duman çıkaracağı gün..”[327] ayetiyle âhir zamanda gerçekleşeceği vaat edildiği gibi bir ateş tufanı ile üstünlük sağlama­sıyla olur. Bunun sebebi, (suların) suyumsu burçları ve yıldızları yoğun bir şekilde kuşatmasıdır ki (bunun sonucu olarak) o zaman su tufanı olur. Ateşimsi burçları ve yıldızları kuşatması durumunda ise ateş tufanı meydana gelir. Arslan (burcu)nun merkezi birkaç yıl sonra arslan burçlarında Merih’in sınırına ulaştığında, (bu) yo­ğunlaşma ve ateşimsi burçların ayları meydana gelir, Merih onları kuşatır. Bunun sonucunda da işte tam böyle bir esnada neredeyse bir ateş tufanı meydana gelir. Bu­nun mahiyeti; hava iyice ısınır ve ateşten bir rüzgâr haline dönüşür. Sonuçta insan ve hayvan (her türlü canlı) yanar, âlem, yani yeryüzü cansız olarak harap olmuş bir durumda kalır. Sonra şanı yüce olan Allah, Kuranda şu ayetlerde vaat ettiği gibi ahiretteki diriltmeyi gerçekleştirir:

“Andolsun, ilk yaratılışı bildiniz. Düşünüp ibret almanız gerekmez mi?”[328] Burada “ilk yaratılışı bildiniz” demek, “ahiretteki yaratılışı bildiniz” demektir.

.. Ve sizi bilmediğiniz bir âlemde tekrar var edelim diye (ölümü takdir ettik.)”[329].0 anda cennet ehli cennette bolluğa kavuşur, cehennem ehli ise cehennemde ebedi ola­rak kalır. “Öldükten Sonra Dirilme Risalesinde bunun nasıl gerçekleştiğini açıkladık.

Ey kardeş! Gaflet ve cehalet uykusundan uyan. Ahiret ve ahiretteki diriliş için hazırlık yap ve amelde bulun. Umulur ki kıyamet günü mutlu insanlardan biri olarak diriltilir, gökyüzünün melekûtuna yükselir, “en yüce topluluk” olan melekler zümre­sine katılırsın. Ancak sakın dünyada, oluş ve bozuluş âleminde ebediyen kalmak is­teyenlerle beraber olma. (Azgınlar) orada çağlar boyu kalırlar, orada ruhlar âleminin serinliğini ve cennet esintisinin şarabını tadamazlar. Derileri yanıp eskidiğinde, aza­bı (dolu dolu) tatmaları için başka bir deri ile değiştirilir.

Ey kardeş! Allah seni cehennem azabından korusun. Seni, bizi ve bütün kardeş­lerimizi iyilerle beraber karar yurduna ulaştırsın. Şüphesiz O, dilediği her şeye gücü yetendir.

Bu risale burada bitti. Allah’a layık olduğu şekilde hamd olsun. Allah, Resûlü Muhammed’e ve O’nun ehline, temiz imamlara salât ve selam etsin. Allah bize yeter ve O ne güzel vekil, ne güzel velî ve ne güzel yardım edendir. Yüce ve büyük olan Allah’tan başka güç ve kudret sahibi kimse yoktur.

“Tabiatın Mahiyeti” risalesi burada tamamlandı. Onu “Bitkilerin Çeşitleri” risalesi takip edecektir.

Cisimsel-Doğal Bilimlerin Yedinci
(İhvân-ı Safâ Risalelerinin Yirmibirinci) Risalesi:
Bitkilerin Cinslerine Dair[330]

Rahman ve Rahim olan Allah’ın adıyla!

«f^erçek övgü Allah'a mahsustur! Selâm olsun onun seçtiği kullarına. Allah mı \<Jdaha hayırlıdır, yoksa onların ortak koştukları mı?”[331].

Bölüm

Ey hürmetkâr ve şefkatli kardeşim -Allah seni ve bizleri kendi katından bir ruhla desteklesinbil ki, [bir önceki] risalemizde madenî cevherlerin anlatımını tamam­layıp, onların nasıl yaratıldıklarını, hangi cinslere ayrıldıklarını, türlerinin kısım­larını ve faydalı ve zararlı özelliklerini açıkladık. Aynı şekilde madenî cevherlerin son basamağı ile bitkisel cevherlerin ilk basamağının birbiriyle ilişkili olduğunu da ortaya koyduk. Şimdi ise “bitkiler risalesfyle devam etmek ve sabit kuvvetlerin on­larda nasıl cerayan ettiğini bazı yönleriyle açıklamak istiyoruz. Risalenin amacı bitki cinslerini, onların yaratılma ve gelişme niteliklerini göstermek, yine onların şekil, renk, tat ve koku açısından çeşitli türlere ayrılmasının; yapraklarının, çiçeklerinin, tohumlarının, çekirdeklerinin, büyümelerinin, köklerinin, dallarının ve gövdeleri­nin farklı olmasının sebeplerini ortaya koymaktır. Şöyle ki; bitkiler mertebesinin ilk basamağı[332] ile hayvanlar mertebesinin ilk basamağı ve hayvanlar mertebesinin son basamağı ile insanlık mertebesinin ilk basamağı birbirine bağlıdır. Aynı şekilde in­sanlık mertebesinin son basamağı da göklerde meskun olup feleklerde ikamet eden, kendi mülkünün imarı için Allah Teâlâ tarafından halk edilen ve Ona kayıtsız şartsız itaat eden, “Allah’ın kendilerine verdiği emirlere karşı gelmeyen ve kendilerine emredi­len şeyi yapan”[333],” “hangimiz daha yakın olacağız” diye Rablerine vesile arayan, Onun rahmetini uman, azabından korkan,[334]” ve O’nun korkusuyla titreyen[335]” melekler mer­tebesinin ilk basamağıyla irtibatlıdır. Biz diyoruz ki:

Bil ki ey kardeşim, sen Rabbin ile görüşecek, bu dünyadan o mertebeye gönderi­leceksin. Yaratılışından itibaren alçak bir halden daha tam, kâmil ve şerefli bir hale geçerek o mertebeye yönelmen de Rabbinin huzuruna çıkıp, onu müşahede etmen ve vaad olunan şeyin sana verilmesi içindir. Söz konusu hallerden bazılarını geride bırakmış ve müşahede etmişsin, bazılarına ise henüz ulaşmamışsındır. Muhakkak ki sen, “adı anılmaya değer bir şey olana kadar, üzerinden uzun bir süre geçmiştir.”[336] Son­ra atılmış bir sudan (meni) yaratıldın; ardından ana rahmine, sağlam bir karargaha yerleştirildin, yapının tamamlanması ve suretinin gelişmesi için orada dokuz ay bu­lundun; sonra bu geniş dünyaya çıkartıldın, öğreniminin kemali ve gücünün artması için dört yıl geçti, duyularınla bu dünyadaki duyulur şeyleri müşahede ettin, anlama, şuur, temyiz, tefekkür, düşünme ve içgüdüsel olarak bilme yetilerin hâsıl oldu. Sonra okula başladın; öncesinde haberdar olmadığın okuma, yazma, âdab, matematik, he­sap işlemleri, ölçme ve tartma gibi şeyler sana öğretildi.

Sonra camilerde, namazlarda, cenaze törenlerinde ve bayramlarda ilim ve fazilet ehlinden kimselerin meclislerinde bulundun; çarşı pazarların, çeşitli sanat ve kitap­ların aracılığıyla nehirlerden, köylerden, şehirlerden, denizlerden, kıtalardan ve dağ­lardan oluşan bu alemi müşahede ettin. Bu dünyadaki bitki, hayvan ve madenlerden oluşan varlık çeşitlerini gördün. Bunların hallerinin sıcakta ve soğukta, gece ve [gün­düz], yaz ve kış, karanlıkta ve ışıkta nasıl değiştiği; rüzgâr, bulut ve yağmur çeşitleri hakkında bilgi edindin. Feleklerin deveranına, burçların yükselişine, gezegenlerin akışına, zamanın olaylarına ve hadiselerin iniş çıkışlarına bizzat şahitlik ettin. Bütün bunlar senin gaflet ve cehalet uykusundan uyanman, müşahede ettiklerin üzerinde tefekküre dalman, bu dünyanın gördüğün hallerini düşünmen ve ölümden sonra bu durumdan başka bir duruma geçeceğini, yeniden farklı bir şekilde yaratılacağını yakin bir ilimle bilmen içindi. Yolculuk için hazırlıklı ol! Ecelin gelmeden ve ömür bitmeden önce bu yolculuk için hazırlan. Şöyle ki meleklerin ahlakıyla ahlaklan ve onların özellikleriyle(şemâzZ) süslen, şeytanın kardeşlerinin ve iblisin ordusunun ah­lakını tamamen terk et. Bunların niteliğini elli bir risaleden oluşan risalelerimizde açıklamışızdır. Allahın isteği ile oradan bilgi edinirsin.

Bil ki ey kardeşim -Allah seni ve bizleri kendisinden bir ruh ile desteklesinku­sursuz (muhkem) bir yaratılış, hikmet sahibi bir yaratıcıya işaret eder. Hikmet sahibi olan bu yaratıcı görülerek idrak edilemez. Fakat akıl sahibi bir kimse, gövde şekilleri, yerin altında uzayan kökleri, havada farklı yönlere yayılan dalları, yapraklarının bi­çimleri ve renkleri itibariyle çiçeklerinin çeşitliliği bakımından; tohum ve meyvele­rinin büyük küçük farklı ölçülerde olması, yine renk, tat ve kokularının farklılıkları yönüyle bitkilerin hallerini düşünürse kendisi için bu [gerçek] açığa çıkmış olur ve onların hikmet sahibi bir yaratıcı tarafından yaratıldığını zorunlu bir bilgi ile bilir. Çünkü onun aklı, birbirine zıt güçlere ve uyumsuz doğalara sahip olan dört erkanın, [var olduğu] kuşku götürmeyen hakim bir yaratıcının isteği olmaksızın bir araya ge­lerek birliktelik oluşturamayacağı ve yukarıda zikredilen özellikleri gösteremeyeceği konusunda kendisine tanıklık eder. Ona ait [yaratma] sanatının niteliği, “niçin öyle yaptığı” ve “neden şu veya bu şekilde yapmadığı” üzerinde düşünmeyen bir kimse yukarıda söylenenleri anlayamaz, bunları idrak ve tasavvur edemez. Bu sebepten söz konusu ilim dalıyla ilgili bazı hususları, ondan haberdar olan ve bu konuda düşünen herkesin ilminin artması için burada zikretmeye ihtiyaç duyduk.

Bil ki ey kardeşim -Allah seni ve bizleri kendisinden bir ruh ile desteklesinbit­kiler gizli olmayan, açık seçik varlıklardır. Fakat onların Yaratıcıları ve yaratılış ne­denleri gözle görülerek idrak edilmekten uzak olup, gizli ve batınidir.

Felsefeciler bunu doğal güç (el-kuvvetü 't-tabîiyye) olarak adlandırırlar. Yine buna bitkilerin yetiştirilmesi, hayvanların üremesinden ve madenlerin oluşturulmasından mesul olan melekler ile Allah’ın ordularının kanunu (nâmûs) ismini verenler de bu­lunmaktadır. Bizler ise buna “tikel (cüz'i) nefisler” adını veriyoruz. Buradaki ibareler farklı olmakla birlikte anlam aynıdır. Nitekim filozoflar ve hikmet sahibi bilginler (hükemâ) bu yaratılanları doğal kuvveye, şeriat sahipleri ise meleklere atfederler; kimse bunu Yüce Allah’a nispet etmez. Çünkü şanı yüce olan Yaratıcı doğal cisim­lere, cirimsel hareketlere ve cisimsel olaylara doğrudan müdahalede bulunmayacak kadar yücedir. Tıpkı melikler, hükümdarlar ve başkanların işlerini doğrudan yapma­ması gibi. Bunların kendilerine nispet edilmesi ise işin yapılması için emir vermeleri ve bunu istemeleri nedeniyledir. Örneğin: “İskender Şeddi yaptı”, “Süleyman îlyâ[337] mescidini inşa etti”, “Mansur Selam şehrini yaptı” denmesi inşaatın onların emriyle gerçekleştiği içindir, yoksa bizzat kendi fiilleriyle yapıldığı için değil. Yine aşağıdaki örnekte de görüldüğü üzere, kulların fiilleri Allah’a nispet edilir. Allah Teâlâ’nın ken­di elçisi Muhammed’e (ona selam olsun) söylediği şu sözünde olduğu gibi: “Atarken sen atmadın, ama Allah attı”,[338] “Onları siz öldürmedinizfakat Allah öldürdü”,[339] [340] “Onlar­la savaşın ki Allah sizin ellerinizle onları cezalandırsın”.11 Nitekim Kuran-ı Mübin’de bu anlamda pek çok ayet vardır.

Bil ki ey kardeşim -Allah seni ve bizleri kendisinden bir ruh ile desteklesinan­layış sahibi âkil bir kimse bitkilerin hallerine dikkatlice bakar ve bunlarla ilgili tefek­küre dalıp düşünürse, kendi cinsinin sureti veya kendi türünün şekli dışına çıkan bir şey bulunmadığını anlar. Şöyle ki o, bir zeytin yaprağının ceviz ağacından çıktığını ya da arpa tanelerinin buğday sümbüllerinden çıktığını asla göremez.

Bu örnek ve kıyas diğer bütün tahıl, meyve, bakliyat ve yabani otların türleri için de geçerlidir. Bunlardan her birinin, sanki türleri muhafaza eden çeşitli kalıplara dökülmüşler gibi, kendi cinsinin suretini ve kendi türünün şeklini koruduğunu gö­rürsün.

Aynı şekilde yaratılışları tam ve suretleri eksiksiz olan bütün hayvanların hükmü de böyledir: Onlar da kendi cinslerinin suretlerini ve türlerinin şekillerini fertlerin­de muhafaza ederler. Şöyle ki deve rahminden bir tayın, inek rahminden oğlağın, devekuşu yumurtasından turnanın, güvercin yumurtasından tavuk çıktığını asla gö­remezsin.

Anlayış sahibi akil bir kimse bu şeyler üzerinde düşündüğünde, onların sebebini (illet) talep edip araştırdığında belki de bunun dışında bir şeyin Yaratıcının kudreti dahilinde olmadığını tahayyül ve vehmine kapılır veya maddenin bunun dışında bir şekil kabul etmediğini zanneder ya da hikmetin bunun dışında bir şey gerektirmedi­ğini söyler. Buradaki vehim ve zan bunun dışında bir şeyin Yaratıcının kudreti dahi­linde olmadığı [düşüncesine] ilişkindir. Halbuki onun aklı bunu inkâr eder. Çünkü bir şeyi ilk kez yaratmaya kadir olan birisi bu yapıyı değiştirmeye daha çok güç ye­tirir. Diğer taraftan eğer bu kimse maddenin başka bir suret kabul etmediğinin zanmna ve vehmine kapılmışsa, “bu nasıl olabilir?” [deriz]. Zira madde bütün suretleri kabul edecek şekilde vaz edilmiştir ve dolayısıyla da [o kimse zannında] hatalıdır. Yine eğer hikmetin bunun dışında bir şey gerektirmediğini söylerse, “Oğlağın deve rahminden, devenin inek rahminden ve tavuğun güvercin yumurtasından çıkması­nın hikmetle geçersiz kılınma yönü nedir? Bunu bizim için açıkla, [deriz].”

Bil ki ey kardeşim -Allah seni ve bizleri kendisinden bir ruh ile desteklesinbitki türlerinden her birinin kendi gövdesi vardır. Bu gövde bir mide özsuyundan (keymus); bu mide özsuyu ise bir mizaçtan oluşuyor. Aynı suyu içseler, aynı toprakta ye­tişseler, kendilerine tek bir havanın rüzgârı ulaşsa, tekbir Güneş’in ısısıyla olgunlaşsalar dahi o mizaçtan ancak söz konusu mide özsuyu, o mide özsuyundan da ancak söz konusu bitki türü ortaya çıkar. İlk madde bütün suretleri kabul edecek şekilde vaz’ edilmiştir. Fakat onlardan her birinin ikincil maddeleri ancak özel varlıkların suretlerini kabul edebilir. Buğday ve pamuk ağaçları için mevzu olan toprak ve su, buna örnek olarak gösterilebilir. Pamuktan ancak iplik, iplikten parça, parçadan el­bise ve başka şeyler çıkıyor. Buğdaydan ise ancak un, undan hamur ve hamurdan da ekmek hazırlanıyor.

Bu örnek ve kıyaslardan da görüldüğü üzere, bitkilerin halleri farklı oluyor. Bu­nun anlamı şudur: Suyun rutubeti ve toprağın kısımlarının letafeti bitkinin kökle­rine ulaştığında değişime uğrayıp, bir mide özsuyuna dönüşür. [Bu mide özsuyu] sadece belli bir mizacın oluşumunu, söz konusu mizaç da sadece belli bir bitki türü­nün oluşumunu sağlar. Onun yapraklarının, tomurcuklarının, meyvelerinin ve çe­kirdeklerinin de hükmü böyledir.

Bölüm

Bitkilerin tat, renk ve koku bakımından farklı doğalarda olmasının başka bir se­bebi de onların hayvanlar için gıda olmasıdır. Hayvanlar farklı doğalara sahiptirler. Her bitki türü, bir hayvan türü için gıda ve bir hastalık için ilaç olarak yaratılmıştır. Bunlar tıp ve baytarlık kitaplarında açıklanarak zikrolunmuştur.

Bil ki ey kardeşim Allah seni ve bizleri kendisinden bir ruh ile desteklesinher bir bitki türü için dört neden söz konusudur: Maddi neden, fail neden, gaî (temâmiyye) neden ve surî neden.

Maddi neden dört unsurdan ibarettir: Ateş, hava, su, toprak.

Fâil nedenden kasıt tümel (külli) nefsin güçleridir.

Gaî neden, onların hayvanlar için bir gıda olması ve fayda sağlamasıdır.

Surî neden ise feleklerle ilgili sebeplerdir ve bunların uzun bir açıklaması vardır. Bütün bunlar şanı yüce olan Allah’ın izniyle gerçekleşiyor. Bu nedenlerden her biri­ni basiret sahipleri için ibret ve akıl sahipleri için bilgi olsun diye ayrıntılı biçimde açıklamak istiyoruz.

Şöyle ki dört unsurun parçaları bir araya gelir, karışır, mezcolur ve birliktelik oluşturursa bitkinin oluşumunun gerçekleştiği maddeye dönüşürler. Onların bir araya gelip karışmasının sebebi, feleklerin bu unsurlar etrafındaki deveranı, burç­lardaki gezegenlerin seyri ve ışınlarının atmosferde yeryüzünün merkezine doğru düşmesidir. Bütün bunlar felekleri yaratıp döndüren, burçları taksim edip yükselten, gezegenleri şekillendirerek hareket ettiren, nefisleri [bu dünyaya] göndererek vekil tayin eden Allah Teala’nın izni ve Onun hikmetinin latifliği ile olmaktadır. Yapıpyaratanların en güzeli ve hâkimlerin hâkimi olan Allah pek yücedir!

Bunun niteliğini, Allah’ın yardımı ve bizlere bahşettiği muvaffakiyet ile akıl sahibi kimseler için aşağıda zikredip açıklıyoruz.

Bil ki ey kardeşim -Allah seni ve bizleri kendisinden bir ruh ile desteklesinGü­neş ülkelerin ufuklarında doğup atmosferi aydınlattığında ve yeryüzünü ışıklandır­dığında nehir ve denizlerin suları ısınır. Onların suyunun bir kısmı latifleşerek hafif buhara dönüşür ve atmosferde yükselir.

Zemherir yüzeyine gelip nesim küresini geçtiğinde soğumaya başlar, bir araya top­lanır, durağanlaşır, katılaşır ve kümelenir. Böylece bulut, duman, çiğ (şebnem) ve buza dönüşür. Birikip rüzgârla dağların başına, karaya, çöllere, köylere, ekin yerlerine ve tarlalara düşüyor; yağmur yağıyor, yeryüzü sırılsıklam ıslanıyor, toprak suyu içine çe­kiyor, onun cüzleri karışarak birleşiyor. Güneş çıkıp yeryüzüne doğduğu ve onu ısıttığı zaman, bu su cüzleri kurumaya ve yerin derinliklerinden yüzeye doğru yükselmeye başlar. Bunlarla birlikte suyla birliktelik oluşturmuş toprak cüzleri de yüzeye çıkar. Ar­dından, unsurlara nüfuz eden Ay feleğinden farklı basit nefsin güçleri bu maddeden çeşitli şekillere sahip rengarenk bitki türlerini ortaya çıkartır. Bu, şehir pazarlarında insanoğlundan sanatkâr kimselerin kendi sanatlarına konu olan maddelerden çeşitli şeyler yapmalarına benzer. Nitekim bunu risalelerimizde açıklamıştık.

Bil ki ey kardeşim, peygamberlerin (onlara selam olsun) kitaplarında zikrolunduğu üzere, bitkilerin cins ve türlerini ortaya çıkardığını bildirdiğimiz külli-feleki-basit nefsin güçlerinden kasıt, bu işlerden mesul olan melekler ve Allah’ın ordularıdır. Yine orada zikrolunduğu üzere mütevatir haberler aracılığıyla bizlere ulaşmıştır ki, toprağın çıkardığı bitkilerdeki her bir yaprak, meyve ve tohumla beraber bir görevli melek vardır. Bu melek, oluşumunu tamamlaması, kemale ermesi ve ilk gayesinden son gayesine ulaşabilmesi için o bitkilerin yetişesinden sorumludur. Bütün bunlar onların yaratıcısı ve halikı olan Allah’ın izniyledir. Şanı yüce olan Allah’ın şu sözünde de zikredildiği gibi bütün canlıların hükmü böyledir: “Onun önünde ve arkasında Allah'ın emriyle onu koruyan takipçiler (melekler) vardır”'[341] Biz bitkilerden sorumlu olan bu [melekleri] “bitkisel nefis” olarak adlandırıyoruz. Bil ki ey kardeşim, şanı yüce olan Allah bitkisel nefsi şu yedi aktif güç ile desteklemiştir:

1.         Çekim gücü(el-kuvvetu’l-câzibe)

2.         Tutma gücü(el-kuvvetul-mâsike)

3.         Sindirim gücü(eikuvvetiİl-hâdıme)

4.         İtme gücü/savunma gücü (el-kuvvetü’d-dâfia)

5.         Beslenme gücü (el-kuvvetti l-gazi ye),

6.         Şekil verme gücü/tasavvur gücü (el-kuvvetul-musavvira)

7.         Büyüme gücü(el-kuvvetu'n-nâmiye)

Bil ki ey kardeşim -Allah seni ve bizleri kendisinden bir ruh ile desteklesinbu güçlerin hayvan ve bitkilerin cisimlerinde yaptıkları şeyler birbirinden farklıdır. Bunların bitkilerin oluşumundaki ilk fiili dört unsurun özünü çekmeleri, onların çamurunu, yani onun farklı türlerden bitki gövdeleri için uygun olan kısımlarını emmeleridir. Sonra tutma gücüyle onları tutar ve sindirim gücüyle beslenecek kı­vama getirirler. Ardından itme gücüyle onları bitkinin diğer kısımlarına gönderir ve beslenme gücüyle bunlarla beslenirler. Daha sonra büyüme gücü ile kendi alan­larında büyüyüp çoğalırlar. En sonda ise şekil verme gücü ile çeşitli şekil ve renklere sahip olurlar.

Bunun anlamı şudur: Tıpkı hacamat yapanların hacamat aletiyle kan alması veya ateşin fitil aracılığıyla yağı emmesi gibi, çekim gücü bitki kökleri aracılığıyla suyun nemini emer. Ayrıca çekim gücünün şiddeti nedeniyle su ile beraber latif toprak parçalarını da içine çeker.

Bu madde bitki köklerinde hâsıl olduğu zaman, sindirim gücü onları beslenecek kıvama getirir ve söz konusu madde [bitkinin] cismi ve kökleri için belirlenmiş mi­zaca uygun bir mide özsuyuna dönüşür. Beslenme gücü onu kabul eder ve bitkiler bu maddeden alınması mümkün olan bütün şekilleri kendilerinde toplarlar. Böylece söz konusu kısımları yukarı, aşağı ve yanlara doğru büyür. Bu maddeden arta kalan kısım hafiflik ve saflık kazanarak bitkinin gövdesine ve dallarına doğru itilir. Çekim gücü ile oraya doğru cezp edildiği gibi tutma gücü de tekrar en alt kısma akmaması için kendisini orada tutar. Sonra sindirim gücü onu ikinci kez olgunlaştırır (yene­cek kıvama getirir), mizaç ve niteliğini değiştirerek bitkilerin gövdesi, ince dalları ve dalları için uygun bir maddeye dönüştürür. Böylece bitkilerin söz konusu kısımları yukarı, aşağı ve yanlara doğru büyürler. Yine hafiflik ve saflık kazanan arta kalan kısım [itme gücü sayesinde] yukarıya, en yüksek dallara ve bölümlere gönderilir. Çe­kim gücü oraya doğru çeker ve tutma gücü orada tutar. Ardından sindirim gücü onu üçüncü kez pişirip beslenecek kıvama getirir; yaprakların, tomurcukların, çiçeklerin, tohum bağcıklarının ve meyvelerin cisimleri için uygun olan başka bir maddeye dö­nüştürür. Böylece bitkilerin bu kısımları da yukarı, aşağı ve yanlara doğru büyürler. Burada daha da hafifleşen ve saflaşan kısımlar tohum ve meyve için uygun maddeye dönüştürülür ve tutma gücü ile tutulur. Ardından sindirim gücü onları dördüncü kez pişirip beslenecek kıvama getirir, hafifleterek [katı ve daha hafif kısımlara] ayırır. Katı ve koyu kısmı kabuk ve çekirdeğin cismi için uygun bir maddeye dönüştürür ve bitkilerin bu kısımları yukarı, aşağı ve yanlara doğru gelişir. Hafif (latif) ve saf kısmı da tohum liflerinin ve meyve [özünün] maddesi haline getirir. Bu ise doğaları, faydaları, zararları ve kendilerine özgü mizaçları itibariyle farklı renk, tat ve kokulara sahip un, yağ, şiire[342] ve pekmez gibi şeylerdir. Onların tıp kitaplarında ya da besin maddeleri ve yabani otlarla ilgili kitaplarda zikredilip açıklanmalarının nedeni bu­dun Konuyu uzatmamak için onları burada zikretmedik. Yukarıda zikrettiğimiz fiil­lere gelince bunların tamamı hayvansal nefsin hizmetkârı olan ve onunla dört unsur arasında bir vasıta olarak bulunan bitkisel nefsin fiilleridir. Nitekim bitkiler kökleri ile söz konusu ham ve olgunlaşmamış özü kabul ediyor, saflaştırarak yenecek hale getiriyorlar. Hayvanlar ise bunları hafif, saf, lezzetli, sağhkh ve hoş bir besin olarak yiyorlar. Bütün bunlar şanı yüce olan Allah’ın lütfü, canlılara karşı şefkat ve merha­meti, yine kendilerini himaye etmesi dolayısıyladır. Her türlü hamd, dua, şükür ve övgü Onun içindir. Ahiretteki iyilik, nimet ve ihsan O’ndandır.

Bil ki ey kardeşim, bitkilerden kasıt topraktan çıkan ve orada beslenerek büyüyen bütün cisimlerdir. Onlardan bazıları kökleri ile veya sadece çubuk olarak dikilen ağaçlardan, bazıları ise tohum ve çekirdek halinde serpilen ziraat ürünlerinden iba­rettir. Bazıları da dört unsurun kısımlarının karışıp meze olmasıyla oluşan yeşillik ve yabani otlar gibi cisimlerdir. Bu üç cinsten her biri farklı yön ve özellikler itibariyle çeşitli türlere ayrılırlar. Bunlardan bir kısmını, diğerlerine örnek teşkil etmeleri ve [örnek olarak alınan] kısıtlı şeylerin bütüne delil olması için burada zikredip açıkla­mak istiyoruz. Öncelikle ağaçlardan başlayarak deriz ki:

Ağaç, kendi sapı üzerinde gövdesinin dik durduğu, havaya doğru yükselen ve kendisini kurumayan bir katın çevrelediği bütün bitkilere denir. “Necm” ise kendi sapı üzerinde gövdesinin dik durarak havaya yükselemediği, tam tersi toprağın sathı boyunca uzayan ya da meyveleri ağırlaştığı zaman tutunabilmesi için bir ağaca sarı­larak yukarıya doğru yükselen üzüm, kabak, salatalık, karpuz ve benzeri ağaçlar gibi bitkilerdir.

Bil ki ağaçlardan bazıları tam ve mükemmel, bazıları ise noksanlı ve eksiktir. Ağaçlardan tam ve mükemmel olanlar, aşağıdaki dokuz özelliği kendisinde taşıyan­lardır: Gövde, kökler, dallar, ince dallar, yaprak, tomurcuk, meyve, kabuk ve reçine. Noksanlı olanlar ise bu özelliklerden birini veya daha fazlasını kendinde taşımayan ağaçlardır. Örneğin ağaç kavunu, kamış, söğüt, ılgın gibi ya da meyve, yaprak, to­murcuk veya reçineden yoksun olan benzerleri gibi.

Bil ki tam ağaçlardan bazıları diğerlerinden daha tam, daha mükemmel ve birkaç yönden daha üstündür. Bunlardan birincisi sahip oldukları gövdeleri itibariyledir. Şöyle ki incir, dut, badem, ceviz ve diğer ağaçlar gibi onlardan bazıları bir gövde üze­rinde yukarıya doğru dikilir ve çeşitli istikametlerde dallanıp budaklanırlar. Hurma, servi, gına, söğüt, tik ve başkaları gibi bir kısım ağaçlar ise havada bir tek gövde ile [dallanıp budaklanmadan] yükselirler. Onların yerdeki köklerinin hükmü de böy­ledir. Bazılarının kökleri toprağın altına dik bir kazık gibi iner; bazılarınınki çeşitli yönlerde, fakat düz bir istikamet üzere hareket eder; bazılarınınki ise kıvrılıp büküle­rek dolanır. Ağaçlardan bir kısmı dikildikleri bölgede diğerleriyle komşu olur ve sık ağaçlıklı bir alan oluştururlar. Bazıları ise yalnız başına bulunur, altında ve etrafında başka ağaçlar bitmez.

Bitki ve ağaçlardan bir kısmının yaprak ve meyveleri büyüklük, renk, şekil ve doku itibariyle birbirine uyum gösterirler. Örneğin ağaçkavunu, mandalina, limon, armut, elma ve benzerleri gibi. Yine bitki ve ağaçlardan bir kısmının meyve ve tohumları nar ağacı, incir ağacı, üzüm ağacı, ceviz ağacı, hurma ağacı ve benzeri diğer ağaçlarda ol­duğu gibi ebat bakımından yapraklarıyla uyumsuzdur. Bunun anlamı şudur: Ağaçka­vunu ağacının yuvarlak şekle sahip yeşil ve yumuşak dokulu meyveleri ile yaprakları arasında bir orantı vardır ve yuvarlak şekilli mandalina kendi ağacının yaprakları ile uyum içerisindedir. Yine armut koni şeklinde olduğu gibi armut ağacının yaprakları da böyledir ve elmanın yuvarlak olmasıyla orantılı biçimde elma ağacının yaprakları da yuvarlaktır. Oysa nar ağacının meyveleri ebat olarak onun yaprakları ile orantısızdır. İncir, üzüm ve diğerleri için de durum böyledir. Bu kıyasa göre bitkilerin çekirdek ve tohumları için de aynı hüküm geçerlidir; onlardan bazıları orantılı, bazılarıysa orantı­sızdır. Bütün bunlar nedenler, sebepler ve gayeler dolayısıyladır.

Bölüm

Mekânları İtibariyle Bitki Cinslerinin Açıklanmasına Dair

Bil ki ey kardeşim, bitkilerin bir kısmı çöllerde ve çorak arazilerde, bir kısmı dağ­ların başında, bir kısmı nehir kenarlarında ve deniz kıyılarında, bir kısmı da sazlık ve ormanlık alanlarda yetişir. Bazıları ise köylerde, ekin tarlalarında, bostanlarda ve boş alanlarda insanlar tarafından ekilerek yetiştiriliyor.

Bil ki ey kardeşim, az sayıda istisnalar hariç bitkilerin büyük çoğunluğu toprağın sathinde biter. [İstisna olarak] şeker kamışı, pirinç, nilüfer ve akiş (sarmaşık) türleri gibi suyun altında bitip yetişenler gösterilebilir.

Aynı şekilde yosun gibi bazı bitkiler suyun üzerinde, sarmaşık ve bağ sarmaşığı gibi bazı bitkiler ağaç ve bitkilere tutunarak, gübre otu gibi bazı bitkiler de taşların üzerinde bitiyor.

Bitkilerden bir kısmı sadece sıcak ülkelerde, bir kısmı ise sadece soğuk ülkelerde yetişiyor. Yine bazıları sadece iyi topraklarda, bazıları kumsal alanlarda, çakıl taşları arasında, taş ve kayaların üzerinde ve çorak yerlerde bitip yetişiyor. Bazıları ise ancak tuzlu topraklarda görülür.

Bölüm

Mevsimlere Göre Bitkiler Arasındaki Farklılıklara Dair

Bil ki çayır çimen, yeşillik veyabani otların büyük çoğunluğu kışın yağan bol yağ­murun ardından mevsimlerin normalleşmesi ve havaların iyileşmesi ile bahar döne­minde biter. Az bir kısmı ise mevsimin üçüncü kısmında (sonbaharda) çıkar. Yine onlardan bir kısmı insanlar tarafından ekilerek sulama yoluyla yetiştirilir. [Bunlar da birkaç kısımdır:] Buğday, arpa, bakla, mercimek ve benzerleri gibi sonbaharda ekilip, ilkbaharda hasat edilenler; salatalık çeşitleri ve patlıcan gibi kışın ekilip, son­baharda hasat edilenler; havuç, şalgam, lahana ve karnıbahar gibi sonbaharda ekilip

kışın toplananlar; mısır, pirinç, susam ve benzerleri gibi yazın ekilip sonbaharda ha­sat edilenler; pamuk, kenevir ve benzeri diğer bitkiler gibi ilkbaharda ekilip, sonba­harda hasat olunanlar.

Bil ki ey kardeşim, şanı yüce olan hikmet sahibi Yaratıcı, bitkilerin yapraklarını onlar için bir süs; meyveleri için bir elbise; tohumları, tomurcukları ve çiçekleri için de aşırı sıcak ve soğuklara, şiddetli rüzgârlara, kum fırtınalarına ve Güneş’ten gelen sıcaklığın şiddetine karşı bir koruma olarak yaratmıştır. Yine bitki yapraklarını, hay­vanlar için bir gölge, örtü, yatak ve yuva, onların vücutları için besin maddeleri, ilaç ve pek çok faydalara sahip şeyler olarak yaratmıştır. Onların meyvelerinin, tohum­larının, çekirdeklerinin, kabuklarının, köklerinin, gövdelerinin, ince ve kahn dalla­rının hükmü de böyledir. Bu türlerden her birinin Allah’tan başka kimsenin [kesin olarak] bilmediği pek çok faydaları vardır. Nitekim tıp ve yabani otlar (farmakoloji) kitaplarında bunların bazı özellikleri zikrolunmuşsa da konuyla ilgili bilinmeyen ve ifade edilmeyen şeyler, bilinen ve ifade edilenlerden daha fazladır.

Bil ki ey kardeşim, ağaç ve bitkilerin yapraklarından bazıları dikdörtgen şeklinde, bazıları üst kısmı koni alt kısmı yuvarlak, bazıları yuvarlak, bazıları sağlam bir sepete benzer şekilde, bazıları mürver, bazısı gemi dümeni, bazısı zeytin, bazısı “cabuti”, ba­zısı ortadan ayrılmış çift parmak, bazısı da üçgen şeklindedir. Onlardan bazıları birbiriyle üst üste düşen çift kısımlardan oluşur, bazısı ise birbirinden uzakta tek tek di­zilmişlerdir. Bazıları uzun, geniş, enli; bazıları ensiz, kısa; kalın ve yumuşak; bazıları kaba ve sert; bazıları ince ve şeffaf dokulu; bazısı güzel, bazısı ise iğrenç kokuludur. Yine onlardan bazıları acı, bazıları tatlı ve bazıları da başka türlü tatlara sahiptirler.

Bitki yapraklarının büyük çoğunluğu yeşil olmakla birlikte bu renklerin koyu, açık, parlak ve mat olması mümkündür. Hatta bazılarının dış kısmının rengi ile iç kısmının rengi farklıdır. Bitkilere ait meyve, çekirdek, tohum, tomurcuk ve çiçekle­rin hükmü de böyledir. Sebepler, nedenler ve gayeler dolayısıyla olan bütün bunlar izzet ve ilim sahibinin takdiridir. Şöyle ki meyvelerden bazıları ince kabukludur, şef­faf ve ipeğimsi bir dokuya sahiptir; bazılarının kabuğu kalındır, muz lifi veya kıkır­dak gibi sert bir dokusu vardır; bazıları seramik gibi kuru, bazıları geniş dörtgen retinah veya işkembe gibi kalın dokuludur. Meyvelerden bazılarının kabuklarının altında yumuşak veya sert bir meyve eti, bazılarınkinde ise akışkan bir sıvı bulunur. Bunların da hoş, tatlı, ekşi, kekremsi, acı, tuzlu, tatsız, ekşimsi ya da yağlı olması mümkündür. Meyvelerden bir kısmında meyve etinin içerisinde yuvarlak biçimli ya da dikdörtgen veya koni şekilli bir çekirdek bulunur ki, bunun da içerisi dolu veya boş olabilir. [Bazı meyvelerde] söz konusu çekirdeğin içerisinde yağlı, acı veya tath ya da dokuz tattan diğer her hangi birine sahip bir çekirdek içi bulunur. Yine bir kısım meyvelerdeki meyve etinin ortasında küçük veya büyük tohumlar vardır. Bunlardan bazıları sert veya yumuşak olup yapışkan bir sıvıyla kaplanmıştır, bazıları da çeşitli şekillere sahip olup pörsümüş ve sert haldedir. Ayrıca bazılarının içerisinde çekirdek içini kuşatması ya da boş kalması mümkün olan bir boşluk bulunmaktadır.

Kardeşim bil ki, bitki ve ağaçların yaprakları, yine onlara ait meyve, tohum, to­murcuk ve çiçekler arasında büyüklük ve küçüklük itibariyle bir uygunluk ve yapı benzerliği bulunur. Yahut da bunlar çeşitli yönlerden farklılık ve uyumsuzluk göste­rirler. Söz konusu farklılık ise suret ve biçim; renk, tat ve koku; yumuşaklık, katılık, sertlik ve sarkıklık; büyüklük, küçüklük, genişlik, darlık, dayanıklılık, dayanıksızlık, şeffaflık, matlık, birliktelik oluşturma, kendini tecrit etme ve açıklaması uzun olan daha başka yönlerden olabilir. Zikredilenlerin tamamı nedenler, sebepler ve gayeler dolayısıyladır ve bunların künhüne ancak yüce Allah vakıftır. Zira O, bilgilerine sa­hip olmakla birlikte bunları yaratmış ve yoktan var etmiştir. Biz ise bunların bir kıs­mını anlatacak; geriye kalanlara delil teşkil etmeleri için onların maddi nedenlerin­den, sûrî sebeplerinden ve gaî amaçlarından bahsedeceğiz. Amacımız bunların şanı yüce olan hikmet sahibi Yaratıcı tarafından yaratılanların sıradışılığım tefekkür etme konusunda gaflette bulunan nefislere yönelik bir hatırlatma, yine göklerin ve yerin yaratılışı, ufuklardaki ve kendi nefislerindeki işaretler hakkında düşünen basiret sa­hiplerine yönelik bir ibret olmasıdır. Aynı zamanda bunların, hikmet sahibi bir yara­tıcının yaratması ve bir kasıt sahibinin kastı sonucunda değil, şans eseri yaratıldığını zanneden şaşkın kimselerin kalplerini doğru yola yönlendirmesini umuyoruz. Bu kimseler söz konusu nedenleri doğanın ne olduğunu idrak edememelerine rağmen doğaya; nasıl ve niçin olduklarına ve neden ortaya çıktıklarına akıl erdirememelerine rağmen yıldızlara ve feleklere atfederler.

Bil ki ey kardeşim, meyvelerden bir kısmının formu uzun, yapısı elipse benzer ve rengi çeşitlidir. [Bunların] ince, ipeğimsi, pürüzsüz ve sık dokulu bir tabaka ile kaplanmış çekirdeği vardır. Çekirdek katı meyve etiyle, bu da sert ve ince bir kabukla çevrilidir. Yine çekirdeğin sırt kısmında bir oyuk ve buna mukabil içerisi lif lif olan uzun yeşil bir kısım bulunur. Meyvenin dış taraftan tepe kısmında çanak ve bu ça­nağın üzerinde meyveye yapışmış ayrı ayrı dilimler yer ahr. Maddesi olgunlaşmadan önce kekremsi, olgunlaştıktan sonra ise sakız gibi ve tath olan bu meyve hurmadır.

Meyvelerden bir kısmının formu yuvarlak ve yapısı büyüktür. Üzeri kahn, lifli ve sert bir kabukla kaplanmıştır. İçerisinde bulunan geniş boşluk ayrı ayrı kutucuklardan ve tepelerden oluşur. Tepelerin üzerinde koni formunda, süslemeli meyve ta­neleri vardır. Söz konusu meyve tanelerinin içerisinde çömleğe benzer yumuşak bir çekirdek, onun içerisinde de yağlı çekirdek içi yer ahr. Dış taraftan meyvenin kafası­nın en aşağı kısmında yuvarlak bir delik bulunur. Bunun içerisinde liflerden oluşan bir örtü, üzerinde de dikili dilimler vardır. Dilimlerin çevresinde ise koni şeklinde şerefeler dizilmiştir. Bu meyve nardır.

Meyvelerden bir kısmının yuvarlak ve pürüzsüz bir formu vardır. Meyve eti katıdır, îç kısmındaki boşlukta yuvarlak çekirdek bulunur. Güzel bir renge ve dokuya sahiptir. Çekirdeğinin içerisinde yağlı çekirdek içi bulunan bu meyve Arabistan kirazıdır.

Bazı meyvelerin sepeti andıran yuvarlak bir formu vardır. Üzerleri kahn, lifli bir kabukla kaplıdır, onun altında ise içerisinde boşluk bulunan çömleğe benzer sert bir kabuk daha yer alır. Söz konusu boşlukta ayrı ayrı kutucuklar, onların içerisinde de yağlı çekirdek özü vardır. İnce bir tabakayla kaplanmış çekirdek özünün parçaları düzenli yerleştirilmiştir ve aralarında delinmiş kılıflar bulunur. Parçalandığı zaman her biri sepete benzeyen iki eşit kısma ayrılan bu meyve cevizdir.

Meyvelerden bir kısmının sepeti andıran koni şeklinde bir formu vardır. Üzeri lifli bir kabukla kaplanmıştır, onun altında ise çömleğe benzer sert bir kabuk daha yer ahr. Kabuğun altında bir delik, delikte ise lifli fitiller bulunur. Yine kabuğun iç kısmında ince fakat sağlam bir tabaka ile kaplanmış yağlı çekirdek özü mevcuttur. Söz konusu meyve bademdir.

Bazı meyveler çekirdeksizdir. Üzeri etli bir kabukla kaplanmıştır ve çam koza­lağını andıran koni şeklinde bir forma sahiptir. En alt kısmında yuvarlak bir delik, bu deliklerde de hava benzer parçacıklar bulunur. Meyvenin iç kısmındaki boşlukta küçük ve yumuşak meyve taneleri yer alır. Olgunlaşmadan önce gevşek, beyaz, katı, keskin ve yakıcı, olgunlaştıktan sonra ise tatlı bir tadı olan bu meyve incirdir.

Bir kısım meyveler yuvarlak, uzun, elips ve koniye benzer bir formda, yine siyah, beyaz, kırmızı, sarı, toz renginde ve başka renklerde olabilir. Üzerindeki ince, sık dokulu ve pürüzsüz kabuğu meyve etine yapışmıştır. Meyve etinin içerisindeki boş­lukta çeşitli formlara sahip çekirdekler vardır. Zeytin ya kabarcık formunda, iki kath, tekli, çiftli, üçlü, dörtlü, çömlek ya da kemik biçimlerinde olabilen söz konusu çekir­deklerden bazıları sert, bazıları ise yumuşaktır. Çekirdeklerin iç kısmındaki boşlukta yağh çekirdek özü bulunur. Olgunlaşmadan önce kekremsi ve ekşi, olgunlaştıktan sonra ise tath bir tadı olan bu meyve üzümdür.

Meyvelerden bir kısmı koni veya sedef formundadır. Üzerleri ince ve meyve eti­ne yapışmış bir kabukla kaplanmıştır. Katı ve sert olan meyve etinin iç kısmında çömleği andıran sedef şeklinde bir çekirdek bulunur. Çekirdeğin iç kısmı pürüzsüz olup yağh çekirdek özünü ihtiva etmektedir. Söz konusu meyveler çeşitli renklerde bulunurlar. Olgunlaşmadan önce tamamının tadı kekremsi, olgunlaştıktan sonra ise tath, acı ve ekşi olan bu meyveler armut, kayısı, şeftali ve benzerleridir.

Bazı meyveler küre veya koniye benzer ya da uzunumsu bir forma sahiptir. Üzer­leri kaba ve etli kabukla kaplanmıştır. Ekşi bir tadı olan kabuğun altında süslenmiş tepeciklere benzeyen bölümlerin uç kısmında küçük çekirdekler vardır. Söz konusu bölümler arasında ekşi tadı olan etli kısımlar yer ahr. Kabuklarının rengi kırmızı, ye­şil ve sarıdır. Olgunlaşmadan önce kekremsi bir tada sahip olan bu meyvelere örnek olarak portakal, mandalina, limon ve benzerleri gösterilebilir.

Meyvelerden bir kısmı küçük meyve tanelerinden oluşurlar. Bunların içerisinde çömleği andıran çekirdek, onun iç kısmında ise yağlı çekirdek özü bulunur. Örneğin yeşil fasulye, fıstık, sumak ve çam kozalağı gibi.

Pelit, mazı ve selvi ağacının kozalakları ve benzerleri gibi bir kısım meyveler ise olgunlaşmazlar.

Bil ki ey kardeşim -Allah seni ve bizleri kendisinden bir ruh ile desteklesinşanı yüce olan Yaratıcı mevcudatı var edip, kâinatı yarattığında tamamının aslını bir tek maddeden yapmıştır. Daha sonra onları ayrı ayrı suretlerle birbirinden farklı kılmış, aralarında benzerlik bulunmayan, birbirinden farklı, başka başka cinslere ve türlere ayırmıştır. Yine onların bireyleri arasındaki ilişkiyi güçlendirmiş, hikmetin kesinliği ve yaratılışın mükemmelliği gereği onlardan önce ve sonra gelenler arasında tertip ve düzen üzerine karşılıklı bir bağ kurmuştur. Şöyle ki bu, bütün mevcudatın bir tek tertip ve düzen üzerine kurulu olan ve bir tek yaratıcıya delalet eden bir tek alem oluşturması içindi.

Bu nedenle önce ve sonra gelen kısımları arasında tertip ve düzen üzerine kar­şılıklı bir bağın kurulmuş olduğu farklı cinslerden ve ayrı ayrı türlerden ibaret olan ve ayaltı alemdeki oluşumların doğurduğu mevcudat dört cinse ayrılır: Madenler, bitkiler, hayvanlar ve insan. Şöyle ki söz konusu cinslerden her birinin altında bazı­ları en alt, bazıları en yüce ve en üst, bazıları da bu iki taraf arasındaki her hangi bir basamakta yer alan pek çok tür vardır. Madenlerin en alt basamağında, topraktan sonra gelen kireç ve karaboya, en üst basamağında da yakut ve kırmızı altın yer alır. Geriye kalanlar ise “Madenler/Mineraller Risalesi”nde de açıkladığımız üzere üstün­lük ve aşağılık bakımından bu iki taraf arasında bulunurlar.

Bitkilerin hükmü de böyledir. Onlar da aralarında benzerlik bulunmayan pek çok farklı türlere sahiptirler. Fakat bunlardan bir kısmı madenler mertebesinin he­men üstünde bulunan en aşağı mertebede yer ahr ki bu gübre otudur. Bir kısmı ise hayvanlar mertebesinin hemen altında bulunan en üst mertebede yer ahr ki bu da hurma ağacıdır. Bunun açıklaması şöyledir: Bitkiler mertebesinin en alt kısmında topraktan hemen sonra gelen gübre otu bulunur. Bu ise toprak, kaya ve taşların üze­rine yapışan, ardından yağmur ve gecenin rutubeti sayesinde yabani ot veya zira­at ürünüymüş gibi bir tozdan başka bir şey değildir. Öğlen vakti Güneşin sıcaklığı kendisine isabet ettiğinde kurursa da sonrasında gecenin başlaması ve rüzgârın es­mesiyle birlikte eski haline geri döner. Buna binaen yermantarı ve gübre otu ancak bahar mevsiminde ve aralarındaki yakınlık dolayısıyla da birbirine yakın alanlarda yetişirler. Çünkü birincisi bitkisel maden, İkincisi ise madeni bitki konumundadır.

Hurma ağacına gelince bu, bitkiler mertebesinin sonuncu basamağını oluşturur ve kendisinden sonra hayvanlar mertebesi başlar. Çünkü bitkisel bir cisme sahip olsa da bazı özelliklerinin bitki özelliklerinden farklı olması hasebiyle hurma hayvansal bir bitkidir. Bunun açıklaması şöyledir: Etkin güç, edilgin güçten ayrıdır. Bunun delili ise şudur: Hurmanın eril bireyleri ile dişil bireyleri arasında bir farklılık mevcuttur ve tıp­kı hayvanlarda olduğu gibi onun da eril bireyleri dişil olanlar için birer döl taşıyıcısıdır. Diğer bitkilere gelince kendilerindeki etkin güç, edilgin güçten hem birey hem de fiil olarak ayrı değildir. Nitekim bunu risalelerimizden birinde açıklamıştık. Yine kafası kesilirse hurma ağacı kurur, gelişim ve büyümesi durur ve ölür. Söz konusu özelliklerin tamamı hayvanlar için de geçerlidir. İşte bu kıyas hurma ağacının cisimsel olarak bir bitki, nefis itibariyle ise bir hayvan olduğunu ortaya koymaktadır. Onun fiilleri hay­vansal nefsin fiillerine benzemekle birlikte formu bitkisel bir formdur.

Yine fiilleri hayvansal nefsin fıilerine benzeyen, fakat bitkisel bir cisme sahip olan başka bir bitki türü ebucehil karpuzudur. Çünkü bu bitki türünün diğer bitkilerde olduğu gibi toprağa sabitlenmiş bir gövdesi yoktur. Ayrıca onun yaprakları da diğer bitkilerin yapraklarından farklı bir işlev görür; ağaçlara, ekin ürünlerine ve dikenlere sarılarak onlardaki rutubeti emer ve bitki bu yolla beslenir. Tıpkı bir tırtılın üzerin­de hareket ettiği ağaçların yapraklarını ve bitkilerin yeşil dallarını kırpıp yemesi ve onlarla beslenmesi gibi. Ebucehil karpuzu da bir bitki türüdür. Fakat cismi bitkisel bir cisme benziyorsa da nefsinin fiili hayvansal bir fiildir. Bitkiler mertebesinin en son basamağının hayvanlar mertebesinin ilk basamağı ile bağlantılı olduğuna dair açıklamalarımız böylece anlatılmış oldu. Bitkiler mertebesinin diğer kısımları ise bu ikisi arasında yer almaktadır.

Bil ki ey kardeşim, hayvanların ilk basamağı bitkilerin son basamağıyla, hayvanla­rın son basamağı ise insanların ilk basamağıyla irtibatlıdır. Tıpkı, daha önce de anlattı­ğımız üzere, bitkilerin ilk basamağı ile madenlerin son basamağının ve madenlerin ilk basamağı ile toprak ve suyun irtibatlı olması gibi. Hayvanlar mertebesinin en alt ve en nakıs basamağında bulunan hayvan sadece bir tek duyu organı bulunan salyangozdur. Salyangoz yaşamını bir boru içerisinde sürdüren kurtçuktur ve söz konusu boru de­niz sahillerindeki ve nehir kıyılarındaki kayalar üzerinde oluşur. Kurtçuk vücudunun yarısını borunun içerisinden dışarı çıkartıp sağa sola yayılır ve beslenmek için besin maddesi arar. Rutubetli ve yumuşak bir şey hissettiğinde ona doğru açılır, koyu ya da sert bir şey hissettiğindeyse yığılıp, cismine eziyet eden ve vücudu için zararlı olan bu şeye karşı tayakkuz haline geçerek tekrar borunun içerisine saklanır. Dokunma dışın­da kendisinin işitme, görme, koklama ve tat alma gibi başka her hangi bir duyumsama gücü bulunmaz. Aynı bunun gibi çamurda, denizlerin ve nehirlerin derinliklerinde var olan kurtçuklar da işitme, görme, koklama ve tat alma gibi duyumsama güçlerinden yoksundurlar. Çünkü ilahi hikmetin gereği olarak bir hayvana, fayda sağlama ve zarar­ları def etme hususunda kendisine ihtiyaç duymayacağı her hangi bir uzuv verilmez. Eğer ihtiyaç duymayacağı her hangi bir uzuvla teçhiz edilseydi onu koruyup taşıması hususunda kendisine kötülük yapılmış olurdu.

îşte [salyangoz] bitkisel bir hayvandır. Çünkü bazı bitkilerin büyümesine benzer biçimde büyür ve kendi gövdesi üzerinde dikilir. Öte taraftan cisminin ihtiyari olarak hareket etmesi nedeniyle bir hayvandır. Yine sadece bir tek duyumsama organına sa­hip olduğu için hayvanlar mertebesindeki en nakıs hayvandır. Bu duyumsama organı onun bitkilerle olan benzerliğini de ortaya koyar. Çünkü bitkiler bir tek dokunma du­yusuna sahiptirler. Bunun delili şudur: Bitkiler de köklerini rutubetli alanlara doğru yönlendirir, kayalık ve kuru bölgelere yönelmekten çekinirler. Bir bitkinin yatağı dar bir alana denk geldiğinde buradan saparak geniş ve ferah bir alana doğru meyleder. Yine yukarısında yükselmesine engel olan bir çatı bulunursa önce onun bir tarafından delik açar ve ardından uzayıp delikten çıkıncaya kadar bu istikamette ilerler.

Bu husus, bitkilerin kendi ihtiyaçları ölçüsünde duyumsama ve ayırt etme gücüne sahip olduklarına delalet eder. Acı çekme duygusuna gelince ise bitkiler bundan yok­sundur. Şöyle ki bitkilerin acı çekme duygusuna sahip olması ilahi hikmetle bağdaş­maz ve onlar hayvanlardaki gibi bir [acıyı] defetme yetisi ile donatılmamışlardır. Bu­nun anlamı şudur: Hayvanlar acıyı hissedecek biçimde yaratıldıkları için kendilerine uzaklaşmak, kaçmak, koşmak, korunmak ya da direnç göstermek gibi yöntemlerle onu defetme yetisi de verilmiştir. Bitkiler mertebesinden hemen sonra gelmesi bakı­mından hayvanlar mertebesinin niteliğine ilişkin açıklamalarımız böylece anlatılmış oldu. Şimdi de insanlık mertebesinin hemen altında bulunan hayvanlar mertebesi­nin niteliğini açıklamak istiyor ve diyoruz ki:

Hayvanlar mertebesinin kendisinin hemen üstünde bulunan insanlık mertebe­siyle irtibatı bir değil, birkaç yöndendir. Şöyle ki bir üstünlük ve erdem kaynağı ol­ması hasebiyle insanlık mertebesi hayvanlar mertebesinin sadece bir türünü değil, birkaç türünü kuşatır. Maymun gibi bazı hayvanlar bedenlerinin formu açısından, pek çok huylarında benzerlik arz eden at gibi bir kısım hayvanlar nef sani huyları açı­sından, yine örneğin fil zekası itibariyle, papağan, bülbül ve benzeri pek çok kuş ses, makam ve şarkıları itibariyle insana benzemektedir. Aynı şekilde ince zekası olan ve bu kabilden eylemlerde bulunan arı ile insan arasında bir benzerlik söz konusudur. Nitekim insanlar bir kısım hayvanları ancak nefislerinin insani nefisle olan yakınlığı dolayısıyla kullanabiliyor ve onlarla iletişime geçebiliyorlar.

Cisimsel formu ile insanın vücud şekli arasındaki benzerlik nedeniyle maymu­nun nefsi İnsanî nefsin fiilerini taklit edecek duruma gelir. Onun gözlemlenen bu durumu insanlar için sıradan bir olaydır.

Hürmetkâr at, ahlakının yüceliğinden dolayı yöneticiler için bir bineğe dönüş­müştür. Yöneticinin huzurundayken veya onu taşırken idrar ve dışkı bırakmaması da muhtemelen sahip olduğu edepten kaynaklanmaktadır. Bunun yanı sıra zeki, ce­sur bir insan gibi savaş sırasında cesaretli, yara berelerine karşı da sabırlıdır. Tıpkı şâirin [şu dizelerinde] nitelendirdiği gibi:

Kısrağım çeşitli saldırılarda aldığı yaralarından

Bana şikayet ettiğinde, kendisine “Koş!” dedim

Beni anladığında özrünü kabul etmedim

Gemini ısırıp kişnedi...

File gelince, kendisine yöneltilen bir hitabı zekası ile anlayıp, akıl sahibi bir insa­nın emir ve yasaklara uyduğu gibi, emir ve yasaklara itaat eder.

Bu hayvanlar kendilerinde insani erdemlerin bulunması dolayısıyla insanlık mertebesine nispetle hayvanlar mertebesinin sonuncu basamağında yer alır. Geriye kalan diğer hayvanlar ise bu iki basamak arasında bulunurlar. Kudret, kahır, ilim ve hikmet sahibi olan yaratıcı Tanrı yaratılanlara kendi kudretiyle varlık vermiş ve merhemeti gereği onların bir kısmını diğerlerinden üstün kılmıştır. Böylece bitkileri yaratılışlarındaki maslahat ve menfaat doğrultusunda farklı renk, biçim, tat ve fayda­larla donatmıştır. Yine alemin nizamı ve yaratılanların yaşamlarını sürdürmeleri için üstün ve alçak hayvanları yaratmıştır. Allah ne kadar da yüce ve büyüktür!

İnsanlık mertebesinden hemen altında bulunan hayvan mertebelerinin anlatımı­nı tamamladığımıza göre öncelikle hayvanlar mertebesinin hemen üstünde bulunan insanlık mertebesinin anlatımına geçmeliyiz.

Bölüm

Bil ki ey kardeşim, hayvanlar mertebesinden hemen sonra gelen insanlık mer­tebesinin ilk basamağında bulunanlar duyulurlar dışında hiçbir varlık tanımayan, cismani ilimler dışında hiçbir ilimden haberdar olmayan, ancak bedenlerini tatmin etmek isteyen, ancak dünya menfaatleri peşinde koşan ve imkânsız olduğunu bildik­leri halde sonsuza kadar dünyada kalmayı dileyen kimselerdir. Bu kimseler hayvan­lar gibi yeme içme dışında başka bir lezzetin arzusunda olmaz, merkep ve domuzlar gibi nikâh ve cinsel ilişkide bulunma dışında bir şey üzerine yarışmaz, karıncalar gibi ancak dünya nimetlerini toplama peşinde koşar ihtiyaçlarından fazlasını birik­tirmekle uğraşır, saksağan gibi kendilerine fayda vermeyen şeyleri sever, tavus kuşu gibi elbiselerinin renginden başka bir süsle ilgilenmez, köpeklerin leşlere saldırdık­ları gibi dünyalıklara doğru üşüşürler. Onların cisimsel suretleri insan sureti olsa da, nefislerinden sadır olan fiiller hayvansal ve bitkisel nefislerin fiilleri gibidir. Ey hürmetkâr ve şefkatli kardeşim, Allah seni, bizleri ve bütün ülkelerde bulunan kar­deşlerimizi onlardan biri olmaktan veya onlara benzemekten korusun.

Meleklik derecesinden bir önceki insanlık derecesine gelince, burada bulunan insan, çocukluğundan itibaren kendisinde alışkanlık haline gelmiş her türlü kötü amel ve huyları çabalayarak terk eder, onların zıddı olan övülmüş ve güzel huyları edinir, salih ameller işler, gerçek ilimleri öğrenir, doğru fikirlere inanır ve sonun­da hayır insanı, faziletli bir kimse olur, nefsi bilkuvve meleklik derecesine yükselir. Ölümle birlikte cesedinden ayrıldığında ise bilfiil meleğe dönüşür, kutsal semaya yükseltilerek meleklerin arasına dahil edilir, esenlik ve emniyet içerisinde rabbinin huzuruna çıkar. Tıpkı şanı yüce olan Allah’ın “Kendisine kavuştukları gün, Allah’ın onlara iltifatı, “selâmdır[343] sözleriyle anlattığı gibi. Yine yüce Allah şöyle buyurmuş­tur: “(Onlar,) meleklerin, “Size selâm olsun. Yapmış olduğunuz (iyi) işlere karşılık cen­nete girin” diyerek tertemiz olarak canlarını aldıkları kimselerdir”;'[344] “Bugün size korku yoktur. Sizler üzülmeyeceksiniz”;[345] [346] “(...) Size vâdolunan cennete girin!”'7 Bu konuda Kur arida pekçok ayet vardır.

Yukarıda ağaçların gövde, meyve ve yapraklarına ait birtakım nitelikleri özetle anlatmıştık. Şimdi ise ihtiva ettikleri kısımların nedenlerinden ve bunların böyle olmalarını gerekli kılan sebeplerden bazılarını anlatmak istiyoruz. Amacımız, di­ğerleri için birer delil ve kıyas teşkil etsinler diye bunlarda sakh bulunan [yaratılış] gayesini, rabbani inâyeti ve ilahi hikmeti açıklamaktır. Zira bazılarının asıl gayesini kendilerine varlık ve suret veren, gayelerine ulaşıp varlıklarını sona erdirmeleri için onları büyütüp mükemmelleştiren Allah dışında kimse bilemez.

Örneğin hurma ağacının çok sayıda ince kökleri bulunur, yavaş büyümekle birlik­te ömrü uzundur ve dik bir şekilde yükselen yuvarlak gövdeye sahiptir. Altıgen çıkış noktaları olan dalları ve cisminin sarkıklığına karşılık çiftli, uzun yaprakları vardır.

Cismi gevşektir ve aralıkları kendisini saran ince havlarla doldurulmuştur. Dallarının gövdesinde ağacın üçüncü katmanına denk olarak örgülü lifler bulunmaktadır.

Hurma ağacının çok sayıda köklere sahip olmasının nedenine gelince bu, onların sayesinde doğal çekim gücü ile kendisine daha çok madde çekebilmesi içindir. Çün­kü yapısının büyük, cisminin muazzam, gövdesinin uzun, dal ve yapraklarının çok olması nedeniyle bu bitki cinsi çeşitli kısımlarının yukarıya, aşağıya ve yanlara doğru gelişiminde kullanılabilecek fazlaca maddeye ihtiyaç duyar. Nitekim bunlardan bir kısmı dallarının, bir kısmı yapraklarının, bir kısmı liflerinin söz konusu gelişiminde, yine bir kısmı çiçek zarfının, bir kısmı salkım şaplaklarının, bir kısmı meyve çekir­deklerinin, dikenlerinin ve yağının oluşumunda kullanılır.

Gövdesinin rutubetli, yumuşak ve gevşek bir cisimden oluşmasının nedeni ise doğal güçlerin bu maddeleri aşağıdan yukarıya doğru, ağacın çeşitli parçalarının uçlarına, dal ve yapraklarının ince kısımlarına çekmesinin kolaylaştırılmasıdır. Eğer tik ağacı, çınar ve selvi kabilinden diğer yüksek ağaçlar gibi onun da gövde cismi sert, katı ve sıkı ol­saydı doğal güçlerin oralara kadar çekmesi zorlaşırdı. Hurma ağacının köklerinin fazla ve ince yapıda olmasının başka bir nedeni daha vardır. Şöyle ki onun gövdesi, bir araya gelerek iç içe geçmiş iplikleri anımsatan dallardan oluşmaktadır. İpliklerden her biri, yerin altına uzanan ve [topraktaki] maddeleri özel olarak onun için emen köklere sa­hiptir. Bu ise işin başından itibaren maddelerin söz konusu iplik için ayrılması yönünde doğa için kolaylık sağlanmasına hizmet eder. Anlattığımız üzere cismi yumuşak ve gev­şek olduğu için hurma ağacının gövdesi doğa tarafından, tıpkı ciddiyetle işe girişmiş bir hamalın sırtındaki sağlam örtüyü anımsatan lifli dal-yapraklar (lifler, dal-yaprakların millerinden çıkan yaprak saplarında bulunur) ile kaplanmıştır. Bütün bunlar liflerin, yaprak saplarını dallar üzerinde tutması ve şiddetli rüzgâr sırasında yaprakların dal­lardan kopmaması, yine rüzgârın etkisiyle sağa sola sallandığı zaman yukarı kısımların aşağı kısımlar üzerindeki ağırlığı nedeniyle bu dalların kırılmaması içindir.

Hurma polenlerinin ince bir kılıfla örtülmesinin nedenine gelince bu, onun aşırı sıcak ve soğuktan kaynaklanan afetlerden, şiddetli yağmurlardan, rüzgâr ve fırtına­dan, toz bulutlarından, yine kendisi için zararlı olan benzer şeylerden korunup mu­hafaza edilmesi içindir. Çünkü o rutubetli, hassas, yumuşak ve gevşek bir biçimde bitiyor. Sağlam bir şekil alıp sertleştikten sonra ise söz konusu kılıf ve örtü parçalanır ve o rüzgârın esintisini ve havanın sıcaklığını almak, büyüyüp gelişmek için ortaya çıkıyor. Böylece Güneş’in sıcaklığı ile olgunlaşır, önce taze mahsul olan “büsr” ve “rutab’a, daha sonra da kuruyarak katı pekmeze benzeyen “temr’e dönüşüyor.

Çekirdeği sararak çekirdek cismi ile “temr’in pekmezi arasında bir perde olarak yer alan ipeğimsi doku, çekirdek cismindeki kekremsiliğin ve çekirdek cevherindeki katılığın “temr”in pekmezini ve yağını emmemesi içindir. Çünkü toprak cisimle­rinin cevherleri kendi tabiatları gereği katı olmayan, yağlı ıslaklıkların nemini içip emiyorlar. Eğer ince ipeğimsi dokuya sahip bu örtü burada bulunmasaydı “temr ’in pekmezi çekirdeğin cismi ile karışır ve faydası azalırdı.

“Temr” halindeki hurma çekirdeğinin cisminde bulunan uzun oyuk ve içerisin­deki iplik söz konusu maddelerin başından sonuna kadar buraya akmasına ve ted­ricen koyulaşmasına hizmet eder. Yine çekirdeğin sırt kısmında yer alan oyuk, ekin sırasında bir çıkış kapısı olmak için yaratılmıştır. Nitekim ekili bulunduğu alandaki maddeleri kendisine çekip, ıslaklık ve nemi emmek için toprağa inen kök buradan çıkıyor. Aynı şekilde ekinden sonra toprakta boy gösteren ilk filiz de buradan çıkar, ardından ise günler bitip zaman geçtikçe gövdeye ve dala dönüşür.

“Temr” halindeki hurmanın tepe kısmında yer alan çanak, doğal güçlerle kendi­sine çekilen maddeler için bir filtre olarak yaratılmıştır. Önce katı ve ince olanları ayrıştırır, ardından hafif ve ince olanları “temr ’in cisminin dış kısmına göndererek pekmez ve yağ halinde koyulaşmasını sağlıyor, koyu ve katı olanları ise çekirdeğin cismine gönderip burada sertleştiriyor.

Ceviz, badem, fıstık ve benzeri ağaçlarda da doğa (bunların doğal yapısı) aynı şeyi uygulayarak [ maddeyi] eşit biçimde ayrıştırır. Fakat hurmada yapılanların ak­sine bunlarda koyu ve katı olanları meyvelerin dış kısmına, hafif ve ince olanları ise iç kısmına gönderir.

İncir ve yaban incirine gelince bunlarda hafif ve katı olanlar birbirinden ayrıştırıl­mıyor. Madde ve mide özsularının dengeli olması, toprak ve su parçacıkları arasında büyük bir farklılığın bulunmaması nedeniyle doğa bunlarda hurma, ceviz ve benzeri başka meyvelerde uyguladığı biçimde bir ayrıştırma ve bölme yapmaya ihtiyaç duy­muyor. Bunun yerine doğa, söz konusu maddeyi farklı parçalara ayırarak meyvenin içerisinde bulunan küçük tohumlara ve dış kısmında yer ahp onun rutubetini toz topraktan koruyan ince dış kabuğa dönüştürür.

İncir ağacının köklerinin, gövde cisminin, dallarının, yapraklarının ve meyveleri­nin bileşimi hurma ağacının bileşiminden farklıdır. Bunun nedeni ise incir ağacının kalın köklerinin toprağın altında çeşitli yönlerde ve düz bir istikamet üzere burula­rak ilerlemesidir. Köklerinin iç kısmında kamıştakine benzeyen, fakat bundan biraz daha dar bir boşluk bulunur. İncir ağacının gövdesinin, dallarının ve ince kısımların bileşimi işte böyledir. îç kısımlarında ince bir boşluk ve kamıştakine benzer düğüm­ler vardır ve söz konusu boşlukta araları doldurulmuş havlar bulunmaktadır.

İncir ağacının köklerinde, gövde ve dallarında yer alan bu boşlukların nedeni, toprak parçacıkları ve rutubetten oluşan söz konusu maddelerin yerin derinlikle­rinden ağacın gövdesine çekilmesinin ve en alt kısmından başlayarak en üst kısma varıncaya kadar onun zirvesine ve ince dallarına yükseltilmesinin doğal çekim gücü için kolaylaştırılmasıdır. Maddelerin tutma gücü sayesinde burada tutulmasının ve ağırlıkları nedeniyle tekrar en alt kısma geri dönmemesinin kolaylaştırılması için de bu boşluklarda düğümler yaratılmış ve onlar havlarla çevrelenmiştir. Burada kalan maddeler sindirim gücü ile yenecek kıvama getirilerek beslenme gücü tarafından kullanılır. Nihayet büyüme gücü ile bitkinin cismi ve kısımları yukarıya, aşağıya ve yanlara doğru büyür.

Üzüm ağacının gövde ve dallarına ait cismin bileşimi hurma ve incir ağacının bileşiminden farklıdır. O, toprağın altında ilerleyerek çeşitli yönlerde uzayan kahn ve ince köklere sahiptir. İncir ağacının köklerindekine benzer boşluklar onlarda da bulunur. Buna rağmen gövdesinin cismi toprağın sathi ile uzayıp gidiyor ve çoğu zaman diğer ağaçlar gibi kendi sapı üzerinde dikelip yukarıya doğru yükselemeğe güç yetiremiyor.

Dallarının dış kısmında, tıpkı incir ağacının dallarında bulunan düğümlere (ki bunların varlık gayelerini yukarıda anlattık) benzer düğüm ve tüpler mevcuttur. Gözle farkedilen bu düğümlerin iç kısmındaki boşluklar havlarla doldurulmuş, dış kısımları ise örgülü, gevşek ve yumuşakliflerle kaplanmıştır. Dalların üzerindeki dü­ğümlerden çıkan esnek ve saçaklı kısımlar ağaçlara sarılır ve bunlara tutunan üzüm, gövdesi ince olduğu için kendisinin taşıyamadığı meyvelerinin ağırlığını yüklemek için ağaçların üzerine tırmanır. Meyvelerinden, birbirinin yanında ve toplu halde asılmış meyve taneleri çıkar. Bir tek yaprakla üzeri kapatılan salkımları, hurma ağa­cından farklı olarak afetlerden korunmak için örtü ya da kılıfa ihtiyaç duymaz. Mad­deleri katı, sert ve kekremsidir ve bu nedenle afetler onlar için hurma meyvelerindeki kadar engel teşkil etmez. Çünkü hurma meyvelerinin afetlerden çabuk etkilenmeleri başlangıçta gevşek, yumuşak ve rutubetli olmaları dolayısıyladır.

Üzümün ve tanelerinin bileşimine gelince, olgunlaştıktan sonra bunların üzerin­de ince, ipeğimsi bir kabuk belirir. İşte bu onun rutubetinin, pekmez ve yağının ör­neğin rüzgâr, toz ya da bu rutubeti içip bitiren veya birikmiş sulara yaptığı biçimde buharlaştıran Güneş’in sıcaklığı gibi kendisine arız olan afetlerden korunması için yaratılmıştır. Meyve etinin tam ortasında çömleğe benzeyen, içerisinde boşluk bu­lunan, sert çekirdekleri vardır. Bunların iç kısmında ise yağlı çekirdek içi yer ahr ki bu da üzüm tohumudur. Üzümün meyve pekmezi ile çekirdeklerle arasında, yuka­rıda anlattığımız üzere hurmanın çekirdeği ile meyve pekmezi arasındakine benzer ince bir tabakanın olması gerekmez. Çünkü her ne kadar toprağa özgü kekremsi bir cevhere sahip olsalar da üzüm çekirdekleri küçük boyutludurlar. Ayrıca üzüm çe­kirdeklerinde, hurma çekirdeğinin sertliği ve onun cevherinin katılığı da bulunma­maktadır. Bunun başka bir nedeni üzüm çekirdeklerinin içerisinde boşluğun bulun­masıdır. Doğa, üzümün meyve yağından çekirdeklerin beslenmeleri nedeniyle bu boşluklarda yer alan yağlı tohumları kurulmamakta ve onların arasında hurmanın yaratılışındaki gibi bir perde oluşturmamaktadır. Yine bir diğer neden üzümdeki meyve pekmezinin ve yağının çekirdeklere nispetle daha fazla olmasıdır. Oysa hur­manın çekirdeği ile pekmezinin hükmü böyle değildir, tam tersi onun çekirdeğinin cismi pekmez ve yağına nispetle daha fazladır.

Birisi kalkıp da ağaçların dikildiğini, dolayısıyla da onların ekilen veya belirli vak­te kadar bekletilebilen tohumlarına ihtiyaç olmadığını söylüyor ya da vehime kapı­lan bir kimse böyle zannediyor ise, o halde üzüm çekirdeklerinin, incir tohumlarının ya da meyvelerin içerisinde yer alan benzer kısımların yaratılışındaki hikmet nedir? Bunu söyleyen kimse şunu bilsin: İlahi hikmeti ve rabbani inayeti bu kadar ilimle kavramak imkânsız olduğundan bu nedenler ve sebepler senin için kapalı kalmıştır. Dolayısıyla da itirazın kuşku, hayret ve zandan, bozuk tehayyülden ve yalancı ve­himden ibarettir. Nitekim yukarıda onların neden ve sebeplerini anlattık. Sorunun cevabını ise, Yüce Allah’ın istediği takdirde, başka bir konunun içerisinde bulacaksın.

Fizik bölümünden bitkilerin mahiyetine ilişkin yedinci risale tamamlandı.

îhvan-ı Safâ Risaleler inin yirmi birincisi olan bu risaleyi

“Hayvanların Yaratılışının Açıklanması” isimli sekizinci risale takip edecektir.

Cisimsel-Doğal Bilimlerin Sekizinci
(İhvan-ı Safa Risalelerinin Yirmi Sekizinci) Risalesi:
Hayvanların ve Hayvan Türlerinin Yaratılış Şekline Dair[347]

Rahman ve Rahim olan Allah’ın adıyla!

A

llah’a hamd ve seçkin kullarına selam olsun. “Allah mı yoksa ortak koştukları şeyler mi daha hayırlıdır?”

Bölüm

Ey sadık ve merhametli kardeşim, -Allah seni ve bizi katından bir ruh ile des­teklesinbil ki, risalemizde bitkiler bahsini bitirdikten, onların yaratılış, gelişim ve büyüme şeklinin, cinslerinin miktarının, türlerinin ve tabiatlarının, yarar ve za­rar özelliklerinin bir kısmını açıkladıktan ve yine orada ilk bitki mertebesinin son madenî cevher mertebesine ve bunların sonuncusunun da ilk hayvan mertebesine bitişik olduğunu anlattıktan sonra, bu risalede aynı şekilde hayvanların yaratılış şek­li, oluşum, gelişim ve büyümelerinin başlangıcı, cinslerinin miktarı, türleri, tabiatla­rı, özellikleri ve huy farklılıklarından bir kısmını anlatmak ve son hayvan mertebesi­nin ilk insan mertebesine ve son insan mertebesinin hava, felekler ve gök tabakaları sakinleri olan meleklerin ilk tabakasına bitişik olduğunu açıklamak istiyoruz. Bunu, saf kalbi, temiz ruhu ve seçici aklı olan kimse için onda mevcutların sıralanış şekli ve olanların düzeninin bir tek nedenden ve bir tek ilkeden olduğuna dair bir açıklama ve delil olması için [yapıyoruz]. Bu, sayının ikiden önce gelen birden sıralanması gibidir. Yine insan suretlerinin diğer hayvanların suretlerine nispetinin başın bedene nispeti gibi olduğunu açıklamak [istiyoruz]. Onun nefsi yönetici, onların nefisleri ise yönetilen gibidir.

“Ahlâk risalesi”[348]nde insanlık suretinin Allah’ın yeryüzündeki halifesi olduğunu açıkladık. Aynı şekilde orada her insanın Allah’ın dostlarından olma liyakatini ve ondan gelecek bir üstünlüğü hak etmesi için nasıl yaşaması gerektiğini açıkladık. Yine birçok risalemizde insanın faziletini, övülen özelliklerini, beğenilen huylarını, gerçek alametlerini, hikmetle ilgili sanatlarını, razı olunan yönetimlerini ve rabbani siyasetini açıkladık. Bu risalede ise hayvanların üstün yönlerinden, övülen özellikle­rinden, beğenilen tabiatlarından ve sağlam karakterlerinden bazılarını anlatmak ve insanın kendisine boyun eğenler dışındaki tüm hayvanlara yaptığı azgınlık, taşkınlık ve haksızlığı, nimetler karşısındaki nankörlüğü ve yükümlü olduğu şükrün edası ko­nusunda gösterdiği gafletten bir kısmını açıklamak istiyoruz. İnsan er demli ve hayır­lı olursa yüce bir melek ve insanların en iyisidir. Eğer şerli olursa kovulmuş şeytan ve insanların en kötüsüdür. Bunu öğütlerin en önemlisi, hitabın en açığı, hikâyelerin en ilginci, işitilenlerin en zarifi, yararların en yenisi, fikirlerin en derini ve düşüncenin en güzeli olması için hayvanların diliyle anlattık.

Bölüm

Ey kardeş -Allah seni ve bizi katından bir ruh ile desteklesinbil ki, madenî cev­herler kâinatta meydana gelenlerin en düşük mertebesidir. Ateş, hava, su ve toprak denilen dört unsurun parçalarından meydana gelen her cisim böyledir. Bitkiler, dört unsurdan meydana gelmeleri bakımından cevherlerle ortaktırlar. Fakat her cismin bu unsurlardan beslenmesi, büyümesi ve en, boy ve derinlik şeklinde üç boyutta artmasıyla onlardan fazlalaşır ve ayrılır. Aynı şekilde beslenme ve büyüme şekille­riyle hayvan da bitkiyle ortaktır. Ancak hareketli ve algılayan cisim olması itibariyle ondan ziyade olur ve ayrılır. İnsan da bitki ve hayvana bütün bu niteliklerinde or­taktır; fakat düşünen, temyiz eden ve bütün bu nitelikleri kendinde toplayan olması itibariyle onlardan ziyade olur ve ayrılır.

Bölüm

Sonra ey kardeş, bil ki bitkinin oluş ve varlığı zaman itibariyle hayvandan öncedir. Çünkü bitki hayvanlar için madde, suretleri için heyula ve bedenleri için besindir. O yani bitki, hayvanın annesi konumundadır. Çünkü o, suyun nemlerini ve toprağın ince parçalarını damarlarıyla köklerine çeker, sonra onları özüne iletir ve bu madde­lerin en iyilerinden yaprak, meyve ve olgun tohum yapar. Hayvan, annenin çocuğa yaptığı gibi, saf bir gıdayı afiyetle yer ve çocuğunu içenlerin kolayca yuttuğu halis bir süt ile besler. Eğer bitki unsurlardan böyle bir şey yapmasaydı hayvan sırf topraktan ve dibe çökmüş çamurdan beslenmek zorunda kalırdı. O zaman da beslenme ve tat alma esnasında rahatsızlık duyar. Ey kardeşim -Allah seni ve bizi katından bir ruhla desteklesinYaratıcının -övgüsü yüce olsunhikmetinin bilgisine bak, bitkiyi hay­van ile dört unsur arasında nasıl da vasıta yapmış! Öyle ki unsurların ince parçala­rını ve sıvı özlerini damarlarıyla çeker, sindirir, olgunlaştırır, arıtır ve Yüce Allah’ın yarattıklarına lütfü, inayeti ve iyiliği olarak hayvana ince özlerinden, çekirdeklerin­den, kabuklarından, yapraklarından, meyvelerinden, reçinelerinden ve çiçeklerin­den verir. Yaratanların en iyisi, hâkimlerin en iyi hükmedeni ve merhametlilerin en merhametlisi olan Allah ne yücedir!

Bölüm

Sonra ey kardeşim -Allah seni ve bizi katından bir ruh ile desteklesinbil ki, sıçrayan, hamile kalan, doğuran ve emzirenler gibi tam yaratılışlı ve yetkin suretli hayvanlar vardır. Onların bir kısmı da kokuşmuş şeylerden meydana gelenler gibi eksik yaratılışlıdır. Bir kısmı da böcekler ve sürüngenler gibi bu ikisi arasında yer almakta olup delip geçen, yumurtlayan, kuluçkaya yatan ve yetiştiren hayvanlardır.

Sonra bil ki eksik yaratılışlı hayvanların varlığı yaratılışın başlangıcında zaman itibariyle tam yaratılışlı hayvanlarınkinden öncedir. Çünkü onlar kısa zamanda olu­şurlar. Tam yaratılışlı olanlar ise uzun açıklama gerektiren sebeplerden dolayı uzun zamanda oluşurlar. Bunların bir kısmını “Spermin düştüğü yer risalesi”[349] ve ruhanî fiiller risalesinde belirttik. Aynı şekilde su hayvanının zaman itibariyle kara hayva­nından önce var olduğunu söylüyoruz. Çünkü yaratılışın başlangıcında su toprak­tan, deniz karadan öncedir.

Bölüm

Ey kardeşim, bil ki, bütün tam yaratılışlı hayvanlar önce dağıyla, ovasıyla, kara­sıyla, deniziyle yeryüzünde üreyen, çoğalan ve yayılan erkek ve dişi şeklinde, gece ve gündüzün eşit, zamanın sıcak ile soğuk arasında daima mutedil ve sureti kabul etmeye hazır olan maddelerin sürekli mevcut olduğu ekvator çizgisinin altında ça­murdan yaratıldı. Babamız Âdem ve karısı da yine orada teşekkül etti; sonra üredi­ler, çocukları çoğaldı, ovasıyla dağıyla, karasıyla, deniziyle yeryüzü günümüze kadar onlarla doldu.

Sonra ey kardeşim, bil ki tüm hayvanların varlığı zaman itibariyle insanınkinden öncedir. Çünkü onlar onun için ve ondan dolayı vardırlar. Başka bir şey sebebiyle var olan her mevcudun varlığı, sebebi olduğu şeyinkinden öncedir. Bu hikmet, ak­lın önceliğinde, öncüller ve sonuçlarından gelecek bir delile ihtiyaç duymaz. Çünkü bu hayvanların varlığı insanın varlığından önce olmasaydı insan için rahat bir ha­yat, yetkin bir mürüvvet, leziz bir nimet olmaz; bilakis o -bundan sonra başka bir bölümde şehirler halkı başkanının onlara yaptığı hitabı ve hayvanların yokluğunda hallerinin nasıl olacağına ilişkin nitelemeyi bitirdiği sırada açıklayacağımız gibisı­kıntılı, yoksul, acıklı ve kötü bir hayat yaşardı.

Bölüm

Ey kardeşim -Allah seni ve bizi katından bir ruhla desteklesinbil ki, bitkilerin suretleri aşağıya doğru ters yüz olarak dikilmiştir. Çünkü onların başları yerin mer­kezine, arkaları ise feleklerin çevresine doğrudur. İnsan bunun tam tersinedir. Zira onun üzerinde, bütün yönlerinden doğuda, batıda, güneyde ve kuzeyde, bu veya o yönde nerede durursa dursun, onun başı feleği, ayakları ise yerin merkezini izler. Bitkiler gibi ters dönmeyen, insan gibi dik durmayan hayvanlar bu ikisi arasında­dır; daha doğrusu, bütün durumlarda nasıl döner ve tasarrufta bulunurlarsa, başları ufuklara, arkaları onun karşısındaki diğer ufka doğrudur. Bitki, hayvan ve insanın durumuna ilişkin olarak belirttiğimiz bu konum ve sıralama, bu konuda basiret sa­hipleri, yaratılış sırları üzerinde düşünenler, şeylerin hakikatlerini araştıranlar ve yeryüzündeki ayet, alamet ve delaletlerden ders çıkaranlara bir delalet ve açıklama olması için ilahi hikmet ve rabbani inayetin gereği olan bir ilahi durumdur. Çevrele­yen en yüksek felekten yerin merkezine kadar tümel nefsin âleme yayılmış olan güç­lerinden bazısı merkeze doğru dikilmiş, bazısı çevreleyenin/okyanusun merkezine doğru dönmüş, bazısı merkezde ufuklara doğru yayılmış ve yönelmiştir. Oranın her tarafında Allah’ın âlemin korunması, yaratılmışların yönetimi, tümel siyaset ve daha başka amaçlarla ilgilenen orduları vardır ve onların bilgisinin özünü Aziz ve Çelil olan Allah’tan başkası bilmez.

Bir risalemizde tümel nefsin ilk ortaya çıkan güçlerinin çevreleyen/muhit feleğin en yüksek yüzeyinden yerin merkezine kadar olan cisimlerin içine girdiklerini açık­ladık. Felekler, yıldızlar, unsurlar ve bileşiklere girince ve yerin en uç noktasından ve bittiği en son sınırından merkezine ulaşınca çevreye doğru yönelir. îşte bu, miraç, diriliş ve en büyük kıyamettir.

Ey kardeşim -Allah seni ve bizi katından bir ruh ile desteklesinşimdi nefsinin bu âlemden oraya doğru nasıl yöneldiğine bak! O, âleme nüfuz eden tümel nefis­ten yayılmış bu güçlerin biridir ve merkeze ulaşmış, dönmüş, madenlerde, bitki­lerde veya hayvanlarda olmaktan kurtulmuş, ters yolu [bitkisel sureti] ve eğri yolu [hayvani sureti] geçmiştir. O şimdi cehennem mertebelerinin sonuncusu olan doğru yol üzerindedir; işte bu İnsanî surettir. Eğer buradan geçer ve kurtulursan herhangi bir kapısından cennete girersin. Bu ise salih amellerin, güzel ahlâkın, doğru görüşle­rin, hakiki bilgilerin ve iyi seçimin sayesinde kazandığın melekî surettir. Ey kardeş, vakit geçmeden, ömür bitmeden ve ecel yaklaşmadan önce çalış ve -Allah sana rah­metiyle merhamet etsinkardeşlerinle birlikte kurtuluş gemisine bin; boğulanlarla ve şeytanların kardeşleriyle beraber olma!

Bölüm

Ey kardeşim, bil ki hayvan, hareketli, duyarlı, beslenen, büyüyen, hisseden ve mekânda hareket eden bir cisimdir. Hayvanlar içinde İnsanî mertebeyi takip ederek en yüksek mertebede olan vardır. O, beş duyusu, dakik temyiz ve öğrenebilme gücü olan hayvandır. Onlar içinde bitkiyi takip ederek en düşük mertebede olan da vardır. O, sadece dokunma duyusu olan hayvandır. Sedefler ve çamurda, suda, sirkede, kar­da, meyve özünde, tohumda, bitki ve ağaç özünde veya iri cüsseli hayvanların karın larında meydana gelen kurtçuk çeşitleri böyledir. Bu hayvan türünün cismi etli, be­deni gevşek, derisi incedir. O maddeyi çekme gücü sayesinde bütün bedeniyle emer ve dokunarak hisseder; onun dokunma dışında ne tatma, ne koklama, ne işitme ne de görme diye başka bir duyusu yoktur. O hem çabuk oluşur hem de çabuk bozulur, çürür ve yok olur. Onlardan bünyesi tam ve sureti yetkin olanlar da vardır. Oluşan ve ağaç ve bitki yaprağı ve çiçeği üzerinde sürünerek ilerleyen kurtçuklar böyledir. Bunlarda tatma ve dokunma duyusu vardır. Dokunma, tatma ve koklama duyuları olduğu halde işitme ve görme duyuları bulunmayan başka tam ve yetkin hayvanlar da vardır. Deniz ve su diplerinde ve karanlık yerlerde yaşayan hayvanlar böyledir. Tam ve yetkin hayvanlar arasında, sürüngenler ve böcekler gibi, karanlık yerlerde sürünerek ilerleyen ve dokunma, tatma, işitme ve koklama duyuları olduğu halde görme duyusu olmayanlar da vardır. Keneler(Haleme)[350] böyledir. Dokunma yoluyla bedenini ayakta tutar, tatmayla besin ve başka şeyleri ayırt eder, koklamayla besin ve yiyeceğin bulunduğu yeri bilir, işitmeyle eziyet veren şeylerin basacağını anlar ve o gelip saldırmadan önce tedbir alır. Ona göz verilmemiştir. Çünkü o karanlık yerlerde yaşar ve görmeye ihtiyaç duymaz. Eğer ona göz verilseydi bu onu koruma konusun­da onun için bir kötülük olurdu. Zarar veren şeylere karşı gözü kapatmak gerekir. Çünkü ilahi hikmet, hayvana ihtiyaç duymadığı ve yararlanmadığı hiçbir organ ve duyu vermemiştir. Hayvanlar arasında bünyesi tam ve sureti yetkin olan başka şeyler de vardır. Bunlar, dokunma, tatma, koklama, işitme ve görmeden oluşan yetkin beş duyu sahibi hayvanlardır. Sonra bunlar kendi aralarında üstünlük ve düşüklük farkı gösterirler.

Bölüm

Hayvanlar arasında kar kurtçuğu gibi yuvarlanan, sedef kurtçuğu gibi sürünen, yılan gibi hızla akan, akrep gibi ayakları üzerinde giden, fare gibi koşan, sinek ve tahtakurusu gibi uçan türler vardır. Yürüyenlerden bazılarının iki, bazılarının dört, bazılarının altı, bazılarının da kırkayak(duhhal) gibi daha çok ayağı vardır. Uçan böceklerden bazılarının iki, bazılarının dört kanadı, bazılarının ise çekirgeler gibi altı ayak, dört kanat, bir bıçak, pençe ve boynuzları vardır. Tahtakurusu ve sinek gibi hayvanlardan hortumu olanlar vardır. Eşekarıları gibi hayvanlardan bıçak ve iğnesi olanlar vardır. Sürüngen ve böcekler içinde karınca ve arı gibi fikir, düşünce, temyiz, tedbir ve siyaseti olan hayvanlar vardır. Onlardan bir topluluk toplanır ve geçim, ev ve yurt edinme ve kış için erzak ve yiyecek toplama konusunda yardımlaşırlar. Bir yıl ve belki biraz daha çok yaşarlar. Bu ikisi dışındaki böcek ve sürüngenlerden tahta­kurusu, pire, sinek, çekirge ve benzerleri tam bir yıl yaşamazlar. Çünkü aşırı sıcak ve soğuk onları öldürür. Sonra gelecek yıl benzerleri meydana gelir.

Bölüm

Hayvanlar içinde bünyesi belirttiklerimizden daha tam ve sureti onlardan daha yetkin olanlar vardır. Bunlar, bedeni değişik şekilde organlardan meydana gelen hayvanlardır. Her organ birçok kemik parçasından meydana gelmiştir. Her parça, uzunluk ve kısalık, incelik ve kalınlık, doğruluk ve eğrilik bakımından farklı görü­nümdedir. Hepsi düzgün yapılı eklemlerle birleştirilmiş, sinir ve kaslarla bağlanmış, araları etle doldurulmuş, damarlarla örülmüş, deriyle örtülmüş, saç, kıl, tüy, sedef veya pul ile kaplanmıştır. Bedenlerinin içinde beyin, akciğer, kalp, karaciğer, dalak, iki böbrek, mesane, ince bağırsaklar, kalın bağırsaklar, ana damarlar, mide, işkem­be, kursak ve taşlık gibi önemli organlar vardır. Bedenin dışında ise ayaklar, eller, kanatlar, kuyruk, pençeler, gaga, toynak, tırnak ve benzerleri vardır. Bütün bunlar, yaratan, şekillendiren, meydana getiren, tamamlayan, olgunlaştıran ve en son gaye ve tam nihayetine ulaştırandan başkasının bilmediği birçok amaç ve özellik, sayısız fayda içindir. Bunlar, hayvanlar, evcil hayvanlar, yırtıcı hayvanlar, vahşi hayvanlar, kuşlar, yırtıcı kuşlar, bazı su hayvanları ve yılan gibi bazı sürüngenlerin vasıfları­dır. Hayvanlar (enam: at, sığır, deve, koyun) yarık toynaklı, evcil hayvanlar (behaim: dört ayaklı hayvan) ise bütün toynaklıdır. Yırtıcı hayvanların köpekdişleri ve pençeli vahşi hayvanların bunlar arasında meydana gelmiş organları vardır. Kuşların kanat, tüy ve gagaları vardır. Yırtıcı kuşların kanatları, eğri gagaları ve çengelli ve iğneli pençeleri vardır. Su hayvanları suda ikamet eder ve yaşar. Böcekler uçan ve tüysüz hayvanlardır. Sürüngenler ise iki veya dört ayağı üzerinde yürüyen, karnı üzerinde sürünen veya hızla akan ya da iki yanına yuvarlanarak giden hayvanlardır.

Bölüm

Sonra ey kardeşim -Allah seni ve bizi katından bir ruhla desteklesinbil ki fil, deve ve manda gibi büyük kemikleri, sıkı derileri, kalın sinirleri, geniş damarları ve büyük organları olan iri cüsseli ve koca yapılı hayvanlar, şu iki sebepten dolayı ana rahminde doğuncaya kadar uzun süre kalmak zorundadırlar: Birinci sebep, tabiatın bünyeyi tamamlama ve sureti yetkinleştirmede ihtiyaç duyduğu bu maddelerin ra­himde toplanmasıdır. İkinci sebep, Güneşin felekte dönmesi ve burçların benzer ta­biatlı üçgenleri/müsellesatı kat etmesidir. Yıldızların ruhanî güçleri, buradan büyü­yen bitkisel nef is güçlerini ve hisseden hayvani nefis güçlerini tamamlamada ihtiyaç duydukları oluş ve bozuluş âlemine inerler. Böylece meydana gelen bileşiklerin her cinsi, -“Spermin düştüğü yer risalesinde bir kısmını açıkladığımız gibibu güçler­den kabul edebileceklerini kabul eder.

Sonra ey kardeşim -Allah seni ve bizi katından bir ruhla desteklesinbil ki, tam yaratılışlı, iri cüsseli ve büyük şekilli hayvanların tümü, yaratılışın başlangıcında gece ve gündüzün eşit, sıcak ve soğuğun dengeli olduğu ekvator çizgisinin altında çamurdan erkek ve dişi olarak yaratıldılar. Orada rüzgârların etkisiyle oluşan gizli yerler ve sureti kabule hazır çok madde vardır. Yeryüzünde bu nitelikleri taşıyan yerler olmasaydı orada yayılıp oldukları şekilde üremeleri ve çoğalmaları için bu hayvanların dişilerinin rahimleri tabii itidal bakımından bu niteliklerde yaratılır­dı. İnsanların çoğu, hayvanların çamurdan oluşmasına şaşırıyorlar da rahimde adi bir sudan oluşmasına şaşırmıyorlar. Hâlbuki bu [İkincisi] yaratılışta daha ilginç ve kudret bakımından daha büyüktür. Çünkü bazı insanlar, insan eliyle yapılan putlar­da görüldüğü gibi çamur, tahta, demir veya bakırdan bir hayvan sureti yapabilirler. Ama hiç kimsenin sudan bir hayvan şekli yapması mümkün değildir. Çünkü su, şek­lin tutunamadığı akıcı bir cisimdir. Hâlbuki bu hayvanlar, rahim veya yumurtada sudan -çamura göredaha ilginç yaratılışlı ve daha büyük kudretli olurlar.

Aynı şekilde insanların çoğu, filin yaratılışına tahtakurusunun yaratılışından daha çok şaşırıyorlar. Onun yaratılışı daha ilginç ve sureti daha zariftir. Çünkü filin bedensel büyüklüğüne rağmen dört ayağı, bir hortumu, iki fildişi varken tahtakuru­sunun bedensel küçüklüğüne rağmen altı ayağı, bir hortumu, altı kanadı, kuyruğu, ağzı, boğazı, karnı, kahn ve ince bağırsakları ve gözün algılayamadığı daha başka organları vardır. Cüssesi küçük olmasına rağmen eziyette file üstün gelir. Filin ona gücü yetmez ve ondan sakınamaz. Yine beşer bir yapıcı/üretici, tahta, demir veya başka bir şeyden tam bir fil şekli yapabilir; fakat hiçbir yapıcı tahta, demir veya başka bir şeyden tam bir tahtakurusu şekli yapamaz.

Aynı şekilde insanın spermden(nut/e) yaratılması, sonra rahimde cenin, sonra beşikte bebek, sonra mektepte çocuk, sonra dünya işlerini çevirmede bilge adam olması, insanların saçılmış çekirgeler gibi çıktıkları kıyamet günü topraktan, kabrin­den diriltilmesinden halce daha ilginç ve güç yetirme bakımından daha büyüktür.

Yine bir tek tavuğun altından yirmi tane civcivin veya bir tek kekliğin altından bir saat içinde yumurtalarının kabuğundan sıyrılan üç tane keklik yavrusunun çıkışını, her birinin yem aramak için koşmasını ve belki kendisine güç yetiremeyen avcısın­dan kaçıp uzaklaşmasını gözlemlemek, insanların kıyamet günü kabirlerinden çıkı­şından daha ilginçtir. Kendileriyle ilgili âdet cereyan etmese, bunlardan daha ilginç ve kudreti daha büyük olan benzerlerini görüp dururken inkârcıları bunu kabul et­mekten alıkoyan sebep ne olabilir?

Bölüm

Ey kardeşim -Allah seni ve bizi katından bir ruhla desteklesinbil ki, işlerin da­ima cereyan ettiğinin gözlemlenmesi âdet/ahşkanhk olunca insanların onlar karşı­sındaki hayreti, onlar hakkında düşünmesi ve onları dikkate alması azalır ve bu ko­nuda kendilerine bir dalgınlık, gaflet, nefis uykusu ve cehalet ölümü ilişir.

Ey kardeşim, bundan sakın, gafillerden olma ve Allah’ın kitabında andığı ve şu sözüyle övdüğü kimselerden ol: “Onlar ayaktayken, otururken ve yanları üzerindey­ken Allah’ı anarlar, göklerin ve yerin yaratılışı üzerinde düşünürler. Rabbimiz bunu boş yere yaratmadın, seni eksikliklerden uzak tutarız, bizi ateş azabından koru, derler”[351]. Onların zıddı olanları ise şu sözüyle yerdi: “Göklerde ve yerde nice deliller vardır ki yanlarına uğrarlar da yüzlerini çevirerek geçerler”[352].

Bölüm

Ey kardeşim Allah seni ve bizi katından bir ruhla desteklesinbil ki, tam yaratılışlı ve eksik yaratıhşh bütün hayvanların bedenleri, baş, el, ayak, sırt, karın, kalp, karaciğer ve akciğer gibi değişik şekilli, eklemli ve görünümlü organlardan meyda­na gelmiştir. Bütün bunların, iç yüzünü onları dilediği gibi yaratan ve şekillendiren Allah’tan başkasının bilmediği sebep, neden ve amaçları vardır. Fakat dediklerimizin doğruluğu ve anlattıklarımızın hakikiliğinin anlaşılması için onlardan bir kısmını zikredeceğiz. Küçük veya büyük bütün hayvanların bedenlerindeki her organ mut­laka başka bir organın ya bekasında ya yetkinliğinde ya fiillerinde ya da yararlarında hizmetçisi ve yardımcısıdır. İnsan bedenindeki beyin buna örnektir. O, bedenin kra­lı, duyuların kaynağı, fikrin ocağı, düşüncenin evi, ezberin hâzinesi, nefsin meskeni ve aklın mahallidir. Kalp, her ne kadar vücudun kralı, bedenin yöneticisi, atarda­marların kaynağı ve doğal sıcaklığın ocağı olsa da beynin fiillerinde hizmetçisi ve yardımcısıdır. Kalbe fiillerinde hizmet eden ve yardımcı olan başka üç organ vardır. Bunlar karaciğer, atardamarlar ve akciğerdir.

İçecek evi olan karaciğer de aynı hükme tabidir. Ona fiillerinde başka organlar hizmet ve yardım eder. Bunlar mide, toplardamarlar, dalak, öd ve böbreklerdir.

Rüzgâr (solunum) evi olan akciğer de aynı hükme tabidir. Ona fiillerinde başka dört organ hizmet ve yardım eder. Bunlar göğüs, göğüs kafesi örtüsü, boğaz ve burun delikleridir. Çekilen hava iki burun deliğinden boğaza girer, orada mizacı dengeli hale gelir, akciğere ulaşır, orada arıtılır, sonra kalbe girer, oraya doğal hava üfler, [hava] kalpten atardamarlara geçer, bedenin nabız adı verilen diğer kısımlarına varır, kalpten çıkan yanık hava akciğere, akciğerden boğaza, boğazdan iki burun deliğine veya ağza geçer. Göğüs, havayı çekerken açılmasında ve nefesi çıkarırken toplan­masında akciğere hizmet eder. Göğüs kafesi örtüleri, çarpmalar, itmeler ve beden hallerinin düzensizliği esnasında akciğeri maruz kaldığı afetlerden korur.

Karaciğer de aynı hükme tabidir. Mide, mide suyunu karaciğere ulaşmadan dı­şarı atmak suretiyle ona hizmet eder. Toplardamarlar karaciğere, bunları emmek ve yanık kalın karışımlara ait bulanık mide suyunu ondan kendisine çekerek ona ulaş­tırmak suretiyle hizmet eder. Öd ona, safrayı kendisine çekerek ve kanı ondan te­mizleyerek hizmet eder. Böbrekler ona, ince özlü nemi kendilerine çekmek suretiyle hizmet ederler. İdrar ondan oluşur. İçi oyuk damarlar ona, kanı kendilerine çekmek ve bedenin bütün parçalarının maddesi olan diğer taraflara ulaştırmak suretiyle hiz­met eder.

Yemek borusu, dişler ve ağız da aynı şekilde mideye hizmet eder. Ağız, yiyecek ve içeceğin vücudun derinliklerine girdiği beden kapısıdır. Dişler ona, öğütme ve ezme işlemiyle hizmet eder. Yemek borusu yutar ve onları mideye ulaştırır. Bağırsaklar posayı çeker ve vücuttan atar.

Aynı şekilde, hayvan bedeninde bedene fiillerinde hizmet etmeyen ve başka bir organın da fiillerinde kendisine yardım ve hizmet etmediği hiçbir organ yoktur. Bü­tün bunlardaki son gaye, şahsın sürekliliği, yetkinleşmesi ve en olgun haline ulaşma­sıdır. Bu, gerek zatında gerekse neslinin devamında cins, tür ve şahıs olarak olabildi­ğince uzun yaşamasıdır.

Bölüm

Ey kardeşim -Allah seni ve bizi kendinden bir ruhla desteklesinbil ki yengeç, kaplumbağa ve balık gibi bazı hayvanlar, konuşması ve sesi olmayan dilsiz canlılar­dır. Genel olarak kurbağa ve radya[353] gibi birazı hariç su hayvanlarının çoğu böyledir. Bazılarının sesi vardır. Tahtakurusu, sinek, eşekarısı, cırcırböceği ve çekirge gibi hava çeken ve vızıltı ve ıslık sesi çıkaran hayvanlar böyledir. Bu, kanat çırparak olur.

Bil ki nefes alan hayvanların çok farklı uzunluk, kısalık, kalınlık, büyüklük, kü­çüklük, gürlük, hafiflikte ve çeşitli vızıltı, çınlama, ezgi ve nağmeler şeklinde sesleri vardır. Bunlar, boyunlarının uzunluk veya kısalığına, burun delikleri ve boğazları­nın genişlik ve darlığına, tabiatlarının berraklık ve kabalığına, havayı çekme ve gön­derme güçlerinin şiddetine ve kalplerinde veya bedenlerinin derinliğinde bulunan doğal sıcaklığın dinlendirilmesinden sonra nefeslerin düzenlenmesine göre değişir.

Su hayvanlarının çoğunun sesinin olmamasının sebebi akciğerlerinin bulunma­ması ve havayı çekememeleridir. Onlara bu, ihtiyaç duymadıkları için verilmemiştir. İlahî hikmet ve rabbani inayet, her hayvana şahsının bekası, yetkinleşmesi ve en yük­sek amacına ulaşması ve çiftleşme, döllenme ve çocuk yetiştirme aletleriyle neslini devam ettirmesi için yararı çekme ve zararı gidermede duyduğu ihtiyaca göre organ­lar, eklemler, sinirler, zarlar ve damarlar vermiştir. Bünyesi daha tam ve sureti daha yetkin olan hayvanlar, şahıslarının bekası ve nesillerinin üremesi konusunda çok sayıda organa, değişik aletlere ve yardımcı araçlara daha çok muhtaçtırlar. Bünyesi eksik ve sureti düşük olan hayvanlar ise şahıslarının bekası ve nesillerinin devamı noktasında çeşitli organlara ve değişik araçlara daha az ihtiyaç duyarlar. Bu açıdan hayvanlar üç çeşittirler: Bazıları daha tam ve daha yetkindirler. Zıplayan, hamile ka­lan, yavrularını emziren ve yetiştiren hayvanlar böyledir. Bazıları bunun alt derecesindedirler. Çiftleşen, yumurtlayan ve kuluçkaya yatan hayvanlar böyledir. Bazıları ise daha aşağı derecededirler. Çiftleşmeyen, yumurtlamayan ve doğurmayan, aksine kokuşmuş yerlerde oluşan ve tam bir yıl yaşayamayan hayvanlar böyledir. Çünkü aşırı sıcak ve soğuk onları öldürür. Bedenleri gevşek ve derileri gözeneklidir; kahn derileri, yün, kıl, tüy, sedef, kemik, sinir ve pulları yoktur. Akciğer, dalak, öd, böb­rek ve mesaneleri ve doğal sıcaklığı dinlendirmek için hava çekme özellikleri yok­tur. Çünkü cüsselerinin küçük ve derilerinin gözenekli olması sebebiyle temiz hava, bedenlerinin derinliklerine kadar ulaşır ve bedenlerinin mizacında ve tabiatlarının bileşiminde bulunan doğal sıcaklığı korur.

Ama temiz havanın bedenlerinin derinliklerine kadar ulaşmasını engelleyen ka­hn derileri, çok etleri, zarları, damarları, sade ve oyuk kemikleri, kaburgaları, kahn ve ince bağırsakları, işkembe, mide, kalp, akciğer, böbrek, mesane, kafatası, saç, tüy, yün, kıl ve sedefleri olan büyük cüsseli ve iri yapılı hayvanlardan bazılarına temiz havanın bedenlerinin derinliklerine ve beden diplerindeki hücrelere ulaşması, ora­daki doğal sıcaklığı dinlendirmesi ve içindeki hayatı belli bir vakte kadar koruması için akciğer, boğaz ve solunum yolları verilmiştir. Bu anlattıklarımız, havayı çeken, ondan soluyan ve onunla yaşayan tam yaratıhşh ve yetkin suretli hayvanların hük­müdür.

Fakat suda yaşayan ve oradan çıkmayan hayvan türleri, hava çekmeye ve nefes al­maya ihtiyaç duymazlar. Çünkü övgüsü yüce olan hikmetli Yaratıcı, onları suda yara­tınca ve hayatlarını ondan verince onları su tabiatı denilen bir tek tabiatta meydana getirdi ve onlara suyun soğukluk ve neminin dip ve derinliklerine ulaştığı, bileşik tabiatlarında bulunan doğal sıcaklığın dinlendiği ve aralıklarla hava çekip nefes al­dıkları bedenler giydirdi. Her birine bedenine uygun organlar ve eklemler verdi. Her çeşit sedef, pul ve benzerini bedenleri için sıcak ve soğuğa karşı elbise, ilişen afetlere karşı perde, sığınak ve koruyucu tabaka yaptı. Bazılarına kuşların havada uçmasında olduğu gibi suda yüzmeleri için kanatlar ve kuyruklar verdi. Bazılarını yiyen, bazıla­rını yenilen yaptı. Yenilenlerin neslini sayıca yiyenlerin neslinden fazla tuttu. Bütün bunlardaki amaç, şahıslarının ve nesillerinin hayat ve tabiatlarında mümkün oldu­ğunca uzun zaman devam etmesidir.

Havanın sakinleri ve yerleşimcilerine gelince, övgüsü yüce olan hikmetli Yaratıcı, onların bedenlerini havaya kolayca kalkıp uçabilmeleri için hamile kalan, doğuran ve emziren kara hayvanlarının bedenlerine kıyasla organ çokluğu bakımından kısıtlı yaptı. Bu nedenle Yaratıcı, kuşlara dişler, açıkta kulaklar, mide, işkembe, mesane, sırt delikleri ve kalın deri vermemiştir. Aynı şekilde onların bedenleri üzerinde saç, yün ve kıl yaratmamış, bilakis bunun yerine onları soğuk, sıcak ve ilişecek afetlerden ko­rumak ve kalkış ve uçuşlarına yardımcı olmak için tüyden elbise, örtü ve koruyucu tabaka yapmıştır. Dişler yerine gaga, mide yerine kursak, işkembe yerine taşlık ver­miştir. Buna göre ihtiyaç ve menfaatlerini karşılamak ve zararları onlardan uzaklaş­tırmak için mahrum oldukları her organa karşılık vücutlarına benzer ve bedenlerine uygun olan başka bir organ vermiştir. Bütün bunlar, şahıslarının ve nesillerinin fıtrat ve tabiatlarına göre olabildiğinde uzun süre devam etmesinin sebep ve nedenleridir.

Ot yiyen kara hayvanlarına gelince; Hikmetli Yaratıcı, onlar için meradaki yaş ve kuru otları tutabilecek geniş ağızlar, koparabilecek keskin dişler ve sert ot, hububat, yaprak, kabuk ve çekirdekleri öğütmek için sert azı dişleri, çiğnediklerini yuttuğu geniş ve kaygan yemek borusu ve yiyeceğini yüklenip doldurduğu geniş işkembeler yaratmıştır. Doyduklarında yerlerine ve ahırlarına dönerler ve orada ikamet edip dinlenirler.

Onlar içinde yuttuklarını geri çıkarıp geviş getiren, ikinci kez çiğneyen ve onları yutarak işkembelerinde yaratılışı ilkinkinin yaratılışından farklı ve doğal sıcaklığı olgunlaştırmak için hazırlanmış olan başka yerlere gönderen hayvanlar vardır. On­lar, tabii olanın kolay hazmedilmesi, ağırının/kalınının, hafıfınden/incesinden ay­rılması, ağırının ince ve kahn bağırsaklara gönderilmesi ve bu amaçla hazırlanmış delik ve yerlerden çıkması, saf ve ince olanların ikinci defa pişmek ve arıtılmak üzere karaciğere gönderilmesi için olgunlaştırılır. Sonra onlar için hazırlanmış olan dalak, safra kesesi, kalp, böbrekler ve oradaki saf kanın vücudun diğer kısımlarına akması için bedenlerinde ırmakve dereler konumundaki oyuk damarlara akıtılır. Bedenden eriyenlerin yerine geçmek üzere geri gönderilir. Çünkü bütün bu hayvanların beden­leri iç ve dış sebepler dolayısıyla erimekte ve akmaktadır.

Hikmetli Yaratıcı, erkeklerin bedenlerinde bu maddelerden arta kalanlar için meydana geleceği organlar, damarlar ve kanallar yarattı. Bu sperm (nut/e), çif tleşme, zıplama ve cima esnasında oradan dişilerin rahimlerine akar. Dişilerin bedenlerinde onun meydana geleceği, vücutlarında bulunan fazla miktardaki benzer rutubetlerin günler ve ayların geçişiyle ekleneceği, toplanıp çoğalacağı birtakım organlar, damar­lar ve kanallar yarattı. Böylece Hikmetli Yaratıcı, dilediği şekilde eşlerden biri gibi bir suret yaratır. Nitekim biz bunun bir kısmını “Spermin düştüğü yer risalesinde açıkladık. Bütün bu sebepler ve nedenler, H ikmetli Yaratıcıdan övgüsü yüce olsunonların şahıs ve nesillerinin söz konusu hayvan türünde hazır bulunan olabilecek en uzun süre devam etmesi için bir inayettir. Yaratanların en iyisi, hâkimlerin en iyi hükmedeni ve rahmet edenlerin en merhametlisi olan Allah ne yücedir!

Bölüm

Et yiyen yırtıcı hayvanların tabiatı, bazı dış ve iç organlarının bileşimi, mizaçları ve şehvetleri/arzuları ot yiyen hayvanlarınkilerden farklıdır. Zira Yaratıcı, onları ya­ratıp besinlerini et yemekten ve bedenlerinin maddesini hayvanların cüsselerinden yapınca onlar için hiçbir şefkat ve merhamet göstermeden hayvanları yakalayıp tu­tacakları, derilerini parçalayacakları, karınlarını yaracakları, kemiklerini kıracakları ve etlerini ısıracakları sert köpek dişleri, güçlü ve eğri pençeler, sağlam ön kollar, hafif sıçramalar ve şiddetli uzun atlamalar yarattı.

Akıllıların, âlimlerin ve araştırmacı filozofların çoğu bu konudaki düşüncelerin­de ve nedenleriyle ilgili araştırmalarında şaşırdılar ve saptılar. Bu konuda hikmet ve doğru nedir? Biz bu konudaki hikmet ve doğrunun ne olduğunu nedenler ve ne­denliler risalesinde açıkladık. Bunun bir kısmını da inşallah bu risalenin başka bir bölümünde anlatacağız.

Ey kardeşim -Allah seni ve bizi katından bir ruh ile desteklesinbil ki, Hikmet­li Yaratıcı değişik suret, tabiat ve tasarrufları olan hayvan türlerini yaratınca onları dört kısma ayırdı: Bazıları, kuş türlerinin çoğundan ve böceklerin tamamından olu­şan h ava sakinleri; bazıları, bahk, yengeç, kurbağa, sedef ve b enzerlerinden oluşan su sakinleri; bazıları, evcil hayvanlar, çiftlik hayvanları ve yırtıcı hayvanlardan oluşan kara sakinleri; bazıları da sürüngenlerin oluşturduğu toprak sakinleridir. Her bir kı­sımda bazısını yiyen, bazısını yenilen olarak belirledi. Buna göre kuşlardan bazısı ta­hıl ve meyve yer, yırtıcılar gibi bazısı da et yer. Pençeli ve eğri gagalı hayvanlar tahılı alamaz ve meyveyi yiyemezler. Su hayvanları da aynı hükme tabi olup bazıları yiyen, bazıları ise yenilendir. Yılan, kertenkele ve zehirli kertenkele[354] gibi sürüngenlerden oluşan toprak hayvanları da aynı hükme tabidir.

Bölüm

Ey kardeşim Allah seni ve bizi katından bir ruh ile desteklesinbil ki Hikmetli Yaratıcı tam yapılı hayvanları yarattığında bedenlerinin yapısını ilk sayıya ve ilke­ler risalesinde anlattığımız iki unsurlu konulara/işlere uygun düşmesi için sağ ve sol şeklinde iki kısma ayırdı ve onları ilk tek sayıya ve orta ve iki tarafı olan işlere uygun düşmesi için orta ve iki taraf şeklinde üç sınıf yaptı. Bedenlerinin mizacını asıl olan ilk sayıya ve dört unsur sayısınca dört tabiata uygun olarak dört karışım­dan meydana getirdi. Dönen ilk sayıya ve beşincisi feleğin tabiatı olan dört tabiatın sayısına uygun olarak onlara duyulurların suretlerini idrak eden beş duyu verdi. İlk tam sayıya ve küpün yüzeylerine uygun olarak onlara altı yöne hareket etmelerini sağlayan bir güç verdi. Bedenlerinde bir tam sayıya ve gezegenlerin sayısına uygun olarak yedi etkin güç yarattı. Bedenlerinde küpün ilk sayısına ve müzik oranlarının sayısına uygun olarak dördü tek, dördü çift olmak üzere sekiz mizaç/karışım oluş­turdu. Bedenlerinin bileşimini ve vücutlarının terkibini asıl olan ilk tek sayıya ve çevreleyen felek tabakaları sayısına uygun olarak dokuz tabakadan meydana getirdi. Bedenlerinde duyularının ve ihtiyaçlarının kapıları olmak üzere ilk ek sayıya ve fe­lek burçlarının sayısına uygun olarak on iki delik yarattı. Beden binalarını bir tam sayıya ve ay menzillerine uygun olarak sırt direkleri/omurgaları üzerinde yirmi sekiz kaburga(hzrze) şeklinde kurdu. Bedenlerine kanın diğer vücut kısımlarına akması için felek burçlarının basamak sayısına ve senenin günleri sayısına uygun olarak üç yüz altmış damar yerleştirdi. Buna kıyas edilerek sayıldığında ve düşünüldüğünde her organın sayısının mevcutlardan bir türün sayısına uygun olduğu görülür. An­lattıklarımızdan hareketle Pisagorcu filozofların görüşünün anlamının, mevcutların sayının tabiatına göre olduğu anlaşılır. Bu, aziz olan ve bilenin takdiridir.

Bölüm

Kuşların Hallerinin Sınıfları, Ömürleri, Heyecan ve Çiftleşme Süreleri, Yuva Edinme ve Düzenleme Şekilleri, Yumurtalarının Miktarı, Yavrularını Büyütme Müddetleri ve Yetiştirme Tarzları Hakkında diyoruz ki:

Ey kardeşim Allah seni ve bizi katından bir ruh ile desteklesinbil ki, bazı kuşlar yılın sair mevsimlerinde eş bulur, aşık olur, heyecanlanır ve çiftleşirler. Güvercinler­de olduğu gibi, bazılarında erkek, yumurtayı kuluçkaya yatırma ve yavruları yetiş­tirme konusunda dişiye yardım eder. Horozlarda olduğu gibi, bazıları hem kuluçka hem de yavruları yetiştirme aşamalarında dişiye yardım etmez. Onlardan sadece yı­lın iki ıhman mevsimi olan ilkbahar ve sonbaharda ve yazın heyecanlananlar vardır. Kuşların çoğu, yalnızca kış sonu ilkbaharı karşılarken heyecanlanır ve çif tleşirler. İyi zamanı, ıhman havayı ve birçok yerdeki ekili arazi ve yiyecek çokluğunu bildikleri için o zaman yumurtlarlar, kuluçkaya yatarlar ve yavrularını yetiştirirler.

Bazı kuşlar ağaç dalları ve yaprakları arasında yuva edinirler. Keklik, bıldırcın ve turaç gibi bazıları da sık ağaçlı yerlerde, otlar ve dikenler arasında yuva edinirler. Bazıları duvar delikleri veya ağaç kökleri içinde, bazıları deliklerin altında, bazıları duvar ve yıkıntı üzerinde, bazıları dağ ve tepe başlarında, bazıları ırmak kıyılarında ve deniz sahillerinde yuva edinirler. Hatta çorak arazilerde, çöllerde ve taşlar ara­sında yuva edinenler bile vardır. Yumurtasını bir ayağıyla göğsüne alıp, diğer aya­ğıyla kuluçkaya yatacağı ve yavruların çıkacağı yere kadar yüzen su kuşları vardır. Yumurtlayan ve iki, dört, altı, sekiz, on, on iki, yirmi ve hatta otuz yumurta üzerine kuluçkaya yatan kuşlar da vardır.

Bazı kuşlar yavrularını kursaklarına yığdıkları tahıllarla beslerler. Yavrularını gagasıyla getirdiği av, tahıl ve meyve ile besleyen kuşlar da vardır. Deve kuşunun yaptığı gibi bazısı da yumurtalarından bir kısmını kırar ve yavrularına içirir. Tavuk ve çil gibi bazısı da yerde araştırır ve yavrularını tahıl ve küçük sürüngenlere doğru yöneltir.

Kırlangıç gibi kuşlar gün boyu sürekli hızlıca uçarlar. Bıldırcın gibi bazı kuşlar ağır ve az uçarlar. Kaya kuşu gibi uzaktan gelen ve karga gibi uzun yolculuklara çıkan kuşlar vardır. Serçe gibi bazı kuşlar yurt ayırımı yapmazlar. Turna gibi bazı kuşlar deve kervanı şeklinde topluca uçarlar. Namaz kılanların safında olduğu gibi saf oluş­turarak aynı hizada uçarlar. Bazıları ise karışık ve birbiriyle kaynaşmış topluluklar halinde uçarlar. Bazıları rüzgâra karşı, bazıları ise rüzgârı arkalarına alarak uçarlar. Bazıları yana eğilerek uçarlar. Bazıları düz yönelerek uçarlar. Bazıları yükselip alça­larak ve sağa sola yalpalayarak uçarlar. Bazıları dosdoğru uçarlar. Bazıları uçuş için kalkınca yer boyu birkaç adım koşarlar, sonra havada yükselirler. Bazıları bir defada dimdik kalkarlar. Bazıları da minbere/tümseğe çıkanlar gibi havaya değişik şekiller­de ve dönerek yükselirler. Bazıları ise yükseleceği zaman dağ yolunda çıkanlar gibi kıvrılarak ve zikzak çizerek yükselirler. Bazıları havada yükselirken kanatlarını ha­reketsiz tutar. Bazıları da kanatlarını bir hareketlendirir, bir hareketsiz tutar. Bazıları yere inmek istediğinde başını eğer, nefesini tutar ve rüzgârlı gündeki yağmur gibi direk dalışa geçer. Bazıları da minareden iner gibi yılankavi bir şekilde yumuşakça iner. Bazıları binek hayvanlarının sarp yokuştan inmesi gibi sağa sola yalpalayarak iner. Bazıları ayaklarını sallayıp kanatlarını toplayarak veya sarkıtarak iner. Her ku­şun kanatları uzunluk, genişlik, ağırlık ve sayı bakımından uyumludur. Her kanatta sapları oyuk, hafif ve bir tarafta sıralı, diğer tarafta paralel olan on dört tüylü telek vardır. Onları daha kısa ve iki taraftan araları birtakım teleklerle kapatılmış bol ör­tülü başka telekler tamamlar. Kuşun vücudu üzerinde bundan da kısa tüylü, elbise yerine geçen telekler vardır ve aralarında uf ak, yumuşak, pürüzlü ve kenarı belli baş­ka telekler bulunur. Bunlar onları soğuktan ve sıcaktan koruyan elbise ve örtüler ve aynı zamanda süslerdir. Yine birçok kuşun kuyruğu kanatlarıyla uyumludur. Onun sayısı on iki veya daha az telektir.

Tavus gibi, bazı kuşların kuyruğu kanatlarından uzundur. Turna gibi, kanatları uzun, kuyruğu kısa olan kuşlar da vardır.

Tavuk ve çil gibi bazı kuşlar, yumurtayı kırdıklarında bol tüylü yavrular çıkar. Gü­vercin yavrusunda olduğu gibi bazı kuşlar tüysüz dünyaya gelirler, sonra büyürken tüyleri çıkar.

Su kuşu gibi tüyü yağlı olup ıslanmayan kuşlar vardır. Her sene tüy döküp, yeni tüyleri çıkan kuşlar vardır. Ayak parmakları arasında perde olan kuşlar vardır. Uçuş için su üzerinden kalkan su kuşları olduğu gibi sudan karaya çıkıp sonra uçan kuşlar da vardır.

Ayakları, kanatları, boynu ve gagası uzun olan kuşlar vardır. Bazılarının da boynu kısa, gagası uzundur. Kuşların çoğu uçarken ayaklarını göğüslerinde toplarlar. Tur­nalar ve leylekler gibi bazıları da ayaklarını kuyruklarıyla beraber arkaya uzatırlar.

Uçarken boynunu düren bazı uzun boyunlu kuşlar vardır. Balıkçıl kuşu gibi bazısı da boynunu öne doğru uzatır.

Bazı yırtıcı kuşlar, kuşları havadayken yakalarlar ve uçarken tutarlar. Bazıları on­lara uçuş esnasında yetişince sırt üstü yatarak alttan girer, yakalayıp çevirir. Bazıları onların üzerine çöker ve yerdeyken kapar. Bazıları ceylanların ve yabaneşeklerinin üstüne çöreklenir, onlara pençelerini geçirir, kanatlarıyla gözlerini kapatır ve öldü­rür. Sakin güvercin, gideceği ülkenin yolunu havadayken nehirlerin akışına ve vadi­lerin eğimine bakarak bilir, sonra dağ doruklarına yönelir, dağların ve rüzgârların etkisiyle bir sağa, bir sola doğru yalpalayarak gider.

Aynı şekilde kışı sıcak ülkelerde, yazı soğuk ülkelerde geçiren kuşlar oraları bilir­ler. Kuşların çoğunda iyi düzeyde görme, koklama, tatma ve işitme duyuları vardır; ama derilerindeki tüylerden dolayı dokunma duyuları böyle değildir. Bütün yırtıcı kuşların mükemmel kanatları, geniş kuyrukları, hızh uçuşları, kısa boyun ve ayakla­rı, uzun butları, güçlü pençeleri ve tahıl toplamaya değil, ama et yemeye ve avlanma­ya elverişli olan kıvrık gagaları vardır.

Bazı kuşlar ise tahıl toplar, meyve yer, böcek ve sürüngen avlar, ot ve bitki yer.

Bazı kuşlar gece gündüz uçar, yolculuk eder ve zar zor geçinir. Bazı kuşlar gündüz değil, gece uçarlar; fakat çoğu gece değil, gündüz uçarlar. Bazı kuşlar geceleyin ağaç­ların tepelerine ve dalları ile yaprakları arasına sığınırlar. Bazıları dağ, tepe, duvar ve kalelerin başlarına sığınırlar. Bazıları sık çalılıklar ve sazlıklara sığınırlar. Bazıları delik, yuva, in ve çatı altlarına sığınırlar. Bazıları nehirler ve sular içindeki adalara sığınırlar. Bazıları çöllerde ve kıyılarda gecelerler; sahillerdeyken sırayla nöbet tutar­lar. Bazıları da havada geceler.

Bazı kuşlar seher vakti uyanık durur, öter ve tespih[355] ederler. Bazıları yiyecek ara­maya erken çıkarlar. Bazıları yolculuğa çıkar, sabahlar ve kuşluk vakti döner, sonra yiyecek arayışında durmadan gider, gelir. “Sabahleyin acıkır ve yemeye gider.”

Kuşlardan bazısı öğle vakti, bazısı akşamleyin, bazısı gün ortasında, bazısı bulutlu havada, bazısı açık havada, bazısı yağmurlu havada, bazısı aşırı sıcakta, bazısı aşırı soğukta, bazısı da rüzgârlı günde kuluçkaya yatar ve yavruları çıkarır.

Bölüm

Ey kardeşim Allah seni ve bizi katından bir ruh ile desteklesinbil ki sığırcık ve kırlangıç gibi bazı kuşlar uçmak için kalkıp havada yükseldiği zaman iki kanadını tamamen ve kuyruğunu da buna uygun bir şekilde yayarak üçgen şekli oluşturur. Turna ve leylek gibi bazı kuşlar iki kanadını tamamen, önde uzanan uzun boynunu, arkada uzanan iki uzun ayağını ve kısa kuyruğunu yayarak dörtgen şekli oluşturur. Çekirge, tahtakurusu ve eşekarısı gibi uçarken iki yanda dört kanadı, önde başı ve arkada kuyruğu olmak üzere altıgen şekli oluşturan bazı böcekler vardır.

Ey kardeşim, bil ki kuşlar ve böceklerin bedenlerini düşünüp göz önünde bulun­durduğunda onların boy ve en, hafiflik ve ağırlık, sağ ve sol, arka ve ön bakımından iki yanda dengeli olduklarını görürsün. Bundan dolayı iki kanadından biri üzerinde­ki tüy telekleri yolunduğunda bacaklarından biri uzun, diğeri kısa olan topal adamın yürümesinde olduğu gibi uçarken sendeler. Bu yüzden aynı şekilde kuyruğundan bir miktar tüylü telek yolunduğunda, sudaki göğsü ağır, kıçı hafif kayık ve gemi gibi uçarken yüz üstü kapaklanmak suretiyle sendeler. Bundan dolayı turna gibi bazı kuş­lar boynunu ileri uzattığında ayaklarının ağırlığı ile boynunun ağırlığının dengelen­mesi için ayaklarını geriye doğru uzatır. Balıkçıl kuşu gibi bazı kuşlar da uçarken boynunu göğsüne doğru d ürer, ayaklarını karnının altında toplar. Diğer kuşlar ve böcekler de uçarken benzer şekillerdedirler.

Bölüm

İlk Yaratmanın Açıklanmasına Dair

Denildiğine göre, Âdemoğullarının çocukları doğduklarında, çoğaldıklarında ve yeryüzünde karada ve denizde, ovada ve dağda [etrafa] yayıldıklarında amaçları uğ­runda tasarrufta bulundular, yeryüzündeki yırtıcı ve vahşi hayvanların çokluğundan dolayı hissettikleri kaygı ve korkudan sonra güvene ulaştılar. Korunmak için dağ ve tepe başlarına, mağaralara sığınıyorlar, ağaçların meyvelerinden, yerin bakla ve tahıllarından yiyorlar, soğuk ve sıcağa karşı ağaç yapraklarıyla örtünüyorlar ve kışı sıcak beldelerde, yazı soğuk beldelerde geçiriyorlardı. Sonra yeryüzünün ovalarında kaleler, köyler ve şehirler kurdular ve orada ikamet ettiler.

Sonra büyükbaş hayvanlardan sığır, koyun ve develeri, evcil hayvanlardan at, ka­tır ve eşekleri hizmetlerine aldılar; onları bağladılar, dizginlediler. Binme, taşıma, ekip biçme ve dövme gibi ihtiyaçlarında kullandılar. İstihdam ederek yordular, güç­lerinin üstünde işlerde çalıştırdılar ve kendi amaçları doğrultusunda tasarruftan alı­koydular. Bozkırlarda, çalılıklarda ve ormanlarda başıboş kaldıktan sonra otlak, su kaynağı ve ihtiyaçlarını ararken istedikleri yere gidip gelmeye başladılar. Vatanların­da ve yerlerinde tanıdık, kalıcı ve güvenli olduktan ve Âdemoğullarının diyarından uzak bozkırlara, ormanlara, kuyulara ve dağ başlarına kaçtıktan sonra yabaneşekleri, ceylanlar, yırtıcılar, vahşi hayvanlar ve kuşlar gibi diğerleri onlardan hoşlanmadılar. Âdemoğulları onları yakalamak için çeşitli hile, avlama, tuzak ve kapanlar hazırla­dı. Âdemoğulları onların kendilerine ait kaçan, itaatten çıkan ve isyan eden köleler olduğuna inandı. Sonra Allah, Hz. Muhammed’i gönderinceye, insanları ve cinleri Allah’a ve İslam dinine davet edinceye kadar yıllar ve günler bu şekilde gelip geçti. Bir cin topluluğu ona icabet etti ve güzelce Müslüman oldu. Bir zaman da böyle geçti.

Sonra Cin oğullarını içlerinden Birast el-Hakim denilen Şah Merdan lakaplı bir kral yönetti. Merdan'ın krallık ülkesi, ekvatorun hizasına düşen Yeşil Deniz ortasın­daki Sağun adlı adada idi. Oranın havası ve toprağı güzeldir. Orada tatlı ırmaklar ve akan pınarlar vardır. Orası, bol arazisi, ihtiyaç maddeleri, çeşitli ağaçları, rengârenk meyve, bahçe, nehir, reyhan ve ışıkları olan bir yerdir. Zamanın birinde sert rüzgârlar denizdeki gemilerden birini bu adanın sahiline attı. İçinde tacir, sanatkâr, bilgin ve zengin insanlardan oluşan bir topluluk vardı. Bu adaya çıktılar, orada dolaştılar ve orada bol miktarda ağaç, meyve, ürün, tatlı su, güzel hava, hoş toprak, bakla, reyhan ve göğün yağmurlarının bitirdiği çeşit çeşit ekin ve tahıl buldular. Orada büyükbaş hayvanlar, evcil hayvanlar, kuşlar, yırtıcılar, vahşi hayvanlar, sürüngenler ve böcekler gibi tüm hayvan türlerini gördüler. Onların hepsi birbiri içinde ve nefret etmeksizin birbirine ısınmış haldeydiler.

Sonra bu insanlar bu yerden hoşlandılar ve burayı vatan edindiler; burada binalar yaptılar ve ikamet ettiler. Sonra onlar, kendi ülkelerinde yaptıkları gibi binmede ve yük taşımada kullandıkları bu büyükbaş hayvanlara ve evcil hayvanlara karşı koy­maya başladılar. Dolayısıyla oradaki bu hayvanlar onlardan nefret ettiler ve kaçtılar. Çeşitli hilelerle onları yakalamak ve elde etmek için canla başla çalıştılar. Onların burada kendilerinin kaçmış, başkaldırmış ve isyan etmiş köleleri olduğuna inandılar. Bu büyükbaş hayvanlar ve evcil hayvanlar onlardaki bu inancı anlayınca lider ve ha­tiplerini topladılar, cinlerin kralı Birast el-Hakime gittiler ve ona Âdemoğullarından gördükleri zulüm ve saldırıyı ve kendileri hakkındaki inançlarını şikâyet ettiler. Cin­lerin kralı bu topluluğa bir elçi gönderdi ve onları huzuruna çağırdı. Gemi halkından bir grup oraya gitti. Onlar çeşitli beldelerden gelmiş yaklaşık yetmiş kişi idiler. Ce­surları ona varınca onların misafir edilmelerini ve kendilerine ikramda bulunulma­sını emretti. Üç gün sonra onları meclisine getirdi.

Birast el-Hakim, adil, cömert, insaflı, hoşgörülü, misafirperver, garipleri himaye eden, musibete uğrayana merhamet eden, zulmü engelleyen, iyiliği emredip kötü­lükten alıkoyan ve bununla Allah Teala'nın rızasından başka bir şeyi amaçlamayan bir kimse idi. Ona ulaşıp krallık tahtı üzerinde gördüklerinde onu saygıyla selamla­dılar. Kral onlara tercüman aracılığıyla şöyle dedi: Daha önce bir yazışma olmadan sizi ülkemize getiren ve adamıza sürükleyen sebep nedir?

Onlardan biri dedi ki: Bizi buraya getiren sebep, kralın faziletleri hakkında duy­duklarımız ve iyi menkıbeleri, güzel huyları ve hükümlerdeki adaleti hakkında bize ulaşan bilgilerdir. Biz ona sözümüzü duyması, delilimizin anlaşılması ve bizimle ka­çan kölelerimiz ve velayetimizi reddeden hizmetçilerimiz arasında hüküm vermesi için geldik. Allah, kralı doğruya muvaffak kılsın ve doğru yolu göstersin. O, hükme­denlerin en iyi hükmedenidir.

Kral dedi ki: İstediğinizi söyleyin ve dediklerinizi açıklayın.

Onların lideri dedi ki: Evet, ey kral, bu evcil hayvanlar, büyükbaş hayvanlar, yırtı­cılar ve vahşi hayvanlar bizim kölelerimizdir. Biz onların efendileri, onlar bizim hizmetçilerimizdir. Biz onların efendileriyiz. Onlar içinde kaçan, uzaklaşan ve başkaldıranlar olduğu gibi kulluktan/kölelikten hoşlanmayıp reddeden itaatkârlar da vardır.

İnsan soylu kral dedi ki: İddiada bulunduğun ve ileri sürdüğün konuda delilin nedir?

Onların lideri ise şöyle dedi: Evet, ey kral, bizim söylediklerimizi kanıtlayan işitilmiş(nakle dayah) şefi delillerimiz ve iddia ettiklerimizi destekleyen aklî kanıt­larımız var.

Kral şöyle dedi: Hadi, onları ortaya koy.

Abbas’m çocuklarından olan insan soylu hatip ayağa kalktı, minbere çıktı ve şu hutbeyi okudu:

“Hamt âlemlerin Rabbi Allah’a, güzel son sakınanlara mahsustur. Zalimlerden başkasına düşmanlık edilmez. Allah, peygamberlerin sonuncusu, elçilerin imamı ve hesap günü şefaatin sahibi olan Efendimiz Muhammed’e rahmet(salat) etsin. Aynı şekilde Allah’ın rahmeti [Allah’a] yakın (mukarrab) meleklerine ve göklerin ve yer­lerin halkından olan Salih, mümin ve Müslüman kullarına olsun. O, rahmetiyle bizi ve sizi de onlardan eylesin. O, merhametlilerin en merhametlisidir.

Sudan bir beşer yaratan, onu soy ve akraba kılan, ondan bir eş meydana getiren, onları çok sayıda erkekler ve kadınlar olarak yayan, zürriyetlerini yücelten, onları karada ve denizde taşıyan ve temiz rızıklarla besleyen Allah’a hamt olsun. Aziz ve Çelil olan Allah dedi ki: “Hayvanlan da yarattı. Onlarda sizin için (giysi gibi) ısıtıcı şeyler ve birçok fayda vardır. Onlardan bir kısmını da yersiniz. Sizin için onlardan ayrıca akşamleyin getirirken ve sabahleyin salıverirken bir güzellik (zevk) vardır”'0. Yüce Allah dedi ki: “Onların ve gemilerin üzerinde taşınırsınız”". Yine o dedi ki: “Onlar sizin yüklerinizi ancak güçlükle varabileceğiniz bir memlekete taşırlar. Şüphesiz Rabbiniz çok şefkatli, pek merhametlidir. Atları, katırları ve eşekleri binmeniz ve zinet olması için yarattı. Bilmediğiniz daha nice şeyler yaratır"2. Yine dedi ki: “Bu saye­de sırtlarına kurulup onları kumanda edesiniz; ve onları her kumanda ettiğinizde de Rabbinizin nimetini anıp şöyle diyesiniz: Bütün bunları bizim yararımıza bir yasaya bağlayan Allah’ın şanı ne yücedir, aksi halde buna bizim gücümüz asla yetmezdi”'3 Onların bizim için ve bizden dolayı yaratıldıklarına ve onların bizim kölemiz, bizim ise onların efendisi olduğumuza delalet eden daha birçok Kur an, Tevrat ve İncil ayeti vardır. Allah’tan kendim ve sizin için bağışlanma diliyorum”.

Kral dedi ki: Ey evcil hayvanlar ve büyükbaş hayvanlar topluluğu! İnsan soylu bu kimsenin söylediği Kuran ayetlerini ve iddiasını onlarla kanıtladığını duydunuz. Pekiyi, onun söylediklerine ilişkin olarak sizin neyiniz var?

O zaman onların lideri olan katır kalktı ve şöyle dedi: Varlıklardan zamansız ve mekânsız olarak önce, Bir, İlk, Tek, İhtiyaçsız, Ezelî ve Ebedî olan, Allah’a hamd olsun. Sonra “ol” dedi ve gaybınm sırrından gösterdiği parlak ışık meydana geldi. Sonra ışıktan yanan bir ateş denizi ve titreşen dalgalı bir su denizi yarattı. Sonra su ve ateşten burçlu felekler ve parlak bir yıldız yarattı. Göğü inşa etti, yeri yaydı, dağ­ları sağlamlaştırdı, gök tabakalarını yüce varlıkların meskeni ve feleklerin genişliğini mukarrab (kendine yakın) meleklerin meskeni yaptı, bitki ve hayvanlardan oluşan yeryüzünü insanlar için döşedi, sonra sıcak rüzgâr ateşinden cinleri yarattı, çamur­dan insanı yarattı, sonra onun neslini sağlam bir yerdeki adi sudan oluşan sülaleden meydana getirdi, sonra onun zürriyetini yeryüzünde orayı tahrip değil, imar etmele­ri için hayvanları koruyan, onlardan yararlanan, onlara zulüm ve haksızlık etmeyen halifeler kıldı. Allah’tan kendim ve sizler için bağışlanma diliyorum.

Sonra dedi ki: Ey kral, bu insanın okuduğu Kuran ayetlerinde kendilerinin efen­di, bizim onların kölesi olduğumuz şeklindeki iddiasına dair bir işaret yoktur. Bunlar ancak Allah’ın onlara olan nimet ve ihsanına ilişkin bir hatırlatmadır. Onlara: “Bizi

10.    Nahl, 16/5-6.

11.    Müminun, 23/22.

12.    Nahl, 16/7-8.

13.    Zuhruf, 43/13. (Metinde ayetin bir kısmı verilmiş, ancak bütünlüğü sağlamak için tarafımızdan tamamı ilave edilmiştir), (ç.n.)

onların hizmetine verdiğini” söyledi. Nitekim şöyle de demişti: Güneşi, Ayı, bulut­ları ve rüzgârları hizmetinize verdi. Ey kral, bundan onların bunların kulu ve kölesi, bunların ise onların efendisi olduğu mu anlaşılıyor?

Ey kral, bil ki Allah, göklerde ve yerde olanları yarattı, kâh menfaatlerini sağlamak, kâh zararlarını gidermek için onların bazılarını diğerlerinin hizmetine verdi. Allah, hayvanı ona menfaat sağlamak ve ondan zararı gidermek için insanın hizmetine verdi. -Nitekim bunu sonraki bölümde açıklayacağız-. Onların zannettikleri, vehmettikleri ve iddia ettikleri gibi asla onlar bizim efendimiz, biz de onların kölesi değiliz.

Bölüm

Sonra hayvanların lideri dedi ki: Ey kral, biz ve atalarımız, insanların babası Âdem yaratılmadan önce yeryüzünün her tarafında ikamet eden ve vadilerinde yolculuk eden sakinleriydik. İçimizden her topluluk rızkını temin etmek için Allah’ın beldele­rinde gidip geliyor ve oradaki işlerin iyiliği için tasarrufta bulunuyordu. Herkes bozkır, orman, dağ, sahil, tepe, çalılık veya kumsaldan amaçlarına uygun bir yerde kendi işiyle uğraşıyordu. Bizden her tür, kendi türünün çocuklarına yakınlık gösterir; Allah’ın bi­zim için takdir ettiği yiyecek, içecek ve faydaların bulunduğu en iyi hayat ortamında yavrulamakla ve yavrularını büyütmekle meşgul olurdu. Gece gündüz vatanlarımızda güven duyarak ve bedenlerimizde afiyet hissederek Allah’ı tespih ediyor, yüceltiyor, birliyor ve ona hiçbir şeyi ortak koşmuyorduk. Asırlar ve zamanlar böyle geçti.

Sonra Allah -övgüsü yüce olsuninsanların atası Âdem’i yarattı ve onu yeryüzüne halife kıldı. Çocukları üredi, zürriyeti çoğaldı ve yeryüzünün kara, deniz, ova ve dağ­larına yayıldı. Yerlerimizi ve vatanlarımızı daralttılar. İçimizden koyun, sığır, at, katır ve eşek esir alındı. Onları hizmetlerine aldılar, yolculukta ve yolculuk dışında taşıma ve binme gibi zor işlerinde kullandılar; çifte koşma ve dolaplara bağlama gibi, boyun­duruk altında ve değirmenlerde ömrümüz boyunca zorbalıkla, baskı uygulamak, döv­mek, aşağılamak ve çeşitli eziyetler yapmak suretiyle çalıştırarak ve boyun eğdirerek yordular. Gücü yetenlerimiz bozkırlara, çöllere ve dağ başlarına kaçtı. Âdemoğulları bizi yanlarında tutmak için çeşitli hileler geliştirdiler. Ellerine düşenimizi bukağıyla ve zincirle bağlayarak, avlayarak, boğazlayarak, derisini yüzerek, karnını yararak, ek­lemlerini keserek, tüylerini yolarak, kıllarını ve yünlerini kırkarak, ateşte pişirerek, yakarak, kızartarak ve tasviri imkânsız çeşitli işkenceler ederek baskı uyguladılar.

Bütün bunlara rağmen bu insanlar bizden hoşnut değillerdir. Hatta bunun bize karşı kendilerinin hakkı olduğunu; onların bizim efendimiz, bizim ise onların kölesi olduğumuzu iddia ettiler. Bizden kaçan herkes firari, asi ve itaatsizdir. Onların bize karşı delilsiz, beyansız ve burhansız olarak yaptıkları bu işler zorlama ve zorbalıktan başka bir şeydir.

Kral bu sözü dinleyip hitabı anlayınca bir tellala, ülkesinde seslenmesini, Sasanoğulları, Hakanoğulları ve Şeysaban çocukları gibi cin kabilelerinden oluşan orduları ve yardımcıları ve îdris hanedanı ve Belkısoğulları içindeki adil kadıları ve fakihleri çağırmasını emretti. Hayvanların liderleri ile insanların tartışmacıları arasında hü­küm vermek için oturdu. Sonra insanların liderlerine dedi ki:

Bu büyükbaş hayvanların ve evcil hayvanların sizin için anlattıkları zulüm ve şikâyet ettikleri haksızlık hakkında ne diyorsunuz?

İnsanların lideri şöyle dedi: Biz, onların bizim kölemiz, bizim de onların efendisi olduğumuzu söylüyoruz. Bizim onlar üzerinde efendiler gibi hükmetme ve krallar gibi tasarrufta bulunma yetkimiz var. Bize itaat eden, Allah’a itaat etmiş, isyan edip kaçan ise Allah’a isyan etmiş olur.

Kral, insan soyluya dedi ki: Hâkimlerin huzurunda iddialar ancak kanıtlarla doğ­ru olur. Söylediklerin ve iddia ettiklerin ancak açık delille kabul edilir.

İnsan soylu dedi ki: Bizim, iddialarımızın doğruluğunu destekleyen aklî kanıtla­rımız ve felsefî delillerimiz var.

Kral dedi ki: Onlar nelerdir? Bilmemiz için anlat. Dedi ki: Evet, suretimizin gü­zelliği, beden yapımızın düzgünlüğü, boyumuzun dikliği, duyularımızın yetkinliği, ayırt etme (temyiz) kabiliyetimizin inceliği, ruhlarımızın zekiliği ve akıllarımızın üs­tünlüğü, bütün bunlar, bizim efendi, onların bizim kölemiz olduğunu gösterir.

Kral, hayvanların liderine dedi ki: İnsanın söylediklerine ne diyorsunuz?

Dedi ki: Bu insanın dediklerinden hiçbiri iddia ettiklerinin delili değildir.

Kral şöyle dedi: Ayakta dik durma ve düzgün oturma kralların özelliklerinden; beli bükme ve yüz üstü eğilme kölelerin niteliklerinden değil mi?

Lider dedi ki: Ey kral, Allah seni doğruya yöneltsin ve kötü işlerden uzak tutsun, söyleyeceklerimi dinle:

Bil ki Allah -övgüsü yüce olsunonları efendi olduklarına işaret etsin diye bu surette yaratmadı ve yapılarını böyle şekillendirmedi. Aynı şekilde bizi de köle ol­duğumuza işaret etsin diye bu surette yaratmadı ve böyle şekillendirmedi. Fakat o yapının onlara, bu yapının bize uygun olduğunu bildiği ve hikmeti bunu gerektirdiği için [böyle yaptı].

Bölüm

Hayvan Suretlerinin Farklılık Nedeninin Açıklanmasına Dair

Aziz ve Çelil olan Allah, Âdem ve çocuklarını çıplak, yani onları bedenlerinde tüy, derilerinde sıcaktan ve soğuktan koruyacak kıl ve yün olmadan yaratınca, be­sinlerini ağaç meyvelerinden ve elbiselerini yapraklardan yapınca, ağaçlar havaya doğru dik olunca onların meyve ve yapraklarını alabilmeleri için aynı şekilde onla­rın da boyunu dik yaptı. Aynı şekilde bizim besinlerimizi yerin otlarından yapınca bedenlerimizin yapısını da yerin otlarını kolay alabilmemiz için eğik yaptı. Onların zannettikleri gibi değil, işte bundan dolayı onların suretini dik, bizim suretimizi eğik yaptı.

Kral dedi ki: Aziz ve Çelil olan Allah’ın şu sözü hakkında ne dersiniz? “Şüphesiz biz inşam en güzel şekilde yarattık’’™

Lider şöyle dedi: Nebevi kitapların, lafızların zahirinin delalet ettiğinden başka ve ilimde derinleşmiş âlimlerin bildiği tevil ve yorumları vardır. Kral zikir ehline sorsun.

14.    Tin, 95/4.

Kral, cinlerin bilgesine dedi ki: “En güzel şekilde” sözünün anlamı nedir?

Şöyle dedi: Âdem’in yaratıldığı gün yıldızlar yüksek konumlarındaydı, burçların sütunları dik idi, zaman çoğu maddesiyle dengeli idi. Bunlar suretleri kabule hazır haldeydiler. Onun bünyesi en güzel şekilde ve en yetkin biçimde geldi.

Kral şöyle dedi: Bu üstünlük, yücelik ve iftihar olarak yeter!

Bilge dedi ki: Bunların belirtilenden başka bir anlamı daha vardır. Bu, onun şu sözüyle açıklandı: “Seni yarattı, şekillendirdi, ölçülü yaptı ve dilediği biçimde oluşturdu”'[356]. Yani seni ne uzun ince ne de kısa ve yapışık yaptı; bilakis ikisinin ortası olarak [yarattı].

Hayvanların lideri dedi ki: Bizi de böyle yaptı. Ne uzun, ne ince, ne kısa, ne küçük yaptı, bilakis ikisinin ortasında [yaptı]. Bu suret, üstünlük ve yücelikte biz onlarla ortağız.

İnsan, hayvanların liderine şöyle dedi: Mutedil boy, düzgün bünye ve uyumlu suret hani nerenizde? Devenin iri cüsseli, uzun boylu, küçük kulaklı ve kısa kuyruk­lu, filin iri yaratılışh, uzun dişli, geniş kulaklı, küçük gözlü, sığır ve mandanın uzun kulaklı, kahn boynuzlu ve üst köpek dişinden mahrum, koçun koca boynuzlu, bü­yük kuyruklu ve sakalsız, tekenin ise uzun sakallı, kuyruksuz ve avreti açık, tavşanın küçük cüsseli ve büyük kulaklı olduğunu görüyoruz. Bu örneğe kıyasladığımızda hayvanların, yırtıcıların, vahşi hayvanların, kuşların ve sürüngenlerin bünyelerinin düzensiz ve organlarının uyumsuz olduğunu görürüz.

Hayvanların lideri şöyle dedi: Ey insan, ne kadar da yanlış! Sen en iyisinden mah­rum kaldın, en sağlamı sana gizli kaldı. Yaratılanı ayıpladığında yaratıcıyı ayıpladı­ğını anlamadın mı? Bütün bunların Hikmetli Yaratıcının eserleri olduğunu ve onları onlara menfaatleri sağlamak zararları onlardan uzaklaştırmak için bir takım neden­ler, sebepler ve amaçlardan dolayı hikmetiyle yarattığını ve bunu ondan ve ilimde derinleşenlerden başkasının bilmediğini görmez ve bilmez misin?

İnsan dedi ki: Ey lider, eğer hayvanların bilgesi ve hatibi isen bize devenin boy­nunun niçin uzun olduğunu haber ver. Dedi ki: bunun sebebi, yerin otlarına yetişe­cek şekilde ayaklarının uzunluğuyla uyumlu olması, sayesinde yerden kalkmasına yardım etmesi, dudaklarının bedeninin diğer taraflarına ulaşıp onları kaşıması için.

Filin hortumu, boyun uzunluğuna karşılıktır. Kulaklarının büyüklüğü, gözünü ve ağzını tahtakurusu/kene ve sinekten korumak içindir. İçinden fıldişlerinin çıkması sebebiyle ağzı sürekli açık olduğu için dudaklarını birleştiremez. Fildişleri onun için kendisini yırtıcı hayvanlardan koruyan bir silahtır.

Tavşanın kulaklarının büyük olmasının sebebi, kışın ve yazın ona örtü, perde ve elbise olmasıdır. Çünkü derinin inceliği bedene yayılmıştır. Buna göre, Aziz ve Çelil olan Allah’ın her hayvana ihtiyacını dikkate alarak yararı çekecek ve zararı gidere­cek birtakım organ, eklem ve araçlar vermiştir. Hz. Musa şu sözünde bu manaya işaret etmiştir: “Rabbimiz her şeye yaratılışını edip sonra da onu yaratılış amacına yöneltendir”'[357].

Ey insan, suret güzelliğine dair bahsettiğin ve bize karşı övündüğün şeyde id­dia ettiğin gibi sizin efendi, bizim köle olduğumuza delalet eden bir husus yoktur. Suret güzelliği türün erkek ve dişi fertleri nezdinde eğer rağbet edilen bir şeyse bu, onları neslin devamı amacıyla cinsel ilişki, çiftleşme, doğurma ve üremeye teşvik etmek içindir. Siyahlar beyazların güzelliklerine, beyazlar siyahların güzelliklerine, homoseksüeller cariyelerin güzelliklerine ve fahişeler oğlanların güzelliklerine rağ­bet etmediği gibi, biz dişilerimizin güzelliklerine, dişilerimiz de erkeklerimizin gü­zelliklerine rağbet etmez. Ey insan, suret güzellikleri bakımından sizin bize hiçbir üstünlüğünüz yoktur.

Bölüm

Hayvanlardaki Duyuların
Mükemmelliğinin Açıklanmasına Dair

Duyularınızın mükemmelliği ve ayırt etme (temyiz) gücünüzün duyarlılığı hakkın­da anlattıkların ve bize karşı övündüğün şeyler sizin dışınızdaki hayvanlarda olmayıp sadece size mahsus değildir. Çünkü onlar içinde duyusu sizinkinden daha mükemmel ve temyiz gücü sizinkinden daha duyarlı olanlar vardır. Mesela; deve, bacakları ve boy­nunun uzunluğuna ve havada başının yerden yüksekliğine rağmen gece karanlığında engebeli yollarda ve çetin patikalarda sizin lamba, meşale ve mum olmadan göremedi­ğiniz şeyleri ayakları önünde görür. İyi atın gece karanlığında uzaktan gelen kimsenin ayak sesini duyduğunu görürsün. Hatta o, bir düşman veya yırtıcı hayvandan gelecek tehlikeye karşı sakındırmak için ayaklarını hareket ettirmek suretiyle sahibini uyku­dan uyandırır. Yine birçok eşek ve sığır, sahibi kendilerini daha önce hiç gidilmemiş bir yola sürdüğü zaman orayı terk ederler ve kendi alışkın oldukları mekân, barınak ve yerlerine dönerler; kaybolmazlar. Bazen kimi insanların defalarca gittikleri yolda saptıkları ve kayboldukları görülür. Sürüde bazı koyunların bir gecede birçok yavru doğurduklarını, onları yarından itibaren meraya saldıklarını, akşamleyin geldiklerini ve yüzlerce, hatta daha fazla hayvanın zincirden kurtulduklarında her birinin hiç ka­rıştırmadan kendi annelerine gittiklerini görürsün. Onların çocukları da annelerine karşı böyledir. Fakat insan belki üzerinden bir, iki veya daha çok ay geçtiği halde an­nesini kız kardeşinden, babasını erkek kardeşinden ayıramaz. Ey insan, hani nerede belirttiğin ve bize karşı övündüğün o duyu kalitesi ve ayırt etme inceliği?

Belirttiğin akıl üstünlüğünden ise üzerinde hiçbir iz ve alamet görmüyoruz. Çün­kü üstün aklınız olsaydı kendi fiiliniz ve kazanmamız olmayan, bilakis nimetlerin yerlerini bilmeniz ve kendisine isyan değil, şükretmeniz için Allah’ın verdiği lütuf olan bir şeyle bize karşı övünmezdiniz. Akıllılar ancak ortaya koydukları sağlam ürünler, doğru düşünceler, hakiki ilimler, övülen görüşler, adil gelenekler ve dosdoğ­ru yollar ile övünürler. Biz sizin delilsiz iddia ve belgesiz düşmanlık dışında bunların hangisiyle övündüğünüzü görmüyoruz.

Bölüm

Hayvanın İnsanın Yaptığı Zulümden
Şikâyetinin Açıklanmasına Dair

Kral, insana şöyle dedi: Cevabı duydun. Belirttiklerinden başka diyecek bir şeyin var mı?

Dedi ki: Evet, ey kral, bizim efendi, onların köle olduklarını kanıtlamak üzere be­lirttiklerim dışında başka meseleler ve anlatılacak şeyler var. Onları satarız, satın alırız, hastalandıklarında yedirir ve sularız, sıcak ve soğuğa karşı onları giydirerek koruruz, yırtıcı hayvanların parçalamaması için onları savunuruz, hastalandıkları zaman tedavi ederiz, sakatlandıklarında ihtiyaçlarını karşılarız, bilmediklerinde öğretiriz, yorulduk­larında serbest bırakırız ve suç işlediklerinde bağışlarız. Bütün bunlar onlara karşı bir şefkat, merhamet ve sevgi gösterisidir. Bütün bunlar efendilerin köle ve hizmetçileri için yaptıkları işlerdir. Kral, lidere dedi ki: Anlattıklarını işittin; neyin varsa cevapla.

Hayvanların lideri şöyle dedi: “Biz onları satıyoruz ve satın alıyoruz” sözünü ele alalım: Birbirlerine galip geldikleri zaman Farslar Rumlara, Rumlar da Farslara ay­nısını yapıyor. Anlıyor musun, hangisi köle, hangisi efendi? Yine Hintliler Sintlilere, Sindiler de Hintlilere böyle muamele ediyor. Hangisi efendi, hangisi köle? Aynı şe­kilde Habeşliler Nubelilere, Nubeliler de Habeşlilere böyle davranıyorlar. Araplar, Kürtler ve Türkler de birbirlerine aynı şekilde muamele ediyorlar. Hayret! gerçekte hangisi köle, hangisi efendi? Ey adil kral, bunlar, astroloji hükümleri ve bağlar gereği insanlar arasında dönüp duran devletler ve nöbetlerden başka nedir? Nitekim Yüce Allah şöyle ifade etmiştir: “İşte bu günleri(dönemleri) insanlara arasında böyle dön­dürüp dururuz"'[358] “Onları doyuruyoruz, suluyoruz ve giydiriyoruz.” şeklindeki söz­lerine ve bizim için yaptıklarını belirttikleri diğer işlere gelince; bunlar onların bize gösterdikleri şefkat, merhamet, sevgi ve acıma değildir. Aksine onlar bunları, bizim telef olmamız sonucu zarar etmekten ve sütümüzü içme, yün, kıl ve tüylerimizden yaptıkları giysileri giyme, sırtımıza binme ve üzerimizde yük taşıma gibi bizden sağ­ladıkları menfaatleri kaybetmekten korktukları için yaparlar. Belirtildiği gibi şefkat ve merhamet gösterdikleri için değil.

Sonra eşek konuştu ve şöyle dedi: Ey kral, bizi Âdemoğullarının elinde esir, sır­tımıza taş, tuğla, toprak, tahta ve demir gibi yükleri vurulmuş bir halde, altlarında zorlukla ve şiddetli sıkıntıyla yürürken ve çabalarken, yüzümüze ve arkamıza değ­nek ve kırbaçla şiddetli, öfkeli, kızgın ve gürültülü bir şekilde vurulurken görseydin bize acır, arkamızdan ağıt yakar ve bizim için ağlardın. Ey kral, bu insanın iddia ettiği gibi hani nerede bize gösterdikleri şefkat ve acıma?

Sonra öküz konuştu ve şöyle dedi: Ey kral, bizi Âdemoğullarının elinde esir, bo­yunduruk altına alınmış, dolap ve değirmenlere bağlanmış, yüzümüz örtülmüş ve gözlerimiz kapatılmış bir halde ve bizi döverlerken görseydin bize acır, arkamızdan ağıt yakar ve bizim için ağlardın. Pekiyi, öyleyse nerede bize gösterdiklerini iddia ettikleri şefkat, merhamet ve acıma?

Sonra koç konuştu ve şöyle dedi: Ey kral, bizi Âdemoğullarının elinde küçük yav­rularımız olan oğlak ve kuzular alınmak, annelerinden ayrılmak, sütlerimiz sadece kendi çocuklarına tahsis edilmek, yavrularımız elleri ve ayakları bağlı, aç ve susuz, bağırtı ve melemesine acınmaz ve imdat çığlığına kulak verilmez halde mezbahane ve kesim yerlerine götürülmek suretiyle esir bir halde, sonra bizi boğazladıklarını, yüzdüklerini, kasap dükkânlarında karınlarımızın yarıklığım, organlarımızın, kafa­larımızın, işkembelerimizin, bağırsaklarımızın ve karaciğerlerimizin parçalandığını, satırlarla doğrandığını, tencerede pişirildiğini, fırında kızartıldığını seyretmekte ve ağlayıp şikâyetçi olmadan sessizce durmakta iken -kaldı ki şikâyet etsek ve ağlasak bile merhamet edilmezdigörseydin bu insanın iddia ettiği gibi bize hangi merha­metin ve hangi acımanın gösterildiğini [görürdün].

Sonra deve konuştu ve şöyle dedi: Ey kral, bizi Âdemoğullarının elinde esir ve burunlarımıza halka geçirilmiş halde, yularımız hamallarının elinde, istemediğimiz halde sırtımıza yüklerini vurarak çekmekteler iken, hayvanlar kendi vatanlarında olduğu halde, biz gece karanlığında çöl, çorak arazi ve engebeli yollarda ve onların yükleriyle kayalara, taşlara ve çakıllara çarparak yürürken, yanlarımız ve sırtımız hörgücümüzün sürtünmesinden dolayı yaralanmış iken ve biz aç susuz iken görsey­din bize acır, arkamızdan ağıt yakar ve bizim için ağlardın. Ey kral, hani nerede bu insanın bize gösterdiğini iddia ettiği şefkat ve acıma?

Sonra fil konuştu ve şöyle dedi: Ey kral bizi ayaklarımızda zincir, boynumuzda kahn ip Âdemoğullarının elinde esir iken, hoşlanmadığımız ve cüssemizin büyüklüğüne, yaratılışımızın iriliğine, sivri dişlerimizin uzunluğuna ve çok güçlü olmamıza rağmen gidermeye gücümüz yetmediği halde ellerinde demir kancalarla beynimize ve sağı­mıza solumuza vururlarken görseydin bize acır, arkamızdan ağıt yakar ve bizim için ağlardın. Ey kral, hani nerede bu insanın bize gösterdiğini iddia ettiği şefkat ve acıma?

Sonra at konuştu ve şöyle dedi: Ey kral, bizi Âdemoğullarının elinde esir, ağzımıza gem, sırtımıza eğer vurulmuş, karnımıza kemer ve kayış bağlanmış bir halde, zırhlı süvariler sırtımızda tekmelerken ve toz içinde, çıplak, aç ve susuz bize saldırırken, kılıçlar yüzümüzde, oklar boğazımızda, mızraklar göğsümüzde sulara dalar ve kan­lar içinde yüzerken görseydin bize acır, arkamızdan ağıt yakar ve bizim için ağlardın.

Sonra katır konuştu ve şöyle dedi: Ey kral, bizi Âdemoğullarının ellerinde esir, ayaklarımıza zincir, ağzımıza ve damaklarımıza gem, avret yerlerimize kilit vurul­muş, yavrulama arzusundan mahrum edilmiş ve sırtımıza semer konulmuş bir hal­de, üzerinde seyis ve binicilerden oluşan aptal insanlar varken, ellerinde değnek ve kırbaç ile yüzümüze ve arkamıza vururken, bize yapabildikleri en çirkin küfürlerle öfkeli ve kızgın bir şekilde ve aptalca söverken bir görseydin! Hatta onların beyin­sizleri kendi kendilerine, kız kardeşlerine, annelerine ve kızlarına bile söverler. Şöyle derler: Eşeğin ...arağı onu satanın, alanın, sahip olanın ...ötüne girsin! Bütün bunlar gerisin geri onlara döner. Onlar buna daha layıktır.

Ey kral, onların içinde bulundukları alçaklık, cehalet, çirkinlik ve sövgü nitelikleri üzerinde düşünürsen ilginç bir şekilde bu yerilen hallere, çirkin sıfatlara, rezil huyla­ra, kötü işlere, koyu bilgisizliğe, bozuk düşüncelere ve değişik görüşlere ilişkin bilgi­lerinin azlığını; tövbe etmediklerini, düşünmediklerini, peygamberlerinin öğütlerin­den faydalanmadıklarını ve şöyle buyuran Rablerinin tavsiyesine uymadıklarını gö­rürsün: “Affetsinler, hoş görsünler. Siz de Allah’ın sizi bağışlamasını istemez misiniz?’1* Yüce Allah’ın sözü: “Bu sayede sırtlarına kurulup onları her kumanda ettiğiniz zaman da, Rabbinizin nimetini anıp şöyle diyesiniz: ‘Bütün bunları bizim yararımıza bir yasa­ya bağlayan Allah’ın şanı ne yücedir; yoksa bizim gücümüz buna asla yetmezdi”'9.

Katır konuşmasını bitirince deve domuza dönerek şöyle dedi: Kalk ve konuş; do­muzlar topluluğu olarak Âdemoğullarından gördüğünüz zulmü anlat ve merhametli krala şikâyet et. Umulur ki bize acır ve merhamet eder, hepimizi Âdemoğullarının elinden kurtarır. Zira siz de büyükbaş hayvanlar içinde yer alıyorsunuz.

Cinlerden bir bilge şöyle dedi: Hayır, yemin ederim ki domuz büyükbaş hayvan­lardan değil, aksine yırtıcı hayvanlardandır. Onun köpek dişlerinin olduğunu ve leş yediğini görmüyor musun?

Cinlerden bir diğeri şöyle dedi: Bilakis o büyükbaş hayvanlardandır. Onun çatal tırnağının olduğunu, ot ve yem yediğini görmüyor musun? Diğeri dedi ki: Hayır, aksine o, eşek ve devenin bileşimi olan fil ve zürafa gibi yırtıcı hayvanlar, büyükbaş hayvanlar ve evcil hayvanların bileşimidir.

Sonra domuz, deveye şöyle dedi: Vallahi bizim hakkımızda konuşanların aşırı ihtilafından dolayı ne diyeceğimi ve neyi şikâyet edeceğimi bilmiyorum. Ama cin bilgeler onların söylediklerini duydular. İnsanlar ise bizim hakkımızda en çok ihtila­fa ve en uzak düşünce ve görüşe sahipler. Müslümanlar bizim çirkinleştirilmiş ve la­netlenmiş olduğumuzu söylüyorlar, suretimizi çirkin sayıyorlar, ruhlarımıza taham­mül edemiyorlar, etlerimizi pis buluyorlar ve bizi anmayı uğursuz kabul ediyorlar. Rumlar, kurbanlarda etlerimizi yemek için yarışıyorlar ve onunla Allah’a yaklaşmaya çalışıyorlar.[359] Yahudiler ise kendilerine karşı işlediğimiz bir suç ve cinayet olmadığı halde bizden nefret ediyorlar, bize sövüyorlar ve bizi lanetliyorlar. Fakat onlar ile Hıristiyanlar arasında bir düşmanlık vardır.[360] Rumlara ve Ermeniler nezdinde hükmü­müz, sığır ve koyunun başkaları nezdindeki hükmü gibidir. Bedenlerimizin bereket­li, etlerimizin semiz, yavrularımızın çok ve sütlerimizin bol olması nedeniyle bizden hoşlanırlar. Yunanlı tabipler iç yağlarımızla tedavi yaparlar ve onları ilaç ve tedavile­rinde kullanırlar. Binek hayvanlarının seyisleri bizi binek hayvanları ve otlarıyla aynı ortama koyarlar. Çünkü onlara göre bizim karışmamız ve onların kokumuzu kok­lamalarıyla onların hali iyileşir. Ayakkabıcılar ve kunduracılar ise yelelerimizin kılı için birbirleriyle yarışırlar ve çok ihtiyacımız olduğu halde sivri ucumuzu koparmak için acele ederler. Şaşırdık, kime teşekkür edeceğimizi, kimden şikâyetçi olacağımızı ve kimden dolayı hayıflanacağımızı bilmiyoruz.

Domuz konuşmasını bitirince eşek, devenin bacakları arasında durarak tavşana döndü ve şöyle dedi: Kalk ve konuş; tavşanlar topluluğu olarak Âdemoğullarından gördüğünüz zulmü anlat ve merhametli krala şikâyet et. Belki bize acır, hakkımızda düşünür ve hepimizi Âdemoğullarının elinden kurtarır.

Tavşan dedi ki: Biz Âdemoğullarından kaçtık, yurtlarına girmeyi bıraktık, çu­kurlara ve ormanlara sığındık, onların şerrinden kurtulduk; fakat köpeklere, atlara, yırtıcı hayvanlara, onların bize karşı Âdemoğulları için yardımcı olmalarına, bize saldırmalarına, bizim ve sığınmak için dağlarda yaşayan kardeşlerimizden ceylanlar, yaban eşekleri, yaban öküzleri, yaban develeri ve dağ keçilerinin peşine düşmelerine maruz kaldık.

Tavşan sonra şöyle dedi: Köpekler ve yırtıcı hayvanlar, etimizi yemede payları olduğu için bize karşı insanlara yardım etmekte mazurdurlar. Çünkü onlar bizim türümüzden değil, bilakis yırtıcı hayvanlardandırlar. Hâlbuki atlar, evcil hayvanlar topluluğu olarak bizdendirler ve etimizi yemede payları yoktur. Onların bize karşı insanlara yardım etmeleri cehalet, bilgi kıtlığı ve işleri ve hakikatleri iyi öğrenmemişlikten değilse nedendir?

Bölüm

Atların Diğer Evcil Hayvanlar ve
Ötekiler Karşısındaki Üstünlüğüne Dair

İnsan, tavşana dedi ki: Azalt; atı çok kınadın ve kötüledin. Sen onun insanlar ta­rafından kullanılan hayvanların en hayırlısı olduğunu bilseydin böyle konuşmazdın.

Kral, insana şöyle dedi: Bahsettiğin bu iyilik nedir? Anlat bakalım.

Dedi ki: Övülen hasletler, iyi huylar ve ilginç bir hayat tarzı. Suretinin güzelliği, vücut organlarının uyumu, bünyesinin şekli, renginin duruluğu, kıllarının güzelliği, koşmadaki hızı, binicisine itaati, çevirmek istediği şekilde ararken ve kaçarken sağda ve solda, önde ve arkada ona boyun eğmesi, ruhunun zekâsı, duyularının kalitesi ve edeplerinin iyiliği bunlar arasında yer ahr. Hatta binicisi onun üzerinde olduğu sü­rece idrarını yapmaz ve dışkı atmaz; kuyruğunun kılları terlese bile sahibine değme­mesi için kuyruğunu kımıldatmaz. Onda fil kuvveti vardır. Üzerindeki semer, gem, koruyucu zırh ve bin rıtıl[361] ağırlığındaki demir alete rağmen hızh koşarken binicisini miğferi, zırhı ve silahı ile birlikte taşır. Kavgada göğsünden ve boğazından değişik yaralar aldığında, saldırılarda ve arayışta kurdun hücum etmesi gibi hızlı koştuğun­da eşek sabrı vardır. Kedi gibi çahm atarak yürür, kurt gibi koşar adım intikal eder, selin sürüklemesi esnasında kaya taşlarının sürüklenmesi gibi sürüklenir ve rekabet­te arenayı arayan kimse gibi koşmak için acele eder.

Tavşan dedi ki: Evet, ama bütün bu övülen hasletlere ve güzel huylara rağmen onun bu hasletlerin tümünün üstünü örten büyük bir kusuru vardır.

Kral dedi ki: O nedir? Bana anlat!

Şöyle dedi: Cehalet ve hakikat bilgisinin kıtlığı. O, kendisini hiç koşarken görme­diği sahibinin altında evinde doğan ve orada arayış içinde büyüyen sahibin altında koşan bir şey gibi koşar. Düşmanının peşine düşen sahibini taşıdığı gibi sahibinin kendisini arayan düşmanını da taşır. Onun bu hasletlerdeki durumu; ruhu, duyusu, şuuru ve bilgisi olmayan kıhç gibidir. O, kendisini kırmak, bükmek ve işlemez hale getirmek isteyen kimsenin boynunu kestiği gibi, onu bileyen kimsenin boynunu da keser. Şüphesiz o, bu ikisi arasındaki farkı bilmez.

Sonra tavşan şöyle dedi: Bu tür özellikler Âdemoğullarında da vardır. Hatta onlar­dan biri, kendisinden hiçbir iyilik ve ihsan görmediği uzak düşmana yaptığı gibi anne babasına, arkadaşlarına ve akrabalarına bile düşmanca davranabilir, hile yapabilir ve kötülük edebilir. Bu insanlar, annelerinin sütünü içtikleri gibi bu büyükbaş hayvanların sütünü içerler, küçükken babalarının omuzlarına bindikleri gibi evcil/binek hayvanla­rın sırtına binerler, onların yün, tüy ve kıllarından bir süre ev eşyası ve giysi olarak fay­dalanırlar ve en sonunda onları boğazlarlar, yüzerler, karınlarını yararlar, eklemlerini parçalarlar, ateşte pişirmek ve ızgara yapmak suretiyle zevklenirler, onlara acımazlar, kendilerine olan iyiliklerini ve onlardan elde ettikleri nimet ve bereketi hatırlamazlar.

Tavşan, insanları ve atları kınamayı ve kusurlarını ortaya dökmeyi bitirince eşek şöyle dedi:

Aşırı kınama! Yaratılanlar arasında bütün fazilet ve lütuflar kendisine birçoğun­dan mahrum edilmeden verilmiş kimse yoktur. Yine hiç kimse, başkalarına veril­memiş olan bir şey kendisine verilmeden lütuflardan mahrum edilmemiştir. Çünkü Allah’ın nimetleri bir tek kişinin, bir türün veya bir cinsin tamamen sahip olama­yacağı kadar çoktur. Bilakis bunlar yaratılanlara azar azar bölüştürülmüştür. O, ço­ğaltan ve azaltandır. Üzerinde kulluk esareti görünmeden rabhk belirtileri gösteren hiçbir şahıs yoktur. Feleğin iki lambası olan Güneş ve Ay bunun örneğidir. Bu ikisi­ne Allah’tan ışık, azamet, tecelli ve görkem gibi lütuflardan büyük bir pay verilince ve hatta bir topluluk onları içlerindeki rabhk belirtilerini açıklamak üzere iki rab ve ilah zannedince, buna karşılık akıl sahiplerine bunların ilah olmaları halinde tu­tulmayacaklarına dair delil olması için tutulmaktan kaçınmaları yasaklandı. Diğer felek yıldızları da bu hükme tabidir. Onlara parlak ışıklar, dönen felekler ve uzun ömürler verilince üzerlerindeki kulluk alametlerinin görünür olması için yanmak, dönmek ve düşmekten kaçınmaları yasaklandı. Bu hüküm, cinler, insanlar ve melek­lerin dâhil olduğu diğer yaratılanlar için de geçerlidir. Kendisine çok miktarda fazilet ve bol nimet verilen kimse mutlaka daha büyüğü ve daha görkemlisinden mahrum kılınmıştır. Yetkinlik, Bir, Kahhar, Aziz, Gaffar ve Azabı Şiddetli Allah’a aittir. Anlat­tıklarımızdan dolayı şöyle denmiştir:

Yermediğin bir kardeşin devamını istemezsin

Hangi erdemli adam fesat içindedir

Eşek konuşmasını bitirince öküz konuştu ve şöyle dedi: Fakat Yüce Allah’ın ni­metlerinden bol pay alan kimsenin verilenlerin fazlasını mahrumlara ve hiçbir rızkı olmayanlara sadaka şeklinde vererek bunların şükrünü eda etmesi gerekir.

Güneşin kendisine ışıktan çok pay verildiği için ışığını yaratılanlara nasıl yaydı­ğını ve onların başına kakmadığını görmüyor musun? Ay ve yıldızlardan her biri de gücü ölçüsünde böyle yapmaktadır. Bu insanlar da kendilerine diğer hayvanların mahrum olduğu nimetler verildiğinde aynı şekilde onlara sadaka verirler ve başla­rına kakmazlar.

Öküz konuşmasını bitirince evcil hayvanlar ve büyükbaş hayvanlar bağırdılar ve topluca şöyle dediler: Ey adil ve cömert kral, bize acı, elimizden tut ve bizi bu Âdem soylu zalim insanların elinden kurtar!

O zaman kral, cin bilgeleri ve âlimlerinden hazır bulunan bir topluluğa dönerek şöyle dedi: Şu evcil ve büyükbaş hayvanların şikâyetini ve Âdemoğullarına nispetle anlattıkları zulüm, haksızlık, taşkınlık ve acımasızlığı duymuyor musunuz?

Dediler ki: Bütün söylediklerini duyduk. Bu gerçektir, doğrudur ve gece gündüz onlarda gözlemlenmiştir. Bu, akıl sahiplerine gizli kalmaz. Bundan dolayı cinler, in­sanların çirkin eylemlerini, kötü işlerini ve rezil huylarını görünce önlerinden ve arkalarından kırlara, çöllere, sahralara, ıssız yerlere, dağ ve tepe başlarına, vadilere ve deniz sahillerine kaçtılar; Âdemoğullarmın yurtlarına sığınmayı bıraktılar. Bütün bu hasletlere rağmen onlar, suizanlarından, kötü huylarından ve cinler hakkındaki inançlarından kurtulamazlar. Şöyle ki onlar, cinlerin insanlar üzerinde vesveseleri­nin, çarpmalarının, çocukları, kadınları ve cahilleri üzerinde korkutmalarının oldu­ğunu söylerler ve buna inanırlar. Hatta onlar cinlerin şerrinden muska, büyü, tılsım, nazarlık ve benzerlerine sığınırlar. Asla insan öldüren, yaralayan, elbisesini alan, eşyasını çalan, evini delen, cebini söken, yenini kesen, dükkânının kilidini kıran, yolcuyu soyan, sultana isyan eden, saldırıda bulunan veya esir alan bir cin görmedi­ler. Bütün bu hasletler gece gündüz onlarda bulunur, onlardandır, birbirleri içindir. Sonra tövbe etmezler ve zikretmezler.

Konuşmacı sözünü bitirince bir tellal çağırdı: Dikkat ey ileri gelenler, akşam etti­niz; yarın güvenli olarak dönmek için saygın bir şekilde yuvalarınıza dönün!

Bölüm

Görüş Sahiplerine Danışmanın Faydasına Dair

Kral meclisten kalkınca veziri ile biraz baş başa kaldı. O, akıllı, ağırbaşlı, filozof ve bilge bir adamdı. Kral ona dedi ki: Meclisi gördün, bu gelen toplulukların yaptıkları konuşma ve söyledikleri sözleri işittin ve ne için geldiklerini öğrendin. Onlara ne yapmamızı önerirsin? Sence doğru görüş nedir?

Vezir şöyle dedi: Allah, krala yardım etsin, yol göstersin ve doğruya yöneltsin. Bana göre doğru görüş, kralın cinlerin hâkimleri, fakihleri, bilgeleri ve görüş sahip­lerine huzurunda toplanmalarını ve bu konuda kendisiyle istişare etmelerini emret­mesidir. Bu, büyük bir hikâye, önemli bir iş ve uzun bir husumettir. Burada mesele çok zor, görüş ortaktır; istişare sağlam görüş sahiplerinin basiretini artırır ve şaşkın kimseye doğruluk, basiretli ve anlayışlı kimseye bilgi ve kesinlik kazandırır.

Kral dedi ki: Görüşün ne kadar iyi ve söylediğin ne kadar doğru! Kral bundan sonra Cercis ailesine mensup cin hâkimlerinin, Nahidoğullarına mensup fakihlerin[362], bilge Biranoğullarına mensup görüş sahiplerinin, Lokman ailesine mensup bilgelerin, Hamanoğullarına mensup tecrübelilerin, Keyvanoğullarına mensup filo­zofların ve Behramoğullarına mensup kararlı ve azimlilerin getirilmesini emretti. Huzurunda toplandıkları zaman onlarla baş başa kaldı ve şöyle dedi:

Bu toplulukların ülkemize girdiklerini, sahamıza indiklerini öğrendiniz, meclisi­mize geldiklerini gördünüz ve esaret altındaki bu evcil hayvanların sözlerini, çekiş­melerini ve Âdemoğullarını şikâyet ettiklerini işittiniz. Bizden sığınma talep ettiler, himayemize girmek istediler ve yiyeceğimizle kutsallaştılar. Ne düşünüyorsunuz ve onlara ne yapmamızı öneriyorsunuz?

Nahidoğullarına mensup fakihlerin reisi şöyle dedi: Allah, kudretiyle kralın elini genişletsin ve onu doğruya muvaffak etsin! Benim görüşüm, kralın bu evcil hayvan­lara, hikâyelerini yazmalarını, orada Âdemoğullarından gördükleri zulmü anlatma­larını ve bu konuda fakihlerin fetvalarını almalarını emretmesidir. Bunda onlar için bir özgürlük ve zulümden kurtuluş vardır. Hâkim onlar hakkında ya satış ya hürriyet ya hafifletme veya onlara iyilik yapılmasına hükmedecektir. Âdemoğulları eğer hük­mü yerine getirmez ve bu evcil hayvanlar onlardan kaçarlarsa hiçbir sorumlulukları yoktur.

Kral, topluluğa dedi ki: Onun dediği ve belirttiği hususta ne düşünüyorsunuz?

Dediler ki: Doğru ve uygundur. Sonra Behram ailesine mensup kararsız biri işaret etti ve şöyle dedi: Düşündünüz mü, bu evcil hayvanlar satılmak isterler ve Âdemoğulları da bunu kabul ederse fiyatlarını kim ödeyecek?

Fakih dedi ki: Kral.

Dedi ki: Nereden?

Şöyle dedi: Müslüman cinlerin hâzinesinden.

Görüş sahibi dedi ki: Hâzinede bu evcil hayvanların fiyatlarına yetecek kadar [para] yok. Bir diğer husus, Âdemoğullarının çoğu, onlara çok muhtaç olmaları ve kralların, ileri gelenlerin ve zenginlerin onlardan gelecek paraya ihtiyaç duymamaları sebebiyle onların satılmasını istemezler. Bu iş bitmemiştir; boşuna kafanızı yormayın.

Kral dedi ki: Sence doğru görüş nedir? Bize söyle.

Şöyle dedi: Bana göre doğru olan, kralın, Âdemoğullarının esaretinde olan bu evcil hayvanların ve büyükbaş hayvanların görüş birliğine varıp yaban eşekleri, cey­lanlar, vahşi hayvanlar ve yırtıcıların yaptığı gibi bir gece topluca kaçmalarını ve Âdemoğullarının ülkesinden uzaklaşmalarını emretmesidir, Âdemoğulları sabahla­dıklarında bindikleri ve yük taşıdıkları şeyleri bulamayınca mesafenin uzunluğu ve yolun zahmeti sebebiyle onları aramaktan kaçınırlar. Bu, onlar için Âdemoğullarının zulmünden kurtuluş ve özgürlük olur. Kral bu görüşe karar verdi ve sonra hazır bu­lunanlara şöyle dedi: Onun dediği ve işaret ettiği konuda ne düşünüyorsunuz?

Lokmanoğullarına mensup bilgelerin reisi şöyle dedi: Bana göre bu bitmemiş bir iştir, kendinizi yormayın. Bu, maksada uzaktır. Çünkü evcil hayvanlar gece ancak bağh ve zincirli olurlar; kapılar üzerlerine kapanır. Onlar için bir gecede kaçış nasıl gerçekleşir?

Kararlı kişi dedi ki: Kral bu gece cin kabilelerini onlara kapıları açmaları, bağları ve zincirleri çözmeleri ve evcil hayvanlar uzaklaşıncaya kadar bekçileri oyalamaları için gönderir. Ey kral, bil ki bunda senin için büyük bir mükâfat vardır. Ben bana ula­şan rahmet sebebiyle sana açıkça nasihat ettim. Yüce Allah, kralın iyi niyetli ve doğru kararlı olduğunu bilince ona yardım eder ve mazlumlara yardım etmek ve kederlileri kurtarmak suretiyle nimetine şükredince onu destekler. Peygamberlerin -kendileri­ne selam olsunbazı kitaplarında şöyle yazılıdır: Aziz ve Çelil olan Allah diyor ki: Ey kral, ben seni mal biriktiresin, faydalanasın ve şehvet ve zevklerle meşgul olasın diye yönetici yapmadım. Fakat sen mazlumun duasını benden uzaklaştırıyorsun. Ben, kâfirden bile gelse onu geri çevirmem.

Kral, görüş sahibinin işaret ettiği şeye karar verdi, sonra çevresinde bulunanlara şöyle dedi: Dediği hakkında ne düşünüyorsunuz? Dediler ki: Açıkça nasihat etti ve çok çaba harcadı.

Keyvan ailesine mensup bir bilge dışında hepsi onun görüşünü tasdik etti. O şöy­le dedi: Ey kral, Allah sana işlerin içyüzünü göstersin ve sebeplerin ve zamanların problemlerine karşı gözünü açsın. Bu sebeplerde ve işte kötü akıbetinden emin olun­mayan ve kaçanı ve elden çıkanı ıslah ile telafi edilmeyen önemli bir terslik vardır.

Kral dedi ki: Ey bilge, bize görüşün, korkulması ve sakınılması gereken şeyin ne olduğunu öğrettin. Bize nasıl ilim ve basiret üzere olacağımızı anlat.

Şöyle dedi: Evet, ey kral, bu evcil hayvanların Âdemoğullarının elinden kurtuluşu ve kaçışıyla ilgili olarak sana gösterilen iş gerçekleşirse, Âdemoğulları yarın sabah kalkıp bu evcil hayvanların firar etmesi ve yurtlarından kaçışıyla ilgili büyük olayı görünce bunun ne evcil hayvanların işi ne de insanların tasarrufu olduğunu kesin­likle bilmezler mi, daha doğrusu bunun cinlere ait bir iş ve hile olduğundan şüphe etmezler mi?

Kral dedi ki: Şüphesiz.

O şöyle dedi: Değil mi ki bundan sonra Âdemoğulları kaybettikleri göz kamaştı­rıcı menfaat ve imkânlar hakkında her düşündükçe, kaybettiklerinden dolayı hüzün, öfke, keder ve hayıflanma ile dolarlar; Âdemoğullarına karşı kin ve düşmanlık bes­lerler ve onlar aleyhine hile ve tuzaklar kurarlar. Her yerde onları ararlar, her gözetle­me kulesinde onları gözetlerler. Böylece cinler o zaman daha önce uzak oldukları bir telaş, düşmanlık ve korku içine düşerler. Bilgeler dediler ki: Akıllı ve düşünen kimse, düşmanların arasını iyileştirir, kendisine düşmanlık çekmez, yararları başkasına çe­ker ve kendisine zarar vermez.

Topluluk dedi ki: Filozof ve erdemli bilge doğru söyledi.

Sonra bilgelerden biri şöyle dedi. İnsanların hangi düşmanlığından korkulmakta ve sakınılmaktadır? Hâlbuki onlara kötülük yapma imkânları vardır. Cinlerin ateş­ten yaratılmış, doğal olarak yukarı hareket eden hafif ruhlar; Âdemoğullarının ise yere ait ve doğal olarak aşağı doğru hareket eden ağır bedenler olduğunu bildin. Biz onları görürüz, onlar bizi görmezler. Biz onların arasında gezeriz, onlar bizi fark etmezler. Onlar bize dokunamadıkları halde biz onları kuşatırız. Ey bilge, onların bizim korkacağımız nesi olabilir ki?

Bilge ona şöyle dedi: Heyhat, onların kemikleri sana görünmez, bedenleri sana gizli kalır. Ama Âdemoğulları, ağır yersel bedenleri olsa da bilirler. Onları felekî ruhlan ve düşünen melekî nefisleri vardır. Onun sayesinde sizden üstün ve ayrıcalıklı olurlar. Biliniz ki sizin için ilk asırların geçmiş haberlerinde ibret ve örnek; geçmiş zamanlarda insanlarla cinler arasında meydana gelen olaylarda açık bir delil vardır.

Kral dedi ki: Ey bilge, bize nasıl olduğunu haber ver, cereyan eden olumsuzlukları ve nasıl gerçekleştiğini anlat.

Bölüm

Cinler ile İnsanlar Arasındaki Düşmanlığın Açıklaması ve
Keyfiyetine Dair

Bilge şöyle dedi: Evet, insanlar ile cinler arasında açıklaması uzun sürecek doğal bir düşmanlık, cahiliye asabiyeti ve uyuşmaz yapılar vardır.

Kral dedi ki: Onlardan birini anlat; birincisinden başla.

Bilge şöyle dedi: Bil ki cinler, eski günlerde ve insanların atası Hz. Âdem’den ön­ceki zamanlarda yeryüzünün sakinleri ve yaşayanları idiler. Karasıyla, deniziyle ve ovasıyla dağıyla yeryüzünü kaplamışlardı. Ömürleri uzadı ve ellerindeki nimet arttı. Krallık, peygamberlik, din ve şeriat onlarda idi. Azdılar, taşkınlık ettiler, peygamber­lerinin tavsiyesini terk ettiler ve yeryüzünde bozgunculuğu artırdılar. Bu yüzden yer­yüzü ve üzerindekiler onların zulmünden dolayı feryat ettiler. Dönem bitip Kuran yeniden başlayınca Yüce Allah, gökten inen bir melek ordusu gönderdi. Yeryüzüne yerleştiler ve cinleri mağlup bir şekilde yeryüzünün uçlarına kovdular. Onlardan çok sayıda esir aldılar. Esir almanlar arasında Âdem’in firavunu İblis Azazil de vardı. O zaman o idrak etmeyen bir küçük çocuk idi. Melekler ile birlikte büyüyünce onların ilminden öğrendi ve görünüş itibariyle onlara benzedi. Onların geleneklerinden ve cevherinden farklı bir gelenek ve cevher edindi. Günler ilerleyince zamanla onların içinde emreden, yasaklayan ve boyun eğilen bir başkan oldu. Yine dönem bitip Kur an yeniden başlayınca Allah yeryüzünde bulunan o meleklere vahyetti ve şöyle dedi: Ben yeryüzünde sizden başka bir halife yaratacak ve sizi göğe yükselteceğim. Yeryüzündeki melekler, alıştıkları vatandan ayrılmaktan hoşlanmadılar. Yönelttikleri cevapta şöyle dediler: Biz seni hamd ile tespih ve takdis edip dururken orada cinlerin yaptığı gibi bozgunculuk yapacak ve kan dökecek kimseler mi yaratacaksın? Dedi ki: Ben sizin bilmediklerinizi biliyorum. Ben kendi kendime yeryüzünde ne meleklerden, ne insanlardan ne de diğer hayvanlardan hiçbir kimseyi bırakmayacağıma söz verdim. Bu yeminin bir sırrı vardır ve biz onu başka bir yerde açıkladık. Yüce Allah, Âdemi yarattığı, onu tesviye ettiği, ona ruhundan üflediği ve eşi Havva’yı yarattığı zaman yeryüzündeki meleklere ona itaat etmelerini emretti. Azazil dışındakilerin hepsi o ikisine boyun eğdiler. O, liderliğinin ortadan kalktığını ve itaat edilmenin ardından itaat etmeye ve yöneticilikten sonra yönetilmeye muhtaç olduğunu görünce tenez­zül etmedi ve büyüklendi; onu cahiliye tutuculuğu ve kıskançlık yakaladı. [Allah] o meleklere Hz. Âdem’in huzuruna çıkmalarını ve onu cennete sokmalarını emretti. Orası doğuda hiçbir beşerin çıkamayacağı Yakut dağının başında toprağı güzel, yaz kış ve gece gündüz havası ılık, bol ırmaklı, yeşil ağaçlı ve çeşit çeşit meyveleri, ürün­leri, bağları, reyhanları, nehirleri ve çiçekleri olan, eziyetsiz hayvanları ve güzel sesli, nağmeli ve leziz etli kuşları bulunan bir bahçedir. Âdem ve Havva’nın başında cariye ve bekârlarda olduğundan daha güzel ve ayaklarına kadar uzanan ve avretlerini örten uzun ve sarkık bir saç vardı. Bu, onlar için elbise, örtü, süs ve güzellik idi. Onlar be­denleri yorulmadan, ruhları sıkılmadan, sürme, tohum saçma, ekme, sulama, biçme, dövme, öğütme, pişirme, eğirme, dokuma, dikme ve yıkama zahmetine katlanmadan ırmak kenarlarında yürüyorlar, fesleğen ve çiçekleri kokluyorlar, ağaçların meyvele­rinden yiyorlar ve ırmakların suyundan içiyorlardı. Bugün ise onların çocukları bu dünyada geçim sebeplerinin mutsuzluğuna maruz kalmışlardır. Onların bu cennet­teki durumu, orada başıboş, rahat ve zevklenen hayvanların durumu gibidir. San­ki Yüce Allah, Âdeme bu ağaçların, meyvelerin, fesleğenlerin ve buradaki oradaki hayvanların isimlerini ilham etmiştir. Âdem konuşmaya başlayınca onlara bunların adlarını sordu; fakat onların verecek cevapları yoktu. O zaman Âdem onlara bunların isimlerini, yararlarını ve zararlarını öğreten bir öğretmen oluverdi. Melekler, onun kendilerinden üstün olduğunu anlayınca emir ve yasağına boyun eğdiler.

Azazil bunu öğrenince kini ve kıskançlığı arttı, onlara hile, pusu ve tuzak kur­du, kurnazlık etti ve onları kandırdı. Sonra onlara bir nasihatçi gibi geldi ve şöyle dedi: Rabbiniz sizi açık konuşma ve anlatım nimetiyle üstün kıldı. Eğer şu ağaçtan yerseniz ilminiz ve kesin bilginiz artar ve burada ebediyen güven için kalırsınız ve ölmezsiniz. Ben sizin için nasihatçiyim dediği için onun sözüne kandılar. Onları hırs bürüdü, yarışa girdiler ve yasaklanan şeyi yediler.

Ondan yiyince şuurları kayboldu, avretleri açıldı, çırılçıplak kaldılar ve onlara Güneş değince bedenleri karardı ve yüz renkleri değişti. Hayvanlar onların halini görünce onları tanımadılar, onlardan nefret ettiler ve kötü hallerinden dolayı tiksin­diler. Yüce Allah, meleklere, onları oradan çıkarmalarını emretti; bunlar da onları dağın aşağısına attılar. Bitki ve meyvesi olmayan çorak bir toprağa düştüler ve orada ağlayarak, kaybettiklerine üzülerek, hayıflanarak ve yaptıklarına pişman olarak uzun bir süre kaldılar.

Sonra Yüce Allah’ın rahmeti imdatlarına yetişti, Allah tövbelerini kabul etti ve sonra onlara öğreten sürmeyi, ekmeyi, biçmeyi, dövmeyi, öğütmeyi, pişirmeyi, eğir­meyi, dikmeyi ve elbise giymeyi öğretti, bir melek gönderdi.

Sonra üreyince ve soyları artınca cinlerin çocukları onlara karıştı ve onlara sa­natları, ekmeyi, dikmeyi, bina yapmayı, yararlıyı ve zararlıyı öğrettiler, onlara ar­kadaşlık ettiler, sevimli davrandılar ve bir süre onlarla iyi ilişkiler kurdular. Fakat Âdemoğulları, Azazil’in atalarına yaptığı hile ve düşmanlığı hatırladıkça kalpleri cinlere karşı kin ve öfkeyle doldu. Kabil Habil’i öldürünce Habil’in çocukları bunu cinlerin öğrettiğine inandılar. Kin ve düşmanlıkları daha çok arttı; onları her yerde aradılar ve onlara sihir, büyü, kehanet, tütsü, petrol ve kibrit buharı, testilere hapset­me ve kendilerinden nefret edilen ve amaçları dağınık durumdaki cinlerin çocuk­larına acı veren çeşitli duman ve buharlarla eziyet etme gibi yollarla tuzak kurdular. Bu, Allah’ın Peygamber Hz. îdris’i göndermesine kadar onların âdeti idi. Filozofların dilinde ona Hermes denir. O, din, şeriat, İslam ve “millet” vasıtasıyla cinler ile Hz. Âdem’in çocuklarının arasını düzeltti. Böylece cinler, Âdemoğullarının ülkesine geri döndüler, onlarla karıştılar ve orada onlarla birlikte tufan zamanına, ondan sonra da İbrahim zamanına kadar iyi bir şekilde yaşadılar. O ateşe atılınca Âdemoğulları mancınığı zalim Nemrut’a cinlerin öğrettiğini düşündüler. Yusuf’un kardeşleri onu kuyuya atınca bunu cinlerin çocuklarından olan Şeytana nispet ettiler.

Allah Hz. Musa’yı elçi olarak gönderince cinlerle îsrailoğullarının arasını din ve şeriat ile düzeltti. Cinlerin çoğu Hz. Musa’nın dinine girdi.

Davut oğlu Süleyman’ın -kendilerine selam olsundevri gelince, Allah onun kral­lığını övünce, cinleri ve şeytanları onun hizmetine verince ve Hz. Süleyman dünya krallarına üstün gelince cinler, bunun kendilerinin Süleyman’a yardım etmeleriyle ger­çekleştiğini ileri sürerek insanlara karşı övündüler. Dediler ki: Eğer cinler Süleyman’a yardım etmeselerdi onun durumu da Âdemoğulları krallarından herhangi birisinin durumu gibi olurdu. Cinler insanlara gaybı bildikleri zannını verirler. Hz. Süleyman ölünce ve cinler alçaltıcı bir azaba maruz kalınca onun öldüğünü fark etmediler. Böylece anlaşıldı ki eğer cinler gaybı bilseydi alçaltıcı azap içinde kalmazlardı. Aynı şekilde Hüdhüd, Belkıs’la ilgili bir haber getirince ve Hz. Süleyman cin ve insanların ileri ge­lenlerine “Hanginiz bana onun tahtını getirir?” deyince cinler böbürlendi ve cinlerden olan ve Keyvan ailesine mensup bulunan Iztar bin Mayan adh İfrit şöyle dedi: Ben onu sana sen henüz makamından, yani hikmet meclisinden kalkmadan getiririm. Süley­man dedi ki: Bundan daha hızlısını istiyorum. Kitap bilgisine sahip olan kişi şöyle dedi: Ben onu sana göz açıp kapayıncaya kadar getiririm. O, Asaf bin Berhıya’dır.

Onu yanında görünce Hz. Süleyman hemen Allah için secdeye kapandı. Böylece insanların cinlerden üstün oldukları anlaşıldı. Toplantı bitti ve cinler oradaki top­lantıdan utangaç ve başlarını öne eğerek ayrıldılar. İnsan kalabalıkları onların izinde dağılıyorlar ve alay ederek onların izini takip ediyorlar.

Bahsettiklerim meydana gelince bir cin topluluğu Süleyman’dan kaçtı, onlardan biri ona karşı ayaklandı. Hz. Süleyman ordusunu onları aramak için gönderdi ve bunlara onları büyü, sihir, kelime ve inmiş ayetlerle nasıl yakalayacaklarını ve keha­netle nasıl hesaba katacaklarını öğretti. Bu konuda ölümünden sonra hâzinesinde bulunan bir kitap meydana getirdi. Hz. Süleyman ölünceye kadar despot cinleri ağır işlerde çalıştırdı.

Sonra Hz. Mesih elçi olarak gönderilince cin ve insanlardan oluşan halkı Yüce Aziz ve Çelil olan Allah’a çağırdı, onları onunla buluşmaya teşvik etti, onlara hidayet yolunu anlattı ve göklerin melekutuna (ruhlar ve meleklerin alemi) nasıl yüksele­ceklerini öğretti. Böylece bazı cin toplulukları onun dinine girdiler, rahip hayatı ya­şadılar, oraya yükseldiler, Mele-i Ala’dan (meleklerden oluşan yüce meclis) haberler dinlediler ve kâhinlere ilettiler.

Allah, Hz. Muhammed’i -Allah kendisine ve ailesine salat etsinelçi olarak gön­derince gizlice dinlemeleri engellendi. Şöyle dediler: Bununla yeryüzündekilere kö­tülük mü murat edildi, yoksa Rableri onlar için iyilik mi istedi, bilmiyoruz. Bazı cin kabileleri onun dinine girdiler ve iyi Müslüman oldular. Cinlerle Âdemoğullarının çocuklarından olan Müslümanlar arasındaki ilişki günümüze kadar düzeldi.

Sonra bilge şöyle dedi: Ey cin topluluğu! Onlara karşı koymayın, aranızdaki ilişki­yi bozmayın, durağan kinleri harekete geçirmeyin, gizli nefretleri ve tabiat ve fıtrata yerleşmiş eski nefret ve düşmanlıkları kışkırtmayın. Onlar, taşlardaki üstü küllen­miş ve sürtünmeyle ortaya çıkacak, kibritle tutuşacak ve evleri, çarşıları yakacak ateş gibidir. Kötülerin zaferinden, günahkârların devletinden, utanç ve yok olmaktan Allaha sığınırız.

Kral ve cemaat bu ilginç hikâyeyi işitince duyduklarını düşünerek başlarını ön­lerine eğdiler. Sonra Kral, bilgeye şöyle dedi: Sana göre bize gelen ve bizden yardım isteyen bu topluluklar hakkında doğru görüş nedir ve onları ülkemizden doğru hük­me razı olarak nasıl gönderebiliriz?

Bilge dedi ki: Dikkatli düşünmeden, düşünce ve fikirle ağırbaşlı davranmadan ve eski konuları göz önünde bulundurmadan doğru görüş ortaya çıkmaz. Bana göre görüş, kralın yarın düşünce meclisinde oturması, basımları getirip yöneldiği kim­seler hakkındaki hükmün açıklığa kavuşması için onlardan ileri sürdükleri delil ve açıklamayı dinlemesi, ondan sonra görüşü uygulamasıdır.

Karar sahibi dedi ki: Bir düşünsenize, eğer bu evcil hayvanlar açık konuşma ve anlatım kusurları nedeniyle hitapta insanlara karşı koymayı başaramazlarsa ve in­sanlar dillerinin keskinliği ve anlatım ve fesahatlerinin üstünlüğüyle onlara baskın gelirlerse, bu evcil hayvanların onların ellerinde sürekli kötü eziyet edilmek üzere esir kalacaklarını düşünüyor musun?

Şöyle dedi: Hayır, fakat bu evcil hayvanlar, Kur anın devri bitip yeni bir yaratılış başlayıncaya kadar esaret ve kölelik altında kalırlar. Allah, İsrail ailesini Firavunun eziyetinden, Davut ailesini Buhtunnasr’ın eziyetinden, Himyer ailesini Tubba ailesi­nin eziyetinden, Sasan ailesini Yunanın eziyetinden ve îmran ailesini Erdeşir’in ezi­yetinden kurtardığı gibi onları rahatlatır ve kurtarır. Bu dünyanın günleri, halk ara­sında Allah’ın izniyle el değiştiren bir devlettir. Onun ilmi ve iradesinin icrası, asır ve dönemlerin hükümlerinin gereklerini bin (1000) yılda bir defa, on iki bin (12.000) yılda bir defa, otuz altı bin (36.000) yılda bir defa, üç yüz altmış bin (360.000) yılda bir defa veya elli bin (50.000) yıla bedel olan bir günde bir defa geride bıraktı. Bütün bunları bil.

Bölüm

Halkın Kralların Sırlarını Çıkarma Şeklinin Açıklamasına Dair

Diyoruz ki: Bil ki kral o gün veziriyle baş başa kalınca insanlar topluluğu onların meclisinde toplandı. Çeşitli şehirlerden gelmiş yetmiş kişiydiler. Tahmin yürütmeye başladılar. Onlardan biri dedi ki: Bugün bizimle kölelerimiz arasında cereyan eden uzun konuşmayı gördünüz ve duydunuz. Yargılama sonuçlanmadı. Bu konuda kra­lın görüşünün ne olduğu düşünülüyor?

Dediler ki: Bilmiyoruz. Fakat kralın bundan dolayı kızgın ve kalbinin meşgul ol­duğunu ve yarın aramızda hükmetmek için oturmayacağını sanıyoruz.

Diğeri şöyle dedi: Fakat ben onun yarın veziri ile baş başa kalacağını ve bu konu­da onunla istişare edeceğini zannediyorum.

Öteki dedi ki: Bilakis yarın fakihleri ve filozofları toplayıp hakkımızda onlarla istişare edecektir.

Bir diğeri şöyle dedi: Bizim hakkımızda önerecekleri kararın ne olduğu düşü­nülüyor? Ben kralın bizim hakkımızda olumlu kanaat sahibi olduğunu sanıyorum; ama vezirin muhtemelen aleyhimize yöneleceğinden ve bize haksızlık edeceğinden korkuyorum.

Öbürü dedi ki: Vezirin işi kolay. Ona bazı hediyeler götürürüz, böylece yumuşak davranır ve kanaati iyileşir.

Bir başkası şöyle dedi: Fakat ben başka bir şeyden korkuyorum.

Dediler ki: O nedir?

Şöyle dedi: Filozofların ve fakihlerin fetvaları ve yöneticinin hükmü.

Dediler ki: Onların işi de kolay. Onlara biraz hediye ve rüşvet veririz. Dolayısıyla hakkımızdaki kanaatleri olumlu olur, bizim lehimize fıkhi hileler aralar ve hüküm­lerin değişmesini dikkate almazlar. Fakat başımızın belası ve korktuğumuz kimse karar/azimet sahibidir. Görüş, doğru ve katılığın sahibi, kimseye aldırış etmeyen katı ve yüzsüz bir kimsedir. Eğer ona danışırsa bize karşı kölelerimize yardım etmesini önerir ve onları elimizden nasıl alacağını öğretir.

Diğeri şöyle dedi: Mesele belirttiğin gibidir. Fakat kral eğer filozoflara ve bilgelere danışırsa onlar onun görüşüne karşı çıkarlar. Filozoflar toplanıp meseleler hakkın­da düşündüklerinde her birinin aklına görüşün diğerinin aklına gelenden farklı bir yönü gelir. Önerdikleri görüş üzerinde ihtilafa düşerler, neredeyse aynı görüş üzerin­de ittifak edemezler.

Bir diğeri şöyle dedi: Kralın bu konuda kadılar ve fakihlerle istişare etmesi halin­de bizim aleyhimize neyi önereceğini düşündünüz mü?

Öteki şöyle dedi: Fakihlerin fetvaları ve kadıların hükmü şu üç kararın dışında olmaz: Ya elimizden kurtulup özgürleşmeleri, ya satılıp paralarının alınması ya da yüklerinin hafifletilmesi ve onlara iyi davranılması. Şeriatın hükmünde ve dinin hü­kümleri arasında bunlardan başkası yoktur.

Öbürü dedi ki: Düşünsenize, kral bizim hakkımızda vezire danışırsa neyi önerir? Vay başımıza gelene!

Onlardan biri dedi ki: Bu grupların sahamıza indiklerini, bizden himaye ve sığın­ma talep ettiklerini, onların mazlum olduklarını, mazluma yardım etmenin krallara Allah’ın yeryüzündeki halifeleri olmaları ve Allah’ın nimetlerine şükür olarak ve ya­rın hesaba çekilmekten korkarak aralarında adalet ve insafla hükmetmeleri, zayıf­lara yardım etmeleri, musibete uğrayanlara merhamet etmeleri, zalimlere egemen olmaları, halkı şeriat hükümlerine teşvik etmeleri, aralarında hak ile hükmetmeleri için onları kulları ve ülkeleri üzerine hükümdar yapması sebebiyle vacip olduğunu söyleyeceğini zannediyorum.

Bir diğeri şöyle dedi: Düşünsenize, kral, kadıya aramızda hüküm vermesini em­rederse o bu üç hükümden biriyle hükmedecektir. Ne dersiniz, ne yaparsınız?

Dediler ki: Bizim ne kralın ne de kadının hükmünden çıkmamıza imkân yoktur. Çünkü kadılar peygamberlerin halifeleri, kral da dinin koruyucusudur.

Öteki şöyle dedi: Düşünsenize, kadı onların serbest bırakılmasına ve yollarının açılmasına hükmederse ne yaparsınız?

İçlerinden biri dedi ki: Onların bizim kölelerimiz ve hizmetçilerimiz olduğunu, onları babalarımızdan ve dedelerimizden miras yoluyla devraldığımızı söyleriz. Biz dilediğimizi yapmakta muhayyeriz.

Dediler ki: Ya kadı: “Haydi bunların sizin köleniz olduğuna ve atalarınızdan size miras kaldığına dair anlaşmanızı, kontratınızı, sözleşmenizi ve kanıtlarınızı getirin” derse?

Şöyle dediler: Komşularımızı ve ülkemizin adillerini delil olarak getiririz.

Dedi ki: Eğer kadı, “Bu evcil hayvanların onların köleleri olduğu iddiasında in­sanların birbirlerine şahitliklerini kabul etmem; çünkü onların hepsi bunların ba­sımlarıdır. Hasmın şehadeti din hükümlerinde kabul edilmez.” veya “Hani nerede belgeleriniz, kontratlarınız ve sözleşmeleriniz, doğru söylüyorsanız onları getirin.” derse, o zaman ne deriz ve ne yaparız?

Abbasî dışında topluluğun bu konuda verecek cevabı yoktu. O şöyle dedi: Bizim sözleşme, belge ve kontratımızın olduğunu; ama tufan zamanında battığını söyleriz.

Dediler ki: Eğer kadı, “Onların sizin köleleriniz olduklarına dair ağır bir yemin edin.” derse?

O şöyle dedi: Yemin etmek reddedenlere, açıklamak iddia sahiplerine düşer. Biz iddia sahipleriyiz; bizden yemin etmemiz istenemez.

Dedi ki: Eğer kadı, bu hayvanlardan kendilerinin sizin köleleriniz olmadıklarına dair yemin etmelerini isterse ne yaparsınız?

İçlerinden biri şöyle dedi: Onların ettikleri yemini bozduklarını ve onların bizim kölelerimiz olduklarını ispatlayan aklî delillerimiz ve zorunlu burhanlarımız oldu­ğunu söyleriz.

O dedi ki: Düşündünüz mü, kadı onların satılmasına ve paralarının alınmasına hükmederse ne dersiniz, ne yaparsınız?

Şehirliler şöyle dediler: Onları satarız, paralarını alırız ve ondan faydalanırız.

Arapların, Kürtlerin ve Türklerin bedevileri dediler ki: Eğer bunu yaparsak valla­hi helak olduk. Allah yardımcımız olsun. Bunu kendinize anlatmayın.

Şehirliler, “Niçin böyle?” dediler.

Dediler ki: Çünkü biz bunu yaparsak içecek sütten, yiyecek etten, yün elbiseden, tüylü örtüden, kıl mamulü ev eşyasından, ayakkabıdan, terlikten, sergiden, kırbadan, örtüden, keçeden ve tabureden mahrum kalırız. Çıplak, yalınayak, mutsuz ve berbat bir halde kalırız. Ölüm bizim için hayattan daha hayırlıdır. Bize dokunan musibetin benzeri şehirlilere de dokunur. Onları serbest bırakmayın, satmayın ve bu sözü ken­dinize anlatmayın. Aksine onlara iyi davranılmak, onların yükü azaltılmalı ve onlara nezaket, sevgi ve merhamet gösterilmeli. Onlar da sizin gibi etten, kandan oluşmak­ta, hissetmekte ve acı duymakta. Sizin Allah nezdinde onları hizmetinize verdiğinde mükâfatlandıracağı bir geçmişiniz; onların da yine Allah nezdinde cezalandıracağı bir cinayet ve suçu yoktur. Fakat Allah dilediğini yapar ve istediği hükmü verir. Onun hükmünü geri çevirecek, kararını değiştirecek, yönetiminde onunla mücadele edecek ve bildiğine karşı çıkacak kimse yoktur. Ben bu sözümü söylüyorum. Yüce Allah’tan kendim ve sizler için bağışlanma diliyorum. O bağışlayan ve merhamet edendir.

Bölüm

Kral ayağa kalkıp gelen topluluklar ayrılınca evcil hayvanlar toplandılar. Fısıldaşarak ayrıldılar. Onlardan biri şöyle dedi: Bizimle basımlarımız arasında cereyan eden konuşma ve çekişmeyi duydunuz. Herhangi bir karara varılmadı. Sizce görüş nedir?

İçlerinden biri şöyle dedi: Yarın döneriz, şikâyet ederiz, ağlarız, hayıflanırız; umulur ki kral hepimizi serbest bırakır. Bugün bize karşı merhametli davrandı. Fa­kat kralların ve yöneticilerin basımlar arasında basımlardan biri aleyhine açık, belir­gin ve adil delille hüküm yöneltilmeden hükmetmek şeklinde doğru görüşü olmaz. Delil, açık konuşma, anlatım ve keskin dil olmadan doğru olmaz. Yöneticilerin yö­neticisi Resulüllah Muhammed -Allah kendisine ve ailesine salat etsinşöyle diyor: “Siz bana davalarınızı getiriyorsunuz. Belki bazınız delilini bazınızdan daha açık ifade ediyor ve ben onun lehine hüküm veriyor. Kime kardeşinin hakkını verdiysem ondan bir şey almasın. Ben onun için ancak bir ateş parçası keserim”

Biliniz ki insanlar bizden daha açık konuşurlar ve daha iyi anlatırlar. Ben sizin için yarın tartışma ve münazara esnasında onların lehine, bizim aleyhimize hükmet­mesinden korkuyorum. Size göre doğru görüş nedir, söyleyin. Toplulukta her fert düşündüğünde aklına doğru veya yanlış bir fikir gelir.

İçlerinden biri dedi ki: Bana göre doğru görüş, diğer hayvan türlerine elçiler gön­dermek, bu haberi iletmek ve önümüzdeki mesele hakkında bize yardım etmek üzere liderlerini ve hatiplerini göndermelerini istemektir. Her türün diğerine göre temyiz, doğru görüş, açık konuşma, anlatım, düşünme ve tartışma gibi bir üstünlüğü vardır. Yardımcılar artınca kurtuluş ve hürriyet umulur. Yardım Allah’tandır. O dilediğine yardım eder. Güzel son sakınanlara mahsustur.

O zaman topluluk şöyle dedi: Ne kadar doğru düşündün, ne kadar güzel önerdin. Altı hayvan türüne altı kişi gönderin. Onların yedincisi evcil hayvanlar ve büyükbaş hayvanlardan olur: Bir elçi böcekler, bir elçi kuşlara, bir elçi yırtıcı hayvanlara, bir elçi yırtıcı kuşlara, bir elçi sürüngenlere, bir elçi de su hayvanlarına.

Bölüm

Mesajın Tebliğinin Açıklanmasına Dair

Bundan sonra elçileri belirlediler ve onların her birine gönderdiler. Elçi yırtıcı hayvanların kralı Ebu’l-Hars’a, aslana ulaşınca haberi iletti ve şöyle dedi: Evcil hay­vanların ve büyükbaş hayvanların liderleri, insanların liderleriyle birlikte münazara için cinlerin kralı huzurunda toplandılar. Diğer hayvan türlerine de yardım istemek için elçi gönderdiler. Beni size, münazara etmek ve türünün fertlerinin meydana ge­tirdiği topluluğu temsil etmek üzere yırtıcı hayvanlardan oluşan ordunun içinden bir lider göndermen için yolladılar.

Konuşma sırası kendisine gelince kral elçiye dedi ki: İnsanlar evcil hayvanlar ve büyükbaş hayvanlar hakkında ne iddia ediyorlar ve ileri sürüyorlar?

Elçi dedi ki: Onların kendi köleleri ve hizmetçileri, kendilerinin ise onların ve yeryüzündeki diğer hayvan türlerinin efendileri olduklarını iddia ediyorlar.

Aslan şöyle dedi: İnsanlar onlara karşı ne ile övünüyorlar ve efendiliği hak ediyor­lar? Güç, yiğitlik ve cesaret ile mi, saldırı ve zıplama ile mi, pençelerle tutma ve yakala­ma ile mi, savaşma ve kendini harbe adama ile mi, yoksa heybet ve üstünlük sağlama ile mi? Eğer bu özelliklerden biriyle övünüyorlarsa ordumu toplarım, sonra onlara bir tek hamlede saldırmak, topluluklarını dağıtmakve birliklerini parçalamak için gideriz.

Elçi dedi ki: Hayatım üzerine yemin olsun ki kralın andığı bu hasletlere sahip bazı insanlar vardır. Bununla birlikte onların kılıç, mızrak, süngü, bıçak, ok, yay ve kalkan gibi silahlar edinmek; yırtıcıların köpek dişlerinin geçmeyeceği ve pençele­rinin ulaşmayacağı yün elbise, zırh, fergand, zırhlı giysi, miğfer, zincir, zırh edin­mek suretiyle yırtıcı hayvanların pençe ve köpekdişlerinden sakınmak için sanat, hile, tuzak ve malzemeleri vardır. Aynı zamanda onların yırtıcı ve vahşi hayvanları yakalamak için kazılmış hendekler, gizli kuyular, yapılmış sandıklar, yerleştirilmiş kapanlar, kementler, perdeler ve yırtıcı hayvanların bilmedikleri için sakınmadıkları ve düştüklerinde kurtuluş yolu bulamadıkları diğer bazı aletler gibi başka tuzakları da bulunmaktadır. Cinlerin kralının huzurunda ne yargılama ne de münazara böyle bir haslettir. Tartışma ve münazara ancak açık konuşan dil, iyi anlatım, üstün akıl ve hassas temyiz ile gerçekleşir.

Aslan, elçinin sözünü ve verdiği haberi duyunca bir saat düşündü, sonra bir tella­la çağrıda bulunmasını emretti. Kaplan, çita, ayı, çakal, kurt, tilki, kedi, sırtlan, may­mun, gelincik, hâsılı pençesi ve köpek dişi olup et yiyen bütün hayvanlardan oluşan ordusu huzurunda toplandı.

Kralın huzurunda toplandıklarında kral onlara haberi ve elçinin söylediklerini bildirdi. Sonra şöyle dedi: Oraya hanginiz gider ve topluluğu temsil eder? Ona istedi­ği şeyi garanti ederiz. Eğer münazara, kanıtlama ve tartışmada başarılı olursa bizden iyilik ve yakınlık dilesin. Yırtıcı hayvanlar bir saat düşünerek sustular: Bu işe elverişli birisi var mı, yok mu? Sonra kaplan aslana şöyle dedi: Sen bizim kralımız ve efen­dimiz, biz ise senin kölelerin, tebaan ve ordunuzuz. Krala düşen, görüşü yönetmek, işler hakkında ileri görüşlü kişilerle istişare etmek, sonra da emretmek, yasaklamak ve işleri gerektiği gibi yönetmektir. Tebaaya düşen ise dinlemek ve itaat etmektir. Çünkü kralın tebaaya karşı konumu, başın vücuttaki konumu gibidir. Tebaa ve as­kerler, vücudun organları konumundadır. Bunlardan her biri üstüne düşen şartları yerine getirirse işler yoluna girer ve doğru yönde ilerler. Bundan toplumun hayrı ve herkesin kurtuluşu vardır.

Aslan kaplana dedi ki: Kralda ve tebaada bulunması gereken haslet ve şartlar ne­lerdir? Onları bize anlat.

Şöyle dedi: Evet. Kralın akıllı, edip, zeki, cömert, cesur, adil, merhametli, yüce himmetli, çok sevgili, son derece kararlı, işlerde tavizsiz ve görüş ve basiret sahiple­rine teenni ile yaklaşan bir adam olması gerekir. Bu hasletlerin yanı sıra tebaasına karşı şefkatli, ordusuna ve yardımcılarına karşı sevgi dolu, müşfik babanın küçük çocuklarına karşı davranışında olduğu gibi onlara karşı merhametli ve işlerinin iyi­liğiyle çok ilgilenen bir kimse olması gerekir.

Tebaya, orduya ve yardımcılara düşen ise kralı dinlemek, ona itaat etmek, onu sevmek, yardımcılarına nasihat etmek, her birinin sahip olduğu bilgiyi, güzel sanatı ve uygun işleri ona öğretmesi, kralın ona ilişkin bilgi sahibi olması için kendi huy ve seciyelerini krala bildirmesi, herkesin kendi konumunda bulunması, güzel işlerde ona hizmet etmesi ve uygun konularda ona yardımcı olmasıdır.

Aslan dedi ki: Doğru söyledin ve hakkı dile getirdin. Krala, kardeşlerine ve türü­nün fertlerine nasihat eden bir merhametli tarafından tasvip edildim. Sana göre çağ­rıldığımız ve yardımımıza başvurulan bu işlerde yardımlaşma nedir? Kaplan aslana şöyle dedi: Ey kral, bahtın açık, elin güçlü olsun. Eğer orada iş kuvvet, deri, üstünlük, zorlama, saldırı, kin besleme, öfke ve hamiyet ile yürürse ben ona uygunum.

Kral dedi ki: Orada işler andığın şeylerle yürümez.

Çita şöyle dedi: Eğer orada iş, sıçrama, atlama, yakalama ve serme ile yürürse ben ona uygunum.

Kral “Hayır.” dedi.

Kurt dedi ki: Orada iş, hücum, kavga ve kibirlilikle yürürse ben ona uygunum.

Kral “Hayır.” dedi.

Tilki şöyle dedi: Orada iş, kandırma, hile, dönme, vazgeçme, çok yüz çevirme ve tuzak kurma ile yürürse ben ona uygunum.

Kral “Hayır.” dedi.

Gelincik/samur dedi ki: Orada iş, eğer hırsızlık, casusluk yapmak, gizlenmek ve çalmak ile yürürse ben ona uygunum.

Kral “Hayır.” dedi.

Maymun dedi ki: Orada iş eğer kendini beğenmişlik, soytarılık, oyun, eğlence, dans, davul ve def çalma ile yürürse ben ona uygunum.

Kral “Hayır.” dedi.

Kedi şöyle dedi: Eğer orada iş, tevazu, dilencilik, pintilik, kibarlık ve miyavlamak ile yürürse ben ona uygunum.

Kral “Hayır.” dedi.

Köpek dedi ki: Orada iş, kuyruk sallamak, iz takip etmek, bekçilik yapmak ve havlamakla yürürse ben ona uygunum.

Kral “Hayır.” dedi.

Sırtlan şöyle dedi: Orada iş, kabir kazmak, leş sürüklemek, köpek ve atlarla dö­vüşmek ve ruh ağırlığı ile yürürse ben ona uygunum.

Kral “Hayır.” dedi.

Sıçan dedi ki: Eğer orada iş, zarar vermek, bozmak, kemirmek, kesmek, çalmak ve yıkmakla yürürse ben ona uygunum.

Kral şöyle dedi: Orada iş, bahsettiğiniz özelliklerden hiçbiriyle yürümez.

Sonra aslan kaplana döndü ve şöyle dedi: Bu grupların kendileriyle ilgili olarak anlattıkları bu hasletler, tabiatlar, huylar ve seciyeler insanların krallarının askerleri, sultanları, beyleri, ordu komutanları ve savaş yöneticilerinden başkası için uygun değildir. Her ne kadar bedenleri beşere, suretleri Âdeme benzese de nefislerinin yır­tıcı olması sebebiyle bunlara en çok ihtiyaç duyan ve layık olanlar onlardır. Fakihler, filozoflar, akıl, görüş, ilim ve temyiz sahiplerinin huy ve seciyeleri ise göklerin sa­kinleri ve âlemlerin Rabbinin orduları olan meleklerin huylarına daha çok benzer. Topluluğu temsil etmek üzere oraya gönderilmeye kimi uygun görüyorsunuz?

Kaplan şöyle dedi: Ey kral, söylediklerinde haklısın. Fakat Âdemoğullarının âlim ve fakihlerinin meleklerin huyları olduğunu söylediğin bu yolu terk ettiklerini ve bağırarak münazara yapma ve alçakça tartışmada şeytanların kibir, üstün gelme, ta­assup, düşmanlık ve kin gibi huylarını edindiklerini görüyorum. Böylece kadı ve hâkim meclislerinde gördüğümüz kimseler belirttiğin şeyleri yapıyorlar ve edep, akıl, nasihat ve adaleti terk ediyorlar.

Dedi ki: Doğru söylüyorsun. Fakat kralın elçisinin hükümlerde eğilmeyen ve sap­mayan, akıllı, bilge, tecrübeli, erdemli, insaflı ve iyi bir adam olması gerekir. Oraya kimin tüm elçilik hasletlerine sahip bir elçi ve lider olarak gönderilmesini düşünüyor­sunuz? Burada bu katılımcılar topluluğunda onları tam olarak taşıyan kimse yok mu?



[1] Çeviri: Doç. Dr. Enyer Uysal. Uludağ Üniversitesi İlahiyat Fakültesi Öğretim Üyesi.

[2] îsrâ, 17/57.

[3] Necm, 53/39.

[4] Daha uygun bir ifadeyle, bunlara; nefsin “bilme” ve “yapma” güçleri diyebiliriz, (ç.n)

[5] Bakara, 2/255.

[6] Çeviri: Prof. Dr. İsmail Çalışkan. Cumhuriyet Üniversitesi İlahiyat Fakültesi Öğretim Üyesi. Çeviri: Doç. Dr. Enver Uysal. Uludağ Üniversitesi İlâhiyat Fakültesi Öğretim Üyesi.

[7] Vakıa, 56/62.

[8] Vakıa, 56/61.

[9] Ankebût, 29/20.

[10] Dört karışım (ahlât-ı erbaa); kan, balgam, kara safra ve san safradan ibarettir, (ç.n.)

[11] înfitar, 82/11.

[12] Abese, 80/16.

[13] A’raf, 7/38.

[14] Sâd, 38/59.

[15] Lokman, 31/28.

ll.Saffât, 37/164-166.

[17] Müddessir, 74/31.

[18] Tîn, 95/4.

[19] Kasas, 28/14.

[20] Eriâm, 6/122.

[21] Mücâdele, 58/11.

[22] İhvân-ı Safâ’mn burada ne kastettiği net olarak anlaşılmamaktadır. Bu, İhvanın zaman zaman sembolik dil kullanmasından kaynaklanmaktadır. Böyle yerlerde parantez içi ilavelerle konuyu anlaşılır hale getirmeye çalıştık. Yine de kapalı kalan noktalar, metnin yapısından kaynaklanmaktadır, (ç.n.)

[23] Isrâ, 17/57.

[24] Şûrâ, 42/5.

[25] Mümin, 40/7.

[26] İnfıtar, 82/11.

[27] Bu ifade, İhvanın bilgi öğretisinde önemli yer tutan bir kavramdır. Bununla, duyuların algıladığı şeyler üzerine teker teker düşünüp bir kanaate vardıktan sonra da bu kanaati, algılanan o şeyin cinsine genelleştirerek oluşan bilgi kastedilir. Örneğin çocuğun, tek tek yürüyen hayvan algılarından hareketle “hayvanın yürüdüğüne” dair kanaate ulaşması, suyun akıcı, ateşin yakıcı olduğunu öğrenmesi gibi. Bkz. Resâil, 1,439; Uysal, Enver, İhvân-ı Safâ Felsefesinde Tanrı ve Alem, Marmara Ün. İlahiyat Fak. Vakfı Yay., İstanbul 1988, s. 60-61. (ç.n.)

[28] Dört karışımın kan, balgam, sarı safra ve kara safradan ibaret olduğu önceden geçmişti, (ç.n.)

[29] Dört tabiat; yaşlık, kuruluk, sıcaklık ve soğukluktur, (ç.n.)

[30] Nuh, 71/14.

[31] Yusuf, 12/108.

[32] Zümer, 39/61.

[33] Nisa, 4/115.

[34] Nebe, 78/38.

[35] Kehf, 18/47-48.

31. Nisa, 4/69.

32.Mü'minûn, 23/115.

[38] Enfâl, 8/67.

[39] Kasas, 28/83.

[40] Ankebût, 29/64.

[41] Zuhruf, 43/71.

[42] Yunus, 10/7-8.

[43] Bakara, 2/110.

[44] Kehf, 18/49.

[45] Ahkaf, 46/20.

[46] Şura, 42/20.

[47] Zümer, 39/10.

[48] Muhammed, 47/12.

[49] Necm, 53/39-41.

[50] Araf, 7/199.

[51] Furkan, 25/63.

[52] Fetih, 48/29.

[53] Mümin, 40/7.

[54] Kehf, 18/49.

[55] Fâtır, 35/10.

[56] Araf, 7/158.

[57] Bakara, 2/281.

[58] Nâziât, 79/40-41.

[59] Câsiye, 45/23.

[60] Tevbe, 9/72.

[61] Zâriyât, 51/55.

[62] Araf, 7/201.

[63] Hicr, 15/42.

[64] Hicr, 15/40.

[65] Araf, 7/158.

[66] Tegâbün, 64/11.

[67] Muhammed, 47/17.

[68] Tevbe, 9/77.

[69] En’âm, 6/110.

[70] Münâfıkûn, 63/4.

[71] Mücâdele, 58/11.

[72] Zümer, 39/9.

[73] Fâtır, 35/28.

[74] Bakara, 2/269.

[75] Lokman, 31/33; Fâtır, 35/5.

[76] Hadid, 57/20.

[77] Al-i îmran, 3/14.

[78] Kehf, 18/45-46.

[79] Kasas, 28/83.

[80] Zümer, 39/60.

[81] Nisa, 4/54.

[82] A’raf, 7/38.

[83] Sâd, 38/59.

[84] Mücâdele, 58/11.

[85] Zümer, 39/9.

[86] Secde, 32/16.

82. Sâd, 38/47.

83. Hicr, 15/42.

[89] Bakara, 2/165.

[90] Ahzâb, 33/44.

86. Zümer, 39/61.

87. İbrahim, 14/24.

88. Fâtır, 35/10.

89. A’râf, 7/40-41.

[95] Hicr, 15/42.

[96] Hicr, 15/39-40.

[97] Furkan, 25/63.

[98] Araf, 7/201-202.

[99] A’râf, 7/17.

[100] Fâtır, 35/6.

[101] îsrâ, 17/53.

[102] Ankebût, 29/6.

[103] Nâs, 114/4-5.

[104] Araf, 7/27.

[105] Fâtır, 35/6.

[106] Nisa, 4/56.

[107] Nebe’, 78/23-26.

103. Eriâm, 6/153.

104. Yusuf, 12/108.

[110] Nemi, 27/40.

[111] Hûd, 11/112.

[112] Sâd, 38/26.

[113] Bakara, 2/156.

[114] A'râf, 7/23.

[115] Şuarâ, 26/78-89.

[116] Yusuf, 12/86.

[117] Bakara, 2/132.

[118] Kasas, 28/15.

[119] Yusuf, 12/53

[120] Sâd, 38/24.

[121] Mâide, 5/118.

[122] Bakara, 2/286.

[123] Âl-ilmrân, 3/8.

[124] Nûr, 24/31.

[125] Bakara, 2/222.

[126] Zümer, 39/53.

[127] Allah’ın sureti hakkında fikirlerini beyan eden bir mezhep. Müşebbihe, Mücessime. (y.h.n.)

[128] Mümin, 40/28-45.

[129] Yâsîn, 36/26 vd.

[130] Ahkaf, 46/31 vd.

[131] Kehf, 18/13 vd.

[132] Kehf, 18/37-41 vd.

[133] Sâffât, 37/51-52 vd.

[134] Lokman, 31/16 vd.

[135] Tâhâ, 20/72 vd.

[136] Kasas, 28/79-80.

[137] Bakara, 2/249.

[138] Âl-i İmran, 3/52.

[139] Mâide, 5/84.

[140] Âl-i Imran, 3/8.

[141] Fussilat, 41/33.

[142] Enbiyâ, 21/69.

[143] Fâtır, 35/32.

[144] Fussilat, 41/30.

[145] Nahl, 16/32.

[146] Ra’d, 13/23-24.

[147] Hicr, 15/42.

[148] A’lâ, 87/18-19.

[149] Enfâl, 8/42.

[150] Nisa, 4/165.

[151] Mâide, 5/99.

[152] isagoci kelimesinin kaynağı tartışmalı olsa da, mantık ve kategoriler ilmiyle ilgilidir, (y.h.n.)

[153] Çeviri: Prof. Dr. Ali Durusoy. Marmara Üniversitesi ilahiyat Fakültesi Öğretim Üyesi.

[154] Zümer, 39/9.

[155] En’âm, 6/122.

[156] Fâtır, 35/10.

[157] A’râf, 7/40.

[158] Hadîd, 57/20.

[159] Al-i İmrân, 3/14.

[160] Âl-i İmrân, 3/15.

[161] Kasas, 28/83.

[162] 405 gr.’a denk gelen eski sıvı ölçü birimi.

[163] Hububat ölçü birimi.

[164] Peri Hermenias, Aristo’nun aynı adlı kitabına göndermedir. “Yorum üzerine” olan bu çalışma, daha çok İbare adıyla anılır, (y.h.n.)

[165] Çeviri: Elmin Aliyev.

[166] Mantıkçılara göre “sûr”, önermedeki mevzunun fertlerine delâlet eden lafızdır. Mesela, “bütün insanlar canlıdır” ve “bazı canlılar insandır” örneğindeki “kül”, “baz” lafızları gibi, (ç.n.)

[167] Öne, arkaya, yukarıya, aşağıya, sağa ve sola, (ç.n.)

[168] Örnekteki önermeler orijinal metinde “bütün canlılar insandır” ve “bütün insanlar canlıdır” şeklinde sıralanmıştır. Oysaki bu, döndürme öncesinde doğru sonrasında ise yanlış bir önermeye değil, tam tersi döndürme öncesinde yanlış sonrasında ise doğru olan bir önermeye örnektir, (ç.n.)

[169] Çeviri: Elmin Aliyev.

[170] Çeviri: Elmin Aliyev.

[171] Kimüs ya da Keymûs: Mide içindeki sıvı ve katiların birbirine karışmasıyla aldıkları hal. Kelimenin kökünün Yunanca ya da Süryanice olduğu düşünülmektedir, (y.h.n.)

3. Nahl, 16/77.

4. Rum, 30/27.

5. Secde, 32/17.

[173] Nisa, 4/69.

[174] Bakara, 2/96.

[175] Cuma, 62/6.

[176] Hakim en-Nîsâbûrî, el-Müstedrek ales-Sahîhayn, Beyrut: Dâru’l-Ma’rife, trs., IV, 306. (ç.n.)

[177] Çeviri: Arş. Gör. Kamuran Gökdağ. Mardin Artuklu Üniversitesi Felsefe Bölümü.

[178] Nemi, 27/59.

[179] Risâletul-heyulâ ves-sûre.

[180] Astronomi ölçümlerinde kullanılmış tarihi bir ölçüm cihazıdır, (ç.n.)

[181] Kehânete dayalı, (ç.n.)

[182] Metinde geçen “necm” hem yıldız hem de özel isim olarak kullanılmıştır.

[183] Nur, 24/35. Mülessirlere göre en parlak ışıktan bahsedilmektedir. Işık üstüne ışıktır. Bu âyette söz konusu edilen “ışık”, “nur”, II Samuel, XXII., 29’daki gibi ya da ayrıca bkz. Yuhannanın Birinci Mektubu 1, 5.

[184] Nur, 24/40. Burada başka âyetlerde görüldüğü gibi, Arapların dezinle olan yakınlık ve tanışıklıklarına önemli bir örnektir.

[185] Metinde yetmiş derece olarak kaydedilmiştir, (ç.n.)

[186] Risâletü'l-Aded.

[187] Risâletü'l-hâss ve l-mahsûs.

[188] Bkz. İhvân-ı Safa Risaleleri, Cilt 1, Ayrıntı Yay., 2012.

[189] Bakara, 2/36.

[190] A’râf, 7/25.

[191] Mürselât, 77/30.

[192] Muhammed, 47/15.

[193] Nahl, 16/67.

[194] Çeviri: Elmin Aliyev.

2. Nemi, 27/59.

[196] Risletu l-hâs ve'l-mahsus.

[197] Risletu l-heyula ves-sure.

[198] Risaletü’l-akli ve'l-ma’kûl.

[199] Risâletu l-hendese.

[200] Risaletul-harekat.

[201] Risâletus-sıfat vel-mevsufat.

[202] Risâletu l-ilel ve l-malûlât.

[203] Burada Hakka suresinin 17. ayetine atıf yapılmıştır, (ç.n.)

[204] Yasin, 36/40.

[205] Arapça metinde “imkansız olurdu” şeklinde verilen bu ibarenin “mümkün olurdu” şeklinde okunması metnin geneli itibariyle daha doğrudur, (ç.n.)

[206] Metnin aslında “ikinci gün” şeklinde verilmiştir, (ç.n.)

[207] Şavt: (a.) Bir şeyin yörüngesinde dolanma.

[208] Araf, 7/54.

[209] Tedâvîr (a.c. tedvir): Çevrilme, felek ul-tedvîr: Merkezsel bir daire çevresi üzerinde devreden küçük daire [epicycle].

[210] Muminun, 23/14.

[211] Çeviri: Arş. Gör. Kamuran Gökdağ. Mardin Artuklu Üniversitesi Felsefe Bölümü. Tercümeye önemli katkı ve eleştirilerinden dolayı Yrd. Doç. Dr. Yunus Cengiz’e teşekkür ederim.

[212] Risâletu l-kevn ve l-fesad.

[213] Zühruf, 43/89.

[214] Nidâ,4/56.

[215] Risâletu l-Âsâri'l-Ulviyye ve l-Havâdisi'l-Cevvi.

[216] Çeviri: Elmın Alıyev.

[217] Risâletü l-âsâru l-ulviyye.

[218] Furkan, 25/48.

[219] Nur, 24/43.

[220] Risaletu terkîbi’l-cesed.

[221] Risâletüs-sanâıı l-atneliyye.

[222] Risâletus-semâ vel-'âletn.

[223] Esir: Rumcadan Arapçaya geçen kelime, fizikçilerin ışık, hararet gibi akıcılığı tanımlarken kullandıkları

terimdir.

[225] Risâletul-coğrafya.

10. Risâletu l-kevn vel -fesâd.

[227] Yâsîn, 36/39.

[228] Bugünkü Yemen civarında yaşadığına inanılan, yüksek kuleleri ve binalarıyla övünen kavim; Hud Pey­gamber tarafından imâna getirilemediği için şiddetli rüzgârlarla yok edildiğine inanılan bir kavim.

[229] Zuhruf, 43/86.

[230] A’râf, 7/172.

[231] Âl-i İmran,3/18.

[232] “Kara”: Kimya ilminde kullanılan, dibi geniş, yukarısı dar olan ve ilaç yapımında kullanılan bir kaptır. İmbik ise, bu kabın üzerine yerleştirilen dar, uzun bir ibiği olan kubbeli bir kaptır, (ç.n.)

[233] Risâletu'l-hâss ve’l-mahsûs.

[234] Risalelerde “Bârı”, her şeyi yoktan var eden mutlak soyut bir varlık olan yaratıcının bir ismi olarak kul­lanılan özel bir isimdir, (ç.n.)

[235] Risaletu z-zecri vel-firâse.

[236] Metinde geçen “hûzî” kelimesi tam olarak anlamlandırılamamıştır.

[237] Mülk, 67/5.

[238] Risâletü's-semâ vel-âlem.

[239] Risâletul-hendese.

[240] Risaletu l-harekât.

[241] Fâtır, 35/10.

[242] A’râf, 7/40.

[243] Yasin, 36/ 38.

[244] Kasas, 28/71.

[245] Kasas, 28/72-73.

[246] Araf, 7/54.

[247] Yunus, 10/5.

[248] Bakara, 2/255.

[249] Eznâbın tekili olan “Zeneb”; yörüngesinde dolanan bir gök cisminin, ekliptik düzleminin üstünden altı­na geçerken ekliptik düzlemini kestiği nokta olarak izah edilmektedir, (ç.n.)

[250] Nahl, 16/53.

[251] Âli İmrân, 3/191.

[252] Âliİmrân, 3/18.

[253] Kehf, 18/51.

[254] Bakara, 2/171.

[255] Çeviri: Yrd. Doç. Dr. Ali Avcu. Cumhuriyet Üniversitesi İlahiyat Fakültesi Öğretim Üyesi.

[256] Risaletül-ârâ ve’l-mezahip.

[257] Bakara, 2/117 ve Yâsîn, 36/86. ayetlere atıf vardır.

[258] Risaletu l-basi ba’del-mevt.

[259] Rûm, 30/27.

[260] Risaletü’l-kevn vel-fesad.

[261] Ra’d, 13/4.

[262] Fâtır. 35/27.

[263] Yasin, 36/38.

[264] Veted: Ufuk ve Meridyen dairelerinin Güneş’in günlük yörüngeleri ile kesiştikleri dört nokta ve bu nok­talarla sınırlanan birinci, dördüncü, yedinci ve onuncu evlerdir, (ç.n.)

[265] Yasin, 36/38.

[266] Tihame/Tehame Dağları veya Kumulları: Arap Yarımadasının yüksek bölgelerindendir.

[267] Lükkâm/Lükam Dağı: Suriye, Şam şehrindeki meşhur dağdır.

[268] Afganistan’ın vilayetlerinden biri.

[269] Yasin, 36/38.

[270] Gulgutar: Ayakkabıcıların boya yapımında kullandıkları bir çeşit boya maddesidir.

[271] Merhemi yapılıp ateş yanıklarının üzerine sürüldüğünde iyi gelen bir taş çeşididir.

[272] Farsça asıllı olan bu kelime Arapçalaşmıştır. Bu taş, özellikle zehre karşı panzehir üretmek için kullanıl­mış ve bu noktada efsanevi güçleri olduğuna inanılmıştır.

[273] Tâhâ, 20/49-50.

[274] Kılâ, asit ateşinden elde edilen bir maddedir.

[275] Kitâbul-Edviye ve’t-Ttbb vel-Akâkîr.

[276] Dibac, sırma veya gümüş işlemeli bir kumaştır (Broker). (ç.n.)

[277] Risaletü’l-mebadiul-akliyye.

[278] Mirkaşisa: Maden yapımında ve madenlerin ayrıştırılmasında kullanılan bir ilaçtır.

[279] Dehneç, zümrüde benzeyen bir taştır.

[280] Mass, özellikle zehirlenmelere karşı olağanüstü özellikler atfedilen bir taştır.

[281] Beş çeşil boraks vardır. Bunlardan birisi olan ekmek boraksı, beyaz renklidir.

[282] Şâzenç/şâdenç: Göz hastalıklarında kullanılan bir cevherdir.

[283] Büyüklüğü 7 rıtldan [rıtl/ratl: sıvı ölçü birimi] 10 rıtla kadar olan iri yapılı sedeflere verilen addır.

[284] Ermenistan ve İran taraflarında bulunan, tıp ilminde kullanılan bir madendir.

[285] Buradaki kelime okunamamıştır. (ç.n.)

[286] Süt emen ve sütten başka bir şey yemeyen oğlağın karnından çıkarılan bir şeydir.

[287] Zâriyât, 51/56-57-58.

[288] Mâide, 5/33.

[289] Necm, 53/39.

[290] Risaletul-mebadii'l-akliyye ve’lefali’r-ruhaniyye.

[291] Nahl, 16/40.

[292] Kamer, 54/50.

[293] Lokman, 31/28.

[294] Enfal, 8/17.

[295] Enfal, 8/17.

[296] Vâkıa, 56/58-59.

[297] Vâkıa, 56/63-64.

[298] Lokman, 31/28.

[299] Necm, 53/39.

[300] Nemi, 27/59.

[301] Risaletü's-sanaiu l-ameliyye.

[302] Feyz: Çokluk, verimlilik, ilerleme, çoğalma, bereket.

[303] Meâric, 70/4.

[304] Fecr, 89/27-28.

[305] Mâide, 5/2.

[306] Âl-i İmran, 3/200.

[307] Nahl, 16/84.

[308] Zümer, 39/73.

[309] Araf, 7/48.

[310] Müzdelif: Arafat ve Mina arasındaki bölgenin adı.

[311] Hac görevi yerine getirilirken en az bir defa geçilmesi gereken mevzi.

[312] Araf, 7/4.

[313] Kamer, 54/40.

[314] Zâriyât, 51/55.

[315] Nûr, 24/1.

[316] Fecr, 89/27-28.

[317] Kâbe’nin kapısının karşısında bulunan Makam’ı İbrahim’i kastetmektedir, (ç.n.)

[318] Telbiye: Hacıların özellikle ihrama girerken ve girdikten sonra okudukları Lebbeyk Allahümme lebbeyk (Allah’ım, davetine isteyerek uydum, emrine âmadeyim) diye başlayan dua. (ç.n.)

[319] Say: Hac ve umre esnasında Kabe’nin doğusundaki Safâ ve Merve denilen iki tepenin arasında, Safâdan başlayıp Merve’de tamamlanmak üzere, yedi defa gidip gelmeyi ifade eder, (ç.n.)

[320] Zümer, 39/75.

[321] Şûra, 42/5.

[322] Sâffât, 37/164-166.

[323] Beyt-i mamûr: Yedinci kat semada melekler için inşa edilmiş, bir geleni bir daha gelmemek üzere her gün yetmiş bin meleğin ziyaret edip ibâdet ettiği bir mabeddir. (ç.n.)

[324] Muakkîb: Ard arda gelen gece ve gündüz melekleri.

Tl. Müddessir, 74/31.

[326] Sâffât, 37/164-166

[327] Duhân, 44/10.

[328] Vâkıa 56/62.

[329] Vâkıa, 56/61.

[330] Çeviri: Elmin Aliyev.

[331] Nemi, 27/59.

[332] Muhtemelen teknik bir yanlışlık sonucu olan bu ifadenin “bitkiler mertebesinin son basamağı” şeklinde verilmesi daha doğru olacaktır, (ç.n.)

[333] Tahrim, 66/6.

[334] İsra, 17/57.

[335] Enbiya, 21/28.

[336] İnsan, 76/1.

[337] İlyâ: Kudüs kenti.

[338] Enfal, 8/17.

[339] Enfal, 8/17.

[340] Tövbe, 9/14.

12. Ra’d, 13/11.

[342] Şiire: Susam Yağı.

[343] Ahzab, 33/44.

[344] Nahl, 16/32.

[345] Zuhruf, 43/68.

[346] Fussilet, 41/30.

[347] Çeviri: Yrd. Doç. Dr. Murat Demirkol, Yıldırım Beyazıt Üniversitesi Öğretim Üyesi.

[348] Risâletu l-ahlak.

[349] Risaletü maskotu n-nutfe.

[350] Haleme: Sözlükte, ufak veya iri kene anlamındadır. Deve karıncası ve deride bulunup onu yiyen kurtçuk böyledir. Deri tabaklandığında yendiği yer belirir, (ç.n.)

[351] Al-i İmran, 3/191.

[352] Yusuf, 12/105.

[353] Tam anlamını bulamadık. Botanikte “rezene”, (ç.n.)

[354] Azaya: Çok koşan ve dönen, zehirli kertenkeleye benzeyen pürüzsüz ve yumuşak bir organizma demek­tir. Şahmetu 1-arz ve şahmetur-reml diye adlandırılır. Birçok çeşidi olup hepsi de siyah beneklidir. Hızlı yürüme ve sonra durma özelliği vardır.

[355] 17:44 - Yedi gök, yer ve bunların içinde bulunanlar, Allah’ı teşbih ederler. O’nu hamd ile teşbih etmeyen hiçbir varlık yoktur. Fakat siz, onların teşbihlerini iyi anlamazsınız. Şüphesiz O, halimdir çok bağışlayandır.

15. İnfıtar, 82/7-8.

16. Taha, 20/50.

17. Âli İmran, 3/140. Bu ayetin devamına, Kurandaki metinde olmadığı halde “Bunları ancak bilenler dü­şünürler.” cümlesi eklenmiş, (ç.n.)

18. Nur, 24/22.

19. Zuhruf, 43/13-14.

20. Bu, İhvanın vehmi olup gerçekte Rumlar kurbanlarda domuz eti yemezler veya onu Allaha yaklaşma vesilesi kabul etmezler.

21. Bu da bir vehimdir; çünkü Yahudilerin domuza karşı düşmanlığı Hıristiyanlarınkinden daha önceliklidir.

[361] 416 gr.

[362] İslam hukuku bilgini.


Önceki Yazı
« Prev Post
Sonraki Yazı
Next Post »

Benzer Yazılar

Yorumlar