İhvân-ı Safâ Risâleleri 2
| |
Rahman
ve Rahim olan Allah’ın adıyla!
Hamd
Allah’a, selam Onun seçilmiş kullarının üzerine olsun. “Allah mı daha
hayırlıdır, yoksa O’na ortak koştukları varlıklar mı?”
Cisimsel
cevherler konusunu tamamladık. Onların maddelerini, formlarını ve bileşimlerini,
ayrıca bileşiğe eklenen arazları anlattık. Doğa Bilimleri (Tabîiyyât)
risâlelerinde, onların, arazları aracılığıyla, duyularla nasıl algılandığını
açıkladık. Şimdi aklî bilimlerde “ruhanî cevherler”! ele almak istiyoruz. Çünkü
bütün var olanlar ya akledilir (makûl) ya da duyulur (mahsûs); ya
cevher ya araz ya da ikisinin bir araya gelmiş hali; ya form ya madde ya da
ikisinin bileşimi; ya cismanî ya ruhanî ya da ikisinin bileşimidir. Cismanî
cevherlerin hepsi edilgindir, duyular yoluyla algılanır. Ruhanî cevherler ise
etkindir, duyular yoluyla değil, ancak akılla ve kendilerinden meydana gelen
aklî fiiller ve cismanî cevherlerde bilimsel sanatlardan sonra ortaya çıkan
pratik sanatlar aracılığıyla algılanır. (Durum böyle olunca, şimdi biz) maddî
varlıklarda (ortaya çıkan) pratik sanatları, onların mahiyetlerini,
niceliklerini ve niteliklerini, bu sanatların etkin ruhanî varlıkların
varlığını kanıtlamada, cevherlerini, hareketlerinin çeşitlerini, güçlerinin
harikalığını, bilgilerinin garipliğini, sanatlarının benzersizliğini,
fiillerinin farklılığını bilmede daha açık bir delil olması için, kendilerine
konu olan maddî nesnelerde nasıl ortaya çıkarıldığını anlatmaya ihtiyaç
hissediyoruz.
Ey
iyiliksever ve şefkatli kardeş! Allah seni ve bizi katından bir ruhla
desteklesin! Bil ki, beşerî sanatlar iki çeşittir: Bilimsel ve pratik. Bilimsel
sanatlar konusunu ele almıştık. Şimdi öncelikle bilgilerin neler olduğunu ifade
edelim: Bilgiler, “bilinenlerin, bilenin zihnindeki formlan’dır.
Ey
kardeş! Bil ki bilgi, ancak öğretim (talim) ve öğrenim (taallüm)den
sonra gerçekleşir. Öğretim; bilfiil bilen zihnin (nefs), bilkuvve bilen
zihni uyarması, öğrenim ise; zihnin, bilinebilir olan şeyin formunu tasavvur
etmesidir.
Ey
kardeş! Bil ki, zihin, bilinebilir olan şeylerin formlarını üç yoldan elde
eder: Birincisi duyular aracılığıyla, İkincisi burhân yoluyla, üçüncüsü de
düşünme yoluyla. Bunların her birine dair bir risâle yazdık.
Şimdi
pratik sanatları anlatmak istiyoruz. Deriz ki,
Bilimsel
sanat, bilen sanatkârın, zihnindeki formu dışa vurup madde üzerinde ortaya
çıkarmasıdır. Ortaya konan şey, hem madde hem de formun bileşiminden ibaret bir
sanat eseridir. Bunun başlangıcı, şanı yüce olan Allah’ın emriyle Küllî Aklın
desteğiyle Küllî Nefsin sanatkârın zihnindeki etkisine dayanır.
Bilesin
ki sanat eserleri dört çeşittir: Beşerî, doğal, nefsanî ve İlahî.
Beşerî
sanat eserleri, örneğin sanatçının şehir caddelerinde
vb. yerlerde doğal cisimler üzerine yaptığı şekil, işleme ve boya türünden
eserlerdir.
Doğal
sanat eserleri, hayvanların dış görüntüleri, çeşitli
bitkiler ve madenî cevherlerin renkleridir.
Nefsanî
sanat eserlerine örnek olarak ay altı âlemde bulundan
-toprak, su, hava ve ateşten ibaretdört unsurun merkezî düzeni, feleklerin
oluşumu ve bütün âlemin suretinin düzeni verilebilir.
İlâhî
sanat eserleri ise yaratılanların Yaratıcısı olan
şanı yüce Allah tarafından yoktan (leys) ve bir şeyden değil, yokluktan (âdem)
var etme ile bir defada yaratılan, maddeden soyut suretlerdir. Ancak bu
yaratma, herhangi bir zaman diliminde, herhangi bir mekânda, herhangi bir madde
ve formdan, herhangi bir hareket ile gerçekleşmiş değildir. Çünkü zaten
bunların hepsi Allah’ın yarattığı, O’nun sanatkârane bir biçimde var ettiği
şeylerdir. Yaratanların en güzeli, hüküm verenlerin en doğru hükmedeni ve
merhametlilerin en merhametlisi olan Allah’ın şanı ne yücedir.
Ey
kardeş! Bilesin ki, sanatkâr olan her insan, sanatını tamamlayabilmek için,
kendisi de içinde olmak üzere yedi şeye, yedi harekete ve yedi yöne ihtiyaç
duyar. Bunlar madde, mekân, zaman, organ (alet), aletler (edevât)
ve harekettir. Kendisi de yedincisidir.
Her
doğal sanatçı dört şeye muhtaçtır: Madde, mekân, zaman ve hareket.
Her
nefsanî sanatçı iki şeye ihtiyaç hisseder: Madde ve hareket.
Her
aklî sanatçı sadece forma ihtiyaç duyar. O da sanatkârane bir biçimde yaratılanların
gerçek Yaratıcısı olan Allah’ın herhangi bir şeyden değil, yoktan var ettiği
eseri olan ilk Akıldır.
Şanı
yüce olan Yaratıcı ise bunların hiçbirine ihtiyaç hissetmez. Çünkü onların,
yani madde, form, mekân, zaman, hareket, organ ve aletler, hepsi, Yaratanın
sanatkârane bir biçimde yoktan yarattığı şeylerdir.
Bölüm:
Madde, Form ve Alet Üzerine
Ey
kardeş! Bil ki, bir cisim bazen madde, bazen konu, bazen form, bazen sanat
eseri, bazen organ, bazen de alet olarak adlandırılır. Ancak (hepsine) cisim adı
verilir. Madde, kabul ettiği şekil, işleme, boya vb. surete göre, sanatçı için
“konu” olarak adlandırılır. Çünkü sanatçı şekil ve nakış şeklindeki sanatını o
maddeden ve o madde üzerinde ortaya koyar. Madde onları (o şekil ve nakışı)
kabul ettiğinde sanat eseri olur. Sanatçı onu kendi eserinde ya da başka bir
eserde kullandığında “alet” olarak adlandırılır. Örneğin bir demir parçası,
kabul ettiği her suret için “madde”; sanatını kendisinde (demir üzerinde)
ortaya koyan demirci için bir “konu”; sanatçı ondan bir bıçak, balta, testere,
eğe vb. yaptığında “sanat eseri”; kasap ya da başka biri bu bıçağı
kullandığında “alet”; olarak adlandırılır. Balta ve diğerleri de böyledir.
Ey
kardeş! Bil ki, sanatkâr insanların sanatlarında ortaya koyduğu eserler iki çeşittir:
Basit ve bileşik. Basit olanlar dört çeşittir; toprak, su, hava ve ateş.
Bileşik olanlar ise üç çeşittir:
Madenî
cisimler, bitkisel cisimler ve hayvani cisimler. Bunlar hepsi doğal sanat
eserleridir. Doğal sanat eserlerinin hepsi nefsanî sanat eserleri; nefsanî
sanat eserlerinin de hepsi İlâhî sanat eserleridir.
Bil
ki, sanatkâr olan her insanın sanatında kullandığı organı ya da organları,
aleti ya da aletleri olması gerekir. Organ ile alet arasındaki fark şudur:
Organ (alet); el, parmaklar, ayak, baş ve göz, kısacası bedenin organlarıdır.
Alet (edat) ise sanatkârın kendisi dışında olan bir şeydir. Marangozun baltası,
demircinin çekici, terzinin iğnesi, kâtibin kalemi, ayakkabıcının bıçağı,
berberin usturası vd. sanatçıların sanatlarında kullandıkları aletlerdir.
Bunlar olmadan onların sanatları tam olmaz.
Bil
ki, her sanatçının sanatında (kullandığı) şekilleri ve görüntüleri farklı
aletler vardır. Bu, onun fiillerinin farklı oluşundaki sebeplerden biridir. O,
bu aletlerden her biri ile sanatında çeşitli hareket ve fiiller ortaya koyar.
Örneğin, marangoz, balta ile işleyip şekil verir; hareketi yukarıdan aşağıya
doğrudur. Testere ile keser; hareketi önden arkaya doğrudur. Burgu (ya da
matkap) ile deler; hareketi sağa ve sola doğru bükümsel harekettir, delme
hareketi daireseldir. Bu kıyasla, her sanatçının sanatında biri dairesel,
altısı düz olmak üzere yedi hareket bulunur. Bu, İlâhî hikmetin gereğidir.
Çünkü Semâ ve Âlem Risâlesi’nde (Risâletü’s-semâi ve’l-âlem)
açıkladığımız gibi, yüce gök cisimlerinin hareketleri de yedi çeşittir: İlk
yönelimde dairesel, altısı ise yersel harekettir. Ay altı âlemdeki cisimlerin
hareketleri de onlara benzer şekilde olur. Çünkü onlar (gök cisimleri) neden (illet),
bunlar (ay altı âlemdeki cisimler) ise nedenlidirler (ma’lûlât).
Nedenlilerin özelliği, nedenlerinin ve etkilerinin, kendilerinde bulunmasıdır.
Bundan dolayı bilge kişiler (hukemâ), çocukların, oyunlarında
annelerinin, babalarının ve hocalarının sanatlarını taklit ettiği gibi,
“ikincil şeylerin birincileri taklit ettiğini” söylemişlerdir.
Ey
kardeş! Bil ki, sanatkâr olan her insanın sanatında uzuvlarından
(organlarından) birini ya da el, ayak, sırt, omuz ve diz gibi birkaç uzvunu
kullanması gerekir. Kısacası nefsin, bedende bulunan her bir uzuvla ilgili -başka
uzuvla yapamadığıbir ya da birkaç fiili vardır. Çünkü bedenin uzuvları, nefsin
organları (alet) ve aletleri (edevat)dir. Bedenin Oluşumu (Terkîbu’l-Cesed),
Hisseden ve Hissedilen (el-hâss ve’l-mahsus), Akıl ve Makûl ve însan
Küçük Âlemdir (el-însânu âlemun sağîrun) risâlelerinde bu konunun bir
boyutunu açıklamıştık.
Bölüm:
Sanatkârların Konusunun İki Çeşit Olduğu Hakkında
Her
sanatta (meslekte) bir konu (mevzu) gerekir. Sanatçı, sanatını ondan ve
onda gerçekleştirir. İnsanların sanatında konu iki çeşittir: Ruhanî ve
cismanî. Ruhanî konu, Mantık Risâlesi’nde (Risâletü’l-mantık)
açıkladığımız gibi, bilimsel sanatlardaki konudur. Cismanî konu ise, pratik
sanatlardaki konudur. O da iki çeşittir: Basit ve bileşik. Basit konu toprak,
su, hava ve ateştir. Bileşik konu ise üç çeşittir; madenî, bitkisel ve hayvani
cisimler.
Öyle
sanatlar (meslekler) vardır ki, onlarda konu sadece sudur. Denizcilerin,
sakaların, su taşıyıcılarının, içki işiyle uğraşanların (şarabiyyun),
yüzücülerin vb. meslekleri böyledir.
Öyle
sanatlar da vardır ki, onlarda konu sadece topraktır. Kuyu, nehir, kanal ve
kabir kazıcılarının, maden arayıcılarının ve toprağı aktaran, taşı söküp
çıkaran herkesin sanatı böyledir.
Bazı
sanatlar da vardır ki, onlarda konu sadece ateştir. (Savaşta) ateş atıcılarının,
ateşçilerin, meşalecilerin sanatı böyledir.
Bazı
sanatlar da vardır ki, onlarda konu sadece havadır. Nefesli çalgı çalanların,
boru (şeklindeki müzik aletlerini) üfleyenlerin ve bütün (nefesli alet)
üfleyicilerinin sanatı böyledir.
Yine
bazı sanatların konusu, -çömlekçilerin, nazar boncuğu üretenlerin,
tencerecilerin, kerpiççilerin ve toprağı sulandırarak iş yapan herkesin
sanatında olduğu gibisadece su ve toprak; bazı sanatların, -demircilerin,
dökümcülerin, kurşuncuların, camcıların, kuyumcuların vb. mesleğinde olduğu
gibi“madenî cisimlerden biri”; bazılarının, -marangozların, hurma yapraklarıyla
örme sanatçılarının, hasır örücüleri ve satıcılarının, sepetçilerin vb. sanatında
olduğu gibi“ağaçların gövdeleri, dalları ve yaprakları”; bazılarının konusu,
-keten işleyicileri ve satıcılarının, kenevir ve kâğıt üreticilerinin vb.
mesleğinde olduğu gibisadece “bitkilerin dış kabuğu”; bazılarının ağaç ve
kenevir yaprakları, bitki çiçekleri, dalları ve kabukları; bazılarının ise -un
tüccarlarının, pirinç ve çekirdek satıcılarının, şıracıların, tohum
satıcılarının, tahin üretici ve satıcılarının, ağaçların meyvesinden ve bitki
tanelerinden yağ üreten herkesin sanatında olduğu gibi“ağaçların meyvesi ve
bitki taneleri”dir.
Avcıların,
koyun ve sığır çobanlarının, diğer hayvan güdücülerinin, veterinerlerin, kuşçuların
mesleğinde olduğu gibi, bazı sanatların konusu hayvan; bazılarının ise et,
kemik, deri, kıl, yün ve ipek gibi hayvanî cisimlerden biridir. Kasapların, et
ızgara işi yapanların, aşçıların, dericilerin, ayakkabıcıların, terlikçilerin,
kemercilerin, tulum üreticilerinin vb. meslekleri böyledir.
Bazı
sanatların konusu, -ağırlık ve uzunluk birimi ölçücülerinin ve tartıcılarının
mesleğinde olduğu gibi“cisimlerin miktarları”; bazılarının -döviz bozanların,
mezatçıların, değer biçenlerin vb. mesleğinde olduğu gibi“eşyanın değeri”;
bazılarının -doktorlarda ve kuaförlerde olduğu gibi“insan bedeni”; bazılarının
konusu ise -bütün öğretmenlerin sanatında olduğu gibi“insan nefıslerf’dir. Bu
sanat iki çeşittir: Bilimsel ve pratik. Bilimsel sanatlar, Bilimlerin
Çeşitleri ve Türleri Risâlesi’nde (Risâletü ecnâsi’l-ulûmi ve envâihâ)
anlattığımız şekildedir. Onu elli bir risâlede geniş olarak açıkladık. Pratik
sanatlar ise yukarıda anlattığımız şekildedir.
Bölüm:
Organlara ve Aletlere Olan İhtiyaç
Ey
kardeş! Bil ki, sanatkârların bazıları, sanatında bedeninin bir ya da iki
uzvunu, dışarıdan da bir alet ya da birçok aletleri kullanmaya ihtiyaç
hisseder. Çiftçi, inşaat ustası, deri tabaklayıcısı ve dokumacı böyledir.
Bunların her biri sanatında dış aletlere, ayrıca elini ve ayağını kullanmaya
ihtiyaç duyar.
Mamafih,
dış aletleri kullanmaya ihtiyaç duyulmayan, bedenin bir uzvunun yeterli olduğu
sanatlar da vardır. Örneğin hatip, şair, kadı, okuyucu vb. böyle yapar. Hepsi
sadece dilini kullanır. Tarla bekçilerinin, öncülerin ve mevki sahiplerinin
işlerinde sadece “gözetlemek” yeterlidir.
Kimi
sanatkârlar, sanatlarını icra ederken iki uzvunu; örneğin hikâye anlatan kişi
ve [ölünün arkasından para karşılığı] feryat eden kadın, elini ve dilini
kullanır. Kimileri de bütün bedenini kullanır. Dans eden kişi ve yüzücü böyle
yapar. Bazıları -koşucu ve yüzey ölçümcüsü gibimesleğinde yürümeye; bazıları
ise -elbise tamircileri ve hallaçlar gibisürekli oturmaya ihtiyaç duyar.
Bazı
sanatkârlar sanatlarını icra ederken -def çalan ve nefesli müzik aleti üfleyen
kişi gibitek bir alete; bazıları ise -terzi ve kâtip gibiiki alete ihtiyaç
duyar. Çünkü terziye sana-
tında
iğne ve makas; kâtibe ise kalem ve divit yeterlidir. Kâtibin (kalemini açmak
için) bıçak kullanması, kâtipliğin değil, marangozluk sanatının
gereklerindendir.
Bazı
sanatkârların ise sürekli ayakta durması gerekir. Hallaç, pirinç döven kişi ve
ayaklarıyla dolap döndüren kimse böyledir.
Bölüm:
Ateşin Sanatta Yararlı Bir Alet Olduğu Hakkında
Ey
kardeş! Bil ki, sanatların çoğunda ateşin kullanılması gerekir. Sanatında ateşi
kullanan her sanatkâr, onu şu üç sebepten birinden dolayı kullanıyordun
1. Konusundan
dolayı; demirciler, dökümcüler, camcılar, kireç söndürücüler ve amacı “suret ve
şekilleri kabul etmesi için maddeyi yumuşatmak” olan herkes (ateşi alet olarak
kullanmak durumundadır). Çünkü onların konuları sert taşlar olduğunda, bu
taşlar, ancak ateşle yumuşatıldıktan sonra suret ve şekil kabul eder ve
sanatçıya ancak yumuşadığı zaman zihnindeki sanatı ona işleme imkânı verir.
Madde o sureti kabul ettikten sonra, sanat eseri olur.
2. Çömlekçiler,
tencereciler, nazar boncuğu yapanlar ve tuğla üreticileri gibi, ateşi (sanatı
gereği) kullanan sanatçılar da vardır. Onların bundaki amacı, sureti maddeye
-çabuk çıkmaması içiniyice yerleştirip sabitlemektir. Çünkü maddenin
özelliklerinden biri; sureti kendi üzerinden çıkarıp, bileşiği, niteliği ve
niceliği olmayan, basit bir cevher olduğu ilk haline geri dönmesidir.
3. Bir
kısım sanatkârlar da ateşi konusunda ve eserinde kullanırlar. Aşçılar, ızgara
et işi yapanlar, fırıncılar vb. böyledir. Onların amacı, yararlanmayı tam
olarak sağlamak için, yaptıkları işi tam yapmak ve güzel pişirmektir.
Bölüm:
Sanatların Dereceleri
Ey
kardeş! Bil ki, bu sanatlardan bir kısmı(nm icrasında) ilk amaç, zorunluluktan
kaynaklanır. Bir kısmı bu zorunlu olanlara tâbidir ve ona hizmet eder. Bir
kısmı da onları tamamlayıp mükemmelleştirir. Bir kısmı ise (sadece) bir
güzellik ve süstür (salt hobi olarak yapılır).
İlk
amaç olan (zorunluluktan kaynaklanan) sanatlar üç çeşittir: Çiftçilik,
dokumacılık (tekstil) ve inşaatçılık. Diğerleri ise bunlardan sonra gelir,
onlara hizmet eder ve onları tamamlar. Bu şu demektir: İnsanoğlu cildi ince,
(hayvanları koruyan) tüy ve kıl, (inciyi koruyan) sedef gibi koruyuculardan
yoksun olarak yaratıldığından, zorunluluk onu dokumacılık sanatıyla elbise
edinmeye sevk etti. Fakat dokumacılık sanatı, ancak eğirme ve büküm sanatıyla,
büküm sanatı ise hallaçlık sanatıyla tamamlanır. Dolayısıyla bu üç sanat ona
tâbi ve onun hizmetindedir. Elbise edinme, dokumacılık ile tamamlandığına göre,
terzilik, elbiseyi beyazlatma, elbise tamirciliği ve nakışçılık onun
mükemmelleştiricisidir.
Aynı
şekilde, insan beslenmeye muhtaç olarak yaratıldığına göre, azık ve gıda ancak
bitki tanelerinden ve ağaç meyvelerinden olacağı için, zorunluluk onu,
ekip-biçme (çiftçilik) ve fidan dikme sanatına sevk etti. Ekip-biçme ve fidan
dikme sanatı, toprağın sürülmesine ve yerin kazılmasına ihtiyaç hisseder. Bu da
kazma, boyunduruk vb. ile tamamlanır. Kazma ve boyunduruk ise ancak marangozluk
ve demircilik sanatı ile yapılır. O halde zaruret, onları öğrenmeyi gerektirir.
Demircilik sanatı da madenciliğe ve başka bazı sanatlara ihtiyaç duyar. Bu
durumda bunların hepsi, ekip-biçme ve dikme sanatına tâbi ve onun
hizmetindedir.
Buğday
taneleri ve ağaç meyveleri, dövülüp öğütülmeye ihtiyaç hissettiğinden, zorunluluk,
öğütme ve sıkıp suyunu çıkarma sanatını öğrenmeyi gerektirir. Öğütme işlemi,
ancak ekmek ve besinle tamamlandığından, bu defa fırıncılık ve pişirme sanatını
öğrenme zorunluluğu ortaya çıkar. Onlar da kendilerini tamamlayan ve
kendilerine hizmet eden başka sanatlara ihtiyaç duyar.
Aynı
şekilde insan, sıcak ve soğuktan, yırtıcılardan korunmaya ve yiyeceklerini korumaya
ihtiyaç duyduğundan, bu zorunluluk onu ev yapma sanatını öğrenmeye götürür. Ev
yapma sanatı ise, marangozluk ve demircilik sanatına ihtiyaç duyar. Onlar da
kendilerine yardım edecek ve birbirini tamamlayacak başka sanatlara ihtiyaç
hisseder.
Süs
ve güzellik sanatı ise, ipek, güzel koku vb. sanatları gibidir. Bütün
sanatlarda “mahir” olmak; salt dünya hayatında yararlanılması için, suretleri
maddeye işleyip, onları tamamlamak ve yetkinleştirmek demektir.
Ey
kardeş! Bil ki bütün insanlar, zengin ya da fakir, sanatkâr ya da tüccardır.
Sanatkârlar, eserlerine suretleri, nakışları, boyaları ve şekilleri, bedenleri
ve aletleriyle işlerler. Amaçları, dünya hayatında yaşam standardını
yükseltmek için, sanatlarının karşılığını görmektir. Ticaretle meşgul olanlar,
alıp vermek suretiyle, alış-veriş yaparlar. Amaçları, aldıklarının
verdiklerinden daha çok olmasını sağlamaktır. Zenginler, bu doğal ve
endüstriyel ürünlere sahip olanlardır. Onları toplayıp biriktirmedeki amaçları,
fakirlik korkusudur. Fakirler ise, onlara ihtiyaç hissedenlerdir. Arzuları,
zengin olmaktır.
Bil
ki, insanların çoğunun fakir olmasında ve zenginlerin fakirlikten korkmasındaki
maksat, onları çeşitli meslekleri (sanatları) edinmek için çaba göstermeye, o
mesleklerde sebat etmeye ve ticaret yapmaya teşviktir. Bunların hepsinde amaç,
ihtiyaçları karşılamak ve ihtiyaç sahiplerine yardımcı olmaktır. Bunda da amaç,
onların bu imkânlardan belli bir süre yararlanmalarıdır. Bu yararlanmanın ise
asıl amacı, nefsin hakiki bilgilerle, güzel ahlâk, doğru görüşler ve temiz
amellerle yetkinleşmesidir. Nefsin yetkinleşmesinde ise amaç, onun semanın
melekûtuna yükselmesini mümkün kılmaktır. Bu ise madde denizinden ve tabiatın
esaretinden kurtulmak, oluş ve bozuluş âleminin cehenneminden çıkıp ruhlar
âlemi alanına girmek ve orada ebedi olarak sevinçli, mutlu ve lezzet içinde
kalmaktır.
Bölüm:
Her Sanatın Düşünmeye ve Akla Gereksinim Duyması Üzerine
Ey
kardeş! Bil ki, biz bu sanatları ve meslekleri zikrettik ve bu risâleyi Akıl
ve Akledilen Risâlesi’yle {Risâletü l-akl ve’l-makûl) ilişkilendirdik.
Çünkü bu sanatlar, insanın aklı, fikri, düşünme ve temyiz gücü ile elde edip
gerçekleştirdiği sanatlardır. Bunların ise hepsi aklî ve ruhanî güç (yeteneklerdir.
Akıl
sahibi olan herkes, insan eliyle ortaya çıkan bu sanatlar ve fiiller üzerine
düşündüğünde, bu bedenle beraber, bu muhkem fiilleri ve mükemmel sanatları bu
bedenden ortaya çıkaran başka bir cevherin de varlığını anlar. Çünkü beden,
öldükten sonra bütünüyle tamdır; ondan hiçbir şey eksilmemiştir. Fakat bu
yeteneklerin hepsi ondan gitmiştir. O halde, bedenle beraber, ondan farklı
başka bir cevherin de olduğu anlaşılmaktadır. O erdemlerin hepsi ondan dolayı
kaybolmaktadır. Çünkü bu bedeni hareket ettiren, onun altı yönde de bir yerden
başka bir yere intikalini sağlayan odur.
O
cevher, beden aracılığıyla, kendi dışındaki başka şeyleri de hareket ettirir.
(Örneğin) onunla (bedenle) beraber, sırtında ve omzunda yük taşır. [286] Bu
cevher ayrıldığında, beden, -içine konulduğu, içinde oturup kalkamadığı,
hareket edemediği ve içinde bulunmaktan hiç hoşlanmadığıtabutu taşıyacak dört
kişiye ihtiyaç duyar. Sonra yıkanmaktan ve defnedilmekten de hoşlanmaz.
İlim
ehlinden, nefis hakkında bilgisi olmayan, onun cevherini tanımayan birçok
kimse, insan eliyle ortaya çıkan bu muhkem sanatların ve mükemmel fiillerin
hepsinin failinin, kendisine katılan (hulûl eden) hayat, güç, ilim vb.
arazlarla beraber, et, kan, yağ, kemik ve sinirden meydana gelen beden olduğunu
iddia etmişlerdir. Onlar bu arazların cisme (bedene) hulûl etmediğini
bilmemektedirler. Halbuki onlar, nefsin cevherine hulûl eden nefsanî
arazlardır. İnsan, “ölü bir beden” ile “canlı bir nefs”in toplamından ibaret
olduğuna göre, (nefse bağlı olan) bu arazlar onda hayatı süresince bulunur,
ölüm anında ise kaybolur. Zaten hayat, “nefsin bedeni kullanmasından, ölüm ise,
“onu kullanmaya son vermesi’nden başka bir şey değildir. Tıpkı uyanıklığın
nefsin beş duyuyu kullanmasından, uykunun ise onları kullanmaya son
vermesinden başka bir şey olmadığı gibi.
Bölüm:
Sanatların Üstünlüğü Üzerine
Ey
kardeş! Bil ki, sanatlar (meslekler) birkaç yönden birbirinden üstündür:
1. Onlara
konu olan (üzerinde gerçekleştiği) madde açısından,
2. Ortaya
çıkan eserler açısından,
3. Onları
öğrenip gerçekleştirmeye sevk eden zorunlu ihtiyaç açısından,
4. Sağladığı
genel yarar açısından,
5. Bizzat
o sanatın kendisi açısından.
Zorunlu
ihtiyaç açısından sanatın üstünlüğü üç çeşittir. Önceden belirttiğimiz gibi
dokumacılık, çiftçilik ve inşaatçılık (buna örnek olarak verilebilir).
Sanatın,
üzerinde gerçekleştiği madde açısından üstünlüğüne örnek, kuyumcuların ve güzel
koku satanların sanatıdır.
Ortaya
çıkan eserleri açısından (üstün olan sanat) ise, feleklerin suretleriyle temsil
edilen küre ve halkalarla, usturlap gibi gözlem aletleri yapanların sanatıdır.
Bir parça bakırın değeri beş dirhemdir. Ondan bir usturlap yapıldığında ise,
yüz dirheme eşdeğerde olur. Bu “madde”nin değeri değil, onun üzerine yapılmış
olan “suref’in değeridir.
Kuyumcuların
ve para basanların sanatına konu olan maddelerden, altın ve gümüşten dirhem ve
dinar basıldığında ya da bir kuyumculuk işlemi yapıldığında eserle konu
arasında, usturlap sanatında olduğu kadar değer farkı yoktur.
Mesleklerin,
sağladığı genel yarar açısından üstün olanı ise, hamam işletmecilerinin ve
temizlik işçilerinin vb. mesleğidir. Çünkü küçük-büyük, şerefli-şerefsiz,
uygar-garip, uzakyakın, herkes hamamdan aynı düzeyde yararlanır. Ondan
yararlanma bakımından birbirine üstünlükleri yoktur.
Meslek
sahiplerinin çoğunda, giyim-kuşam, yeme-içme, mesken vb. konularda aralarında
fark olduğu gibi, mesleklerden yararlanma konusunda da fark vardır. Zenginin
durumu fakirin durumundan farklıdır. Ancak hamam işletmecisi, kuaför vb. böyle
değildir. Temizlik işçileri ve çöpçülerin işlerini bırakmalarında, şehir
sakinleri için genel büyük bir zarar söz konusudur. Artarların (güzel koku
satıcılarının) mesleklerinin konusu (malzemesi), temizlik işçilerinin konusunun
tam zıddıdır. Onlar dükkânlarını ve çarşılarını bir ay kapatmış olsalar,
temizlik işçilerinin işlerini bir hafta bırakmakla şehir sakinlerine
verecekleri zararı veremezler. Çünkü (temizlik işçilerinin işlerini bir hafta
bırakmaları durumunda) şehir çöp ve pislik dolar. Orada yaşayanlara hayat
çekilmez olur.
Sanatın
bizzat kendisinden kaynaklanan üstünlüğe örnek olarak illüzyonistlerin, ressamların
ve müzisyenlerin sanatı verilebilir. Şüphesiz illüzyon, el çabukluğu ve o
sanatı icra eden kişinin, yaptığı hareketin sebebini (maharetle) gizlemesinden
başka bir şey değildir. Hatta işin gerçeğini bilmeyenler gülmesine rağmen,
akıllı kimseler o sanatçının maharetine hayretle bakarlar.
Ressamların
sanatı ise doğal, beşerî ya da nefsanî sanat varlıklarının suretlerini taklit
etmekten başka bir şey değildir. Hatta onlar sanatlarında o maharete ulaşırlar
ki, eserlerine bakanlar, görünüşlerinin mükemmelliğinden dolayı ve
güzelliklerine hayran kalarak, onları gerçek zannederler. Bununla beraber,
resim sanatçıları arasında ciddi bir fark da mevcuttur: Bir ressam, bir yerde
saf boyalarla ve güzel, parlak renklerle süslenmiş bir resim yapar, ona
bakanlar güzelliğine ve parlaklığına hayran kalırlar. Fakat yine de bu sanatta
bir eksiklik mevcuttur. Onu mahir, alanında uzman başka bir sanatçı görür,
inceler, fakat önemsiz bulur. Yoldan bir kömür parçası alır, o resimlerin
yanma, sanki elleriyle oradaki izleyicileri gösteren bir siyah adam (zenci)
resmi yapar. İşte bundan sonra, oradaki resimleri ve boya çalışmalarını
seyredenlerin bakışları, bu sanatçının sanatına, resimdeki adamın duruşunun,
hareketinin ve işaretinin güzelliğine hayran kalarak, o resme yönelir.
Musiki
sanatının üstünlüğü ise iki yöndendir: Birincisi bu sanatın bizzat kendinden
kaynaklanan, İkincisi ise gönül (nefıs)lerdeki etkisi açısındandır. Ayrıca bu
sanatı icra eden sanatçılar arasındaki farklılıktan kaynaklanan bir üstünlük de
söz konusudur. Mesela kimi sanatçıların çok güzel icrası, bu sanata ekstra bir
üstünlük kazandırır. Nitekim sanatçı vardır; şarkı söyler, dinleyenlerin bir
kısmını coşturur. Sanatçı vardır, şarkı söyler, bütün dinleyenleri coşturur.
Anlatılır ki; bir sanatçı topluluğu, büyük liderlerden birinin davetinde bir
araya gelmişlerdi. O esnada yanlarına bitkin görünüşlü, üzerinde tam bir zâhid
elbisesi bulunan bir adam geldi. Davet sahibi, oradakilerin hepsini ayağa
kaldırdı. Ancak davetlilerin yüzünde (bu durumu) yadsıyan bir hal belirdi.
Davet sahibi, zâhid görünüşlü o adamın üstünlüğünü açıklamak istedi ve ondan,
oradakilere, sanatından bir parça dinletmesini istedi. O da birkaç tahta
parçası çıkardı, onlara bir düzen verdi. Yanında getirdiği telleri de çıkarıp
onun üzerine gererek bunlardan bir müzik aleti oluşturdu. Sonra da onu çaldı.
Çaldığı müzikle, o mecliste bulunan herkesi, zevk ve sevinçten güldürdü. Sonra
değiştirip başka bir şey çaldı. Bu defa, orada bulunan herkesi, üzüntü ve duygusallıktan
dolayı ağlattı. Sonra yine değiştirip başka bir şey çaldı, bu defa da herkesi
uyuttu. Sonra da kalkıp gitti ve kim olduğu bilinemedi.
Ey
kardeş! Bil ki, her sanatta mahir olmak, “gerçek Sanatkâr’a benzemek” demektir
ki O, şanı yüce olan Yaratıcıdır. “Allah Teâlâ, (işinin ehli) usta ve mahir
sanatçıyı sever” denilmiştir. Resûl’ün de şöyle buyurduğu rivayet edilmiştir:
“Allah, sanatını güzel ve sağlam yapan sanatkârı sever.” Bundan dolayı
felsefenin tanımında da onun “insanın gücü ölçüsünde Tanrıya benzemek” olduğu
ifade edilmiştir. Burada “benzemek” ile “bilim, sanat ve (başkalarına) bol bol
hayır aktarma konularında benzeme’yi kastediyoruz. Şanı yüce olan Yaratıcı,
âlimlerin en âlimi, hikmet sahiplerinin en hakimi, sanatkârların en sanatkâr
olanı ve hayırlıların en hayırlısıdır. Kim bu konularda bir derece üstünlük
sahibi olursa, onun Allah’a yakınlığı artmış demektir. Nitekim yüce Allah,
halis kulları olan melekleri nitelerken şöyle buyurmuştur: “Rablerine -hangisi
dahayaktn olacak diyevesile ararlar-, O’nun rahmetini umarlar.”[2]
Ey
kardeş! Bil ki, vesile, ancak ilim, amel ve ibadetle olur. Çünkü kullar, aziz
ve çelil olan Allah’ın buyurduğu gibi, kendi çabaları ve gayretlerinden başka
bir şeye sahip olamayacaklardır: “Bilsin ki insan için kendi çalışmasından
başka bir şey yoktur.”[3]
Bölüm:
İnsanın Sanat Yeteneği
Bil
ki, çocukların sanatları öğrenmesi, tabiatlarına göre farklılık gösterir.
Onların tabiatlarının farklılığı ise doğumlarıyla ilgilidir. Bunu Yıldızların
Doğumlar Üzerinde Etkileri Risâlesi’nde (Risâletü tesirâti’n-nücûmi
fi’l-mevâlîd) açıklamıştık. Şimdi burada konunun bir yönünü zikretmek
istiyoruz:
Bil
ki, bazı insanlar bir ya da birkaç sanatı, kolay bir şekilde öğrenmeye
tabiatları gereği yatkındırlar. Hatta pek çok insan, bir sanatı, o sanatın ehli
olan kişilerin çalışmalarını gördüğünde, yeteneğinin mükemmelliği sayesinde,
küçücük bir çabayla, sanki o sanata tam olarak vâkıf olmuş gibi öğrenir.
Bazıları ise çok güçlü bir öğrenmeye, sürekli bir teşvik ve ilgiye ihtiyaç
hisseder. Buna rağmen bazen, eğer o sanat, onun tabiatına ve doğumunun
gerektirdiği şeye uygun değilse, başarılı olamaz. Bazı insanlar ise kesinlikle
sanat öğrenemezler. Sanata karşı bütünüyle ilgisiz ve yeteneksiz olurlar. Bunun
sebebi, sanatın, çocuğa; ancak onuncu burcu yükseleninden yöneten yıldızın
delâletiyle gelmesidir. Bu şu demektir: Eğer bir kimseyi, üç yıldızdan biri
etkisi altına almışsa, o kimsenin bir sanatı öğrenmesi gerekir. Bu üç yıldız
Merih, Venüs (Zühre) ve Merkür (Utarid)’ür. Şüphesiz her sanat
için (önce) bir hareket (teşebbüs ve başlangıç, sonra) şevk ve heves, (sonra da
o alanda) maharet ve uzmanlık gerekir. Hareket Merih, şevk Zühre, uzmanlık ise
Utarid kaynaklıdır.
Yıldızların
dördünden biri, eğer delâlette tek ise, sanat vermez (sanata kaynaklık etmez).
Fakat sanata benzeyen davranışlara delâlet eder. Bunlar; güneş, Satürn (Zühal),
Jüpiter (Müşteri) ve aydır. Kimi doğumunda güneş onuncu derecede
kuşatır (etkisi altına alır)sa, o, kral çocukları gibi gururundan dolayı sanat
öğrenemez. Müşterinin etkisi altına aldığı kimse ise, peygamberler ki onlara
selam olsun ve onlara uyanlar gibi züht ve verâsından, dünyevi konularda çok az
ile yetinip, ahirete yöneldiğinden dolayı, sanatı hem öğrenemez, hem de icra
edemez. Zühalin etkisi altına aldığı kimse de, tembelliğinden ve tabiatının
hareketten yana ağırlığından dolayı sanatı öğrenemez ve icra edemez, dilenciler
dibi, geçim temininde zillete ve miskinliğe razı olur. Ayın etkisi altında olan
kimse de aşağılığından, tabiatının rehavetinden ve anlayışının kıt oluşundan
dolayı, kadınlar ve onlara benzeyen erkekler gibi, sanat icra edemezler.
Bundan
dolayı, kadim dönemde Yunanlılar, bir çocuğu sanatlardan herhangi birine teslim
etmek istediklerinde, belli bir günü tercih ederler, onu Sanatlar Tapınağına ve
yıldızların şekillerinin (bulunduğu bir yere) götürürler, onun sanatına delâlet
eden yıldızın putuna bir kurban keserler ve bunu doğumundan (doğumunun hangi
yıldıza, dolayısıyla hangi sanata uygun düştüğünü) öğrendikten sonra, çocuğu o
sanata teslim ederlerdi. Eğer onu doğumundan bilemezlerse, o tapmakta tasvir
edilmiş olan sanatları çocuğa gösterirlerdi. Çocuk onlardan birine meylederse,
o sanatın çeşitli durumlarına onu muttali kıldıktan (çeşitli yönlerini ona
anlattıktan) sonra, çocuğu o sanata teslim ederlerdi.
Bil
ki ey kardeş! Babaların ve ataların sanatı (mesleği), özellikle de doğumunun
delâlet ettiği sanat, çocuklara, yabancıların sanatından daha yararlıdır. [291]
Babalarının sanatında ya da doğumunun delâlet ettiği sanatta çocuklar, daha
mahir ve daha seçkin olurlar. Bundan dolayı, Erdeşir b. Babekânın siyasetinde,
her tabakadaki insanlara, kesinlikle babalarının ve atalarının sanatına
sarılmaları, onu terk etmemeleri şart koşulmuştur. Hatta (bazıları) bunun, aziz
ve çelil olan Allah tarafından Zerdüşt’ün kitabında farz kılındığını iddia
etmiştir.
Bil
ki, bunların hepsi, ehil olmayan kimselerin rağbet etmemesi için, siyasî erki (mülk)
korumaya yöneliktir. Çünkü bu erke talip olanlar çoğalınca, aralarındaki
çekişme artar. Çekişme artınca, huzursuzluk da artar, işler karışır, düzen
bozulur. Düzen bozulunca ise, (kaçınılmaz olarak) onu hüsran ve helak takip
eder.
Bölüm:
Siyasî Erkin Amacı
Bil
ki, siyasî erkin (mülk) amacı, gereklerini yerine getirmeyi terk etmek
suretiyle bozulmaması için, mensuplarının dine olan bağlılıklarını korumaktır.
Nebevi ve felsefî kanunlara tâbi pek çok kimse, eğer otorite (sultân)
korkusu yoksa, dinin hükümleri ve sınırları altına girmeyi, farzlarını yerine
getirmeyi, sünnetine uymayı, haramlarından kaçınmayı, emirlerine ve
yasaklarına uymayı terk eder.
Bilesin
ki, dini korumaktan amaç, hem din, hem de dünya işlerinin iyi olmasını istemektir.
Dinin gereklerini yerine getirme terk edildiği zaman, hem din hem de dünya
işleri bozulur, hikmet batıl olur. Fakat İlahî yönetim ve Rabbani inayet,
onların bozulmasına izin vermez. Çünkü ilahi yönetim ve Rabbani inayet, dinin
ve dünyanın varlığını, bekasını, düzenini, tamlığını ve yetkinliğini gerekli
kılan nedendir. Bir sanat eserinde bulunan her suret, önce sanatkârın zihninde
ve bilgisinde bulunur.
Bölüm:
Cismin Kendiliğinden Hareket Etmediği
Ey
kardeş! Allah seni de bizi de kendi katından bir ruh ile desteklesin! Bil ki,
sanatkârların konuları, eserleri, organları, aletleri ve bedenleri, hepsi
cisimdir. Cisim ise, cisimsel olması bakımından hareketli değildir. Oysa fiil
ve davranışlar, ancak hareketle gerçekleşir. Bu durumda, cisimleri hareket
ettiren başka bir cevher vardır ki biz onu “nefis” olarak adlandırıyoruz.
Nasıl ki cisimler cisimsel olmaları bakımından tek bir cevherdir, nefisler de,
nefsanî olmaları bakımından tek bir cevherdir. Ancak nefisler, güçlerinin
farklı olması bakımından farklılık arz eder. Güçlerinin farklılığı ise, onların
fiillerinin, bilgilerinin ve ahlâkının farklılığı sebebiyledir. Nitekim
cisimlerin farklılığı da, onların şekillerinin farklılığı sebebiyledir.
Şekillerinin farklılığı ise, arazlarının farklılığına dayanır.
Bil
ki, bu âlemin cismi, bütün felekleri, yıldızları, unsurları ve bu unsurlardan
meydana gelen şeyleriyle tek bir cisim olduğu gibi, nefsi de tek bir nefistir.
Fakat bu âlem nefsinin; küllî güçleri nedeniyle küllî fiilleri, cinsle ilgili
güçleri nedeniyle cinssel fiilleri, türsel güçleri nedeniyle türsel fiilleri,
bireysel (şahsî) güçleri nedeniyle de bireysel fiilleri olunca; işte fiilleriyle
birlikte bu güçler; “cinssel, türsel ve bireysel nefisler” olarak
adlandırılır. Ki nefsin bireysel fiilleri, onun doğudan batıya, batıdan doğuya,
kuzeyden güneye, güneyden kuzeye, yukarıdan aşağıya ve aşağıdan yukarıya doğru
hareket ermesidir. Bu durumda nefisler, farklı güçleri nedeniyle çoğalmış
(birden fazla olmuş) olur. Güçleri de, meftun oldukları fiilleri sebebiyle
çoğalmış olur. Tıpkı şekillerinin farklılığı sebebiyle, âlemin cisminin çok;
arazlarının farklılığı sebebiyle de, şekillerinin çok olması gibi.
Âlem
nefsinin külli fiilleri; felekleri ve yıldızları, ilk yönelimde doğudan batıya
doğru dairesel hareketle harekete geçirmesi, onlara özgü merkezi ise hareketsiz
sabitlemesidir.
Onun
cinssel fiilleri, Sema ve Âlem Madde Risâlesı nde (Risâletü’s-semâ
ve’l-âlem) açıkladığımız gibi, her feleğin ve her yıldızın kendine özgü
altı arızî hareketi ve Oluş ve Bozuluş Risâlesi’nde (Risâletü’l-kevn
ve’l-fesad) açıkladığımız gibi, ay altı âlemde bulunan dört unsura özgü
doğal hareketlerdir.
Âlem
nefsinin türsel (nevî) fiilleri, dört unsurdan meydana gelmiş -madenler,
bitkiler ve hayvanlardan ibaretolan şeylere özgü türsel fiillerdir.
Bireysel
fiilleri ise tek tek hayvanlardan ortaya çıkan fiiller ve insan eliyle meydana
gelen, yukarıda anlatılmış olan sanatlardır.
Ey
kardeş! Bil ki, nefis, özü gereği canlı, ruhanî bir cevherdir. Cisimlerden
herhangi biriyle birleştiğinde, -tıpkı ateşin özü gereği sıcak, cismanî bir
cevher olup, herhangi bir cisimle teması olduğunda onu da ısıtması gibikendisi
gibi onu da canlı hale getirir.
Bil
ki, nefsin biri “bilen (allâme)”, diğeri ise “yapan (faale)”
olmak üzere iki gücü vardır[4]:
Nefis
“bilme gücü” ile bilinebilir olan şeylerin suret (resim)lerini maddelerinden
soyutlayıp onları kendi özünde şekillendirir. Böylece onun cevherinin özü, bu
resimler için “madde” hükmünde olur. Resimler ise nefiste “suret” gibidir.
“Yapma
gücü” ile ise, zihnindeki suretleri açığa çıkarıp, onları cisimsel maddeye
nakşeder. Bu durumda cisim, suretler için “konu (mevzû)” olmuş olur.
İlim
öğrenen herkesin zihninde, bilinebilir olan şeyin sureti, (önce) bilkuvve
haldedir. Onu öğrendiği zaman, o şey, onun zihninde bilfiil olur. Aynı şekilde
herhangi bir sanatı öğrenen herkesin zihninde, sanat eserlerinin suretleri,
(ilk etapta) bilkuvve durumdadır. Onları öğrendiği zaman bilfiil hale gelirler.
Zaten öğrenme; “kuvveden fiile giden yol”dan; öğretme de; “o yolda delâlet
(kılavuzluk) etmek”ten başka bir şey değildir. Üstatlar (hocalar ve öğretmenler),
“kılavuzlardır; onların verdiği eğitim (öğretim) de, bir “yol gösterme (delâlet)”tir.
Öğrenme “yol”, öğrenilen ise, arzulanan (ve) delâlet edilen şeydir.
Çocukların nefisleri “bilkuvve bilen” üstatların nefisleri ise “bilfiil
bilendir. Bilkuvve bilen her nefis için, kendisini kuvveden fiile çıkaracak
bir “bilfiil bilen” nefis gereklidir.
Ey
kardeş! Bil ki, sanatkâr olan her insan için, sanatını ve ilmini öğreneceği bir
üstat gereklidir. Bu üstat da (o sanat ve ilmi), kendinden önceki üstadından
almıştır. Bu, ilmini beşerden almayan bir kaynağa kadar böylece devam eder. Bu
noktada şu iki durumdan biri gerçekleşir: Ya “o, o bilgiyi kendi zihin gücü,
düşünmesi ve içtihadıyla elde etmiştir” deriz ya da onu peygamberlerin dediği
gibi, “beşerî olmayan bir kaynaktan” aldığını söyleriz.
Ey
kardeş! Şunu kesin olarak bil ki, ilimlerden herhangi birini bütünüyle kuşatan
-ne peygamberler, ne filozoflar, ne de onların dışındakilerdenhiç kimse yoktur.
(Herkes) “ancak kürsüsü yeri ve gökleri kaplayan (Allah)ın dilediği miktarda”
(bilgiye sahip olabilir). “Onları (yeri ve gökleri) koruyup gözetmek
kendisine zor gelmez. O yücedir, büyüktür.”[5]
İlimleri
ve sanatları kendi akıllarının gücü, fikirlerinin ve zekâlarının parlaklığıyla
elde ettiklerini iddia edenler, eğer doğal sanat eserlerini görüp
gözlemlemeseler, onlar üzerine düşünüp kıyas yapmasalardı, (durum ne olurdu, o
ilimleri ve sanatları elde edebilirler miydi, düşünmeleri gerekir.) Şüphesiz
bu, (o ilim ve sanatlara) yol bulmaları için, onlara “Tabiatın öğretimi” gibi
bir şeydir. Aynı şekilde eğer Tabiat, Külli Nefs ile Külli Nefs de şanı yüce Yaratıcı
tarafından var edilenlerin ilki olan Külli Akıl ile teyit edilmiş olmasaydı
(durum ne olurdu)? Şanı yüce olan Yaratıcı her şeyi dilediği şekilde
destekleyendir. O, sebeplerin var edicisi ve akıl sahiplerinin aklını
güçlendirenir.
Beşerî
sanatları, onların konularını, amaçlarını, üstünlüğünü ve yararlarını burada bitirdik.
İnsan gücünün ulaştığı en hayırlı sanatın; İlâhî dinin koyduğu (hükümler)
olduğunu açıkladık. İlâhî Kanun Risâlesi’nde (Risâletun-nâmûsi’l-ilâhî)
onun niteliğini ve şartlarını belirttik. Ey kardeş! Onun sırlarını öğrenmeye
çalış. Umulur ki nefsin, gaflet ve cehalet uykusundan uyanır, aklî bilimlerin
ruhuyla dirilir, Rabbani âlimlerin hayatı gibi bir hayat sürer, (sonunda)
mukarreb meleklerin yakınındaki ruhanîler âleminin ebedî cennetine ulaşırsın.
Eğer bunu başaramazsan, (hiç olmazsa) hükümlerini korumak ve sınırlarına riayet
etmek suretiyle dinin hizmetinde ol. (Bu sayede) umulur ki, ehlinin şefaatiyle
madde denizinden, tabiatın esaretinden ve üzüntülerin kaynağı olan oluş ve
bozuluşla, cisimler âleminin cehenneminden kurtulursun.
Ey
kardeş! Allah seni de, bizi de, hangi beldede olursa olsun, bütün
kardeşlerimizi de doğruya muvaffak kılsın! Şüphesiz O, kerem sahibi ve
cömerttir.
Gerçek
övgü âlemlerin Rabbi Allah’adır. Dua ve selâm Allah’ın elçisi Muhammed’e, onun
pak ve temiz ailesine olsun.
Matematik
Kısmının Dokuzuncu risâlesi:
Ahlâkın
Anlamı, Farklı Oluşunun Nedenleri ve
Ahlâkî Hastalıkların Çeşitleri, Peygamberlerin Ahlâkına Dair
Bazı Nükteler Ve Filozofların Ahlâkının Özü Üzerine[6]
Rahman
ve Rahim olan Allah’ın adıyla!
H |
amd
Allah’a, selam O’nun seçilmiş kullarının üzerine olsun. “Allah mı daha
hayırlıdır, yoksa Ona ortak koştukları varlıklar mı?”
Cisimsel
cevherler konusunu tamamladık. Onların maddelerini, formlarını ve bileşimlerini
anlattık.
Yine
spermin ana rahmine düşmesinden doğum gününe kadar insanın geçirdiği aşamaları
zikrettik. Yıldızların ruhani güçlerinin ceninin bünyesine nasıl eklendiğini,
insan tabiatına işleyen muhtelif huyların aydan aya onun tabiatına dokuz ayda
nasıl yerleştiğini açıkladık. Bu dokuz aylık süre, çocuğun ana rahmine
düşmesinden doğum gününe ve (dolayısıyla) dünya hayatındaki yüz yirmi yıllık
ömrün başlangıcına kadarki doğal yaşam sürecidir. Bu, Spermin Ana Rahmine
Düşmesi Risâlesi’nde (Risâletü maskatu’n-nutfe) adı geçen doğal yaşam
süresidir.
Şimdi
bu risâlede doğumdan sonra alışkanlıklar ve alışkanlıklara neden olan şeyler
aracılığıyla kazanılan ahlâka iyice yerleşmiş olan tabiatlara sonradan eklenen
şeyleri anlatmak istiyoruz. Bu da ruhun bedenden ayrılması ve ikinci bir doğum
yani başka (ikinci) bir yaratılış olan ölüm anma kadarki dünya hayatında
çeşitli tasarruflar sonucu ahlâka yeni şeylerin eklenmesi ya da ondan bir
şeylerin eksilmesiyle gerçekleşir. Nitekim şanı yüce olan Allah şöyle
buyurmuştur: “Andolsun, ilk yaratılışı bildiniz. Niçin hatırlamıyorsunuz?”[7]
[8]
Burada yüce Allah ahiretteki yaratılışı kastetmektedir. “Ve sizi
bilmediğiniz bir âlemde tekrar var edelim diye (ölümü takdir ettik)”2-,
“İşte Allah bundan sonra (aynı şekilde) ahiret hayatını da yaratacaktır.
Gerçekten Allah her şeye kadirdir.”[9]
Bölüm:
İnsanın Her Türlü Ahlâka Yetenekli Olduğu
Ey
kardeşim! Allah seni de bizi de kendi katından bir huzur ve mutluluk ile
desteklesin! Bil ki, şanı yüce Allah, ay feleğinin altındaki süfli âlemin,
insanların varlığı ile bayındır olması, onların ürettiği harika eserlerle
dolması, namusî (melekî), melekûtî, felsefi, genel ve özel siyasetlerle
tertip ve düzenin korunması ve âlemin en mükemmel haliyle varlığını sürdürmesi
ve en son amacına ulaşması için, yeryüzünde kendisine “halife” olacak bir insan
tayin etmek istedi. Bu konu Hermes yani İdris Peygamber’in (as) sahifelerinin
dördüncü kitabında zikredilmiştir. Biz de er-Risâletul-Câmiada.
anlattık, farklı risâlelerde işaret ettik ve bu risâlede de açıklayacağız.
Rabbimiz halifesine önce topraktan ilginç bir yapıya, zarif bir yaratılışa,
çeşitli organlara ve birçok güce sahip bir şekil verdi. Sonra diğer canlılardan
daha üstün ve onlar üzerinde etkili olması ve onlarda dilediği gibi tasarrufta
bulunması için, onu başka canlılardan daha güzel bir biçimde şekillendirip
düzenledi. Sonra ona kendisinden bir ruh üfledi. Ardından bu toprağımsı bedeni,
hayvani nefislerin en şereflisi ve en üstünü olan ruhanî nefs ile birleştirdi.
Bu sayede insan hareket eden, hisseden, idrak eden, bilen ve istediği şeyi
yapan bir varlık oldu. Sonra onun nefsini felekteki diğer yıldızların ruhani
güçleriyle destekledi ki, insanın diğer bütün ahlâkları kabulü, bütün
bilimleri, âdâbı, eğitimleri, siyasetleri ve her türlü bilgiyi öğrenmesi, bu
sayede mümkün olur. Keza insanın bedeni farklı şekil ve görünüşteki organlarla
donatıp mükemmelleştirildi. Bu sayede insan bütün beşerî sanatları, İnsanî
fiilleri ve melekî amelleri gerçekleştirir.
Canlıların
her türlü ahlâk ve tabiat özelliklerinin birbirini kabule yatkın olması için,
insanın bedenî yapısında dört ana karışımı[10]
ve dokuz karışımın (mizâc) hepsi en dengeli bir biçimde toplanmıştır.
Bunun amacı, insanın bütün davranışlara, güzel sanatlara, birbirinden güzel
eylemlere ve doğru siyasetlere yatkın olması ve bunların hepsinin ona
kolaylaştırılmasıdır. Çünkü Beşerî Sanatlar Risalesinde
(Risâletüs-stnâii’l-beşeriyye) açıkladığımız gibi, insanın bunları tek bir
organ, tek bir alet, tek bir huy (huluk) ve bir karışım (mizâc)
ile gerçekleştirmesi mümkün değildir. Bunlardan amaç, insanın saygınlık
kazanması, Rabbine ve Yaratıcısına benzemesidir ki, insan yeryüzünde O’nun
halifesi, âlemi imar eden ve oradakilere sahip çıkan, canlıları yöneten,
bitkileri yetiştirip büyüten, madenleri çıkarıp işleten, -dinî emirlerin ve
felsefî eğitimin sınırlarını belirlediği şekildesiyasî tedbirlerle yönetmek ve
Rabbani siyaseti gerçekleştirmek için yeryüzündekiler üzerinde egemenlik
kurandır. Bunların hepsi, böyle bir itina, tedbir ve yönetim sayesinde, insanın
mukarreb meleklerden biri haline gelip, cennetteki nimetlerden sonsuza dek
yararlanmasını sağlamaya yöneliktir. Nitekim yüce Allah İsrailoğullarına
gönderdiği peygamberlerden birinin kitabında şöyle buyurmuştur: “Ey insanoğlu!
Ben seni sonsuzluk için yarattım. Ben asla ölmeyecek olan diriyim. Sana
emrettiklerime uy, yasakladıklarımdan kaçın ki, sana da ölümün olmadığı ebedî
bir hayat lütfedeyim. Ey insanoğlu! Ben, bir şeye ol’ deyip, onun da o emre uyarak
olmasını sağlama gücüne sahibim. Sana emrettiklerime uy, yasakladıklarımdan
kaçın ki, seni de bir şeye ol’ deyince, dediğinin olmasını sağlama gücüne sahip
kılayım.”
İşte
bu anlattıklarımızla, insanın fıtratında ve tabiatında farklı huylar (ahlâk)
bulunmasından amacın ne olduğunu ve bununla ne kastedildiğini açıklamış olduk.
Şimdi birtakım “nedenler” üzerinde durmak istiyoruz ki, insan ahlâkının ve
karakterlerin farklı oluşu bu nedenlerden kaynaklanmakta ve onlara bağlıdır:
Bu nedenler kaç tanedir? Nelerdir? (Ahlâkın farklı oluşunda) nasıl etkili
olurlar? Ve önceden açıklandığı gibi, niçin o nedenler? (Şimdi bunlar üzerinde
duracağız.)
Bölüm:
Ahlâk Farklılığının Çeşitli Yönleri
Ey
kardeşim! Bil ki, insanların ahlâkı ve tabiatları, dört yönden farklılık arz
eder:
a) Bedenlerinin
karışımı ve bu karışımların yapısı yönünden,
b) Ülkelerinin
toprağı ve iklimin farklılığı yönünden,
c) Atalarının,
öğretmenlerinin, hocalarının, kendilerini büyüten ve terbiye eden kimselerin
inançları,
d) Ana
rahmine düştükleri anda ve doğumları anında astrolojik hükümlerin (ahkâmu’nnücum)
gerekleri açısından.
Bunlar
esas, diğerleri ise tali sebeplerdir. Söylediklerimizin doğruluğunun ve
anlattıklarımızın hakikatinin ortaya çıkması için, bu konuyu açıklama ihtiyacı
duyuyoruz. Önce bedenin karışımları yönüyle ve mizacın dengesinin bozulup,
artma ve eksilme yönünde değişmesi, buna bağlı olarak da birbirine zıt, farklı
ahlâk ve karakterlerin oluşması itibariyle (ahlâkın farklılığının) nedenleri
üzerinde duracağız.
Bölüm:
Ahlâkın Vücudun Karışımları Yönünden Farklı Oluşu
Ey
kardeşim! Bil ki, sıcak (mahrüt) tabiatlı insanlar, özellikle de kalp
yapısı böyle olanlar, genellikle cesur kalpli, gönülleri cömert, korkulu
işlerde düşüncesiz hareket eden, kararlılığı ve dikkati az, aceleci davranan, çabuk
öfkelenen, ama öfkesi de çabuk geçen, kin gütmeyen, akıllı ve keskin zekâlı,
tasavvur yeteneği güçlü kimselerdir.
Soğuk
(mebrûd) tabiatlı olanlar, genellikle aptal, kaba tabiatlı, itici bir
karaktere sahip ve ahlâken olgunlaşmamış kimselerdir.
Nemli/sakin
(mertûb,) tabiatlı olanlar da genellikle zeki olmayan, işinde sebat
etmeyen, yumuşak huylu, müsamahakâr, güzel ahlâklı, doğal konularda oldukça
tedbirsiz ve sorumsuz davranmakla beraber, çabuk ikna olan ve çabuk unutan
kimselerdir.
Kuru/sert
(yâbis) tabiatlı olanlar ise, genellikle işlerinde sabırlı, sabit
fikirli, zor ikna olan kimselerdir. Bunlarda sabır, kin, cimrilik, tutuculuk ve
koruma duyguları ağır basar.
Bölüm:
îsrailoğullarmm Kitaplarından Birinde Yer Aldığı Şekliyle Âdem’in Yaratılışı
İsrailloğullarına
gönderilen peygamberlerin kitaplarından birinde Âdem’in, ona selam olsun,
yaratılışı ve bedeninin oluşumunun niteliği hakkında yer alan bilgiye göre şanı
yüce olan Allah Âdem’i yarattığında şöyle buyurmuştur:
“Ben
Âdem’i yarattım ve onun bedenini dört şeyden oluşturdum. Sonra bu dört şeyi,
kıyamete kadar onun çocukları ve neslinin bedenleri için kaynak teşkil edecek
ve büyümeleri için esas olacak şekilde miras bıraktım. Onun bedenini yaş ve
kuru, sıcak ve soğuktan oluşturdum. Yani onu topraktan ve sudan yarattım, sonra
ona nefs ve ruh üfledim. Bedeninin kuruluğu, topraktan olması; yaşlığı, sudan
olması; sıcaklığı nefsten, soğukluğu ise ruhtan meydana gelmesi itibariyledir.
Sonra bedene dört şey daha ekledim. Bunlar bedenin işleyişinin esaslarıdır.
Beden ancak bunlarla varlığını sürdürebilir ve bunlar ancak diğeri sayesinde
işlev görür. Bunlar; kara safra, sarı safra, kan ve balgamdır. Sonra onları
birbiriyle kaynaştırdım. Kara safrayı kuruluğun mekânı, sarı safrayı
sıcaklığın, kanı yaşlığın, balgamı da soğukluğun mekânı yaptım.
Bedenin
esası ve dayanağı yaptığım bu dört karışım, hangi bedende dengeli bir biçimde
bulunur, her biri fazla ya da eksik değil, tam dörtte bir oranında bulunursa, o
bedenin sağlığı tam, yapısı dengeli {mutedil) olur. Eğer onlardan biri
diğerlerinden fazla olur, onlara baskın gelir ve onları yönlendirirse, bedene o
cihetten ve onun fazlalığı oranında hastalık girer. Eğer eksik olur,
diğerlerine karşı gücü zayıflar ve diğerleri ona baskın gelirse, bu defa onun
azlığı ve diğerleri karşısında gücünün zayıflığı oranında, bedene onlar
cihetinden hastalık gelir.
Sonra
ona tıbbı ve tedavinin niteliğini, bedenin dengeli ve durumunun düzgün olması
için, bedende eksik olan bir şeyin nasıl arttırılacağını, fazla olan bir şeyin
de nasıl azaltılacağını öğrettim. Hastalığı da tedaviyi de, hastalığın bedene
fazlalık cihetinden mi, yoksa eksiklik cihetinden mi geldiğini bilen, ayrıca bu
hastalığı tedavi edecek ilacı da bilen mahir doktor, (bedende) eksik olan şeyi
arttırır, fazla olanı da azaltır; böylece bedenin durumu yaratılışa uygun
istikametini bulur, her şey dengi olanlarla birlikte mutedil {dengeli)
bir hal alır.
Sonra
bedeni oluşturduğum bu karışımları, üzerine insanoğlunun ahlâkının inşa edileceği
ve kendilerine göre tanımlanacağı birtakım tabiatlara ve ilkelere dönüştürdüm
de topraktan azim ve kararlılığı, sudan yumuşak başlılığı, sıcaklıktan öfke ve
hiddeti, soğukluktan da sabır ve tahammülü var ettim.
Eğer
kuruluk insanı alıp aşırılığa sürüklerse, insanın azmi sertliğe ve kabalığa;
nemlilik alıp yönlendirirse, yumuşaklığı yılgınlığa ve mihnete; sıcaklık
yönlendirirse, öfke ve hiddeti tutarsızlık ve terbiyesizliğe; soğukluk
yönlendirirse, sabır ve tahammülü oyalanma ve ahmaklığa dönüşür.
Eğer
bunlar dengeli ve birbirine eşit düzeyde olursa, onun ahlâkı dengeli, işi de
istikamet üzere olur; sabrında azimli, azminde yumuşak başlı, yumuşak
başlılığında sakin ve huzurlu, hiddetinde de ihtiyatlı [teenni sahibi] olur.
Huylarından hiçbiri diğerine üstünlük sağlamaz, (bedeninin) karışımlarından
hiçbir tabiat onu ölçülü davranmaktan [itidâl] uzaklaştıramaz. (Böyle olduğu
için) onlardan istediğini arttırır, istediğini azaltır, dilediği şekilde
dengeyi sağlar.
Sonra
ona kendi ruhumdan üfledim, bedenine nefs ve ruh ekledim. İnsanoğlu nefs
ile işitir, görür, koklar, tat alır, dokunur, hisseder, yer, içer, uyur,
oturur, güler, ağlar, sevinir ve üzülür. Ruh ile de akleder, anlar,
bilir, öğrenir, hayâ eder, rüya görür, sakınır, öne çıkar, engeller, ikramda
bulunur, durur ve saldırır. Hiddeti, korkusu, şehveti, oyun ve eğlencesi,
gülmesi, şerefsizce davranışları, düzenbazlığı, hilekârlığı, kabalığı ve
ahmaklığı nefsinden; yumuşak huyluluğu ve vakarı, iffet ve hayâsı, güzellik ve
letafeti, anlayışı, cömertliği, mahareti, sadakati, dostluğu ve sabrı da
ruhtan kaynaklanır. Akıl sahibi olan bir kimse, nefisten kaynaklanan huylardan
birinin kendisinde galip gelmesinden korkarsa, ruhun huylarından onun zıddı
olan bir huy ile ona karşılık verir ve o huya itina gösterir. Böylelikle onu
dengeli hale getirip güçlendirir. Örneğin hiddete yumuşak başlılık ile, korkuya
vakar, şehvete iffet, oyuna hayâ, eğlenceye güzellik ile, gülmeye keder,
rezilliğe şeref, düzenbazlığa cesaret, yalana doğruluk, kabalığa nezaket,
aceleciliğe sabır, çılgınlığa da tahammül ile karşılık verir. Çünkü her
(ahlâkî) hastalık zıddı ile tedavi edilir. İnsanın kabalığı, cimriliği,
sertliği, açgözlülüğü, ümitsizliği ve cesaretsizliği, direnme ve ısrarı
topraktan; yumuşaklığı, kolaylığı, doğallığı, iyiliği, cömertliği, hoşgörüsü,
gücü, yakınlığı, geleceğe güvenle bakması, ümit ve sevinci sudan kaynaklanır.
Akıl sahibi biri, kendisinde toprağımsı huylardan birinin baskın geleceğinden
korkarsa, suyumsu {mâî) huylarda onun zıddı olan bir huyla ona karşılık
verir, onu dengeleyip güçlendirmek için ona itina gösterir. Örneğin kabalığa
yumuşaklık ile, cimriliğe cömertlik, sertliğe nezaket, açgözlülüğe
konukseverlik, ümitsizliğe umut, cesaretsizliğe kendine güven ile, direnmeye
kabul, ısrara da adalet ile karşılık verir.”
Ey
kardeşim! Bilesin ki, (insanın sahip olduğu) huylardan her birinin benzer
kardeş huyları ve tam tersi olan zıtları vardır. Bunlardan her birinin
birbirinden farklı ve birbirine zıt fiilleri mevcuttur ki, bunlar netleşmesi ve
bilinebilmesi için açıklanmaya ihtiyaç duyar. Çünkü bu konu, üstün bilimlerden
ve latif bilgilerdendir. İnsanoğlunun güzel ahlâkı ve cennetin sakinleri olan
meleklerin ahlâkı, bu bilim sayesinde bilinir ki, yüce Allah “değerli yazıcılar[11],
“değerli ve güvenilir kâtipler”[12]
[13]
ifadeleriyle bu meleklerin ahlâkından bahsetmektedir. Yine bu konu sayesinde
-Yüce Allah’ın “her ümmet (cehenneme) girdikçe yoldaşlarına lanet edecek.”3
ve “onlar rahat yüzü görmesin (derler). Onlar mutlaka ateşe gireceklerdir.”[14]
ifadeleriyle dile getirdiğiateşin sakinleri olan şeytanların ahlâkı da
bilinir.
îşte
bu anlattıklarımızla, insanların ahlâkının, bedenin karışımlarının yapısı
itibariyle farklı oluşuna neden olan sebepler kısmen açıklığa kavuştu. Şimdi
kısaca bölgelerin toprağının (coğrafi yapısının) ve iklim değişikliklerinin
farklılığı nedeniyle ahlâkın farklılığına yol açan sebepler üzerinde durmak
istiyoruz.
Bölüm:
Bölgelerin Yapısının Ahlâk Üzerinde Etkisi
Ey
kardeşim! Bil ki, bölgelerin, şehirlerin ve köylerin toprakları ve havaları
-örneğin kuzeyde, güneyde, doğuda ya da batıda bulunmalarına, dağ başlarında,
vadilerde ve alçak yerlerde, deniz sahillerinde, nehir kenarlarında, çöl ve
çorak ya da ormanlık ve çukur bölgelerde, killi ve gübreli ya da taşlık,
kayalık, çakıllı ve kumlu yerlerde ya da nehirlerin arasında ağaçlık, ziraata
verimli, güllük-gülistanlık bahçelerden oluşan yumuşak topraklı ve düz
arazîlerde bulunmalarına görebirçok yönden farklılık ve değişiklik arz eder.
Aynı
şekilde bölgelerin hava şartları da dört rüzgârın hareketine ve bunların yön
değiştirmesine, burçların bu bölgeler üzerindeki doğuş yerlerine ve
yıldızların ışıklarının ufuktan bölge üzerine düşme yerlerine göre farklılık
gösterir.
İşte
bütün bunlar insan bedenindeki karışımların yapısının farklılaşmasına sebep
olur. Bedendeki karışımların yapısının farklı oluşu da o bölgede yaşayanların
ahlâkının, tabiatlarının, renklerinin, dillerinin, adetlerinin,
düşüncelerinin, inançlarının, davranışlarının, sanatlarının ve yönetim
anlayışlarının farklı olmasına neden olur. Biri diğerine benzemediği gibi, her
millet belirtilen bu konularda, başka milletlerde bulunmayan, kendine özgü niteliklere
sahip olur.
Örneğin
sıcak bölgelerde doğup büyüyen ve o ortamda yetişen kimselerin bedenlerinin
karışımlarında, genellikle “soğukluk” hâkim olur. Oysa soğuk bölgelerde doğup
büyüyen ve o ortamda yetişenlerin bedenlerinin karışımlarında “sıcaklık” hâkim
olur. Çünkü sıcaklık ve soğukluk, birbirinin zıddıdır. Aynı yerde ve aynı
durumda bir arada bulunmazlar. Fakat varlıklarını koruyabilmeleri için, biri
görünüre çıktığında, diğeri gizlenip saklanır. Çünkü sıcaklık ve soğukluk
olmaksızın, varlıklar ne var olabilir, ne de varlıklarını sürdürebilir.
Habeşliler,
Zenciler, Nübeler, Sind ve Hintliler gibi güney bölgelerinde yaşayanların bedenlerinin
yapısı, bu anlattıklarımızın kanıtıdır. Güneşin bu bölgeler üzerine senede iki
defa yakınlaşması sebebiyle, bu bölgelerin atmosferi ısınır, hava oldukça sıcak
olur, insanların bedenlerinin dış yüzeyi güneşten yanar, derileri siyahlaşır,
bu sebeple saçları kıvırcık olur. Ama bedenlerinin içi soğuk olur, bu nedenle
de kemikleri ve dişleri beyaz, gözleri iri, burunları geniş, ağızları büyük
olur.
Kuzey
bölgelerinde yaşayanların durumu ise bunun tam tersidir. Nedeni; dünyanın güneş
etrafında dönerken yörüngesinin bu bölgeye oldukça uzak olması, ne kışın ne de
yazın oraya yaklaşmaması, bundan dolayı bu bölgelerde havanın çok soğuk
olmasıdır. Durum böyle olunca, bu bölgede yaşayanların derileri beyaz,
bedenleri nemli, kemikleri ve dişleri kızıl olur. Cesaret ve kahramanlık
aralarında yaygın olur, saçları düz, gözleri küçük olur, sıcaklık bedenlerinin
içinde saklı kalır.
İşte
bu kıyasa dayanarak, doğal yapısı ve havası birbirine zıt olan bölgelerde
yaşayan, birçok konuda ve genel durumları itibariyle tabiatları ve ahlâkları
birbirinden farklı olan insanların özellikleri böyle ifade edilebilir.
Bu
anlattıklarımızla, insanların ahlâkının, yaşadıkları bölgenin toprağına ve
havasına göre farklılık arz ettiği, bir bakıma açıklığa kavuştu.
Şimdi
kısmen astrolojik nedenlerden bahsetmek istiyoruz: Merih, Aslan kalbi vb.
ateşim si (nâriyye) yıldızların egemen olduğu dönemlerde ateşimsi
burçlarda doğanların bedenlerinin karışımında (mizâc) sıcaklık ve safra
gücünün; Venüs (Zühre) ve Akyıldız gibi suyumsu (mâî) yıldızların
egemen olduğu dönemlerde suyumsu burçlarda doğanların bedenlerinin karışımında
ise yaşlık ve balgamın oranı daha yüksek olur. Aynı şekilde, Satürn {Zühal)
vb. sabit yıldızların egemen olduğu dönemlerde toprağımsı burçlarda doğan
kişilerin bedenlerinin karışımında kuruluk ve kara safra; Müşteri (Jüpiter)
vb. sabit yıldızların egemen olduğu dönemlerde havâi burçlardan birinde
doğanların bedenlerinin karışımında ise kan oranı fazla olur ve onlarda denge (itidal)
hâkim olur. Konunun uzmanları ve tecrübe sahipleri, bu anlattıklarımızın gerçek,
tasvir ettiklerimizin doğru olduğunu bilirler.
Burada
anlattıklarımızla, insanın tabiatına yaratılışta yerleştirilmiş olan bir
ahlâkın varlığını gerektiren nedenler açıklığa kavuşmuş oldu.
Şimdi
insanın tabiatına yaratılışta yerleştirilmiş olan ahlâkın (ahlâk-ı merkûze)
ne olduğunu ve bu doğrultuda günlük yaşamda kazanılan ahlâkın (ahlâk-t
müktesebe) ne olduğunu, ayrıca bundaki amacı ve bu iki ahlâk, yani
“yerleşik ahlâk” ile “kazanılmış ahlâk” arasındaki farkı açıklamak istiyoruz.
Bölüm:
Ahlâkın Mahiyeti
Ey
kardeşim! Allah seni de bizi de kendi katından bir huzur ve mutluluk ile
desteklesin! Bil ki, yaratılışta insanın tabiatına işlenmiş olan ahlâk (ahlâk-t
merkûze)-, bedenin organlarından her birinde (bir şeye) “hazır ve yatkın
olma” halidir. Bu yatkınlık sayesinde, nefse herhangi bir davranış ya da
ameli, herhangi bir sanatı ortaya koymak, ilimlerden herhangi birini, bir edep
ve ahlâkı ya da bir siyaseti (uzun uzun) düşünüp taşınmadan öğrenmek
kolaylaşır.
Örneğin
insan, tabiatı itibariyle cesarete yatkın olduğunda, korkulacak şeylerin
üzerine düşünüp taşınmadan gitmek, ona oldukça kolay gelir. Cömertliğe yatkın
olduğunda, “vermek”; iffete yatkın olduğunda, uzun uzun düşünmeden “haram ve
dinen sakıncalı olan şeylerden kaçınmak” onun için kolay olur.
Aynı
şekilde, yaratılış itibariyle tabiatı “itidâle yatkın” olan kimseye, düşmanlık
durumlarında kendine hâkim olmak, muamelelerinde âdil ve insaflı olmak kolay
gelir.
İnsanın
tabiatına yaratılıştan yerleşmiş olan diğer huylar {ahlâk) ve seciyeler
de, bu örneklerle ve bu kıyasla (kolaylıkla anlaşılır.) Bunlar nefsin,
fiillerini, bilgilerini, sanatlarını ve yönetim becerilerini düşünüp
taşınmadan, kolaylıkla ortaya koyabilmesi için insanın tabiatına
yerleştirilmiştir.
Tabiatı,
yukarıda anlatılanların zıddı olan şeylere yatkın olan kimse, bu özellikleri
kullanırken ve fiillerini ortaya koyarken bir düşünüp taşınmaya, derin ve
zorlu bir çabaya {ictihâd) ihtiyaç duyar. însan bu davranışlara ancak
bir emir ve yasak, vaat ve tehdit, övgü ve yergi, teşvik ve uyarıdan sonra sevk
olur. îşte insan tabiatında -onun zıddı olarakbulunan her şeyin hükmü bu
örnekte ifade ettiğimiz gibidir; (zıt eğilimlere) sahip olan kimse bir emir ve
yasağa, düşünmeye, çaba ve teşvike ihtiyaç duyar. İşte dinin emir ve
yasaklarının çoğu, bu sebeple gelmiştir (tabiatına iyi huylar iyice yerleşmemiş
olan kimseler, iyilikleri ancak bir emir ve vaat ile gerçekleştirir,
kötülüklerden de ancak bir yasak ve tehdit sayesinde uzak dururlar). Dinin
bazı vaatlerde bulunması, birtakım şeylerden sakındırması, bazı şeyleri teşvik
etmesi ve bazı uyarılarda bulunması, bundan dolayıdır.
İnsan
bir birey olarak, tabiatı itibariyle bütün huylara {ahlâk) yatkın ise,
onun bütün davranışları ve bütün sanatları ortaya koyması, bir güçlük
oluşturmaz. Fakat tabiatı itibariyle bütün huyları kabule, bütün sanatları ve
amelleri ortaya koymaya yatkın olan insan, cüz’î (tikel; birey olarak) insan
değil, külli {tümel) mutlak insandır.
Bil
ki, (tek tek) insanların hepsi, bu “mutlak insan’m bireyselleşmiş {eşhâs-,
şahıs olarak -somut şekildeortaya çıkmış) halidir. İnsanoğlunun atası Hz.
Âdem’in yaratıldığı günden büyük kıyamete kadar yeryüzünde “Allah’ın halifesi”
olduğunu ifade ettiğimiz insan, işte bu “mutlak insandır. O, Öldükten Sonra
Dirilme Risâlesi’nde {Risâletul-ba‘s) açıkladığımız gibi, yüce Allah’ın; “Sizin
yaratdmanız ve diriltilmeniz, ancak tek bir nefsin yaratılması ve diriltilmesi
gibidir.”[15]
ifadelerinde buyurduğu üzere, tek tek her insanda bulunan insanî-küllî nefstir.
Ey
kardeşim! Allah seni kendi katından bir ruh ile desteklesin! Bil ki, yeryüzünde
“Allah’ın halifesi” olduğunu söylediğimiz bu mutlak insan, tabiatı itibariyle
beşeri ahlâk (huylar) ın, İnsanî ilimlerin ve hikmetli sanatların hepsini
kabule yatkın olarak yaratılmıştır. Bu insan, her zaman mevcuttur ve insan
bireylerinden her biri ile beraberdir. Bu bireyden o mutlak insanın fiilleri,
ilimleri, ahlâkı ve sanatları ortaya çıkar. Fakat bireylerden bir kısmı, bu
ilimlerden ve sanatlardan, huylardan {ahlâk) ve davranışlardan birini
kabule daha fazla yatkındır. Bunları ortaya koymak da onlara, o oranda (kolay)
olur.
Bölüm:
Ahlâk Eğitiminde Model
Bil
ki, günlük alışkanlıklar, sürekli yapılmak suretiyle, kendilerine benzeyen
(bir) ahlâk (oluşturup, onu) güçlendirir. Örneğin bilimsel konulara kafa yorup
araştırma yapmak, ders verip konuları karşılıklı müzakere etmek, bilimlerde
uzmanlığı, derinlik ve yetkinliği arttırır. Aynı şekilde, çeşitli sanatların
pratik uygulamasını yapmak, o sanatlarda uzmanlığı pekiştirir, hocalık
yeteneğini güçlendirir.
Bütün
ahlâk {huylar) ve seciyeler böyledir. Örneğin çocukların çoğu, eğer
çocukluğu cesur, kahraman ve silahşörler arasında geçmiş, onlarla beraber
büyümüşse, doğal olarak onların ahlâkına sahip olur ve onlara benzer. Aynı
şekilde, çocukluğu kadınlar, eşcinseller ve özürlüler arasında geçmiş ve
onlarla beraber büyümüş olan çocukların çoğu, yine doğal olarak onların
ahlâkına sahip olacak ve bütün huyları itibariyle olmasa bile, bazı huylarında
onlara benzeyecektir.
Çocukların,
küçüklüğünden beri anne ve babalarının ya da kardeşlerinin, sürekli beraber
oldukları akranları, arkadaşları, öğretmenleri ve hocalarının ahlâkının
etkisiyle “tabiatları” haline gelen ahlâk ve seciyelerinin hükmü, yukarıda
anlatılanlara kıyasla anlaşılabilir.
Bölüm
Ey
kardeş! Bil ki, bazı insanların inancı ahlâkı doğrultusunda, bazılarının ise
ahlâkı inancı doğrultusunda olur.
Örneğin
Merih tabiatlı (Mars gezegeninin etkisinde) olanların nefsi, içinde taassup, çekişme
ve husumet fazla olan inanç ve görüşlere; Müşteri tabiatlı (Jüpiter gezegeninin
etkisinde) olanların nefsi ise, züht, verâ ve nezaketi önemseyen inanç ve
görüşlere meyilli olur. Dolayısıyla insanların inançları ve kanaatleri, bu
örneklerde ahlâklarına tâbidir.
Ahlâkı
inancına tâbi olan kimse ise, bir görüşe inanıp, bir mezhebe girdiğinde, ahlâkı
ve seciyesi de inancına ve girdiği mezhebe uygun olur. Çünkü o, bütün
yapıp-etmelerinde ilgi ve gayretinin çoğunu, mezhebinin başarısına ve inancını
gerçekleştirmeye harcar. Bu da onda bir “ahlâk ve seciye”, vazgeçip terk etmesi
çok zor “âdet” halini alır.
Övgü
ve yergi, ödül verme ve cezalandırma, vaat ve tehdit, teşvik ve uyarı türünden
karşılıklar, ahlâkın işte bu çeşidi için söz konusudur. Çünkü bu ahlâk, sahibi
tarafından kazanılmış ve onun bir fiilidir. Şu rivayet buna güzel bir
örnektir:
İki
kişi bir yolculukta arkadaşlık ettiler. Biri Kirmanlı bir Mecusi, diğeri ise
îsfahanlı bir Yahudi idi. Mecusi bir katıra binmişti ve beraberinde bir
yolcunun yolda ihtiyaç hissedeceği azık, giyim vb. her şey vardı. Gayet rahat
bir yolculuk yapıyordu. Yahudi ise yaya idi, yanında azık ve yiyecek bir şey
yoktu. Konuşurlarken bir ara Mecusi Yahudi’ye sordu: “Senin inancın ve mezhebin
nedir ey Hûşak?” Yahudi şu cevabı verdi: “İnancıma göre, gökte bir Tanrı
vardır. O, İsrailoğullarının Tanrısıdır ve ben ona ibadet eder, ondan ister,
dilediğimi ondan dilerim. Bol rızık, uzun ömür, beden sağlığı, âfetlerden
korunma ve düşmanlara karşı yardım hep ondandır. Ben ondan hem kendim için, hem
de dinimi ve inancımı paylaşan herkes için hayır dilerim. Dinime ve inancıma
karşı olanları düşünmem. Aksine dinime ve inancıma karşı çıkanların kanının ve
malının helâl olduğuna, onun yardımının, öğüdünün ve desteğinin, rahmetinin ve
şefkatinin ona haram olduğuna inanırım”.
Sonra
Mecusi’ye dedi ki: “Sen sordun, ben de sana dinim ve inancım hakkında bilgi verdim.
Şimdi de ey Muga! Sen bana dinini ve inancını anlat”.
Mecusi
de şöyle dedi: “Benim inancım ve görüşüm o ki, ben iyiliği hem kendim, hem de
bütün insanlar için dilerim. İster benim dinimden olsun ve benimle aynı inancı
paylaşsın, isterse dinime ve inancıma karşı çıksın, hiç kimsenin kötülüğünü
istemem.”
Yahudi
dedi ki: “Senden olmayan kimse sana zulmetse ve saldırsa bile mi?”
O
da; “Evet. Çünkü ben, gökyüzünde her şeyden haberdar, bütün mükemmelliklere sahip,
âdil, hikmet sahibi, her şeyi bilen, yaratıklarla ilgili hiçbir şey kendisine
gizli kalmayan bir Tanrının var olduğunu biliyorum. O, iyilik yapanlara
iyiliklerinin, kötülük işleyenlere de kötülüklerinin karşılığını verir”
deyince, Yahudi Mecusi’ye;
“Senin
dinine uyduğunu ve inancını gerçekleştirdiğini görmüyorum” dedi.
Mecusi
“Bu nasıl olur?” diye sorunca, dedi ki; “Çünkü ben senin hemcinsinim. Benim
yorgun ve aç yürüdüğümü görüyorsun. Sen ise binektesin, karnın tok ve keyfin
yerinde.”
Mecusi,
“Doğru söylüyorsun. Peki, ne istiyorsun?” deyince, Yahudi dedi ki, “Bana da yiyecek
ver ve dinlenmem için bir müddet katırına binmeme izin ver. Çünkü çok
yoruldum.”
Bunun
üzerine Mecusi katırdan indi, arkadaşına sofrasını açtı. Yahudi karnını
doyurdu. Sonra Mecusi onu katıra bindirdi, kendisi ise yaya, konuşarak bir
müddet beraber yürüdüler. Yahudi binmenin keyfine varıp Mecusi’nin de iyice
yorulduğunu anlayınca, atı sürüp, onu geride bıraktı. Mecusi arkasından koştu
ise de, ona yetişemedi. Ona;
“Ey
Hûşak! Beni bekle. Katırdan in, ben çok yoruldum” diye bağırdı. Yahudi;
“Ey
Muga! Ben sana inancımı anlattım. Sen de bana anlattın. Değil mi? İşte şimdi
inancını uygulayıp gerçekleştiriyorsun. Aynı şekilde ben de inancımı uygulayıp
gerçekleştirmek istiyorum” diye cevap verdi ve atı sürüp gitti, Mecusi de
peşinden koşarken şöyle sesleniyordu:
“Yazıklar
olsun sana ey Hûşak! Bekle beni azıcık. Biraz da ben bineyim. Beni bu çöl ortasında
bırakma. Yırtıcı hayvanlar yer. Açlıktan ve susuzluktan ölürüm. Ben sana nasıl
acıdıysam, sen de bana acı.” Onun çağrısı, Yahudi’ye kâr etmiyordu. Ona
aldırmadı, yoluna devam edip gözden kayboldu.
Mecusi,
arkadaşından ümidini kesip, ölümün artık kendisine yakın olduğunu hissedince,
inancını bütünüyle ve o inancı çerçevesinde kendisine anlatılan; gökyüzünde her
şeyden haberdar, mükemmel, her şeyi bilen, âdil, yaratıkların hiçbir şeyi
kendisine gizli kalmayan bir Tanrı olduğunu düşündü. Başını semâya çevirdi ve
dedi ki:
“Ey
Tanrım! Biliyorsun ki, ben bir dine inandım, onu uygulayıp gerçekleştirdim.
Seni, duyduğum, bildiğim ve şahit olduğum bütün güzelliklerle niteleyerek
anlattım. Sana dair anlattıklarımın doğruluğunu Hûşak’a göster ki, bunların
hakikat olduğunu o da bilsin.”
Mecusi
biraz yürümüştü ki, birden Yahudi’yi gördü. Katır onu üzerinden atmış ve boynu
kırılmıştı. Biraz uzakta bir yerde sahibini bekliyordu. Mecusi katıra
yetişince, ona bindi ve yoluna devam etti. Yahudi’yi kendi kendine çabalar ve
ölüm korkusuna çare arar vaziyette bıraktı. Yahudi arkasından bağırdı:
“Ey
Muga! Bana acı, beni de götür. Beni bu çölde bırakma. Yırtıcı hayvanlar beni
yer. Açlıktan ve susuzluktan ölürüm. Dinini uygula, inancını gerçekleştir.”
Mecusi
dedi ki; “Ben onu bir defa yaptım. Fakat sen dediklerimi anlayamadın, anlattıklarımı
kavrayamadın.”
Yahudi;
“Bu nasıl olur?” diye sorunca şu cevabı verdi:
“Ben
sana inancımı anlattım, sen sözümü tasdik etmedin. Nihayet onu fiilî olarak gösterdim.
Sen hâla ne demek istediğimi anlayamadın. Ben sana, bu semada her şeyden haberdar,
bütün mükemmelliklere sahip, her şeyi bilen, âdil, hiçbir şey kendisine gizli
kalmayan, iyilere iyiliklerinin karşılığını, kötülere de kötülüklerinin
karşılığını mutlaka veren bir Tanrı olduğunu söylemiştim.”
Yahudi
dedi ki; “Şimdi dediklerini anladım, anlattıklarını da kavradım.” Mecusi de;
“Peki, söylediklerimden öğüt almana ne engel vardı? Ey Hûşak!” diye sorunca,
Yahudi;
“İçinde
büyüdüğüm inanç ve alışageldiğim dinî uygulamalar. (Bunlar), kendi dinimden ve
inancımdan olan annem-babam, hocalarım ve öğretmenlerime uyarak uzun süre ve
çokça yapa yapa bende alışkanlık’ ve ‘tabiat’ haline geldi, benim karakterim ve
‘değişmez tabiatım’ oldu. Onu terk etmek ve ondan kurtulmak, artık benim için
çok zor.”
Mecusi,
her ne kadar kırgın da olsa, ona acıdı, yanma bindirdi ve onu şehre götürerek,
ailesine teslim etti. İnsanlara olayı ve aralarında geçen diyaloğu anlattı.
Onlar da hayret içinde kaldılar. Orada bulunanlardan biri Mecusi’ye; “Sana o
kadar sıkıntı yaşattıktan ve iyiliğine kötülükle karşılık verdikten sonra, yine
de onu yanma nasıl bindirip yardım ettin?” diye sordu. O da;
“Benden
özür diledi ve ‘inancım şöyle şöyledir, uzun süre yapa yapa ve toplumdaki uygulamalar
da öyle olduğu için, bu bende karakter ve değişmez tabiat haline geldi. Onu
terk etmek ve ondan kurtulmak, artık benim için zordur’ dedi. Ben de aynı
şekilde bir görüşe inandım, bir dini benimseyip, onun yoluna girdim. Bu da
benim alışkanlığım ve karakterim oldu. Onu terk etmek ve ondan kurtulmak artık
zor olur” dedim.
Risâlenin
başında da belirttiğimiz gibi, bu anlattıklarımızla insanların ahlâkının farklı
oluşunu gerektiren ve bu farklılığa yol açan nedenlerin sadece dört olduğu
ortaya çıkmış oldu. Şimdi (tekrar) ifade ediyoruz ki, ahlâk iki çeşittir:
a)
(Yaratılışta)
nefislerin tabiatına iyice “yerleşmiş olan ahlâk (ahlâk-ı merkûze)”
b)
Geleneksel
uygulamalarla ve sürekli yapa yapa insanda adet haline gelmiş olan “kazanılmış
ahlâk (ahlâk-ı müktesebe)”
Başka
bir açıdan ahlâk, yine iki çeşittir:
a)
Temel ilkeler {usul)
ve kanunlar,
b)
Sonradan konan
(detay) ilkeler {furû) ve onların ekleri.
Birbirinden
ayrılabilmeleri için, bunları açıklayıp detaylandırmaya ihtiyaç duyuyoruz. Bu
bilim dalı {ahlâk), -özellikle nefis terbiyesi, onu olgunlaştırma ve
ahlâkını düzeltmeye önem verenler içingerçekten üstün ve çok yararlı
bilimlerden biridir. Çünkü insanın ahlâkı, Allah’a Davet Risâlesi’nde
{Risâletü’d-da've ilâllâh) açıkladığımız gibi, onu helâk olmaktan
kurtaracak ve onu başkalarından üstün kılacak (en önemli) sebeplerden biridir.
Bölüm:
Nefislerin Dereceleri
Ey
kardeşim! Allah seni de bizi de kendi katından bir ruh ile desteklesin! Bil ki,
yüce Yaratıcı, nefisleri yoktan var edip kâinatta gizli ve saklı olanı (algı
dünyası dışında olan âlemi) ortaya çıkarınca, onları tekil sayıların
dereceleri gibi düzenleyip derecelendirdi. Nitekim yüce Allah meleklerden
bahsederken şöyle buyurmuştur: “Hiçbirimiz yoktur ki, belli bir makamı olmasın;
evet biz sıra sıra duranlarız; evet, elbette biz teşbih edenleriz.” ”“.
Ey
kardeşim! Bilesin ki, nefislerin sayısı çoktur. Onların sayısını, ancak şanı
yüce olan Allah bilir. Nitekim O şöyle buyurmuştur: “Rabbinin ordularını
kendisinden başkası bilmez”[16]
[17].
Yine
de biz, onların derecelerinden ve cinslerine özgü makamlarından kısmen de olsa
bahsetme ihtiyacı hissediyoruz. Çünkü türleri ve bireysel varlıkları saymak
mümkün değildir ve onları ancak O bilir.
Ey
kardeşim! Bil ki, nefislerin dereceleri üç çeşittir:
a)
İnsani nefisler
b)
Onlardan üstün olan
nefisler
c)
Onlardan aşağı olan
nefisler.
İnsani
nefislerden aşağı olan nefisler yedi derece, üstün olanlar da yedi derecedir.
Böylece nefislerin hepsi on beş derecedir. Belirttiğimiz bu derecelerin, ulema
nezdinde beş olduğu bilinmektedir ve akıllı olan herkesin onları bilmesi ve
hissetmesi mümkündür. Bunların ikisi, insani dereceden yüksek olan melekî ve
kutsi derecelerdir. Melekî derece, hikemî [hikmet ve felsefe bilgisi]; kutsî
derece ise nübüvvet [nebilik] ve namusî (Cibril, esrar anlamına da gelen,
Cebrail isimli meleğe atfen] derecesidir.
İnsani
derecenin altında olan ikisi, bitkisel ve hayvani nefis dereceleridir.
Psikoloji (ilmu’n-nefs) üzerine araştırma yapan bilge kimseler,
filozoflar ve çok sayıda tabip, bizim söylediklerimizin doğruluğunu ve
anlattıklarımızın gerçekliğini bilir.
İnsani
derecenin üstünde olan iki derece ise, hikmet derecesi ve ondan üstün olan
namusî (nefs) derecesidir.
İnsani
derece, yüce Allah’ın şu ayette belirttiği derecedir: “Biz insanı en güzel
biçimde yarattık.”[18]
[19]
[20]
Bundan
üstün olana da şu ayetteki ifadeler işaret eder: “O, yiğitlik çağına erip
olgunlaşınca, biz ona hikmet ve ilim verdik.”™ Burada “ona” derken,
“insan” kastedilmiştir.
Yine
yüce Allah şöyle buyurmuştur: “Ölü iken dirilttiğimiz ve kendisine insanlar
arasında yürüyebileceği bir ışık verdiğimiz kimse, karanlıklar içinde kalıp,
ondan hiç çıkamayacak durumdaki kimse gibi olur mu?”13 Yani “biz
insanın nefsini hidayet nuru ile dirilttik.” Bu mertebe, müminlerin, ariflerin
ve ilimde derinleşmiş ulemanın nefislerinin derecesidir.
Namusî
nefsten üstün olarak ise İlâhî kanun koyucular olan nebevi nefislerin derecesi
yer alır. Şanı yüce olan Allah şu ayette ona işaret etmiştir: “Allah, sizden
inananları ve kendilerine ilim verilenleri derecelerle yükseltir.”[21].
Bu dereceyi ise kudsîmelekî derece takip eder.
Verdiğimiz
bu bilgilerle, insanın bilebileceği ve hissedebileceği beş derece açıklığa kavuşmuştur.
Bitkisel nefs derecesinin altındaki ve kutsî nefsin üstündeki dereceleri,
nefisleri İlâhî ilimlerle terbiye edilmiş kimselerin bile bilmesi çok zordur.
Onların dışındakiler nasıl bilebilir ki?
Takdim
etmek istediğimiz bilgileri anlatma işlemini burada bitirdik. Şimdi bu beş
nefsin her birine özgü, kimi yeni, kimi teyit mahiyetindeki bilgileri
anlatabiliriz:
Ey
kardeşim! Allah seni de bizi de kendi katından bir ruh ile desteklesin! Bil ki,
şanı yüce olan Allah, cüz’î (tek tek) nefisleri cüz’î cisimlerle İnsan Küçük
Âlemdir Risâlesi’nde (Risâletü el-İnsânu âlemun sağîruri) açıkladığımız
nedenle birleştirince, farklı şekillerde onu destekleyip yardım etti. Bu
destek ve yardım şekillerinin hepsi, O’nun cömertliği ve lütfü, onlara nimet ve
fazilet lütfetmesi, ihsan ve ikramda bulunmasıdır. Bu nefislerden biri,
herhangi bir dereceye ulaştığında, Allah ona, faziletinin ve cömertliğinin
göstergesi olarak fazlasıyla yardım eder veya onu bir üst ve daha yüksek
mertebeye yükseltir ve onu daha aziz, daha şerefli, daha yüce ve daha değerli
yapar. Bunların hepsi, nefisleri en son gayelerine ve ulaşabilecekleri en son
noktaya ulaştırmak içindir.
Burada
anlattıklarımızla beş nefsin mertebeleri, onların cisimlerle birleşmelerindeki
hikmet ve yarar açıklanmış oldu. Şimdi onların her birine özgü yardım ve
destekleri belirtmek istiyoruz. Bunlar: Doğal güçler (insandaki doğal
yetenekler), yerleşik ahlâk, cismânî bedenler, bedenî aletler, duyusal
idrakler, fikrî vehimler, mekanî hareketler, iradi fiiller, seçime dayalı (ihtiyarî)
ameller, hikmetli sanatlar, dinî hükümler ve melekûtî [meleklerin âlemiyle
ilgili] siyasetler.
Şimdi
önce insan tabiatına yerleştirilmiş olan arzuları ve onlara yardım eden doğal
güçleri anlatarak başlıyoruz. Çünkü onlar, aşağıda açıklayacağımız gibi, bütün
(nefsanî) güçlerde temel ve kanun hükmündedir. Ahlâk, (İnsanî) hasletler, fiil
ve davranışlar, duyu ve bilinç bu arzularla birlikte ve onlardan dolayı vardır.
Bölüm
Ey
kardeşim! Bil ki, ahlâk ve (nefsanî) güçlerin bir kısmı bitkisel
şehvanî nefse (nefsin arzu gücüne), bir kısmı hayvanigadabî nefse
(öfke gücüne), bazıları İnsanî düşünen (nâtıka) nefse (nefsin düşünme
gücüne), bazıları hikemî düşünen (âktle) nefse ve bazıları da İlahî
(nâmûsî) tnelekî nefse aittir.
Şehvanî
nefse ait ve ona özgü olan hasletler
(özellikler) ve güçlerin ilki, beslenme arzusudur. O; yiyeceklere, içeceklere
ve şehevî şeylere karşı duyulan özlem ve arzu, onlara karşı gösterilen rağbet
ve aşırı istek, onlar yüzünden meşakkat ve zillete düşme ihtimali, onlara
ulaşınca duyulan ferahlık ve sevinç, onları elde edince hissedilen rahatlık ve
lezzet, fazlasını gerçekleştirince doyuma ulaşma ve bıkkınlık, onlardan
gelebilecek zarardan dolayı nefret ve buğzdur. (Şehvanî nefsin beslenme gücünde
bütün bu özellikler mevcuttur.) Bu güce özgü güçler; câzibe (yiyecek ve
içeceklerle şehevî şeylerin insanı cezbetmesi, insanın onlara karşı ilgi
duyması) ve onlara kapılma, onlara katlanma (kapılmama), (onlara karşı bir)
savunma (geliştirme), beslenme, büyüme ve tasavvur güçleridir. (Yine beslenme
gücüne özgü) bilinç ve temyiz kâbilinden (teorik anlamda) altı yönü bilmek;
fiil kâbilinden (pratik anlamda) ise kökleri (temel eğilimleri) cömertlik ve
yumuşak toprak yönlerine doğru sevk etme, dalları ve filizleri (ikinci
derecedeki eğilimleri ise) genişlik yönlerine yönlendirme, dar alanlardan ve
sıkıntı veren cisimlerden yüz çevirme (güçleri) vardır.[22]
Bu
özellik (hasletlerin hepsi, bir düşünüp taşınma olmadan insanın
tabiatına yerleşmiş olan hasletlerdir. Yine bunların hepsi, nefislerin arzuladıkları
şeylere yönelip, faydalı şeyleri gerçekleştirme, zararlı şeylerden kaçınma
uğrunda yüce Yaratıcının izniyle tabiatın nefislere bir yardımı ve desteğidir.
Çünkü bu arzulanan şeyler, onların bedenlerine gıda, hayatlarını sürdürebilmek
için birer madde ve varlıklarının devamı için birer sebeptir. Onların hepsinin
varlıklarının devamı, bilgilerinin tamamlanması ve erdemlerinin kemale ermesi
ile mümkündür. Bilgilerinin tamamlanması ve erdemlerinin kemale ermesi de
ulaşabileceği en erdemli durumlara ve en üstün, en değerli sonuçlara
yükselmesiyle olur.
İnsan
tabiatında hayvani nefse özgü yerleşik hasletler; -yukarıda
(şehvanî-bitkisel nefse ait olarak) söylenenlere ilavetencinsel istek, intikam
arzusu ve yönetim (liderlik) arzusudur. Ayrıca farklı amaçları
gerçekleştirmeye yönelik etten-kemikten bir beden ve farklı (bedenî) organlar;
mekânî hareketler için esnek mafsallar; birtakım amaçları gerçekleştirmeye ve
yarar sağlamaya yönelik altı yöne de intikal yeteneği; farklı simgeleri farklı
sesler ve özel duyularla idrak; hedeflerini ve yararlı şeyleri vehmedip
tahayyül etme; dostlarını ve düşmanlarını bilmek için hatırlama ve hafıza
yetenekleri; zararlı şeylerden korunma imkânı ve düşmandan nefret edip kaçma
özellikleri de vardır.
Bunların
hepsi insana yakınlığı olan hayvanların tabiatına yerleştirilmiştir. Onların
fıtratlarına yerleştirilmiş olan cinsel arzu, neslin devamı içindir. Neslin
devamı ise peş peşe gelen bireylerde suretin bekasını sağlamaya yöneliktir.
Çünkü madde sürekli bir akış halindedir, bir an bile durmaz.
Onların
tabiatlarına yerleştirilmiş olan intikam arzusunun nedeni ise kendilerine özgü
bedenî yapılarını bozup zarar verecek şeyleri kendilerinden uzaklaştırmaktır.
Ey
kardeşim! Bil ki, zararlı şeyleri uzaklaştırmak, Hayvanlar Risâlesi’nde
(Risâletulhayvânât) açıkladığımız gibi, bazen üstünlük sağlamak ve
yenmekle; bazen kaçmak ve uzaklaşmakla; bazen sığınma ve korunmayla, bazen de
tuzak ve hileyle olur. Hayvanların tabiatlarına yerleştirilmiş olan yönetim (riyaset-,
liderlik) arzusu ise, o siyaseti güçlendirmek içindir. Çünkü siyaset, ancak
riyasetle tamamlanır.
Ey
kardeşim! Bilesin ki, siyasetten amaç, -ileride başka bir bölümde
açıklayacağımız gibibütün var olanların iyiliği ve onların varlıklarını en iyi
durumda ve en üstün amaçlar doğrultusunda devam ettirmelerini sağlamaktır.
Düşünen
nefse (en-nefsü‘n-nâtıka) özgü nitelikler ise, yukarıda
zikredilen hasletlere ilave olarak şunlardır: îlim ve marifetle bunlarda
derinleşme ve yetkinleşme arzusu; teorik ve pratik sanatlara arzulu olma,
bunlarda uzmanlaşma ve onlarla övünme; saygınlık kazanma, yükselme ve en son
hedeflerini gerçekleştirme arzusu ve o hedefleri gerçekleştirmek için gerekli
şevk, gayret ve hırsa sahip olmak; o uğurda sıkıntı ve meşakkatlere katlanmak;
onları gerçekleştirdiğinde duyulan sevinç ve mutluluk; onlara sahip iken
duyduğu lezzet ve huzur, ama kaybedince yaşadığı keder ve hüzün. (Bunların
hepsi düşünen nefs, yani İnsanî nefsin özellikleridir.)
Bölüm:
Nefislerin Eğilimlerinin Farklılığı
Ey
kardeşim! Bil ki, bu özellikler insanın tabiatına yerleştirilmiştir. Fakat
onların her birinin tercihleri, kendine kolay geldiği oranda ve sebeplerin
güçlülüğü oranında değişiklik arz eder. Örneğin bazı insanlara sanat ve
mesleklere giden yollar kolay gelir. Bazılarına ilim ve edebiyat; bazılarına iş
ve tasarruf; bazılarına ticaret ve ahş-veriş; bazılarına mülk ve saltanat;
bazılarına tembellik ve zamanı boşa harcama; bazılarına da hikmet ve
marifetlere giden yollar kolay gelir. Bunları sonraki bölümde açıklayacağız.
Diğer
canlıların nefisleriyle kıyaslandığında, düşünen nefse (nefs-i natıka;
İnsanî nefs) Allah’ın nimetlerinden en hoş gelen ve O’nun bir lütfü olarak
kendisine tahsis edilen; insanın, sayesinde en üst hedeflere ulaşacağı ve o
hedeflere ulaşmak için yardım gördüğü (en önemli) şey; hikmet ehlinin
mahiyetini tam olarak bilmekten aciz kaldığı, müthiş bir sanat eseri, görünüşü
muhkem, yapısı mükemmel olan bedendir. İnsan bedeninin yapısı bir sanat
harikasıdır ki bu konu, Organların Yararları ve İnsanı Diğer
Canlılardan Ayıran Bedenî Yapısının Anatomisi bölümlerinde kısmen
anlatılmıştır.
Keza
nefs-i nâtıkanın kendine özgü diğer hasletleri şunlardır: Dilinin fasih ve
akıcı olması, dillerinin garipliği, sözlerinin çeşitliliği, başkalarına karşı
kendini güzel ifade etmesi; iki elinin ilginç yapısı ve onlarla başkalarının
yapamayacağı güzel sanatları ve sağlam işleri yapabilmesi; duyu organlarının
ilginçlikleri ve onların Hisseden ve Hissedilen Risâlesi’nde
(Risâletü’l-hâss vel-mahsûs) açıkladığımız gibi duyulurları algılama yollarının
gariplikleri.
İnsanî
nefs-i nâtıkaya Allah’ın nimetlerinden ve ihsanından özel olarak verilen
şeylerden birisi de garîzî akıl ve onun çok sayıda yardımcıları, askerleri ve
-ileride açıklayacağımız gibibaşka üstün hasletleridir.
Hikemî
nefse ait, övgüye lâyık hasletler ise; ilim
ve marifetlere karşı duyulan arzu ile bu ilim ve marifetleri talep edip
kavramak, onları elde etmek için insanın tabiatına yerleşmiş ve yaratılıştan
birtakım güçlere (yetenekler)sahip olmasıdır. Bu güçler de şunlardır: Tertemiz
bir zihin, iyi bir kavrama yeteneği, keskin zekâ, temiz bir kalp, gönül
aydınlığı, hızlı hatırlama, tahayyül gücü, tasavvur, düşünme ve derin tefekkür
yeteneği, dikkatli bir bakış, basiret, güçlü bir hafıza, rivayet ve haber
bilgisi, kıyas yapma ve öncüllerden sonuçlar çıkarma, geleceğe yönelik
tahminde bulunma ve iz sürme yeteneği, feraset sahibi olma, vahiy ve ilham
alma, rüya görme, insanları, meydana gelebilecek olaylara karşı, astroloji
bilgileri ışığında uyarma özelliği. Bunların hepsi, onun (hikemî nefsin)
gayesine ulaşabilmesi için, ona yapılmış bir yardım ve destektir.
Melekî-kutsal
nefse ait hasleter ise Rabbine yaklaşma ve
O’nun katında yakınlık kazanma arzusu, Ondan feyz alma ve aldığı feyzi kendi
cinsinden olup da daha aşağı seviyede olanlara cömertçe aktarma yeteneğidir.
Tıpkı yüce Allah’ın şu ayetlerde buyurduğu gibi: “Rablerine -hangisi
dahayakm olacak diyevesile ararlar.”[23];
“Yerdekiler için mağfiret diliyorlar”[24];
“(Ey Rabbimiz!) Tevbe edenleri bağışla.”[25];
“Değerli yazıcılar.”[26]
İşte
her nefis türüne ait özelliklerin ve onlara özgü, onların tabiatlarına
yerleştirilmiş arzu ve isteklerin hepsinin açıklaması böyledir. Hepsine ait ortak
arzu ise en iyi durumda ve en mükemmel amaçlarda sürekli olma (beka)
arzusu; yok olmaktan (fena), erdemlilik ve mükemmelliklerden uzak
olmaktan ise nefret duygusudur.
Bölüm
Ey
kardeşim! Allah seni de bizi de kendi katından bir ruh ile desteklesin! Bil ki,
bu anlattıklarımız üzerinde iyi düşünür, oluşların ilkelerini ve var olanların
nedenlerini iyi araştırırsan, şu iki nitelik, yani ebedi olma arzusu ile yok
olmaktan nefret duygusunun; aşağıda açıklayacağımız gibi, nefislerin tabiatına
yerleşmiş olan bütün arzuların aslı ve temeli; bu arzuların da onların bütün
ahlâk ve seciyelerinin ash ve temeli olduğunu; bu ahlâkın ise onların bütün
davranışları, sanatları, marifetleri ve tasarrufları için asıl ve temel teşkil
ettiğini anlarsın.
Bu
iki niteliğin (bekâ arzusu ile yok olmaktan nefret duygusunun) bütün
varlıkların ve oluşa tâbî her şeyin tabiatında yerleşik olarak bulunması; yüce
Yaratıcının; var olanların nedeni, oluşa tâbî bütün varlıkların sebebi ve
yaratıcısı (miibdf, muhteri’ ve mûcid), onların varlığını sürekli
kılan (onlara beka veren), onları tamamlayıp yetkinleştiren, en son amaçlarına
ve en üstün hadlerine ulaştıran olmasından dolayıdır. Şanı yüce Allah, bekası
sürekli olandır. Yokluk kısmen bile O’na ârız olmaz. îşte varlıkların
tabiatındaki beka sevgisi ve arzusu ile yok olmaktan nefret ve onu sevmeme
duygusu, bundan dolayı vardır. Çünkü nedenlinin tabiatında, nedenin
niteliklerinin bir kısmı daima bulunur ve onlar her zaman ona (nedene) delâlet
eder. Şanı yüce Yaratıcı, özü gereği varlığın nedeni olduğundan ve Onun bekası
kendi özünden kaynaklandığı için, eksiklik ve yokluk adına hiçbir şey Ona arız
olmaz.
Diğer
var olanların ve oluş halindeki bütün varlıklara gelince, onların var
olabilmeleri için birtakım sebepler ve nedenler gereklidir. Bu nedenlerden biri
eksildiğinde ya da yok olduğunda, o varlıkta “en üstün duruma ulaşma” ve “daha
mükemmel varlık olma” yolunda kusur ve eksiklik ortaya çıkar. Örneğin bitkiler
ve hayvanlar, bedenlerin ve varlığı devam ettirmenin maddesi olan gıdadan
yoksun kaldıklarında, bozulup değişime uğrar ve yok olur.
Varlıkların
nefislerinin durumu de aynıdır. Nefislerin (konakladığı) bedenler yok olduğunda,
onların bilinçleri ve duyum yetenekleri de yok olur. Fiillerini ortaya
koymaları ve etkilerini göstermeleri mümkün olmaz. Nefisler, ancak bu niteliği
ile var olurlar, ama eksik halde. Bu şuna benzer: Onların bedenlerinin maddesi
var olmaya devam eder, ama eksik olarak. (Çünkü beden artık nefisten,
dolayısıyla bilinçten, etkiden vs. yoksundur.)
İlk
aklî bilgiler (evâilul-ukûl)[27]
ile bilinir ki, üstün niteliklere sahip olan bir varlık, eksik olandan daha
üstün, daha hoş ve daha şereflidir. Filozoflar ve bilge kimseler de ifade etmişlerdir
ki, istenen ve arzulanan her şey, hayırdan dolayı; hayır ise bizzat kendisi
için istenmektedir. Salt hayır, mutluluktur. Mutluluk ise başka bir şeyden
dolayı değil, sırf kendisi için istenir. İman Risâlesi’nde
(Risâletü’l-imâri) mutluluğun, dünyevî ve uhrevî olmak üzere iki çeşit
olduğunu belirtip açıkladık. Dünyevi mutluluk; her varlığın, en üstün durumda
ve en son amacında, mümkün olabildiğince uzun süre kalması; uhrevî mutluluk
ise, her nefsin en üstün durumda ve en son amacında sonsuza dek kalmasıdır.
Ey
kardeşim! Bil ki, cüz’î (tek tek) nefisler, cüz’î cisimlerden ibaret olan
bedenleriyle erdemlerinin tamamlanması, kendilerinde potansiyel olarak ve
imkân halinde bulunan fazilet ve hayırları fiile çıkarmak için
ilişkilendirilmiştir. Zaten bu fiile çıkarma işlemi, ancak nefislerin
bedenlerle ilişkilendirilmesi ve onlar üzerinde tasarrufta bulunup yönetmesi
ile mümkündür. Tıpkı yüce Allah’ın, cömertliğini, ihsanını, faziletlerini ve nimetlerini
ortaya çıkarmasının; ancak -varlığı hikmete mebnî ve Allah’ın gücünün
göstergesi olanbu muazzam yapıyı, yani bütün evreni kuşatan feleği (felek-i
muhit) ve içindeki diğer felekleri (gök cisimlerini), yıldızları, unsurları
ve oluş halindeki öteki varlıkları yaratması ve onları düzenli bir biçimde
yönetmesiyle mümkün olması gibi.
O
halde, bu anlattıklarımızla, yaratılışta varlıkların tabiatında yerleşik olarak
bulunan arzulardan ve onlara uygun olarak oluşan ahlâk ve hasletlerden amacın
ve yararın ne olduğu anlaşılmış oldu: Bu arzular, nefisleri; bedenler için
yararlı olanı istemeye, zararlı ve çirkin olandan kaçınmaya yönlendirecek.
Sahip olduğu ahlâk ve hasletler de bu konuda ona yardımcı olacak.
Şimdi
bu ahlâk ve hasletlerin hangilerinin iyi hangilerinin kötü; hangilerinin övgüye
hangilerinin yergiye layık olduğunu ve insanın onlarla ne zaman
ödüllendirileceğini, ne zaman cezalandırılacağını açıklamak istiyoruz:
Bölüm:
Ahlâkın Bazısının Diğerine Bağlı Olması, İyi ya da Kötü Oluşu
Ey
kardeşim! Allah seni de bizi de kendi katından bir huzur ve mutluluk ile
desteklesin! Bil ki, insanın bedeni dört karışımdan,[28]
bedenin yapısı (mizâc) da dört tabiattan[29]
oluşmuş, şanı yüce olan Yaratıcı, hikmet gereği, onun işlerinin ve
tasarruflarının çoğunu dörtlü, birbirine benzer ve birbiriyle uyumlu
yaratmıştır. Bunu da ondan istenen şeye daha fazla yardımcı olması ve
kılavuzluk etmesi için yapmıştır. Bu nedenle, insanın ahlâk ve fiillerinin bir
kısmının -önceden açıkladığımız gibionun fıtratında yerleşik, “tabiî” olduğunu;
bir kısmının insanın seçimine bağlı (nefsanî ihtiyarî), bir kısmının
aklî ve düşünmeye dayalı, bir kısmının ise kanuni-siyasi (namusî siyasî)
olduğunu görürsün.
Ey
kardeşim! Allah seni de bizi de kendi katından bir ruh ile desteklesin! Bil ki,
tabiat nefsin hizmetçisi ve öncülü; nefs aklın hizmetçisi ve öncülü; akıl ise
dinin hizmetçisi ve öncülüdür.
Tabiat
herhangi bir huyu (ahlâkı) temel yapıp fıtrata yerleştirince, nefs onu kendi
iradesiyle gerçekleştirip ortaya çıkarır ve açıklar. Sonra akıl, onu düşünme
ve tefekkür ile tamamlayıp olgunlaştırır. Sonra da din, getirdiği emir ve
yasak ile onu düzenler ve güçlendirir. Fıtrata yerleştirilmiş olan bu arzuların
ortaya çıkması, eğer gerektiği gibi, gerektiği zaman ve gerektiği için olursa,
bu hayır olarak; böyle değil de tersi olursa şer olarak
adlandırılır. İnsan bunu kendi tercihi ve iradesiyle, gerektiği şekilde,
gerektiği kadar ve gerektiği için yaptığında, o kişi övülür. Bunun aksini
yaparsa, kınanır. Onun tercihi ve iradesi, bahsettiğimiz üzere, bir düşünme ve
tefekküre dayanırsa, onu yapan bilge, filozof ve erdemli bir insan olur. Aksi
halde, sefih, cahil ve şerefsiz olur. İnsanın fiili, iradesi, tercihi, fikri ve
düşüncesi, emredilen ve yasaklanan bir şey olduğunda (yaptıklarını emir ve yasaklara
dikkat ederek yaptığında) ve gerekeni gerektiği gibi, gerektiği şekilde
yaptığında, o kimse sevap işlemiş olur ve onunla ödüllendirilir.
Bahsettiğimizin tersi olursa, o kimse yaptıklarından sorguya çekilip cezalandırılır.
Buraya
kadar anlattıklarımızdan net olarak ortaya çıkmıştır ki, fıtrata yerleştirilmiş
olan arzular, onlardan ortaya çıkan ahlâk, o ahlâk doğrultusunda meydana gelen
fiiller ve bütün tasarruflar, nefislerin sürekli en üstün durumda kalması ve
nefsin her türünün en son gayesine ulaşması içindir.
Ey
kardeşim! Allah seni de bizi de kendi katından bir huzur ve mutluluk ile
desteklesin! Bil ki, şanı yüce Yaratıcı, hikmetinin gereği olarak, nefisleri,
tekil sayıların dereceleri gibi dereceler halinde düzenlediğinde, aralarına
koyduğu vasıtalarla ilkini sonuncusu ile, sonuncuyu da ilki ile bağlantılı
yapmıştır. Bunu da, aşağı seviyedekinin, söz konusu vasıtaları kullanarak,
yukarıdakinin seviyesine yükselebilmesi, en son gayesine ve sınırlarının
kemaline ulaşabilmesi için yapmıştır. O, bitkisel nefisleri, hayvani nefislerin
altına yerleştirmiş ve onları hayvani nefislerin hizmetçisi yapmış; hayvani
nefisleri, İnsanî nefislerin altına yerleştirip, onların hizmetçisi; düşünen (natıka)
İnsanî nefsi, bilen (âkile) hikemî nefsin altına ve ona hizmetçi;
âkileyi de nâmûsî nefsin altına yerleştirip, onun hizmetçisi yapmıştır. Bu
nefislerden herhangi biri, üstündeki, yani reisi olan nefse boyun eğer, onun
emrine itaat ederse, reisinin mertebesine yükselir ve etki bakımından onun
gibi olur. Bunun gözleme dayalı örneği şöyle ifade edilebilir: Bir bilgi ya da
sanat peşinde koşan öğrenci, hocasının emrine uyar, onun dediklerine yerine
getirir ve ona devam ederse, bir gün hocasının mertebesine ulaşır ve onun gibi
olur. Akıllı ve düşünen herkes, anlattığımız bu şeyin doğru olduğunu bilir.
îşte nefislerin bir üst mertebeye yükselmesi de böyle olur.
Ey
kardeşim! Allah seni de bizi de kendi katından bir huzur ve mutluluk ile
desteklesin! Bil ki, İnsanî nefis mertebesine yükselmeye en layık olan hayvani
nefis; insana hizmet eden, ona ülfeti artmış, onun emrine boyun eğen, (itaat ve
hizmetin o derecesi ki) ona itaat ve hizmetten yorgun düşmüş, özellikle de
kurbanlarda kesilen nefislerdir.
İnsanî
nefislerin hükmü de bu örnek ve kıyastaki gibidir: Meleklerin rütbesine
yükselmeye en layık İnsanî nefis; -bu bölümden sonra açıklayacağımız gibidinin
emir ve yasaklarına göre yaşayan, hükümlerine boyun eğen, rükünlerini yerine
getirmekten yorgun düşmüş olan nefistir.
Ey
kardeşim! Allah seni de bizi de kendi katından bir huzur ve mutluluk ile
desteklesin! Bil ki, dünya işlerindeki tasarruflarında insanlar, sayısını
sadece Yüce Allah’ın bilebileceği sınıf ve kategorilere ayrılır. Nitekim O
şöyle buyurmuştur: “O, sizi türlü merhalelerden geçirerek yaratmıştır”[30].
İnsanların hepsi şu yedi grupta toplanabilir:
1.
Sanat, meslek ve iş
sahipleri,
2.
Ticaret, muamelat ve
mal sahipleri,
3.
Bina, emlâk ve inşaat
sahipleri,
4.
Krallar, sultanlar,
askerler ve siyasetçiler,
5.
Serbest çalışanlar,
hizmetçiler, günlük yaşayanlar,
6.
Kronik hastalar, boş
gezenler, tembeller ve işsizler,
7.
Din ve ilim ehli ile
dine hizmet edenler.
Bu
yedi grup da kendi içinde birçok sınıfa ayrılır. Her sınıfın, mesleklerinin
kendilerine kazandırdığı, meşguliyetlerinin gerektirdiği, birbirine benzemeyen
ve sayısını ancak Allah’ın bildiği, kendilerine özgü ahlâkı, tabiatı, seciyesi
ve ihtiyaçları vardır. Fakat biz burada bu ahlâk, seciye, haslet, davranış,
edep ve ilimlerden, dinin hükümlerine sımsıkı sarılan, onun rükünlerini yerine
getiren ve bu sayede kurtuluşları umulan din ehlinin ihtiyaç hissettiği
kadarını zikretmek istiyoruz. Nitekim şanı yüce olan Allah şöyle buyurmuştur: “De
ki; “İşte bu, benim yolumdur. İnsanları Allaha çağırıyorum, ben ve bana uyanlar
aydınlık bir yol üzerindeyiz."[31];
“Allah, takva sahiplerini başarıları sebebiyle kurtuluşa erdirin"[32]
[33];
“Kendisi için doğru yol belli olduktan sonra, kim Peygambere karşı çıkar ve
inananların yolundan başka bir yola girerse, onu o yönde bırakırız ve cehenneme
sokarız.”23
Kur’an’da
benzer anlamda çok sayıda ayet vardır.
Bölüm:
Davranışları İtibariyle İnsanların Ahlâkî Dereceleri
Ey
kardeşim! Allah seni de bizi de kendi katından bir ruh ile desteklesin! Bil ki,
insanların durumlarını gözlemleyip, işlerini incelediğinde, onların hepsinin,
İlâhî kanunları yapanlar nezdinde, dinin binasını kurma, hükümlerini tamamlama,
şartlarını olgunlaştırma ve erkânını koruma konusunda alet ve edevat hükmünde
olduğunu görürsün. Yine onları, -kanun koyucuların düzenleyip uyulmasını
emrettikleri gibidinin tertip ve düzenini koruma konusunda, Peygamberlerin
halifeleri olan kralların hizmetçileri ve yardımcıları olarak görürsün. Bu
konuda onlar, -tekil sayılardaki düzen gibiçeşitli sınıflara ve derecelere
ayrılırlar. (Örneğin) kanun koyucu, ilke olarak sayılar içerisinde “bir” sayısı
gibidir. Kanun koyucunun arkadaşları ve yardımcıları ise “birler”; onların
yolundan gidenler “onlar”; onlardan sonra gelenler “yüzler”; onlardan
sonrakiler de “binler” gibidir. Onlardan sonra gelenler ise -kıyamete kadar“on
binler, yüz binler...” gibidir. Sonra bunların hepsi -şanı yüce olan Allah’ın
şu ifadelerinde işaret ettiği gibiadeta tek bir bütün oluştururlar: “Ruh
(Cebrail) ve melekler saf saf olup durduğu gün, Rahmanın izin verdiklerinden
başkaları konuşmazlar”[34]-,
“Hiçbirini bırakmaksızın onları mahşerde toplamış olacağız. Ve hepsi sıra sıra
Rabbinin huzuruna çıkarılırlar.”[35]
Ey
kardeşim! Allah seni de bizi de kendi katından bir ruh ile desteklesin! Bil ki,
bakışını akledilir şeylere hasredip, dinin hükümlerini ve koyduğu sınırları iyi
düşünür, din sahibi (Peygamber)in hallerini; onun emir ve yasaklarının, ona
uyanlar ve yardım edenlerin nefisleri üzerindeki etkisini; onların onun emir
ve yasaklarına bağlılıklarını ve ona itaat edişlerini dikkate alırsan, dinin
ruhanî bir yurt olduğunu, ayrıca onun varlığının ve devamının sekiz erkânın
korunmasına bağlı olduğunu açıkça bilip anlarsın. Yine Peygambere tâbi
olanlarla onun yardımcılarından ibaret olan bu erkânın sekiz sınıf olduğunu ve
her bir sınıfın sanki dinin rükünlerinden birini taşıyan sağlam bir grup
olduğunu anlarsın.
Bu
grupların ilki, dinin getirdiği şeyleri ve onun kitaplarını dikkatle okuyanlar (kurrâ),
onları indirildiği şekliyle ezberleyenler (hafızlar) ve öncekilerden
öğrendiklerini kendilerinden sonraki nesillere -onların da daha sonrakilere
ulaştırmaları içinöğretenlerdir. Onlar bunların hepsini, kendilerinden
sonrakilerin cahil kalmaması, dinin ayırt edici özelliklerinin unutulup
bozulmaması ve hükümlerinin silinip yok olmaması için yapar.
İkinci
grup, dinle ilgili önemli olayları rivayet edip, hadisleri nakledenler, o dinde
oluşan siyer ve ahlâkı koruyup kendilerinden sonrakilere -onların da daha
sonrakilereulaştıranlardır. Onlar bunu, sonrakilerin cahil kalmamaları, dinin
eserlerinin silinip unutulmaması ve dine dair rivayetlerin yok olup gitmemesi
için yapar.
Üçüncü
grup, dinî hükümleri bilen fakihler, hadis âlimleri ve dinin koyduğu sınırları
koruyanlardır. Onlar da bunu, bu sınırların bilinmez ve amel edilmez hale
gelmemesi, dinin rükünlerinin silinip unutulmaması ve dinin yok olup gitmemesi
için yapar.
Dördüncü
grup, vahyin zâhiri lafızlarını ve rivayet edilen sözleri tefsir edenler ve
onun anlamlarının farklı yönlerini, anlayamayan ve bilgisi yetmeyen kimselere
açıklayanlardır. Onlar da bunu, kendilerinden sonra gelen nesillerin dinin
hükümlerinden cahil kalmaması ya da dinin eserlerinin silinip unutulmaması,
hükümlerinin yok olup gitmemesi için yapar.
Beşinci
grup, dinin savaş veren yardımcıları, din düşmanlarıyla savaşan gaziler,
Peygambere tâbi olanların ve ona yardım edenlerin beldelerinin kritik
noktalarını koruyanlardır. Onlar da onu, düşmanlarının galip gelip, dinlerini
fesada uğratmamaları için yapar. Nitekim Bahtunasr, İliya (Kudüsfda
İsrailoğullarının mabedine, yani Beyt-i-Makdise, Roma da Müslümanların sınır
boylarına böyle yapmıştı.
Altıncı
grup, Peygamber’in ümmeti içerisindeki halifeleri, cemaat önderleri, iyiliği emretmek,
kötülüğü yasaklamak suretiyle dinin hukukunu koruyanlar, dinî yaşantıya aykırı
hayat sürenlere engel olanlar ve ülkenin sınırlarını koruyanlardır. Bunların
amacı; yabancı birinin çıkıp, gizli ya da açık bir biçimde, umumi halkın ve
cahillerin kalplerindeki dinî yargıları, çarpıtma ve yalanlarla ifsat
etmelerini önlemektir. Mazdek el-Hurremî’nin Fars kralı Kubaz’ın ülkesinde
yaptıkları buna örnektir.
Yedinci
grup, mescitlerdeki zâhitler ve abidler, mabetlerdeki rahipler ve din hizmetini
yürüten diğer kimseler, insanları dinin hükümlerini terk etmekten sakındıran,
dünya işlerine fazla dalmayı kınayan, insanları dünyevî kuruntulara
kapılmaktan sakındıran, şehevî arzularına dalmaktan koruyan, gafillere ahireti
ve ahiret ahvalini hatırlatan ve onları ahiret nimetlerine teşvik eden ve
bunları onlara ikrar ettiren vâizler ve minberlerdeki hatiplerdir. Bunların
hepsinin amacı; ahiret hakkında cahil kalmamayı, ahireti unutmamayı, ahirete
göç yolculuğuna hazırlanmayı, dünyadan azıkların en hayırlısı olan “takva
azığı” ile azıklanmayı temin etmektir. Çünkü İlahî dinin gelişinin temel amacı
ve felsefî eğitimlerin gayesi ve maksadı budur.
Sekizinci
grup, vahiyle gelen bilgileri tevil eden âlimler, İlahî ilimlerde ve Rabbânî
bilgilerde derinleşenler, dinin gizemli yönlerini bilen ariflerdir. Bunlar,
hidayet rehberi imamlar ve hak ile hükmeden, adaleti uygulayan râşit
halifelerdir.
Bölüm
Ey
kardeşim! Bil ki, bu sekiz sınıftan her biri üzerine dikkatle düşünür; onların
niteliklerini ve bugünkü durumlarını bu sekiz grubun iyi korunması ve ifade
ettiğimiz şartlara riayet edip etmediklerini değerlendirir; sonra onların
hepsine kalp gözü, basiret nuru ve tertemiz özünle nazar edip, onları hayalinde
canlandırır, üzerine düşünürsen, dinin (kanun/şeriat) ruhanî bir yurt olduğunu,
Peygambere tâbi olup, O’na yardım edenlerin o uğurda çalıştıklarını, O’nun
istediği mabetleri ve dinî sembolleri inşa ettiklerini; dinin vaz edicisi
olanın ise, emir ve yasaklarının etkili olduğu Arş’ı örtmeye denk bir dereceye
geldiğini; onların (meleklerin) da Rablerine iman edip hamd ile teşbih ederek
O’nun Arşını taşıdıklarını ve yeryüzünde kendilerinden sonra gelecek herkes
için af dilediklerini görürsün. Çünkü onlar, kendilerinden sonrakiler için
sema, daha sonrakiler ve selefleri için ise yeryüzü derecesindedir.
Ey
kardeşim! Bil ki, bu sekiz gruptan her biri, dinin rükünlerinden birini koruma
konusunda, bilinen bazı şartlara, övgüye layık birtakım hasletlere ve güzel
ahlâka ihtiyaç duyar. Şimdi bunları açıklama ihtiyacı hissediyoruz:
Kurra
ve hâfızların, güzel ahlâk, övülen haslet olarak ihtiyaç duyduğu şeyler
şunlardır: Güçlü bir dil ve güzel konuşma, güzel ses, ifade güzelliği, çabuk
ezberleme ve iyi anlama yeteneği, kıraat konusundaki eğitim ve performansın
sürekliliği, ders aldığı hocasına karşı alçak gönüllülük ve saygı, onun
hakkının ve saygıya layık olduğunun bilincinde olma, öğrencisine karşı şefkat
ve merhametle davranma, öğrencisinin geç anlaması ve yavaş öğrenmesi durumunda
aşırı kızmama, ona telkinleri sırasında daralmama, (öğrettiklerinin)
karşılığını alma konusunda tamahkâr olmama ve öğrettiklerini onun başına
kakmama.
Rivayet
ehlinin ve hadisçilerin sahip olması gereken öncelikli ahlâk ve hasletler; iyi
dinlemek, dinlediği sözün tamamını anlayıp zapt etmek, sözleri olduğu gibi
korumak, onları yazmak suretiyle kaydetmek, onlara bir şey ilave etmekten ve
eksiltmekten sakınıp kaçınmak, doğru sözlü olmak, mesleğini en güzel şekilde
icra etmek ve yalandan kaçınmaktır. Sonra (sahip olması gereken özellikler)
şunlardır: Naklettiği şeyleri olduğu gibi anlatmak, soran herkese ya da
öğretilmesi doğru olan kimselere onları yaymak, anlatılması uygun olmayan ve o
bilgilere layık olmayan kimselerden de onları koruyup gizlemektir. Bunların
hepsi İhvana (kardeşlere) bir öğüt, dine ve din sahibine bir yardım, ahirette
ise Allah’ın rızasını ve onun bol sevabını talep etmektir.
Fukahânın
[İslâm hukuku bilginleri], kadı ve müftülerin ihtiyaç duyduğu ahlâk ve hasletlerle
mesleklerini icra ederken yerine getirmeleri gereken övgüye layık şartlar
şöyledir: Öncelikle dini vaz’ eden (Allah) m, emir ve yasakları, farz, sünnet
ve nafileleri, helâl ve haramları, cezaları ve hükümleri düzenlerken koyduğu düzeni
bilmek; sonra da kıyası ve usulde adı geçmeyen, sonradan ortaya çıkmış
meselelerde ve fetva konularında usulden furûun nasıl istidlal edileceğini
bilmek, fetva verirken dikkatli olmak ve teenni ile hareket etmek, soru
sorulduğunda bütün şartları araştırmak, şüpheliler konusunda sakıncalı olan
şeylere olabildiğince az ruhsat vermek, müşkil problemlerde ısrarcı olmamak,
şüpheli konularda ceza vermekten kaçınmak, meslektaşları ile az ihtilafa
düşmek, akranlarını kıskanmamak, kardeşlerine bol nasihat etmek, cahillere
şefkatli ve yumuşak davranmak, verdiği isabetli hükümlerle övünmemek,
yanıldıkları konularda âlimleri fazla kınamamak, komşulara eziyet ihtimalini
düşünmek, dünyalıklara meyli az olmak, namuslu olmak, tamahkâr olmamak, dinin
hükümlerinin gereğini yapmak ve sözünün davranışlarına ters olmaması.
Vahyin
lafızlarını tefsir edenlerin ihtiyaç duyduğu ahlâk, haslet ve şartlar ise;
öncelikle dinin sahibinin vahiy (tenzil) ile amacını ve ortak anlamlı
lafızlar kullanmadaki maksadını bilmek; sonra da söz ve ifadelerin farklı
kullanımlarına dair geniş bilgi sahibi olmak ve dini vaz’ edenin amacını teyit
eden muhtemel anlamları bilmek; (dinî metinlerden) anlamlar çıkarma ve onları
güzel ifade etme konusunda, (bu anlamları) öğrenenlerin anlayışına indirgeyerek
ve dinleyenlerin akıl düzeylerine göre (anlatabilmek için) iyi ve derin bir
araştırma yeteneğine sahip olmak; sözlerinin ve ifadelerinin, dini vaz’ edenin
indirdiği vahyin sözlerinin, kelâmının ve beyanının lafızlarını tefsir ederken
işaret ettiği anlamlarla çelişmeyeceği şekilde bir kalp uyanıklığına sahip
olmaktır.
Ey
kardeşim! Bil ki, eğer müfessir, dini vaz’ edenin, vahyinde, sözlerinde,
ifadelerinde ve beyanında ortak anlamlı lafızları kullanmasındaki gayesini
bilmezse, bu lafızlarla, dini vaz’ edenin işaret ettiği anlamlardan başka
anlamlar tahayyül edip, onun kastetmediği şeyleri vehmeder. Bunu açıklarken de
dinleyenlere hayal ettiği şeyleri anlatır. Öğrenciler de onun öğrettiğini
öğretirler. Sonuçta bu, dini vaz’ edenin dininden ve Onun yolundan başka bir
din ve mezhep olur. Dolayısıyla onun dinî inancı, farkında olmadan, O’na
muhalif olur. Böylece o, kendisinin yapıcı (ıslah edici) olduğunu düşünmesine
rağmen, bilmeden dinin hükümlerini bozan biri (müfsid) olur.
Ey
kardeşim! Böyle bir şeyden sakın. Çünkü din koyucuların dinlerinin ve dinî
hükümlerinin bozulması, çoğunlukla bu yolla olur.
Dini
vaz’ edene yardım edenlerin, düşmanlarına karşı savaşanların, ona yardım edip
tâbi olanların beldelerinin kritik noktalarını koruyanların ihtiyaç duyduğu
ahlâk, haslet ve şartlar ise şunlardır: Dine sıkı bağlılık ve onun
kutsallığını önemsemek; ona bir bozulma girmemesi için gayret etmek; dini vaz’
edene ve onun dinine karşı, hükümlerini bozmayı amaçlayarak açıkça düşmanlık
besleyenlere karşı öfke duymak ve onlardan korkmamak; düşmanla karşılaştığında
cesur olmak, devriye gezerken çevik hareket etmek, düşmanın ihanetine karşı
kalp uyanıklığı, gaflet zamanlarında uyanık olmak; düşmanın sayıca az olmasına
aldanmamak; zafer için savaşsız çözüm aramak; savaş sırasında hile yapmak;
akran ve denk olanlarla savaşa girişmek; düşmanla karşılaşınca sabretmek, aziz
ve çelil olan Allah’ı çok zikretmek ve ondan yardım dilemek; savaştan kaçmaya
ve onun getireceği utanca tenezzül etmemek; yağmaya rağbet etmemek; zafer
esnasında kutsal şeylerin perdesini yırtmaktan kaçınmak; Allaha çok şükretmek;
düşmanın hezimeti durumunda bozgunculuktan kaçınmak, esirlere şefkatle
davranmak; ateşkes anında barışı kabul etmek, anlaşmaya bağlı kalmak, yardımcı
ve destekçilerin çokluğunda gururu bırakmak.
Zâhitler,
âbitler ve insanlara ahiret ahvâlini hatırlatan kimselerin ihtiyaç duyduğu
ahlâk, haslet ve şartların ilki; az dünyalığa kanaat etmek, dünya malının ve
lezzetlerinin azma razı olmaktır ki, bu, dinin temeli ve özüdür. (Diğer hasletler
ise) nefsi dünyevi arzu ve lezzetlere dalmaktan korumak, makam-mevki, şan ve
şöhret peşinde koşmayı bırakmak ve bunlara yönelik ihtiyaçlarda talepte hırslı
olmamak; ilim peşinde koşmak; hemcinsleriyle beraber namaz ve oruç ibadetlerini
yerine getirmek; dünyalık şeylere yönelenlerle fazla haşir-neşir olmamak;
(bazen) uzlete çekil(erek iç dünyasında derinleş)mek, ölümü, dünya nimetlerinin
geçiciliğini ve mal-mülkün yok olacağını çokça hatırlamak; geçmiş asırların
eserlerini ve geçmiş milletlerin yıkılmış dönemini ve ibretlik muhteşem
konaklarını düşünüp, onlardan ibret almak; hikmet ehlinin kitaplarını ve geçmiş
kralların hayatlarına ilişkin rivayetleri incelemek; deneyimli filozofların
dünyayı nitelemeleri, olayların doğurduğu sıkıntılar ve zamanın getirdiklerine
ilişkin verdikleri örnekler üzerine düşünmek; ahiret ahvâline yakın derecesinde
inanmak; nebiler, sıddıklar, salihler ve şehitlerden oluşan iyiler (ebrâr)le
-ki “bunlar ne güzel arkadaştır’[36]'beraber,
karar yurdu olan ahiretin nimetlerini şiddetle arzulamaktır.
Dini
vaz’ edenin halifelerinin ihtiyaç duyduğu ahlâk, haslet ve şartlara gelince;
(burada sözü edilen) halifeler iki sınıftır: Birincisi saltanat ve dünya
işlerini yürütme konusunda, ayrıca dinî hükümleri uygularken onların zâhirini
korumadaki yönetim ve siyaset konusunda onun halifeleri. Bu konu üzerinde çok
konuşmak ve uzun açıklamalar yapmak gerektiği için, biz ona özel bir risâle
tahsis ettik.
İkincisi
ise, dinin hükümlerinin sırları ile ilgilenen halifelerdir ki bunlar, hidayet
rehberi imamlar ve râşit halifelerdir. Biz onların ahlâkını, hasletlerini,
şartlarını, ilim ve marifetlerini, yollarını, yazdığımız elli bir risâlede
açıkladık. Bu risâle de onlardan birisidir.
Ey
iyiliksever ve merhametli kardeşim! Allah seni de bizi de kendi katından bir
ruh ile desteklesin. O risâlenin gereğini yap, hakkını ver. Hangi beldede
olurlarsa olsunlar, bütün kardeşlerimize bu risâlede ve diğer risâlelerde
anlatılanları bildir. Çünkü hayra vesile olan kimse, tıpkı onu yapan gibidir.
Yukarıda
anlattıklarımızla din sahibinin hasletlerini, ona tâbi olanların -dinin rükünlerini
koruma konusundahükmünü ve onların dünyadaki tasarruflarını kısmen açıkladık.
Şimdi de onların ahiretteki durumlarının mahiyetini ve oradaki tasarruflarının
hükmünü kısmen anlatmak istiyoruz. Çünkü bu, İlâhî kanunların ve nebevi
sünnetlerin vaz’ edilmesinin en son amacıdır.
Ey
kardeşim! Bil ki, bu âlemde bulunan bütün varlıkların bir zâhirî, bir de bâtınî
yönü vardır. zâhiri yönü, onların dış kabuğu ve kemikler, bâtınî yönü ise öz
ve cevherdir. Din bu âlemde insanın var olduğu andan itibaren var olan
şeylerden biridir. Onun zâhirî, açık hükümleri ve (suçlular için) belirlediği
cezalar (hadler) vardır. Onları din ehli ve dinî hükümleri bilen avam
ile havas uleması bilir. Dinin hükümlerinin ve belirlediği cezaların birtakım
sırları ve bâtınî yönleri de vardır ki, onları ancak havâs (seçkin âlimler) ve
ilimde derinleşmiş olanlar bilir.
Ey
kardeşim! Bil ki, dinî kurallar, hem dinin, hem de dünyanın iyiliği için
konmuştur. Dünya ve ahiret; isimleri ve varlık yapıları birbirine zıt iki
âlemdir ki, ikisinin anlamı, hakikati ve nitelikleri birbirinden farklı ve
birbirine zıttır. Biri kabuk, diğeri ise öz gibidir. Kabuk gibi olan dünya; öz
hükmündeki ise ahirettir. Her ikisinin de kendine ait ehli (dünya ehli ahiret
ehli) ve çocukları vardır. Onların ehlinin ve çocuklarının da birbirinden
farklı ve birbirine zıt birtakım nitelikleri, ahlâkları, seciyeleri ve amelleri
vardır. Şimdi, bu bilgiyi arzulayan ve öğrenmek isteyen herkesin öğrenip
anlayabilmesi için, onları açıklamaya ve onlarla hakikatleri arasındaki farkı
belirtmeye, dünya ehli ile ahiret ehlini ayırt etmeye ihtiyaç hissediyoruz.
Çünkü bu, başka ilimlere göre, insanların öğrenegeldikleri ilim ve marifetlerin
en şereflisi ve en üstünüdür.
Şimdi
deriz ki; “dünya" ismi; dünüvv (yakın olmak) ve kurb
(yaklaşmak, yakınlık) kelimelerinden, “ahiret” ise; teehhür
(geriye bırakmak, ertelenmek)den türetilmiştir. Bunların hakikati şudur: Dünya-,
bedenin doğum gününden, -nefsin doğumu ve bedenden ayrılması demek olanölüm
gününe kadar insanla ilgili cereyan eden olaylar zinciri; ahiret ise
ölüm ile nefsin bedenden ayrıldığı günden, sonsuza ve ebediyete kadar insanla
ilgili cereyan eden olaylar zinciridir.
Ey
kardeşim! Bil ki, şanı yüce Allah dünya hayatını “araz (öz olmayan,
ilinek, geçici)” ve belli bir süre (işe yarayan) “meta (mal, mülk)”
olarak isimlendirmiştir. Çünkü insanın dünyada bulunuşu, ona ahiret yolunda
ârız olmuş ârızî (geçici) bir durumdur. Kasıt ve amaç, orada (dünyada)
sürekli kalmak değildir.
Nitekim
ana rahminde kalışın amacı da orada uzun süre ve sürekli kalmak değil, oranın,
dünyaya giden bir yol ve geçiş yeri olmasıdır. (Dünya hayatı ile ana rahminde
geçen süre arasında, ikisinin de “geçici” olmaları bakımından önemli bir
benzerlik vardır.) Nefsin bedende bulunması da böyledir. Beden ahiret yurduna
giden bir gemi, bir vasıta ve bir köprüdür. Yani Spermin Ana Rahmine Düşmesi
Risalesinde (Risâletü maskati’n-nutfe) açıkladığımız gibi, insanın bedenî
yapısının tamamlanması ve suretinin kemale ermesi için, bedenin bir süre orada
(rahimde) kalmadan dünyaya gelmesi mümkün değildir.
İşte
dünyada bir müddet kalıp oyalanmanın ve orada bulunmanın hükmü de böyledir.
Dünya da sonrasına giden bir yol ve köprüdür. Yani İnsan Küçük Âlemdir
(el-İnsânu âlemun sağîrun) ve Ölümün Hikmeti Risâlesi’nde (Risâletü
Hikmeti’l-mevt) açıkladığımız gibi, nefsin hallerini tamamlaması ve
faziletlerinin kemale ermesi için, dünyaya uğrayıp bir müddet orada kalmadan
ahirete geçiş mümkün değildir.
Yukarıda
belirtip açıkladığımız anlamdan dolayı, bayram ve cuma hutbelerinde şöyle denir:
“Ey insanlar! Bilin ki, siz ebediyet için yaratıldınız. Fakat bir yurttan başka
bir yurda, döllerden rahimlere, rahimlerden dünyaya, dünyadan berzah âlemine,
berzahtan ise ya cennete veya cehenneme nakledilirsiniz.” Nitekim yüce Allah
şöyle buyurmuştur: “Sizi sadece boş yere yarattığımızı ve sizin hakikaten
huzurumuza geri getirilmeyeceğinizi mi sandınız?”[37]-,
“Siz geçici dünya malını istiyorsunuz, halbuki Allah (sizin için) ahireti
istiyor.”[38]-,
“İşte ahiret yurdu! Biz onu yeryüzünde büyüklenmeyi ve bozgunculuğu arzulamayan
kimselere veririz.”[39]
Dünyaya
ilgisiz kalıp (zühd), ahirete yönelme hakkında Kuranda pek çok ayet vardır.
Örneğin; “Ahiret yurduna (oradaki hayata) gelince, işte asıl yaşama odun
Keşke bilmiş olsalardı!”[40]
Yani dünyaya düşkün olanlar, ona aşırı derece rağbet eder ve ısrarla onu
isteyip, peşinden koşarlar. Fakat onlar ahiretten habersizdirler. Ahireti
unutmuş ve onun hakkında bilgi sahibi değildirler. Ahiretteki nimetleri,
lezzetleri, sevinç, huzur ve mutluluğu bilmemektedirler. Nitekim şanı yüce
olan Allah, çok özet bir ifadeyle şöyle buyurur: “Orada canlarının
istediği, gözlerinin hoşlandığı her şey vardır. Ve kendilerine; Siz, orada
ebedi kalacaksınız, denilin”[41]
Dünyaya
düşkün olanlar, ahirete dair konularda cahil ve gafil olunca sürekli dünyevî
şeylerle, dünya nimetleri, lezzetleri ve arzularıyla meşgul olur, dünyada
ebedi olarak kalmak isterler. Çünkü dünyevi arzu ve lezzetler hissedilir ve
görülebilir şeylerdir. Ahiret nimet ve lezzetleri ise duyuların idrakinden uzak
şeylerdir. Bundan dolayı onlar, ahiret nimetlerini araştırmayı, onlara rağbet
edip, onların peşinden koşmayı bırakırlar. Şanı yüce olan, şu ifadesiyle
onlara işaret eder: “Dünya hayatına razı olup onunla rahat bulanlar ve
ayetlerimizden gafil olanlar yok mu? İşte onların, kazanmakta oldukları
(günahlar) yüzünden varacakları yer, ateştin”[42]
Ey
kardeşim! Bil ki, şanı yüce olan Allah, ahiret yurdunu “el-hayevân
(canlı)” olarak isimlendirmiştir. Çünkü orası, ruhların âlemi ve nefislerin
kaynağıdır. Dünya ise cisimler âlemidir. Cisimlerin cevherleri, tabiatları
itibariyle ölüdür. Nefisler ve ruhlar, -tıpkı güneşin, doğmak suretiyle havaya
ışık ve aydınlık kazandırması gibicisimlerde (bedenlerde) bulunup, onlarla
beraber olmak suretiyle, onlara hayat kazandırır. Bunda nefislerin, bedenlerle
beraber olmak suretiyle onlara hayat kazandırdığına delil vardır. Ölümden önce
bedenlerde gözlemlenen duyu, hareket, bilinç, ses ve davranış türünden haller
ve bunların ölüm anında yok oluşu, nefsin bedenden ayrılmasından başka bir şey
değildir. Bunun da insaf sahibi her akıllı için, aklın hükümlerinin
gereklerinden olduğu, aşikârdır.
Ey
kardeşim! Bil ki, din koyuculara tâbi olan ve onlara yardım eden insanların çoğu,
ahirete inanıp onu ikrar ederler. Fakat onun mahiyetini, hakikatini,
niteliğini, yapısını ve ona kavuşma anının ne zaman olacağını bilmezler. Aynı
şekilde, filozof geçinenlerin de çoğu, ruhlar âlemini ve nefislerin
cevherlerini ikrar eder, fakat o âleme giden yolun nasıl olduğunu ve oraya
nasıl ulaşılacağını bilmezler. Biz Dinî-Aklî Risalelerimizde, her iki
gurubun bu anlamda ihtiyaç duyduğu bilgileri açıkladık.
Bu
anlattıklarımızla, dünyanın ve ahiretin ne olduğu açıklığa kavuşmuş oldu. Şimdi
diyoruz ki, insanlar dünyaya düşkün (ebnâü’d-dünya) ve dünya ehli
olabildikleri gibi, ahirete düşkün (ebnâü’l-âhire) ve ahiret ehli de
olurlar. Fakat onlar dünyada olduğu gibi ahirette de iki kısma ayrılırlar:
Ahiret mutluluğunu kazananlar (şuada) ve ahiret mutluluğunu kazanamayanlar
(eşkiyâ). Dünyaya düşkün olanların mutlu ve mutsuzları bilinmektedir.
Burada onları anlatmaya ihtiyaç duymuyoruz. Çünkü onlar burada zaten
gözlemlenmektedir. Fakat burada anlatma ihtiyacı duyduğumuz şey, ahiret ehlinin
mutlu olanlarının alâmetleri, ahlâkı ve amelleridir. Zira bu, gizli
(bilinmeyen) bir konudur. Ancak anlatıp açıkladıktan sonra, delil ve
alâmetlerle bilinebilir.
Bölüm:
İnsanların Mutluluk Bakımından Dört Gruba Ayrılması
Ey
kardeşim! Bil ki, insanlar dünya ve ahiret mutluluğu ve mutsuzluğu konusunda
dört gruba ayrılırlar:
a)
Hem dünyada, hem de
ahirette mutlu olanlar,
b)
Hem dünyada, hem de
ahirette mutsuz olanlar,
c)
Dünyada mutsuz,
ahirette mutlu olanlar,
d)
Dünyada mutlu,
ahirette mutsuz olanlar.
Hem
dünyada hem de ahirette mutlu olanlar, dünyada mal-mülk ve
sağlık açısından nasibi bol ve imkânları yerinde olup bunlardan kendisine
yetecek kadarıyla yetinen, aza razı olup onunla kanaat eden, fazlasını ise yüce
Allah’ın buyurduğu gibi, kendilerine ahiret azığı olarak hazırlayanlardır: “Önceden
kendiniz için yaptığınız her iyiliği Allah’ın katında bulacaksınız.”30;
“Böylece yaptıklarını karşılarında bulmuşlardır.”[43]
[44]
Kuranda bu meyanda birçok ayet vardır.
Dünyada
mutlu ahirette mutsuz olanlar, dünyadaki
nimetlerden bolca yararlanıp imkânları iyi olan ve dünyada iyi bir konuma
gelmiş olanlardır. Bunlar dünya nimetlerden yararlanır, onun lezzetleriyle
lezzetlenir, hatta bunlarla övünüp gururlanır. İlâhî kuralların koyduğu
sınırlamaları göz önünde bulundurmaz, onlara boyun eğmez, belirlenmiş emirlere
uymaz, sınırlarını ihlâl eder, ölçüyü aşıp taşkınlık yapar, azgınlık yapıp
aşırı giderler. Oysa Allah aşırı gidenleri asla sevmez. Bunlar, şanı yüce olan
Allah’ın şu ifadeleriyle işaret ettiği kimselerdir: “Dünyadaki hayatınızda
bütün güzel şeylerinizi harcadınız, onların zevkini sürdünüz. Bugün ise
yeryüzünde haksız yere büyüklük taslamanızdan ve yoldan çıkmanızdan dolayı
alçaltıcı bir azap göreceksiniz.”[45];
“Kim de dünya kârını istiyorsa, ona da dünyadan bir şeyler veririz. Fakat onun
ahirette bir nasibi olmaz.”[46]
Kuranda bu nitelikte birçok ayet vardır.
Dünyada
mutsuz ahirette mutlu olanlar, dünyada ömürleri
uzun olup zamanla çeşitli musibetlere maruz kalmış, dünyalık şeyleri ısrarla
talep etmiş, bedenleri dünya ehline hizmette yıpranmış, dünyevî kaygıları
fazla, ama dünya nimet ve lezzetlerine sahip olma konusunda pek mesafe
alamamış, fakat dinin emirlerine uymuş ve koyduğu sınırları çiğnememiş olan
kimselerdir. Allah bunları Kur’an’ın birçok ayetinde zikretmiştir: “Yalnız
sabredenlere, mükâfatlan hesapsız ödenecektir.”[47]
Dünyada
da ahirette de mutsuz olanlar ise, dünyadan nasibi
az olmuş, onun imkânlarından yararlanamamış, dünyalık şeyler uğrunda çok
sıkıntılar yaşamış, yorgun bir beden ve kederli bir gönül ile ömrünün çoğunu bu
sıkıntılar içerisinde geçirmiş, fakat bir hayır elde edememiş, buna ilaveten
dinin emirlerini de yerine getirmemiş, hükümlerine boyun eğmemiş, koyduğu
sınırları çiğnemiş, engellerine aldırmamış, dinin güçlenmesi ve esaslarının
korunması için hiçbir çaba harcamamış olan kimselerdir. Bunlar hem dünyada,
hem de ahirette hüsrana uğrayanlardır ve bu, en büyük hüsrandır.
Bölüm
Yaptığımız
bu aklî taksimde, insanlardan hiçbirinin bu dört grubun dışında kalamayacağı
açık olarak anlaşılmıştır. Şimdi aralarındaki farkın ortaya çıkması için, dünya
ehlinin ahlâk ve tabiatları ile ahiret ehlinin ahlâk ve seciyelerini anlatmak
istiyoruz.
Ey
kardeşim! Allah seni de bizi de kendi katından bir ruh ile desteklesin! Bil ki,
dünya ehlinin ahlâkı, onların herhangi bir kazanımı, seçimi, fikir ve
düşüncesi, çaba ve gayreti olmaksızın fıtratlarına yerleştirilmiştir. Onlar,
yüce Allah’ın, “Hayvanların yediği gibi yerler. Oturacakları yer ateştir”[48]
buyurduğu gibi, dünyada bedenlerinin yararına olan şeyleri elde etme, zararına
olan şeyleri de def etme uğrunda, hayvanlar gibi çabalayıp dururlar.
Ahiret
ehlinin ahlâkı ise, ileride açıklayacağımız üzere, ister akıl, fikir ve
düşüncenin gereği olarak, isterse dinin emirlerine ve terbiyesine uyarak olsun,
onların kendi çabalarıyla kazandıkları ahlâktır. Bu durumda o, onların uzun
çabaları ve tekrar tekrar yapmaları sayesinde, onlar için “âdet
(alışkanlık)” halini alır ve sahip oldukları bu ahlâka göre sevap ve karşılık
alırlar. Yüce Allah şu sözüyle bunu ifade etmiştir: “Bilsin ki insan için
kendi çalışmasından başka bir şey yoktur. Ve çalışması da ileride
görülecektir. Sonra ona karşılığı tastamam verilecektir.”[49]
Ey
kardeşim! Allah seni de bizi de kendi katından bir ruh ile desteklesin! Bil ki,
ilâhîyyenin emir ve yasakları, hükümleri, belirlediği cezalar (hadler),
teşvik ve uyarıları, vaat ve sakındırmaları, engelleme ve tehditleri üzerine
düşünür, aklın ve fikrinle bunlara kafa yorarsan, dinin emirlerinin çoğunun
insanların tabiatında bulunan şeylere ters olduğunu; yasaklarının ise insan
tabiatına yerleştirilmiş arzulardan; rahatlık, bolluk ve lezzet isteği ile
tabiatta yerleşik diğer şeylerden ibaret olduğunu açık olarak anlarsın. Örneğin
din oruç tutmayı, aşırı açlık ve susuzluk anında bile yemeyi-içmeyi terk
etmeyi; aşırı soğukta bile abdest almayı, namaz kılmayı ve sıcak yataktaki
uykuyu terk etmeyi; az ve kendisinin şiddetli ihtiyacı olmasına rağmen,
insanlara yardım etmeyi; arzusu fazla olmasına rağmen, iffetli olmayı; kızgınlık
anında bile yumuşak davranmayı, korkulu anlarda cesur olmayı, (cezalandırmaya)
gücü yetmesine rağmen, affetmeyi; hüküm verirken adaletli olmayı; zor
zamanlarda sabretmeyi; kaderin getirdiklerine razı olmayı, musibetleri hoş
karşılamayı; tembellik anında bile çalışmayı ve işe dört elle sarılmayı;
korkulu anda bile doğru söylemeyi; ihtiyaç anında bile cömert davranmayı; söz
verdiği kişiye, yanında olmasa bile vefalı olmayı; imkânları bol olmasına
rağmen, dünyada zâhidçe bir hayat sürmeyi ve insan tabiatında mevcut benzer
fiil, davranış, ahlâk ve seciyelerin tersini, tabiatta yerleşik olanın
dışındaki şeyleri emreder.
Rivayete
göre Allah’ın Elçisine (as); “(Resûlüm!) Sen af yolunu tut, iyiliği emret ve
cahillerden yüz çevir.”[50]
ayetinin anlamı sorulduğunda şöyle buyurdu: “Allah bu ayette güzel ahlâkı (mekârim-i
ahlâk) bir araya toplamıştır ki bunlar yedi tanedir: Sana zulmedeni affetmen,
vermeyene vermen, seninle bağlarını kesenle ilişkini sürdürmen, sana kötülük
yapana iyilikle karşılık vermen, seni aldatana nasihat etmen, gıybetini yapan
kimseye Allah’tan af dilemen, seni kızdırana yumuşak muamele etmendir”.
Ey
kardeşim! Bil ki bunlar, Cenâb-ı Hakk’m şu ayetlerde işaret ettiği “Allah
dostlan”nm güzel ahlâkının temel ilkeleridir: “Rahmânın (has) kulları
anlardır ki, yeryüzünde tevazu ile yürürler ve kendini bilmez kimseler onlara
laf attığında (incitmeksizin) ‘Selâm!’ derler (geçerler).”[51]
[52]
[53]
“Kendi
aralarında merhametlidirler. Onları, rükûya varırken, secde ederken
görürsün."4'’ Bu, şanı yüce olan
Allah’ın, “Arşı yüklenen ve bir de onun çevresinde bulunanlar (melekler), Rablerini
hamd ile teşbih ederler.”46 ayetinde işaret ettiği meleklerin
ahlâkıdır.
Ey
kardeşim! Allah seni de bizi de kendi katından bir huzur ve mutluluk ile
desteklesin. Şimdi bu seçkin insanların ahlâkına bir bak! Allah dostlarından,
cennet ehlinden, sadık ve seçkin melekler gurubundan olmak istiyorsan, bu
konuda bir düşün! Sen de onlara uy ve bunun sende bir alışkanlık, yerleşik
tabiat ve karakter haline gelebilmesi için, kendi düşüncen ve çabanla, ciddi
bir gayretle, tekrar tekrar yapıp, alışkanlık haline getirmek suretiyle onların
ahlâkı ile ahlâklan. O derecede ki, onlardan ayrı olduğunda da bu ahlâk,
nefsinde şekillenmiş olarak devam etsin. Şeytanların dostlarının ve İblis’in
askerlerinin ahlâkını ise terk et. Kesin olarak bil ki, öldükten sonra ruh
bedenden ayrılınca, dünyada sahip olduğu mal-mülk, dünyalık şeyler ve yakınları
hepsi dünyada kalır. Ona sadece orada kazandığı ahlâk ve amelleri, bilgi ve
marifetleri, inandığı ve içinde sakladığı görüşleri eşlik eder. Nitekim
Resûlullah (as), “amelleriniz size iade edilir”; yüce Allah da, “Böylece
yaptıklarını karşılarında bulmuşlardır.”[54]
buyurmuştur.
Ey
kardeşim! Bil ki, dünya ehlinin ahlâk ve seciyesi, yaratılışta onlara “tabiat”
olarak yerleştirilmiştir. Çünkü onlar, dünyaya cahil olarak ve o ahlâka yatkın
olmaksızın gelmişler, sonra onlar için bu konudaki engeller ortadan
kaldırılmış (ve böylece kendilerine özgü ahlâkları olmuştur). Ahiret ehlinin
ahlâkı ise, sonradan kazanılmış ve onlarda adet haline gelmiştir. Çünkü ahirete
gidişlerinden önce onların engelleri de ortadan kaldırılmış, (böylece ahiret
ehli olmalarına engel olan ahlâkî sorunları giderilmiştir). Bu, ahiret hakkında
bilgilendirilmeleri, kendilerine bazı şeylerin haber verilmesi, bazı şeylerin
müjdelenmesi, bazı konularda uyarılmaları ve onların da (bunları dikkate
alarak) ahiret için ciddi çaba sarf etmeleri, ahiret yolunun kendilerine açık
olarak bildirilmesi suretiyle ve insanların ihtiyaç duyduğu açıklama, istitaat,
kudret, yol gösterme, emir ve yasak, vaat ve tehdit, teşvik ve uyarı gibi dinî
hükümlerde, cezalarda, aklın yargılarında ve onun gerektirdiği açık-seçik
şeylerde gerçekleşmiş, (ahlâkî) pürüzler giderilmiştir. Bu, insanların
peygamberlerden ve fıtrata yerleşmiş akıllardan sonra Allah’a karşı bir
bahaneleri olmaması için yapılmıştır.
Burada
anlattıklarımızla dünya ehlinin ahlâkının onların tabiatlarına yerleştirilmiş
olmasının, ahiret ehlinin ahlâkının ise kazanılmış ve adet haline getirilmiş
olmasının sebebi ve nedeni ortaya çıkmıştır. Şimdi kazanılmış ahlâkın
hangisinin övülen, hangisinin kınanan ahlâk olduğunu; övülenin ise bir kısmının
aklın gerekleri ve hükümleri doğrultusunda, bir kısmının da dinin hükümleri ve
emirleri gereği meydana geldiğini; kınanan kısmın da aynı şekilde
gerçekleştiğini açıklamak istiyoruz.
Ey
kardeşim! Bil ki, akıllı ve keskin görüşlü herkes, insanların hallerini aklı
ile düşünüp değerlendirir, onların derecelerini birbirinden ayırır ve kendi
dünyalarındaki tasarruflarını dikkate alırsa; onların bir kısmının seçkin (havâs),
bir kısmının umumi, bir kısmının yönetici ve bir kısmının da halk (düzeyinde)
olduğunu; kralların ve onlara tâbi yardımcılarının ve dostlarının ahlâk ve
seciyelerinin, avam ve halkın ahlâkından farklı olduğunu; bundan dolayı avam
ve halktan birinin, kralların meclisine ancak bir eğitim ve bilgilendirmeden
sonra, (saraya girmeye yakışan) bir sükûnet, vakar ve heybet ile girmelerine
müsaade edileceğini bilir. Bu onun için bir (örnek ve) delil olur ve bu sayede,
herhangi bir kimsenin, göklerin melekûtuna, feleklerin enginliğine yükselip,
melekler zümresine katılabilmesinin, ancak nefsini arındırıp olgunlaştırma,
ahlâkını güzelleştirme, inancını düzeltme ve bilgilerini hakikate uygun yapma
konusunda ciddi bir çabadan sonra mümkün ve uygun olduğunu anlar. Bu bağlamda,
“felsefî yönetim”e dair kitaplarda da anlatıldığı gibi, çabaları sayesinde ve
aklın gerekleri doğrultusunda, yukarıda belirtilen konularda bozuk yönlerini
düzeltmeye çalışır, kınanan şeylerden de uzaklaşır.
Ey
kardeşim! Bil ki, akıl sahibi herkesin, bu anlattığımız şeyleri, büyük bir
yardım, ince bir araştırma ve güçlü bir düşünme olmaksızın gerçekleştirmesi
mümkün olmayacağı için, yüce Allah bunu insana kolaylaştırmış; insanların
hoşnut olacağı öğütlerle desteklenmiş İlâhi kanunları vaz’ edicileri
(peygamberleri) göndermiş, insanlara onların emir ve yasaklarına uymalarını
emretmiştir. Peygamberler onlar için büyük mabetler, mescitler, kiliseler,
namazgâh ve ibadethaneler yapmışlar, oralara temiz olarak, güzel elbiseler
giyinerek, sükûnet, vakar, edep, takva, huşu içerisinde, teşbih ve istiğfar ile
girmelerini; kendilerine mübah olan ve evlerinde, çarşı-pazarda, meclislerde ve
yollarda yapmaları caiz olan şeyleri terk etmelerini emretmişlerdir. Bunların
hepsi, hayatı boyunca, cennete girmek ve ruhu ile göklerin melekûtuna yükselmek
isteyen kimsenin yaşam tarzının böyle olması gerektiğini anlayan her akıl
sahibine bir delil olması ve bunun onda bir alışkanlık, karakter ve değişmez
tabiat haline gelip, bu sayede ruhu ile oraya çıkmaya hak kazanması ve bunun
ona kolaylaşması içindir. Nitekim yüce Allah şöyle buyurmuştur: “Ona ancak
güzel sözler yükselir (ulaşır). Onları da Allaha amel-i salih ulaştırın”[55]
Burada mü’minin ruhu kastedilmektedir. Akıl ve fikir sahibi olan herkes, her
inanç ve mezhepte, cuma ve bayram namazlarında minberlerde dinlediği hutbeler
üzerine düşündüğünde, bu anlattıklarımızın doğru ve gerçek olduğunu açık
olarak anlar.
Ey
kardeşim! Bil ki, bu İlâhî kanunları aktaranların, çeşitli konulara dair birçok
emir ve tavsiyeleri vardır. Çünkü onların davetleri hem halkın ileri
gelenlerini, hem de genel olarak bütün insanları kapsamaktadır. Onlara tâbi
olanların ise durumları farklıdır. Onlar her bir tabaka için gerekli ve uygun
olanı açıklamışlardır. Fakat onların hepsine genel olan husus; insanları bu
aktardıklarını ikrar etmeye ve -tâbileri bilsin ya da bilmesingayba dair haber
verdikleri hususları tasdik etmeye davet etmektir. İşte bu, yüce Allah’ın, “Ey
insanlar! Gerçekten ben sizin hepinize, göklerin ve yerin sahibi olan Allah’ın
elçisiyim... Allah’a ve Resulüne iman edin.”[56]
buyururken dile getirdiği imandır. Sonra Allah onlara bazı şeyleri emretmiş,
bazı şeyleri de yasaklamıştır ki, bunlar din ehli ve fakihleri nezdinde bilinen
şeylerdir. Fakat O’nun bu konuya dair son sözü şu olmuştur: “Allah’a
döndürüleceğiniz, sonra da herkese hak ettiğinin eksiksiz verileceği ve
kimsenin haksızlığa uğratılmayacağı bir günden sakının.”[57]
Rivayete göre Kuranın son nazil olan ayeti budur.
Ey
kardeşim! Allah seni de bizi de kendi katından bir huzur ve mutluluk ile
desteklesin! Bil ki, yüce Allah’ın, kullarına verdiği emirler, kralların
emirlerine benzer. Kralların, halifelerin ve birçok liderin âdeti ve
uygulamasıdır ki, çocuklarından ya da kölelerinden birinde asalet ve başarı
(arzusu) tespit ettiğinde, onun eğitim-öğretimine ve terbiyesine özen gösterir.
Onu oyun, eğlence ve arzularına dalmaktan korur. Edebi terketmeyi, kötü ahlâkı
ve liderlerin, akıllı ve erdemli insanların ahlâkına yakışmayan her şeyi ona
yasaklar. Bütün bunlar, eğitimini tamamlayıp, liderlik ve saltanatta
efendisinin halifesi olabilmesi ve babasının yerine geçebilmesi için
kendisinden arzu edilen şeyleri kabule hazır hale gelip onlarla donanması
içindir.
İşte
yüce Allah’ın, şu ayette buyurduğu gibi, rızasına uymayı emredip nefislerinin
isteklerine tâbi olmayı yasaklarken, Peygamberlerini ve mümin veli kullarını
terbiye etmesi de aynen böyledir: “Rabbinin makamından korkan ve nefsini
kötü arzulardan uzaklaştıran için ise, şüphesiz cennet yegâne barınaktır.”[58]
Keza
kral çocuklarının ve kölelerinin çoğu, babasından ya da efendisinden yukarıda
belirttiğimiz gibi bir durum sezerse, onun emir ve yasaklarına uymak, şehevi
arzularını ve hevâsına uymayı terketmek suretiyle nefsini tutar. Bütün bunları,
yüce bir durumu ve büyük bir makamı arzuladığı için yapar. İşte Allah’a
kavuşmayı arzu eden Allah dostu müminlerin durumu da böyledir.
(Sahip
olduğu imkânlara) sırt çevirip uzak duran, kendilerine vaat edileni
arzulamayan, kötü ve mutsuz kral ve lider çocukları ile köleleri ise,
kendilerine emredilenleri kabul etmeyip, söylenenleri dinlemeyip, yapılan
teşvik ve uyarıları düşünmedikleri gibi, gece-gündüz şehvetlerini tatmin
peşinde koşar, nefislerinin hevâsım yerine getirirler. Şüphesiz onlar, kardeşlerinin
ulaştığı liderlik, emretme ve yasaklama yetkisi, otorite, izzet ve şereften
mahrum kalırlar. Böyle kral çocukları, düşmana rehin düşmeden ya da
kardeşlerince tutuklanmadan ıslah olmazlar.
Ey
kardeşim! înkârcıların, münafıkların ve fâsıkların ahiretteki durumu da işte
böyledir. Onlar, Rablerinin emirlerini terkedip, nefislerinin arzularını yerine
getirmenin ve hidayetten sapmanın cezası olarak, müminlerin ulaştığı şeref,
yakınlık, mertebe ve derecelerden, lezzet ve mutluluktan, yüce Allah’ın şu
ayette buyurduğu gibi, sevap ve mükâfattan da mahrum kalırlar: “Hevâ ve
hevesini tanrı edinen ve Allah’ın (kendi katındaki) bir bilgiye göre
saptırdığı, kulağını ve kalbini mühürlediği, gözünün üstüne de perde çektiği
kimseyi gördün mü?”[59]
Bu
anlattıklarımızla, yüce Allah’ın, müminleri terbiye etmesinin, kralların,
çocuklarım terbiye etmesine benzediği açıkça ortaya çıktığına göre, şimdi şunu
ifade etmeliyiz:
Ey
kardeşim! Bil ki, Allah’ın vaadi, inançsızları, münafıkları, fâsıkları uyarıp
tehdit etmesi ve onlara azap etmesi, Elem ve Lezzetler risâlesinde
açıkladığımız gibi, hikmet ehli, müşfik bir doktorun, hasta ve cahil olan
çocuğunu uyarmasına benzer. Allah, müminlere vaat ettikleri gibi, kâfirlere ve
münafıklara olan uyarılarını da Kuranda bin dolayında ayette zikretmiştir.
Örneğin O; “Allah, mümin erkeklere ve mümin kadınlara, içinde ebedî kalmak
üzere altından ırmaklar akan cennetler ve Adn cennetlerinde güzel meskenler
vaat etti.”[60]
buyurmuştur.
Şam
yüce olan Allah, müminlerin sevabını cennetler ve ahiret nimetleri şeklinde
takdir etmiştir. Çünkü iman, birçok melekî fazileti ve aklî şartları bir arada
bulunduran bir haslettir. Bu nedenle mü’minlerin, kendilerine özgü olarak
bilinen ve inançsızlarla münafıklardan ayrıldıkları birtakım alâmetleri vardır.
Bu konunun bir boyutunu îmân ve Müminlerin Hasletleri adlı risâlemizde
açıladık. Fakat şimdi biz bu risâlede -yüce Allah’ın, “Sen yine de öğüt ver.
Çünkü öğüt müminlere fayda verir."[61]
ayetiyle emrettiği gibigafillere bir hatırlatma ve öğüt olması için, bu konudan
bir miktar daha bahsetme ihtiyacı hissediyoruz.
Bölüm
Ey
kardeşim! Allah seni de bizi de kendi katından bir huzur ve mutluluk ile
desteklesin! Bil ki, Allah’ın mümin, arif ve basiretli has kulları, Allah’a
karşı görevlerini sadakatle ve yakîn ile yerine getirirler. Yapıp-ettiklerinde
-sanki sürekli Allah’ı müşahede edip görüyorlarmış gibigece ve gündüz
kendilerini sorguya çekerler. Onlar yaptıklarının sevabını anında görürler, bir
an bile ertelenmez ki o, ahirete varmadan önce, dünya hayatındaki müjdedir.
Onlar, kötülüklerinin karşılığını da fiillerinin hemen ardından görürler.
Onlara çok azı gizli kalır. Şanı yüce olan Allah şu ayetlerle onlara işaret
etmiştir: “Takvaya erenler var ya, onlara şeytan tarafından bir vesvese
dokunduğunda (Allah’ın emir ve yasaklarını) hatırlayıp hemen gerçeği
görürler."[62]-,
“Şüphesiz kullarım üzerinde senin bir hâkimiyetin yoktur.”[63]*-,
“Ancak onlardan ihlâslı kulların müstesna.”[64]
Onları
methedip öven daha birçok ayet vardır. Onlar, Allah’ı en iyi bilen ve ona karşı
görevlerini en iyi yerine getiren kimselerdir.
Anlatırlar
ki, onlardan birisi, bir yolculuğunda, dağ başındaki hücresinde uzlete çekilmiş
bir rahibe uğradı. Karşısında durup ona, “Ey Rahip!” diye seslendi. Rahip
hücresinden başını çıkarıp, “Kim o?” deyince aralarında şu diyalog geçti:
Hemcinsinden
bir âdemoğlu!
Ne
istiyorsun?
Allah’a
giden yol nasıldır?
Nefsin
isteklerinin (hevâ) tersidir.
Azığın
en hayırlısı hangisidir?
Takvadır.
Niçin
insanlardan uzaklaşıp bu hücreye kapandın?
Onların
fitnelerinden dolayı kalbimden korktuğum ve onların kötü yaşam tarzı nedeniyle
aklımı şaşkınlıktan korumak için. Ayrıca onların hilelerinin vereceği
sıkıntıdan ve fiillerinin çirkinliğinden kendimi kurtarmak istedim.
İlişkilerimi Rabbimle sınırladım ve onlardan kurtuldum.
Bana,
(uzaklaştığın) o insanlardan bahseder misin?
-
Onlar en kötü bir
kavim ve en şerir insanlardı. Onları bundan dolayı terk ettim.
-
Ey Mesih’e tâbi olan
topluluk! Rabbinizle ilişkileriniz nasıldır? Süslü sözleri bırak da bana
doğruyu söyle. Râhib bir süre sessizce düşündü ve sonra dedi ki;
-
Olabilecek ilişkinin
en kötüsü.
-
Nasıl yani?
Rabbimiz
bize bedenlerimizi yormayı, nefislerimize eziyet etmeyi, gündüzleri oruç tutup
geceleri ibadet etmeyi, tabiatımıza yerleşmiş olan arzuları terk etmeyi, baskın
hevâya
(nefsanî
arzulara) karşı çıkmayı, saldırgan düşmanla mücadele etmeyi, yaşamın zorluklarına
razı olmayı, belâ ve musibetlere sabretmeyi emretti. Bütün bunlarla birlikte,
yolun uzunluğuna, şaşkınlık ve şüphelerin çokluğuna rağmen, öldükten sonra
ahirette verilecek “ertelenmiş” bir mükâfat da vadetti. îşte Rabbimizle
ilişkimizde bizim durumumuz budur. Peki! Biraz da kendinizden bahset, ey Ahmede
tâbi olan topluluk! Sizin, Rabbinizle ilişkileriniz nasıldır?
Olabilecek
ilişkinin en hayırlısı ve en güzeli. Rahip; “Onu bana anlat!” deyince o da
şöyle anlattı:
O
bize sayılamayacak kadar bol nimetler verdi, birçok lütuf ve ihsanda bulundu.
Gece ve gündüz, O’nun geçmişte ve hal-i hazırda sahip olduğumuz, ayrıca
gelecekte sahip olacağımız lütuf ve nimetlerine mazhar olduk.
Aynı
Tanrı olmasına rağmen, size nasıl böyle özel muamele yaptı?
Nimet,
ihsan ve iyilik, herkese geneldir, hepimize verilmiştir. Fakat güzel inanç,
doğru görüş, hakkı ikrar, iman ve teslimiyet bize özel kılındı. Bize verilen
itaat, iman, teslimiyet, nefis muhasebesi ve istikameti koruma konusundaki
doğru duruş, geleceğe dair beklenmeyen olayları önceden sezme sayesinde ve an
be an kalbe gelen düşünceler, vahiy ve ilham konusunda tetikte olmak suretiyle,
hakikatlerin bilgisine muvaffak kılındık.
Bunun
üzerine rahip dedi ki:
Bunu
biraz daha açıklar mısın?
-Evet.
Yalnız söylediklerimi güzel dinle ve anla. Anladıklarını da iyi düşün. însan
henüz adı bile anılan bir varlık değil iken, şanı yüce olan Allah onu topraktan
yarattı ve onun soyunun devamını değersiz bir suyun özüne bağladı. Sonra onu
emin bir yerde bir nutfe [sperm] haline getirdi. Sonra onu (insan olarak)
dünyaya getirinceye kadar dokuz ay boyunca halden hale dönüştürdü de insanoğlu
sağlam bir beden, tastamam bir suret, dimdik bir boy-pos ve sağlıklı duyulara
sahip olarak mükemmel biçimde yarattı. Sonra tam iki yıl boyunca onu içenlere
lezzet veren tertemiz bir süt ile rızıklandırdı. Olgunluk çağma ulaşıncaya
kadar büyütüp yetiştirdi, çeşitli lütuf ve hikmetleriyle nimetlendirdi. Sonra
ona hüküm (hükmetme yeteneği), ilim ve zeki bir kalp, hassas bir kulak, keskin
bir bakış, iyi bir tat alma, güzel bir koklama ve yumuşak bir dokunma duyusu
ile konuşan bir dil, sağlam bir akıl, iyi bir anlayış, saf bir zihin ile
düşünme ve ayırt etme, dileme ve seçme yetenekleri, itaatkâr organlar, iki
sanatkâr el ve yürüyen iki ayak verdi. Sonra ona güzel konuşmayı ve beyanı,
kalemle yazı yazmayı, sanat ve meslekleri, ziraatı, ahş-verişi, ticareti ve
hayatın farklı yönlerini, yararlı olan şeyleri istemeyi, barınacak bina
yapmayı, şeref ve saltanatı, hükmedip yönetmeyi öğretti. Yeryüzünde bulunan
hayvan, bitki ve maden cinsinden her şeyi onun emrine verdi.
însan
da bunlar üzerinde, efendilerin hükmettiği gibi hükmetmeye, kralların
tasarrufta bulunduğu gibi tasarrufta bulunmaya ve belli bir süre için onlardan
yararlanmaya başladı. Sonra Allah ona ikramını, lütuf ve ihsanını arttırıp,
zikrettiğimiz nimetlerin daha üstün ve daha güzel olanlarını vermek istedi de
onu, meleklerine, seçkin kullarına ve cennetliklere ikram ettiği nimetlerle
donattı. Üstelik bu nimetler hiç eksilmez ve bozulmaz. Oysa dünya nimetleri
sıkıntıyla, lezzetleri elemle, sevinci üzüntüyle, rahatı yorgunlukla, izzeti
zilletle, sefası kederle, zenginliği fakirlikle, sağlığı da hastalıkla karışık
vaziyettedir. Dünya ehli orada “nimetle donanmış” görünümünde olmasına rağmen,
sıkıntı içinde; “gıpta edilen kişi” görünümünde, ama kederli; “güvenilir”
görünümünde, ama aldanmış;
“şerefli”
görünümünde, ama önemsiz ve değersiz; huzursuz ve ürkek; güvende olmayan korkak
kimselerdir. Yine onlar nur ile karanlık, gece ile gündüz, yaz ile kış, sıcak
ile soğuk, kuru ile yaş, uyku ile uyanıklık, açlık ile tokluk, susuzluk ile
suya kanmışlık, dinginlik ile yorgunluk, gençlik ile yaşlılık, güç ile
zayıflık, hayat ile ölüm gibi zıtlıklar arasında mütereddit yaşamaktadırlar.
Dünya
ehli ve dünyaya düşkün olanlar, bu ve benzeri şeyler arasında kararsız kalmış,
bunların içine adeta itilmişler ve onların arasında şaşkın bir durumdadırlar.
Rabbin onları lezzetlerle karışık bu elemlerden kurtarıp, içinde hiçbir
sıkıntı ve eziyet barındırmayan nimetlere, beraberinde bir elem getirmeyen
lezzete, üzüntüsüz sevince, kedersiz mutluluğa, zilletsiz izzete, değersiz
olmayan bir ikrama, yorgunluğu olmayan rahatlığa, keder bulaşmamış sefaya,
korkusuz bir güvenliğe, fakirliği olmayan zenginliğe, hastalığı olmayan
sağlığa, ölümsüz bir hayata, ihtiyarlığı olmayan gençliğe, bitimsiz bir
sevgiye, karanlığı olmayan nura, uykunun bulunmadığı bir uyanıklığa, gaflet
barındırmayan zikre, cehalet bulaşmayan ilme, düşmanlık, haset ve gıybet
barındırmayan sadakate kavuşturdu ve sonsuza dek birbirine güvenen ve
karşılıklı olarak birbirine huzur ve mutluluk veren kardeşlere dönüştürdü.
Şimdi
insanın bu fâni bedenle ve ağır, değişken, uzun, geniş ve derin, karanlık,
birbirine zıt unsurlardan ve dört karışımdan meydana gelen cismanî yapısıyla
bunlara sahip olması mümkün olmadığından, -çünkü böyle birisi için, tertemiz
nitelikler ve bâkî haller uygun değildirşanı yüce olan Yaratıcının hikmeti
gereği, İlâhî inayet, onu başka bir yaratılışla yeniden diriltmeyi gerektirir.
Nitekim şanı yüce olan Allah şöyle buyurmuştur: “Andolsun, ilk yaratılışı
bildiniz. Niçin hatırlamıyorsunuz?’ Yani ikinci yaratmayı düşünüp ibret
almanız gerekmez mi? “Sizi bilmediğiniz bir âlemde tekrar var edelim diye
(ölümü takdir ettik).” “İşte Allah bundan sonra (aynı şekilde) ahiret hayatını
da yaratacaktır.”
Bundan
dolayı Allah, kullarına lütfunun ifadesi olarak onları ahiretteki güzelliklere
teşvik eden, orayı arzulamaları ve oraya varmadan önce hazırlık yapmaları,
ayrıca alıştıkları dünyevî arzu ve lezzetlerden ayrılmalarını kolaylaştırmak,
başlarına gelebilecek belâ ve musibetleri hafifletmek amacıyla, onlara ahiret
yolunu gösteren peygamberler göndermiştir. Çünkü onlar, dünya hayatından sonra,
onu örten ve öncesindeki dünya nimetlerini ve sıkıntılarını sona erdiren
ahireti arzulamaktadırlar. Peygamberler onları, kendilerine vaat edilen şeyleri
kaçırmamaları için, ahireti talepte tembel davranmamaları konusunda
uyarmışlardır. Çünkü kendilerine vaat edilenleri kaçıranlar, dünyayı da ahireti
de kaybetmiş, kesin bir sapıklığa düşmüş ve apaçık bir hüsrana uğramış
demektir. İşte Rabbimizle olan ilişkimizde bizim görüşümüz ve inancımız budur,
ey Rahip! Bu inançla dünyadaki hayatımız güzelleşir, dünyalık şeyleri fazla
önemsememe ve nefsanî arzuları terketmek kolaylaşır. Ahirete ilgimiz ve arzumuz
artar. İbadetin ağırlığı, hiç hissetmeyeceğimiz şekilde hafifler. Hatta bu
durumu bir nimet, bağış, izzet ve şeref olarak görürüz. Çünkü O, bizi kendisini
zikretmeye ehil kıldı. Kalplerimize hidayet, gönüllerimize ferahlık lütfetti.
Bize tanıttığı sayısız nimetleri, çeşit çeşit lütuf ve ihsanları sayesinde
bakışlarımızı nurlandırdı.
Bunları
dinleyen rahip sonra şöyle dedi:
-İyi
bir öğüt verici, sahip olduğumuz nimetleri bize en güzel biçimde hatırlatan,
görebildiği doğruluğa en iyi şekilde kılavuzluk eden, işinin ehli dost bir
doktor ve olabildiğince şefkatli, nasihat veren bir kardeş olarak, Allah sana
hayırlar lütfetsin.
Bölüm
Ey
kardeşim! Allah seni de bizi de kendisinden bir huzur ve mutluluk ile
desteklesin! Bil ki, tabiî olaylar, tıpkı rahimin cenini; yumurtanın dış
yüzeyinin sarısını kuşattığı gibi bizi kuşatmış, nefislerimizi işgal etmiştir.
Bunlar, kendini tamamlama, yetkinleştirme ve belirli bir süre (dünya hayatı
boyunca) âfetlerden korumaya yönelik olarak tabiattan kaynaklanan bir arzudur.
Bünye tamamlanıp, suret kemale erdikten sonra, oradan çıkma zamanı geldiğinde,
cenin organlarını hareket ettirir, ayaklarını oynatır, elleri ile vurur.
Nihayet plasentayı yırtıp, kendisini orada tutan tendonları ve bağları koparır.
Böylece rahimden çıkma imkânı bulur. Civcivin yumurtadan çıkması da böyledir.
Bu, dünyadan ayrılıp, cisimler âleminden ruhlar âlemine geçmek isteyen her
nefis için bir kıyas ve delil; ayrıca bize bu uğurda çalışıp çabalamamız
gerektiğine ve tabiatımıza iyice yerleşmiş, bizim oluş ve bozuluş âleminden
felekler âlemine, uçsuz bucaksız göklere, ruhların kaynağına ve nefislerin
karargâhına geçişimize engel teşkil eden kötü huylardan bu sayede
kurtulabileceğimize dair bir uyarıdır.
Durum
böyle olunca, insanın, bu yüksek hakikati akledip bu önemli meseleyi anlamaya
gücü yetmediğinden, yüce Allah, kullarına lütuf, ihsan ve ikramının ifadesi
olarak, insanlara yardımcı olmak, onlara bu konuları öğretip birtakım
uyarılarda bulunmak, onları (Allah yoluna) davet edip teşvik etmek, isteyerek
ya da istemeyerek Ona ulaşmak için çalışmakla yükümlü tuttuğu peygamberler
göndermiştir. İşte bu, şanı yüce olan Allah’ın, kullarına lütfettiği nimetlerin
ve istisnasız hepsine bulunduğu ihsanın en büyüğüdür. Bu durumda, burada
anlattıklarımızla, şanı yüce olan Allah’ın bazı nimetlerinin ve ihsanının,
O’nun yaratıklarından sadece bir kısmına ait olmadığı, hepsini genellediği
anlaşılmaktadır.
Şimdi
O’nun bazı yaratıklara özgü olan nimet ve ihsanlarını zikredip, bunların nasıl
olduğunu ve kimlerin bunlara hak kazanıp layık olduğunu açıklamak istiyoruz:
Ey
kardeşim! Bil ki, Allah’ın birtakım nimetleri, ikram ve ihsanı, özel çaba ve
gayretleri, ayrıca güzel davranışları sebebiyle, bazı seçkin kullarına özgüdür.
Allah, başkalarını, ceza olarak bu nimetlerden mahrum eder. Çünkü onların
çabaları, gayretleri ve davranışları, seçkin insanların çaba ve gayretlerinden
tamamen farklıdır. Bu, Allah’ın, mahlûkatı arasındaki adalet ve insafının
gereğidir. Çünkü O’nun, yaratıklarına karşı ihsanda bulunup nimetler
bahşetmesi, O’nun cihetinden onlara karşı bir lütuftur. Bu lütuf hepsini
kapsar. Ancak bu lütuftan pay almaları aynı düzeyde değil; çaba ve
gayretleriyle hak edip, lâyık oldukları orandadır. Çünkü onlar, amel
bakımından da aynı düzeyde değildirler.
Ey
kardeşim! Bil ki, şanı yüce olan Allah, bu yüce ve değerli davadan habersiz,
gafil toplumlara peygamberlerini gönderdiği zaman, onlara ancak güçlerinin
yetebileceği söz, fiil ve niyetleri emretmiş, onları bunlardan sorumlu tutmuştur.
Peygamberlerin onlara emredip yapmalarını istedikleri şey, kendilerine
getirdikleri duyular üstü gaybî bilgilere iman edip bunu dil ile ikrar etmek,
yüce Allah’ın şu ayette belirttiği gibi, bu bilgileri bilerek inkâr etmekten
kaçınmaktır: “De ki: Ey insanlar! Gerçekten ben, sizin hepinize, göklerin ve
yerin sahibi olan Allah’ın elçisiyim. Ondan başka Tanrı yoktur, O diriltir ve
öldürür. Öyleyse Allaha ve ümmî Peygamber olan Resulüne iman edin”[65].
Kim bunu dil ile ikrar ederek, bu ikrarında sebat eder, geri dönmezse,
ikrarının karşılığı olarak Cenâb-ı Hak, şu ayette vaat ettiği gibi, dünyada
hemen onun kalbini yakînî bir imanla hidayete erdirir ve kendisine gayba dair
verilen haberleri tasdik için kalbine genişlik verir, onu sıkıntı ve yalanlama
eleminden koruyup, nefsini şüphe, endişe ve şaşkınlık azabından kurtarır: “Kim
Allaha inanırsa, Allah onun kalbini hidayete erdirir”[66].
Yani inandığını dili ile ikrar ederse, Allah onun kalbini tasdike, yakînî imana
ve ihlâsa yönlendirir. Şu ayetler de bu anlamdadır: “Hidayete erenlere -yani
ikrar edenleregelince, Allah onların hidayetlerini -yani yakîni imanlarını ve
basiretleriniarttırır ve sakınmalarını sağlar”[67].
Yani onlardan şüphe ve tereddüdü giderir.
Ey
kardeşim! Bil ki, diliyle ikrar ettiği halde, kalbiyle inkâr eden kimse,
şüpheci, mütereddit ve şaşkın olur. Bu özelliklerin hepsi, kalplere elem
veren, nefisler için azap olarak nitelenebilecek durumlardır. Şam yüce olan
Allah, peygamberlerin getirdiklerini ikrar eden kullarını bu elem ve azaptan
kurtarmak istedi de, ikrar edenlere yapageldikleri şeyleri yapmalarını
emretti, terk ettiklerini de yasakladı. Bunların hepsi onları sınamak içindir.
Kim Onun emirlerini kabul eder, onları yerine getirir ve o doğrultuda yaşarsa,
onların mükâfatı ve amellerinin sevabı, daha ahirete varmadan bu dünyada,
Allah’ın onların kalplerini yakînî iman nuru ile hidayete erdirmesi,
gönüllerini şüphe, endişe, inkâr, şaşkınlık, dehşet ve nifak sıkıntısından
temizleyip, bunların vereceği azaptan kurtarmasıdır.
Bu
emri terk edip onunla amel etmediği gibi, bir de insanları aldatıp, hile yapan,
dışı başka içi başka, göründüğü gibi olmayan, sözünde durmayan, bu kötü ve
utanç verici şeyleri yapmaya devam eden kimsenin karşılığı ve cezası ise, yüce
Allah’ın şu ayetlerde belirttiği gibi, dininde şüphe ve tereddüt içinde, şaşkın
ve endişeli olarak, iki arada bir derede, kalbi azap, nefsi elem içinde terk
edilmesidir: “Nihayet, Allaha verdikleri sözden döndüklerinden ve yalan
söylediklerinden dolayı Allah, kendisiyle karşılaşacakları güne kadar onların
kalbine nifak (ikiyüzlülük) soktu."[68]-,
“Yine Ona iman etmedikleri ilk durumdaki gibi onların gönüllerini ve gözlerini
ters çeviririz. Ve onları şaşkın olarak azgınlıkları içerisinde bırakırız.”[69]*
Yüce
Allah, şöyle buyurmuştur: “Onları gördüğün zaman kalıpları hoşuna gider,
konuşurlarsa sözlerini dinlersin. Onlar sanki duvara dayanmış kütükler
gibidir. Her gürültüyü kendi aleyhlerine sanırlar. Düşman onlardır. Onlardan
sakın. Allah onların canlarını alsın. Nasıl bu hale geliyorlar?”[70].
Bu
anlattıklarımızla, yüce Allah’ın müminlere, Rableri ile olan ilişkileri
oranında, ahirete varmadan önce dünya hayatında katından bir mükâfat olarak
nasıl lütuf ve ihsanda bulunup nimetlendirdiği; başka bir topluluğu ise,
emirlerini terk edip uygulamamalarının karşılığı ve cezası olarak nimetlerinden
nasıl mahrum bıraktığı bir ölçüde anlaşılmıştır.
Bölüm
Ey
kardeşim! Allah seni desteklesin! Bil ki, yüce Allah kendisine kesin olarak
inanan müminlere ve peygamberlerine bazı şeyleri yapmalarını farz kılmış, bazı
şeyleri de -kaçınmaları içinyasaklamıştır. Bunların hepsi onları imtihan etmek
içindir. Ayrıca Allah, bu farz kıldığı ve yasakladığı şeyleri, kullarının
yükselmeleri, bir halden başka bir hale intikal ederek, en mükemmel hale ve en
son gayeye ulaşmak için neden ve sebep kılmıştır.
Ey
kardeşim! Bil ki, Allah kimini bir derece ve makama yükseltir de, o da oraya
ulaştıktan sonra orada kalır, geri dönmez, sonra o makamın hakkını verir,
şartlarını yerine getirirse, bunun karşılığı ve mükâfatı olarak Allah onu bu
makamdan daha yüksek bir makama, bulunduğu halden daha yüce ve şerefli bir
hale yükseltir. Bu makamda bulunma nimetinin değerinden habersiz olup, o nimete
şükretmeyen ve daha yüksek makama ulaşmak için çabalamayan ve bulunduğu
makamda ilerlemeyi arzulamayan kimsenin göreceği karşılık ise, o makamdan
ayrılmak, ameli hangi dereceye karşılık geliyorsa, orada kalmak ve daha fazlasından
mahrum olmaktır. Böylece o, bunun ötesinde ve yukarısındaki derece ve makamlara
ulaşamaz. Bu kayıp ve mahrumiyet, ona verilmiş cezadır. Daha önce ifade
edildiği gibi, inancını ikrar eden, samimi ve sadık müminlerle, şüpheci ve
hilekâr münafıklar bu duruma örnektir.
Yüce
Allah muhlis, kesin inanan, sadık müminlerin özelliklerini ve onların amelleri
ile ahlâklarını Kuranın birçok suresinde zikretmiş; şüpheci ve riyakâr
münafıkların özelliklerini de yine birçok ayette, özellikle de Enfal, Tevbe ve
Ahzab sûrelerinde ifade etmiştir ki burada onları tekrara gerek yoktur. Onları
sadece hatırlatmak yeterlidir. Bir rivayette ifade edildiğine göre, Ömer bin
Hattab (r.a), halifeliği sırasında insanlara bu sureleri okumalarını,
ezberleyip incelemelerini, sonra da bu surelerde anlatılanları kendilerine
uygulamalarını, çevrelerini orada anlatılan ikiyüzlü, hilekâr ve şüpheci
münafıkların sıfatlarından arındırmalarını emretmiştir.
O
halde ey kardeşim! Eğer Allah’ın, rahmet ve merhameti ile senin derecelerini
yükseltmesini istiyorsan, ömrün boyunca Rabbinle olan ilişkilerinde bu
anlattıklarımızı kendine ölçü ve delil yapman gerekir ki O, seni hem bu
dünyada, hem de ahirette mertebelerin en yücesine ve en şereflisine ulaştırsın.
Nitekim yüce Allah şu ayette bunu vaat etmiştir: “Allah sizden inananları ve
kendilerine ilim verilenleri derecelerle yükseltsin.”[71]
Bölüm:
îlim Yolunda Olmanın Fazileti
Ey
kardeşim! Şanı yüce olan Allah seni de bizi de kendi katından bir huzur ve
mutluluk ile desteklesin! Bil ki, yukarıda belirttiğimiz gibi, şanı yüce olan
Allah, müminlere yapmaları gereken birçok şeyi farz kılmış, yapmamaları gereken
şeyleri de yasaklamıştır. Fakat dinin farz ve hükümlerinden hiçbiri, bir kul
için; -Allah’a iman ve ikrar, peygamberlerinin getirip haber verdiklerini
tasdikten sonra-, ilim ve onun peşinden koşup, onu öğretmek kadar gerekli,
faziletli, üstün, değerli ve yararlı değildir. Ayrıca ilim, kulu Rabbine
yaklaştıran en önemli şeydir. İlmin, bahsettiğimiz bu fazileti ve üstünlüğü ile
onun peşinde koşmanın ve ilim öğrenmenin değeri konusunda Peygamberden (as)
gelen şu rivayet yeterlidir:
“İlim
öğreniniz. Çünkü ilim, Allah korkusunu gerektirir. İlim peşinde koşmak ibadet;
ilim müzakeresi teşbih; İlmî araştırma yapmak cihad; bilmeyenlere ilim öğretmek
sadaka; ilim ehline maddî katkı sağlamak, Allah’a yakınlık vesilesidir. Çünkü
helâl ve haram, ilim sayesinde bilinir. İlim cennet yolunu aydınlatan
projektör, yalnızlıkta en iyi dost, gurbette arkadaş, bollukta ve darlıkta
kılavuz, düşmanlara karşı silahtır. Garipler nezdinde insanı başkalarıyla
kaynaştıran, dostlar nezdinde süs olan bir şeydir. Allah ilim sayesinde bazı
milletleri yükseltir ve onları hayırda kendilerine uyulan, izinden gidilen
lider ve önder millet yapar. Böylece o milletin yaptıklarına güvenilir,
kanaatlerine başvurulur. Melekler onlarla dost olmak ister, onlara kanat gerer.
İbadetlerinde onların bağışlanmalarını isterler. Yeryüzünde kuru-yaş her şey,
hatta denizlerdeki balıklar ve her türlü yaratık, karadaki yırtıcılar ve
çeşitli hayvanlar, gökyüzü ve yıldızlar onlar için bağışlanma diler. Çünkü
ilim, cehalete karşı kalbin hayat kaynağı, karanlığa karşı gözlerin önünü aydınlatan
lamba, zayıflığa karşı bedenin gücü ve kuvvetidir. Köle olan bir insan, ilim
sayesinde hürlerin ulaşabileceği makamlara, kralların meclislerine, dünya ve
ahirette yüksek derecelere ulaşır”.
timi
konularda tefekkür, oruca; ilim müzakeresi namaza denk kabul edilmiştir.
Allah’a itaat ve ibadet, ilim ile olur. İyilik, onunla bilinir. İnsan, ilim
sayesinde verâ sahibi olur ve ilmi ile mükâfatlandırılır. Akrabalar arasındaki
bağ, ilim sayesinde kurulur; helâl ve haram onunla bilinir.
Bil
ki, ilim, amelin kılavuzudur. Amel ilme tâbidir. Allah ilmi mutlu insanlara
lütfeder. Mutsuz ve kötü insanları ise, ondan mahrum eder.
Bölüm
Ey
kardeşim! Allah seni de bizi de kendi katından bir huzur ve mutluluk ile
desteklesin! Bil ki, ilim yolcusunun yedi şeye ihtiyacı vardır:
1.
İlme arzulu olmak ve
susmak,
2.
Dinlemek,
3.
Tefekkür,
4.
Öğrendikleriyle amel
etmek,
5.
Doğru olmayı can-ı
gönülden arzulamak,
6.
İlmin Allah’ın bir
nimeti olduğunu sıkça ifade etmek,
7.
Yaptığı iyi şeylerden
dolayı gururlanmayı terk etmektir.
İlim,
sahibine on güzel özellik kazandırır: Eğer aşağı biriyse, ilim ona şeref
kazandırır; adi biriyse izzet; fakir ise zenginlik; zayıf biriyse güç; sıradan
biriyse asalet; (insanlara) uzak biriyse yakınlık; değeri düşük biriyse ilim
ona değer kazandırır. Keza cimri ise cömertlik; kendini beğenmiş biriyse hayâ;
aşağı tabakadan biriyse heybet; hasta ise ilim ona sağlık kazandırır.
Şanı
yüce olan Allah şöyle buyurmuştur: “Hiç bilenlerle bilmeyenler bir olur mu?
Ancak akıl sahipleri öğüt alırlar”[72]
[73]-,
“Kulları
içinden ancak âlimler, Allah’tan (gereğince) korkar.”66; “Kime
hikmet verilirse, ona pek çok hayır verilmiş demektir.”[74]
Kur’an-ı
Kerim’de âlimleri öven, onların faziletlerine dair ve onlardan sitayişle
bahseden, bunlar gibi daha birçok ayet vardır.
Ey
kardeşim! Bil ki, ilmin pek çok faziletleri olmasına rağmen, yine de âlimler
için uzak durup sakınmaları gereken birtakım âfetler, kusurlar ve ahlâkî
zâfıyetler söz konusudur:
Kibir,
kendini beğenmişlik ve övünme bunlardandır. Resûlullah’ın şöyle dediği rivayet
edilir: “timi arttığı halde, Allah’a karşı tevazûu, cahillere karşı şefkat ve
merhameti, âlimlere karşı sevgisi artmayan kimsenin, ancak Allah’tan uzaklığı
artar”.
Alimler
arasındaki ihtilaf ve çekişmelerin fazla olması, başkanlık arzusu, taassup, düşmanlık
ve kin duygusunun mevcudiyeti de ilmin âfetlerindendir. Lokman Hekim oğluna
şöyle demiştir: “Yavrucuğum! âlimlerle birlikte otur, onların dizleri dibinden
ayrılma. Çünkü Allah, bol yağmurla ölü toprağı dirilttiği gibi, ilmin nuru ile
de ölü kalpleri diriltir. Yalnız âlimlerin tartışmalarından uzak dur. Aslında
ilim semadan tertemiz bir şekilde iner, fakat insanlar onu öğrendiklerinde,
nefsanî arzuları doğrultusunda yönlendirirler”.
Alimlerin
başına gelebilecek âfetlerinden biri de; müşkil meselelere dalmaları, şüpheli şeylere
ruhsat vermeleri ve ilmin gerekleri ile amel etmemeleridir. Dünyaya fazla
rağbet etmeleri ve dünyalık elde etmek için çok hırslı davranmaları da,
âlimlerin maruz kalabileceği âfetlerdendir. Bir atasözünde şöyle denmiştir:
“Dünya sevgisi her hatanın başıdır. Dünyalık şeylere aşırı düşkünlük,
nefislerin hastalığı ve illetidir. Din âlimleri, gönül doktorları ve hekimleridir.
Dünyaya rağbet eden ve dünyevî arzu ve isteklerinin peşinde koşan âlim, kendisi
hasta olduğu ve iyileşme umudu olmadığı halde, başkasını tedavi etmeye çalışan
doktora benzer. Bu doktor öyle bir tedavi ile hastayı nasıl iyileştirebilir
ki?”
Yine
denilmiştir ki: “(Ancak) dünyevî şeylere rağbet etmeyen (zahitçe davranan) bir
âlim, Allah’ın dinini bilen ve ahiret yolunu gören bir âlim olur. Zaten öyle
bir âlim, dünyaya rağbet eden bin âlimden daha hayırlıdır. Mesih, ona selam
olsun, buyurmuştur ki, ‘Ey âlimler ve fakihler! Ahiret yolu üzerinde
oturuyorsunuz, ama oraya doğru gitmiyorsunuz ki cennete giresiniz. Başkasını da
bırakmıyorsunuz ki oraya ulaşsın. Cahil kimse, âlimden daha mazur görülür, ama
gerçekte ikisinin de hiçbir özrü yoktur.”
Ey
kardeşim! Bil ki, her ilim ve terbiye, sahibini ahiret düşüncesine
yönlendirmediği gibi, oraya ulaşmasına yardım da etmez. Böyle bir ilim ve terbiye,
sahibi için bir vebal ve kıyamet günü onun aleyhine bir delildir. Kralların,
diktatörlerin, zorba yöneticilerin (firavunların) ve geçmiş asırların, üst
düzey akılları, muhteşem terbiyeleri, siyasetleri, hikmetli işleri, ilginç
ürünleri (sanatları) vardır. Onlarla oturup kalkan, onların yardımcılığını
yapan ve onlara yakın olan vezirleri, kâtipleri, çalışanları, komutanları,
âlimleri ve edipleri de aynen onlar gibidir. Fakat onlar bu güçlerini,
akıllarını, zihinlerini ve çoğu düşüncelerini, iyiyi kötüden ayırma
yeteneklerini ve fikirlerini, dünyevî arzular uğrunda, dünya lezzet ve
nimetlerinden yararlanma ve o nimetlere karşı aşırı ilgi ve hırs göstererek
onlara sonsuza dek sahip olma yolunda harcadıkları için helak olmuşlardır. Yine
onlar dünyayı imar edebilmeleri için, çaba ve gayretlerinin çoğunu dünya
işlerinin düzelmesine tahsis etmişler, ama ahireti ve öldükten sonra dirilme
bilgisini düşünmeyi ihmal etmişler ve ahiret için hazırlık yapmamışlardır.
Dünyayı hatırlamış, ama ahireti unutmuşlar, dünyada iken ahiret azığı
hazırlamamışlar, onu başkalarına bırakmışlar, bundan dolayı da dünyadan
istemeyerek ayrılmışlardır. Böylece dünyada sahip oldukları bütün nimetler
onlar için vebal olmuştur. Çünkü o nimetler onları ahirete yönlendirmemiştir.
Sonuçta hem dünyalarını, hem de ahiretlerini kaybetmişlerdir. Bu ise apaçık bir
hüsrandır.
Yüce
Allah, daha sonra yaşayanların, onların durumlarından ibret ve öğüt almaları,
onlar gibi dünyaya kapılıp aldanmamaları için, böylelerini Kur’an’da çokça
zemmedip kınamıştır. Nitekim şanı yüce Allah şöyle buyurmuştur: “Sakın dünya
hayatı sizi aldatmasın ve şeytan, Allah’ın affına güvendirerek sizi
kandırmasın”[75]-,
“Bilin ki, dünya hayatı ancak bir oyun, bir eğlence, bir süs, aranızda bir
övünme ve daha çok mal ve evlat sahibi olma isteğinden ibarettir.”[76]-,
“Nefsânî arzulara, (özellikle) kadınlara, oğullara, yığın yığın biriktirilmiş
altın ve gümüşe... karşı düşkünlük insanlara çekici kılındı. Bunlar dünya
hayatının geçici menfaatleridir. Halbuki varılacak güzel yer, Allah’ın katindadır.”[77]-,
“Onlara şunu da misal göster: Dünya hayatı, gökten indirdiğimiz bir su gibidir
ki, bu su sayesinde yeryüzünün bitkisi (önce gelişip) birbirine karışmış;
arkasından rüzgârın savurduğu çerçöp haline gelmiştir. Allah, her şey üzerinde
iktidar sahibidir. Servet ve oğullar, dünya hayatının süsüdür; ölümsüz olan
iyi işler ise, Rabbinin nezdinde hem sevap bakımından daha hayırlı, hem de ümit
bağlamaya daha lâyıktır.”[78]
[79]
Kuranda
dünyaya rağbet edenlerin kınanmasına, dünyadan, onun aldatıcılığından ve
dünyevî aşırı isteklerden sakındırmaya dair daha birçok ayet vardır. Bütün
bunlar, şanı yüce olan Allah’ın, insanların ahiret düşüncesini unutmamaları ve
peygamberlerden sonra Allah’a karşı bir bahaneleri olmaması, gerekli olan
emirleri yerine getirerek; helâk olanın açık bir delille (gözüyle gördükten
sonra) helâk olması, yaşayanın da açık bir delille yaşaması için, mümin
kullarına birer nasihati, lütfü, şefkat, merhameti ve onlara verdiği değerin
ifadesidir. Yüce Allah şöyle buyurmuştur: “İşte ahiret yurdu! Biz onu
yeryüzünde böbürlenmeyi ve bozgunculuğu arzulamayan kimselere veririz. (En
güzel) âkıbet, takvâ sahiplerinindir.”7i
Bölüm
Ey
kardeşim! Allah seni de bizi de kendi katından bir ruh ile desteklesin! Bil ki,
mükteseb (sonradan kazanılmış) ahlâkın bir kısmı, ileride açıklayacağımız gibi,
meleklere ait güzel ahlâk (ahlâk-ı mahmude), bir kısmı ise şeytana ait
kötü ahlâk (ahlâk-ı mezmûme)tır. Bunun incelikleri çoktur. Biz şimdi iki
ahlâk arasındaki farkın ortaya çıkması ve değerli kardeşlerimizin bu iki
ahlâkı da bilerek şeytanın ahlâkından sakınıp onu terk etmeleri; yüce meleklerin
ahlâkını tercih edip bununla ahlâklanmaları, asıl böyle bir ahlâka sahip olmak
uğruna gayret göstermeleri için konunun inceliklerini açıklama ihtiyacı
hissediyoruz. Çünkü nefislerin ahlâkı, nefsin bedenden ayrılmasından sonra bile
ondan ayrılmayan dört şeyden biridir. Keza nefisler ahirette, sahip oldukları
ahlâka göre karşılık görür; eğer ahlâkı iyi ise, göreceği karşılık iyi, kötü
ise, göreceği karşılık da kötü olur.
Yukarıda
belirttiğimiz, nefsin bedenden ayrıldıktan sonra (kendilerinden ayrılmadığı ve)
göreceği karşılıkta belirleyici olan dört şey şunlardır:
a)
Alışkanlık haline
gelmiş olan müktesep (sonradan kazanılmış) ahlâk,
b)
Eğitim ile ilgili (talîmi)
bilimler,
c)
insanda inanç haline
gelmiş olan görüşler,
d)
İrade ve tecrübe ile
kazanılmış ameller.
Şeytanların
ahlâkının en başta geleni; İblis’in kibri, Âdem’in hırsı ve Kâbil’in kıskançlığıdır.
Ey
kardeşim! Bil ki, bu üç şeytani haslet, günahların anası ve tüm kötülüklerin
kaynağıdır. Onlara benzeyen ve onların dalları mesâbesinde, tâli derecede
başka kötü hasletler de vardır. Bu söylediklerimizin doğruluğunun anlaşılması
ve anlattıklarımızın hakikatinin bilinebilmesi için, kısmen de olsa onları
anlatma ihtiyacı hissediyoruz.
Kibire
benzeyen davranışlar şunlardır: Kişinin kendi kanaati ile gururlanması; gerçeği
kabul etmeyi reddetmek; hakikati dile getirmeyi ve bir şeyi emreden ya da
yasaklayan kişinin itaat edilmesi gereken emrine itaat etmeyi terketmek;
gözetilmesi gereken hakkı ve riayet edilmesi gereken sınırı aşmak; yönetimdeki
iktidar döneminde zulüm ve eziyet etmek; insan ilişkilerinde insafı terketmek;
(yerine getirmesi gereken) görevleri önemsememek; gözetmesi gereken haklardan
yüz çevirmek; hakkını savunurken çok sert bir tavır takınarak hayâsızca
davranmak; konuşurken ve tartışırken yüz yüze çirkin kelimeler kullanıp edepsizce
davranmak; sosyal yaşamda ahmakça ve düşüncesizce hareket etmek; ilişkilerinde
kaba ve istikrarsız olmak, kandırma ve hile yoluna gitmek; hemcinslerini küçük
ve hakir görmek, onlara küstahça davranmak; kendisine lütfedilen bazı
niteliklerle böbürlenmek; kendisinden üstün olanların üstünlüğünü inkâr etmek;
azgınlık, düşmanlık vb. yerilmiş özellikler ile kötü ahlâk, kötü fiiller ve
çirkin davranışlar sergilemek.
Hırs
(aşırı tamah)a benzeyen davranışlar şunlardır: Yapmacık arzu ve istek; bir şeye
aşırı rağbet etmek; maymun iştahlı olmak; iş yaparken çok aceleci davranmak;
bedenî yorgunluk; gönül daralması; para ve mal biriktirme konusunda yılgınlık;
fakirlik endişesiyle fazlasıyla mal biriktirmek ve karaborsacılık yapmak;
cimrilik; vermeye engel olmak; insanlara sıkıntı vermek kapsamına giren şu
türden hareketler: uğursuzluk ve aşırılık; varlıkta darlık ve mahrumiyet
yaşamak; sosyal ilişkilerden sıkılma; hesap işlerinde sürekli tartışmak (paraya
aşırı düşkünlük); güvenilir kimse hakkında sû-i zan beslemek; doğru ve itimat
edilir kimseleri itham etmek; emanete ihanet; haram peşinde koşmak; kadınların
namusuna leke sürmek; yüz kızartıcı şeyler yapmak; birini zarara uğratma
durumunda vicdanî rahatsızlık duymamak; sır saklamak için yalan söylemek;
ahş-verişe talebi artırmak için hile yapmak; ticarette insanları aldatmak;
sanata teşvik etmemek; yönetimde mazeret ileri sürerken yalan yere yemin edip söz
vermek; düşmanlıklara sebep olacak yalan söz söylemek; düşmanlık beslemek ve
sınırları çiğnemek gibi kötü hasletler, kötü ahlâk, yanlış ifadeler, çirkin
fiiller ve kötü davranışlar.
Kıskançlığa
(haset) benzeyen davranışlar şunlardır: Kin ve nefret, şüphe ve fesat.
Bunlar da şu kötü hasletlerin ortaya çıkmasına sebep olur: Düşmanlık, nefret,
azgınlık, öfke ve kızgınlık, haddi aşmak ve saldırganlık, kalp katılığı ve
merhamet yoksunluğu, kabalık ve sertlik, ayıplama, lanetleme ve fuhşiyat. Eğer
kin, nefret ve fesat, açıktan ve alenî olursa bu, husumete, şerre ve savaşa;
gizli olursa aldatmaya, hile ve sahtekârlığa, zulüm ve ihanete, iftira, gıybet
ve dedikoduya, yalan ve iftiraya, yağcılık, münafıklık ve riyaya sebep olur. Bu
durum da beraberliğin bozulmasına, toplumun ayrışmasına, akrabalık
ilişkilerinin kesilmesine, kardeşlerden uzaklaşmaya, dostluğun bitmesine, ülke
düzeninin bozulmasına, birliğin dağılmasına, hüzün, keder ve eleme, nefsin
tasalanmasına, ruhların azap görmesine, hayatın çekilmez olmasına, işlerin
kötüye gitmesine, dünyanın da, ahiretin de kaybedilmesine neden olur.
Selim
akılların, olgun nefislerin ve temiz ruhların hoşlanmadığı bu kötü
hasletlerden, bütün bu kötülüklerden, bu çirkin huy ve fiillerden, kötü ve adi
davranışlardan Allah’a sığınırız.
Ey
kardeşim! Allah seni de bizi de kendi katından bir ruh ile desteklesin! Bil ki,
hakkı kabul etmeye yanaşmayan kibirli bir insan, itaatin düşmanıdır.
Denilmiştir ki itaat, Allah Teâlanın yüce isimlerinden biridir ki O,
göklerin ve yeryüzünün varlığını bu ismi sayesinde adaletle devam
ettirmektedir. Kibrin zıttı, hak karşısında tevazu göstermek ve onu kabul etmektir.
Bir atasözünde denmiştir ki, “Kim Allah’a karşı tevazu gösterirse, Allah onu
yüceltir. Kim kibirlenirse, onu da alçaltır”.
İsrailoğullarının
kitaplarının birinde şöyle denmiştir: “Şanı yüce olan Allah şöyle buyurmuştur:
Kibir benim dış giysim (ridd); azamet ise iç giysim (zzdr)dir. Kim bu iki şeyde
benimle çekişirse, onu cehennem ateşine yüz üstü atarım.” Kur anda ise Yüce
Allah şöyle buyurur: “Kibirlenenlerin kalacağı yer cehennemde değil midir?’[80]
Yine
denilmiştir ki; “aşırı hırs, bazen (ulaşılmak istenen şeye ulaşamama, ondan)
mahrum olma sebebi olur. Haset eden, Allah’ın nimetlerinin düşmanıdır. Ona
sadece kıskandığı şey kalır. Şanı yüce olan Allah şöyle buyurur: “Yoksa
onlar, Allah’ın lütfundan verdiği şeyler için insanlara haset mi ediyorlar?’[81]
Ey
kardeşim! Bu kötü hasletlerden, bu kötü ahlâk ve kötü amellerden sakın. Çünkü
onlar, yüce Allah’ın şu ayetlerde belirttiği gibi, birbirlerine kin ve
düşmanlık besleyen ve birbirlerine bağırıp çağıran şeytanların ve İblisin
bütün askerlerinin ahlâkıdır: “Her ümmet (ateşe) girdikçe, yoldaşlarına
lanet edecekler”[82]
[83]-,
“Onlar rahat yüzü görmesin (derler)! Onlar mutlaka ateşe gireceklerdir”79.
Bunların
kınanmasına ve yerilmelerine dair Kuranda birçok ayet vardır.
Bu
anlattıklarımızla kibir, hırs ve hasedin, bütün kötülüklerin ve günahların
kaynağı olan kötü ahlâkın ve yerilen tüm hasletlerin anası ve kaynağı olduğu
ortaya çıkmış oldu.
Ey
kardeşim! Sen onların hepsinden sakın. Eğer, “bu üç kötü hasletin kâinatta var
olmasının ve insan tabiatına yaratılışta yerleştirilmesinin yararı ve hikmeti
nedir?” diye sorulursa, şunu ifade ederiz ki, kibir, nefsin kibrinden
kaynaklanır. Nefsin kibri, onun hedefinin büyüklüğündendir. Hedefinin
büyüklüğü, baş olma arzusundan dolayı, nefsin tabiatına yerleştirilmiştir. Baş
olma isteği ise yönetme arzusundan (siyaset) kaynaklanır. Yani siyasete dair
kitaplarda uzun uzun anlatıldığı gibi, insanlar işlerinin idaresi için,
kendilerini belli şartlara göre yönetecek bir lidere muhtaçtırlar. Nitekim biz
de bu konunun bir yönünü Peygamberliğin ve Saltanatın Yönetimi
(Siyâsetu’n-Nübüvve ve’l-Mülk) adlı risâlede anlatmıştık. Eğer liderin
hedefi yüce, izzet-i nefis sahibi (kebîru’n-nefs) olmazsa, liderliğe
lâyık olamaz. Nefis yüceliği (kibru’n-nefs; nefsin kibri) liderliğe
yakışan, krallara ve toplum yönetimine uygun düşen bir şeydir. Ama
yönetilenlere, yardımcılara, vatandaşlara, hizmetçilere ve kölelere nefis
yüceliği yakışmaz ve uygun düşmez.
Özet
olarak diyorum ki, nefis yüceliği (kibru’n-nefs) her zaman ve her şeyde
övülecek bir şey değildir. Fakat gerektiği zaman, gerektiği gibi, gerektiği
kadar ve gerektiği için kullanılırsa, o zaman övülen bir şey olur. Bunu gerçekleştiren
kimse; kişilik sahibi, nefsi özgür, yüce himmet sahibi, iffetli, cömert, iyi ve
dindar bir insan olur. Yine bunu gerçekleştiren; övgüye layık, yüce karakterli,
saygın ve şerefli kimsedir.
Doğruyu
kabullenme noktasında büyüklenmek, görevini yapmaktan vazgeçmek, liderin emrine
isyan etmek, itaat etmesi gereken şey karşısında itaat ve izanı terketmek ise
kınanan davranışlardır. İşte bunlar şer, günah ve kötülüğün ta kendisidir.
Sevgili
kardeşim! Yine özet olarak ifade ediyorum ki, şunu kesin olarak bilip anlaman
gerekir: Nasıl ki sen, kölenin senin emrine boyun eğmesini, aynı şekilde
hizmetçinin, işçinin, emrinde çalışanların, hanımının ve çocuğunun sana itaat
etmesini, sana karşı kibirlenmemelerini, senin emrinden çıkmamalarını,
yasağını çiğnememelerini istiyor, buna seviniyor ve bundan hoşlanıyorsan, aynı
şekilde, senin de liderine ve birtakım şeyleri emredip yasaklama yetkisine
sahip olan kişilere karşı itaatkâr olman gerekir ki, bu sayede adaletli,
insaflı, gerçekçi, övgü ve ödüle lâyık, sevap kazanan, yaptığının karşılığını
gören ve yaptığından zevk alan, huzurlu, mutlu, müreffeh ve şerefli biri
olursun.
O
halde, bu anlattıklarımızla, büyüklenmenin insan nefsinin tabiatında yerleşik
olarak bulunmasının yararı ve hikmeti, kibirli insanın ne zaman kınanan ve
cezayı hak eden, ne zaman da övgü ve ödüle lâyık olduğu anlaşılmış oldu.
İnsanda
yaratılıştan mevcut; rağbet edilen bir şeyi arzulama konusundaki hırsın sebebi
ise şudur: İnsanoğlu, bedenî varlığını ve benliğini belli bir süre devam ettirebilmesi,
suretinin neslinde belli bir süre korunabilmesi için maddî birtakım şeylere
muhtaç yaratıldığından, o tür şeylere rağbet etme, onlara hırsla ulaşma
arzusu, (o türden maddî şeyleri) toplayıp biriktirme ve onları ihtiyaç anma
kadar koruma duygusu onun yaratılışına ve tabiatına yerleştirilmiştir. Çünkü
insanın istediği ve ihtiyaç hissettiği şey, her an, her yerde bulunmaz. Eğer
insan ihtiyaç duyduğu şeye rağbet edip, kendisi için gerekli olanı istese,
ihtiyaç kadarını biriktirip, onu ihtiyaç anma kadar muhafaza etse, sonra da
gerekli miktarı gerektiği gibi kullansa, ihtiyaç olduğu kadar infak etse, o
zaman o, övgüye lâyık, adaletli, insaflı, doğru, isabetli, mükâfat hak eden,
yaptıklarından zevk alan, yaptığının karşılığını gören, müreffeh, huzurlu,
mutlu ve şerefli biri olur.
Hırs
ve rağbet (aşırı eğilim)in insan tabiatında yaratılıştan bulunmasının hikmeti
ve yararını böylece açıkladık. Eğer insan ihtiyacı olmayan bir şeyi isterse
kınanır ya da ihtiyacından fazlasını biriktirirse (boşuna) yorulmuş olur. Ya
da biriktirir, ama infak etmez veya ihtiyacı olduğunda kullanmazsa, cimri ve
mahrum olur. (Biriktirdiğini) gerekli olmayan yerlerde harcayıp kullanırsa
müsrif davranmış, hata etmiş, haddi aşmış, cezayı hak etmiş ve muazzep olur.
Resûlullah’ın,
ona selam olsun,şöyle dediği rivayet edilmiştir: “Kim dilenmekten utandığından,
ailesini rahat yaşatmak ve komşularına lütufta bulunmak için dünyalık peşinde
koşarsa, Allah, kıyamet günü onu, yüzü ayın on dördü gibi parlak olarak
karşılar. Ve eğer kim, dünyayı, malının çokluğuyla övünmek, böbürlenmek ve
gösteriş yapmak için isterse, Allah, fakirliğini onun önüne koyar da hangi
vadide helak olup gittiğine aldırmaz.”
İnsan
tabiatına yaratılışta yerleştirilmiş, yaratıklarda mevcut hasedin varlığının
sebebi, Allah’ın nimetlerine karşı ilgi ve meyildeki yarıştır. Yüce
Yaratıcının, bütün yaratılmışlara verdiği nimetler o kadar çoktur ki, sayısını
kendisinden başkası bilemez. Onların hepsinin tek bir kişide toplanması da
mümkün değildir. Bundan dolayı, nimetler, insanlar arasında, yüce Rabb’in
dilediği gibi adaletli bir şekilde dağıtılmıştır. O, hikmetinin gereği
bazılarına daha fazla vermiştir. Ama yaratıklardan hiçbiri Allah’ın
nimetlerinden yoksun kalmadığı gibi, hiçbiri de onların tamamına sahip
olmamıştır.
Kim
kendisinde olmayan bir nimete başka birinin sahip olduğunu görürse, o kimse,
kendisinde olup da, o şahısta olmayan başka bir nimete baksın ve onu bununla
karşılaştırsın. Sonra da Allah’a şükretsin ve o nimetin kendisinde devam
etmesini dilesin.
Kim
de kendisinde olmayan bir nimetin, kardeşinde olduğunu görürse, o da Allah’ın
lütfundan (o nimetin kendisinde de olmasını) dilesin. O nimetin kardeşinden
gitmesini temenni etmesin. Çünkü o, hasedin ta kendisi olur. Bu yerilen bir
şeydir ki, haset edenin nefsi bununla muazzep olur, kalbi elem görür. Ayrıca
böyle biri, Allah’ın, yarattıklarına verdiği nimetlerin düşmanı olur.
Bölüm:
Hırs, Zühd ve İnsanların Bunlara İlişkin Dereceleri
Ey
kardeşim! Allah seni de bizi de kendisinden bir ruh ile desteklesin! Bil ki,
aklınla dikkatle inceler, fikrinle etraflıca düşünür, dünya işlerine kafa
yorar, insanların durumlarına ibretle bakarsan, insanlar arasında meydana
gelen kötülüklerin çoğunun sebebinin, dünyaya aşırı düşkünlükten, dünyevî arzu
ve lezzetlerini gerçekleştirmeye, ayrıca liderliği ele geçirmeye yönelik
hırstan ve dünyada ebedi kalma arzusundan kaynaklandığını açıkça görürsün.
Yine
iyice düşünüp değerlendirirsen, her hayrın temelinin ve her erdemin kaynağının;
dünyaya karşı bilinçli ilgisizlik (zühd') ile dünyevî arzu, nimet ve
lezzetlere karşı az ilgi göstermek; ama asıl ilgiyi ahirete göstermek,
gece-gündüz ahireti fazlasıyla anmak ve ahiret yolculuğuna hazırlanmak olduğunu
görürsün.
Ey
kardeşim! Allah seni de bizi de kendisinden bir huzur ve mutluluk ile desteklesin!
Bil ki, yaratılmışların hepsi Allah’ın kulu, isteyerek veya istemeyerek O’na
itaat eden itaat ehlidir. Ancak onların bir kısmı havâs (seçkin), bir kısmı
avamdır. Bu iki grup arasında da farklı derecelerde insanlar vardır.
Seçkinlerin
en önde gelenleri, İlâhî hitabın “emir ve yasak, vaat ve tehdit, övgü ve yergi,
teşvik ve uyarı” şeklinde kendilerine yöneldiği akıllı kimselerdir.
Sonra
şanı yüce olan Allah, hikmeti gereği, müminlerin derecelerini, diğer akıllı
kimselerin derecelerinden daha fazla yükseltir. Çünkü müminler, Allah’ın emir
ve yasaklarını kabul edip ikrar eden, dinî hükümlerin belirlediği şeylere ve
aklın gereklerine boyun eğip itaat eden, Allah’ın yasakladığı şeyleri de gizli
ve açık olarak terk edenlerdir.
Sonra
şanı yüce olan Allah, imanını ikrar eden ihlâslı müminlerin derecelerini
yükseltip, onların içinden bir grup seçer ve onları diğerlerinden daha üstün
kılar ki, onlar yüce Allah’ın şu ayette belirttiği gibi, dinin emir ve
yasaklarını, hükümlerini, cezalarını ve diğer şartlarını gerektiği şekilde
öğrenme uğrunda çok ciddi gayret içinde olan âlimler ve fakihlerdir: “Allah
sizden inananları ve kendilerine ilim verilenleri derecelerle yükseltir”[84]
[85].
Sonra
adı yüce olan Allah, âlimler içinden bir grubu daha da yüceltir. Onlar, dinin
hükümlerinin gereklerini yerine getirme konusundaki ciddi gayretleriyle, şanı
yüce olan Allah’ın şu ayetlerde belirttiği gibi bu derecelere hak kazanmış olan
tevbekârlar, ahitler, salihler, verâ, takvâ ve ihsan sahipleridir: “Yoksageceleyin
secde ederek ve kıyamda durarak ibadet eden, ahiretten çekinen ve Rabbinin
rahmetini dileyen kimse (o inkâra gibi) midir? (Resûlüm!) De ki: Hiç bilenlerle
bilmeyenler bir olur mu?”ao; “Korkuyla ve umutla Rablerine yalvarmak
üzere (ibadet ettikleri için), vücutları yataklardan uzak kalır..,”[86].Kur’an’da
bunları anlatan, onları öven ve onlardan sitayişle bahseden birçok ayet vardır.
Sonra
şanı yüce olan Allah, bunlardan da bir grubun derecelerini yükseltti. Bunlar,
dünyayı önemsemeyen zâhitler, onun ayıplarını bilen ârifler, ahireti önemseyen
ve onun gerçekliğine kesin inananlar, ahirete dair ilimde derinleşmiş olan
kimselerdir ki, onlar Allah’ın samimi ve ihlâslı dostları (evliyâullâh),
inanan kulları ve bütün yarattıkları içinden (özel olarak) seçtikleridir. Yüce
Yaratıcı onları ulul-elbâb, ulul-ebsâr ve ulun-nühâ (akıl
sahipleri) şeklinde adlandırmış, onları ebedî olan ahiret yurduna özel olarak
seçmiştir. Yüce Allah şu ayetlerde onlara işaret etmiştir: “Doğrusu onlar,
bizim katımızda seçkin, iyi kimselerdendir’’*2; “Şüphesiz kullarım
üzerinde senin bir hâkimiyetin yoktur’’*3.
Kuranda
onları anlatan, onları öven ve onlardan sitayişle bahseden daha birçok ayet
vardır.
Ey
kardeşim! Allah seni de bizi de kendisinden bir huzur ve mutluluk ile
desteklesin! Bil ki, müminlerin güzel ahlâk, iyi davranış, faziletli amel ve
güzel iş türünden pek çok erdemleri mevcuttur. Bunların hepsinin aynı şahısta
toplanması mümkün değildir. Ancak birkaç şahısta bulunabilir ki, o da onların
kiminde az, kiminde çok olabilir. Fakat müminler için ilim ve imandan daha
büyük bir haslet; ayrıca üstün ahlâklı insanların ahlâkı diyebileceğimiz dünya
karşısında bilinçli ilgisizlik (zühd) ve ahirete rağbetten daha şerefli,
daha yüce ve daha erdemli bir ahlâk yoktur.
Dünya
karşısında bilinçli ilgisizlik (zühd); dünya hayatının geçimlik
nimetlerinin fazlasını ve onlara yönelik arzuları terk etmek, aza razı olup
olması gereken asgarî miktar ile kanaat etmek demektir. Bu, öyle bir haslettir
ki, güzel ahlâk, erdemli ameller ve güzel fiiller gibi birçok haslet de onun
peşinden gelir.
Zühdün
zıddı; dünyaya rağbet etmek ve ona yönelik arzuları gerçekleştirmeye düşkün
olmaktır. Bu da öyle bir haslettir ki, kötü ahlâk, çirkin davranışlar ve kötü
fiiller gibi birçok haslet onu takip eder. Bunları daha önce ifade etmiştik.
Zahitlerin
hasletlerinden ve belirgin özelliklerinden biri, az yemek ve arzuları terk etmektir.
Az yeme ve arzuları terk etmede, övgüye layık birçok özellik ve bu konuda bazı
hoş latifeler vardır. Bunlardan birisi Peygamberden (as) rivayet edilen şu
hadistir: “Nefsinizi aç bırakın ki gökyüzü sakinleri sevinsin.”
Az
yiyen insan; bedenen daha sağlıklı, hafızası daha güçlü, anlayışı daha keskin,
kalbi daha temiz, uykusu oldukça az, rüyası sâdık, nefsi hafif, görüşü daha
keskin, düşüncesi daha nazik, işitmesi daha net, duyuları daha sağlıklı, görüşü
daha isabetli, ilmi kabule daha yatkın, daha hızlı hareket edebilen, tabiatı
daha sağlam, yiyeceğe ihtiyacı daha az, hayır-hasenatı bol, ahlâkı daha güzel,
arkadaşlığına güvenilir, oldukça iyi kalpli bir kimse olur.
Eğer
az yeme alışkanlığına “kanaat” da eşlik ederse, (bu alışkanlık) bir
tefekkür tarlası, hikmetin menbaı, zekânın hayat kaynağı, kalbin lambası,
bedenin tabibi, arzuların katili, vesveselerin yok edicisi, ilham kaynağı,
nefsin şerrine karşı bir koruma ve şiddetli hesaba karşı bir güvence olur.
Şükür de onun bir özelliği olur. Nimeti inkâr ise ondan uzak olur.
Bölüm:
Tokluğun ve Çok Yemenin Zararları ve Zâhidlerin Hasletleri
Aişe
(ra)’ın şöyle dediği rivayet edilmiştir: “Bu ümmetin, Peygamberinin vefatından
sonraki ilk imtihanı, tokluk ve aşırı yemektir.” Bu, şu demektir: İnsanların
karnı doyunca, bedenleri semirir, kalpleri kararır, nefisleri azar ve şehevî
arzuları artar.
Şunlar
tokluğun ve fazla yemenin zararlarındandır: Kalplerin bozulması, bedenlerin
hastalanması, güzelliğin gitmesi, Rabbi unutma, kalplerin körleşmesi, ruhun
zayıflaması, şeytanların silahlanması, dini (yaşamanı)n zorlaşması, kesin
inancın (yakın) kaybolması, ilmi unutma, akıl eksikliği, hikmete
düşmanlık, cömertliğin kaybolması, cimriliğin artması, îblis’e manevra alanı
oluşması, edebi terketmek, günahlara dalmak, fakirleri küçük görmek, nefsin
(isteklerinin) ağırlaşması, arzu ve isteklerin artması, cehaletin fazlalaşması,
gereksiz konuşmanın çoğalması. [87]
[88]
Gereğinden
fazla yemek, dünya sevgisini arttırır, korkuyu azaltır, gülmeyi çoğaltır,
hayatı sevdirip, ölümü unutturur. İbadeti sona erdirir, ihlâsı azaltır, hayayı
giderir, kötü alışkanlıkları arttırır. Uykuyu çoğaltır, gafleti arttırır,
dostlukların sona ermesine sebep olur, amelleri zorlaştırır, sâfıyeti bozar,
kalplerdeki güzelliği giderir, şeytanı sevdirir, Rahmana buğz ettirir, hesap
günü üzüntü ve kederi arttırır, insanı ateşe yaklaştırır, cennetten ise
uzaklaştırır. Çünkü çok yemek, pek çok günahın sebebidir, insanı kibre
sevkeder, hasedi teşvik eder, şükrü azaltır, sabrı giderir. (Belirttiğimiz) bu
elli haslet, tokluk ve çok yemekten kaynaklanır.
Denilir
ki, mide yemeğin tenceresidir, onun ateşi karaciğerin hararetidir. Yemekler pişmediğinde
çeşitli hastalıklara sebep olur. İnsanoğluna belini doğrultacak kadar yemek
yeter. İnsanoğluna eğer nefsi galip gelirse, karnının üçte biri yemek, üçte
biri içecek, üçte biri de nefes için ayrılmalıdır.
İffetli
ve namuslu olmak, zâhidlerin haslet ve özelliklerindendir. Güzel ahlâk, övgüye
layık başka bazı hasletler ve daha birçok erdem, iffet ve namusla ilgilidir.
Bunlardan bazıları şunlardır: Kötülüklerden uzak durma (keff), verâ,
kendini koruma, alçak gönüllülük, takva, güvenilirlik, mertlik, cömertlik,
yumuşaklık, sükûnet, kendini kontrol, tedbirlilik, sağlık ve selamet,
insanlardan övgüyle bahsetmek, onları tezkiye etmek, gıpta, sevinç, kalplerin
sevgiyle dolu olması, suçsuzluk, insanlarla iyi geçinmek, onlara güvenip,
saygı duymak ve değer vermek.
Şunlar
da zâhidlerin haslet ve özelliklerindendir: Eli açıklık, ikram, cömertlik,
insanlığın hayrına bolca harcamak, yardımseverlik, ihsan, îsar
(başkasını kendine tercih etme), iyilikte bulunmak, sevgi ve şefkat, muhabbet,
iyilik, örfe uygun davranmak, sadaka ve hediye vermek.
Aynı
şekilde şunlar da zâhidlerin haslet ve özelliklerindendir: Nezaket, sabır ve
tahammül, sebat ve kararlılık, ciddiyet, acele etmemek, nezaket,
sıcakkanlılık, sükûnet, vakar, hayâ, affetmek ve bağışlamak, bilmezden gelmek,
şefkat ve merhamet etmek, adalet, insaf, muhabbet, hoş karşılamak, davete
icabet, tevazu ve tahammül. Ayrıca rıza, kanaat, (başa geleni) hoş karşılamak,
azla yetinmek, tamahtan üzüntü duymak, zorluklar karşısında telaş yapmamak,
kadere teslimiyet, zorluklara ve belâlara sabır, dert ve belâdan sonraki huzur
ve rahatlama hali.
Şunlar
da zâhidlerin hasletleridir: Allah’a tevekkül edip güvenmek, O’na itimat etmek,
ibadet ve duada O’na ihlâsla bağlanmak, doğru sözlü olmak, kalben tasdik etmek,
kardeşlere nasihat etmek, sözünde durmak, hayırlı işlerde, ihsan ve iyilikte
azim ve kararlılık, hayırlı işlerde ümit ve korku arasında acele davranmak.
Onlar
Rablerinin korkusundan titrerler. îşte onlar Allah dostları (evliyâullâh)
ve Allah’ın müminler içinden seçtiği hâlis kullarıdır ki, şu ayette belirttiği
gibi, onlar Allah’ı sever, Allah da onları sever: “İman edenlerin Allah’a
olan sevgileri ise çok daha fazladır”[89].
Onlar Allah’tan iltifat umdukları için, O’na kavuşmayı dilerler. Yüce Allah
şöyle buyurur: “Kendisine kavuştukları gün, Allah’ın onlara iltifatı,
‘selâmdır”[90].
Ey
kardeşim! Allah seni de bizi de kendisinden bir huzur ve mutluluk ile
desteklesin. Sen böyle insanlarla dostluğa rağbet ediyor, onların yolunu takip
ediyor, izlerinden gidiyor, onların ahlâkı ile ahlâklamyor, onların hayat
tarzında bir hayat sürüyor musun? Belki o zaman onların kurtulduğu gibi
kurtulursun: “Onlara hiçbir fenalık dokunmaz. Onlar mahzun da olmazlar.”*6
Ey
kardeşim! Bil ki, anlattığımız bu hasletlere giden yol, öncelikle işe dinin
belirlediği yol ile başlaman, kutsal kitaplarda belirtildiği gibi, dinin
sahibinin emirleri ile amel etmendir ki, bu emirleri din bilginlerinin çoğu
bilir. Burada onları belirtmeye gerek duymuyoruz. Sana şunu tavsiye ediyoruz:
Bedenle ilişkisi nedeniyle nefsini kuşatan kabuklardan sıyrıl. Nefsini saran
“doğal şeyler” ve “cismânî nitelikler” elbisesini çıkar. Nefsini, bedenin
karışımları, kötü ahlâk, koyu cehalet ve bozuk düşüncelerden oluşan pastan
temizleyip parlat. Nefsini bütün bunlardan temizlemelisin ki, Allah’ın
kelimelerinden biri olan ve Onun bedene üfleyerek can bahşettiği nurânî, ruhânî
şeffaf ve aydınlatıcı nefsin özü ve cevheri, tertemiz hale gelsin. Nitekim şanı
yüce olan Allah şu ifadeleriyle onu övmüştür:
“Güzel
bir söz, kökü (yerde) sabit, dalları gökte olan güzel bir ağaç gibidir”*7.;
“Ona ancak güzel sözler yükselir (ulaşır). Onları da Allah’a amel-i sâlih
ulaştırır."** Burada Allah bununla müminin ruhunu
kastetmektedir. Çünkü ruh bedenden ayrıldığında uçsuz-bucaksız göklere ve
feleklerin enginliğine yükseltilir. Peygamberden (as) rivayet edildiği gibi,
orada dilediği gibi dolaşır; gidip-gelir. O, şöyle buyurmuştur: “Şehitlerin
ruhları, gündüzleri cennette nehirlerin üzerinde, ağaçların tepelerinde ve
meyve bahçelerinde uçan, geceleri ise Arş’m altında asılı bulunan kandillere
sığınan yeşil kuşların kursaklarındadır.”
İşte
öldükten sonra, sâlih müminlerin ruhlarının durumu böyledir. Kâfirlerin,
fâsıklarm, fâcirlerin ve münafıkların ruhları ise buralara yükseltilmez. Aksine
semanın altında ahkonur ve diriltilecekleri güne kadar berzah cehenneminde
uyuyakahr. Yüce Allah şu ayetlerle onlara işaret etmiştir: “Onlara semanın
kapıları açılmaz. Onlar deve iğne deliğinden geçene kadar cennete de
giremezler. Suçluları işte böyle cezalandırırız. Onlar için cehennem ateşinden
döşekler, üstlerine de örtüler vardır. İşte zalimleri böyle cezalandırırız.”*9
Şerefli efendi ve meliklerin meclislerine kirli ve pasaklı insanların lâyık
olmadıkları gibi, o ruhlar da bu şerefli mekâna ve yüce makama lâyık değildir.
Ey
kardeşim! Eğer ruhunun bedenden ayrıldıktan sonra bu yüce makama yükselmesini
istersen, o gün gelmeden çalış. Ruhunu kötü ahlâk kirlerinden ve bozuk
görüşlerin paslarından temizle, onu cehaletin koyu karanlıklarından çıkar,
kötü amellerden uzaklaştır. Ona takva elbisesi giydir, onu günah arzulara
dalmaktan ve cismânî lezzetlere aldanmaktan koru.
Biz
bozuk görüşleri bir risâlemizde açıkladık. Cehalet karanlıklarından kurtulmanın
nasıl olabileceğini de Bilimlerin Çeşitleri, Garip Hikmetler ve Ahlâkın
Bilinmeyen Yönlerine hasrettiğimiz elli bir risâlede anlattık. Ahlâkı
olgunlaştırmanın bir kısmını bu risâlede, diğer kısmını da İhvânu’s-safâ
ve’l-asdikâu’l-kirâm (Safâ Kardeşler ve Şerefli Dostlarım Yaşam Tarzı
adlı risâlede tasvir ettik. Her iki risâleyi de oku ve orada anlattıklarımızı yap.
Onları kardeşlerine ve arkadaşlarına da öğret. Çünkü ancak bununla kurtulur ve
peygamberler, sıddıklar, şehitler ve salihlerle birlikte Rabbin nezdinde ebedî
yakınlık kazanırsın. Bunlar ne güzel dostlardır. [91]
[92]
[93]
[94]
Bölüm:
Allah Dostlarının ve Allah’ın Salih Kullarının Alâmetleri
Ey
kardeşim! Allah seni de bizi de kendi katından bir huzur ve mutluluk ile
desteklesin! Bil ki, Allah dostlarının (evliyâullâh) birçok alâmetleri
ve nitelikleri vardır ki, onlar bu alâmet ve niteliklerle bilinir,
başkalarından da bu nitelikleriyle ayrılırlar.
Aynı
şekilde Allah düşmanlarının da birçok alâmet ve sıfatları vardır. Onlar da
bunlarla bilinir ve başkalarından onlarla ayrılırlar. Şimdi bu konuyu kısmen de
olsa anlatmalıyız ki, akıl sahibi, anlayışlı, temyiz gücüne sahip ve mantıklı
herkes, hangi gruptan olduğunu öğrenmek istediğinde, konu ona gizli kalmasın.
Ey
kardeşim! Bil ki, akıllı, anlayışlı ve mantık sahibi olan kimse, birbirine
benzeyen şeyler arasındaki farkı bilir. Aynı cinsten olan şeyleri birbirinden
ayırır. Onların kendine özgü sıfat ve alâmetlerle diğerlerine üstünlüğünün
farkına varır. Şimdi diyoruz ki, Allah’ın salih dostlarına özgü alâmetlerin
biri, Yüce Allah’ın şu ayette lanetli İblis’e söylediği özelliktir: “Şüphesiz
kullarım üzerinde senin bir hâkimiyetin yoktur”[95].
İblisin buna cevabı da şöyle anlatılır: Senin şerefine yemin olsun ki, “ben
de kesinlikle yeryüzünde kötülüğü, onlara güzel göstereceğim ve onların hepsini
yanıltacağım. Onlardan seçkin (ihlâslı) kulların ayrı.”[96]
Bunun
gibi, Allah dostlarını, onların niteliklerini ve alâmetlerini anlatan çok
sayıda ayet vardır: “Rahmanın (has) kulları onlardır ki, yeryüzünde
alçakgönüllülükle yürürler ve kendini bilmez, bilgisiz kimseler onlara laf
attığında, ‘Selâm!’ derler (geçerler).”[97]
[98]
Kur’an’da
Allah dostlarından, onların nitelikleri ve alâmetlerinden bahseden, onları methedip
övgü ile anlatan birçok ayet vardır.
Şunlar
da onların alâmet ve niteliklerindendir: Organlarını dinin helâl kılmadığı,
sünnetin caiz görmediği ve ahlâkın hoş karşılamadığı her şeyden korumak; dili
yalandan, gıybet ve iftiradan, yanlış şeylerden, dedikodudan ve çirkin
sözlerden, saçma sapan ve karalama türünden boş laflardan, ister dost, ister
düşman, ister muhalif, ister müttefik olsun insanlar arasındaki çekişmelerden
korumak. Kalbi kin ve nefretten, kuşku ve hasetten, kibir, hırs, tamah,
hilekârlık, nifak, riya vb. kötü hasletlerden ve dünyaya dalıp kendini ona
kaptıranların kalplerinin dolu olduğu şeylerden arındırmak da onların alâmet ve
niteliklerindendir ki bu, bütün hayırların ve güzel hasletlerin temel
ilkesidir.
Onlara
özgü diğer hasletler: Acı ve elem duyan bütün canlılara karşı şefkat ve
merhamet beslemek, yumuşak kalpli olmak; bütün dostlara ve ilişki içinde olduğu
kimselere (tatlı dille) öğüt vermek, şefkatli, yumuşak ve sıcakkanlı davranmak,
kibar ve sevgi dolu olmak.
Meleklerin
hakikatini ve onların ilham vermelerinin mahiyetini bilmek de Allah dostlarının
ve Onun ihlâslı kullarının alâmetlerinden ve onları başkalarından ayıran en
özel niteliklerdendir. Biz bu ilmin bir boyutunu îman, Mâhiyeti ve
Müminlerin Özellikleri adlı risâlede anlattık.
Şeytanların
ve lânetli îblis’in ordusunun mahiyetini ve onların insanlara nasıl vesvese verip
zararları dokunduğunu bilmek de şanı yüce Allah’ın şu ayette belirttiği gibi, evliyâullahın
bilgilerinin enginliği ve inceliğindendir: “Takvâya erenler var ya, onlara
şeytan tarafından bir vesvese dokunduğunda (Allah’ın emir ve yasaklarını)
hatırlayıp hemen gerçeği görürler. (Şeytanların) dostlarına gelince, şeytanlar
onları azgınlığa sürüklerler. Sonra da yakalarını bırakmazlar.”99
Öldükten
sonra dirilme ve kıyamet, haşir, neşir, hesap, mizan, sırat ve ondan geçişe
dair bilgileri de, Allah dostlarının alâmet ve sıfatlarından, bilgilerinin
derinliği ve sırlarının inceliğindendir.
Nebevi
şeriat ehli ulemâ ve âbit fukahânın çoğu, iblisliğin anlamı ve İblis’in
âlemlerin Rabbi’ne, “Bana (insanların) tekrar dirilecekleri güne kadar
mühlet ver" şeklindeki sözünün hakikati karşısında şaşkındırlar.
Ulemanın çoğu, “onların hepsini mutlaka azdıracağım" sözünü
söyleyenin varlığından şüphe etmekte; filozof geçinenlerin çoğu da İblis ile
Âdem (as) arasında geçen kıssayı, İblis’in ona olan düşmanlığını, şanı yüce
olan Allah’ın elli civarındaki ayette belirttiği gibi, İblis’in âlemlerin
Rabbi’ne hitabını ve O’nun karşısında şu ayettekine benzer sert bir şekilde
karşılık vermesini inkâr etmektedirler: “Sonra elbette onlara önlerinden,
arkalarından, sağlarından, sollarından sokulacağım ve sen, onların çoklarını
şükredenlerden bulmayacaksın! dedi”[99].
Buna benzer hikâyeleri anlatan birçok ayet Tevrat, İncil ve peygamberlerin (as)
sayfalarında mevcuttur. Biz onların anlamlarını Öldükten Sonra Dirilme ve
Kıyamet risâlesinde genişçe anlattık.
Fakat
şimdi biz bu bölümde Allah dostlarının İblis’e olan düşmanlıklarının
mahiyetini, ömürleri boyunca şeytanlara gece-gündüz, açıktan ya da kapalı
olarak muhalefet edip, onlarla nasıl savaştıklarını, şeytanların hilelerinin
onlara gizli kalmadığını, onların aldatma ve kuruntularının farkında
olduklarını kısmen anlatmak istiyoruz.
Bölüm:
Allah Dostlarından Birinin, Şeytanların Hilelerini Nasıl Bildiğine,
Onlarla Nasıl Savaştığına ve İblisin Bütün Ordusuna
Nasıl
Muhalefet Ettiğine Dair Hikâyesi
Alim
ve basiret sahibi biri, hemcinslerinden bir kardeşine, şeytanların durumu ve
onlara düşmanlık üzerine aralarında geçen bir müzakerede şöyle sordu:
“Şeytanları ve onların vesveselerini nasıl öğrendin?”
O
şöyle dedi: Doğup büyüyüp, bir miktar terbiye aldığım, ilimden nasibimi alarak
hayatı bir nebze anlamaya, neyin yararlı, neyin zararlı olduğunu kavramaya
başladığımda, kendim için gerekli olan emir ve yasak, sünnet ve farz, ahkâm,
ceza, vaat ve tehdit, övgü ya da yergi türünden bütün dinî hükümleri, bunlardan
hangilerini yapıp, hangilerinden kaçınmam gerektiğini açık seçik anladım.
Sonra gücüm ve gayretim ölçüsünde, başarabildiğim ve bana takdir edilip
kolaylaştırıldığı kadarıyla görevimi yerine getirdim. Sonra Yüce Allah’ın şu
ayetlerini düşündüm: “Şeytan sizin düşmanmızdır, siz de onu düşman sayın.”[100];
“Çünkü şeytan, insanın apaçık düşmanıdır.”[101]
Kuranda bu anlamda daha birçok ayet vardır.
Yine
Peygamberin (as) şu sözünü düşündüm: “Küçük cihattan büyük cihada döndük.”
Burada ‘büyük cihad' ile ‘nefisle mücadele’ kastedilmiştir. Yüce
Allah’ın şu ayetteki ifadesi de bunu tasdik eder: “Cihad eden, ancak kendisi
için cihad etmiş olur.”[102]
Ayrıca
Resûlullah’ın (as) şu sözlerini düşündüm:
“Her
insanın, onu yoldan çıkarmaya çalışan iki şeytanı vardır.”
“Allah,
şeytana karşı bana yardım etti, kurtuldum.”
“Şeytan,
insanoğlunun damarlarında dolaşır gibi, bedeninde dolaşır.”
Şanı
yüce olan Allah’ın şu ifadeleri de bu hadisleri tasdik eder:
“İnsanların
kalplerine vesvese sokan, (insan Allah’ı andığında) pusuya çekilen cin ve insan
şeytanının şerrinden insanların Rabbine, insanların Melikine (mutlak sahip ve
hâkimine), insanların İlâhına sığınırım.”9*; “O ve yandaşları, sizin
onları göremeyeceğiniz yerden sizi görürler.”[103]
[104]
Kuranda
benzer anlamda birçok ayet ve yine bu anlamda rivayet edilmiş pek çok hadis
vardır.
Yüce
Allah’ın bu ifadelerini işitip, Peygamber (as)den bu anlamda rivayet edilen
hadisleri düşününce, aklımla görüp, kalbimle fıkrettim ve zihnimle inceden
inceye düşündüm. Görünüşte kendi cinsimden hiç kimsenin bu anlamda bana karşı
çıkıp, benimle zıtlaşarak cedelleşmediğini gördüm. Bunun sebebi, onların bana
değer verip beni muhatap kabul etmeleri gibi, benim de onları aynı şekilde
muhatap almam ve onların bu konudaki yargıları ile kendi yargım arasında hiçbir
fark görmemem idi. Bundan da bu durumun, bütün insanlığı ilgilendiren genel bir
durum olduğunu anladım.
Sonra
tekrar düşünüp, konuyu daha ayrıntılı araştırdığımda, şeytanların hakikatinin,
lanetli îblis’in ordusunun çokluğunun ve onların insanoğluna sürekli muhalefet
edip düşmanlık yaparak vesvese vermelerinin anlamının (ne olduğunu); bunların
hepsinin onların tabiatına yerleştirilmiş ve onlarda yaratılıştan bulunan
batini şeyler ve gizli sırlar olduğunu anladım. (Onların tabiatına yaratılıştan
yerleşmiş olan ahlâk;) küçüklüğünden itibaren insanla ilişkilerinde cehaletle
perçinleşmiş, bilgi ve basiretten yoksun bozuk düşünce ve inançlardan, sonra
da kötü ameller ve yapa yapa adet haline gelmiş çirkin fiillerden kaynaklanan,
şehvânî nefs ile gadabî nefsin ifrat ve tefrit şeklinde itidâlden
çıkmasıyla oluşmuş kötü ahlâktır, tabiatları da yergiye layık bir tabiattır.
Tekrar
düşündüğümde, emir ve yasak, vaat ve tehdit, övgü ve yergi şeklindeki hitabın
tamamının düşünen, iyiyle kötüyü birbirinden ayırt edebilen bir güce sahip,
makûl ve mantıklı nefs-i nâtıkaya. yönelik olduğunu gördüm. Bu nefsin
ise; güzel ahlâk, gerçek bilgiler, doğru düşünceler ve temiz amellerle
nitelenmesi dolayısıyla, şehvânî nefs ile gadabî nefse nazaran,
meleklerden bir melek olduğu sonucuna vardım. Bu iki nefsin, yani şehvânî
ve gadabî nefslerin ise koyu cehalet, kötü ahlâk, yerleşik (kötü) tabiat
ve düşünmeden meydana gelen çirkin fiillerle nitelenmesi sebebiyle, nefs-i
nâtıkaya nazaran neredeyse iki şeytan olduğunu anladım.
Sonra
düşünüp araştırdığımda, nefs-i nâtıkanın, sahip olduğu bütün temiz amellere ve
güzel fiillere, doğru düşünceleri ve güzel inançları oranında sahip olduğunu
gördüm. Şüphesiz o, bu düşünce ve inançlara ya kendi çaba ve düşüncesiyle
kazandığı güzel ahlâkı ve süregelen âdil alışkanlıkları ya da tabiatında
yerleşik ahlâkı sayesinde sahip olmuştur. Bu açıdan bakınca, bütün hayırların
ve insanın bütün iyiliğinin kaynağının, onun kendi çabası ve düşünmesiyle
kazandığı ve tabiatına iyice yerleşmiş olan “güzel ahlâk” olduğunu; bütün
kötülüklerin ve insanda kötü olarak mevcut her şeyin kaynağının ise düşünceden
yoksun olarak çocukluktan beri devam edegelen alışkanlıklarla kazanılmış ya da
onun tabiatına iyice yerleşmiş olan “kötü ahlâk” olduğunu açık bir biçimde
anladım.
Buraya
kadar söylediklerim benim için netleşince ve anlattıklarımın hakikatini kavrayınca,
Peygamberin, ona selam olsun, “Küçük cihattan büyük cihada döndük” hadisi
ile yüce Allah’ın, “Şeytan sizin düşmanmızdır, siz de onu düşman sayın”[105],
yani “ona karşı çıkın ve müşrik düşmanlarınızla savaştığınız gibi, onunla da
savaşın” ifadesini düşündüm. Peygamber (as)’in bu sözü ile yüce Allah’ın bu
ifadesinden, düşmanın iki türlü, düşmanlığın ve cihadın da iki çeşit olduğunu
anladım:
a)
Biri açık ve belli;
Allah’ın dinine muhalefet eden inançsızlara karşı düşmanlık, onlarla savaşmak
ve onlara karşı yapılan cihad;
b)
Diğeri ise gizli ve
kapalıdır; yaratılışta (Allah’a ve insana) karşı çıkan ve tabiatı itibariyle
(insana) zıt bir yapıda olan şeytanlara karşı düşmanlıktır.
Açıktır
ki, şeytanlara karşı olan savaş, düşmanlık ve muhalefet, gerçek (ve sürekli);
inançsızlara karşı olan ise arâzdır (veya geçicidir). Çünkü inançsızların
düşmanlığı, dünyevî sebeplerden kaynaklanır. Onların üstünlüğü ve zaferi,
dünya mutsuzluğuna sebep olur; (müminler) izzet, saltanatı, dünyevi lezzet ve
nimetlerden, hayatın güzelliklerinden yararlanmayı kaybederler, ama bir gün
onlar geri gelir. Şeytanların düşmanlığı, galibiyeti ve zaferi ise ahiret
mutsuzluğuna ve azabına sebep olur. Dolayısıyla müminler oranın izzet ve
saltanatını, nimet ve lezzetlerini, sevinç ve mutluluğunu, rahatlığını,
kokusunu ve (bütün bu nimetlerle) orada sürekli ikameti kaybeder.
İşte
bu iki durum arasındaki farklılıktan dolayı, Peygamber (as) “küçük cihattan
büyük cihada döndük” buyurmuş, şanı yüce olan Allah da Kur’an’da farklı
surelerde birçok ayette şeytanların hilelerine kapılmaktan ve çalımlarına
aldanmaktan sakındırmış, onlara karşı koymayı, düşmanlığı ve onlarla cihat
etmeyi emretmiştir. Çünkü onlarla uğraşmak şerefli bir iştir. Fakat dünya ve
ahiret mutluluğu ile mutsuzluğu arasındaki farkın büyüklüğü kadar da
tehlikelidir.
Bu
söylediklerim benim için netleşip, anlattıklarımın hakikatini kavrayınca,
düşmanlarım, şeytanlarım ve muhaliflerim, ayrıca beni doğru yoldan saptırmak,
Rabbimin ve İlâhımın beni çağırıp sarılmamı emrettiği, Peygamberimin (as) de
açıklamalarıyla bana öğütlediği doğru yoldan beni çevirmek isteyenler bütün
açıklığıyla ortaya çıkmış oldu.
Şunu
net olarak anladım ki, eğer Rabbimin emrini, Peygamberimin öğüdünü kabul etmezsem,
ne zaman düşmanlarıma muhalefette ve onlara düşmanlıkta çabayı terk eder yılgınlık
gösterirsem, bana üstünlük sağlayıp zafer kazanırlar, beni esir alıp sahip
olurlar, kötü fiillerine eşdeğer arzu ve istekleri uğrunda beni kullanırlar.
Böylece bunlar benim âdetim, fıtratım ve ikinci tabiatım haline gelir. Üstün
bir cevher olan nefs-i nâtıkam da onlar gibi bir şeytan olur. Sonuçta
ben helâk olur, yüce Allah’ın şu ayetlerde buyurduğu gibi oluş ve bozuluş
âlemin Çâlemu’l-kevni ve’l-fesâd)de şeytanlarla beraber azap içinde
kalırım: “Derilerinin her yanışında, cezayı tatmaları için, derilerini başka
derilerle değiştireceğiz.”[106]-,
“Orada çağlar boyu kalırlar, orada bir serinlik ya da (susuzluk gideren) bir
içecek tatmazlar, ancak (dünyada yaptıklarına) uygun karşılık olarak kaynar su
ve irin tadarlar.”[107]
Sonra
tekrar düşündüm ve şunu açık olarak anladım ki, Rabbimin emrini, Peygamberimin
öğüdünü kabul ettiğim ve onlara uyduğum, Rabbimden yardım dilediğim, işi
ciddiye alıp gayret ettiğim, şehvânî nefsimin isteklerine karşı
koyduğum, gadabî nefsime düşman olduğum, nefs-i nâtıkama karşı
çıkan düşmanlarımla savaştığım takdirde, Rabbimin verdiği güç ile onlara üstün
gelip, onları mağlup ederim. Allah’ın izni ile onlara malik olur, O’nun verdiği
güç ve kuvvet ile onları köle edinir, onlara kral ve sultan olurum. Hepsi
kulum-kölem ve hizmetçim olur, hepsini nefs-i nâtıkamın emri altına alırım.
Böylece o (nefs-i nâtıkam), güzel fiiller, temiz ameller, güzel ahlâk,
doğru düşünceler ve gerçekçi bilgiler ortaya koymak suretiyle meleklerden bir
melek haline gelir. Diğer iki nefis, yani şehvânî ve gadabî nefsler, nefs-i
nâtıkaya boyun eğip onun emri altına girerek ona kul olurlar. Onların bütün
ahlâkı ve seciyeleri, adeta nefs-i nâtıkanın ordusu, yardımcıları, hizmetçi ve
köleleri olur; dinî hükümlerde ve aklî gerekçelerde belirtildiği gibi, onlar
doğru işleyen, âdil bir yönetimle yönetilirler. Bu durumda ben, Rabbimin bana
şu ayette emrettiğini sözüm ve fiilimle yerine getirmiş olurum: “Şüphesiz
bu, benim dosdoğru yolumdur. Bana uyun. (Başka) yollara uymayın. Zira o yollar
sizi Allah’ın yolundan ayırır.”™
Aynı
şekilde yüce Allah, Peygamberine (as) de şöyle demiştir: “(Resûlüm!) De ki:
‘İşte bu benim yolumdur. İnsanları Allaha çağırıyorum. Ben ve bana uyanlar
aydınlık bir yol üzerindeyiz”™
Buraya
kadar söylediklerim benim için netleşince ve anlattıklarımın hakikatini kavrayınca,
kendi durumumu göz önüne aldım, işlerimin seyri ve mahiyeti üzerine düşündüm;
sonra bedenî yapımın, güçleri birbirine zıt, birbirine uygun kaynaşmış olan
karışımlardan oluştuğunu ve onların içine çeşitli arzular yerleştirildiğini
anladım. Bu arzuların kibrit içinde gizlenmiş ateş gibi olduğunu düşündüm.
Onların yakıtının ise hoşa giden dünya lezzet ve nimetleri olduğunu anladım.
Bu
ateşin yanma anındaki alevinin, söndürülemez büyük bir yangın, önü alınamaz bir
alev, birbirine çarpıp duran dev deniz dalgaları, önüne gelen her şeyi yıkan
şiddetli fırtına ya da saldırıya geçen düşman askerleri gibi olduğunu
hissettim. Aynı şekilde, yenilir-içilir şeylere duyulan arzunun hararetinin de,
sanki nefsimde açlık ve susuzluk anında sönmeyen bir ateş alevi gibi olduğunu
anladım.
Şehvânî
nefsimin, yeme-içme anındaki oburluğundan dolayı, bir leşin üzerine çökmüş, onu
parçalayan köpekler gibi; nefsimdeki hırs hararetinin ise tatma ateşinin
heyecanı anında, sanki dünyanın tamamını yakacak bir ateş gibi olduğunu
gördüm. İşte o anda nefsim, dünyanın bütün nimetlerini getirseniz, onlarla bile
dolmayacak kadar (büyük ve aç gözlü) bir kap gibiydi.
Hayvani
nefsimdeki öfkenin harareti, hareket ateşinin heyecanı anında, kocaman kıvılcımlar
atan yangına benziyordu. O, böbürlenme ve kibir ateşinin hararetinin arttığı
anda ise Allah’ın yarattıklarının sanki en hayırlısı ve en üstünü gibiydi.
Baş
olma ve her şeye sahip olma arzusunun ateşi arttığı esnada, sanki bütün insanlar
onun kulu ve kölesi; şeref ve üstünlük ile onlara ulaşma arzusunun ateşi
yükseldiği anda, hemen ödenmesi gereken bir borç gibiydi.
Nefsim,
köle ve uşaklarının hizmetini isteme ateşinin harareti yükseldiğinde, kendisine
itaati, “Allah’a itaat” gibi kesin bir farz olarak görüyordu.
Üzerinde
bulunan, başkalarının hakkı olan borçları ödeme konusundaki gevşekliği ise
sanki dağları başka bir yere naklediyor gibiydi ve sanki omuzlarında çok ağır
yükler vardı. [108]
[109]
Nefsin,
oyun ve eğlence esnasındaki davranışını ise deli, çılgın ve sarhoşça buldum.
Nefsim,
methedilip övülmeyi de o kadar sever ki, o esnada sanki insanların en akıllısı,
en erdemlisi ve en üstünü kendisidir.
Haset
ateşinin heyecanı esnasında onun, adeta dünyanın harap olmasını, dünyada yaşayanların
sahip oldukları bütün nimetlerin yok olmasını ve yoksulluğun onların hepsini
kuşatmasını isteyen bir düşman gibi olduğunu gördüm.
Onun
diğer kötü huylarının, kınanan hasletlerinin, kötü amellerinin, çirkin
fiillerinin ve bozuk düşüncelerinin de bu örneklerdekine benzer şekilde
olduğunu gördüm.
İşte
o anda bunların hepsinin, önü alınamaz ateşler, söndürülemez yangınlar,
birbiriyle barışmaz düşmanlar, sonu gelmeyen bir savaş, bitmeyen bir vuruşma,
iyileşmez bir hastalık, çaresi olmayan bir hastalık, uzun bir cefa ve ölene
kadar bitmeyen bir meşguliyet olduğunu anladım.
Bunun
üzerine gerçek bir kararlılık ve iyi niyetle işi ciddiye aldım. Çevremi
kararlılık kuşağı ile güçlendirdim. Gayret silahını aldım. Verâ [haramdan
kaçınma] örtüsünü kuşandım. Haya, edeb elbisesini giydim. Ciddiyet gömleğini
sırtıma geçirdim. Başıma zühd tacını koydum. Ayağımı takva üzerine sabitledim.
Sırtımı tevekkülle Allah’a dayadım. Ondan korkmayı ve Ondan ümit etmeyi şiar
edindim. Nefsimin güçlerini yasak ile bağladım. Öğretmenin işaretine dikkat
ederek gözlerimi açtım. Rabbim hakkında hüsn-ü zan beslemeyi delil edindim.
Sünnetin yolunu tuttum. Rabbime ulaşmak için sırat-ı müstakimi hedefledim.
Boğulan birinin imdat çığlığı ile Ona seslendim. Zorda kalan birinin yakarışı
ile Ona yalvardım. Acziyet ve güçsüzlüğümü itiraf ettim. Nefsimi güçsüz ve
kudretsiz bir vaziyette Onun önüne attım. Çünkü yüce ve azametli olan ancak
Allah’tır. Bir yavrunun şefkatli ve merhametli babasına yalvarıp yakardığı
gibi O’na yalvarıp yakardım.
Rabbim
beni bu vaziyette görünce, çağrımı işitti. Duamı kabul etti. Zayıflığıma acıdı.
İstediğimi verdi. Ordularıyla bana yardım etti, düşmanlarımın tuzaklarını bana
gösterdi. Onun melekleri ile beraber onlara karşı savaştım. Onlara karşı bana
yardım etti ve beni muzaffer kıldı. Onların aldatmalarından beni muhafaza etti,
(hileli) adımlarına karşı beni korudu da, onların tuzaklarının tehlikesinden
kurtuldum, sağ-salim birçok ganimete ulaştım.
Küfredenleri,
Allah, kinleri sebebiyle geri çevirdi de onlar hiçbir hayra ulaşamadılar. Allah
savaşta müminlere yeter. Zira O güçlü ve azizdir. Onun orduları hep galip
gelir, şeytanın ordusu ise hüsrana uğrar.
Bunların
hepsi, “Şükür mü edeceğim, yoksa nankörlük mü edeceğim diye beni sınamak üzere
Rabbimin bana (gösterdiği) lütfundandır. Şükreden ancak kendisi için şükretmiş
olur, nankörlük edene gelince, o bilsin ki, Rabbimin hiçbir şeye ihtiyacı
yoktur. O, çok kerem sahibidir.”[110]
Bölüm:
Başka Bir Hikâye
Allah
dostlarından biri, kulun mükellefiyetinin ve imtihan edilişinin anlamı üzerine
düşünüp de bunlara hikmet nazarıyla yönelmeyince, bir yakarışında Allah’a
şöyle seslendi:
“Rabbim
beni yarattın, fakat benimle istişare etmedin. Benim canımı aldın, ama bana
danışmadın. Bana bazı şeyleri emredip bazı şeyleri yasakladın, ama bana (onları
yapıp yapmama konusunda) seçme şansı vermedin. Bana, beni sıkıntıya sokacak
birtakım arzu ve isteklerle, doğru yoldan saptıracak bir şeytanı musallat
ettin. Nefsime birtakım arzular yerleştirdin. Gözlerimin önüne süslü bir dünya
koydun. Beni birtakım tehditlerle korkutup (bazı şeyleri yapmama) engel oldun.
Sonra da bana, “Sen, buyrulduğu gibi dosdoğru o/”[111]
diye emrettin, “nefsin hevâ ve hevesine uyma, yoksa seni Allah’ın yolundan
saptırır”[112],
şeytandan sakın ki seni doğru yoldan saptırmasın, dünya seni aldatmasın,
nefsânî arzularından sakın ki seni yolundan döndürmesin, kuruntuların ve
emellerin seni oyalamasın. Hemcinslerinle iyi geçin, dünya geçimini helâl
yoldan ara. Ahireti ise unutup yüz çevirme, yoksa dünyam da ahiretini de
kaybedersin. Bu ise en büyük hüsrandır” (diye buyurdun).
“Ey
Rabbim! Birbirine zıt şeyler, cazip güçler ve birbiri ile çatışan durumlar
yarattın. Şimdi nasıl davranacağımı ve ne yapacağımı bilmiyorum. İşlerim
arasında şaşırdım kaldım. Çarem de tükendi. Beni sen anlarsın ey Rabbim! Benim
elimden tut. Bana kurtuluş yolunu göster, yoksa ben helak olurum.”
Bunun
üzerine Yüce Allah o veliye vahyetti, kalbine ilka edip, ona ilham etti ve
şöyle dedi: “Ey kulum! Bana yardım edeceğin bir şeyi sana emretmedim. Yaptığın
takdirde bana zarar vereceğin bir şeyi de sana yasaklamadım. Aksine seni yoktan
yaratan, sana en güzel sureti veren, rızık veren, seni var eden, koruyan, sana
doğru yolu gösteren ve yardım eden bir Rabbin ve İlâhın olduğunu bilmen; ayrıca
sana emrettiğim her şeyde benim yardımıma, başarı ve hidayet vermeme,
kolaylaştırmama ve desteğime muhtaç olduğunu bilmen; yasakladığım şeylerin
hepsinde ise benim himayeme, koruma ve gözetmeme ihtiyacının duyduğunu; dünya
ve ahiretine ilişkin bütün yapıp etmelerinde ve bütün durumlarda, gece-gündüz
daima benim desteğime muhtaç olduğunu bilmen; küçük-büyük, gizli-açık hiçbir
durumunun bana gizli kalmadığını bilmen; bana muhtaç olduğunu ve bensiz
yapamayacağını ve benim senin için kesinlikle gerekli olduğumu iyice anlaman,
böylece benden yüz çevirip beni unutmaman, aksine beni her zaman anman; her
durumda bana dua etmen, bütün ihtiyaçlarında benden istemen, bütün
tasarruflarında benimle muhatap olman, bütün yalnızlıklarında derdini bana
açman, beni tanık tutman ve beni gözetmen; bütün yaratıklarımı bırakıp bana
yönelmen, onlara değil, bana bağlanman; nerede olursan ol, seninle olduğumu ve
seni gördüğümü, ama senin beni göremediğini bilmen için sana birtakım şeyleri
emrettim.
İşte
bütün bunları bilir, sana söylediklerimin hakikatini, anlattıklarımın
doğruluğunu iyice anlar da, her şeyi arkanda bırakır ve tek başına bana
yönelirsen, işte o zaman bana yakınlaşıp ulaşır, katımdaki derecen yükselir,
böylece benim dostlarımdan, tertemiz kullarımdan, meleklerimle beraber, benim
katımda şerefli ve üstün kılınmış, sevinçli ve mutlu, sürekli ve ebedî olarak
nimetler ve lezzetler içinde ve güvende olan cennet ehlimden olursun.
Ey
kulum! Benim hakkımda kötü zan besleme, hakkımda doğru olmayan şeyler vehmetme.
Sana geçmişte verdiğim nimetleri, önceden beri devam edegelen iyiliklerimi ve
hal-i hazırda sahip olduğun güzel nimetlerimi hatırla. Çünkü adı-sanı anılan
bir varlık değil iken, seni ben mükemmel biçimde yarattım. Sana hassas bir
kulak, keskin bir göz, idrak eden duyular, temiz bir kalp, derin bir anlayış,
saf bir zihin, incelikleri kavrayan bir düşünce, fasih bir dil, sarsılmaz bir
akıl, mükemmel bir beden, sabit bir ruh, güzel bir suret, sağlam organlar,
mükemmel aletler, itaatkâr uzuvlar verdim. Sonra sana konuşma ve söz söyleme
yeteneği ilham ettim. Yararlı ve zararlı olan şeyleri, çeşitli durumlar,
sanatlar ve davranışlar karşısında nasıl tutum alacağını öğrettim.
Gözünden
perdeleri kaldırdım; benim melekûtumu seyretmen ve işimdeki incelikleri, gece
ve gündüzün düzenli akışını, yörüngelerinde dönen gezegenleri ve akıp giden
yıldızları görebilmen için gözlerini açtım. Sana zamanın, ayların ve yılların
hesabını öğrettim; karada ve denizde bulunan madenleri, bitkileri, hayvanları
senin hizmetine verdim, gerçek sahipleri gibi onlarda tasarrufta bulunur ve
onlara hükmedersin. Buna rağmen senin; haddini aşan, sapkın, zalim, azgın,
isyankâr, kural ve ölçü tanımaz olduğunu görünce, Allah’ın sana olan ihsanının
ve nimetlerinin devam etmesi, azabının ve intikamının senden uzaklaşması için,
sana (uyman gereken) yasaları, hükümleri, kıyas ve miktarı, adalet ve insafı,
hakkı ve doğruyu, hayır ve örfü, adaletli yaşam biçimini öğrettim. Sana en
hayırlı, en faziletli, en yüce ve değerli, en şerefli, en lezzetli ve en hoş
olanı sundum. Bunlara rağmen sen hala benim hakkımda su-i zan besliyor ve
haksız vehimlerde bulunuyorsun.
Ey
kulum! Eğer yapmanı emrettiğim bir şey sana zor gelirse, Arş’ı taşıyan
meleklerin taşımakta zorlandıklarında söyledikleri gibi, Lâ havle velâ
kuvvete illâ billâhi’l-aliyyi’l-azîm de.
Başına
bir belâ ve musibet gelirse, benim seçkin ve velâyet ehli kullarımın dediği
gibi, İnnâ lillâh ve innâ ileyhi râciûn (“Biz Allah’ın kullarıyız ve biz
O’na döneceğiz”)[113]
de.
Bana
karşı günah işleyerek ayakların kayarsa, temiz kulum Âdem ve eşinin söylediği
gibi, “Ey Rabbimiz, biz kendimize zulmettik.. .”[114]
de.
Eğer
karmaşık bir durumla karşılaşır, bir düşünce zihnini meşgul eder ve sen de
çıkış yolu arar ve doğru bir görüşe ulaşmak istersen, dostum İbrahim’in dediği
gibi de: “Beni yaratan ve bana doğru yolu gösteren O’dur. Beni yediren,
içiren Odun Hastalandığım zaman bana şifa veren Odun.. Ancak Allah’a kalb-i
selim (temiz bir kalp) ile gelenler (o günde fayda bulur).”[115]
Eğer
başına bir musibet, bir keder ya da bir üzüntü gelirse, Yakub İsrail’in dediği gibi
şöyle de: “Ben gam ve kederimi sadece Allah’a arz ediyorum. Ve ben
sizin bilemeyeceğiniz şeyleri Allah tarafından (vahiy ile) biliyorum."[116];
“Oğullarım! Allah sizin için bu dini (İslâm’ı) seçti. O halde sadece
Müslümanlar olarak ölünüz.”[117]
Eğer
bir hata işlersen, sırdaşım Musa’nın dediği gibi de: “Bu, şeytan işidir. O,
gerçekten saptırıcı, apaçık bir düşmandır.”[118]
Eğer
bir günahtan uzak durmayı başarırsan, doğru sözlü Yusuf’un dediği gibi, “(Bununla
beraber) nefsimi temize çıkarmıyorum.. ”[119]
de.
Eğer
bir bela ile imtihan edilirsen, halifem Davut’un yaptığı gibi yap: “Rabbinden
mağfiret dileyerek eğilip secdeye kapandı, tevbe edip Allah’a yöneldi”[120].
Yarattıklarımdan
isyan edenleri, kullarımdan hata edenleri görür ve benim onlar hakkındaki
hükmümün ne olduğunu da bilmezsen, ruhum Mesih’in dediği gibi şöyle de: “Eğer
kendilerine azap edersen, şüphesiz onlar senin kullarındır (dilediğini
yaparsın). Eğer onları bağışlarsan, şüphesiz sen izzet ve hikmet sahibisin.”[121]
Eğer
bana tevbe eder, bağışlamamı dilersen, Peygamberim Muhammed’in, ona selam olsun,
dediği gibi de: “Rabbimiz! Unutursak veya hataya düşersek bizi sorumlu
tutma. Ey Rabbimizl Bizden öncekilere yüklediğin gibi bize de ağır bir yük
yükleme. Ey Rabbimiz! Bize gücümüzün yetmediği işler de yükleme. Bizi bağışla,
bizi bağışla, bize acı! Sen bizim Mevlâmızsın. Kâfirler topluluğuna karşı bize
yardım et."[122]
[123]
Olayların
sonunun ne olacağından korkar ve senin için nasıl sonuçlanacağını bilmezsen,
benim dostlarımın dediği gibi şöyle de: “Rabbimiz! Bizi doğru yola
ilettikten sonra kalplerimizi eğriltme. Bize tarafından rahmet bağışla. Lütfü
en bol olan sensin.”M
Bölüm:
Tevbe, İstiğfar ve Duanın Fazileti
Ey
kardeşim! Allah seni de bizi de kendisinden bir huzur ve mutluluk ile
desteklesin! Bil ki, şanı yüce olan Allah, Kuranda peygamberlerinin günahlarını
ve hatalarını, onların itibarlarına leke gelmemesi, yaptıklarının çirkin
görülmemesi ve haklarında olumsuz bir kanaat oluşmaması için anlatmamıştır.
Fakat onların, sonra gelenler için tevbe, pişmanlık, günahtan vazgeçme,
Allah’tan bağışlanma dileyip Ona dönme konusunda örnek olmalarını istemiştir.
Nitekim O şöyle buyurmuştur: “Ey müminler! Hep birden Allaha tevbe ediniz ki
kurtuluşa eresiniz.”[124]
[125];
“Allah tevbe edenleri de sever, temizlenenleri de sever.”119
Burada günah işlemeyenler kastedilmiştir.
Peygamberi
Muhammed (as)’e de şöyle buyurmuştur: “De ki: Ey kendi nefisleri aleyhine
haddi aşan kullarım! Allah’ın rahmetinden ümit kesmeyin. Çünkü Allah bütün
günahları bağışlan”[126]
Kuranda bu anlamda birçok ayet vardır.
Resûlullah’ın
(as) şöyle dediği rivayet edilmiştir: “Eğer insanoğlu günah işlediğinde tevbe
edip af dilemeseydi, dolayısıyla da Allah onu bağışlamasaydı, Allah günah
işledikten sonra tevbe edip af dileyen ve sonra da kendilerini bağışlayacağı
insanlar yaratırdı.”
Biz
yukarıdaki hikâyeleri, Allah’ın, Peygamberine dair verdiği haberleri ve
evliyâullahın hallerine dair anlattığı kıssaları, üzerinde düşünmen ve ibret
alman için anlattık. Bu konuları bilmeyenlerin sözlerini işittiğinde, Allah’ın
lütfundan ümitsizliğe kapılma, rahmetinden ümidini kesme. Haşeviyye[127]
ve cedel ehlinden bir grup, hiçbir gerçeğe dayanmadan ve dinin hükümlerini
bilmeden takvâda aşırı giderek müminleri, işledikleri günahlar sebebiyle kâfir
ve fâsık sayıyor, herhangi bir bilgi ve beyana dayanmadan, sadece eksik
akılları ile uydurup süsledikleri hükümlerle onların ebediyyen cehennemde
kalacaklarına hükmediyor, bunu da kendi iddialarına göre yapıyorlar. Şüphesiz
bunlar, Allah ile olan bağlarını koparmışlar, Onun rahmetinden ve lütfundan ümitlerini
kesmişlerdir.
Ey
kardeşim! Allah seni de bizi de kendisinden bir huzur ve mutluluk ile
desteklesin! Bil ki, her mümin grubun ve dindar topluluğun kendilerine özgü bir
sanatı ya da onları başkalarından ayıran bir mesleği vardır. Allah dostlarının
ve Onun salih kullarının sanatı, Allah’ın bize anlattığı ve tek tek haber
verdiği gibi, basiret, marifet, yakin ve hakikat üzere dünyayı önemsememek (zühd)
ve ahirete yönelmek suretiyle Allah’a dua etmektir.
Bunlardan
biri, Allah’ın, Firavun ailesinden imanını saklayan bir mümin hakkında şu
ifadelerle anlattığı hikâyedir: “Siz bir adamı Rabbim Allah’tır’ dediği için
öldürecek misiniz?
Halbuki
o, size Rabbinizden apaçık delillerle gelmiştir... Nihayet Allah, onların
kurdukları tuzakların kötülüklerinden bu zatı korudu, Firavunun kavmini ise
kötü azap kuşatıverdi.”[128]
Şu
ayet de bu konuyla ilgilidir: “‘Gir cennete!’ denildi. ‘Keşke, dedi,
Rabbimin beni bağışladığını ve beni ikrama mazhar olanlardan kıldığım kavmim
bilseydi!...”[129]
[130]
Şu
ayetler de cinlerden bir grup hakkındadır: “... Ey kavmimiz! Allah’ın
davetçisine uyun. Ona iman edin ki, Allah da sizin günahlarınızı kısmen
bağışlasın ve sizi acı bir azaptan korusun.”123
Kehf
suresinde şu ayet ile anlatılan olay da konuya başka bir örnektir: "...
Hakikaten onlar Rablerine inanmış gençlerdi”[131].
Başka
bir örnek de dünyada iki kardeşten birinin hikâyesidir: “Arkadaşı ona: ‘Sen,
dedi, seni topraktan, sonra nutfeden (spermden) yaratan, daha sonra seni bir
adam biçimine sokan Allah’ı inkâr mı ediyorsun?... Yahut bağının suyu dibe
çekilir de bir daha onu bulamazsın.”[132]
[133]
Bir
hikâye de mü’min bir kardeşin ahirette cennet ehline seslenişini dile getirir: “İçlerinden
biri: ‘Benim bir arkadaşım vardı’ der. Derdi ki: Sen de (dirilmeye)
inananlardan mısın? Biz ölüp kemik, sonra da toprak haline geldiğimiz zaman
(diriltilip) cezalanacak mıyız?”[134]
Lokmandan
bahseden hikâye de bu türdendir: “(Lokman öğütlerine devamla şöyle demişti:)
Yavrucuğum! Yaptığın iş (iyilik veya kötülük), bir hardal tanesi ağırlığında
bile olsa ve bu, bir kayanın içinde veya göklerde yahut yerin derinliklerinde
bulunsa, yine de Allah onu senin karşına getirir...”129
Büyücülerin
Firavuna sözlerini nakleden hikâye de buna örnektir: “Dediler ki: Seni, bize
gelen açık açık mucizelere ve bizi yaratana tercih edemeyiz. Öyle ise
yapacağını yap! Sen ancak bu dünya hayatında hükmünü geçirebilirsin.. .”[135]
Ahiret
gerçeğini kavramış olan âlimlerin, dünya hayatını arzulayan topluluğa söylediklerini
anlatan ayetler de böyledir: “Dünya hayatını arzulayanlar: ‘Keşke Kârûn’a verilenin
benzeri bizim de olsaydı; Doğrusu o çok şanslı!’ dediler. Kendilerine ilim
verilmiş olanlar ise şöyle dediler: “Yazıklar olsun size! İman edip iyi işler
yapanlara göre Allah’ın mükâfatı daha üstündür.”[136]
Tâlût’un
ordusunda bulunanların sözleri de başka bir örnektir: “Tâlût ve iman edenler
beraberce ırmağı geçince: Bugün bizim Câlut’a ve askerlerine karşı koyacak hiç
gücümüz yoktur” dediler. Allah’ın huzuruna varacaklarına inananlar: Nice az
sayıda bir birlik, Allah’ın izniyle çok sayıdaki birliği yenmiştir. Allah,
sabredenlerle beraberdir, dediler.”[137]
Hz.
Mesih’e tâbi olanların sözleri de şu ayette dile getirilir: “İsa, onlardaki
inkârcılığı sezince, ‘Allah yolunda bana yardımcı olacaklar kimlerdir?’ dedi.
Havariler: ‘Biz, Allah yolunun yardımcılarıyız; Allah’a inandık, şahit ol ki
bizler Müslümanlarız, cevabını verdiler.”’[138]
Mesih’e tâbi olanlar Kur’an’ı duyunca şöyle demişlerdir: “... Niçin Allah’a
ve bize gelen gerçeğe iman etmeyelim?”[139].
Hakikati
gören, irfan sahibi müminlerin şu sözü de bu meyandadır: “(Onlar şöyle yakarırlar:)
Rabbimiz! Bizi doğru yola ilettikten sonra kalplerimizi eğriltme. Bize
tarafından rahmet bağışla. Lütfü en bol olan serisin.”[140]
Kuranda
müminlerin sıfatları, Allah dostlarının alâmetleri ve Allah’ın sâlih kullarının
sözlerine dair daha birçok ayet vardır.
Hakikati
görebilen Allah dostlarının ve Onun salih kullarının aktardığımız bu sözleri,
onların ahiretin ve ahiret ahvâlinin hakikatini (iç yüzünü) bildiklerine
delâlet eder. Nübüvvetin sırlarını bilen ve felsefi eğitimi (riyazet)
tamamlamış olan bu âlimler, nebilerin varisleridir. Onların işi, insanları
Allaha ve gerçek hayat yurdu olan ahirete davet etmektir. Dünya ehli, ahiretin
gerçek hayat yurdu olduğunu keşke bilmiş olsaydı.
Yine
onların işi; dünyada zâhidçe bir hayat yaşamak ve birtakım darb-ı meseller,
belâgath bir anlatım, güzel öğütler ve üstün hikmet ile, ayrıca hatırlatma,
müjdeleme ve uyarı, hiçbir tereddüt ve şüpheye yer bırakmayan yakmî, derin
bilgi ve anlayış ile insanları ahirete teşvik etmektir. Şanı yüce olan Allah
onları övgü niyetinde şöyle buyurmuştur: “(İnsanları) Allaha çağıran, iyi iş
yapan ve ‘Ben Müslümanlardanım diyenden daha güzel sözlü kim vardır?”[141]
Gerek
insanlarla beraber iken, gerekse yalnız başlarına olduklarında sadece Allah’ı
anmaları, O’nun eserlerini tefekkür etmeleri, Onun çeşitli ihsanlarını,
lütuflarının büyüklüğünü ve nimetlerinin güzelliğini görmeleri, sadece Allah
için öğrenip, O’nun yoluna hizmet etmeleri, yalnızca O’na yönelip Ondan ümit
etmeleri ve Ondan istemeleri, Ondan başkasından korkmamaları ve Ondan
korkularından dolayı şefkatli olmaları da Allah dostlarının alâmetlerinden ve
O’nun salih kullarının niteliklerindendir. Bunların hepsi, onların görüşlerinin
doğruluğunu, Rableri hakkındaki inançlarının gerçekliğini ve buna gerçekte
sadece Yüce Allah’ın güç yetirebileceğini güçlü bir şekilde kavramalarını temin
içindir. Bu gerçek inanç, doğru ve güzel görüş, onların Rableri hakkındaki
bilgilerinin doğruluğunun ve O’nu yakînen bilmelerinin sonucudur. Çünkü onlar,
bütün yapıp etmelerinde O’nu gerçek görme ile görürler, bütün hallerinde O’nu
müşahede ederler, sadece Ondan geleni işitirler, sadece O’nu görürler. Gerçekte
O’nun dışında bir şey görmezler. Bundan dolayı yaratılanı bırakıp O’na yönelir;
yaratılanla değil, Yaratanla; terbiye edilen ile değil, terbiye eden (Rabb)
ile; sanat eseri ile değil, Sanatkarla; sebep ile değil müsebbib (sebep olan)
ile ilgilenirler. Onlara göre zaman ve mekânlar eşittir. O’nun hakikatini
gördüklerinde başka şeyler yok olur gider. O zaman şüpheyi terk edip yakine
sarılırlar, dünyayı din karşılığında satarlar, çaba ve yorgunluktan sonra
kazançları selamet (huzur ve mutluluk) olur, dünyada güven içinde yaşar ve
oradan esenlik içinde ayrılırlar, ahirete kazançlı olarak ulaşırlar. Çünkü
onlar dünyada iyi kimselerdi (muhsinûn). İyilere layık olan da budur.
Yüce
Allah Kur’an’da birçok ayette böyle kimselerin niteliklerini zikredip övmüştür.
Peygamber (as)’den de onların niteliklerine dair ve onlardan övgü ve sitayişle
bahsettiğine ilişkin birçok hadis gelmiştir. Onlardan biri şöyledir:
“Bu
ümmet içinde Allah’ın dostu İbrahim’in (as) dini üzere yaşayan kırk salih adam
her zaman olacaktır.”
“İbrahim’in
(as) dininden, Rabbi katındaki değerinden bize bahseder misin?” diye sorulduğunda
O dedi ki; “O, kalbi temiz, hanif bir Müslüman idi. Kavmi onu ateşe atmaya kalktığında,
semada melekler ona olan merhametlerinden ağladılar. Bunun üzerine yüce Allah
Cebrail’e ona yetişmesini ve eğer yardımını isterse, ona yardım etmesini
emretti. Cebrail (as) ona ateşe atılacağı mancınıkta yetişti ve “Ey İbrahim!
Herhangi bir ihtiyacın var mı?” diye sordu. Kalbi Rabbine şiddetle bağlı
olduğu, Ona tevekkül ettiği, Onun vaadine güvendiği, yakînen sadece Ona
bağlandığı ve Ondan başka her şeyden müstağni olduğu için İbrahim şöyle dedi:
“Sana mı? Asla!” Bunun üzerine şanı yüce olan Allah, “Ey ateş! İbrahim için
serinlik ve esenlik o/”[142]
[143]
buyurdu.
Bu
kırk adamdan dördünün, abdal (Allah’ın salih kullarından) olduğu ifade
edilmiştir. Bir kılıktan başka bir kılığa girdikleri (sürekli iyi yönde
değiştikleri) ve daima (kalben ve ruhen) temizlendikleri için onlara bu ad
verilmiştir.
Bu
kırk kişi, dört yüz zâhid, ârif ve derin âlim içinden; dört yüz kişi de dört
bin tevbekar ve ihlâslı mümin içinden seçilmiştir. Bu dört kişiden biri göçüp
gidince, fark kişi içinden biri onun yerine geçer. Kırk kişiden bir kişi göçüp
giderse, dört yüz kişiden biri onun yerini alır. Dört yüz kişiden biri göçüp
giderse, dört bin kişi içinden biri onun makamına yükselir, onun derecesine
ulaşarak onun yerini alır. Dört bin kişiden biri göçüp giderse, tevbekar ve
ihlâslı müminlerden biri onun yerine geçer, onun derecesine ve makamına ulaşır.
Müminlerin
emiri Ali de (as) Kümeyi b. Ziyada söylediği şu sözüyle bu konuya işaret
etmiştir: “Onlar sayıca az, ama Allah katında değerleri büyüktür. İlim onları
anlamakta yaya kalmış; onlar ise yafan hakikatinin ruhuna ulaşmışlardır...”
Yine
(Hz. Ali) onlar hakkında şöyle demiştir: “Dünyaya; ruhları mele-i âlâya,
bağlı olan bedenlerle beraber arkadaşlık edin.”
Musa
(as) da bir münacâtında onlara şöyle işaret etmiştir: “Yâ Rabbi! Ben Tevrat’ta
temyiz güçleri, bilgileri ve iyilikleri sayesinde neredeyse peygamber olacak
birtakım insanların sıfatlarını gördüm. Onlar kimdi? Ya Rabbi! Onları benim
ümmetimden yapsan!” Şanı yüce olan Allah ona vahyetti ve şöyle dedi: “Onlar
Ahmed’in ümmetidir.”
Nitekim
yüce Allah’ın şu ifadeleri de onlara işaret etmektedir: “Sonra kullarımızdan
seçtiğimiz kimseleri Kitap’a mirasçı kıldık. Ama onlardan kimi kendine hainlik
eder, kimi orta davranır, kimi de Allah’ın izniyle, iyilik yarışını kazanır.
İşte büyük lütuf budur.”1M
Ey
kardeşim! Bil fa, yukarıda anlatılan bu insanlar, Allah’ın Peygamberlerinin
varisleri ve onların yeryüzündeki halifeleridir. Onların Peygamberlerden miras
aldıkları şey; ilim, iman, kulluk, ilham ve (Allah’tan gelecek benzeri bir)
desteği kabul etmek, dünyada zâhidçe yaşama ve dünya arzusunu terk etmek,
ahirete yönelmek ve onu arzulamaktır. Onlar bedensel arzularını terk etmek,
tabiatlarına yerleşmiş olan hissi (duyusal) arzulardan yararlanma imkânı
olmasına ve bu arzular, tabiatı itibariyle kendilerine çok çekici gelmesine
rağmen, onlardan uzak kalmak suretiyle, gerek fiilleri, gerekse ahlâkları ve
yaşayış biçimi itibariyle tıpkı meleklere benzerler. Onlar dünyayı, düşünme ve
tefekkürden sonra (bilinçli olarak), özel gayretleri ve güçlü bir yardımla terk
eder, sıkıntıyı bolluğa, yorgunluğu rahatlığa, nefsanî arzulara muhalefet
etmeyi ve kulluğun zahmetini nefse yüklemeyi tercih ederler. Bunların hepsini
Allah rızasını kazanmak, dinin belirlediği yolda Onun peygamberlerine uymak
için yaparlar. Şüphesiz onlar bilkuvve melektirler, nefisleri
bedenlerinden ayrıldığı zaman, bilfiil melek olurlar. İşte nefsin
bedenle ilişkisinin amacı budur; nefs-i nâtıkanm (düşünen nefsin önceden)
bilkuvve iken, daha sonra bilfiil meleklerden bir melek haline dönüşmesidir.
Ey
kardeşim! Bil ki, eğer nefs-i nâtıka gücünde bilfiil melek olma (yeteneği)
bulunmasaydı, Allah’tan ona fiillerinde, ahlâkında ve yaşantı biçiminde
meleklere benzeme emri gelmez, şanı yüce olan Allah’ın şu ayette belirttiği
gibi onlarla karşılaşma ve muhatap olma vaadi de olmazdı: “Şüphesiz,
Rabbimiz Allah’tır deyip, sonra dosdoğru yolda yürüyenlerin üzerine melekler
iner. Onlara: Korkmayın, üzülmeyin, size vâdolunan cennetle sevinin! derler.”[144]
[145]
Burada, ruhlarının teslim alınması anında müminlerin durumu kastedilmiştir. Şu
ayetler de bu duruma örnektir: “(Onlar) meleklerin, ‘Size selâm olsun.
Yapmış olduğunuz (iyi) işlere karşılık cennete girin diyerek tertemiz olarak
canlarını aldıkları kimselerdir.”149; “Melekler her kapıdan onların
yanına varır ve ‘sabrettiğinize karşılık size selam olsun! Dünya yurdunun sonu
(cennet) ne güzeldir!’ (derler).”[146]
Kuranda
bu anlamda birçok ayet vardır. Ancak burada onları zikretmek uzun sürer.
Ey
kardeşim! Bil ki, anlattığımız bu salih kimseler, şanı yüce olan Allah’ın ulû’l-elbâb,
ulû’nnuhâ ve ulû’l-ebsâr şeklinde adlandırdığı kimselerdir. Onlar
Allah’ın dostları (evliyâullah) ve sevgili kullarıdır. Yüce Allah, İblis
ile olan şu diyalogunda onlara işaret etmiştir: “Şüphesiz kullarım üzerinde
senin bir hâkimiyetin yoktur.”[147]
Onlar kurtuluşa erenler ve başarıya ulaşanlardır. Peygamber (as) de Ebû
Hureyre’ye olan vasiyetinde onlara işaret etmiştir:
“Ey
Ebû Hureyre! Sana şu kimselerin yolunu salık veririm ki, insanlar korktuğu
zaman onlar korkmaz, insanların cehennemden güvence diledikleri zaman bile
onlar korkmazlar.”
O
da; “Kim onlar? Yâ Resûlallah! Onları bana say ve özelliklerini söyle ki onları
tanıyayım” deyince, şöyle dedi:
“Onlar,
ahir zamanda ümmetimden bir topluluktur ki, kıyamet günü peygamberlerin
haşredildikleri gibi haşredilirler. İnsanlar onlara baktıkları zaman,
durumlarından onları peygamber zannederler. Ben onları simâlarından tanır ve
‘Ümmetim! Ümmetim!’ derim. İnsanlar bilsin ki onlar peygamber değildirler.
Onlar şimşek ve rüzgâr gibi geçerler, nurları herkesin gözlerini kaplar.”
Dedim
ki: “Yâ Resûlallah! Bana onların amellerinin benzerini emret. Belki ben de
onlara katılırım.”
Dedi
ki: “Ey Ebû Hureyre! Onlar zor bir yol tutmuşlar, peygamberlerin derecesine
öyle ulaşmışlardır. Allah onların karınlarını doyurduktan sonra, onlar açlığı;
susuzluklarını giderdikten sonra susuzluğu; giydirdikten sonra oldukça basit
ve sade giyimi tercih etmişlerdir. Bunları, Allah katında bulunan (çok daha
değerli) şeyleri arzuladıkları için terk etmişlerdir. Onlar, hesabını vermekten
korktukları için, helâl olanı bile terk etmişler, dünyaya kalpleri ile
bağlanmadan, sadece bedenleri ile eşlik etmişlerdir. Onların, Rablerine olan
itaatlerine peygamberler ve melekler bile hayret etmişlerdir. Ne mutlu onlara!
Allah’ın beni onlarla buluşturmasını dilerim.”
Sonra
Resûlullah (as) onları görme arzusuyla ağladı ve şöyle dedi: “Allah yeryüzünde
yaşayanlara azap etmek istediği zaman, onlara bakar. Eğer onlardan birisi varsa,
onlara azap etmekten vazgeçer. Ey Ebû Hureyre! Onların yolunu tut. Kim onların
yoluna karşı çıkarsa, zor bir hesaba düşer.”
Resûlullah
(as) şöyle buyurmuştur: “Kardeşlerime müjdeler olsun.”
“Yâ
Resûlallah! Senin kardeşlerin kimdir? Biz senin kardeşlerin değil miyiz?” diye
sorulunca, buyurdu ki: “Siz benim arkadaşlarımsınız (ashab), onlar ise
kardeşlerimdir.”
“Allah’ın
selamı sana olsun Yâ Resûlallah! O kardeşlerin kimlerdir?” diye sorulunca buyurdu
ki: “Onlar ahir zamanda gelecek bir topluluktur. Beni görmedikleri halde, bana
iman edecekler. Beni tasdik edip bana uyacaklar. İşte onlar kardeşlerimdir. Siz
ise arkadaşlarımsımz. Onlara müjdeler olsun!”
Nitekim
O, Üsâme b. Zeyd’e vasiyetinde de onlara işaret etmiştir: “Cennet yoluna sarıl.
Aksi halde endişelenmelisin (halin haraptır).” Zeyd; “Ey Allah Resûlü! Bu yolu
geçmenin en kolay yolu nedir?” diye sorunca, Peygamber şöyle buyurdu:
“Öğlen
sıcağında susamak ve nefsi dünya lezzetlerinden kesmektir. Üsâme! Oruç tut.
Oruç insanı Allah’a yaklaştırır. Allah’a oruçlunun ağız kokusundan ve Allah
için yeme-içmeyi terketmekten daha sevimli bir şey yoktur. Keşke başarabilirsen
de, ölüm anında karnın aç, ciğerlerin susuzluktan yanmış olsa (oruçlu
olabilsen). Bunu gerçekleştirebilirsen, ahirette makamların en üstününe ulaşır,
peygamberlerle beraber olursun. Peygamberler ve melekler de senin ruhunun
kendileriyle beraber olmasına sevinirler, cennet ehli sana dua edip senin için
esenlik diler.
Ey
Üsâme! Aç insanların bedduasından sakın. Onlar rüzgârlı havalarda ve kavurucu
sıcaklarda deri-kemik kalmış, ciltleri yanmış, gözleri kararacak derecede
ciğerleri (susuzluktan) kavrulmuştur. Şanı yüce olan Allah onlara baktığı
zaman, meleklerin ileri gelenleri onlarla övünürler. Allah onların bulunduğu
yerden depremleri ve fitneleri uzaklaştırır.”
Sonra
Resûlullah onları görme arzusu ile ağladı. Ağlaması öyle arttı ki, adeta
feryada dönüştü. İnsanlar onunla konuşmaya cesaret edemediler, bu olayın
semadan kaynaklandığını (o anda vahiy geldiğini) zannettiler. Bir müddet sonra
Resûlullah (salla'llâhü aleyhi ve sellem) buyurdu ki; “Vay bu ümmetin haline!
Onlardan hiçbiri, ümmetin içinde Allah’a itaat eden kimseye rastlamaz. Allah’a
itaat ettikleri için onları nasıl öldürebilir ve nasıl yalanlayabilirler!”
Ömer
bin Hattab, “Yâ Resûlallah! O gün insanlar İslâm dininde olacaklar mı?” diye sorunca,
O; “Evet!” diye cevap verdi. Ömer tekrar; “Allah’a itaat edenleri niçin
öldürecekler?’ diye sorunca, Peygamber şöyle buyurdu:
“Ey
Ömer! O insanlar (Allah’ın) yolunu terk eder, sağlam araçlarına (fera’)
binerler. İpek elbiseler, (ince ve) yumuşak giysiler giyerler. Güzel yiyecekler
yer, soğuk içecekler içerler. (Lüks) koltuklarına yaslanarak otururlar. Onların
hizmetçileri Fars ve Rum halkındandır. Onların erkekleri, bir kadının kocası
için süslendiği gibi süslenir, kadınları ise Kisra b. Hürmüz ve diktatörlerin
giyindiği gibi süslü giyinerek caka satarlar. Onlar (sürekli ne
yiyip-içeceklerini düşünür,) bedenlerini semirtmeye çalışır, giydikleriyle
övünüp böbürlenirler.
Bunlar,
kaba yün elbiseler giymiş, belleri bükülmüş ve susuz bırakarak nefislerini
(nefsanî arzularını) yok etmiş olan evliyâullahtan birini görüp onunla
konuştuklarında, onu yalanlayıp horlarlar ve oradan uzaklaştırıp kovarlar.
Sonra da şöyle derler: ‘Bu, şeytanın arkadaşı olmuş ve sapıklığın
zirvesindedir. Allah’ın kulları için yarattığı süslü ve güzel şeyleri, helâl
yiyecekleri kendisine haram kılmıştır.’
Onlar
Allah’ın kitabını yanlış yorumlamışlar, Allah dostlarını hor görmüş, insanları
onlardan korkutarak uzaklaştırmışlardır.
Ey
Üsâme! Kıyamet günü insanların Allah’a en yakın olanı, dünyada uzun süre
üzüntü, açlık ve susuzluk çekendir. Onlar hayırlı (ahyâr) ve iyi
insanlar (ahyâr)dır. Siz onları gördüğünüzde tanımazsınız, ortadan
kaybolduklarında ise fark edilmezler. Gök ehli (melekler) onları bilir,
ama yeryüzü ehline gizli kalırlar. Bölge bölge insanlar onlara iştiyak duyar,
melekler onların etrafını kuşatır (onlara dua ederler). İnsanlar dünya
nimetlerinden bol bol yararlanırken, onlar açlık ve susuzluğu nimet görürler.
İnsanlar yumuşak (ve gösterişli) elbiseler giyerken, onlar sert ve kaba
giysiler giyer; herkes yumuşak yataklarda yatarken, onlar güvenli cepheleri ve
sağlam araçları yatak edinmişlerdir. İnsanlar gülerken, onlar ağlarlar.
Ey
Üsâme! Kıyamet günü en üstün şeref onların olmaz mı? Onları görmeyi çok arzu
ederdim. Yeryüzü onların esenlik alanıdır (onları her yerde görürsün), Cabbar
(olan Allah) onlardan razıdır. Allah’a yönelen kimse, onların yöneldiklerine
yönelir. Onlara muhalefet eden kaybeder. Yeryüzü onları kaybettiğinde ağlar.
Cabbar olan Allah, onlardan kimsenin bulunmadığı bir beldeye gücenir.
Ey
Üsâme! Bir köyde onlardan birini görürsen, bilesin ki o, orası için bir
güvencedir; içinde onlardan birinin bulunduğu bir topluluğa Allah azap etmez.
Ey
Üsâme! Onları kendine dost edin ki, belki onlarla beraber sen de kurtulursun.
Onların yolundan başka bir yola girmekten sakın. Yoksa ayağın kayar, ateşe
düşersin.
Ey
Üsâme! O insanlar, helâl yiyecek ve içecekleri bile terk etmiş, ahiret
iyiliğini istemişler, köpeklerin leşe koşup üşüştükleri gibi dünyaya (ve
dünyalık şeylere) saldırıp üşüşmemişlerdir. Onlar bellerini doğrultacak
(hayatlarını devam ettirebilecekleri) kadar yer, eski püskü giyinirler. Onları
dağınık ve üstü başı tozlu-topraklı görürsün. İnsanlar onları gördüklerinde
hasta zannederler. Halbuki onlar hasta değildirler. Onları deli zannederler,
halbuki onlar deli değildirler. Aslında onlar hakkında böyle düşünenlere bir
şey olmuş; onlar deli olmuşlardır. İnsanlar onların akıllarının gittiğini
zanneder, halbuki onların akılları yerindedir. Onlar kalp gözleriyle bakar ve
baktıklarında İlahî hikmeti görürler. Onlar dünyada, dünya ehli ile beraber
yürürken, akılları başlarında değildir (o anda bile İlâhî ve ulvî şeyler
düşünürler).
Ey
Üsâme! Bil ki, insanların akılları başlarından gittiği zaman bile, onlar
akıllarını kullanırlar. Onlara müjdeler olsun! Onlar varılabilecek en güzel
yere varırlar. En büyük şeref onların değil midir?”
Rivayet
edilir ki, onlardan biri halvet halinde (köşesine çekilmiş bir vaziyette) iken
şöyle dediği işitilmiştir:
“Ya
Rabbi! Hayatıma yemin olsun ki, benden gafil olunmadığı (Rabbimin beni her an
bildiği ve gördüğü) halde, ben (Ondan) nasıl gafil olurum? Önümde (hesabı) ağır
bir gün varken, hayattan nasıl zevk alırım? Günahımdan dolayı başıma ne
geleceğini bilmezken, üzüntüm nasıl uzun olmasın? Ecelimin ne zaman geleceğini
bilmezken, amelimi nasıl erteleyebilirim? Bir evim bile yok iken, dünyayı
nasıl mesken edinebilirim? Varıp sığınacağım asıl yer, başka bir yer olmasına
rağmen, dünyada nasıl mal biriktirebilirim? Oradan bana az bir şey yettiği
halde, ne diye ona (dünyaya) aşırı ilgi göstereyim? Orada durumum aynı kalmadığı
(sürekli değiştiği) halde, kendimi nasıl güvende hissederim? Başkalarına
bıraktıklarımın bana bir yararı olmadığını bile bile, niçin ona aşırı tamah
göstereyim? Benden önce onu (dünyayı) tercih edenleri, dünya kendinden
uzaklaştırıp kovduğu halde, ben nasıl onu tercih edebilirim? Oradaki sürem
hızla dolmadan, niçin amellerimi bir an önce yapmayayım? Zihnim işlemez hale
gelmeden önce, niçin nefsimi özgürlüğüne kavuşturmak için çalışmayım? Benden
ayrılacağını ve kopup gideceğini bile bile, niçin hâla ona hayranlık duyayım?”
“Şüphesiz
bu (anlatılanlar, önceki kitaplarda; îbrahim ve Mûsanın kitaplarında da vardır”[148]ayeti
Allah’ın resûlüne (as) sorulduğunda, O şöyle cevap verdi: “Onlarda şöyle yazıyordu:
Bir kimsenin cehennemden emin olmasına rağmen, nasıl gülebildiğine şaşarım. Bir
gün kendisine hesap sorulacağından emin olmasına rağmen, nasıl kötülük
işleyebilir? Hayret ederim. Kaderden emin olmasına rağmen, bedenini yormasına;
dünyayı ve onun insanları nasıl değiştirdiğini görmesine rağmen, dünyaya nasıl
o kadar bağlandığına şaşarım. Cennetin varlığına yakînen inanmasına rağmen,
niçin iyilik yapmadığına hayret ederim. Allah’tan başka ilah yoktur, Muhammed
Allah’ın elçisidir.”
Ebû
Zer’den rivayet edilmiştir ki o, Resûlullah’tan, kendisine tavsiyede
bulunmasını istediğinde Allah’ın elçisi şöyle buyurmuştur: “Sana takvâyı
(sakınmayı) tavsiye ederim. Çünkü takvâ her işin başıdır.”
Biraz
daha tavsiyede bulunmasını isteyince, buyurdu ki; “Allah’ı zikretmeni
öğütlerim. Çünkü o, her hayrın başıdır. Bir de Kuran okumanı. Çünkü okuduğun
Kuran, senin gökte nurun, yeryüzünde zikrindir.”
Biraz
daha tavsiye isteyince; “Cihad et. Çünkü cihad, bu ümmetin dünyayı önemsemediğinin
göstergesidir” buyurdu.
Biraz
daha isteyince dedi ki; “Kendinden aşağıdakilere bak, yukarıdakilere değil.”
“Biraz
daha” deyince; “Allah’ı zikir dışında, konuşmayı azalt. Çünkü şeytana ancak
öyle galip gelebilirsin” buyurdu.
Biraz
daha tavsiye isteyince; “Yoksulları sev ve onlarla beraber yaşa” dedi.
Ben
her defasında “Biraz daha’ dedikçe, O, sırasıyla aşağıdaki tavsiyelerde
bulundu:
“Dünyada
garip (yabancı) gibi ol. Nefsini ölüler arasında say.
Acı
da olsa, hakikati söyle.
Hiçbir
kınayıcının kınaması, seni Allah yolundan alıkoymasın.
Dünyada
belini doğrultacak kadar az yiyeceğe, avret mahallini öretecek kadar giysiye,
dinleneceğin kadar gölgeye razı ol.
Öfkeni
yen ve sana kötülük yapana sen iyilik yap.
Dünyayı
sevmekten (ve ona bağlanmaktan) sakın. Çünkü dünya sevgisi, bütün hataların
başıdır. Dünya, ona sahip olanı helâk eder. Ama dünyaya sahip olan, onu helâk
edemez.
İnsanlara
öğüt verdiğin gibi, nefsine de öğüt ver. Sende de bulunan şeylerden dolayı başkalarını
ayıplama.
Ey
Ebû Zer! Tedbir kadar değerli bir akıl yoktur (akıllı insan tedbirli olur).
Kendine yetecek kadarıyla yetinmek gibi bir verâ, güzel ahlâk gibi bir değer
yoktur.”
Yine
Resûlullah şöyle buyurmuştur: “Cenneti arzulayan kimse, hayırlı işlerde
yarışır. Cehennemden çekinen de şehevi arzularını zihninden çıkarır. Dünyaya
ilgisiz kalan kişi, musibetleri önemsemez.”
Denilir
ki, dünyaya ilgisiz kalmak (zühd), her hayrın anahtarı, dünyaya aşırı
ilgi göstermek ise her türlü kötülük ve günahın anahtarıdır.
Hikmetli
bir sözde şöyle denilmiştir: “Dünya bir köprüdür, onun üzerinden ahirete geçip
gidin. Onu imar etmeye çalışmayın. Çünkü siz ahiret için yaratıldınız, dünya
için değil. Dünya amel (çalışıp çabalama) yurdu; ahiret ise yapılanların
karşılığını görme yeridir. Orası varılıp ikamet edilecek son durak, nimetler
yurdu ve sonsuzluk diyarıdır.”
Bölüm:
İnsanın Sorumluluğunun Hikmet ve Güzelliği
Ey
kardeşim! Allah seni de bizi de kendi katından bir huzur ve mutluluk ile
desteklesin! Bil ki şânı yüce olan Allah, Hz. Musa b. İmran ile konuştu, ona
oniki bin kelimeyle kendini ifade etti ve her sözünün sonunda şöyle dedi: “Ey
Musa! Bana yaklaş ve değerimi bil. Ben Allahım. Ey Musa! Yarattıklarım arasında
niçin seninle konuştum? İsrailoğulları arasından elçiliğime niçin seni seçtim?
Biliyor musun?”
Musa
dedi ki; “Bana lütufta bulundun ey Rabbim!” Cenâb-ı Hak; “Kullarımın sırlarına
muttali oldum, bana karşı sevgide senin kalbinden daha saf hiçbir kalp
görmedim” buyurdu.
Musa
(as) dedi ki; “Ey Rabbim! Ben yok idim, beni niçin yarattın?” O da; “Senin
hakkında hayır diledim.” buyurdu. Musa; “ey Rabbim! Bana lütfettin” deyince,
Allah buyurdu ki: “Seni cennetime koyacak, meleklerimle beraber ‘ikram yurduna’
girdireceğim. Orada lezzet ve nimetler içerisinde, mutlu olarak ebediyen
kalacaksın.”
Musa;
“O halde yapmam gereken şeyler neler?’ diye sordu. Yüce Allah şu cevabı verdi:
“Dilin daima benim zikrimle meşgul olsun. Kalbin benim azametim karşısında
titresin. Bedenin bana hizmetle meşgul olsun. Cennete adımını atıncaya kadar
benim tuzağımdan emin olma.”
Hz.
Musa; “Ey Rabbim! Beni niçin Firavun ile imtihan ettin?” şeklinde sorunca,
Allah şöyle cevap verdi: “Seni kendim için seçtim ki senin dilinle
İsrailoğullarına hitap edeyim, kelâmımı onlara duyurayım, Tevrat’ın şeriatını
ve dinin sünnetini onlara öğreteyim. Hem onlara, hem de gerek onlardan, gerekse
başkalarından sana tâbi olan herkese ahiretin yolunu göstereyim.
Ey
Musa! İsrailoğullarına bildir ki, ben gökleri ve yeri yarattığımda, oralarda
yaşayacak sakinlerini de belirledim. Gök ehli, meleklerim ile bana isyan
etmeyen ve kendilerine emredileni yapan halis kullarımdır.
Ey
Musa! Benden İsrailoğullarına söyle ve onlara bildir ki, kim benim vasiyetimi
kabul eder, bana verdiği sözü yerine getirir, bana isyan etmezse, onu
meleklerimin rütbesine yükseltir, cennetime koyar, onları yapageldiklerinin en
güzeli ile ödüllendiririm.
Ey
Musa! İsrailoğullarına söyle ve benden onlara ilet ki, ben cinleri, insanları
ve bütün canlıları yarattığımda, dünya hayatının gereklerini onlara ilham ettim
ve yararlı olanı istemeleri, zararlı olandan kaçınmaları için orada nasıl
tasarrufta bulunacaklarını öğrettim. Onlar bunları, kendilerine verdiğim göz,
kulak, kalp, iyiyi kötüden ayırt etme yeteneği ve bilinç sayesinde yaparlar.
Aynı şekilde peygamberlerime ve seçkin kullarıma ilham ettim, onlara mebde
ve meâdı (başlangıç ve sonu), ahirette dirilmeyi öğrettim, ahiret yolunu
ve oraya nasıl varılacağını açıkladım.
Ey
Musa! Peygamberlerimle gönderdiğim vasiyetimi kabul etmelerini ve onu yerine getirmelerini
İsrailoğullarına söyle. Onlara şunların garantisini ver: Hem dünya hem de
ahiret işlerine dair ihtiyaç duydukları her şeyde ben onlara yeterim. Kim
olursa olsun, insanoğlu bana verdiği sözü yerine getirirse, ben de onlara
verdiğim sözü yerine getirir, karar yurdu olan ahirette onları peygamberlerim
ve meleklerimle beraber haşrederim.”
Musa;
“Ey Rabbim! Bizi cennette yaratsaydın ve dünya sıkıntılarından, belâ ve
musibetlerinden korusaydın, bizim için daha hayırlı olmaz mıydı?” deyince, Yüce
Allah şöyle buyurdu:
“Ey
Musa! Bu dediğini babanız Âdem’e yaptım. Fakat o, benim hakkımı ve nimetimin değerini
bilmedi. Vasiyetimi korumadı. Bana verdiği sözü yerine getirmediği gibi, bir de
isyan etti. Ben de onu oradan çıkardım. Tevbe edip bana dönünce, ben de onu
tekrar cennete geri döndüreceğimi vaat ettim ve vasiyetimi kabul edenler ile
bana verdikleri sözü yerine getirenler dışında, onun zürriyetinden hiç
kimsenin cennete giremeyeceğine dair kendi kendime karar verdim. Benim sözüm
zalimleri kapsamaz. Kibirlenenler de cennetime giremez. Çünkü ben orayı,
yeryüzünde büyüklük taslamak ve fesat çıkarmak istemeyenler için yarattım.
Akıbet, takvâ sahiplerinindir.
Ey
Musa! Kullarımı çağır ve onlara nimetlerimi hatırlat. Çünkü onlar benden,
sadece geçmiş ve gelecekteki, bu dünyada ve ahiretteki hayırları hatırlarlar.
Ey
Musa! Benim cennetimi kaçıranlara yazıklar olsun. Ondan yararlanmadıkları için
onlara yazıklar olsun. Pişmanlık için de artık çok geç.
Ey
Musa! Cenneti, gökleri yarattığım gün yarattım. Onu en güzel renklerle
süsledim. Cennet ehlinin nimetlerini ve sevincini; mutluluk ve gönül rahatlığı
olarak belirledim. Eğer dünya ehli onu uzaktan bir defa görse, artık dünya
hayatından kesinlikle zevk almazlar.
Ey
Musa! Orası benim dostlarım ve salih kullarım için hazırlanmıştır. Ona
kavuşacakları gün esenlik dilekleri ‘selâmdır. Onlara müjdeler olsun. Varılacak
ne güzel yerdir orası.”
Musa
dedi ki; “Ey Rabbim! Cenneti çok arzuladım. Görebilmem için onu bana gösterir
misin?” deyince Allah Teâlâ; “Ey Musa! Onu gördükten sonra, dünya hayatı artık
sana hiç zevk vermez. Sen dünyada belirli bir süre kalacaksın. Ruh bedenden
ayrıldığında onu görür ve ona ulaşıp girersin. Yer ve gökler var olduğu sürece
orada kalırsın. Acele etme ey Musa! Sana emrettiğim şekilde ameller işle. Sana
müjdelediğimi İsrailoğullarına da müjdele. Onları da cennete çağır. Oraya
rağbet etmelerini, dünyayı ise önemsememelerini söyle” buyurdu.
Bölüm
Ey
kardeşim! Bil ki, dünyaya rağbet, ahiret talebi (ahireti istemek) ile bir arada
bulunmaz. Ahireti önemsemeyen, dünyaya rağbet eder; ahirete rağbet eden ise
dünyayı önemsemez (dünyada zâhidçe yaşar). Mesih (as), İsrailoğullarına yaptığı
vaazlardan birinde şöyle demiştir: “Biliniz ki, ahiretiniz ile dünyanız
(arasındaki ilişkinin) örneği, doğu ile batı (arasındaki ilişki) gibidir.
Batıya yöneldiğiniz oranda doğudan uzaklaşırsınız. Doğuya yöneldiğiniz oranda
da batıdan uzaklaşırsınız.”
İsrailoğullarına
gelen kitapların birinde şöyle denilmiştir: “Sizi ahirete yönelmeye teşvik
ettik, fakat bunu yapmadınız. Dünyayı önemsememeye (dünyada zâhidçe yaşamaya)
teşvik ettik, onu da yapmadınız. Sizi cehennem ile korkuttuk, fakat
korkmadınız. Cennete teşvik ettik, arzu etmediniz. (Yaptıklarınızdan dolayı)
sizi azarlayıp kınadık, (pişmanlık duyup) ağlamadınız. Gaflet uykusundakilere
müjdele ki, Allah’ın uyumayan bir kılıcı vardır. O da cehennem ateşidir.”
Yüce
Allah şöyle buyurur: “Ey insanoğlu! İyiliğim sana sürekli inmekte, ama senden
bana kötülük yükselmektedir. Seni ihtiyaç sahibi olmaktan kurtarmakla, sana
olan sevgimi gösterdim. Sen ise (sürekli) günah işlemek suretiyle bana buğz
ediyorsun (düşmanlık ediyorsun). Gün geçmiyor ki, değerli bir melek bana senin
çirkin fiillerini getirmiş olmasın.
Ey
insanoğlu! Benden korkmuyor musun? Seni her an gördüğümü bilmiyor musun?
Ey
insanoğlu! Yalnız kaldığın zamanlarda ve haram arzuların kabardığında beni
hatırla ve benden o arzuları kalbinden çekip almamı, seni günahtan korumamı,
seni ondan nefret ettirmemi, bana itaat etmeyi sana kolaylaştırıp sevdirmemi ve
onu sana güzel göstermemi iste.
Ey
insanoğlu! Benden yardım isteyesin ve benim ipime sımsıkı sarılasın, kendini
benden dolayı doygun hissedip benden yüz çevirmeyesin, sonunda ben de senden
yüz çevirmeyim diye sana bazı şeyleri emrettim, bazı şeyleri de yasakladım.
Benim sana ihtiyacım yok. Ama sen bana muhtaçsın. Seni dünyada yarattım ve onu
(dünyayı) senin emrine verdim ki, benimle buluşmaya hazırlanasın. Bana gelişin
için dünyadan azık hazırlayasın, benden yüz çevirmeyesin ve dünyaya çakılıp
kalmayasın.
Ey
insanoğlu! Bil ki, ahiret yurdu senin için dünyadan daha hayırlıdır. Benim
senin için seçtiğimin tersini (dünyayı) seçme. Bana kavuşmayı kötü görme. Kim
bana kavuşmak istemezse, ben de ona kavuşmak istemem. Kim bana kavuşmaktan
hoşnut olursa, ben de ona kavuşmayı arzularım.”
Bölüm:
Çeşitli Öğütler
Ey
kardeşim! Allah seni de bizi de kendisinden bir huzur ve mutluluk ile
desteklesin. Gördüğün dünyevi olaylar üzerine bir düşün. Orada yaşayanlarda gün
be gün, an be an gözlemlediğin olaylardan ibret al. Bu risâlede Allah’ın
Peygamberlerine, evliyâullaha ve Onun salih kullarına dair anlattığımız
hikâyeler, onların güzel ahlâkı, âdil yaşam tarzı ve güzel davranışları üzerine
bir düşün. Onlara uymaya ve onların gittiği yola girmeye çalış. Allah’tan
yardım dile ve Ondan başarı iste. Bir bak; eğer en yüksek derecelere layık
isen, daha aşağısına razı olma. Onlara muhalefet etmekten ve onlara uymayı
terk etmekten sakın. Çünkü onlar, hidayet imamları ve karanlığın lambaları,
Allah yoluna hikmet ve güzel öğütle çağıran davetçi ve rehberlerdir. Onlar
Allah’ın insanlara (gönderdiği) deliller ve seçkin kullarıdır. Onlara uyan
kurtulur, onların yoluna muhalefet eden ise kaybeder. Onlar Allah’ın temiz kulları
ve yarattıkları arasından seçtiği hayırlı insanlardır.
Ey
kardeşim! Bil ki, aziz ve çelil olan Allah ile yaratıklarından hiçbiri arasında
herhangi bir yakınlık yoktur. Fakat kullarının O’nun katında en değerli olanı;
takvaca en üstün olandır. Onun en çok sevdiği kul; O’na en itaatkâr olan, O’nu
en çok zikreden, işlerini en akıllıca yapan, en iyi çalışan, dünyadan ahirete
gitmeye en hazırlıklı olan ve en fazla ahiret azığı biriktirendir.
Yine
bil ki, dünyada yiyecek endişesi en az olan ve kalbi en rahat olan kimse,
dünyada zühdü tercih edendir. O halde ey kardeşim! Elini çabuk tut ve ahiret
yolu için dünyada azık hazırla. Şüphesiz en iyi azık, takvadır. Ömrün sona
ermeden, ecelin gelmeden ve ölüm yaklaşmadan, hayırlı işlerde yarış, en iyi
dereceler için rekabet et.
Ey
kardeşim! Bil ki, insanın en hayırlı kurtuluş yolu akıldır. En üstün özelliği
ise ilimdir. Her şeyin kendine ait bir özelliği vardır. Aklın özelliği;
hakikatleri bilmesi, mükemmel bir (iyiyi kötüden) ayırma (temyiz)
yeteneğine, âdil bir yaşam ile iyi bir seçim gücüne (ihtiyar) sahip
olmasıdır. Şimdi, eğer akıllı isen düşün ve işlerin en faziletlisini, ahlâkın
en güzelini, amellerin en hayırlısını, derecelerin en üstününü, yararlı
şeylerin en genel ve en devamlı olanını tercih et.
Ey
kardeşim! Bil ki, ahiret dünyadan daha hayırlıdır. Ahiret ehli de dünya
ehlinden daha üstün; onların ahlâkı dünya ehlinin ahlâkından daha güzel; yaşam
tarzları onların yaşam tarzlarından daha doğru; dereceleri daha üstün;
nimetleri sürekli, sevinçleri sonsuz, yaşayacakları lezzetler de daha saf ve
temizdir.
Şimdi
dikkatle düşün. Hangisini tercih edeceksin? (O tercihinin sonucu) nasıl olacak?
Hangisini yapacaksın? Yoksa bir tercihin olmayacak mı?
Eğer
akıllı isen, tercihini ahiretten yana kullan. Artık doğruyu eğriden ayırıyor;
dalâletihidayeti biliyor; doğruyu yanlıştan ayırt ediyorsun. Hakkı-bâtılı
öğrendin; hastalıktan kurtuldun. Uyaran kişi, artık bundan sonra mazeret kabul
etmez.
“Allah,
gerekli olan emri yerine getirmesi, helak olanın açık bir delille (gözüyle
gördükten sonra) helak olması, yaşayanın da açık bir delille yaşaması için
(böyle yaptı).”[149]
“Peygamberler
(elçiler) gönderdik ki insanların peygamberlerden sonra Allah’a karşı bir kanıtı
olmasın.”[150]
“Peygambere
(elçiye) düşen (görev), ancak tebliğ etmektir."[151]
Ey
kardeşim! Şimdi bak bakalım; buraya kadar anlattığımız özelliklerden sonra konu
senin için netleşmediyse, sana sunduklarımız seni gaflet ve cehalet uykusundan
uyandırmadıysa, anlattıklarımız sana şifa olmadı, fayda vermediyse, bunun
sebebi, senin ahiret hakkında cahil ve gafil, mağrur dünya ehlinin
taşkınlığına kapılarak, o halinde ısrar etmen ve şöyle demendir: “Benim de
onlara uymam, onların gururuna ortak olmam, onların yöneldikleri şeylerde benim
de onlarla yarışmam gerekir.”
(Anlattıklarımızın
sende etkisi olmamasının başka bir sebebi;) onların kötü ahlâkının, koyu
cehaletlerinin, bozuk fikirlerinin, kötü amellerinin, çirkin fiillerinin, zulme
dayalı bir yaşam tarzının, kötü işlerinin, değişken durumlarının, farklı
tasarruflarının, birbirilerine düşmanlık besleme, birbirlerini kıskanma ve
birbirlerine karşı haddi aşma gibi çelişkili ilişkilerinin, bu değersiz
dünyaya ait şeylerle gururlanıp övünmelerinin ve dünyevi şeylere aldanmalarının,
süslü sözlerle birbirlerini aldatmalarının ve hileli sözlerle itibar
kazanmalarının senin hoşuna gitmesidir. Halbuki onların kalplerini ihanet,
aldatma, haset, kibir, kıskançlık, tamah, kin, düşmanlık, kınama ve hile gibi
kötü duygular kaplamıştır. Bunlar, dinleri taassup, inançları münafıklık,
amelleri riya, tercihleri dünyevî arzular olan bir topluluğa benzer. Yine onlar
imkânsız olduğunu bildikleri halde, dünyada ebedi kalmayı temenni eder, yiyemeyecekleri
şeyleri biriktirir, içinde oturamayacakları evler yapar,
gerçekleştiremeyecekleri şeylerin peşinde koşar, haramdan kazanır, günah yolda
harcarlar. İyiliğe engel olur, her türlü kötülüğü işlerler. Onlar ne yapacağını
bilmeyen sarhoşlar gibidirler. Azgınlıkları içinde debelenip dururlar. Çağrıya
kulak vermez, doğru yolu göremezler. Öğüt ve hatırlatma, emir ve yasak, vaat ve
sakındırma, teşvik ve uyarı, kınama ve tehdit de onlara fayda vermez. Aksine
onların, dipsiz kuyularında çırpındıklarını ve azgınlıkları içinde
debelendiklerini görürsün. (Uyarılara) aldırmaz ve arkalarını dönüp giderler.
Ahiretten yüz çevirir, köpeklerin leşe koşup saldırdıkları gibi dünyaya
sarılırlar. Kendilerini arzularına kaptırmışlar, namazlarını terk etmişlerdir.
Öğüt dinlemezler. Hatırlatma da onlara fayda vermez. Şüphesiz onlar (dünyada)
biraz daha oyalanacak, ondan biraz daha yararlanacaklar, sonra isteseler de,
istemeseler de bir gerçek olan ölüm anı gelecek, kendilerine rağmen
sevdiklerinden ayrılacaklar, biriktirdiklerini başkalarına bırakacaklardır.
(Kaderin
cilvesine bakın ki, böyle mal biriktirip de ölen) birinin malından kocasının
helâlliği, oğlunun karısı, kızının kocası ve mirasının asıl sahibi yararlanır.
Onlar sevinir, ama o buradan büyük veballerle ayrılmıştır. Günahları sırtında
ağır bir yüktür. Kendi elleriyle kazandıklarıyla azap görecektir. Yazıklar
olsun onlara! Artık onlar için kıyamet kopmuştur.
Ey
kardeşim! Allah sana doğruyu bulmanı nasip etsin. Seni de, hangi beldede olursa
olsun, bütün kardeşlerimizi de doğruya yönlendirsin. Şüphesiz O, kullarına
karşı çok merhametlidir.
Ahlâk
Risâlesi (Risâletü’l-ahlâk) burada bitti. Allah’a hamd olsun.
Cevherinin
safiyeti ile hikmet kaynaklarını ortaya çıkaran, başlangıcını ve kaynağını
inkâr edenlerin burunlarını yere sürten, dinin anlaşılmayan yönlerini fasih bir
dille açıklayan Resûlü’ne ve O’nun ailesine salât ve selam olsun.
Allah
bize yeter. O ne güzel vekil, ne güzel dost (ve koruyucu), ne güzel
yardımcıdır. Gerçek güç ve kudret, ancak yüce ve azametli olan Allah’ındır.
Matematik
Kısmının Onuncu risâlesi[152]:
İsagoci[153]
Rahman
ve Rahim olan Allah’ın adıyla!
E |
y
iyiliksever ve merhametli kardeşim! Allah seni ve bizi katından bir ruh ile desteklesin!
İnsan,
ay feleğinin altındaki varlıkların en değerlisi, bilimler, sanatlar insanın
erdeminden ve konuşma {nutuk) da beşerî sanatların en değerlisinden
olunca nutkun mahiyetini, niceliğini ve niteliğini açıklamak istedik. Nitekim,
insanın tanımında, “konuşan (nâtık) ölümlü canlıdır” denildiği gibi,
insan konuşma (nutuk) sayesinde diğer canlılardan ayrılır. Çünkü diğer
canlıların tümü konuşamayan (nutuk etmeyen) ölümlü canlılardır. Yine konuşma (nutuk),
beşeri sanatlardan rûhâni alana en yakın olanıdır. Bunun nedeni şudur: Sanatlar
Risâlesi nde açıkladığımız gibi, diğer sanatlarda konular doğal cisimlerdir
ve onların hepsinin konusu cismânî cevherlerdir. Mantıkta (nutk) ise
konu canlı ve tikel olan nefsin cevherleridir ve konuşmanın (nutk)
nefislerdeki etkisi rûhânidir. Tıpkı ödül, ceza, yönlendirme, sakındırma,
övme-yerme gibi. Zira bunların delili, sözün nefislerdeki etkileri çeşidinden
açıklanan şeydir, tıpkı cisimlerin birbirlerini etkileme çeşidinden görülen
şeyler gibi.
Cisimlerin
birbirlerine sözü edilen bu etkileri iki türlüdür: Yıkıcı ve yapıcı olanlar.
Buna göre yapıcı olanı, mesela, canlıların bedenlerini yapan yiyecek ve içecek
gibi olan ve hasta bedenleri iyileştiren ilaçlar ve yararlı şeylerdir. Bozucu
olan ise mesela, canlıların ve bitkilerin bedenleri helak eden ateş, kılıç ve
bıçak darbesi ve canlıların bedenlerini helak eden cisimlere benzeyen
şeylerdir. Tıpkı bunun gibi nefislerde bulunan kelâm ve sözlerin hükmü de
yapıcı ve yıkıcı olmak üzere iki türlüdür. Yapıcı olanı, mesela, nefisleri
güzel huylara yönlendiren güzel ve yüceltici, teşvik edici sözlerdir. Yine
nefisleri kötü huylardan ve çirkin fiillerden alıkoyan öğütler ve ödüller vaat
eden sözler gibi olan şeylerdir. Nefisler için yıkıcı olan sözler ise,
nefisleri düşmanlık ve nefrete sevk eder. Sövme, meydan okuma ve çirkinlik
yaptıran sözler bunlardır. Nitekim nice sözler vardır ki bozgunculuk ve savaşı
körükler. Kargalarla baykuş arasındaki düşmanlığın sebebi, baykuşu kral
seçmek üzere kuşlar toplandığında, kanaryanın söylediği bir sözdür,
örneğinde söylenildiği gibi. Nice söz vardır ki, o, ordu komutanına yetecek
cesareti gönüllerde sabit kılan bir sözdür. “Kalemlerin geri getirdiğine
kılıçların helâk ettiği şeyle ulaşılamaz” kasidesinde de söylenildiği gibi,
savaş ateşlerini söndürür. Yine nutkun erdemindendir ki o, neredeyse;
sayıların sayılanlara uygun (mutabık) olması gibi; varlıkların tümüne
uygun (mutabık) olacaktı. Bunun delili, bilgisinin derinliğine aziz ve
yüce Allah’tan başka hiç kimsenin ulaşamayacağı kadar dillerin çok olması,
sözlerin muhtelif olması ve sözlerin çekimlerinin (dil yapısının) çeşit çeşit
olmasıdır.
Şimdi
biz öğrencileri konuya yaklaştırmaya ve mantık araştırmacılarına onların manalarını
anlamayı kolaylaştırmak için bu sözlerden bir bölümünü anlatmak istiyoruz.
Bölüm:
Mantığın Türetilmesi ve Nutkun İkiye Bölünmesine Dair
Ey
kardeşim! Allah seni ve bizi kendinden bir ruh ile desteklesin! Bil ki mantık,
“nutketti, nutkediyor, nutketmek” anlamındaki nataka/nutk kelimesinden
türetilmiştir. Nutuk ise insan nefsinin fiillerinden bir fiildir. Bu fiil, biri
düşünce, diğeri sözle ilgili olmak üzere iki çeşittir. Söz yani lafızla ilgili
olan nutuk; duyularla algılanan ve cisme ait olan bir durumdur. Düşünce ile
ilgili olan nutuk ise akıl ile algılanan rûhâni bir durumdur. Bu şundandır:
Lafızla ilgili olan nutuk, yalnızca işitilen ve birtakım heceleri olan
seslerden ibarettir. Bu sesler, bedenin bir uzvu olan dilden ortaya çıkarlar
ve diğer bedenlerin uzuvları olan kulakların işitilmesine doğru gelip giderler.
Mantığın bu türünde araştırma ve inceleme yapmaya, onun çekimlerinin nasıl
olduğuna ve delâlet ettiği manâlara dair bilgi vermeye “lügavi mantık ilmi” adı
verilir. Rûhâni ve akıl ile algılanan bir durum olan düşünce ile ilgili nutuk
ise eşyanın (şeylerin) zatındaki (kendiliklerindeki) manasını nefsin tasavvur
etmesi ve cisimlerin kendi cevherlerindeki betimlerini bilmesi ve nefsin kendi
düşüncesinde tanım ve betimin arasını ayırt etmesidir. İnsan bu nutuk ile
tanımlanıp “insan; canlı, nâtık ve ölümlüdür” denilir. Dolayısıyla insanın
nutketmesi ve canlılığı nefis, ölümü ise ceset yönündendir. Çünkü nefis ve
bedene ancak birlikte insan adı verilir.
Bil
ki, bu nutka dair araştırma ve inceleme yapmak, nefsin duyular yoluyla
varlıkların kendiliklerindeki manâlarını nasıl idrak ettiğinin bilgisini, vahiy
ve ilham adı verilen akıl açısından nefsin düşüncesinde bu manaların nasıl
içselleştirildiğini ve bu manaların herhangi bir dilin lafızlarıyla nasıl
anlatıldığını araştırmaya, “felsefi mantık ilmi” adı verilir. Lafızla ilgili
nutuk, cisimsel, apaçık ve duyularla algılanan bir durumdur. Dil, her bir
insanın kendi nefsinde bulunan manaları kendisine soran ve hitap eden başka
insanlara anlatması için insanlar arasında vazedilmiştir. Bu sebeple
öğrencilerin felsefi mantık ilmini anlamalarını ve araştırmacıların da
düşünmelerini kolaylaştırmak için bu mantığın bir kısmını giriş mahiyetinde
olmak üzere anlatmayı gerekli gördük. Diyoruz ki, nutuk lafzı, alfabe harflerinden
oluşturulan birtakım lafızlar olunca öncelikle harfleri anlatmayı gerekli
gördük. Harfler, düşünce, söz ve yazıyla ilgili olmak üzere üç nevidir.
Düşünceyle ilgili olan harf, manaları lafızlarla dışarı çıkarılmadan önce
nefislerin cevherlerinde ve düşüncelerinde tasavvur edilen rûhâni bir sûrettir.
Söz/sözcükle ilgili olan harfler ise havada taşınıp kulaklar yoluyla işitme
duyusu tarafından işitilen birtakım seslerdir. Nitekim biz bunu Hisseden ve
Hissedilen Risalesinde (el-hâss ve’l-tnahsûs) açıkladık. [392] Yazı ile
ilgili olan harfler ise defterlerin içinde ve levhaların yüzeyinde kalemlerle
yazılmış, gözler yoluyla görme gücü tarafından idrak edilen birtakım
nakışlardır. Bil ki yazıyla ilgili harfler yalnızca sözle ilgili harfleri
göstermek üzere konulmuş birtakım işaretlerdir. Lafızla ilgili harfler ise
düşünceyle ilgili harfleri göstermek üzere konulmuş birtakım işaretlerdir.
Öyle ise aslolan düşünce ile ilgili olan harflerdir.
Şüphesiz
kelâm, gönüldedir
Lisan
ancak gönüldekine delil kılınmıştır.
Düşünceyle
ilgili harflerin mahiyetini başka bir fâsılda açıklayacağız.
Bil
ki, lafızla ilgili harfler, ancak kalpte bulunan doğal sıcaklığın
serinletilmesinden sonra akciğerden çıkan nefes sırasında dil ve dudaklar
arasında gırtlak ve yutakta meydana gelen birtakım seslerdir. Bunlar Arap
dilinde yirmi sekiz harftir. Diğer dillerde ise bazen daha fazla veya daha az
olabilir. Şüphesiz Dillerin Farklılığı Risâlesi’nde (Risâletü
ihtilâfi’l-luğât) bunun nedenini açıklamıştık. Bil ki, lafızlar harflerin
bir araya getirilmesinden oluşur. İsimler birbirini izlediğinde kelâm,
kelimeler söz dizimine göre dizildiklerinde sözler meydana gelir. Sözler ise
nazım ve nesir olmak üzere iki nevidir. Nazım yani ölçülü sözler; şiir, vecize
ve uyak gibi olan sözlerdir. Nesir de fesahat-belağat ve muhataba-muhâverâ
tarzında olmak üzere iki nevidir. Hitap ise husumet ve kanıt
isteme olmaksızın ihtiyaçlarını talep etme hususunda insanların kendi
aralarında konuştukları şey, kanıtlar ve burhânlar isteyerek insanların kendi
davaları ve husumetleri konusunda konuştukları şey olmak üzere iki nevidir.
Davalar ve husumetler ise ya dünya işleri veya din, mezhep ve bilimle ilgili
işlere dair olmak üzere iki nevidir. Dünya işleri konusundaki davaların doğru
(geçerli) olduğuna dair burhânlar, ancak şâhitlik, sözleşme ve yazılı belgelerle
ölçülünce olur. Dinler, mezhepler ve bilimlerle ilgili işlere dair davaların
doğru (geçerli) olduğunun burhânları ise ancak İlâhî hitaplarda yazılı olan
şeyleri şahit göstermek ve şeriat sahiplerinin haber vermesi, veya basımların
icma etmesi veya hakkın mizânı olan sahih kıyas ile akılların şahitlik etmesi
yoluyla olur.
İnsanlar
ölçülecek ve tartılacak şeylerin ölçüleri konusunda göz kararıyla tahmin etmede
ihtilafa düşünce, göz kararıyla ölçme sırasındaki ihtilafı ortadan kaldırmak
için, ölçüler ve tartılar vazetmek durumunda kaldılar. Aynı şekilde âlimler
duyuların algılamadığı şeyler üzerine tahmin ve göz ucuyla verdikleri hükümde
ihtilafa düşünce, bu durum onları araştırma sırasında tahminin sebep olduğu
ihtilafı ortadan kaldırmak için, birtakım kıyaslar vazetmeye götürdü. Ölçü ve
tartının doğruluğu (sıhhat) konusunda duyarlı ölçüler türünden birtakım
şartlara, ölçü ve tartıların doğruluğuna ve ölçü ve tartının doğruluğunun
bunlara göre ayarlanmasına gerek duyulmuştur. Aynı şekilde hakkı batıldan,
doğruyu yanlıştan ve hayrı şerden ayırt etmek için gerekli olan kıyasların
hükmü de böyledir; bunlarla ilgili doğru (geçerli) hüküm vermek için de
birtakım şartlara ihtiyaç duyulur. Şüphesiz bu şartlar uzun açıklamalarla
felsefi mantık kitaplarında anlatılmıştır. Fakat öğrencilerin kıyasları
anlamasını sağlamak için bu risâlede bir parça bunları anlatmak istiyoruz.
Şimdi nefislerin düşüncelerinde bulunan manâları gösteren lafızları anlatmaya
dönüyoruz.
Bölüm:
Manaları Gösteren Lafızlara Dair
Öncelikle
isim nedir? İsimlendiren (müsemmâ) nedir? İsimlendirme (tesmiye)
nedir? İsimlendirilen nedir? Ve yine deriz ki: Niteleyen kimdir? Nitelemek
nedir? Nitelenen nedir? Nitelik nedir? Ve yine nitelik veren kimdir? Nitelik
verilen nedir? Nitelik vermek nedir?
Bunların
açıklaması şudur: Zamana bağlı olmadan herhangi bir manaya delâlet eden her
lafız isimdir. İsim veren, söz söyleyendir. İsim verme, söz söyleyenin sözüdür.
İsim verilen, işaret edilen manadır. Niteleyen, söz söyleyendir. Nitelik, söz
söyleyenin sözüdür. Nitelenen, işaret edilen zattır. Niteleme, nitelenenle
ilgili bir manadır. Nitelik veren söz söyleyendir. Nitelik verme, söz
söyleyenin sözüdür. Nitelik verilen, işaret edilen zattır. Nitelenen ilgili bir
niteleme olduğu gibi, nitelik verilenle alakalı bir manaya delâlet eden nitelik
vermenin dördüncü bir lafzı yoktur.
Bölüm:
Altı Lafza Dair
Bil
ki, filozofların sözlerinde ve insanların düşüncelerindeki manalara işaret
etmede kullandıkları lafızlar altı nevidir. Bunların üçü nitelenenler olan
nesnelere ve diğer üçü ise nitelikler olan manalara delâlet ederler. Buna göre
nitelenenlere delâlet eden üç lafız, filozofların “şahıs, nevi ve cins”
sözleridir. Niteliklere delâlet eden üç lafız ise onların “fâsıl, hâsse ve
araz” sözleridir.
Bu
lafızların manalarının açıklaması ise bize göre şöyledir. Şahıs, kendisi
vasıtasıyla başka varlıklardan ayrılan ve beş duyudan biriyle idrak edilen
müfred (tek) bir varlığa işaret edilen her lafızdır. Mesela, bu adam, bu kurt,
bu ağaç, bu duvar, bu taş şeklindeki sözün ve kendisiyle somut ve tek olan bir
şeye işaret edilen ve bu lafızlara benzeyen şeyler gibi. Nevi, bir tek suretin
toplamına aldığı bir çokluğa işaret eden her lafızdır. Mesela insan, at, deve,
koyun, inek, balık sözün gibi. Kısaca suretleri aynı olan pek çok şahsı içine
alan her lafız.
Cins
ise suretleri muhtelif alan bir çokluğa işaret eden her lafızdır. Bu suretlerin
tümünü başka bir suret içine alır. Canlı, bitki, ürün, tane ve bunlara benzeyen
lafızlar gibi. Bunlardan suretleri muhtelif olan toplulukları içine alan her
bir lafızdır. Zira senin “canlı” şeklindeki sözün, bütün insanları,
yırtıcıları, kuşları, balıkları, suda yaşayan canlıların hepsini içine alır.
Çünkü bunların hepsi, “canlı” lafzının içine aldığı muhtelif suretlerdir. Canlı
ise cismi tamamlayan ruhani bir surettir.
Filozofların
“fâsıl”, “hâsse” ve “araz” sözleri ise cinsleri, nefisleri ve şahısları
niteleyen sıfatları gösteren lafızlardır. Bil ki, nitelikler üç tanedir.
Onlardan biri, kendisi yok olunca nitelenenin de yok olduğu niteliklerdir.
Bunlara zati ve cevheri fâsıllar (ayırıcılar) adı verilir. Ateşin
sıcaklığı, suyun ıslaklığı, taşın kuruluğu ve bunlara benzeyen şeyler gibi.
Bunun nedeni şudur: Ateşin sıcaklığı yok olunca ateşin varlığı da yok olur.
Suyun ıslaklığı ve taşın kuruluğunun hükmü de böyledir. Nitelenen için hükmü
böyle olan her niteliğe zati ve cevheri fâsıl adı verilir. Bu
niteliklerden bir kısmı var ki kendileri yok olunca nitelenen yok olmaz. Fakat
bu niteliklerin yok olması yavaş yavaş olur. Tıpkı ziftin siyahlığı, karın
beyazlığı, balın tatlılığı, misk ve kâfûrun kokusu ve bunlara benzeyen yavaş
yavaş yok olan nitelikler gibi. Fakat ziftin siyahlığı, karın beyazlığı yok
olunca bunların cevherlerinin de yok olması zorunlu değildir. İşte bunun gibi
olan niteliklere hâssiyye adı verilir. Bunlardan hızlıca yok olan niteliklere
ise araz adı verilir. Utanmadan dolayı olan kızarma, korkudan dolayı
sararma gibi, ayakta durma, oturma, uyuma, uyanma gibi ve bunlara benzeyen
niteliklere araz adı verilir. Çünkü bu nitelikler bir şeye araz olur (sonradan
gelir) ve o şey yok olmaksızın, bu nitelikler o şeyden yok olurlar. Yok olması
yavaş yavaş olan niteliklere hâssiyye (özellik) adı verilir. Çünkü
bunlar şu ya da bu neviden bir neve özgü kılınmış olan niteliklerdir.
Zati
ve cevheri niteliklere fâsıllar adı verilir. Çünkü fâsıllar cinsi ayırır
ve onu neviler kılar. Bil ki, hâssiyye adı verilen nitelikler dört nevidir. Bir
kısmı kendisine başka bir türünde ortak olduğu bir neve ait hâsse olan
niteliktir. Diğer canlılar arasında insanın iki ayaklı olması hâssesi gibi,
fakat insanın bu hâssesine kuşlar da ortaktır. Bir kısmı, başka bir nevin ortak
olmadığı bir neve ait olan hâssedir. Fakat bu türün bütün şahıslarında bu hâsse
bulunmaz. Tıpkı yazı yazma, ticaret yapma ve diğer sanat, ustalıklar gibi. Bu
nitelikler, yalnızca insan nevine ait olan bir hâssedir. Fakat bu hâsse her bir
insanda bulunmaz. Bu niteliklerin bir kısmı, nevin şahıslarının her birinde
bulunan hâssiyyedir. Fakat bu hâsse, her vakit var olmaz. Tıpkı saçların beyazlığı
gibi, doğru bu nitelik, canlılar arasında insana ait bir hâssiyyedir.
Fakat
bu nitelik ancak ömrün sonunda var olur. Bu niteliklerden bir kısmı başkasında
değil yalnızca bir neve ait olan hâssiyyedir. O nevin her bir şahsında her bir
vakitte bulunur. Bu niteliğe hâssenin hâssesi adı verilir. Gülmek ve ağlamak
gibi. Gülmek ve ağlamak, diğer canlıların değil yalnızca insanın hassesidir.
İnsanın her bir şahsında ve her vakitte bulunur. Bunun nedeni gülme ve
ağlamanın doğduğu zamandan öldüğü zamana kadar insanda bulunmasıdır. Atın
kişnemesi, eşeğin anırması, köpeğin uluması da böyledir. Kısaca hiçbir canlı
türü yoktur ki yalnızca o türe özgü olan bir hâsse bulunmasın. Her bir varlığı
başkasından ayıran ve resimler adı verilen bir hâssesinin olmasının hükmü
de böyledir, bu hâssenin bilinip bilinmemesi arasında fark yoktur.
Bil
ki cinsler, fâsıllarla bölünür ve türler olur ve türler fâsıllarla tanımlanır.
Çünkü türler, onlardan mürekkebtir ve türler resimlerle ihtilaf eder ve
birbirlerine muhalif olurlar. Yani hâssenin hâssesiyle ihtilaf ederler. Arazlar
ile ki, onlar yavaş yavaş yok olan hâsselerdir, tek bir türün altındaki
şahıslar muhtelif olurlar. Tıpkı mavi ve şehla gözlü, eğri ve kartal burunlu,
zayıf ve şişman olma, uzun ve kısa boylu ve insan şahıslarını muhtelif kılan ve
onları birbirinden ayıran bunlara benzeyen nitelikler gibi. Bütün bunların
hepsi yavaş yavaş zail olan sıfatlardır. Arazlar nedeniyle şahısların halleri
muhtelif olur. Tıpkı ayakta durmak, oturmak, öfkelenmek ve hoşlanmak gibi. Sürekli
olmayıp peşisıra zıddı gelen sıfatlar türünden bunlara benzeyen şeyler de
böyledir.
Bil
ki, cinse ait her nitelik cinsin türlerinin hepsinde bulunur. Nevin her sıfatı,
zorunlu olarak nevin şahıslarının hepsinde bulunur. Fakat şahsa ait her sıfatın
şahsın nevinin hepsinde ve nevin sıfatının, nevin cinsinin hepsinde bulunması
zorunlu değildir.
Bölüm:
Şeylerin (Eşya) Hepsinin Suretler ve
‘Âyınlar (Türler ve Bireyler) Oluşu Hakkında
Biz
giriş mahiyetinde olmak üzere lafızla ilgili mantığın (el-Manttku’l-lafzî)
bir kısmını anlatmıştık. Şimdi de düşünceyle ilgili mantığın {el-Mantıku’l-fikrî)
bir kısmını anlatmak istiyoruz. Zira daha önce anlattığımız gibi, bu mantık
asıl, lafzî mantık bunun dalıdır. Şimdi lafızlar ancak nefislerin
düşüncelerinde bulunan manalara delâlet eden birtakım işaretlerdir. Lafızlar,
insanlar arasında, soru sorma ve hitap etme sırasında her bir insanın başka
insanlara nefsindeki manaları anlatmak için vazedilmişlerdir. Bize göre
şeylerin hepsi tümüyle suretler ve başka başka ‘âyınlar (fertler)dır. Akli
İlkeler Risâlesi’nde (Risâletüi-mebâdiii-akliyye) açıkladığımız gibi, Bâri
olan Yüce Allah bu suretleri şeylerin gerçekliklerini idrak eden ve basit bir
cevher olan faal akla ve bu akıldan da âlemin tümünün nefsi olan küllî-feleki
nefse akıtır (feyz). Nitekim filozofların, “İnsan küçük bir âlem, âlem
büyük bir insandır” sözünün manasını açıkladığımız risâlede biz bunu
açıkladık. Külli nefisten, Madde ve Suret Risâlesi’nde {Risâletü’l-heyûlâ
ve’s-sûret) mahiyetini açıkladığımız ilk heyûlâ üzerine akar. İlk
heyûlâdan, bizim “İnsan, küçük bir âlemdir” diye tercüme edilen risâlemizde
nasıl ortaya çıktığını açıkladığımız beşeri tekil nefse akar. İşte bu
sûretler, duyular yoluyla insanlar onları heyûlâda müşâhede ettikten sonra,
insanların düşüncelerinde tasavvur ettikleri malumatlardır.
Heyûlâya
geçmeden önce şeylerin sûretlerinin külli nefiste nasıl olduğunu bilmek isteyen
kişi, insanın yaptıklarının sûretlerini, sanatlarında vazedilen heyûlalarda o
sûretleri izhar etmeden önce kendi nefislerinde onları nasıl oluşturduğunu
düşünsün. Nitekim biz bunu Sanatlar Risâlesi’nde {Risâletus-sanâi)
açıkladık. Yine, külli nefse akmadan {feyezân) önce şeylerin
sûretlerinin Faal Akılda nasıl bulunduğunu, resim ve suretleri külli nefsin
nasıl kabul ettiğini öğrenmek isteyen, âlimlerin nefislerinde bulunan
malûmatın resimlerinin halini düşünsün (yorumlayıp değerlendirsin). Talim
Risâlesi’nde açıkladığımız üzere, âlimlerin o sûretleri öğrencilere nasıl
verdiğini ve öğrencilerin de onları nasıl kabul ettiğini yorumlayıp
değerlendirsin. Yine akla akmadan önce malumatın durumunun Yüce Allah’ın
ilminde nasıl bulunduğunu öğrenmek isteyen, Sayıların Özellikleri
Risâlesi’nde (Risâletü havâssı’l-'aded) açıkladığımız gibi ikiden önce
birde sayıların nasıl bulunduğunu düşünsün.
Bölüm:
Bilgi, Öğrenme ve Öğretmeye Dâir
Bil
ki ilim, âlimin nefsinde bulunan malûmun (bilinenin) sûretinden başka bir şey
değildir, sanat; âlim olan sanatçının nefsindeki sûreti ortaya çıkarmak ve bu
sûreti maddeye vazetmekten (madde şeklinde ortaya koymaktan) başka bir şey
değildir.
Ey
kardeşim! Bil ki, âlimlerin nefisleri bilfiil (gerçekten/gerçekleşmiş),
öğrencilerin nefisleri ise bilkuvve (düşünce aşamasında/potansiyel) bilendir.
Öğrenmek ise bilkuvve olan bir şeyi bilfıile (gerçeğe) çıkarmaktan başka bir
şey değildir. Öğrenmek de kuvveden fiile çıkmaktır. Bilkuvve olan her şey,
ancak onu kuvveden fiile çıkaran ve bilfiil olan bir şey nedeniyle kuvveden
fiile çıkar. Feleki-küllî nefis, bilfiil, cüzi nefisler ise bilkuvve bilendir.
Buna göre her cüzi nefsin bilgileri ne kadar çok ve yaptıkları ne kadar muhkem
olursa, ona olan nispetinin (aidiyetinin) yakınlığı ve aşırı benzemesi
nedeniyle felekî nefse o ölçüde yakın olur. Nitekim felsefenin tanımında da,
“İnsan gücü ölçüsünde Tanrıya benzemektir” denilmiştir. Öyle ise, bedeni
kazançlar olan malı kazanmada dünya ehlinin (ebnâud-dünyâ) çalıştığı
gibi, bütün fiillerinin ahlâk ve hikmete uygun olması için olabildiğince çok
bilgi kazanmaya çalış, çünkü bilgiler ruhani kazançlardır.
Bil
ki insan, mal ile istediği dünya lezzetlerine ve güzel yaşamaya imkân bulduğu
gibi, nefis de ilim sebebiyle ahiret yurdundaki lezzetleri elde etmeye imkân
bulur. Ahireti arzulayanlar (ahirete inananlar / ebnâu’l-âhire) Allah’a
ilim ile daha çok yaklaşır. Allah Teâlâ’nın “De ki bilenlerle bilmeyenler
bir olur mu?’1 ayetinde buyurduğu gibi, onlar birbirlerine ilim
nedeniyle üstün olurlar.
Bil
ki nefisler, cehâlet ölümünden ilim sebebiyle dirilir ve ilim sayesinde gaflet
uykusundan uyanırlar. Nitekim Yüce Allah şöyle buyurmuştur: “(Ruhen) ölü
iken hayata kavuşturduğumuz ve insanlar arasında yolunu bulması için kendisine
ışık tuttuğumuz kimse, hiç içinden çıkamayacağı derin karanlığın içine
(gömülüp kalmış) biri gibi olur mu?’[154]
[155]
Öyle ise ilim seni göğün meleketunun (hükümranlığının) yoluna iletir ve senin
oraya yükselmene yardım eder. Nitekim Yüce Allah şöyle buyurmuştur: “O’na
sadece güzel sözler yükselir. O sözleri yücelten ise imana uygun eylemlerdir.”[156]
Yüce Allah, cehalet ehli hakkında şu bilgiyi haber verir: “Onlara semanın
kapıları açılmaz. Onlar deve iğne deliğinden geçene kadar cennete de
giremezler”[157]
Bu, onların göklerin melekûtuna yükselmekten ümidi kesmeleri nedeniyle onlar
için olan bir tehdittir (cezadır). Ey kardeşim seni onlardan olmaktan veya
onlarla beraber olmaya râzı olmandan sakındırırım. Denilir ki, kişi sevdiğiyle
beraberdir. Aksine sen Allah
Rasulü’nün
“Bilen (âlim) veya öğrenen (müteallim) ol veya âlimin meclisinde
bulun veya âlimleri sevenlerden ol, sakın beşincisi olma aksi takdirde helak
olanlardan olursun” diye emrettiği kimselerden ol.
Bölüm:
Lafızların Müşterekliği ve Onların Kardeşliğine Dair
Manâları
anlatmayı bitirdik. Manaların hepsinin cüzi nefislerin düşüncelerinde bulunan
sûretler ve resimler olduğunu ve bu sûretlerin duyular yoluyla maddeden
kazanıldığını haber verdik. Yine maddedeki sûretlerin, maddeye feleki külli
nefisten aktığını (feyezan), bu nefisteki sûretlerin de bu nefse faal
akıldan aktığını ve bu akıldaki sûretlerin ise kendisine aziz ve çelil olan
Yüce Allah’tan aktığını söylemiştik. Yine mücerred olarak lafızları da
anlatmıştık ve onların birtakım müfred (tekil) sesler olup bir araya
getirilince birtakım lafızlar olan harfleri oluşturduklarını anlatmıştık.
Lafızların manaları kapsadığında isimler olduğunu ve isimlerin peş peşe
geldiğinde kelâm olduğunu ve kelâmın söz dizime göre uyumlu dizilince (ittisak)
sözler (kavil) olduğunu haber vermiştik. Bil ki manalar rûhlar ve
lafızlar bu rûhların bedenleri gibidir. Bunun nedeni şudur: Manâsı olmayan her
lafız, rûhu olmayan ceset gibidir. Kendisinin bir lafzı olmayıp da (sadece)
nefsin düşüncesinde bulunan her manâ, cesedi olmayan rûh gibidir. Bil ki
kelimeler, söz dizimine göre uyumlu dizilince (ittisak) sözler olurlar
ve sözler bazen lafız, bazen de mana açısından ve bazen ise her ikisi açısından
muhtelif olurlar. Sözlerin bu şekilde muhtelif olması beş nevidir. Bir kısmı
lafızda ortak (müşterek) manâda muhtelif olur. “İnsanın yüzü”, “suyun
yüzü” demen gibi. Bu ikisinin karşıtı (mukabil) lafızda farklı (muhtelif),
manada bir (müttefik) olan müterâdif kelimedir. "Buğday” ve “tahıl”
demen gibi. Bunlardan biri sözün lafız ve manada beraberce zıt (mütebâyin)
olmasıdır. “Ağaç” ve “taş” demen gibi. Bu ikisinin mukabili, hem mana hem de
lafızda uyumlu (mütevâti) olan sözlerdir. “İsmi Zeyd” ve “bu ismi Amr
olan insandır”, demen gibi. İsimleri türetilmiş olan sözler de bunlardandır.
Tıpkı “döven”, “dövülen” demen ve fiillerden türetilmiş isimlere benzeyen
şeyler gibi.
Bölüm:
Şeylerin Hepsi Cevherler ve Arazlardır
Ey
kardeşim bil ki âlimler şöyle dediler: Şeylerin tümü cevherler ve arazlar olmak
üzere iki nevidir ve cevherlerin her biri kendi başına varlığı olan (kâim)
tek bir cinstir. Arazlar ise cevherlere girmiş ve cevherlerin sıfatları olan
dokuz cinstir. Aziz ve çelil olan Bâri ise ne cevher ne de araz olarak
nitelenir. Aksine Yüce Allah (Bâri), cevher ve arazların yaratıcısı ve
fâil illeti (yapıcı nedeni)dir. Bize göre ise şeylerin tümü sûretler ve başka
başka olan ayınlardır (bireylerdir), tıpkı sayıların sıralaması (tertib)
gibi, üst üste gelecek şekilde birbiriyle sıralanmış (müretteb) ve
ikiden önce gelen bir sayısının varlığı gibi, varlıkları birbiriyle
ilişkilidir. Nitekim bunu Sayılar Risâlesinde (Risâletul-aded)
açıklamıştık. Akli İlkeler Risâlesi nde (Risâletul-mebâdii’l-âkliyye) açıkladığımız
gibi Yüce Allah (Bâri celle ve celâluhu) sûretlerin nedeni (illet) ve
var kılıcısıdır.
Bil
ki kâim kılıcı (dayanak olan) ve tamamlayıcı olmak üzere sûret iki nevidir.
Âlimler kâim kılıcı sûretlere cevherler ve tamamlayıcı sûretlere de arazlar
adını verdiler. Şüphesiz biz Madde ve Sûret (Risâletü l-heyûlâ ve’s-sûret)
ile Oluş ve Bozuluş Risâle’mizde (Risâletul-kevni ve’l-fesâd)kâim
kılan suret ile tamamlayıcı suret arasındaki farkı açıklamıştık. İnşallah
onları sen oradan öğrenirsin.
Bölüm:
İnsanın Mantığa İhtiyaç Duymasına Dair
Ey
kardeşim! Bil ki, dil ile anlatım olmadan insanların nefislerinin
düşüncelerinde bulunan manaları birbirlerinden anlamaları mümkün olsaydı
işitilen birtakım sesler olan sözlere gerek duymazlardı. Çünkü o sözlerin
işitilip anlaşılmasında nefislere zor gelen bir dilin öğretilmesi,
yaşatılması, güzel ve kurallara uygun olarak konuşulması gibi bazı şeyler
vardır. Fakat her bir insanın (beşer) nefsi, bedenlere gömülüp cismin
karanlıklarıyla perdelenince, lafza ait mantığa ve onun öğretilmesine ve
anlatılması uzun süren şartlarının araştırılmasına bu yüzden gerek duyuldu.
İnsanların nefsi bedenlere öyle gömülmüş ve cismin karanlıklarıyla öyle
perdelenmiştir ki, iki nefisten biri diğerini ancak uzun, geniş ve derin cisimler
olan zâhiri heykeller olarak görür ve her bir nefis diğerinde olan bilgileri
ancak her bir insanın içindekini kendi cinsi olan başkasına anlatmasıyla
öğrenir. Bu da ancak dil, dudaklar, havanın solunması ve bunun gibi, insanın
bilgileri başkasına anlatmada ve başkasından bilgileri anlamada ihtiyaç duyduğu
gereçler (şerait) olan birtakım âletler ve edatlarla mümkün olur.
Temiz
ve bir bedende bulunmayan nefisler ise düşüncelerindeki manaları ve ilimleri
birbirlerine anlatmak için kelâma ve söze ihtiyaç duymazlar. İşte bunlar
feleki nefislerdir. Çünkü bunlar cismânî arzuların kirlerinden arınmış ve
tabiatın esaretinden ve madde denizinden kurtulmuştur ve aşağıların en
aşağısındaki karanlık cesetlerle beraber olmaktan yani oluş ve bozuluş âlemine
muhtaç olmaktan kurtulmuşlar ve ulvi âlemin en yüksek ufkuna yükselmişlerdir.
Yıldızlar ve felekler olan saydam ve parlak cevherlere ulaşmışlardır. Bu durum
İlâhî hikmet ve Rabbâni yardımın (inâyet) gerektirdiği gibidir. Zira onlar
perdeleyen cisimlerle beraber değildir. Onlar sırlarını gizlemeye ve
içlerindekini örtmeye ihtiyaç duymazlar. Zira onlar pislik ve eksiklikten
arınmış, tertemiz ve kötülüğü örtmekten uzaktırlar. Dolayısıyla bu nefisler
biri hepsinde, hepsi birinde görülen parlak cevherler ve saydam kürelerce
beraberdirler. Parlak aynaların yüzlerinin birbiri içinde görülmesi gibi,
hepsi bir parçasında görülür. Aynı şekilde birbirine bakan zıt (yöndeki)
topluluğun yüzleri birinin gözünde görülür. Birinin yüzü de hepsinin gözünde
görülür. Öyle ise bu nefisler gizli olanı haber vermeye ve gizemlerin
gizlenmesini sormaya gerek duymazlar. Çünkü onlar iyilerin ve seçkinlerin madeni
olan ışıklar ve aydınlanmalar içindedirler.
Ey
kardeşim! Çok çalış, belki nefsin arınır ve düşüncen ve ilgin âlemlerin
Rabbinin kötülediği aşağı dünyayı istemekten uzaklaşır, yüceleşir. Aziz ve
çelil olan (Allah) şöyle dedi: “Bilin ki, dünya hayatı ancak bir oyun, bir
eğlence, bir süs, aranızda karşılıklı bir övünme, çok mal ve evlat sahibi olma
yarışından ibarettir. (Nihayet hepsi yok olur gider). Tıpkı şöyle: Bir yağmur
ki, bitirdiği bitki çiftçilerin hoşuna gider. Sonra kurumaya yüz tutar da sen
onu sararmış olarak görürsün. Sonra da çer çöp olur. Ahirette ise (dünyadaki
amele göre ya) çetin bir azap ve(ya) Allah’ın mağfiret ve rızası vardır. Dünya
hayatı, aldanış metaından başka bir şey değildir.”[158]
[159],
“Kadınlar, oğullar, yük yük altın ve gümüş, salma atlar, davarlar ve ekinler
gibi nefsin şiddetle arzuladığı şeyler insana süslü gösterildi. Bunlar dünya
hayatının geçimliğidir. Oysa asıl varılacak güzel yer ancak Allah’ın
katindadır”3, “De ki: “Size, onlardan daha hayırlısını haber vereyim
mi? Allah’a karşı gelmekten sakınanlar için Rableri katında, içinden ırmaklar
akan, içinde ebedî kalacakları cennetler, tertemiz eşler ve Allah’ın rızası
vardır” Allah, kullarını hakkıyla görendir"[160],
“İşte ahiret yurdu. Biz, onu yeryüzünde büyüklük taslamayan ve bozgunculuk
çıkarmayanlara has kılarız. Sonuç, Allah’a karşı gelmekten sakınanlarındır.”[161]
Bil
ki, cins yok olunca cinsle beraber onun bütün türleri de yok olur. Tür yok
olunca onunla birlikte türün bütün şahısları da yok olur. Şahıs var olunca
türün tümünün var olması ve tür var olunca cinsin tümünün var olması zorunlu
değildir. Bil ki cinsler dört türdür. Cinsin üçünü sözlerinde dilbilimci,
birini ise sözlerinde felsefeci kullanır. Üç cinsten dilbilimcinin kullandığı
birincisi belde ile ilgili olan, diğeri sanat ve bir diğeri ise nispetle ilgili
olan cinstir. Buna göre belde ile ilgili olan cins; bir topluluğu işaret ederek
Bağdatlılar, Basrahlar, Horasanlılar ve benzeri şeyleri demen gibidir.
Zanaatla ilgili olan cins ise bir topluluğa işaret ederek marangozlar,
demirciler, fırıncılar ve benzeri şeyleri demen gibidir. Nispetle ilgili olan
cins ise bir topluluk için Haşimiler (Haşimiyyûn), Aleviler (Aleviyyûn),
Rabaîler (Rabaiyyûn) demen gibidir. Filozofun sözlerinde kullandığı
cins ise kategorilerde açıkladığımız on lafızdır.
1. Çeviri: Elmin Aliyev. |
Matematik Kısmının On Birinci
risâlesi: Kategoriler (On Mekûlât) Üzerine1 |
Rahman
ve Rahim olan Allah’ın adıyla!
tC
Tsagoci” içerisinde yer alan altı lafzın anlatımını tamamladık. [Bu lafızların]
delâlet et-
J.
tikleri anlamların mahiyetlerini de teker teker açıkladık. Şimdi, “Kategoriler”
içerisinde yer alan on lafzı anlatmak; onların anlamlarını açıklamak ve
niteliklerini -bu lafızlardan her birinin mevcut cinslerden birinin ismi
olduğunu ve bütün anlamların bu on lafzın altına nasıl girdiğinianlatmak
istiyoruz.
Ey
iyilik sever ve şefkatli kardeşim! Allah seni ve bizi katından bir ruhla
desteklesin! Bil ki, ilk (antik) dönem filozofları, görünürdeki (zâhir)
şeyleri gözleriyle incelediklerinde ve yüce şeyleri duyularıyla
gözlemlediklerinde onların derunundaki (bâtın) anlamları akıllarıyla
tefekkür etmiş, eşyanın (şeylerin) gizli yönlerini düşünüp taşınarak (reviyye)
araştırmış ve dış dünyadaki varlıkların (mevcudat) hakikatlerini
ayrıştırarak (temyiz) idrak etmişlerdir. [Böylece] onlar için bütün
şeylerin, varlık (vücûd) bakımından sayılar gibi dizilen, yine ilk
illetten -ki O, şanı yüce olan Tanrıdırgelen devam ve bekâ bakımından bir kısmı
diğer kısımlarıyla ilişkili ve bağlantılı olan dış dünyadaki başka başka (gayrıyyât)
varlıklar (a’yân) olduğu ortaya çıkmıştır. [Söz konusu ilişki ve bağlantı] Sayılar
Risâlesi’nde (Risâletul-aded) açıkladığımız şekilde, sayıların birbiriyle
ilişkisinin ve bağlantısının, ‘ikiden önce gelen ‘birden kaynaklanması gibidir.
Zikrettiğimiz
gibi, onlar için bu şeylerin [hakikatleri] ortaya çıktığında varlık bakımından
önce gelen şeylere “madde” (heyûlâ) lakabını ve ismini verdiler, varlık
bakımından sonra gelen şeyleri ise “suret” olarak isimlendirdiler. Yine onlar
için suretin, Oluş ve Bozuluş Risâlesi’nde (Risâletü’l-kevni ve’l-fesâd)
açıkladığımız şekilde iki türlü, yani mukavvim (varlık veren/yapıcı) ve
mütemmim (tamamlayıcı) olduğu ortaya çıktığında, mukavvim suretleri
“cevher” olarak adlandırdılar, mütemmim suretlere ise “araz” ismini verdiler.
Mukavvim suretlere ait hükmün birin hükmüyle aynı olduğu kendileri için açık
hale geldiğinde şöyle dediler: “Bütün cevherler tek bir cinstir”. Aynı şekilde
mütemmim suretlere ait hükümlerin farklı olduklarını açıklamak için de şöyle
dediler: “Arazlar farklı cinslerde olurlar ve dokuz tek sayı gibi onlar da
dokuz cinstirler”. Yani dış dünyada bulunan varlıklardaki (mevcûdât) cevher,
sayılardaki bir gibidir; dokuz araz ise birden sonra gelen dokuz tek sayıya
benzemektedir. Böylece dış dünyadaki varlıkların tamamı, on tek sayıya uygun (mutabık)
olarak on cinse ayrıldı. Arazların bir kısmı da, tıpkı sayıların dizilişi ve
onun varlık bakımından, ikiden önce gelen ‘bir’le ilişkisi gibi diğerlerinin
altına dizilmiş oldu.
Şimdi,
[ilk/antik dönem filozoflarına göre] dış dünyadaki varlıkların bütün anlamlarım
içeren on lafız şunlardır: Cevher, nicelik {kemmiyyet), nitelik {keyfiyyet),
görelilik {izafet), mekân {eyn), zaman {meta), konum/durum
{nasbe/vaz’), sahiplik/iyelik {mülk), etki {fiil), edilgi {infiâl).
Bölüm
Kardeşim
bil ki bu lafızlardan her biri dış dünyadaki şeylerden bir cinsin ismidir. Her
cins birkaç türe, her tür de diğer türlere ayrılır. Böylece bölünme, daha sonra
açıklayacağımız gibi fertlere varıncaya kadar devam eder.
Kardeşim
bil ki filozoflar dış dünyadaki varlıkları {mevcûdât) incelediklerinde,
düşündükleri ilk şey Zeyd, Amr ve Halit gibi fertler oldu, daha sonra ise
gelmiş geçmiş insanlardan göremediklerinin tamamı hakkında düşündüler.
Böylece, insanlık suretinin onların tamamını kapsadığının bilgisine ulaştılar.
Onları birbirlerinden ayırt eden, örneğin [boylarının] uzunluğu ve kısalığı,
[tenlerinin] siyahlığı ve beyazlığı, [gözlerinin] karalığı, maviliği ve
elalığı, [burunlarının] basıklığı ve kıvrıklığı ve bunlara benzer nitelikler {sıfat)
konusunda fikir ayrılığına düşseler dahi şöyle dediler: “Onların tamamı
insandır.” Ve varlık veren [mukavvim] suretleri bakımından aynı, arazları
bakımından ise farklı olan fertlerin toplamı olduğu için de insanı tür diye
isimlendirdiler. Ardından Zeyd’in merkebi, Amr’m dişi eşeği ve Halit’in sıpası
gibi başka fertleri düşündüler ve eşeklik suretinin onların tamamını
kapsadığının bilgisine ulaştılar. Onu da aynı şekilde tür olarak adlandırdılar.
Daha sonra Zeyd’in atı, Amr’m beygiri ve Halit’in tayını düşündüler ve atlık
suretinin onların tamamını kapsadığının bilgisine ulaştılar. Onu da aynı
şekilde tür olarak adlandırdılar. Bu kıyasa göre, kendilerinden fayda sağlanan
evcil hayvanlardan {enam), yırtıcı hayvanlardan, kuşlardan, su
hayvanlarından ve karadaki binek hayvanlarından olan diğer hayvan fertlerinin
oluşturduğu her bir topluluğu, [filozofların] tür ismi verdikleri tek bir
[mukavvim] suret kapsamaktadır. Sonra [bu hayvan topluluklarının] tamamı
hakkında tefekküre daldılar ve canlılığın onların tamamını kapsadığının
bilgisine ulaşarak onları canlı {hayvan) diye adlandırdılar. Buna [mukavvim]
suretleri bakımından farklı olan toplulukları içeren cins ismi verdiler ki bu
topluluklar o cinsin türleridir. Sonra bitki ve ağaç türünden diğer fertleri
incelediler. Büyüme/ gelişme ve beslenmenin onların tamamını kapsadığının
bilgisine ulaştılar. Onlara artan gelişen/büyüyen {nâmî) ismi vererek
şöyle dediler: “O {nâmı) cinstir, canlılar (hayvan) ve bitkiler ise
onun türleridir.” Sonra taş, su, ateş, hava ve yıldızlar gibi başka şeyler
hakkında düşündüler. Bütün bunların cisim olduklarının bilgisine ulaştılar ve
cisme cins ismini verdiler. Cisim olması bakımından cismin hareket etmediğinin,
akletmediğinin, duyumsamadığının ve hiçbir şey bilmediğinin bilgisine
ulaştılar. Sonra onun hareketli ve edilgin olduğunu, yine ona şekil, suret,
nakış ve renk verildiğini fark ettiler. Böylece cisimle birlikte, cisimlerdeki
bu eylem ve etkileri ortaya çıkaran başka bir cevher bulunduğunun bilgisine
ulaştılar. Ona ruhanî [cevher] adını verdiler. Ardından bunların tamamını bir
tek lafızda birleştirdiler ki bu da cevherdir. [Yani] cevher cins, ruhanî ve
cismanî [cevherler] ise onun türleri oldu. [Aynı şekilde] cisim, altında
bulunan büyüyen {nâmî) ve cansızın {cemâd) cinsi, onlar ise
cismin türleridir; büyüyen, altında bulunan canlı (hayvan) ve bitkilerin cinsi,
onlar ise büyüyenin türleridir; canlı (hayvan), altında bulunan insanların,
havada uçan kuşların, suda yüzen ve karada yürüyen [hayvanların], topraktaki
sürüngenlerin cinsidir. Bunların tamamı canlının (hayvan) türleri, canlı
(hayvan) da onların cinsidir.
İnsan
türlerin türü, cevher de cinslerin cinsidir. Cisim, büyüyen (nâmî) ve
canlı (hayvân) ise görelilik cinsinden birer türdürler. Zira bunlardan
her biri, altında bulunanlara eklendiğinde onların cinsi adını alır; üstünde
bulunanlara eklendiğindeyse onların türü diye isimlendirilir.
Bu,
on kategoriden biri olan cevherin, onun kısımlarının, tür ve fertlerinin
anlamlarına dair bir özettir. Cevherin tanımı (had) yoktur. Ancak onun alâmeti,
kendi başına var olması (kâim bi-nefsihi) ve zıt arazlar alma
kabiliyetine sahip olmasıdır.
[Filozoflar],
kendisi için üç arşın, dört rıtl[162],
beş mikyâl[163]
ve benzerleri söylenen bir cevher düşündüklerinde, bunların tamamını
birleştirip onları nicelik cinsi olarak adlandırdılar. Bunların tamamı
cevherdeki arazlardır. Cevher olmayan ve kendisi için “ne kadar” denilemeyen
-beyazlık, siyahlık, tatlılık, acılık, koku ve benzerleri gibidiğer şeyleri
düşündüklerinde ise bunların tamamını birleştirip nitelik cinsi şeklinde
isimlendirdiler. Bu arazlar cevherin sıfatlarıdır. Cevher onlarla nitelenir ve
onlarla var (kâim) olur. Oluş ve Bozuluş (Risâletul-kevni ve’l-fesâd)
risâlesinde de açıkladığımız üzere bu [arazların] tamamı [cevher] için mütemmim
(tamamlayıcı) suretlerdir.
Daha
sonra [filozoflar], zatı itibariyle değişmeyen, ancak çeşitli şeylere göreliliğinden
dolayı değişen tek bir şeyde çeşitli şeylerin vuku bulduğunu fark ettiler.
Bunlara görelilik cinsi adını verdiler. Örneğin, bir adamın baba, oğul, kardeş,
eş, komşu, dost, ortak ve benzeri isimlerle adlandırılması gibi. Bu isimler,
ancak aralarında her hangi bir anlamda ortaklık bulunan iki şey için
kullanılır. Söz konusu anlam o iki şeyin zatında değil, düşünenin (müfekkir)
zihninde (nefs) var olur. [İlk/antik dönem filozofları bu anlamları] görelilik
cinsi diye isimlendirdiler. Ashâbu’s-sıfât (kelâmcılar) ise bu
anlamları “hâl” olarak adlandırdı. Sonra [filozoflar], daha önce
anlatılanlardan farklı anlamlar [içeren] üstünde, altında, burada ve benzeri
isimler gibi diğer isimleri fark ettiler. Bunların tamamını birleştirdiler ve
mekân cinsi olarak adlandırdılar. Ardından, anlattıklarımız dışında anlamlar
[içeren] gün, ay, yıl, an, süre ve benzeri isimler gibi, diğer isimleri fark
ettiler. Bunların tamamını birleştirerek zaman cinsi şeklinde adlandırdılar.
Daha sonra öncekilerden farklı anlamlara [gelen], ayakta duran, oturan, ‘uyuyan’,
eğilen, ‘yaslanan, ‘dayanan, ‘yatan ve bunlara benzer isimleri fark ettiler.
Onların tamamını birleştirdiler ve konum (nasbe) cinsi, yani durum (vaz‘)
olarak adlandırdılar.
Sonra
onun, ‘onunla’, ‘ondan, ona ait’, onda’ ve buna benzer isimlerde dediğindeki
gibi diğer isimleri fark ettiler. Onların tamamını birleştirdiler ve
iyelik/sahiplik cinsi olarak adlandırdılar. Sonra ‘dövdü’, ‘etti’, ‘yaptı’
sözlerin ve benzeri lafızlar gibi, failin etkisine delâlet eden isimleri fark
ettiler. Onların tamamını birleştirdiler ve etken cins olarak adlandırdılar.
Sonra ‘kesildi’, ‘kırıldı’, gönderildi’, ‘taştı’ ve bunlara benzer lafızlar
gibi diğer isimleri fark ettiler. Onların tamamını birleştirdiler ve edilgen
cins olarak adlandırdılar. Sonra şeylerin tamamını düşündüler ve
anlattıklarımızın dışında kalan bir anlam bulamadılar. Onlar için şeylerin
bütün anlamları on lafızda toplanmıştı, o kadar. Tıpkı tek sayıların dereceleri
için on lafzı yeterli buldukları gibi.
Kardeşim
bil ki bu cinsler, mevcut cevher ve arazların tamamını bir arada
toplamışlardır. [Aynı şekilde] geçmişte var olanları ve gelecekte var
olacakları da. Hiç kimse, bu cinslerin ve onların ihtiva ettikleri türlerin ve
fertlerin dışında bir şey vehmedemez.
Bil
ki bu anlamlar bazen tek bir fertte bir araya gelirler. Örneğin Zeyd gibi: O
bir cevherdir; kendisinde bir nicelik vardır, çünkü uzundur; kendisinde bir
nitelik vardır, çünkü siyahtır; kendisinde bir görelilik vardır, çünkü
oğuldur; bir mekân [vardır], çünkü bir mekândadır; bir zaman [vardır], çünkü
bir zamanın içindedir; bir konum (nasbe) [vardır], çünkü ya ayakta duran ya da
oturandır; bir iyelik/sahiplik [vardır], çünkü bir mal sahibidir; vurduğunda
etkindir; vurulduğunda edilgindir.
On
cins hakkında özet olarak anlattıklarımızı bitirdiğimize göre, şimdi de
öğrenenlere, öğretim (talim) yollarından birine dair kılavuzluk etmesi
için, [bu cinslerin] türlere bölünmesinin niteliğine ilişkin bazı kısımları
anlatabiliriz. Zira öğretim yolları dört türlüdür: Bunlardan birincisi tanım (had)
yoludur; İkincisi burhân (kesin kanıt) yoludur; üçüncüsü analiz (tahlil)
yoludur; dördüncüsü bölme (taksim) yoludur. [On cinsin bölündüğü türler]
şunlardır: Cevher iki türlüdür: Cismanî ve ruhanî. Cismanî [cevher] iki türlüdür:
Felekî ve doğal. Doğal [cismanî cevher] de iki türlüdür: Yalın (basit) ve
bileşik (mürekkeb). Yalın [doğal cismanî cevher] dört türlüdür: Ateş, hava,
su, toprak. Bileşik [doğal cismanî cevher] iki türlüdür: Cansız (cemâd) ve
büyüyen (nâmî). Cansız (cemâd) olanlar madenlerdir. Büyüyenler ise iki
türlüdürler: Bitkiler ve canlılar (hayvan). Bitkiler üç türlüdürler: (a)
Ağaçlar gibi dikili olanlar, (b) ziraat [bitkileri] gibi tohumla
yetiştirilenler, (c) yabani ot ve çimen gibi kendiliğinden çıkanlar. Canlılar
(hayvan) da iki türlüdürler: (a) Nâtık (düşünen) olanlar, örneğin insan gibi;
(b) ve nâtık olmayanlar. Nâtık olmayan [canlılar] üç türlüdürler: (a) Rahimde
meydana gelenler, (b) yumurtada meydana gelenler, (c) suyun yüzeyinde yaşayan
küçük canlılar [debîb]. Bu türlerden her birinin altında ve yine o türlerin de
altında diğer türler bulunur. Ta ki fertlere varıncaya kadar.
Ruhanî
cevhere gelince o iki kısma ayrılır: Madde (heyûlâ) ve suret (form).
Suret iki türlüdür: (a) Nefis ve akıl gibi ayrık (mufârık) suretler, (b)
şekiller ve renkler gibi ayrık olmayan (gayr-ı mufârık) suretler.
Nicelik
iki türe ayrılır: Sürekli (muttasıl) ve süreksiz (munfasıl).
Sürekli [nicelik] beş türlüdür: çizgi (hat), yüzey (sath), cisim, mekân ve
zaman. Süreksiz [nicelik ise] iki türlüdür: Sayı (aded) ve hareket. Çizgi üç
türlüdür: doğrusal (müstakim), döngüsel (mukavvis) ve eğimli (münhan). Yüzeyler
üç türlüdür: Yalın (basit), kubbeli/kabarık ve basık. Cisme gelince onun
kısımları daha önce anlatıldı. Mekân yedi türlüdür: Üst, alt, ön, arka, sağ,
sol ve orta. Zaman üç [türlüdür]: Geçmiş, gelecek ve şimdiki (hâzır). Bunlardan
her biri de dört türe ayrılır: Yıllar, aylar, günler ve saatler. Sayı iki
türlüdür: Tek olanlar ve çift olanlar. [Yine sayılar] başka bir açıdan tam ve
kesirlidirler. Başka bir açıdan ise birlere, onlara, yüzlere ve binlere
[ayrılırlar]. Hareket altı türlüdür: Oluş (kevn), bozuluş (fesâd), artma,
azalma, başkalaşma/değişim (teğayyur) ve yer değiştirme (nakil). Bu cinsin
[yani niceliğin] özelliği eşitlik ve eşitsizliktir.
Nitelik
iki türlüdür: Cismanî ve ruhanî. Cismanî [nitelikler] duyularla idrak
edilenlerdir. Ruhanî [nitelikler ise] ilim/bilgi, kudret, şecaat ve inançlar
(itikâdât) gibi akılla bilinenlerdir. Cismanî [nitelik] iki türlüdür: Tekil (müfred)
ve bileşik (mürekkeb). Tekil [cismanî nitelikler] iki türlüdürler: (a)
Sıcaklık ve soğukluk gibi etkin (fail) olanlar, (b) kuruluk ve yaşlık gibi
edilgin (münfail) olanlar. Bileşik [cismanî nitelikler] de iki türlüdürler:
Kalıcı (mülâzim) olanlar ve geçici (müzâyil) olanlar. Kalıcı olanlar tıpkı
tatlar, renkler, kokular, yine mavideki mavilik ve basık burundaki basıklık
gibidir. Geçici olanlar ise ayakta durmak, oturmak, korkudan sararmak ve
utanmaktan kızarmak gibidir.
Ruhanî
nitelikler dört türlüdürler: Huylar (ahlâk), bilgiler (ulûm), düşünceler (âra)
ve eylemler {amâl'). Bu cinsin [yani niteliğin] özelliği benzerlik
(şebîh) ve aykırılıktır.
Görelilik
iki türlüdür: Denk (nazîr) olanlar ve denk olmayanlar. Denk olanlar, kardeş,
komşu ve dost gibi isimleri bakımından eşit/aynı olan görelilerdir. Denk
olmayanlar ise baba ve oğul, köle ve efendi, neden (illet) ve nedenli (malûl),
ilk ve son, yarım ve misil, küçük ve büyük gibi isimleri bakımından farklı olan
görelilerdir. Bunların tamamı karşılıklı olarak görelidirler. Onların
varlıktaki zatlarına gelince, [burada] iki cihet [söz konusu] olur. Birinci
cihete göre [iki göreliden] biri diğerinden önce gelir: Babanın oğuldan ve
nedenin (illet) nedenliden (malûl) [önce var olması] gibi. Diğer [cihete] göre
ise mevcutlardan her ikisi görelilikten önce var olur: Köle-efendi, komşu ve
dost gibi. Görelilik cinsi [kendilerine] izâfe edildiğinde, geriye kalan bütün
cinsler zat bakımından değil, araz bakımından onun içine girerler. Bunun
anlamı şudur: Cevher arazlarla nitelenir, arazlar da onun birer
nitelikleridirler (sıfat). Yani sıfat mevsûf için bir niteliktir, mevsûf da bir
sıfatla nitelenendir. Tıpkı babanın bir oğlun babası, oğlun da bir babanın oğlu
olması gibi. Bu cinsin [yani göreliliğin] özelliği şudur: Göreli olan iki
şeyden her biri diğerinin etrafında dönebilir ve [bu durumda birbirlerini]
nefyetmezler. [Çünkü] bunlar karşılıklı olarak görelidirler. [Buraya kadar
anlatılan] bu dört cinse [yani cevher, nicelik, nitelik ve göreliliğe] yalın
(basit) cinsler denir.
Geriye
kalan altı [cinse] gelince, onlara bileşik (mürekkeb) [cinsler] denir. Onlardan
birincisi mekândır (eyn) ki o da cevherin mekânla bileşimidir. Cevherin
zamanla bileşimi olan nicelik cinsinde de açıkladığımız gibi mekân yedi
türlüdür. Zamanın türlerini nicelik cinsinde açıklamıştık. Konum, bir cevherin
diğer bir cevherle bileşimidir. Örneğin yaslanan, yaslanılacak bir şeye
yaslanandır; dayanan, dayanılacak bir şeye dayanandır. [Aynı şekilde] iyelik de
bir cevherin diğer bir cevherle bileşimidir. İyelik iki türe ayrılır: İçsel (dahilî)
ve dışsal (haricî). İçsel [iyelik] (a) ya bilgi/ilim, akıl ve kavrama (hilm)
dedikleri şeyler gibi nefisle ilgili olur, (b) ya da hoşluk, güzellik,
parlaklık dedikleri şeyler gibi cisimle ilgili olur. Dışsal [iyelik] de iki
türlüdür: Canlılar (hayvan) ve cansızlar (cemâd). Örneğin hizmetkârlar,
hayvanlar, para, gayrı menkul mallar ve ticarî eşyalar gibi. Etki cinsi iki
türlüdür: (a) Ya yazmak, dikmek ve benzeri sanatlardaki gibi failin eseri,
yapılan şeyde (masnu) [hareket bittikten sonra da] kalıcı olur, (b) ya da dans
etmek ve şarkı söylemek gibi failin eseri kalıcı olmaz. Edilgin cinsi de iki
türlüdür: (a) Ya Pratik Sanatlar Risalesinde (Risâletü’l-ameliyye)
açıkladığımız gibi cisimlerde olur (b) ya da İlmî Sanatlar Risalesinde
(RisâletüTilmiyye) açıkladığımız gibi nefislerde olur.
On
cinsin anlatımını bitirdiğimize, yine onların türlere bölünmesinin niteliğini
açıkladığımıza göre, burada muhakkak anlatılması gereken şeyleri anlatma
ihtiyacı hissediyoruz. Şöyle ki bu şeyler birbirileriyle mütekâbil
olduklarında, onların bu tekabülü ya söz bakımından ya da zatları bakımından
olur. Sözdeki [tekabül], olumlama (icâb) ve olumsuzlamadır (selb).
Olumlama, nitelenen (mevsûf) için bir niteliğin (sıfat)
doğrulanmasıdır (isbât). Olumsuzlama ise nitelenenden (mevsûftan) bir
niteliğin nefyedilmesidir. Bu tekabülün özelliği doğruluk ve yanlışlıktır.
Şeylerin zatları bakımından [tekabüle] gelince bu üç türlüdür: Birincisi zıt
şeylerdeki, İkincisi görelilik cinsinden olan şeylerdeki, üçüncüsü de
varlık/sahiplik (gmye) ve yokluktaki {âdem) [tekabüldür]. Zıt
[şeyler, mütekâbillerden] her birinin diğerini nefyettiği ve diğerinin
etrafında dönmediği şeylerdir. Zıtlar iki türlüdürler: Ara deyimi bulunanlar (zû-vasatin)
ve ara deyimi bulunmayanlar. Ara deyimi bulunanlara örnek, birbirilerinin zıttı
olan ve aralarında kırmızılık, sarılık, yeşillik ve diğer renkler gibi ara
deyimler bulunan aklık ve karalıktır. [Yine bunun başka bir] örneği tatlılık (huluv)
ve acılıktır. Nitekim bunlar birbirilerinin zıttıdırlar ve aralarında ekşilik,
tuzluluk, tatlılık (‘uzûbe) ve diğerleri gibi başka tatlar vardır. Ara
deyimi bulunmayanlar ise sağlık ve hastalık gibidir. Bu zıtların
özelliklerinden biri şudur: [Mütekâbillerden] biri cisimde bulunduğunda diğeri
de cisimde bulunur ve [mütekâbillerden] biri zihinde (nefis) bulunduğunda
diğeri de zihinde (nefis) bulunur. Bir diğer özelliklerine göreyse,
[mütekâbillerden] biri hangi algıyla idrak ediliyorsa diğeri de aynı algıyla
idrak edilir. Örneğin, siyahlık ancak cisimde bulunur ve sadece görmekle idrak
edilir. Beyazlığın hükmü de böyledir. Bilgi/ilim ancak nefıste/zihinde bulunur
ve sadece akılla idrak edilir. Bilgisizliğin hükmü de böyledir. Görelilere
gelince onlar birbirlerini nefyetmeyen iki mütekâbildirler ve daha önce
açıkladığımız gibi [bu mütekâbillerden] her biri diğerinin etrafında döner.
Varlık/sahiplik (gmye) ve yokluğa gelince bunlar, zıt ve görelinin her ikisiyle
benzer [özellikler taşır]. Şöyle ki yokluk varlığa izâfe edilir, fakat varlık
(gmye) yokluğa izâfe edilmez. Örneğin, görme körlüğü’ denir, ‘körlük görmesi’
değil. Yine zıtlar bir arada bulunmadığı gibi, varlık ve yokluk da bir arada
bulunmaz. Varlık cismanî olduğunda yokluk da cismanî olur, [varlık] ruhanî
olduğunda yokluk da onun gibi ruhanî olur. Bir varlığın, ancak onun var olma
zamanı gelmişse yokluğundan söz edilir. Örneğin, bir çocuk için, ancak
dişlerinin çıkma zamanı gelmişse “o dişleri dökülendir” denebilir. [Aynı
şekilde] bir fiilin, ancak uygulanması mümkünse yapılmadığından [söz edilir].
Bölüm:
Şeylerin Ezeli (Kadim) Oluşunun Anlamına Dair
Bil
ki şeylerden bazılarının diğerlerine nispetle önceliği (tekaddüm) beş
cihetle olur. Bunlardan birincisi, zaman ve oluş (kevn) cihetiyledir;
‘Musa İsa’dan öncedir’ denilmesi gibi. İkincisi tabiatı (doğa)
cihetiyledir; ‘canlı (hayvan) insandan öncedir’ denilmesi gibi. Üçüncüsü
değer (şeref) cihetiyledir; ‘Güneş Ay’dan öncedir’ denmesi gibi.
Dördüncüsü derece (mertebe) cihetiyledir; sayılar konusunda “beş altıdan
öncedir” denilmesi gibi. Beşinci cihet, neden (illet) ve nedenli (malûl)
[örneğindeki] gibi zat itibariyledir. Bir şey [başka] bir şeyde birkaç cihete
göre bulunur: (a) Mekân içindeki şey (b) zaman içindeki şey (c) ve bir kabın
(viâ’) içindeki şey. [Örneğin] cevherdeki araz, arazdaki cevher, türdeki fert,
cinsteki tür ve tersi. Yine seyislikteki seyis ve seyisteki seyislik, bütündeki
parça, tümeldeki tikeller ve benzerleri gibi. Bir şeyin [başka] bir şeyle üç
cihete göre bir arada bulunduğu söylenir: (a) Gölge ve ışıkta olduğu gibi zaman
cihetiyle, (b) daha önce açıkladığımız iki görelideki gibi [görelilik
cihetiyle], (c) ve tamamı tek bir cins altında bir araya gelen türler gibi.
Kardeşim!
Bil ki, bu on lafzın ve onlara ait anlamların -bunlar da on cinstir ki şeylerin
bütün anlamlarını; [bu cinslerden] her birinin altında bulunan türleri ve bu
türlerin altındaki fertleri ihtiva ederlerdurumu, içerisinde on ağacın
bulunduğu bir bahçe gibidir. Her ağaçta birkaç [büyük] dal, her [büyük] dalda
birkaç budanmış dal, her budanmış dalda birkaç yaprak, her yaprağın altında
birkaç çiçek (envâr) ve meyve vardır. Her bir meyve de
diğerlerindekilere benzemeyen tada, renge ve kokuya sahiptir. Bu on cinsin
anlamlarını bilip
(arafe)
onları kendi zatında tasavvur ettiği, onların yönetme (tasrif) sanatlarını
(farklı yollardan anlatma sanatı//en) ve ihtiva ettikleri farklı suretlere,
çeşitli görünüm ve renklere sahip bilgileri (malûmât) derinden düşündüğü
takdirdeyse bir nefsin durumu, o bahçenin kapısını açmış, orada bulunan
renkleri ve çiçekleri incelemiş, o çiçeklerin kokularından koklamış, o
meyvelerden yemiş, o tatlardan tatmış ve o bahçenin ürünlerinden faydalanmış
bahçe sahibinin durumu gibi olur.
Kardeşim,
ilimlerin ve eğitim (âdâb) sanatlarının peşinde olmaya çalış! İlimler nefislerin
bahçeleri, bu bahçelerin türlü anlamları ve faydaları ise meyveların
renkleridir. Onların faydası ise meyvelerin renkleridir. Tatlar bedenin gıdası
olduğu gibi ilimler de nefsin gıdasıdırlar. [Nefsin] canlılığı, yaşamının
lezzeti, neşesi ve Ahiret Risâlesi’nde (Risâletul-meâd) açıkladığımız
gibi bedenden ayrıldıktan sonraki mutluluğu [ilimlerle] olur.
Ey
iyilik sever ve şefkatli kardeşim! Allah seni ve hangi beldede olurlarsa
olsunlar bütün kardeşlerimizi isabette ve kemalde başarılı kılsın!
Felsefî
mantık hakkındaki on birinci risâle tamamlandı.
Gerçek
övgü âlemlerin rabbi olan Allah’adır. Onun elçisi Muhammede ve bütün ailesine
salât ü [selâm] olsun.
Matematik
Kısmının On İkinci risâlesi:
İbâre’nin (Peri Hermenias[164])
Anlamı Üzerine
Bu, Mantıkla İlgili Üçüncü Risâledir[165]
Rahman
ve Rahim olan Allah’ın adıyla!
M |
antıkçı
filozofların “on kategori” diye isimlendirdikleri on lafzın anlatımını tamam
ladık.
Onlardan her birinin içerdiği anlam cinsinin niceliğini de anlattık. Bunlar
maddeden (heyula) ayıklanmış suretlerdir. İnsani nefislerin
düşüncelerinde (efkâr) tasvir edilen resimlerinin örnekleri Kategoriler
Risâlesi nde [verilmiştir]. Yine ondan önce, başka bir bölümde,
filozofların kendi sözlerinde (ekâvîl) kullandıkları altı lafzı
anlatmıştık. Ondan önceki bir diğer bölümde ise tek tek harflerin bir araya
getirilmeleri halinde lafızlara; lafızların, anlamları içermeleri halinde
kalıplara (simât); peş peşe gelmesiyle de bu kalıpların anlamlı bir söze
(kelâm/cümle) dönüştüğünü anlatmıştık. Bu bölümde söyleyeceklerimiz ise
şunlardır:
Bütün
sözler üç türlü [kalıplardan oluşurlar]: (a) Dış dünyadaki varlıklara (a’yân)
delâlet eden kalıplar. Mantıkçılar ve dilbilimciler bunları “isim” olarak
adlandırırlar, (b) Dış dünyadaki varlıklardan bir kısmının diğerleri
üzerindeki etkilerine delâlet eden kalıplar. Mantıkçılar bunları “kelime” (fiil)
olarak adlandırırlar, (c) Konuşanlar için, anlamları birbirine -isimleri
fiillere ve fiilleri isimlerebağlayan araçlar olarak anlamlara delâlet eden
kalıplar. Bunları dilbilimciler “harf”, mantıkçılarsa “bağ” (ribât) diye
isimlendirirler.
Anlamı,
zamansız olarak gösteren bütün lafızlara isim denir. Kullandığın “Zeyd”, “Amr”,
“taş”, “tahta” ve benzeri lafızlar gibi. Fiil ise “dövdü/dövüyor”,
“akletti/aklediyor” örneklerinde olduğu gibi, anlama belli bir zamanda delâlet
eden bütün lafızlardır. Harflere, örneğin “-dan/-den”, “-da/-de”,
“-&/-& türünden lafızlara gelince, onların açıklamaları dilbilim kitaplarında
zikredilmiştir. Kısacası felsefî mantığı incelemek (nazar) isteyenlerin
öncelikle dilbilim eğitimi almaları gerekmektedir.
Kardeşim!
Bil ki, kelimeler ve isimler belli bir uyum içinde oldukları zaman sözlere dönüşürler.
Sözler iki türlüdürler: (a) Kendilerinde doğruluk ve yanlışlığın vuku bulduğu
sözler (b) ve kendilerinde ne doğruluğun ne de yanlışlığın vuku bulduğu sözler
ki bunlar da dört kısma ayrılırlar: Emir, soru, ünlem ve temenni. Kendilerinde
doğruluk ve yanlışlığın vaki olduğu [sözlere] haber denir. Haber, niteleyenin
nitelenene uygun olduğu ve olmadığı haberler olmak üzere iki türlüdür. “Ateş
sıcaktır” ve “[ateş] sıcak değildir” sözlerin gibi. Burada “[ateş] sıcak
değildir” sözün bir olumsuzlamadır. Olumlama (icab) ya doğru ya da
yanlış olur. Aynı şekilde olumsuzlama (selb) da böyledir. Şöyle ki “ateş
sıcaktır” dediğinde [olumlama] doğru, “[ateş] soğuktur” dediğindeyse
yanlıştır. Yine [olumsuzlama] da “ateş soğuk değildir” dediğinde doğru, “[ateş]
sıcak değildir” dediğindeyse yanlıştır. Böylece sana, olumlama ve
olumsuzlamanın nasıl olup da bazen doğru bazen de yanlış olduğu açıklanmış
oldu.
Bil
ki, olumlama ve olumsuzlama, kimi zaman kesin kimi zaman da şartlı ve istisnaî
(seçmeli) hükümler olurlar. Kesin olumlamanın örneği “güneş yerin üst
tarafındadır ve gündüzdür” sözün, şartlı [olumlamanın] örneği ise “güneş yerin
üst tarafındadır ise gündüzdür” sözündür. Olumsuzlamanın hükmü de aynıdır.
“Güneş yerin üst tarafında değildir ve gündüz değildir” [sözün kesin
olumsuzlama] için, “güneş yerin üst tarafında değil ise gündüz değildir” sözün
de şartlı ve istisnaî [olumsuzlama] için bir örnektir.
Bil
ki hüküm iki türlüdür: Kendisinde doğruluk ve yanlışlığın (a) bazen açık
(zahir) olduğu (b) ve bazen de gizli (hafi) kaldığı [hükümler]. Bu
demektir ki, bir kimsenin sözü, tevil ihtimali taşıdığında ihtiva ettiği doğruluk
ve yanlışlık açığa çıkmamış olur; tevil ihtimali taşımadığındaysa ihtiva ettiği
doğruluk ve yanlışlık açık olur.
Bil
ki bir söz, niceliği belirli (mahsûr) olduğunda tevil ihtimali taşımaz.
Niceliği belirli sözler, kendisinde nicelik lafızlarının (sûr[166])
bulunduğu sözlerdir. Sözlerdeki nicelik lafızları iki türe ayrılırlar: Tümel (külli)
ve tikel (cüz’î). Tümel nicelik lafzının örneği “bütün insanlar
hayvandır” şeklindeki sözündür. İçerisinde tümel nicelik lafzı bulunduğu için
de bu [söz] doğru, açık ve seçiktir. “Hiçbir insan canlı değildir” diyen bir
kimsenin sözü ise açık ve seçik bir yanlışa örnektir. Bunun açık bir yanlış
olması tümel nicelik lafzı içerdiği içindir. Tikel nicelik lafızlarına gelince,
bunların örneği “bazı insanlar yazandır” ve “bazı insanlar yazan değildir”
sözlerindeki gibidir. Bu iki [sözdeki] doğruluk açık ve seçiktir, zira her
ikisi de tikel nicelik lafzı içerir. Niceliği belirli olmayan (gayr-ı
mahsûr) sözlere gelince; bunlar, içerisinde nicelik lafızları bulunmayan
sözlerdir. Bunlar iki türlüdürler: Niceliği belirsiz (mühmel / anlamsız)
sözler ve tekil (mahsûs) sözler. Senin, “İnsan yazandır” ve “insan yazan
değildir” gibi sözlerin niceliği belirsiz sözlere örnektir; bunlardaki doğruluk
ve yanlışlık açıklanmamıştır. Zira bu türden [sözleri] söyleyen bir kimse,
‘insanların [sadece] bir kısmını kastettim’ diyemez. “Zeyd yazandır” ve “Zeyd
yazan değildir” gibi tekil sözlere gelince, onlarda da doğruluk ve yanlışlık
açıkça belirtilmemiştir. Zira [bunu söyleyen bir kimsenin ben aslında] ‘falanca
Zeyd’i kastettim’ demesi mümkündür. Şimdi, bir kimsenin sözlerinde, tavsif
ettiğimiz biçimde tümel nicelik lafzı bulunursa doğruluk açıklanmış olur. Zira
onun, ‘hükmün olumladığından başka bir şeyi kastettim’ demesi olanaksızdır.
Bil
ki, dinleyen kimse konuşanı, onun sözlerinin olumladığı şeyle yükümlü tutmalı
ve kendisinden bunları istemelidir, yoksa aklından geçenleri (zamir)
değil. Zira kalplerdekini ancak Yüce Allah bilir. Bu örnekle de, nicelik
lafızlarıyla belirlenmediği zaman bir sözdeki (kelâm) doğruluk ve yanlışlığın
açık bir şekilde ortaya koyulamayacağı açıklanmış oldu.
Bil
ki nicelik lafızları, nitelenenin [nicelik bakımından] özelliklerini (sıfât)
belirler. Fakat nitelenenin, bilinen ve tarif edilmiş sıfatlarla belirlenmiş
olmasına da ihtiyaç vardır. Bunun anlamı şudur: Nitelenen (mevsûf), [ifade
edildiği] her hangi bir isimle tarif edilmediği takdirde, sözde kendisiyle
ilgili doğruluk ve yanlışlık açıklanmamış olur. Örneğin, “insan canlı (hayvan)
olmayandır”, “Zeyd yazan olmayandır” ve “canlı (hayvan) olmayanlar ölü cevherlerdir”
sözlerindeki gibi. Bu ve benzeri lafızlar, tarif edilmemiş (belirsiz)
varlıklara [işaret eden], hatta istisna edilen şey dışındaki her şey için ortak
anlamlı (müşterek) kullanılan kalıplardır.
Kardeşim!
Bil ki, olumlama ve olumsuzlama hem lafız hem de anlam [açısından] çelişik (mütenâktz)
iki hükümdür. Bunlar doğruluk ve yanlışlık konusunda aynı nitelikte, aynı
zamanda, aynı kiplikte (cihet) ve aynı görelilikte birbiriyle
birleşmezler. Çünkü [olumsuzlama], kendisine olumladığın şeyle, yine kendisine
olumladığın yön, zaman ve cihet itibariyle olumlanan şeyin ortadan
kaldırılmasıdır. Bu şartlardan biri bulunmadığındaysa [olumlama ve
olumsuzlamanın] doğruluk ve yanlışlık konusunda birleşmeleri mümkündür. Bunun
örneği, “bazı insanlar yazandır ve bazı insanlar yazan değildir” demendir.
Çocukken insan bilkuvve (potansiyel) yazandır, bilfiil ise yazan değildir.
Buna, “Âdem su ile balçık arasındayken ben peygamberdim” sözüyle [Muhammed]
aleyhisselâm da işaret etmiş ve “bilfiil değil, bilkuvve peygamberdim” sözünü
kastetmiştir. [Yine] yetişkin bir adam bir şeyi bilendir, başka bir şeyi ise
bilen değildir; Ramazan ayında gündüz oruçludur, gece ise oruçlu değildir;
kendisinden küçük olana göre büyüktür, kendisinden büyük olana göre ise büyük
değildir. [Başka bir örnek]: Köpek (kelb) hareket ediyor değildir. Zira
“kelb” eşanlamlı (müşterek) bir isimdir ve yine “hareket eder” ifadesi,
kendisinde altı tür hareketin[167]
vuku bulduğu bir isimdir.
Kardeşim!
Bil ki, sözde nitelenen (mevsûf) hakkında her hangi bir nitelikle (sıfat)
hüküm verildiğinde, “Zeyd yazandır” sözüne benzer bu sıfat ikili önerme
(kaziyye) olarak adlandırılır. Zira onun ‘yazan ve ‘yazan olmayan’ olması
mümkündür. Haberlerden birini kaldırdığındaysa bu, kesin (câzim) söz ve
kesin önerme olur. Kendisine üç zamandan biri iliştirildiğinde bu önermeye üçlü
önerme denir. Örneğin, “Zeyd dün yazdı” veya “yarın yazacaktır” ya da “Zeyd
bugün yazandır” sözlerindeki gibi. Üçlü önermelerden birine üç unsurdan -ki bunlar
mümkün, imkânsız (mümteni’) ve zorunludur (vacib)her hangi birini
eklediğindeyse buna dörtlü [önerme] denir: “Bu çocuğun bir gün kuvvetli bir
adam olması mümkündür”, “[bu çocuğun] bir gün bin rıtl [ağırlık] kaldırması
imkânsızdır” ve “[bu çocuğun] bir gün ölmesi zorunludur” demen gibi.
Bil
ki, olumlama ve olumsuzlama iki türlüdür: Tümel (külli) ve tikel (cüzî).
Tümel olumlunun örneği “bütün ateşler yakıcıdır” sözün, [tümel]
olumsuzun örneği ise “hiçbir ateş yakıcı değildir” sözündür. Mukabil oldukları
zaman bunlara büyük zıtlar (ezdâdün kübrâ) denir. Yine tikel olumluya
örnek “bazı insanlar yazandır” sözüdür ve bunun olumsuzu “bazı insanlar yazan
değildir” [şeklindedir]. Mukabil oldukları zaman bunlara küçük zıtlar (ezdâdün
suğrâ) denir. İki olumlu ya da olumsuz önerme mukabil olursa bunlar ardışık
(mutetâli) önermeler olarak adlandırılır. Örneğin, “bazı insanlar
hayvandır, hatta bütün insanlar hayvandır” ve “bazı insanlar uçuyor değildir,
hatta bütün insanlar uçuyor değildir” sözlerin gibi. Uyumlu (mütelâim)
önermeler ise anlam yönünden aynı ve lafız yönünden farklı önermelerdir. Bunun
örneği şudur: “Bütün ateşler sıcaktır” ve “hiçbir ateş soğuk değildir; “bazı
insanlar yazandır” ve “bazı insanlar ümmi değildir.”
Bil
ki [önermedeki] sıfata yüklem (mahmûl), mevsûfa ise onun yüklendiği konu
(mevzû) denir. Konu (mevsûf) çok, yüklem (sıfat) tek olduğunda önerme
birden çok olur. Örneğin şu sözün gibi: “Zeyd yazandır, Halit yazandır ve Amr
yazandır.” Yüklem çok, konu tek olduğunda “Zeyd yazandır, demircidir ve
marangozdur” sözündeki gibi önerme yine birden çok olur.
Yüklem
lafız açısından çok ve anlam açısından tek olduğunda önerme tek olur. Şu sözün
gibi: “Zeyd anlayandır, kavrayandır, bilendir.”
Bil
ki, önermeler bazen olumlama ve olumsuzlama, bazen de tümellik ve tikellik bakımından
farklılaşırlar. Olumlama ve olumsuzlama bakımından farklılık nitelik (keyfiyyet);
tümellik ve tikellik bakımından farklılık ise nicelik (kemmiyyet)
şeklinde isimlendirilir. Nitelik ve nicelik bakımından farklı olan önermeler
çelişik (mütenâkız), [sadece] nitelik bakımından farklı olan önermeler
ise zıt (mütezâd) önermeler olarak adlandırılırlar. Çelişik önermeler
zıt önermelere nispetle daha inatçıdırlar. Zıt önermelere örnek şöyle demendir:
“Bütün insanlar yazandır” ve “bütün insanlar yazan değildir.” Çelişik önermeler
ise “bütün insanlar yazandır” ve “her insan yazan değildir” sözün gibidir.
Bil
ki var olmak (kevn) bakımından zorunlu (vâcib) olan, doğal olarak
mümkünden daha önce gelir ve mümkün de imkânsızı (mümtenf) önceler. Zira
var olmak (kevn) bakımından zorunlu olan [var] olmadığı takdirde mümkün,
mümkün olmadığı takdirdeyse imkânsız bilinemezdi.
Ey
kardeşim! Allah seni ve bizi katından bir ruh ile desteklesin! Bil ki, bütün
önermeler -ister tümel ister tikel, ister olumlu isterse de olumsuz olsunlariki
tanımdan (had) oluşurlar. Onlardan biri konu (mevzu), diğeri
yüklemdir (mahmûl). Örneğin, “ateş sıcaktır” sözündeki ateş konu,
sıcaklık da yüklemdir.
Bil
ki, konu yükleme ve yüklem de konuya dönüştürülebilir. Bunun örneği önce “ateş
sıcaktır”, ardından ise “sıcak ateştir” denilmesi gibidir. Bu da önerme
döndürmesi (aks) olarak adlandırılır.
Bil
ki, bir önerme (a) bazen döndürme öncesinde doğru, döndürme sonrasında ise
yanlış olur. Şu sözün gibi: “Bütün insanlar canlıdır (hayvan)” ve “bütün
canlılar (hayvan) insandır.”[168]
(b) Bazen hem döndürme öncesinde hem de döndürme sonrasında doğru olur. “Bütün
insanlar gülendir” ve “bütün gülenler insandır” sözün gibi, (c) Bazen de,
“bütün insanlar uçandır” ve “bütün uçanlar insandır” sözün gibi, her iki
durumda yanlış olur.
Peri
Hermenias Risâlesi (Risâletü Bârâmânyâs) burada tamamlandı.
Bir sonraki risâle Birinci Analitikler/Analotikadır (Risâletü ânâlutikâ
el-ûlâ).
Gerçek
övgü âlemlerin Rabbi Allah’adır. Dua ve selâm Allah’ın elçisi Muhammed’e, onun
pak ve temiz ailesine olsun.
Matematik
Kısmının On Üçüncü risâlesi:
Birinci Analitiklerin Anlamı Üzerine[169]
Bölüm:
Birinci Analitikler (Kıyas) Hakkında
K |
ardeşim
bil ki her hangi iki önerme (kaziyye) bir araya getirilir ve kendilerinden
zorunlu olarak başka bir hüküm çıkarsa, bu önermeler “öncül” (mukaddime),
söz konusu hüküm ise “sonuç” (netice) adını alır. Örneğin, “bütün
insanlar canlıdır (hayvan) ve bütün canlılar büyüyendir (nâmî)” denildiğinde bu
iki [öncülden] “bütün insanlar büyüyendir” sonucu çıkar.
Bil
ki, iki öncül, ancak tek bir terimde (had) ortak olduklarında
birliktelik (iktirân) oluştururlar. Diğer iki, [büyük ve küçük] terimde
ise [bu öncüller] birbirlerinden ayrılırlar. Bu [ortak] terim (a) ya
[öncüllerden] birinde konu (mevzu), diğerinde yüklem (mahmûl)
olur; (b) ya her ikisinde yüklem olur; (c) ya da her ikisinde konu olur. [Ortak
terim, öncüllerden] birinde konu, diğerinde yüklem olursa buna “birinci şekil”
adı verilir. Örneğin “bütün insanlar canlıdır ve bütün canlılar hareketlidir”
demen gibi. Buradaki “canlı”, birincisinde yüklem, diğerinde ise konu olmak
üzere her iki öncülde bulunan ortak terimdir (el-haddü’lmüşterek).
[Ortak terim, öncüllerden] her ikisinde yüklem olursa buna “ikinci şekil” adı
verilir. Bunun örneği, “bütün insanlar canlıdır ve bütün kuşlar canlıdır”
sözündür. Burada ortak terim olan “canlı” her iki [öncülde de] yüklemdir.
[Ortak terim, öncüllerden her] ikisinde konu olursa buna “üçüncü şekil” adı
verilir. Tıpkı “bütün insanlar canlıdır ve bütün insanlar gülendir” sözündeki
gibi.
Kardeşim!
Bil ki bu öncüller, [yukarıda anlatılan] şartlar üzerine bir birliktelik (iktirân)
oluşturur ve kendileriyle her hangi bir hüküm çıkarımı yapılırsa (istihrâc),
bu şeklin bütünü “syllogismos”, yani sonuç veren (müntic) kıyas diye
isimlendirilir.
Kardeşim!
Bil ki, öncüllerden bir kısmı sonuç veren, bir kısmı da sonuç vermeyendir (gayr-ı
müntic). Sonuç verenleri yukarıda anlattık. Sonuç vermeyen [öncüller] ise
ortak terimi bulunmayanlardır: “Bütün insanlar canlıdır ve bütün taşlar
serttir” sözün gibi. Bu iki öncül, doğru olsalar dahi her hangi bir sonuç
doğurmazlar. Zira ortak terimleri yoktur.
Kardeşim!
Bil ki, aralarında birleşmenin (izdivâc) vuku bulması için öncüllerde
ortak terime ihtiyaç duyulur. Birleşmeden istenen şey de, öncülleri arzetmenin
amacı olan sonucun çıkarılmasıdır. Tıpkı eril ve dişil canlıları
çiftleştirmedeki amacın kendilerine benzer yavrular vermeleri olduğu gibi.
Öncüllerin hükmü de böyledir. Onların birlikteliği (iktiran), akıl için
açık (zâhir) olmayan şey hakkında kendilerinden hüküm çıkarılması
içindir. Bu nedenle öncüllerin birlikteliğine ihtiyaç vardır.
Kardeşim!
Bil ki, her çiftleştirme (sonucunda) doğum gerçekleşmediği gibi, (öncüllerin)
her birlikteliği (iktiran) de sonuç vermez. Bunun anlamı şudur: “Bütün
insanlar canlıdır ve bütün kuşlar canlıdır” denildiğinde, [canlı] teriminde
ortak olmalarına rağmen bu iki öncülün birlikteliğinden bir sonuç çıkmaz. Zira
onlar ikinci şekilden [öncüllerdir.] Aynı şekilde, “hiçbir insan uçan değildir
ve hiçbir insan taş değildir” denildiğinde, [insan teriminde] ortak olmalarına
rağmen bu iki öncülün birlikteliğinden de bir sonuç çıkmaz. Zira onlar üçüncü
şekilden [öncüllerdir.] Mantık kitaplarında ayrıntılı biçimde açıklandığı
üzere, birinci şekille birlikte değerlendirilmediğinde bu iki şeklin sonuçları
güvenilir değildir.
Kardeşim!
Bil ki, tamamı sonuç veren birinci şekilden öncüller, tümel (külli) veya
tikel (cüzî), olumsuz (selb) veya olumlu (îcâb) olurlar.
Örneğin, “bütün insanlar canlıdır” (tümel olumlu doğru) ve “bütün canlılar
hareketlidir” (tümel olumlu doğru) öncülleri, “bütün insanlar hareketlidir”
(tümel olumlu doğru) sonucunu verirler. “Hiçbir insan taş değildir” (tümel
olumsuz doğru) ve “hiçbir taş uçan değildir” (tümel olumsuz doğru) [öncülleri]
söylediğinde ise bunlardan, “hiçbir insan uçan değildir” (tümel olumsuz doğru)
sonucu çıkar. Yine, “bazı insanlar yazandır” (tikel olumlu doğru) ve “bazı
yazanlar hesap yapandır” (tikel olumlu doğru) [öncüllerinden] “bazı insanlar
hesap yapandır” (tikel olumlu doğru) sonucu çıkar. “Bazı insanlar yazan
değildir” (tikel olumsuz doğru) ve “bazı yazanlar hesap yapan değildir” (tikel
olumsuz doğru) öncüllerinden ise “bazı insanlar hesap yapan değildir” (tikel
olumsuz doğru) sonucu çıkar. Bu şekli ve öncüllerini korumanın; onların
kıyaslardaki kullanımını ve kendilerinden sonuç çıkarılmasının niteliğini
bilmenin; yine bu konuda dalgınlık (sehv) ve yanılgıdan (galat)
sakınmanın gerekli olduğu böylece açıklanmış oldu. Zira diğer ölçü (mevâzîn)
ve ölçütlerde (ktyâsâf) olduğu gibi bu öncüllerin de içerisine ârızî
âfetler girebilir. Bu ise ya onları kullananların bir kasıt gütmeleri ya da
dalgınlıklarıyla olur. Şöyle ki bazen öncüller doğru, sonuçları yanlış olur;
bazen öncüller yanlış, sonuçları doğru olur; bazen de öncüllerin ve sonucun ya
tamamı yanlış ya da tamamı doğru olur.
Kardeşim!
Bil ki, bu kısımda muğâlatanm (yanıltma) yerini araştırarak incelemek ve
ondan sakınmak gerekiyor. Zira mantıkî kıyası geçersiz kılmak (ibtâl)
isteyenler bu konu üzerinden yürümüşlerdir. Bunun nedeni şudur:
Aristoteles’in, “Kıyas Kitabı’nı yazarak içerisine hata ve sürçmenin (zelel)
girmediği doğru/sağlam (sahih) kıyası açıkladığı; onun, sözlerdeki
yanlışlık ve doğruluğun, görüşlerdeki hata ve isabetin, inançlardaki batıl ve
hakikatin, fiillerdeki iyilik ve kötülüğün ayırt edildiği bir ölçü (mîzân)
olduğunu anlattığı dönemde [bu ölçüye] rağbet ederek öğrenenlerin sayısı arttı
ve onlar “cedel” kitaplarından geriye kalanları terk ettiler. Kendilerine
gerçeği (hak) gösteren ölçüye başvurdukları için aralarındaki ihtilaf
son buldu; [bu ölçüye] güvendiler ve ondan başkasının geçerli olmadığından
kesinlikle emin oldular. Tıpkı bir şeyin ağırlığı konusunda ihtilafa düşen ve
ölçüyle tarttıklarında bu ağırlığı kesin bir şekilde (yakinen) bilen bir
topluluk gibi. Böylece ona (kıyasa) başvurup cedel ve tartışmayı bıraktılar.
Aralarındaki ihtilaf son bulduğunda, hemcinslerinden filozofluk taslayan (mütefelsif)
bir grup onu (Aristoteles’i) kıskandı bu ölçüyü şu yolla geçersiz kılmak
istedi. Bu da, (a) sonuçları yanlış olan doğru öncüller (b) sonuçları doğru
olan yanlış öncüller (c) ve sonuçları yanlış olan yanlış öncüller getirmeleri
ve Aristoteles’in öğrencilerine, üstadlarım kötü göstermek ve ondan vazgeçirmek
için bunlarla karşı çıkmalarıydı. Örneğin şunun gibi: “Hiçbir insan taş
değildir” (olumsuz doğru) ve “hiçbir taş canlı değildir” (olumsuz doğru)
[öncüllerinden] “hiçbir insan canlı değildir” (olumsuz yanlış) sonucu çıkar.
Diğer bir örnek: “Bütün insanlar uçandır” (olumlu yanlış) ve “bütün kuşlar
düşünendir” (olumlu yanlış) [öncüllerinden] “bütün insanlar düşünendir” (olumlu
doğru) sonucu çıkar. Aynı şekilde, “bütün insanlar uçandır” (olumlu yanlış) ve
“bütün uçanlar taştır” (olumlu yanlış) [öncüllerinden] “bütün insanlar taştır”
(olumlu yanlış) ve “bütün insanlar canlıdır” (olumlu doğru) sonucu çıkar.
Kardeşim
bil ki bu gibi mugâlatalar, [kıyas] sanatına iki bakımdan girerler: (a)
Birincisi, uğraşan kimsenin, kıyas sanatı konusunda ya bilgisiz olması ya da
[bilgisinin] yetersiz olmasıdır. Böylece mugâlata yapar, fakat bunun nereden,
nasıl ve niçin olduğunu bilmez. Tıpkı hesap bilmediği halde hesap yapan ya da
ölçü (vezn) ve ölçeğin (keyl) niteliğini bilmediği halde tartan
veya ölçen kimsenin yanıltması gibi, (b) İkincisi ise [bir kimsenin kıyas]
sanatını bildiği halde, bir amaçtan dolayı kasıtlı olarak ve inatla
[mugâlataya] yönelmesidir. Tıpkı hesap yapan, tartan ve ölçen bir kimsenin
aldatmaya, sahtekârlığa ve hileye başvurması gibi. İşte [söz konusu] topluluğun
ortaya attığı bu mugâlatadan dolayı Aristoteles kendi öğrencilerine, yedi
koşulda, ister tümel isterse de tikel olsunlar iki olumsuz, iki niceliği
belirsiz (mühmel), tikel ve tekil (hâss) öncüllerden -o
topluluğun mugâlata yapmak için getirdiği öncüller bunlardan olduğu
içinkesinlikle burhânî kıyas kullanmamalarını, tam tersi bu topluluk tarafından
anlatımı ihmal edilen, sonuçları doğru (sıdk) olan doğru öncüller kullanmakla
yetinmelerini tavsiye etti. Her maddede; döndürmeden önce ve sonra olsun her
zamanda kendileri ve sonuçları (netice) doğru (sıdk) olan öncüllere (mukaddime)
gelince, bunların tamamı “İkinci Analitikler’de açıklanmıştır.
Bölüm:
Mantıkî Kıyasların Tasnifini Gerektiren Nedenin (İllet) Açıklanması
Kardeşim!
Bil ki, ilk (antik) dönem filozofları ilimlerin altındaki sanatları (fen)
inceleyerek onlara hâkim olduklarında ve hayret verici sanatların çıkarımını (istihrâc)
yaparak onlarda ustalaştıklarında, her ilim ve sanat için, kendisinden
türlerinin doğduğu bir asıl çıkarımı (istinbat) da yaptılar. Onun için,
[ilim ve sanatların] uzantılarının (furu) kendisiyle bilindiği bir ölçüt
(kıyâs), [yine ilim ve sanatlardan] fazla, eksik ve düzgün (müstevî)
olanların kendisiyle açıklandığı bir ölçü (mizan) vazettiler. Örneğin,
şiirin ölçüsü olan aruz sanatıyla beyitlerden sağlam (sahih) ve zihaflı
olanlar; irabın ölçüsü olan dilbilim (nahiv/sentax) sanatıyla
konuşmadaki (kelâm) yanlış ve doğru kullanımlar bilinir. Aynı şekilde usturlab,
Astronomide vakitlerin bilindiği bir ölçüdür; cetvel, pergel ve gönye ise pek
çok sanatta kullanılan yamukluk (i’vicâc) ve düzlüğün (istiva)
ayırt edildiği ölçülerdir. Tıpkı, tüccarlar arasındaki muamelelerde alış
verişle ilgili fazla, eksik ve düzgün eşit olanların bilindiği ölçüler olan
mikyal, arşın, şahin ve kantar, yine icra ve yönetim erbâbının kullandıkları
bir ölçü olan hesap gibi.
Kardeşim!
Bil ki, bu ölçüt (mekâyîs) ve ölçüler (mevâzîn) insanlar
arasındaki hâkimlerdir. Şanı yüce olan Yaratıcı Tanrı onları kendi yarattıkları
arasında, insanların ihtilaf ettiği, varsayım ve tahminlerle hükmedilen şeyler
konusunda hakikatle hüküm veren yargıç (kadı) ve âdil kimseler (udûl)
mevkiine atamıştır. Böylece [insanlar] ölçü, mikyal ve ölçütlere başvurduklarında
bu [ölçüler] onların arasında hakikatle hükmeder; karar verilir, sonuca varılır
ve hulf (çelişki) ortadan kalkar. Mantıkçı filozoflar âlimlerin, sözler
konusundaki; yine bilinenler (malûmat) hakkında varsayım ve tahminler
üzerinden yanlış vehimlerle verilen hükümler konusundaki ihtilaflarını;
bunlara dair tartışmalarını; onlardan bir kısmının diğerlerini yalanladığını ve
her birinin kendisinin haklı olduğuna, muhalifinin ise saçmaladığına ilişkin
iddialarım gördüklerinde/düşündüklerinde, onlar için hükmünü kabul edecekleri
insan evladından bir yargıç (kadı) bulamadılar. Zira bu yargıç da muhalif
taraflardan biri olacaktı. Böylece, isabetli bir görüş (rey) ve derin bir
hikmet olarak, akıllarının doğası (kariha) ile düzgün bir ölçü ve sağlam
(sahih) bir ölçüt çıkarımı yapmayı düşündüler. Ki [bu ölçü âlimlerin] arasında,
ihtilaf ettikleri şey konusunda, kendisinde dengesizlik (halel) bulunmayan
bir yargıç olsun; ona başvurduklarında kimseye müsamaha göstermeden hakikatle
karar versin ve adaletle hükmetsin. İşte bu, sayısal (adedi) burhâna
benzer geometrik (hendesî) burhânın dengi olan ve mantıkî burhan adı
verilen kıyastır.
Bölüm:
Mantıkî Kıyas Hakkında
Bil
ki, bütün sanatların ölçütleri ve bütün malların ölçüleri, konuları dolayısıyla
kendilerine benzeyen şeylerden alınmıştır. Örneğin, bir ağırlığı olan belirli
kütlelerle (sincât) ağırlıkların bilindiği terazi gibi. Yine,
uzunlukların (ebad) bilindiği alan ölçüleri olan arşın, bab ve eşellin
belirli uzunlukları vardır. Kendisiyle düz şeylerin bilindiği cetvel de buna
örnektir.
Mantıkî
burhân çıkarımı yapanlar da böyle bir kıyasa başvurarak şöyle dediler:
Âlimlerin hak, batıl, doğru ve yanlış olduğunu iddia ettikleri,
düşüncelerindeki şeylere dair ihtilafları bizim için ancak söyledikleri doğru (sıdk)
ve yanlış (kizb) sözlerinde açıklık kazanır. Doğru ve yanlış sözler ise,
ancak kendileriyle kıyas ve ölçme işlemlerinin yapıldığı ölçü ve ölçütlerle
bilinir. O halde ölçü, ancak her hangi bir oluşum (telif) tarzında bir
araya getirilmiş ve bileştirilmiş şeylerden olur ki böylece bunlar
kendileriyle ölçüm ve kıyas yapılabilen bir ölçüye dönüşsünler. Bunun örneği,
kendisiyle ağırlıkların bilindiği; iki kefenin, kol, kaytan ve belirli
kütlelerin toplamı olan terazidir. Böylece burhân adı verilen mantık ölçüsünü
elde etmenin yolunu tuttular. Öncelikle “Kategoriler” içerisinde ölçü ve
ölçülenlerin kendilerinden olduğu şeyleri anlatmakla işe başladılar. Sonra
“Peri Hermenias” içerisinde bu şeylerin, bir ölçü ve ölçüt olmak üzere nasıl
bileştiklerini (terkîb) ve oluştuklarını (telif) anlattılar.
Ardından “Birinci Analitikler”de bu ölçünün, içerisinde aldatma ve yamukluk (i’vicâc)
bulunmayacak şekilde nasıl kullanıldığını anlattılar. Sonra da “İkinci
Analitikler’de, sağlam (sahih) olacak ve kendisine dengesizlik
girmeyecek şekilde onunla ölçmenin niteliğini anlattılar.
Bölüm:
Şeyler Hakkında Akılla Hüküm Vermek ve
Doğruyu Araştırmaya Teşvik Etmek Hakkında
Kardeşim!
Bil ki, insan, bildiğinin tersini söyleyebilir, fakat akılla kavradığının
tersini bilmeye güç yetiremez. Bunun anlamı şudur: Bir kimsenin, “Zeyd, aynı
zamanda hem oturandır hem de ayaktadır” demesi mümkündür, bunu bilmesi ise
mümkün değildir. Zira aklı, onun bu [sözünü] kabul etmez. Bu böyle olduğuna
göre, söyleyenlerin sözüne göre değil, aklın kararma göre hüküm vermek gerekir.
Kardeşim!
Bil ki, sanat erbâblarının tümü, sanatlarında, hata ve sürçmeden (zelel)
kendilerini korumak isterler. Şöyle ki bütün ilim erbâbı, hatadan uzak durur,
doğruyu ve hakikati araştırır ve bunun için çalışırlar. Dolayısıyla [bütün]
kardeşlerimizin -Allah onları ve bizleri kendi katından bir ruhla
desteklesin[özellikle de] onlardan felsefi mantıkla uğraşanların kendi
sözlerini başından sonuna kadar çelişkiden (tenakuz) korumaları gerekir.
Kelâmcılar (mütekellim) arasında, kendi sözlerini bir veya birkaç
mecliste çelişkiden koruyanlar bulunuyorsa da bütün sözlerini, bir kısmı
diğerleriyle çelişmeyecek biçimde, başından sonuna kadar koruyanlar azdır.
Bunun örneği bir kimsenin, kendi kitabında “bedenin mizacına uymak nefsin
doğasındandır”, sonra başka bir kitabında “nefis bedenin mizacıdır” ve ardından
bir diğer kitabında da “nefsin ne olduğunu bilmiyorum” demesi gibidir. Ya da
Yüce Allah’ın, yarattıklarını, kendilerine fayda sağlamak için yarattığı
inancına sahip olan, ardından ise onlara merhamet etmeyeceğini ve cehennemden
çıkarmayacağını söyleyerek buna inanan kimse gibi. Ya da önce mekânın bir cisim
veya cisme hulûl etmiş bir araz olduğuna inanan, sonra ise cismin ortadan
kalktığına ve mekânın boş kaldığına inanan kimse gibi. Başka bir örnek de cüzün
(atom/cevher) bölünmediğini söyleyen, ardından ise onun altı cihetinin bulunduğuna
ve uzayda yer (hayyiz) kapladığına inanandır. Bir insanın, kendi zihninde (nefs)
çelişkili sözlere ve bozuk (fasid) fikirlere inanması, sonra bununla
birlikte felsefi mantık ve hakikî burhânla meşgul olması da buna benzer.
Kardeşim!
Şunu kesin olarak bil ki, bütün ilim ve sanat erbâbı için, sanatları konusunda,
bilgilerinin (ilim) kendisinden dallanıp budaklandığı (teferru)
sağlam (sahih) bir asıl ve bildikleri şeyin2 kendisiyle ölçüldüğü
düzgün bir ölçüt (kıyas) -örneğin, daha önce açıkladığımız üzere
Aritmetik gibibulunmadığı takdirde, onların hatadan sakınmaları ve saçmalıktan
uzak durmaları mümkün olmaz. Zira asıl hatalı olduğunda, uzantılar (fürû’)
onun etrafında dolaşıp durur (kısır döngüye girer).
Bil
ki: Sözlerindeki çelişkiyi algılamayan kimseye görüş ve inançları (itikad)
konusunda nasıl güvenilir; çelişik görüşlere -ki bu konuda kendisine muhalif
olduğunu bilmiyorinanmadığından nasıl emin olunur; kendisine muhalif olduğu,
inancıyla çeliştiği ve bildiklerine (malumât) dair bilgisiz olduğu halde
başkasıyla hemfikir olması ondan nasıl beklenir?
Bölüm:
Mantığın Filozofun Aleti Olması Hakkında
Kardeşim!
Bil ki, mantıkçı filozoflar, mantıkla ilgilenen kimsenin, öncelikle kendi zihninde
(nefis) inançlarını kesin biçimde ispat etmekle işe başlaması ve
zihninde doğrulandığı takdirde bunu başkalarında da düzeltmesi için mantıkî
kıyası vazetmiş ve doğru (sahih) burhân çıkarımı yapmışlardır. Kardeşim!
Her şeyden önce, sözlerini çelişkiden nasıl koruyacağını bilmeye ihtiyacın
vardır. Bunu yaptığında felsefi mantık sanatına hâkim olursun.
Bil
ki, mantık felsefenin ölçüsüdür ve onun, filozofun aleti olduğu artık
söylenmiştir. Bunun nedeni ise şudur: Felsefe peygamberlikten sonra beşerî
sanatların en değerlisi (eşref) olduğuna göre, felsefenin ölçüsünün
ölçülerin en sağlamı (sahih) ve filozofun aletinin aletlerin en
değerlisi olması bir zorunluluğa dönüşmüştür. Bunun için felsefenin tanımında:
“[felsefe] gücünün yettiği ölçüde insanın Tanrıya benzemesidir” denilmiştir.
Bil
ki, onların (filozofların) bu sözü şu anlama gelir: İnsanın gücü, insanın
çalışarak, konuşmasında ve sözlerinde yanlışlıktan sakınması; inancında
batıldan, bildiklerinde hatadan, ahlâkında rezillikten, fiillerinde kötülükten
(şer), amellerinde sürçmeden (zelel) ve sanatında noksanlıktan
uzak durmasıdır. Bu onların, “insan gücünün yettiği ölçüde Tanrıya
2..
Risâlelerin, (Beyrut, 1957) baskısındaki “mâ yamelûne/yaptıkları şey” ifadesi
yerine, (Beyrut, 1995) baskısındaki “mâ ya’lemûne/bildikleri şey” ifadesini
esas almayı daha uygun gördük, (ç.n.) benzemek” sözünün anlamıdır. Zira şanı
yüce olan Allah, ancak doğruyu söyler ve ancak hayır işler. Kardeşim! Sen de
bu şeylerde Ona benzemeye çalış. Umulur ki bunda başarılı olur ve Ona
kavuşabilirsin. Zira Onu ancak ahlâk eğitimi alarak ve felsefe ile yetişerek
arınmış olanlar bulabilirler.
Bu
risâleden özet olarak takdim etme ihtiyacı hissettiğimiz şeylerin anlatımını
burada tamamlamış olduk. Artık burhânın konu alındığı risâleye geçebiliriz.
Matematik
Kısmının On Dördüncü risâlesi:
İkinci Analitiklerin (Burhân) Anlamı Üzerine[170]
Rahman
ve Rahim olan Allah’ın adıyla!
O |
n
kategorinin (mekûlât); onların türlerinin niceliğinin (kemmiyyet),
birliktelik oluşturmalarının (iktirân) niteliğinin (keyfiyyet)
ve de sonuçlarının kısımlarının anlatımını önceki bölümlerde tamamladık. Şimdi
ise burhânî kıyasın ne olduğunu; onun türlerinin niceliğini; oluşumunun,
kullanımının ve kendisinden sonuç çıkarsamanın (istihraç) niteliğini
açıklamak istiyoruz. Fakat bütün bunlardan önce, filozofların burhânî kıyası
kullanmalarındaki amacın ne olduğunu bildirme ihtiyacı hissediyoruz.
Kardeşim!
Bil ki, bilgi (Um) ve marifet [elde etmenin], algılama ve duyumsamanın (ihsâs)
pek çok yolu vardır. Nitekim onlardan bir kısmını Hisseden ve Hissedilen
Risâlesi’nde (Risâletü’l-hâss vei-mahsûs), bir kısmını Akıl ve Akledilen
Risâlesi’nde (Risâletü’l-Akli ve’lma’kûl) ve bir kısmını da İlimlerin
Çeşitleri Risâlesi’nde (Risâletü ecnâsi’l-ulûm) açıklamıştık. Filozofların,
eğitim sırasında ve eşyanın hakikatinin bilgisini (marifet) talep
ederken izledikleri yollar dört türlüdür: Bölme (taksim),
çözümleme/analiz (tahlil), tanım (had) ve burhân. Burada onları
teker teker anlatma ve onlara dair yöntemlerin niteliğini, bilgilerin onlarla
nasıl bilindiklerini, onların niçin ne az ne de çok, sadece dört yoldan ibaret
olduklarını açıklama gibi bir gereksinim duyduk.
Şimdi,
bunun (onların sadece dört yoldan ibaret olmalarının) nedeni şudur: “Kategoriler”
içerisinde, bütün varlıkların birer cins, tür, fâsıl ya da fert (şahıs)
olduğu, bölme yoluyla açıklık kazanarak ortaya çıktığında, onlardan her birini
bilme yolunun diğerlerinden farklı olduğu zorunlu olarak gerekli oldu. Bunun
açıklaması şudur: Bölme ile cinslerin hakikatleri türlerden ve türler
fertlerden ayırt edilir, çözümleme ile de fertlerin hakikati bilinir. Burada
kastettiğim, onlardan her birinin nelerden bileşmiş (mürekkeb)
olduklarının, hangi şeylerden oluştuklarının (müellef) ve nelere
ayrıldıklarının bilgisidir. Tanımla türlerin hakikati; onlardan her birinin
hangi cinsten oldukları ve diğerlerinden kaç fâsılla ayrıştıkları bilinir.
Burhânla, bir sonraki fâsılda da açıklayacağımız üzere, tümel (külli),
akledilir (makûl) varlıklar olan cinslerin hakikati bilinir. Şimdi bu fâsılda,
öncelikle çözümleme yolunu açıklamak istiyoruz. Zira bölme yolunun anlatımını
“Kategoriler” içerisinde tamamlamıştık. Bunun bir diğer nedeni ise çözümleme
yolunun öğrenciler için daha anlaşılır olmasıdır. Zira o (tahlil), kendisiyle
fertlerin hakikatinin bilindiği bir yoldur. Fertler ise bundan sonraki fâsılda
da açıklayacağımız üzere tikel (cüz’î) duyulur şeylerdir. Tanım ve
burhân yoluna gelince, onlar daha dakik ve daha ince [bir akıl yürütme
gerektiren iki yoldur] ve kendileriyle akledilir şeyler, yani türler ve cinsler
bilinir.
Bölüm:
Çözümleme, Tanım ve Burhân Yolları Hakkında
Bil
ki, bizim sözümüzün anlamı şudur: Fert (şahıs), çeşitli şeylerin toplamı
olan veya diğer varlıklardan ayrı birkaç münferit parçadan oluşan bir bütünün
sembolik ifadesidir. Fertler iki türlüdürler: (a) Benzer (müteşâbih)
parçaların toplamı olanlar. Örneğin bu külçe, bu taş, bu tahta ve bütün
parçaları tek bir cevherden olan benzeri fertler gibi, (b) Farklı cevherlere
ve başka başka arazlara sahip parçaların toplamı olan fertler. Örneğin bu
beden, bu ağaç, bu şehir ve çeşitli şeylerden bir araya getirilmiş olan benzeri
fertler gibi. Bu fertlerden birinin hakikatini öğrenmek istediğimizde,
öncelikle onun bileştiği şeylerin ne olduklarını (mâ hiye) inceler ve
oluştuğu parçaların sayısını (kem hiye) araştırırız.
Kardeşim!
Bil ki, bileşik şeylerin, sayılarını izzet ve celâl sahibi Tanrının dışında
kimsenin bilemeyeceği kadar pek çok türleri vardır. Fakat onların tamamı üç
cins altında toplanır; ya cismanî tabiî, ya cirmanî sınaî, ya da nefsanî ruhanî
olurlar. Şimdi, bu cinslerden her birini, diğer örneklerin kendisine kıyas
edileceği tek bir örnek altında anlatmak istiyoruz.
Cismanî
tabiî fertlere örnek, insanın bedenidir. O kafa, el, ayak, boyun, göğüs ve benzerleri
gibi farklı şekillere sahip uzuvlardan oluşmuş bir bütündür. Onlardan her bir
uzuv da kemik, sinir, damar, et, deri ve benzerleri gibi farklı cevher ve
arazlara sahip parçalardan bileşiktir. Onlardan her biri dört karışımdan (ahlât)
oluşmuştur. Her bir karışımın, kimüsten[171]
kaynaklanan bir mizacı (özelliği) vardır. Kimüs, gıdanın berraklığından; gıda,
bitkinin özünden; bitki, unsurların letâifinden; unsurlar, kendilerine özel
niteliklerle mutlak cisimden; bileşik cisim de madde (heyûlâ) ve
suretten meydana gelir. O ikisi (madde ve suret) ilk yalınlar (basit),
beden de sonuncu bileşimdir. Bunların dışındakilere gelince, onlar görelilik
bakımından yalın ve bileşik olanlardır.
Diğer
bir örnek görünür yapma varlığı olan (cirmânî sınaî) fertlerle ilgilidir
ki bu da bizim “şehir” sözümüzdür. Bununla çarşı ve mahallelerden meydana gelen
bir bütüne işaret ediyoruz. Onlardan her biri konaklardan, binalardan ve
dükkânlardan meydana gelen bütünlerdir; onlardan her biri ise duvar ve
çatılardan oluşmuş bileşimlerdir; yine onlardan her biri de kireç, tuğla, tahta
ve benzeri şeylerden bileşiktir. Bunların tamamı unsurlardan; unsurlar
cisimden; cisim de madde ve suretten meydana gelir.
Yine
başka bir örnek ruhanî nefsanî [fertlerle] ilgilidir ki bu da bestelere (ei-elhânulmu’telife)
işaret olarak söylediğimiz “şarkı” (gına) sözümüzdür. Şöyle ki, melodi (lahn),
uyumlu notalardan (neğamât) ve ölçülü beyitlerden; beyitler
kalıplardan (mefâîl); kalıplar “veted” ve “sebeb” [türü hecelerden];
bunlardan her biri de harekeli ve sakin (sesli ve sessiz) harflerden oluşurlar.
Aruz sanatının erbâbı ve musikideki oranları inceleyen kimseler bu şeyleri
bilirler. Söz konusu örneklerden de görüldüğü üzere, bileşik şeylerin nelerden
bileşip oluştuklarının ortaya çıkması için çözümleme yoluna başvurulur ve bu
durumda da onların hakikatleri bilinir.
Tanım
yoluna gelince ondan amaçlanan şey türlerin hakikatlerinin bilgisidir. Onunla
ilgili yöntemin niteliği ise türlerden birine işaret edilmesi, ardından onun
cinsinin ve ayrımlarının (fâsıl) niceliğinin araştırılması, onların
tamamının en öz lafızlarla bir araya getirilmesi ve soru esnasında [bu
lafızların] ifade edilmesidir. Bunun örneği şudur: “İnsanın tanımı nedir”
[sorusuna cevaben] “düşünen (nâtık), ölümlü canlıdır” denir. “Canlının
tanımı nedir” denildiğinde “hareketli, duyumsayan bir cisimdir” denir. “Cismin
tanımı nedir” denildiğinde “uzunluğu, genişliği ve derinliği olan bileşik
cevherdir” denir. “Cevherin tanımı nedir” denildiğinde ise “onun bir tanımı
yoktur, sadece betimi (resm) vardır” denir. Bu da senin “o, zıt sıfatlar
almaya kabiliyetli, zatıyla var (kâim) olan varlıktır” sözündür. Şayet
“zıt sıfatlar nedir” denilirse “cevhere, ondan bir parça olmaksızın hulûl eden
arazlardır” denir. Tanım yoluna, işte bu kıyastaki gibi başvurulur ve biz de
butanımlar için bir risale ayırdık.
Burhân
yoluna gelince, ondan amaçlanan ve talep edilen şey, mevcut varlıkların (ayan)
zatlarından ibaret olan yapıcı (mukavvim) suretlerin ve onlarla
tamamlayıcı (mütemmim) suretleri arasındaki farkın bilgisidir. Onların
(mütemmim suretler) tamamı [mevcut varlıklar] için birer nitelik, yine onlarda
uyumlu şekilde toplanmış özellik ve hâllerdir. [Mevcut varlıkların zatları]
bunlarla nitelenirler. Fakat bu nitelikler altında anlaşılmaz kaldıkları ve
onlarla kaplanmış oldukları için duyular onları birbirlerinden ayrıştıramıyor.
Bu nedenle de onların bilinmesi için derin bir incelemeye ve açık bir
araştırmaya; onunla (zat) ona uyan/ oturan, onda toplanmış şeyler
arasında kıyas ve burhân yoluyla bir ayrıştırma yapmaya ihtiyaç vardır.
Bölüm:
Kıyasın Mahiyeti Hakkında
Kardeşim!
Bil ki, insanın bilgilerinin büyük çoğunluğu kıyas yoluyla elde edilir. Kıyasın
hükmü bazen doğru, bazen de yanlış olur. Kıyasın kullanımı sırasında
yanlışlıktan sakınılması için bunun nedenini (illet) açıklamaya ihtiyaç
duyar ve deriz ki, kıyas, öncüllerin (mukaddime) bileştirilmesi, onun
kullanımı ise sonuçlarının çıkarsanmasıdır. Kıyasın öncülleri aklın
önsellerindeki (evâilul-ukûl) bilgilerden alınır. Söz konusu bilgilerin
önselleri de, niteliklerini Hisseden ve Hissedilen Risâlesi’nde
(Risâletul-hâss ve’l-mahsûs) de açıkladığımız gibi, duyular yoluyla elde
edilir.
Bölüm:
İnsanın Kıyas Kullanma İhtiyacının Açıklanması
Kardeşim!
Şunu bil k, duyular; fertlerin, birbirinden ayrı mekânlardaki yalın cevherlerden
ve farklı mahâllerdeki tikel arazlardan bileşik olduklarını kavradıklarında,
onların dış dünyada varolan başka başka varlıklar (a’yân) olduklarını bilirler,
o kadar. [Varlıkların] nicelik ve niteliklerine gelince onlar ancak vazedilmiş
bileşik kıyaslarla araştırılmak (tümevarım/istiksa) suretiyle
bilinirler. Bunun örneği şudur: İnsan, bazı cisimlerin ağır, çok ya da büyük
olduğunu duyularla bilirse de, onların ağırlıklarının niceliğini sadece
tartıyla (mizân)-, çokluklarının [niceliğini] sadece ölçekle (keyl);
büyüklüklerinin [niceliğini] de sadece arşın (zer’) veya benzeri
ölçülerle bilir. Bunların tamamı insanın, varsayım ve tahminler üzerinden
bilemeyeceği şeyleri kendileriyle bildiği ölçü ve ölçütlerdir.
Bölüm:
Kıyastaki Yanlışlığın Yönleri Hakkında
Kardeşim!
Bil ki, kıyasa yanlışlık üç yönden girer: (a) Birincisi kıyasın, eksiklik veya
fazlalık içerip yamuk (muavvec) olması, (b) İkincisi kıyas kullanan
kimsenin, onu kullanmanın niteliğine dair bilgisiz olması (c) ve üçüncüsü de
kıyasın doğru, kullananın da bilgili olmasına rağmen, onun bir amaç uğruna
aldatma ve sahtekârlık olarak mugâlataya (yanıltma) yönelmesidir.
Bölüm:
Kullananın Bilgisizliği Yönünden [Kıyasa] Yanlışlık Girmesinin Mahiyeti
Kardeşim!
Bil ki insan, duyu organlarını kullanabilecek şekilde yaratıldığı gibi, çocukluğundan
itibaren kıyas kullanma doğasına da sahip olur. Şöyle ki çocuk, büyüyerek
olgunlaşıp duyulurları (mahsûsât) düşünmeğe başladığında; ebeveynlerini
inceleyip onları bir duyumsama olarak bildiğinde ve yine onlarla kendisi
arasında bir ayrım yaptığında zan, vehim ve tahminleri de kullanmaya başlar.
Kendisi gibi bir çocuk görüp onu düşündüğünde, kendisine kıyaslamak suretiyle
onun da ebeveynleri -onları bir duyuyla (gözüyle) görmese dahiolduğunu
bilir. Nedenliyi (malûl) gözlemlemek suretiyle nedenin (illet)
ispat edildiği bir akıl yürütme (istidlâl) olduğu için bu, içerisinde
yanlışlık bulunmayan doğru bir kıyastır. Şayet onun kardeşleri olur ve onları
duyumsama yoluyla bilirse, yine bu durumda kendisine kıyasla, diğer çocuğun da
kardeşleri olduğuna ilişkin vehim, zan ve tahminde bulunur. Nedenliyi
gözlemlemek suretiyle nedenin değil, [nedenlinin] hemcinslerinin ispat edildiği
bir akıl yürütme olduğu için bu, içerisine doğruluk ve yanlışlığın girdiği bir
kıyastır. Yine bu çocuk, kendi ebeveynlerinin hükmüne kıyasla, gördüğü her
kadın ve erkeğin bir çocuğu olduğunun -onların çocuklarını görmese dahizannına
ve vehmine kapılır. Nedenin hemcinslerini gözlemlemek suretiyle onların
nedenlilerinin ispat edildiği bir aklı yürütme olduğu için bu kıyasın hükmü
bazen doğru, bazen de yanlış olur. Bu örnekte görüldüğü üzere insan, çocukluktan
itibaren kendisinde, ebeveynlerinde ya da kardeşlerinde hâl ve sebep olarak
fark ettiği bütün şeylerin benzerlerinin -kendisine, ebeveynlerine ve
kardeşlerine kıyasladiğer çocuklarda, onların ebeveynlerinde ve kardeşlerinde
de [bulunduğunun] zannına ve vehmine kapılır. Öyle ki, açlık ve susuzluk
çektiğinde, çıplak olduğunda, sıcaklık ve soğukluk duyduğunda, yediği bir
yemeği lezzetli bulduğunda, içtiği bir içkiden hoşlandığında, giyindiği bir
elbiseyi beğendiğinde, kaybettiği bir şey için üzüldüğünde ya da bulduğu bir
şeyden dolayı sevindiğinde zanneder ki bu hâllerden biri onun başına geldiği
sırada, hemcinslerinden olan diğer çocuklar da benzeri hâlleri yaşarlar.
Onun
duyulur şeylerin hükümlerine dair diğer zan ve vehimleri de bu örnekte olduğu
gibi meydana çıkar. Öyle ki, ebeveynlerinin evinde bir hayvan, eşya, mal ya da
suyu tuzlu olan bir kuyu gördüğünde, diğer çocukların evlerinde de bunun
benzerleri bulunduğunun zannına ve vehmine kapılır. Akıl-baliğ olup duyulur
şeyleri araştırdığında ve mevcut fertlerin hâllerini tarttığındaysa çocukluk
günlerinde sandığı ve vehmettiği şeylerin hakikatlerini öğrenir ve zannının
doğru ya da yanlış olduğu kendisi için yavaş yavaş açığa çıkar.
Bölüm:
Âkil Kimseler Nezdindeki Yanlışlık Yolunun ve
Filozoflar Nezdindeki Kıyas Yanlışlığının Açıklanması
Kardeşim!
Şunu bil ki, araştırma ve keşif öncesinde, âkil kimselerin varlıklar (eşyâ)
konusundaki diğer hükümleri, zan ve vehimleri de bu örnekte olduğu gibi
meydana çıkar. Şöyle ki çoğu insan kendi ülkesinde rüzgâr, yağmur, sıcak,
soğuk, gündüz, gece, kış ya da yaz olduğunu gördüğünde -kendi ülkesinde
gördüklerine kıyaslabunların başka ülkelerde de var olduğunun zannına ve
vehmine kapılır. Tıpkı çocukken, ebeveynlerinin evinde gördüklerine benzer
şeylerin, diğer insanların evlerinde de bulunduğunu zannettiği gibi. Ta ki,
daha önce de açıkladığımız üzere, deneyim sonrasında, vehmettikleri şeylerin
hakikatleri kendileri için açığa çıkıncaya kadar. İnsanlar arasındaki âkil
kimselerin hükmü de, yukarıda anlatılanlara benzer şeyler konusundaki zan ve
vehimleri bakımından böyledir. Öyle ki, matematik ilimlerini (el-ulûmur-riyâzıyye),
özellikle de Astronomiyi (ilmu’l-heye) incelediklerinde, eskiden doğru
ya da yanlış oldukları zannına ve vehmine kapıldıkları şeylerin hakikati
kendileri için açığa çıkar.
Kardeşim!
Bil ki, ne kesin bilgiye sahip akıllı kimseler, ne matematikle uğraşan âlimler,
ne de sözüm ona felsefe yapan (mütefelsif) filozoflar bu zan ve
vehimlerden kurtulabilirler. Şöyle ki biz felsefeyle, akledilirlerle ve
burhânlarla uğraşan pek çok kimsenin, parçalarının -hangi parçası olursa
olsunağırlığını fark etmelerine kıyasla, kendisine özgü mevziinde bulunan
arzın da bir ağırlığı olduğunun zannına ve vehmine kapıldıklarını görüyoruz.
Şayet bu böyleyse -ki o kimse diğer kıyasların bu şekilde yapılmış olduğundan
emin değildirbunda kıyasın zayıflığına, kendisinin ve delâletinin bozukluğuna (fesâd)
işaret eden bir şey vardır.
Aynı
bunun gibi onlardan pek çoğu; yerküresi bakımından, kendi ülkelerinin karşı
tarafında bulunan bir kimsenin -ayakları birbirine karşı olacak şekilde birisi
yüzeyin üst tarafında, diğeri ise altında duran iki kimsenin durumundan
gördüklerine kıyaslaters durduğunu zanneder. Yine onlardan çoğu kimse,
evlerinin dışında başka mekânların, ülkelerinin dışında başka ülkelerin ve
içinde bulundukları [ay altı] âlemin dışında felekler âleminin bulunduğunu
fark etmelerine kıyasla âlemin dışında, doluluk (melâ) veya boşluk (halâ)
şeklinde sonsuz bir uzay (fezâ) bulunduğunu zanneder. Aynı şekilde bir
mekân ve zaman içerisinde gördükleri kendi fiil ve sanatlarına kıyasla izzet ve
celâl sahibi Yaratıcının (Bârı) da âlemi bir mekân ve zaman içerisinde
yarattığını sanırlar. İşte bu nedenden dolayı onlardan çoğu kimse,
gözlemlediklerine kıyasla izzet ve celâl sahibi Yaratıcının bir cisim olduğu
zannına kapılır; zira cismin dışında fâil olan [bir şey] bulamamış ve
Yaratıcının fâil olduğunu fark etmişlerdir. Oysaki metafizik ilimlerde (el-ulûmu’l-ilâhiyye)
alıştırma yaptıkları takdirde, Metafizik Risâlesi’nde
(er-Risâletü’l-ilâhiyye) de açıkladığımız gibi gerçekliğin (emr) bunun
tersi yönünde olduğu kendileri için açığa çıkar.
Kardeşim!
Şunu bil ki insan, yukarıda da açıkladığımız üzere, çocukluğunda duyulur
şeylerin hakikatlerini öğrenmeden önce zannettiği şeyler gibi, açıklama (beyân)
ve keşif öncesinde bildiği şeylerin hakikatleri aklına geldiği takdirde ancak
bilgi ve marifet mertebelerinde mevkice yükselebilir.
Bölüm:
Duyuların Akledilirleri ve Onların Sonuçları Hakkında
Kardeşim!
Bil ki, insanın beş duyu ile kavradığı bilgilerin, aklın önsellerinde onlardan
çıkan şeylere izâfetle pek çok nispeti vardır. Tıpkı alfabenin, ondan
bileştirilmiş isimlere izâfetle nispetinin [fazla olduğu] gibi. Aynı şekilde
aklın önsellerindeki bilgilerin de, onlardan burhân ve kıyaslarla çıkan
bilgilere (ulûm) izâfetle pek çok nispeti vardır. Tıpkı isimlerin;
makale, hutbe ve diyaloglar içerisinde onlardan oluşturulan konuşma (kelâm) ve
deyimlere (lugât) nispeti gibi. Söylediklerimizin doğruluğunun delili şudur:
Kıyas yoluyla elde edilen bilgiler, Öklides’in [“Elementler” isimli] kitabında
anlatılan, aklın önsellerindeki (apriori) bilgilerden sayıca daha çoktur. Şöyle
ki o, her makalenin başında aklın önsellerinden olan aşağı yukarı on tane
bilgiyi anlatır, ardından ise onların sonuçlarından burhâni bilgilerin yüz
meselesinin çıkarsamasında bulunur. [Batlamyus’un] el-Mecistî isimli
kitabının ve yine çoğu felsefe kitaplarının hükmü de böyledir.
B
öylece öğrencilerin bilgisizliği cihetiyle kıyasa yanlışlık girmesinin
niteliğine ilişkin anlatımımızı bitirmiş olduk. Şimdi de kıyasın [içeriğinden]
ve [suretinin] yamukluğundan dolayı kendisine yanlışlık girmesinin niteliğini
anlatmak istiyoruz.
Bölüm:
Kıyastaki Yamukluğun Niteliği ve Ondan Nasıl Sakımlacağı Hakkında
Kardeşim!
Bil ki, yamuk olması yönünden kıyasa giren yanlışlıkların, çoğu zaman uzun bir
açıklamaya tabi tutulan pek çok kısımları vardır. Bunlar mantık kitaplarında
anlatılmıştır. Biz ise bu fâsılda; kendileriyle [hatalardan] korunarak burhânî
[kıyasların] kullanımıyla yetinilmesi ve onların dışında kalan, kendilerinde
hata ve sürçmelerin var olup olmadığından emin olunamayan kıyasların, yine âdet
olduğu üzere örneklerle doğrulanıp yanlışlanan -ki bu da tikelin tümele kıyas
edilmesidirkıyasların terk edilmesi için sadece düzgün (müstevî) kıyasın
şartlarını anlatmak istiyoruz.
Kardeşim!
Bil ki, içerisine hata ve sürçmenin girmediği kıyas, içerik (terkîb) ve
kullanımı bakımından, Aristoteles’in öğrencilerine tavsiye ettiği şartların
muhafaza edildiği kıyastır. O [şartlar] ise şunlardan ibarettir: Kıyasa dayalı
her ilim ve öğrenimde, aklın önsellerinden olan bilinen (malûm) iki anlamın
alınması gerekir. Bunlar ise “o ...mı/mi” (hel hüve) ve “o nedir” (mâ
hüve) [sorularının cevabıdır], O (Aristoteles) bunu, bilinmeyenin
bilinmeyenle (mechûl) bilinmesinin imkânsız olmasından, yine
[bilinmeyenin] bilinen ve bilinmeyen bir şeye kıyas edilememesinden dolayı
tavsiye etmiştir. [Yani öncelikle] akim önsellerinden olan bilinen bir şeyin
alınması, ardından da burhân yoluyla talep edilen diğer şeylerin ona kıyas
edilmesi gerekir. Aklın önsellerindeki [bilgiler ise] iki şeyden ibarettir: (a)
Şeylerin hüviyetleri (b) ve mahiyetleri. Şöyle ki, Hisseden ve Hissedilen
Risâlesi’nde (Risâletü’l-hâss ve’l-mahsûs) de açıkladığımız gibi nefislerde
(zihin), şeylerin hüviyetleri duyular yoluyla, mahiyetleri ise tefekkür,
düşünme ve ayrıştırma yollarıyla meydana gelir. Duyulurların, duyular yoluyla
hüviyetlerinin; tefekkür, düşünme ve ayrıştırma yollarıyla da mahiyetlerinin
nefislerde meydana çıkması durumunda bu nefisler “akleden” ismini alırlar.
Kardeşim, şayet derinlemesine düşünür ve İnsanî aklın ne olduğunu öğrenmek
istersen [bil ki] o, bilkuvve bilen (allâme) olmanın ardından bilfiil
bilene dönüşen İnsanî nefisten başka bir şey değildir. Kendisinde, duyular
yoluyla şeylerin hüviyetlerinin suretleri, tefekkür ve düşünme yoluyla da
[şeylerin] mahiyetlerinin suretleri meydana çıktıktan sonra o bilfiil bilene
dönüşür.
Bölüm:
Burhânî Kıyasın Temeli Hakkında
Kardeşim!
Bil ki, diğer burhâni kıyaslar bu iki bilgi üzerine inşa edilirler. Kastettiğim
şey, “o ...mı/mi” (hel hüve) ve “o nedir” (mâ hüve) [sorularının
cevabıdır.] Bunun örneği, Öklides’in kitabındaki birinci makalenin başında
aklın önsellerinden olan dokuz bilginin anlatılması ve daha sonra da onların
aracılığıyla diğer meselelerin kanıtlanmasıdır. Bu [bilgiler] ise onun
(Öklides) şu sözlerinden ibarettir:
(1)
Aynı (tek bir) şeye eşit olan şeyler birbirlerine de eşit olurlar. (2) Eşit
şeylere, yine eşit şeyler eklenirse bunların tamamı birbirlerine eşit olur. (3)
[Eşit şeylerden], eşit [şeyler] çıkartılırsa geriye kalanlar birbirlerine eşit
olur. (4) Eşit olmayan şeylere, eşit şeyler eklenirse bunların tamamı birbirlerine
eşit olmaz. (5) [Eşit olmayan şeylerden] eşit şeyler çıkartılırsa geriye
kalanlar birbirlerine eşit olmaz. (6) [Şeylerden] her biri aynı şeyin iki
misliyse, onlar eşittir. (7) [Şeyden] her biri [aynı] şeyin yarısıysa, onlar
yine eşittir. (8) [Şeylerin] miktarları birbirilerine uygunsa ve bir kısmı
diğer kısmından fazla değilse bunlar da eşittir. (9) Bütün (küll)
parçadan (cüz”) büyüktür.
Bu
hükümlerin tamamı, seviye itibariyle aklın önsellerinden olan bilgilerden
alınmıştır. Âkil kimseler onlardan her hangi biri konusunda ihtilaf etmezler ve
ardından, üzerinde ihtilaf ettikleri şeyleri onlara kıyaslarlar.
Bölüm:
Aklın Önselleri ve îlk Bilgiler Hakkında
Kardeşim!
Bil ki, [yukarıda anlatılan] bu şeyler ve benzerleri akıldaki önseller şeklinde
isimlendirilirler. Zira âkil kimselerin tamamı bunları bilir; bunları
derinlemesine düşünüp (teemmül) iyice incelediklerinde (nazar)
ihtilaf etmezler. Aksine onların ihtilafları, akıl yürütme (istidlâl)
ve kıyas yoluyla bilinen şeyler konusunda olur. Bu konudaki ihtilaflarının
sebebi ise [eğitim] yollarının çokluğundan, kıyas sanatlarından (fen)
ve onların kullanım niteliklerinden kaynaklanır. Bunun geniş açıklaması mantık
ve cedel (diyalektik) kitaplarında artık anlatılmıştır. Biz ise bu
bilgilerin hakikatlerinin, âkil kimselerin zihinlerinde (nefs) nasıl
ortaya çıktığını açıklamak istiyoruz.
Kardeşim!
Bil ki, akıldaki önseller olarak adlandırılan bu bilgiler âkil kimselerin
zihinlerinde (nefs), duyulur şeylerin teker teker tümevarımı (istikra),
onların parça parça incelenmesi (tesaffuh) ve fert fert düşünülmesiyle
meydana çıkar. Âkil kimseler onlardan, kendilerini tek bir niteliğin kapsadığı
çok sayıda fertleri gördüklerinde, bu itibarla o ferdin ve o türün (cüz’) cinsinden
olan her şey için -o cinsin bütün türlerini ve o türün bütün fertlerini
gözlemlemeseler dahihükmün böyle olduğu zihinlerinde hâsıl olur. Bunun örneği
şudur: Çocuk, büyüyerek olgunlaştığında ve canlı fertleri teker teker düşünmeye
başladığında, onların tamamının duyumsayan ve hareketli olduklarını fark eder
ve bu durumda onların cinsinden olan her şey için hükmün böyle olduğunu bilir.
Aynı şekilde hangi türden olursa olsun bütün su türlerini düşündüğünde onun
rutubetli ve akıcı olduğunun farkına varır. Yine her türden ateşi [düşündüğünde]
onun sıcak ve yakıcı olduğunu, her türden taşı [düşündüğündeyse] onun sert ve
kuru olduğunu fark eder. Böylece o cinsten olan her şey için hükmün bundan
ibaret olduğunu bilir. Bu itibarla, aklın önsellerindeki bilgiler duyu
organları yoluyla [onun zihninde] meydana gelir.
Kardeşim!
Bil ki, duyumsama yoluyla zihinlerde (nefs) meydana çıkan bu gibi şeyler
konusunda, âkil kimselerin mertebeleri derece bakımından farklıdır. Bunun
anlamı şudur:
Aklın
bedihîleri (apaçık bilgileri) ile bilinen şeyler, onlardan (âkil kimselerden)
daha çok incelemede bulunan, daha derinden düşünen, daha fazla tefekkür eden,
daha ince düşüncelere dalan ve daha çok dikkat kesilen (itibar eden)
kimselerin zihinlerinde (nefs), yaşamları boyunca tamamen rahat (umursamaz)
bir şekilde yeme içme, eğlence, maddî (cismanî) lezzet ve işlerle meşgul
olan kimselerin zihinlerindekinden (nefs) daha fazla olur.
Kardeşim!
Bil ki, duyulur şeylerin hakikatleri üzerinde düşünen kimseler, bu hakikatlere
dair tek bir duyuyla hüküm verdiklerinde çoğu zaman hata yaparlar. Bunun
örneği, gördüğü serap üzerinde düşünerek onu gölet ve ırmak zanneden kimsedir.
O kimse [gördüğü şeyin] hakikatine dair tek bir duyuyla hüküm verdiği için
hataya düşer. Hâlbuki bütün şeylerin hakikati tek bir [görme] duyusuyla
bilinmez. Şöyle ki, görme duyusu sadece renkleri ve şekilleri kavrar. Suyun
hakikati ise renk, dokunma ve şekil bakımından değil, tatmak suretiyle bilinir.
Bunun nedeni de sıvı halindeki pek çok cismin (cesed), örneğin yanıcı
sirke, beyaz gazyağı ve benzerlerinin suyla aynı renkte olmasıdır.
Bil
ki, her cinsten duyulurlar için, o cinsin hakikatinin kendisiyle bilindiği bir
duyu vardır. Sıvı halindeki cisimlerden [bir kısmıyla] diğerleri arasındaki
fark dokunma (lems) duyusuyla, bir kısmının arasındaki fark ise tatma duyusuyla
(zevk) bilinir. Onların renkleri ise görme duyusuyla (basar)
ayırt edilir. Hisseden ve Hissedilen Risalesinde (Risâletul-hâss ve’lmahsûs)
de açıkladığımız üzere düşünen kimsenin, bir duyulurun hakikati hakkında, ancak
o cinsten duyulurlara ait hakikatin bilgisini verebilen bir duyu ile hükmetmesi
gerekir. Şimdi konumuza geri dönersek, deriz ki;
Onun
(Aristoteles), “burhânî kıyasta öncelikle, “o ...mı/mi” ve “o nedir”
sorularının cevabı olan bilinen bir şeyin vazedilmesi gerekir” sözü,
bilinmeyen başka bir şey, onunla bilinsin diye [söylenmiştir]. Bu tıpkı bir
geometri bilimcinin (mühendis) “ = | ” şeklinde bir çizgi vazetmesi, ardından
ise onu eşkenarlı üçgene dönüştürmesi; iki kısma ayırması; üzerine başka bir
çizgi ilave etmesi; ondan bir açı (zaviye) ya da Oklides’in kitabında ve
diğer geometri (hendese) kitaplarında anlatılan benzeri şeyler yapması
gibi. Burada “o ... mı/mi” ve “o nedir” sorularına cevaben bilinen şey “ = | ”
şeklindeki çizgidir. Bilinmesi ya da yapılması talep edilen bilinmeyen (meçhul)
şey ise üçgendir. Burhânî kıyasta da böyle yapılması; öncelikle, aklın
önsellerindeki bilinen şeylerin alınması, bir tür bileşim şeklinde bir
biraradalık (telif) oluşturulması, ardından da aklın önselleriyle
bilinemeyen ve de duyularla kavranamayan belirsiz (meçhul) şeylerin
onlarla talep edilmesi gerekir. Onun (Aristoteles), “burhânda, bir şey kendisi
için bir neden olmamalıdır” sözüne gelince bu aklın önselleri bakımından açıktır.
Yani nedenli bir şey kendi nedeni olamaz. Fakat [Aristoteles bunu] burhânla
uğraşan pek çok kimsenin, konunun uzadığının farkına varmadan, nedenliyi bazen
kendisi için bir neden yapmasından dolayı [söylemiştir].
Bunun
örneği fizikle (ilmu’t-tabîiyyât) uğraşan kimsedir: Kendisine “bazı
seneler fazla yağmur yağmasının nedeni nedir” diye sorulduğunda, “bulutların
çokluğu” der. “Bulutların çok olmasının nedeni nedir” diye sorulduğunda,
“havada, denizlerden ve sazlık alanlardan yükselen buharın çok olması” der.
“Buharlaşmanın çok olmasının nedeni nedir” diye sorulduğunda, “nehir ve vadi
sularının yükselip taşmasının ve denizlere dökülen akıntıların fazlalığından”
der veya böyle zanneder. “Suyun, onun yükselmesinin ve denizlere dökülen
akıntıların fazlalığının nedeni nedir” diye sorulduğunda da “fazla yağmur
yağması” cevabını verir. Bu kıyasa göre fazla yağmur yağmasının nedeni, yine
fazla yağmur yağması olur. Bundan dolayı burhân sahibi, “nedenlerden
birincisi, İkincisi, üçüncüsü ve dördüncüsü şöyle şöyledir” deme ihtiyacı
hisseder ki [örneğin] “bulutlar çok, yağmursa az olabilir” gibi bir itirazdan
kaçabilsin. Zira Nedenler ve Nedenliler Risalesinde (Risâletü’l-ilel
ve’l-ma’lûlât) de açıkladığımız üzere nedenli olan her şeyin dört nedeni
vardır.
Bölüm:
Nedenlinin Nedenden Önce Var Olmadığı Hakkında
Onun
(Aristoteles), “nedenli nedenden önce [var] olmaz” sözü de, nedenli nedenden
önce olmadığı için aklın önselleri bakımından açıktır. Fakat bunlar -her ne
kadar akılda, neden nedenliden önce geliyorsa dagörelilik (muzâf)
cinsinden oldukları için duyumsama (hiss) bakımından aynı anda ortaya
çıkarlar. Öyle ki, bazen bu karmaşık bir hal alır ve neden nedenliden ayırt
edilemez. Bunun örneği şudur: Astronomi (el-ilmü’l-hey’e) ile uğraşan
bir kimseye “bir ülkede gündüzün başka bir ülkedekinden daha uzun olmasının
nedeni nedir” diye sorulduğunda, “orada güneşin yerin üst tarafında
[diğerindekinden] daha uzun süre bulunmasıdır” der. Bu önerme (kaziyye)
döndürüldüğünde (‘aks) “güneşin yerin üst tarafında daha çok durduğu
her ülkede gündüz daha uzun olur” denir ki bu doğrudur. Fakat eğitim yollarıyla
alıştırma (riyâzet) yapmayan pek çok kimseye, bunlardan hangisinin bir
diğeri için; güneşin yerin üst tarafında bulunmasının gündüzün uzunluğu için
mi, yoksa gündüzün uzunluğunun güneşin yerin üst tarafında bulunması için mi
bir neden olduğu kapalı kalır. Aynı şekilde ateş ve duman, bazen aynı anda var
olur bazen de onlardan biri diğerinden önce ortaya çıkar. Kimi zaman ateşin var
olduğu dumandan hareketle çıkartılır (istidlâl), kimi zaman da ateş,
dumanın varlık (vücûd) sebebi olarak görülür. Kısacası onlardan
hangisinin, bir diğerinin nedeni olduğu bilinmez.
Kardeşim
bil ki ateş ve dumandan her hangi biri diğeri için bir neden değildir. Tam
tersi onların maddî (heyûlânî) nedenleri dönüşüme tabi (müstehîl)
cisimler, fâil nedenleri ise suret bakımından birbirinden farklı olan ısıdır (harâret).
Şöyle ki ısı, dönüşüme tabi cisimler üzerinde tam bir etkide (fiil)
bulunduğunda ateşe, baskın bir rutubet nedeniyle etkisinde yetersiz
kaldığındaysa duman ve buhara dönüşür.
Bölüm:
Aristoteles’in Burhânda Kalıcı Arazların Kullanılmamasına;
Bir
Şeyin Nedeninin Onun Zatîlerinden Olduğuna; Öncüllerin Tümel Olması
Gerektiğine İlişkin Sözleri Hakkında
Onun
(Aristoteles) burhânda kalıcı (mülâzım) arazların kullanılmamasına
ilişkin sözü, kalıcı arazların, kalıcı oldukları şeylerden ayrılmamaları
dolayısıyla söylenmiştir. Tıpkı nedenin, nedenliden ayrılmaması gibi. Şöyle
ki, bir şeyin nedenli olduğuna hükmedildiği anda onun bir fâil nedeninin
bulunduğu zorunlu olur. Kalıcı arazlar ise şeyden ayrılmıyorlarsa da onun fâil
nedeni değildirler. Bunun örneği şudur: Ölüm (mevt) öldürmeden (kati)
ayrılmıyorsa da onun nedeni değildir, öldürme de aynı şekilde ölüm için zatî
bir neden değildir. Zira çoğu kimsenin ölümü, öldürme söz konusu olmadan
gerçekleşir. Oysaki neden olmaksızın nedenli var olamaz.
“Şeyin
nedeninin onun zatîsi olması [gerekir]” sözüne gelince o (Aristoteles) bunu
şundan dolayı söylemiştir: Tek bir şeyin çeşitli arazî nedenleri olabilir.
Fakat bunlar (arazî nedenler), o cinsin bütün türlerinde ve o türün bütün
fertlerinde sürekli (müstemirraten) bulunmazlar.
Tıpkı
ölüm için arazî bir neden olan, fakat onun bütün türlerinde sürekli bulunmayan
öldürme gibi. Dolayısıyla, döndürme öncesinde ve sonrasında önermenin doğru
olması için, nedenin arazî değil, zatî olmasına ihtiyaç vardır. Örneğin,
“bütün renkliler cisimdir” sözün gibi. Bu önermeyi döndürdüğünde “bütün
cisimler renklidir” dersin. Zira cisim dışında renkli olan her hangi bir şey
yoktur. Öyleyse cisimlik, renkliler için zatî bir nedendir.
“[Burhândaki]
öncüllerin tümel olması [gerekir]” sözüne gelince o (Aristoteles) bunu, tikel
öncüllerden çıkan sonuçların zorunlu değil, mümkün olmasından dolayı
[söylemiştir]. Örneğin, “Zeyd yazandır” ve “bazı yazanlar vezirdir” sözün gibi.
Burada Zeyd’in vezir olması [gibi olmaması da] mümkündür. Hâlbuki “bütün
yazanlar okuyandır” ve “Zeyd yazandır” denildiği takdirde Zeyd zorunlu olarak
okuyan olur.
Bölüm:
Hükmün Zatî Niteliklerle Verilmesi Hakkında
Onun
(Aristoteles), “[burhânî kıyasta] konunun yükleminin evve/î/önsel (apriori)
olması [gerekir]” sözüne gelince bu şundan dolayı söylenmiştir: Konuların
yüklemleri iki türlü; bir kısmı evvelî, bir kısmı ise ikincil olur. Bunun
örneği şudur: Bütün üçgenlerde üç açının var olması evvelî bir oluştur (kevn),
zira bu onun mukavvim (yapıcı) suretidir. Bunların (açıların) dar, dik
ve geniş olmaları ise ikincil bir oluştur. Burhânî kıyasta ancak zatî-cevherî
nitelikler kullanılmasının gerekliliği böylece açıklanmış oldu. Bunlar (zatî-cevherî
nitelikler) şeyin mukavvim suretleridir ve talep edilen hüküm -ki bu da doğru
sonuçta ortaya çıkaronlarla oluşur.
Kardeşim
bil ki îsagoci Risâlesi’nde (Risâletü Îsâgûcî) de açıkladığımız üzere,
zatî-cevherî nitelikler üç kısma ayrılırlar: Cinsî, türsel ve ferdî (şahsî).
Ben derim ki, tıpkı bildiğin gibi kesin (hetmen) bir hükme var ve şundan
kuşkulanma: Cinsî bir nitelik, o cinsin altına giren bütün türlerin nitelenmesi
sırasında zorunlu olarak doğru olur. Aynı şekilde türsel bir nitelik de o türün
altına giren bütün fertlerin nitelenmesi sırasında zorunlu olarak doğru olur.
Bunlar doğru sonuçla ortaya çıkan niteliklerdir. Burhânda onları kullan ve
kendileriyle hüküm ver. Ferdî niteliklere gelince onların türün tamamı için,
her türsel niteliğin de cinsin tamamı için doğru olması zorunlu değil. Burhânda
bu [nitelikleri] kullanma ve onlarla kesin bir hüküm verme. [Zira] onlarla
kesin (yakîn) bir hükme varamazsın. Artık, filozofların (hakîm)
ve filozofluk taslayan (mütefelsif) kimselerin burhânî kıyası, sadece
kıyas yoluyla bilinen şeyleri bilmek için vazettiklerini öğrendin ve bu senin
için açıklık kazandı. Ne duyumsamayla ve ne de aklın önselleriyle [doğrudan]
bilinmesi mümkün olan o şeyler, ancak burhân diye isimlendirilen akıl yürütme (istidlal)
yoluyla bilinirler.
Kardeşim!
Bil ki, her sanatın bir ehli vardır. Her bir sanatın ehli için de, kendi
sanatlarına dair üzerinde ittifak ettikleri asıllar (usûl) ve kendi
ilimlerine dair üzerinde ihtilaf etmedikleri ilkeler (evâil)
bulunmaktadır. Zira her bir sanatın ilkeleri, derece (tertîb) bakımından
kendisinden önce gelen başka bir sanattan alınır.
Bölüm:
Burhân Sanatının îki Türlü Olması Hakkında
Kardeşim!
Bil ki, burhân sanatının ilkeleri (evâil) aklın önsellerinden (bidâyetü’l-ukûl)
olan bilgilerden alınır. Aklın önsellerinden olan bilgilerin ilkeleri de,
daha önce açıkladığımız gibi duyular yoluyla elde edilir.
Bil
ki, burhân sanatı iki türlüdür: Geometrik (hendesî) ve mantıkî. Geometri
sanatına dair ilkeler ondan önce gelen başka bir sanattan alınır. Örneğin
Oklides’in, “nokta, parçası bulunmayan (parçalara ayrılmayan) şeydir”, “çizgi (hatt),
genişliyi bulunmayan uzunluktur”, “yüzey, [sadece] uzunluğu ve genişliyi
bulunan şeydir” şeklindeki sözleri ve [kitabındaki] makalelerin başında
zikredilen benzeri postulatlar (musâdarât) gibi. Mantıkî burhânın hükmü
de böyledir; onun ilkeleri de kendisinden önce gelen [başka] bir sanattan
alınır ve öğrencilerin burhânî [kıyas yapmadan] önce onları müsadere etmeleri
gerekir. Mantık sahibinin (Aristoteles) şu sözleri bu kâbildendir:
Şanı
yüce olan Yaratıcı hariç, var olan (mevcûd) her şey ya cevher ya da
arazdır. Tıpkı şu sözü gibi: Cevher kendi başına var olan (kâim bi-nefsihi)
ve zıt özellikler almaya kâbil olan şeydir. Araz ise bir şeyde, o şeyden bir
parça olmaksızın bulunan ve o şey ortadan kalkmaksızın (batale) ortadan
kalkabilen şeydir. Yine şu sözü gibi: Bazı cevherler madde (heyulâ) ve
suret gibi yalın, bazıları ise cisim gibi bileşik olur. Yine şu sözü gibi:
Bütün cevherler ya etkin (fâil) bir neden ya da edilgin (münfail) bir
nedenlidir. Yine şu sözü gibi: Her etkin nedenin derecesi (şeref),
edilgin nedenlisinden daha üstündür. Yine şu sözü gibi: Olumsuzlama (selb) ve
olumlama (îcâb) arasında her hangi bir konum (menzil)-, yokluk (âdem)
ve varlık (vücûd) arasında da her hangi bir mertebe yoktur. Aynı şekilde
“araz etkide bulunamaz” [öncülü] ve öğrenencilerin burhânî [kıyas
yapmadan] önce müsadere ettikleri benzeri öncüller (mukaddime) gibi.
Mantıkî
burhân konusunda incelemede (nazar) bulunmak isteyen kimsenin, bundan
önce geometrik burhâna dair alıştırma yapması ve onun bazı yönlerini öğrenmiş
olması gerekir. Zira o (geometrik burhân) öğrenciler için daha anlaşılır
ve daha kolaydır. Bunun nedeni ise anlamlarının işitilir (mesmu) ve
akledilir olmasına karşın, örneklerinin duyulur (mahsûs) ve gözle görülür
olması ve duyulur şeylerin de öğrenciler için daha anlaşılır olmasıdır.
Bil
ki, [bir ispat olması bakımından] burhânın geometrik veya mantıkî olması
arasında hiçbir fark yoktur ve [burhân] ancak doğru sonuçlardan olur. Bir sonuç
için de iki veya buna eklenebildiği kadar doğru öncülün bulunması
kaçınılmazdır. Bunun [geometrideki] örneği Oklides’in kitabında, bütün
üçgenlerdeki üç açının iki dik açıya eşit olduğuna ilişkin ispatın (burhân),
ancak otuz iki şekilden sonra açıklanmasıdır. Bu örneğe göre diğer şekiller de
başka burhânlara muhtaçtırlar. [Nitekim] dik açılı [üçgende] hipotenüsün (veter)
karesinin [dik açılı diğer] iki kenarın karelerinin [toplamına] eşit olduğu,
ancak kırk altı şekilden sonra ispatlanmıştır (burhân). Bu şekle “şeklu 1-arûs”
adı verilir. Diğer [geometrik] burhânlar da bu örnekteki gibidir. Aynı
şekilde mantıkî burhânın da hükmü böyledir; bazen iki öncül onun için yeterli
olur, bazen ise birkaç öncüle daha ihtiyaç duyulur. Bunun örneği, cisimle
birlikte nefsin de var olduğunun ispatı (burhân) için üç öncülün yeterli
olmasıdır. Onlar şunlardır: (a) Bütün cisimlerin yönleri vardır; bu, aklın
önsellerinden olan tümel olumlu, doğru bir öncüldür, (b) İkinci öncül: Cismin
aynı anda bütün yönlere hareket etmesi imkânsızdır; bu, aklın önsellerinden
olan tümel olumsuz, doğru bir öncüldür, (c) Üçüncü öncül: Bütün cisimlerin bir
yöne değil de başka bir yöne hareket etmesi, onları hareket ettiren bir
nedenden dolayıdır; bu da aklın önsellerinden olan tümel olumlu doğru bir
öncüldür. İşte bu öncüllerden nefsin var olduğu sonucu çıkar. Nefsin araz
değil, bir cevher olduğunu ispat (burhân) etmek için, zikredilen bu
öncüllere eklenmesi gereken diğer öncüller ise şunlardır: Cismi hareket
ettiren her nedenin hareketi aynı yönde ve aynı şekilde (vetire) olur.
Örneğin, ağır cismin aşağıya, hafif cismin ise yukarıya doğru hareketindeki
gibi. Bu doğal neden olarak isimlendirilir. Hareketi, örneğin canlılardaki gibi
farklı yönlerde ve çeşitli şekillerde (fen) irade ve bilinç (ihtiyar)
ile gerçekleşen [nedene] gelince buna nefsanî [neden] adı verilir. Bu, bir
duyumsama olarak kavranan aklî bölmedir (kısme). Dolayısıyla cismi irade
ve bilinçle hareket ettiren her neden cevher olduğuna göre nefis de bir
cevherdir. Zira araz etkide bulunamaz. Bunlar aklın önselleri bakımından kabul
edilmiş öncüllerdir ve kendilerinden nefsin bir cevher olduğu sonucu
çıkmaktadır.
Bölüm:
Âlemde Boşluk Bulunmadığına Yönelik İspatın (Burhan) Niteliği
Boşluğun
(halâ) anlamı, içerisinde yer kaplayan bir şeyin (mütemekkin)
bulunmadığı boş mekândır. [Konunun ispatı için getirilen] “âlemde, ne
aydınlatan ve ne de karanlık olan bir mekânın bulunduğu akledilemez” [öncülü]
aklın önselindeki tümel olumsuz, doğru bir öncüldür. Diğer (ikinci) öncül,
“Işık (nûr) ve karanlıktan her ikisinin cevher veya araz ya da birinin
cevher diğerinin ise araz olması kaçınılmazdır” [şeklindedir ki] bu aklî, doğru
bölmedir (kısımlardır). Bir diğer (üçüncü) öncül ise şudur: Onlardan her ikisi
cevherse o halde boşluk mevcut değildir; her ikisi arazsa, araz ancak cevherde
var olduğu için boşluk yine mevcut değildir. Biri cevher diğeri araz olduğunda
da hüküm böyledir.
Bölüm:
Âlemde Boşluk ve Doluluk Bulunmadığının İspatı Hakkında
Kardeşim!
Bil ki, boşluk ve doluluk mekânın iki niteliği, mekân da cismin niteliklerinden
biridir. Feleğin dışında başka bir cisim vardır [denildiğinde] şöyle cevap
veririz: “Âlern’den kastımız söz konusu cisim ile feleğin bütünüdür. O halde,
âlemin dışında başka bir şeyin var olduğu nereden çıktı?
Bölüm:
Filozofların “Âlem Kadim midir, Yoksa Mühdes midir?” Sözlerinin Anlamı
Kadimle
kastedilen şey, âlemin üzerinden uzun bir zamanın geçmesi ise âlem kadimdir sözü
doğrudur. Yok, eğer onunla kastedilen, âlemin şimdi sahip olduğu aynının
değişmezliği ise bu söz yanlıştır. Zira âlem, şimdiki hâlini sürekli devam
ettirmesi bir tarafa dursun, bir anlık bile tek bir hâl üzere aynında değişmez
değildir. Bunun anlamı şudur: Filozoflar, “âlem” adlandırmasına ilişkin
sözleriyle cisimler âlemini kastetmişlerdir ki bu da iki türlüdür: Felekî ve
doğal. İmdi, ay feleğinin altında bulunan doğal cisimler iki türlüdürler: Tümel
unsurlar (erkân) ve tikel türevler (müvelledât). Tikel türevler
sürekli bir oluş (kevn) ve bozuluşa (fesâd) tabidirler. Tümel
unsurlar ise sürekli bir değişim/başkalaşma (teğayyür) ve dönüşüm (istihale)
içerisindedirler ki bu, doğal şeyleri inceleyenler için gizli değildir. Felekî
cisimlere gelince onlar sürekli bir hareket; paralelliklerdeki nakil (nukle)
ve yer değiştirme (tebeddül) içerisindedirler. Öyleyse onun (âlemin) tek
bir hâl üzere değişmezliği (sebât) nerede kaldı? Değişmezlikle, âlemin
her zaman sahip olduğu suretinin ve küre şeklinin kastedilebileceğine gelince,
şunu bil ki küre şekli ve döngüsel (devriyye) hareket cismin, cisim
olması bakımından bir niteliği ve onun zâtı için mukavvim bir unsur değildir.
Tam tersi, Madde ve Suret Risâlesi’nde (Risâletü’l-heyûlâ ves-sûret) de
açıkladığımız üzere onlar, bir kastedenin kastıyla oluşan iki mütemmim
surettirler. Bir kastedenin kastıyla oluşan her hangi bir suret varlığı boyunca
aynıyla sabit olmaz ve bir şey ancak mukavvim sureti sayesinde varlığı boyunca
aynıyla sabit olur.
Kardeşim
bil ki âlemin bu suretini (küre) muhafaza eden, onu kuşatan feleğin
hareket hızıdır ve feleği hareket ettiren, feleğin dışındaki bir şeydir. Feleğin
hareketinin durdurulması (teskin) âlemin ortadan kalkması (butlan)
demektir ki bu, göz açıp kapayıncaya kadar olur. Tıpkı izzet ve celâl sahibi
[Tanrının] “Kıyametin kopması yalnız göz kırpması gibi ya da daha kısa zaman
içinde olur!”* şeklindeki buyruğu gibi.
Bil
ki, feleğin dönmesinin durması; yıldızların/gezegenlerin (kevâkib)
seyirlerinin, burçların çıkışının ve batışının durmasıdır. Bu durumda âlemin
sureti ve varlığı (kıvâm) ortadan kalkar ve büyük kıyamet kopar. Bu
muhakkak olacaktır. Zira imkân halindeki her şeyin, her ne kadar kendisine
sonsuz bir zaman tahsis edilmişse de, fiil haline çıkması kaçınılmazdır.
Dolayısıyla feleğin dönmesi durdurulabilir. Zira onu hareket ettirenin [bu
hareketi] durdurması da mümkündür: “O’nun için bu daha kolaydır ve en yüce
örnek O’na aittir.”* Cisimler âleminin hudûs (sonradanlık) nedenini, İlkeler
Risâlesi’nde (Risâletul-mebâdi) yine cisimler âleminin sonluluğunun (fena)
nedeni de Diriliş ve Kıyamet Risâlesi’nde (Risâletü’l-bâsi ve’lkıyâme)
açıklamıştık.
Bölüm:
Nefis Bakımından Yükseldiği Takdirde
İnsanın Meleğe Dönüşeceği Hakkında
Kardeşim!
Bil ki insan, cisminin (cesed) yaratılışı ve bedeninin sureti bakımından
izlediği şey gibi, nefsinin yolunu (mezheb) izler ve onun hâlleri
konusunda tasarruf sahibi olursa, kendisini meleklik derecesinin izlediği
insanlık [mertebesinin] en uç noktasına ulaşır, izzet ve celâl sahibi
Yaratıcısına yakın olur ve vasfının dahi yetersiz kalacağı şekilde en güzel
ödüllerle mükâfatlandırılır. Nitekim izzet ve celâl sahibi olan Allah bunu
vasfederek şöyle buyurur: “Yaptıklarına karşılık olarak, onlar için ne
mutluluklar saklandığını hiç kimse bilemez!’[172]
Şimdi, onun (insan) yaratılışı bakımından kendisini izlediği
şey şudur: O, başlangıçta basit (mehîn) bir sudan çıkan bir hücreden (nutfe,
sperm) ibaretti, sonra sağlam (mekîn) bir yerde karar kılmış koyu (câmid)
bir kan pıhtısına (alaka), ardından bir çiğnemelik et parçasına (mudğa)
ve daha sonrasında da kendisine bütün suretlerin verildiği bir cenine dönüştü;
sonra hareket eden ve duyumsayan bir bebek, ardından zekâ sahibi (zeki)
ve anlayan (fehm) bir çocuk, sonrasında tasarruf sahibi, güçlü ve aktif (naşît)
bir genç, ardından bilgi, marifet ve deneyim sahibi orta yaşlı bir kişi ve daha
sonrasında da İlâhî (rabbânî) hikmet ve felsefe sahibi yaşlı bir kimse (şeyh)
oldu. Nihayet, ölümün ardından onun nefsi; hoşnut, mutlu, sevinçli, sonsuza
kadar ve ebediyen bâki kalacak, varlığı ebedi olan ruhanî, göksel bir melek
olur.
Kardeşim!
Bil ki, noksan nitelikler (vasıf) ve arazlar senden kopmadığı, en güzel
ve en değerli nitelikler seni sarmadığı sürece bu mertebelerden her hangi bir
dereceye erişemezsin. Aynı şekilde bilgi ve marifet derecesi bakımından ancak,
çocukluktan itibaren basiretsizlikle ve düşünmeksizin alışmış/edinmiş olduğun
ahlâk, âdet, görüş, mezhep ve amelleri kendi nefsinden uzaklaştırmak suretiyle
yükselmen gerekir. Öyle ki, insanlık suretinden ayrılıp meleklik suretine
bürünmen; göklerin melekûtuna (hükümranlık) ve felekler âleminin enginliğine
doğru yükselmen; orada en güzel ödüller ve bol bol mükâfatlarla
ödüllendirilmen; filozoflardan (hakim), hayır sahiplerinden, müminlerden
ve iyi kimselerden seni önceleyen hemcinslerinle, yine “Allah’ın kendilerine
lütuflarda bulunduğu peygamberler, sıddîkler, şehitler ve salih kimselerle
beraber -bunlar ne güzel arkadaştır-”[173]
en zevkli bir yaşam sürmen mümkün olsun.
Kardeşim!
Şunu bil ki, daha önce de açıkladığımız üzere insan, düşünüp taşmmaksızm
duyularını kullanabilecek şekilde yaratıldığı gibi, çocukluğundan itibaren
kıyas kullanabilme doğasına da sahiptir. Fakat kıyasların, mantıkla ve cedelin
(diyalektik) koşullarıyla ilgili kitaplarda uzun uzadıya açıklanmış olduğu gibi
çeşitli kuralları vardır. Buna rağmen biz, onlardan sadece bazı kısımları,
diğerlerine örnek olacak biçimde anlatacağız. Onlardan bir kısmı, çocukların
farklı kıyas kuralları koymalarından ibarettir. Örneğin kendilerinin, babalarının
ve kardeşlerinin hâllerine, onların şeylerdeki tasarruflarına ve evlerinde
gördükleri şeylere dair kıyaslarını, başka çocukların hâllerine, onların
babalarının tasarruflarına ve evlerinde bulunanlara yönelik asıllar yapmaları
gibi. Bunu, onları görerek hâllerini gözlemlemeseler de, kendi hâllerinden
öğrendikleri şeye kıyasla yaparlar.
İnsanlardan
akıl-baliğ kimselere gelince onlar, tasarruflarındakilerle ilgili bildikleri
şeylerden ve önceden tecrübe ettikleri hâllerden ibaret olan kıyaslarının
kurallarını, gözlemleyemedikleri ve tecrübe etmedikleri -sadece bildiklerine
kıyasladıklarışeylerin kendisine kıyas edildiği asıllar yaparlar. Cedelle ve
titiz incelemeyle uğraşan âlimlere gelince onlar, kendilerinin ve
karşıtlarının üzerinde ihtilaf etmedikleri şeylerden ibaret olan kıyaslarının
kurallarını -ittifak ettikleri bu şeylerde hak veya batıl, doğru veya yanlış
ayrımı yapmadanüzerinde ihtilaf ettikleri şeylerin kendilerine kıyas edildiği
asıllar ve öncüller yaparlar. Geometrik ve mantıkî burhânlarla alıştırma yapan
kimselere gelince onlar, aklın önsellerindeki şeylerden ibaret olan
kıyaslarının kurallarını asıl ve öncüller yapar; onların sonuçları üzerinden de
duyumsanmayan ve aklın önselleriyle bilinmeyen, tam tersi zorunlu burhânlarla
elde edilen diğer bilgilerin çıkarsamasını yaparlar. Ardından, elde edilen (mükteseb)
o bilgileri yine öncül ve kıyaslar yapar ve onların sonuçlan üzerinden,
öncekilerden daha ince ve titiz [bir akıl yürütme gerektiren] başka bilgilerin
çıkarsamasına giderler. Onlar hayadan boyunca bunu yapmayı sürdürürler. İnsan
dünya durdukça yaşasaydı şayet, kendisi için bu konuda yine geniş bir [alan]
bulunurdu.
Bölüm:
Duyu Organları ve Onların Bilgileri Bakımından Canlıların Farklılığı
Kardeşim!
Şunu bil ki, Canlılar Risâlesi’nde (Risâletü’l-hayevân) de açıkladığımız
üzere, canlılardan bazılarının bir tek duyu organı, bazılarının iki duyu
organı, bazılarının üç duyu organı, bazılarının dört ve bazılarının da beş duyu
organı vardır.
Kardeşim!
Bil ki, daha fazla duyu organına sahip her canlı diğerlerinden daha fazla şeyi
duyumsar. İnsana gelince o, bu beş duyunun tamamına sahiptir. Fakat insanlardan
duyumsadıklarını daha fazla düşünen (teemmül) ve onların hâllerine daha fazla
dikkat kesilen kimsenin zihninde (nefs), aklın önsellerinden olan
bilgiler daha fazla olur. Bu niteliğe (vasf) sahip olan ve söz konusu
önsel bilgileri birer öncül ve kıyaslar yaparak onların sonuçlarının çıkarsamasında
bulunan kimsenin zihninde burhânî bilgiler daha fazla olur. Daha fazla hakikî
(burhânî) bilgiye sahip bir kimse de meleklere daha çok benzer ve rabbine daha
yakın olur.
Bölüm:
Burhâni Bilgiler ve Ruhsal Şeyler Hakkında
Kardeşim!
Şunu bil ki, duyulur şeyleri daha fazla düşünüp incelediği, onların hâllerini
tefekkür süzgecinden geçirdiği ve onları düşüncesiyle birbirilerinden
ayrıştırdığı (temyiz) takdirde anlayış sahibi (lebîb) âkil bir
insanın zihnindeki (nefs) aklî bilgiler çoğalır. Bu bilgileri
kıyaslarda kullanıp sonuçlarının çıkarsamasında bulunduğunda da zihnindeki (nefs)
burhânî bilgiler çoğalır. Burhânî bilgilerin çoğaldığı her nefis bunun
uyarınca, maddeden soyutlanmış (mücerred) suretler olan ruhanî şeyleri
tasavvur etmeye güç yetirir ve bu durumda onlara benzeyerek bilkuvve onlar
gibi olur. Ölüm anında bedenden (cesed) ayrıldığında ise bilfiil onlar
gibi olur, zatıyla özgürleşip oluş ve bozuluş âleminin cehenneminden kurtulur
ve ruhlar âleminin canlılar meskeni (dârü’l-hayevân) olan cennetine
girmeyi başarır. Dünya hayatını isteyenler ve orada ebediyen kalmayı temenni
eden dünya sevdalıları keşke şunu bilselerdi: “Onlardan her biri bin sene
yaşamayı arzular, oysa yaşatılması hiç kimseyi azaptan uzaklaştırmaz.”[174]
[175]
Ey kardeşim! Onlardan olmanı [Allah] esirgesin! Tam tersi sen, ahiret
sevdalılarından ve Allah dostlarından ol. Onlar, şanı yüce olan [Tanrının, bu
zümreden olduklarını] iddia eden kimseleri azarlamak için buyurduğu şu sözüyle
övülmüşlerdir: “De ki: Ey Yahudiler! Bütün insanlar değil de, yalnız
kendinizin Allah’ın dostları olduğunuzu iddia ediyorsanız ve bunda da
samimiyseniz o zaman ölümü temenni edin!’*
Kardeşim!
Gecikmeden İlâhî (rabbânî) bilgileri (marifet) talep etmeye ve
melekî bir ahlâk edinmeye çalış; yaşamın sona ermeden ve ölüm yaklaşmadan önce,
güzel işlerden olan iyiliklerde acele et ve beş şey gelip çatmadan önce beş
şeyin kıymetini bil. Nitekim Allah’ın elçisi (Allah onu hayırlar ile kuşatsın
ve onu huzurundan ayırmasın) şöyle buyurur: “Meşguliyetten önce boş
vaktinin, fakirlikten önce zenginliğinin, hastalıktan önce sağlığının,
ihtiyarlıktan önce gençliğinin ve ölümden önce yaşamının kıymetini bil.”[176]
[Yolculuk için] azık temin et; en hayırlı azık ise takvadır. Umulur ki sen,
gökler hükümranlığına (melekût) ve feleklerin enginliğine yükselmeyi
başarır, cismanî (cirmânî) vücut (cüsse) halindeki bedeninle (cesed)
değil, arınmış ruhanî nefsinle ruhlar âleminin cennetine girersin.
Kardeşim!
Allah seni isabette (sedâd) muvaffak etsin; bizleri, seni ve hangi
ülkede olurlarsa olsunlar bütün kardeşlerimizi kemalde (reşâd) başarılı
kılsın! Gerçekten de O, kullarına karşı merhametlidir.
Her
türlü noksanlıktan uzak, yüce Allah’ın yardımlarıyla bu risâle sona erdi.
Gerçek övgü sadece Allah’adır. Allah’ın elçisi Muhammed’e ve onun pak ailesine
salât ü selâm olsun.
Bununla
da İhvânu’s-safâ ve hullânü’l-vefâ kitabından matematik hakkındaki birinci
kısım tamamlandı. Onu, cismânî doğal şeylerle ilgili olan ve Madde ve Suret
Risâlesi’yle (Risâletü’l-heyûlâ ve’s-sûret) başlayan ikinci kısım
izleyecektir.
Cisimsel-Doğal
Bilimlerin (Tabiî-Cismânîlerin) Birinci
(İhvân-ı Safâ Risalelerinin On Beşinci) Risalesi:
Madde, Suret, Hareket, Zaman ve Mekânın ve
Bunların Bir Kısmının Bir Kısmına İlave Edildiğinde
Ortaya Çıkan Anlamların Açıklanmasına Dair1 [177]
Rahman
ve Rahim olan Allah’ın adıyla!
H |
amd
Allah’a ve selam O’nun seçilmiş kullarının üzerine olsun. “Allah mı daha
hayırlıdır yoksa O’na ortak koştukları varlıklar mı?”[178]
Ey kardeşim, bilmelisin ki -Allah seni ve bizi kendi katından bir ruh ile
desteklesinkitabın başında söz verdiğimiz gibi matematik hakkındaki (riyazi)
risalelerin tamamını bitirdik. Oradaki sözlerimizi [amacımıza] uygun bir
şekilde tamamladık. Şimdi cismânî-tabiî şeyleri konu edinen ikinci bölümle
meşgul olmamız gerekiyor. O halde bu bölümün ilk risalesi olan “madde ve suret[179]”
hakkındaki risale ile başlayalım.
Biz
diyoruz ki: Mademki Doğa bilimleri (tabîiyyât) üzerinde çalışmak
kardeşlerimizin araştırma alanlarından biridir. Allah onları desteklesin! Bu ilmin
aslı, madde, suret, hareket, zaman ve mekân şeklindeki beş şeyin ve bunların
birbirine ilave edilmesinden ortaya çıkan anlamların bilgisidir. O zaman
[öncelikle] burada, tabiat ilimleri hakkında düşünmeyi yeni başlayanların
kavrayışlarına daha yakın kılmak ve onların öğrenmelerini kolaylaştırmak için
bir giriş ve önsöz olacak mahiyette madde ve suretin anlamlarına göz atmamız
gerekir.
O
halde biz diyoruz ki: Bilmelisin ki -Allah seni korusun!bilginlerin bu konudaki
sözlerinin anlamı şudur: Onlar “madde” ile sureti (şekli) olan bütün cevherleri
ve “suret” ile de cevherin kabul ettiği her türlü şekil ve biçimi
kastetmektedir.
Yine
bilmelisin ki varlıkların birbirinden farklılıkları maddeleri itibariyle değil,
suretleri itibariyledir. Zira biz birçok şey görüyoruz ki bunların maddeleri (cevher)
bir olduğu halde suretleri birbirinden faklıdır. Örneğin; bıçak, kılıç,
balta, testere ve demirden yapılan her türlü alet, araç ve kap-kacak böyledir.
Nitekim bu şeylerin isimlerindeki farklılıklar onların cevherindeki
farklılıktan değil, suretlerinin farklılığından kaynaklanır. Çünkü hepsi tek
bir demirden yapılmıştır. Aynı şekilde kapı, sandalye, divan, gemi ve odundan
yapılan her şey de böyledir. Nitekim bunların da isimlerindeki farklılıklar
suretlerinin farklılığından kaynaklanır. Bunların maddesi, odun olup o da bir
tek şeydir. Bu örneğe göre bütün yapılmış şeylerde madde ve suretin durumu bu
şekildedir. Çünkü yapılmış her şeyin kendisinden meydana geldiği bir madde ve
bir sureti olmalıdır.
Yine
bilmelisin ki maddenin dört çeşidi vardır. Bunlar; sınaî madde, tabiî madde,
tümel (küllî) madde ve ilk maddedir. Sınaî madde, sanatkârın sanatını ondan ve
onda yaptığı her türlü cisimdir. Marangozlar için odun, demirciler için demir,
bina yapıcılar için toprak ve su, oymacılar (hakkak)4 için iplik,
ekmek yapıcıları için un böyledir. Buna göre her bir yapımcı için sanatını
ondan ve onda yapacağı bir cisim gerekir. îşte bu cisim sınaî maddedir.
Sanatkârın onda yaptığı şekil ve biçimler ise surettir. Bu, madde ve suretin
sanatlardaki anlamıydı. Tabiî maddeye gelince, bunun dört unsuru vardır. Ay
feleğinin altındaki bütün oluşumlar -ki bunlarla bitkileri, canlıları ve
madenleri kastediyorumbu unsurların bir araya gelmesiyle oluşur ve bozuluşa
uğradığında da bu unsurlara dönüşür. Bunu [oluş ve bozuluşu] yapan (fâil)
tabiat ise gök cisimlerine ait tümel (felekî-küllî) nefsin güçlerinden biridir.
Bir başka risalede onun bu maddede nasıl faaliyette bulunduğunu açıkladık.
Tümel (küllî) madde ise, âlemin tamamının kendisinden oluştuğu mutlak cisimdir.
Bununla bütün felekleri, yıldızları, unsurları ve oluşumları kastediyorum.
Çünkü bunların tamamı cisimdir ve farklılıkları, suretlerinin farklılığından
kaynaklanır. îlk madde ise duyunun idrak etmediği akledilir basit bir cevherdir.
Zira bu, tek başına varlığın sureti olan hüviyettir. Hüviyet niceliği kabul
ettiği zaman en, boy ve derinlikten oluşan üç boyutlu mutlak ve kendisine
işaret edilen bir cisim olur. Cisim, daire, üçgen, dörtgen veya başka bir
şekilde olan niteliği kabul ettiğinde ise o şekle mahsus ve hangi şekil
olduğuna işaret eden bir cisim olur. Nitelik üç, nicelik iki,
hüviyet ise bir sayısı gibidir. Nasıl ki üç sayısının varlığı iki
sayısından sonra geliyorsa aynı şekilde niteliğin varlığı da nicelikten sonra
gelir. Nasıl ki iki sayısının varlığı bir sayısından sonra
geliyorsa niceliğin varlığı da hüviyetten sonra gelir. Hüviyetin varlığı; bir
sayısının varlığının iki sayısından, üç sayısından ve bütün
sayılardan önce geldiği gibi, nitelik, nicelik ve bunların dışındaki şeylerden
önce gelir.
Sonra
yine bilmelisin ki hüviyet, nicelik ve niteliğin hepsi de duyularla
algılanmayan akledilir basit suretlerdir. Bunların bir kısmı bir kısmından
ayrıldığında bazısı madde gibi olurken bazısı suret gibi olur. Bu durumda nitelik
niceliğin sureti iken nicelik de niteliğin maddesi olur. Nicelik ise hüviyetin
sureti iken hüviyet niceliğin maddesi olur. Duyularla algılanan şeyler içinden
örnek vermek gerekirse mesela, gömlek elbisenin sureti iken elbise onun
maddesidir. Elbise ipliğin sureti iken iplik onun maddesidir. îplikpamuğun
sureti iken pamuk onun maddesidir. Pamuk bitkilerin sureti iken bitkiler onun
maddesidir. Bitkiler unsurların sureti iken unsurlar onun maddesidir. Unsurlar
cismin sureti iken cisim onun maddesidir. Cisim cevherin sureti iken cevher
onun maddesidir. Aynı şekilde ekmek hamurun sureti iken hamur ekmeğin
maddesidir. Hamur unun sureti iken un onun maddesidir. Un buğday tanesinin
sureti iken buğday tanesi onun maddesidir. Buğday tanesi bitkilerin sureti iken
bitkiler onun maddesidir. Bitkiler unsurların sureti iken unsurlar onun
maddesidir. Unsurlar cismin sureti iken cisim onun maddesidir. Cisim cevherin
sureti iken cevher onun maddesidir.
4.
Burada oymacılarla iplik arasında bir ilgi bulunmamaktadır. Cümlenin gelişine
göre oymacı (hakkak) kelimesinin yanlış kullanıldığı bunun yerine dokumacı
kelimesinin gelmesi gerektiği anlaşılmaktadır, (ç.n.)
Bu
örneğe göre, varlığın sadece sureti olan ilk maddede son buluncaya kadar maddenin
surete göre suretin de maddeye göre durumu bu şekildedir. Zira ilk maddede ne
nitelik ne de nicelik vardır. O, herhangi bir şekilde bir terkipten oluşmayan
basit bir cevher ve bütün suretleri kabul edendir. Ancak [almaması gereken]
herhangi bir sureti önceleyerek veya [alması gereken] herhangi bir sureti
sonralayarak değil, aksine her bir sureti yukarıdaki sıralamaya uygun olarak
tek tek kabul eder. Buna örnek olarak mesela şunu verebiliriz: Pamuk iplik
suretine girmeden elbise suretine giremez. İplik, elbise suretine girmeden
gömlek suretine giremez. Aynı şekilde buğday tanesi, un suretine girmeden hamur
suretine giremez. Un, hamur suretine girmeden ekmek suretine giremez. Bu örneğe
göre maddenin suretleri kabul etmesi ancak tek tek olur.
Sonra
bilmelisin ki, bütün cisimler tek bir cevherden ve tek bir maddeden oluşan tek
bir cinstir ve farklılıkları ise suretlerinin farklılığından kaynaklanmaktadır.
İşte bundan dolayı bazısı bazısından daha saf ve daha kıymetli (yüce) olur.
Mesela felekler âlemi unsurlar âleminden daha saf ve daha kıymetlidir.
Unsurlar âleminde de bazı şeyler bazı şeylerden daha yücedir. Mesela ateş
havadan daha saf ve daha kıymetlidir. Hava da sudan daha saf ve daha latiftir.
Su da topraktan daha saf ve daha kıymetlidir. Bütün bunlar ise birbirine
dönüşen tabiî cisimlerdir. Mesela ateş söndüğü zaman havaya dönüşür. Hava
yoğunlaştığı zaman suya dönüşür. Su katılaştığı ve donduğu zaman toprağa
dönüşür. Ateşin daha latif olmak, toprağın da daha katı olmak için dönüşeceği
başka bir şey yoktur. Bu unsurların parçaları bir araya geldiğinde onlardan
yeni şeyler oluşur ki bunlarla madenler, bitkiler ve canlılar kastedilmektedir.
Fakat bir kısmının terkibi diğerlerinden daha kıymetli olur. Mesela yakut
kristalden daha saf ve daha kıymetli olur. Kristal, camdan daha saf ve daha kıymetli
olur. Cam, çömlekten [porselenden] daha saf ve daha kıymetli olur. Aynı şekilde
altın, gümüşten daha saf ve daha kıymetli olur. Gümüş, bakırdan daha saf ve
daha kıymetli olur. Bakır, demirden daha saf ve daha kıymetli olur. Demir,
kurşundan daha saf ve daha kıymetli olur. Bütün bunlar aslı kükürt ve civa olan
madeni taşlardır. Kükürt ve civanın aslı ise toprak, su, hava ve ateştir.
Dolayısıyla bütün bunların maddesi bir olduğu halde suretleri farklıdır.
Onların daha saf ve daha kıymetli olmaları ise terkipleri ve suretleri
bakımındandır. Aynı şekilde bu durum canlılar ve bitkilerde de geçerlidir.
Onların da maddesi birdir ve farklılıkları ve bazısının bazısından daha
kıymetli oluşu ise suretlerinin farklılığından kaynaklanır.
Bölüm
Tikel
(Cüz’î) Cisimlere Dair
Bilmelisin
ki, cüz’i cisimler içinde küllî suretleri kabul eden ve bu suretleri kabul
etmekle diğer basit tikel (cüz’i) cisimlerden daha üstün ve daha kıymetli olan
cisimler vardır. Örneğin, bir çemberde, usturlabda[180]
ya da resimli bir kürede olduğu gibi, üzerinde bir gök cismi resmedilmiş olan
bir bakır parçası sıradan bir bakır parçasından daha kıymetli, daha üstün ve
daha güzel olur. Aynı şekilde herhangi bir sureti kabul eden her cisim basit
olma durumundan daha kıymetli, daha üstün ve daha güzel olur.
Bu
yargı, nefislerin cevherlerinde de aynen geçerlidir. Zira bütün nefisler tek
bir cins ve tek bir cevherdirler. Farklılıkları ise bilgileri, ahlakları,
görüşleri ve fiilleri bakımındandır. Çünkü bu durumlar, madde konumunda olan,
nefislerin cevherlerindeki suretlerdir. Dolayısıyla tikel (cüz’i) bir nefis
ilimlerden birini kabul ettiğinde kendi cinsi altında bulunan diğer nefislerden
daha kıymetli, daha üstün ve daha güzel olur.
Sonra,
yine bilmelisin ki nefisteki ilimler onun çekip çıkardığı ve düşüncesinde suret
haline getirdiği malumatların suretlerinden başka bir şey değildir. Bu durumda
nefsin cevheri bu malumatların sureti için madde gibiyiken bu malumatlar
nefiste suret gibidir.
Sonra
bilmelisin ki tümel (küllî) nefsin suretini (şeklini) alan tikel (cüz’i)
nefisler ve güzel ahlak, irfan ve ilimden kendisine nüfuz edeni kabul etmesi
bakımından buna yakın olan nefisler de vardır. [Kendisine nüfuz edeni] daha çok
kabul eden her nefis kendi cinsinin diğer türlerinden daha kıymetli ve daha üstün
olur. Örneğin nebilerin nefisleri böyledir. Zira peygamberlerin nefisleri
cevherlerinin paklığı (saflığı) sebebiyle, tümel (küllî) nefisten nüfuz akıp
geleni kabul edince, İlahî kitapları kabul etmiştir. Bu İlahî kitaplarda,
acâyip gizli ilimler, incelikli anlamlar, tabiî kirlerden temizlenenlerin
dışında hiç kimsenin erişemediği saklı sırlar ve herkes için faydalı İlmî
kanunlar ve tertemiz adil öğretiler vardır. Böylece maddenin engin denizinde ve
tabiatın esaretinde boğulmuş birçok nefis bunlarla kurtuluşa erdirmişlerdir.
Yine, hakiki birçok ilim meydana getiren, eşsiz sanatlar ortaya çıkaran,
hikmet dolu eserler bina eden ve ilgi çekici derecede tesirli şeyler
(tılsımlar) ortaya koyan araştırmacı bilginlerin nefisleri de böyledir. Aynı
şekilde, feleklerin işareti ve zecrî[181]
alametlerle olaylar meydana gelmeden önce onlardan haber veren kâhinlerin
nefisleri de böyledir. İşte [filozoflar] şu sözleriyle bu gibi nefisleri
kastetmişlerdir: Felsefe insanın gücü ölçüsünde İlaha benzemesidir.
[Bazıları da] şu sözle yine bu nefisleri kastetmiştir: Edilgen aklın
özelliği onun bir parçasının tümelin (kül) suretini kabul etmesidir. Şu
beyti söyleyen de bu gibi nefisleri kastetmiştir:
Bütün
heykeller itiraz edilebilir suretlerdir
Ancak
feleklerin suretlerinde olanlar böyle değildir
Feleklerin
suretinde olanlar suretler içinde en kusursuz olanıdır
Çünkü
onlar tamamen idrakin suretini kabul etmişlerdir
Zirvedeki
nefisler arasında nice seçkin nefisler
Veya
oymacıların mihenk taşı gibi olanlar vardır.
Yine
şu beyti söyleyen de bu gibi nefisleri kastetmiştir:
O,
ancak aramızda bir gezegen
Menzillerine
bol yağmur bırakarak bize veda etti
Ve
hiçbir yerin [kaltbın-bedenin] sınırlandırmadığı bir ruh oldu
Hiçbir
kuruntunun idrak edemediği bir basitliğe dönüştü
Kendisi
gibilere yaraşır bir yüce mesken gördü.
Böylece,
kurtuluşa erdi ve kendisine benzeyenlerin arasında yıldız[182]
oldu.
Ey
kardeşim! Yine bilmelisin ki tümel (külli) nefsin faziletleri tek bir defada
tikel (cüz’î) nefisler üzerine akar ve [tümel nefis] daima tikel nefislere
iyilikte bulunur. Fakat tikel nefisler ancak zamanla aşamalı bir şekilde
bunları kabul edebilir. Tikel ne fişlerin bir kısmının diğer bir kısmı üzerine
bolca akmasında durum böyledir. Örneğin şefkatli bir baba ve öğrencisinin
öğrenmesi konusunda çok istekli olan öğretmen, faydalı gördüğü her şeyi
öğrencisinin bir defada öğrenmesini ister, fakat öğrencinin nefsi bütün
bunları ancak aşamalı (tedricî) bir şekilde öğrenebilir.
Sonra,
tikel (cüzT) nefislerin tümel (külli) nefisten gelen akımı (feyz)
tek bir defada kabul etmesini engelleyen şey, onun madde denizinde boğulması
ve cisimlerin karanlıklarının onun görme duyusu üzerinde yığılmasındandır. [Bu
durum ise] onun cismânî arzulara şiddetli eğiliminden ve maddî lezzetlerle
aldanmışlığından kaynaklanmaktadır. Ne zaman ki gaflet uykusunu sonlandırır ve
cehalet uykusundan uyanır, körlük sarhoşluğundan ayılır, baygınlığın kötü
durumlarından kurtulur; ilim ve irfanda yol almaya başlar ve bu durum üzerinde
devam ederse işte o zaman tümel (külli) nefse ulaşır. [Böylece] parlak
ışıkları ve akli nurları müşahede edebilir ve ruhani lezzetlere ve sürekli
ebedi mutluluklara erişebilir ki bunların her biri bulunduğu konumda en yüce
ve en üstün olanlardır. [Bunlar yücelik ve üstünlük bakımından] kendisinden önce
gelenin üzerinde, sonra gelenin ise altında bulunurlar. Ve yine ne zamanki
belirttiğimiz bu [yüce ve üstün] şeylerden yüz çevirir, cismânî arzuların
isteğine ve tabii süslere yönelirse işte o zaman bu [üstün ve yüce] şeylerden
uzaklaşır ve böylece aşağıların aşağısına (esfeles-safılin) iner, madde
denizinde boğulur ve onun [maddenin] dalgaları etrafını sarar ve karanlıklar
onun görme duyusu üzerinde yığılır. İsmi izzetli sözü yüce bu her iki duruma da
şöyle işaret etmiştir: “Allah göklerin ve yerin Nurudur. Onun nuru, içinde
tştk bulunan bir kandil yuvasına benzer. O ışık bir cam içindedir, cam ise,
sanki inci gibi parlayan bir yıldızdır.”[183]
Yüce sözüyle: “Ya da engin bir denizdeki karanlıklara benzer; onun
üstünü bir dalga kaplar, onun üstünde bir dalga, onun da üstünde bir bulut
vardır. Karanlıklar üstünde karanlıklar.”[184]
Bölüm
Mekânın
Mahiyeti Hakkında Filozofların Söylediklerine Dair
Filozofların
çoğunluğuna göre mekân, mekânda bulunanın (mütemekkin) kabıdır. Bu
konuda şöyle denilebilir: Su için mekân, suyun içinde bulunduğu kaptır; sirke
için mekân, sirkenin içinde bulunduğu tulumdur. Bu kıyasa göre bir şeyin
mekânı, o şeyin içinde bulunduğu kaptır. Hani balığın mekânı sudur; kuşun
mekânı havadır denilir. Özetle bir mekânda bulunan her şeyin mekânı, o şeyi
kuşatan cisimdir. Aynı şekilde mekân, kuşatılan cisme bitişen, kuşatan cismin
yüzeyidir de denilmiştir. [Yine bunun] aksine, mekân kuşatan cisme bitişen,
kuşatılan cismin yüzeyidir de, denilmiştir. Her iki görüş ve söze göre de
mekânın cevher olması gerekir. Mekânın, kuşatılan cisim ile kuşatan cismin
yüzeyleri arasında ortak bir bölüm {fasıl) olduğu da söylenmiştir. Bu
görüşe göre ise mekânın araz olması gerekir. Aynı şekilde mekânın en, boy,
derinlik ve hareket (zahib) sahibi bir cismin içinde bulunduğu uzay [boşluk]
olduğu da söylenmiştir. Her bir cisim misli ile eşit ise ve her bir cisim ya
yuvarlak, ya dörtgen ya üçgen ya da bunların dışında bir şekle sahip ise bu
cismin mekânı da ondan daha büyük ya da daha küçük olmayıp ona eşittir. Hatta buna
benzer olarak mekân cismin ölçeğidir denilmiştir. Bu görüşe göre ise mekân
cevherdir.
Bilmelisin
ki, mekânın uzay [boşluk] olduğunu söyleyenler, cismin suretine bakıp sonra da
onu zihin gücüyle maddeden ayırırlar, [sonra] nefislerinde bunu suret haline
getirirler ve onu uzay [boşluk] olarak isimlendirirler. Eğer maddenin kendisine
baksalardı bunu da mekân olarak isimlendirirlerdi. Bu durum ise onların, nefsin
cevheri ve onun bilgi ve anlamlarının keyfiyeti hakkındaki bilgilerinin
kıtlığını gösterir.
Bilmelisin
ki algılanan şeylerin suretlerini maddelerinden ayırıp çıkarmak, onu kendi
zatında tasavvur etmek, maddeye ihtiyaç duymadan onu [sureti] görmek, madde
ile sureti birbirinden ayırmak, nefsin cevherinin ve onun güçlerinin
çekiciliklerinin ve bilgilerinin inceliklerinin yüceliğindendir. [Madde ile
suretin] her birine bak! Onlar bazen yalın {müfret) bazen ise birleşik {mürekkep)
olarak bulunurlar. Bazen âlemin dışında bir şey gibi âleme bakarken bazen de
âlemin içinden bir şey gibi âleme bakması, [nefsin] zanna dayalı (zihnî)
gücünün şiddetindendir. Bazen o, âlemi tamamen varlıktan çıkarıyor, bazen de
geçmiş zamanın da öncesine giderek âlemin başlangıcına bakıyor ve böylece
hiçbir şey yokken âlemin varlığının ilkesini araştırıyor. Bazen de gelecek zamanın
da ötesine geçerek zamanı gelmeden önce âlemin yok oluşunu izliyor. Bütün
bunların nasıl olduğunu tasavvur et!. Yine, sayıları ve miktarları sonsuz bir
şekilde çoğaltması, âlemin dışını sonu olmayan bir boşluk olarak zannetmesi,
yine bunun gibi, onun mükemmel eylemleri ve zihnî gücüyle tasavvur ettiği her
şey nefsin zihnî gücünün şiddetindendir. Her kim ki boşluğun kendi başına var
olan bir cevher olduğunu, âlemin dışını sonu olmayan bir boşluk olduğunu,
maddenin âlemin başlangıcından önce gelen bir cevher olduğunu, maddenin sonsuz
bir şekilde bölünebileceğini ve bunun gibi şeylerin olduğunu zannederse [bilsin
ki] bu sözlerin tamamı nefsin cevheri, onun güçlerinin çekicilikleri, onun
bilgi ve ilimlerde nasıl tasarrufta bulunduğu hakkındaki bilginin kıtlığından
kaynaklanmaktadır.
Bölüm
Hareketin
Mahiyeti Hakkında Filozofların Söyledikleri
Hareket
altı şekilde ifade edilir: Bunlar; Oluş, bozuluş, artma, eksilme, değişme ve
yer değiştirmedir. Oluş, bir şeyin yokluktan varlığa ya da potansiyel (kuvve)
durumdan pratiğe (fiile) çıkmasıdır. Bozuluş ise bunun aksinedir. Artma cismin
sınırlarının merkezden uzaklaşmasıdır. Eksilme ise bunun aksinedir. Değişme,
cismin {mevsuf) renk, tat ve koku gibi sıfatlarının değişmesidir. Yer
değiştirme olarak isimlendirilen harekete gelince bu, insanların çoğunluğuna
göre bir mekândan başka bir mekâna yer değiştirmedir. Bazen yer değiştirme
hareketinin ikinci bir zamanda [birinci zamandaki harekete] paralel bir
yöndeki oluş olduğu da söylenmiştir. Doğrusal (istikamet) hareket hakkında
olmak üzere bu iki görüş de doğrudur. Ancak döngüsel hareket hakkında bu sözler
doğru değildir. Çünkü bir döngüde hareket eden, ikinci bir zamanda paralel
yönde hareket etmeden bir mekândan başka bir mekâna yer değiştirir. Eğer,
döngüsel olarak hareket eden bir şeyin, merkezinde hareket etmeden sabit duran
parçası dışında bütün parçaları mekânını değiştirir ve bu da ikinci bir zamanda
paralel bir yönde olur denilirse, bilmelisin ki bu sözü söyleyen kişi bu zannın
ya da takdir edilen bu görüşün doğru olduğunu varsayan kişidir. [Oysa] merkez,
tahmin edilen bir noktadır ki bu da çizginin başlangıcıdır. Çizginin başlangıcı
ise cismin herhangi bir parçasının mekânı olamaz. Yine bilmelisin ki, döngüsel
olarak hareket eden, bütün parçalarıyla birlikte hareket edendir. Bu ise bir
mekândan başka bir mekâna hareket değildir ve ikinci bir zamanda bir başka şeye
paralel bir yönde de olmaz. Doğrusal olan hareketin ise bir mekândan başka bir
mekâna yer değiştirme olmaksızın ve ikinci bir zamanda paralel yönleri
geçmeksizin olması mümkün değildir. Eğer bunun mümkün olduğu söylenirse ve
örneğin insanın, elini ya da bir başka organını hareket ettirdiği halde bir
mekândan başka bir mekâna yer değiştirmediği şeklinde bir itiraz gelirse, buna
karşın şöyle denilir: İnsanın elini hareket ettirmesi durumunun nasıl olduğunu
niçin görmüyorsun? Hareket ettiği halde bir mekândan başka bir mekâna yer
değiştirmemesi mümkün mü? Aynı şekilde parmakların durumu da böyledir. Zira
parmakların ikinci bir zamanda bir başka paralel yönü geçmeksizin ve bir
mekândan başka bir mekâna yer değiştirmeksizin hareket etmesi mümkün mü?
Ayrıca
bilmelisin ki, cismin bir kısım parçaları hareket ettiğinde cismin tamamı
hareket etmiş olur. Cismin tamamı hareket ettiğinde ise cismin bu parçaları da
hareket etmiş olur. Çünkü bu parçalar bütünden ayrı bir şey değildir. Örneğin
insan hareket ettiğinde bütün organları da hareket eder. İnsanın organları
hareket ettiğinde insan da hareket eder. İnsanın eli hareket ettiğinde ise
elinin bütün parçaları da hareket eder. Çünkü insanın eli bu parçaların
bütününden başka bir şey değildir. Aynı şekilde insanın sadece parmakları
hareket ettiğinde parmaklarının bütün parçaları hareket eder. Çünkü parmaklar
bu parçalardan ayrı bir şey değildir. Böylece her kim ki bütün hareket etmeden
parçaların hareket etmesinin mümkün olduğunu veya parçaların hareket etmeden
bütünün hareket etmesinin mümkün olduğunu zannederse yanlışa düşmüş olur.
Bilmelisin
ki, ilim ehlinden birçok kimse doğrusal olarak hareket edenin, hareket etmesi
durumunda birçok paralel yönü geçmesi sebebiyle, birçok harekette bulunduğunu
zannetmişlerdir. [Oysa] paralel yönlerin çokluğundan dolayı hareketin çokluğunu
kabul etmek gerekmez. Zira tek bir hareket olarak okun hareketi birçok
paralel yönü geçer. Aynı şekilde döngüsel olarak hareket eden de birçok döngüde
hareket etse bile, duruncaya kadar tek bir hareketi vardır.
Sonra
yine bilmelisin ki bir hareket, arasında durma (sükûn) olmadan başka bir
hareketten ayrılamaz. Bu, musikî sanatı erbabının iyi bildiği ve hakkında şüphe
etmediği bir durumdur. Onların sanatı, tonların (nağme) oluşturulmasının
bilgisidir. Tonlar, sesler olmadan oluşturulamaz. Sesler, cisimlerin çarpışması
olmadan meydana gelmez. Cisimlerin çarpışması, hareket olmaksızın meydana gelmez.
Hareketler, aralarında durma olmadan birbirinden ayrılamaz. İşte bundan
dolayıdır ki tonların oluşturulması konusunda derin bilgisi olanlar, iki
nakarat zamanı arasında durma zamanının olduğunu söylemişlerdir. Biz bu ilmin
ne olduğunu, kaç tane olduğunu ve nasıl olduğunu “Namelerin Bir Araya
Getirilmesi"'0 adlı risalemizde açıkladık, onu bu risaleden
öğren.
Yine
bilmelisin ki, eşyanın hakikatleri hakkında düşünen ve onların mahiyetlerini
araştıran kimsenin ilk olarak o şeyin cevher mi, araz mı, madde mi, cismani bir
suret mi yoksa ruhânî bir şey mi olduğu; cevher ise hangi cevher olduğu, araz
ise hangi araz olduğu, madde ise hangi madde olduğu ve eğer suret ise hangi
suret ve nasıl bir suret olduğu hakkında düşünmesi ve araştırması gerekir.
Yine
bilmelisin ki, ateşin hareketinde olduğu gibi, bazı cisimlerin hareketi cevheri
bir harekettir. Zira onun hareketi durduğunda, ateş söner ve kaybolur. Böylece
ateşin varlığı da ortadan kalkar. Su, hava ve toprağın hareketinde olduğu gibi,
bazı cisimlerdeki hareketin de arızî olduğunu bilmelisin. Zira bunların
hareketi durduğunda onların varlığı ortadan kalkmaz.
Yine
bilmelisin ki, hareket, şekilden sonra nefsin cisimde oluşturduğu surettir ve
durma (sükûn) da bu suretin yokluğudur. Cismin durması hareket etmesinden daha
iyidir. Zira birçok yönü bulunan cismin tek bir defada bütün yönlere hareket
etmesi mümkün değildir. Oysa bir yöne hareket etmesi bir başka yöne hareket
etmesinden daha iyi değildir. İşte bundan dolayı cismin durması hareket
etmesinden daha evladır.
Bilmelisin
ki hareket her ne kadar suret ise de, herhangi bir zaman geçmeksizin cismin
bütün parçalarına nüfuz edebilen ve herhangi bir zaman geçmeksizin ondan
ayrılabilen tamamlayıcı ruhanî bir surettir. Örneğin herhangi bir zaman
geçmeksizin şeffaf cisimlerin bütün parçalarına nüfuz eden ve ondan ayrılan
ışığın durumu böyledir. Nitekim sen, lambanın, eve girdiğinde herhangi bir
zaman geçmeden evin baştan sona tek bir defada aydınlandığını ve evden
çıktığında da havanın tek bir defada karardığını görüyorsun. Aynı şekilde güneş
doğudan doğduğunda, doğudan batıya kadar bütün hava tek bir defada aydınlanır.
Batıdan battığında ise hava tek bir defada kararır. Oysa ısı yayıldığında hava
yavaş yavaş ve zamanla ısınır. Aynı şekilde Güneş doğduğunda hava yavaş yavaş
ve zamanla ısınır. Battığında ise hava yavaş yavaş ve zamanla soğur.
îşte
bilmelisin ki hareketin durumu ışığın durumu gibidir. Bu, örneğin, doğu ve batı
yönünde bir uzunluğa sahip bir çubuk (odun) dikildiğinde ve sonra da [bu çubuk]
doğu ya da batı yönünde tek bir defada çekildiğinde onun bütün parçaları da tek
bir defada hareket eder.
Yine
bilmelisin ki nefsin cisimdeki fiillerinin bir kısmının zaman ile, bir kısmı
ise zaman olmadan olması onun cevherinin zaman üstü olduğunu gösterir. Çünkü
zaman cismin hareketiyle bitişiktir. Cisim ise nefsin fiilde bulunma yeridir.
Nefis, tümel (küllî) cisme şekillerin en üstünü olan küresel şekli verdiğinde
aynı zamanda onun hareketini de hareketlerin en üstünü olan dairesel hareket
yapar.
10.
Risale fî te lîfi'l-luhûn.
Bölüm
Zamanın
Mahiyeti Hakkında Filozofların Söyledikleri
İnsanların
çoğunluğuna göre zaman, yılların, ayların, günlerin ve saatlerin geçmesidir.
Bazen zamanın feleğin hareketinin sayısının tekrarı olduğu söylenmiştir. Bazen
ise onun, feleğin hareketinin saydığı müddet olduğu söylenmiştir. Bazen de
insanların birçoğu, şu durumu dikkate alarak, zamanın kesinlikle mevcut bir şey
olmadığını zannetmişlerdir: Şöyle ki; zamanın en uzun parçaları yıllardır.
Yılların ise bir kısmı geçmiştir bir kısmı ise henüz gelmemiştir. O halde tek
bir yıldan başka bir şey mevcut değildir. Aynı zamanda bu yıl, bir kısmı geçen
bir kısmı ise henüz gelmeyen aylardır. O halde tek bir aydan başka bir şey
mevcut değildir. Bu ayın bir kısmı geçen bir kısmı ise henüz gelmeyen günleri
vardır. O halde tek bir günden başka bir şey mevcut değildir. Bu gün bir kısmı
geçen bir kısmı ise henüz gelmeyen saatlerdir. O halde tek bir saatten başka
bir şey mevcut değildir. Bu saatin de parçaları vardır ki bir kısmı geçmiş bir
kısmı ise henüz gelmemiştir. Bu itibarla zamanın kesinlikle bir varlığı yoktur.
Zamanın
sonsuz olarak var olduğunu kabul eden görüşe gelince, buna göre zamanın tamamı
gece ve gündüzdür, daima dünyayı çevreleyen yörüngesinin yirmi dört noktasında
mevcut bulunan yirmi dört saattir. Bunun açıklaması şudur: örneğin, boylamı
doksan derece olan bir beldede bir günde gündüzün yarısı olduğunda, bu günün
ilk saati boylamı bir dereceden on beş dereceye kadar olan beldelerde mevcuttur.
Bu günün ikinci saati boylamı on altı dereceden otuz dereceye kadar olan beldelerde
mevcuttur. Bu günün üçüncü saati boylamı otuz bir dereceden kırk beş dereceye
kadar olan beldelerde mevcuttur. Bu günün dördüncü saati boylamı kırk altı
dereceden altmış dereceye kadar olan beldelerde mevcuttur. Bu günün beşinci
saati boylamı altmış bir dereceden yetmiş beş dereceye kadar olan beldelerde
mevcuttur. Altıncı saati boylamı yetmiş altı derecede doksan11
dereceye kadar olan beldelerde mevcuttur. Yedinci saati, boylamı doksan bir
dereceden yüz beş dereceye kadar olan beldelerde mevcuttur. Sekizinci saati,
boylamı yüz altı dereceden yüz yirmi dereceye kadar olan beldelerde mevcuttur.
Dokuzuncu saati, boylamı yüz otuz beş derece olan beldelerde mevcuttur. Onuncu
saati, boylamı yüz elli derece olan beldelerde mevcuttur. On birinci saati,
boylamı yüz altmış beş derece olan beldelerde mevcuttur. On ikinci saati,
boylamı yüz seksen derece olan beldelerde mevcuttur.
Dünya
yörüngesinin bu noktalarının her birisinin karşısında kendisine denk düşecek (nazire)
şekilde gecenin saatleri vardır. Dünyadaki her bir yer için gece ve gündüzde
muhtelif miktarlar vardır. Sürekli varolduğu gibi, Güneş Dünyanın yarısını
aydınlatırken ulaştığı bu yarımın daha doğusunda bulunan diğer yarısını ise
örter. Böylece Güneş’in üzerine doğduğu taraf gündüz olurken Güneş ışınlarının
ulaşmadığı diğer taraf gece olur. Gündüzün olduğu her yerde gece de onunla
birlikte vardır. Her biri diğerinin aksinedir. Biri yok olduğunda diğeri de
onunla birlikte yok olur. Gece ve gündüz Dünyanın doğusundaki ilk dereceden
başlayarak ilerler (ikbal). Sonra Güneş’in hareketiyle hareketlerine devam
ederler. Böylece Dünya üzerinde [185]
Güneş
ışığının ilk göründüğü yerden başlar ve sonuna kadar on iki saat sürer. Gece
için de durum böyledir. Eğer bu hususta şüphe edersen bu konuda sana deriz ki;
sen bunu, (Batlamyus’un) el-Mecisti adlı gök cisimleri ve geometri
konusundaki kitabını inceleyen ve astronomi ilmi konusunda derinleşen sanatın
ehline sor. Onlar söylediklerimizin doğru olduğunu sana söyleyeceklerdir. Zira
bu hususta şöyle söylenmiştir: Her sanat hakkında o sanatın erbabından
yardım isteyiniz.
Sonra
yine bilmelisin ki, bir sayısının tekrar etmesiyle sayıların suretinin
nefiste meydana gelmesinde [olduğu gibi] gece ve gündüzün dünyanın etrafında
sürekli ardışıklığı (kurur) da onu düşünen kimsenin nefsinde zamanın sureti
olarak meydana gelir. Şöyle ki; bütün sayılar birin çift ve tek durumu;
onun tamsayı ya da bölünmüş durumu; onun birleri, onları, yüzleri ve binleri
durumudur. “Sayılar Risâlesi”’nde[186]
[187]
de açıkladığımız gibi [bütün bunlar], sayıları düşünen kimsenin nefsinde
meydana gelen birlerin bütününden başka bir şey değildir. Aynı şekilde,
dünyanın etrafında sürekli olarak gece ve gündüzün ardışıklığını düşünen
kimsenin nefsinde sureti meydana gelen zaman da; yıllar, aylar, günler ve
saatlerin bütününden başka bir şey değildir. Açıklamasını getirdiğimiz bu beş
şey -ki bunlar madde, suret, mekân, zaman ve harekettirbütün cisimleri
kuşatıcıdır. Bu şeyler hakkında düşünmeye alışık olmayan bir kimseye tabiî
şeyler hakkında akıl yürütme herhangi bir yarar sağlamaz. Çünkü [bu durumda]
kesinlikle bunların bilgisinin özünü elde etme imkânı yoktur. Tabiî şeyler
hakkında düşünmeye alışık olmadığında ise İlahî şeyler hakkında konuşma ona
herhangi bir yarar sağlamaz. Çünkü [bu durumda] onun bilgisinin özünü kavrama
imkânı yoktur.
Ey
kardeşim, bilginlerin bu konuda söylediklerini anlamak için onların bu risalede
söylediğimiz sözleri hakkında düşün ve bu şeylerin anlamları hakkında ortaya
koyduklarını tasavvur et. Eğer bu şeyler hakkında daha fazla bilgin varsa bunu
bize de bildir. Eğer bu şeyleri inkâr edersen [bunun sebeplerini] bize açıkla.
Eğer bu anlattıklarımızdan herhangi bir şey hakkında şüpheye düşersen de bizi
açıklamalarımızda herhangi bir ihmalkârlık ve doğruyu söylememekle suçlama.
Sonra,
bilmelisin ki her sanatın bir ehli vardır ve her bir ilim ve sanat ehlinin, üzerinde
ittifak ettikleri esaslar (usûl) ve hakkında tartıştıkları ayrıntılar (furu)
vardır. [İşte] onlar ihtilaf ettikleri hususları bu esaslara kıyas ederek
açıklar.
Yine
bilmelisin ki, tabiî şeyler hakkında düşünmek bizim saygıdeğer kardeşlerimizin
-Allah onları desteklesinsanatının bir parçasıdır. Tabiî şeyler ise cisimler ve
onlara ilişen lazım ve ayrık arazlardır. Biz bu ilim hakkında yedi risale
tertip ettik ki bunların ilki, madde, suret, hareket, mekân ve zamanı ele
aldığımız bu risaledir. Zira bu beş şey bütün cisimleri kuşatıcıdır. Algılayan
ve Algılanan Risalesinde'3 ise veciz bir şekilde cisimlere
ilişen şeyleri inceledik. Sonra bu risalenin ardından sema ve âlemi; feleklerin
terkibini ve onların kaç tane olduğunu, onların yerlerinin genişliğini,
dönüşlerinin hızını; yıldızların yüceliğini, onların hareketlerinin esaslarını;
burçların sıfatlarını ve onların ayrıntılarını incelediğimiz risaleyi tertip
ettik. Bu risalenin ardından oluş ve bozuluşu; ay feleği altındaki dört unsurun
mahiyetini -ki bunlar ateş, hava, toprak ve sudurbu unsurlardan bazısının
bazısına nasıl dönüştüğünü ve evrenin bunlardan nasıl meydana geldiğini incelediğimiz
risaleyi tertip ettik. Bunun ardından havada meydana gelen değişimleri ve hava
oluşumlarını incelediğimiz dördüncü risaleyi tertip ettik. Bu risalenin
ardından madenlerin cevherlerini ve [ madenlerin] yerin altında, dağların
içinde ve denizlerin dibinde nasıl meydana geldiklerini incelediğimiz beşinci
risaleyi tertip ettik. Bunun ardından bitkilerin durumunu; onların cinslerini,
türlerini, özelliklerini, faydalarını ve zararlarını incelediğimiz altıncı
risaleyi tertip ettik. Sonra bunun ardından da canlıların cinslerini, türlerini
ve tabiatlarındaki farklılıkları veciz bir şekilde incelediğimiz yedinci
risaleyi tertip ettik.
Bu
risaleden önce de matematik ilimleri hakkında beş risale daha tertip
ettik. Bunların ilki; sayılar, onların özellikleri ve [bütün sayıların] iki
sayısından önce gelen bir sayısından nasıl türediklerini inceleyen
risaledir. Bunun ardından, geometrinin esaslarını, ölçülerin çeşitlerini ve
bunların geometri ilminde birin sayı ilmindeki konumunda olan noktadan
nasıl türediğini incelediğimiz ikinci risaleyi tertip ettik. Bu risalenin
ardından ise, yıldızları incelediğimiz, felekleri ve gezegenleri
sınıflandırdığımız ve bunların Güneşe oranlarının sayıların bire oranı
gibi olduğunu ve geometrinin ölçülerinin kökeninin nokta olduğunu
açıkladığımız üçüncü risaleyi tertip ettik. Bunun ardından sayısal, geometrik
ve birleşik oranları ve sayıların kökeninin bir olmasında ve geometrinin
ölçülerinin kökeninin nokta olmasında olduğu gibi bütün bunların
kökeninin eşitliğin oranı olduğunu incelediğimiz risaleyi tertip ettik. Sonra
bunun ardından mantık ilmini incelediğimiz ve her biri cinslerin cinsi olan on
kategoriyi ele aldığımız, bunların türlerinin kaç tane ve özelliklerinin neler
olduğunu açıkladığımız, bunlardan sadece birinin cevher, dokuz tanesinin ise
araz olduğunu ve bunların da, sayıların ikiden önce gelen bire birle
ilişkili olmasındaki gibi, varlıkların da cevhere ilişik olduğunu ele aldığımız
risaleyi tertip ettik.[188]
Bizden önce kadîm filozoflar da bu şeyler hakkında konuşmuş ve bunları
kitaplarda tedvin etmişlerdir ki, bu kitaplar bugün insanların ellerinde
mevcuttur. Fakat onlar bu konularda sözü fazlaca uzattıklarından ve bir dilden
başka bir dile tercüme yaptıklarından araştırmacılar için bu kitaplardaki anlamların
anlaşılması kapalı hale gelmekte ve hakikatlerinin bilgisi kaybolmaktadır. îşte
bu sebepten dolayı bu risaleyi telif ettik ve öğrenen kişilere bu anlamları
yaklaştırmak ve yeni başlayanlara bu kitaplardaki görüşleri kolaylaştırmak için
bir giriş ve önsöz mahiyetinde [konu hakkındaki] sözleri özetledik.
Bölüm
İlim
Ehlinin Faziletlerine Dair
Bilmelisin
ki eğer sen ilim ve hikmet ehlini seviyorsan ilim ve hikmet erbabının yolundan
gitmeye ihtiyacın var. Bu ise [ancak] senin, gereksiz dünya işlerinden kendini koruman,
gereksiz şeyleri terk etmen, gayret ve ilginin büyük çoğunluğunu ilmi talep
etmeye vermen, ilim ehli ile görüşmen, onların müzakere meclislerine katılman
ve nefsini, peygamberlerin -Allah’ın selamı üzerlerine olsunkitaplarında
vasfedilen dengeli (mu tedil) bir yaşama ve yukarda bahsi geçen
ilimlerde düşünmeye razı etmenle olur. Ki bunlar, bilginlerin çocuklarının
kendileriyle ikna edildikleri ve ilimlerde en yüksek gaye olan İlahî şeyleri
düşünme konusundaki kavrayışlarını güçlendirmek için bunlarla öğrenciler
yetiştirdikleri hususlardır.
Sonra
yine bilmelisin ki, ilahi şeyler maddeden soyut suretlerdir. Onlar cismânî
şeylerde olduğu gibi, bozulma ve yok olmanın ilişmediği sürekli var olan ebedî
şeylerdir. Bil ki senin nefsin de bu suretlerden biridir. Onun bilgisini elde
etmeye çalış ki senin nefsin, babamız Adem’in -Allah’ın selamı üzerine
olsunişlediği suçtan dolayı içine düştüğümüz maddenin derinliklerinden, cismin
girdabından ve tabiatın esaretinden kurtulsun. Adem rabbine karşı geldiğinde o
ve çocukları ruhlar âlemi olan cennetten koyulmuşlardı. [Bu konuda Allah
onlara] şöyle buyurmuştur: “Birbirinize düşman olarak inin. Sizin için
yeryüzünde belli bir süre barınak ve yararlanma vardır.[189]
Orada öleceksiniz ve orada (diriltilip) çıkarılacaksınız.”[190]
Buna benzer olarak ilk insanlar, yeniden diriliş gününde sura üflendiğinde ve
kabirler onların üzerinde yaradığında şöyle buyrulmuştur: “Üç kola ayrılmış
gölgeye gidin”.[191]
Bu ise eni, boyu ve derinliği olan cisimler âlemidir. Ey kardeşim, peygamberlerin
-Allah’ın selam üzerlerine olsunkitaplarında açık olan bu işaretler ve bu
dileğimin bilgisi için gayret göster ki, nefsin cehalet ve gaflet uykusundan
uyansın, İlahî bilgilerin ruhu ile ihya olsun, İlahî ilimlerin hayatı ile
yaşasın ve doğal afetlerden korunsun.
Yine
bilmelisin ki soyut olması bakımından nefse; acılar, hastalıklar, bozukluklar,
açlık, susuzluk, sıcaklık, soğukluk, kederler, kaygılar, üzüntüler ve sonradan
meydana gelen şeyler ilişmez. Çünkü bütün bunlar ancak nefis bedenle birlikte
olduğunda (bitiştiğinde) nefse ilişir. Zira beden yok olmayı, bozulmayı,
dönüşmeyi ve değişmeyi kabul eden bir cisimdir. Oysa nefis ruhanî bir cevher
olduğundan, nefis için bu felaketlerden herhangi biri söz konusu değildir.
Bilmelisin
ki, ilim ehlinden birçok kimse, nefs ilminde düşünmeyi, onun cevheri hakkında
araştırma yapmayı, nefs ilminde derinleşen bilginlerden [bu bilgiyi] istemeyi
terk ettikleri; nefsin fiillerine az önem verdikleri, onun cismin girdabından
ve maddenin derinliklerinden kurtulmasını, tabiatın esaretinden ve cismin
karanlıklarından çıkmasını az istedikleri, dünyada sürekli kalmaya şiddetle
yöneldikleri, cismani arzular içinde boğuldukları, hayvani lezzetlerle
aldandıkları, tabii duyulurlara meylettikleri; İlahî kitaplar ve Peygamberlerin
şeriatlarında anlatılan cennet nimetlerinden gafil oldukları, ruhlar
alemindeki kokulardan, reyhanlardan, nimetlerden, mutluluklardan, lezzetten,
ikramdan ve orada ebedi ikametten gafil oldukları için; kendi nefislerinin
bilgisi de onları ihmal etmiştir. Ki bu hususta sorumluluk bilinci taşıyanlara (müttakı)
şöyle vaatte bulunulmuştur: “Orada bozulmayan su ırmakları, tadı değişmeyen
süt ırmakları, içerken lezzet veren şarap ırmakları ve süzme bal ırmakları
vardır. Onlara orada her türlü meyve”[192]
“ve hurma ağaçlarının ve asmaların ürününden hem sarhoş edici içkiler, hem de
güzel, temiz rızklar elde edersiniz. İşte bunda da, aklını kullanan kimseler
için bir ders vardır.”[193]
Onların
bu konuda söylenenlere rağbetlerinin azlığı, peygamberlerin -Allah’ın selamı
üzerlerine olsunbu konuda getirdiklerini, filozofların ve bilginlerin bu konuda
ulaşılması güç ince anlamlara ve sırlara işaretlerini tasdik etmelerinin
azlığından kaynaklanmaktadır. Böylece onların nefislerinin bütün ilgisi
dönüşen bedene yönelmiştir. Ve onlar bütün gayretlerini mal, yiyecek, içecek,
giyecek, evlilik ve binek gibi dünya yaşantısının faydalarına sarf etmektedir.
Nefislerini bedenlerinin kölesi haline getirmiş ve bedenlerini de nefislerinin
efendisi haline getirmişlerdir. Beşerî olanı İlahî olana, karanlığı ve şeytanî
olanı aydınlığa ve melekî olana üstün kılmışlar. Böylece şeytanın dostu ve
Allah’ın düşmanı olmuşlardır.
Ey
kardeşim, senin kendi nefsini düşünmen, onun faydası için gayret göstermen,
onun kurtuluşunu istemen, onun sırrını çözmen; maddenin derinliklerinde,
tabiatın esaretinde ve cisimlerin karanlığında boğulmasını engellemen, onun
yükünü hafifletmen gerekmez mi? Nitekim bunlar, onun göklerin kutsallığına
yükselmesini, melekler zümresine girmesini, felekler âleminin genişliğinde
dolaşmasını, cennetlerin derecesine yükselmesini, Kur anda zikredilen
kokulardan ve reyhanlardan koklamasını; senin hakkında iyi düşünen
arkadaşlarla ve seçkin kardeşlerle ve [ iyiliğe] vesile olan saygın kişilerle,
kendileriyle birlikte senin de iyiliğine ve kurtuluşuna yardımcı olmak isteyen
kişilerle birlikte olmanı engelleyen sebeplerdir. Ki bu kişiler kendilerini
dünya işlerine hizmetten alıkoymuş, bütün dikkatlerini ve çabalarını ahiret
nimetlerini istemeye vermiş kişilerdir. Onların yolundan gitmekle, onların amaçlarını
amaç edinmekle, onlarla birlikte kendi sırrına ulaşmakla, onların ahlakıyla
ahlaklanmakla ve onların söylediklerini dinlemekle onların öğretisini bilir ve
nefsî ilimler, hakiki anlamlar, ruhanî sözler, nefsânî duyulurlar hakkında sana
haber verdiklerini ve sırlarını anlamak için onların ilimlerinde
düşünebilirsin. Bizim ruhânî şehrimize girdiğin, bizim yaşantımızla yaşadığın,
bizim tertemiz sünnetimizi öğrendiğin, bizim şer’î kanunlarımızı iyice
kavradığın zaman umulur ki melekler âlemine (mele-i ala) bakman ve ebedî kalıcı
bir mutlulukla saadete erenlerin hayatını; geçici, bozulan, dönüşen, değişen,
ağır, karanlık bedeninle değil faziletli, şeffaf, yüce, ebedi nefsinle yaşaman
için hayat ruhu ile kuvvetlendirilirsin. Allah seni, bizi ve bütün
kardeşlerimizi ne nerede olursa olsun doğru yola ve hidayete erdirsin. Şüphesiz
O, kulları için çok merhamet edici ve şefkat sahibidir.
Madde
ve Suret Risalesi (Risâletü’l-Heyûla ve’s-Sûret)
burada tamamlandı. Onu Semâ ve Âlem Risalesi (Risâletu's-Semâ ve’l-Âlem)
takip etmektedir.
Cisimsel-Doğal
Bilimlerin İkinci
(İhvan-1
Safâ Risalelerinin Onaltmcı) Risalesi:
Sema ve Âlem Olarak Adlandırılıp Nefsin Islahı ve
Ahlâkın Olgunlaştırılmasına Dair[194]
Rahman
ve Rahim olan Allah’ın adıyla!
«f^erçek
övgü Allah'a mahsustur! Selâm olsun onun seçtiği kullarına. Allah mı
V_Tdaha
hayırlıdır, yoksa onların ortak koştukları mı?”1
Ey
hürmetkâr ve şefkatli kardeşim -Allah seni ve bizleri kendi katından bir ruhla
desteklesinbilmelisin ki mutlak cismin ve onun zatının yapıcı (mukavvim)
niteliklerinin, dolayısıyla da madde ve suretin anlatımını artık tamamladık.
Aynı şekilde hareket, durağanlık ve bunların benzerleri gibi kalıcı (lâzım)
niteliklerini de anlattık. “Sema ve Âlem” ismini taşıyan bu risalemizde ise feleklerden,
gezegenlerden, yine ateş, hava, su ve topraktan oluşan dört unsurdan ibaret
olan yalın tümel cisimleri anlatmak istiyoruz. Şöyle ki mutlak cisim, öncelikle
söz konusu [yalın tümel cisimlere] , ardından ise bunların türevleri olan
tikel cisimlere, yani hayvanlara, madenlere ve bitkilere ayrılır.
Bölüm
Filozofların
“Âlem Büyük İnsandır”
Sözünün Anlamının Açıklanmasına Dair
Kardeşim
bil ki filozoflar “âlem” sözü ile yedi [kat] semayı, yerleri ve bunların
arasında bulunan bütün yaratılmışları kastetmekte, yine onu “büyük insan”
olarak adlandırmaktadırlar. Zira bütün küreleri (felek), sema
katmanlarını, tümel unsurları ve bunların türevlerini kapsayacak biçimde onu
tek bir cisim olarak görmüşlerdir. Aynı şekilde ona ait bir tek nefsin
bulunduğuna inanmış, tıpkı insan nefsinin bedenin kısımlarının tamamına
sirayet etmesi gibi, bu nefsin güçlerinin de [âlemin] cismini oluşturan
parçaların tamamına sirayet ettiğini düşünmüşlerdir. İşte bu risalede âlemin
suretini anlatmak ve tıpkı bir anatomi kitabında insan cesedinin bileşenlerinin
tavsif edildiği gibi burada da âlemin cismine ait bileşenlerin niteliğini
ortaya koymak istiyoruz. Daha sonra başka bir risalede, âlemin nefsinin
mahiyetini, kuşatıcı kürenin en üst kısmından başlayıp yer merkezinin en alt
kısmına varıncaya kadar [195]
âlemde mevcut olan cisimlere bu nefsin güçlerinin sirayet etmesinin niteliğini
ortaya koyacak; ardından da bu nefse özgü hareket çeşitlerini ve onun
fiillerinin âlemde mevcut olan cisimler üzerindeki tezahürünü açıklayacağız.
Şimdi âlemin cisminin açıklamasına geçerek diyoruz ki:
“Duyu
ve Duyulur risâlesi’nde[196]
açıkladığımız gibi “cisim”, kendi arazları üzerinden duyular yoluyla ortaya
çıkan bir varlıktır. “Madde ve Suret risâlesi’nde[197]
açıkladığımız üzere dış dünyadaki varlıkların tamamı cevher ve arazlardan,
suret ve maddelerden bileşiktir. Yine “Akıl ve Akledilir risalesinde[198]
açıkladığımız gibi suret iki türlüdür: Yapıcı (mukavvim) ve tamamlayıcı
(mütemmim). Cismin zatı için yapıcı suret, bu sureti alabilen yalın maddede
varlık kazanan uzunluk, genişlik ve derinlikten ibarettir. Cismin tamamlayıcı
suretine gelince, onu pek çok duruma getiren bu suretlerin sayısı, izzet ve
celal sahibi olan Allah’tan başka kimsenin bilemeyeceği kadar fazladır. Fakat
yine de anlamlarına vakıf olasın diye onlardan bir kısmını burada anlatacağız:
Cismin tamamlayıcı suretlerinden biri biçimdir. Üçgen, dörtgen, beşgen, daire
ve benzerleri gibi pek çok biçim bulunmaktadır. Bir diğer tamamlayıcı suret
harekettir. Hareket altı türlüdür. Yer değiştirme onlardan biridir ve iki türlüdür:
Döngüsel ve doğrusal. Yine tamamlayıcı suretlerden bir diğeri olan nur da iki
türlüdür: Zatî ve arazî. Cisim için bir diğer tamamlayıcı suret ise saflıktır. “Geometri
risâlesi’nde[199]
açıkladığımız üzere biçimlerden en mükemmeli küre biçimidir. “Hareket
risalesinde[200]
açıkladığımız üzere en mükemmel hareket döngüsel harekettir. “Nitelik ve
Nitelenenler risalesinde[201]
açıkladığımız gibi en parlak nur zatî nurdur, en saf nitelik ise şeffaflıktır.
Âlemin cismi tamamen küre biçimindedir ve bütün feleklerin hareketi
döngüseldir. Ay hariç gökteki bütün gezegenlerin nuru zatîdir. Yine Yer hariç
bütün kürelerin cirimleri şeffaftır. Yer ve Ay’ın bu durumunun nedenini “Neden
ve Nedenliler risalesinde[202]
daha önce anlatmıştık.
Bölüm
Semalar
île Kürelerin Aynı Olduklarına Dair
Kardeşim
bil ki semalar (gökler) ile küreler (felek) aslında aynı şeydir. Şöyle
ki sema; yüce olduğu için sema, döngüsel olduğu için de küre olarak
adlandırılmıştır. Yine bil ki küreler dokuz tanedir. Bunlardan yedisi yedi kat
semayı oluşturur ki en aşağıda bulunanı ve bize en yakın olanı Ay küresidir. Bu
aynı zamanda ilk küredir. Ondan sonra gelen Merkür küresi ikinci sema, ondan
sonra gelen Venüs küresi üçüncü sema, ondan sonra gelen Güneş küresi dördüncü
sema, ondan sonra gelen Mars küresi beşinci sema, ondan sonra gelen Jüpiter
küresi altıncı sema, ondan sonra gelen Satürn küresi de yedinci semadır.
Satürn, delerek geçen parlak yıldız (ennecmus-sâkıb) olarak
isimlendirilir. “Delip geçen” ismini almasının nedeni, Kuran müfessirlerinden
Abdullah b. Abbas’ın naklettiği bir hadiste de rivayet olunduğu gibi, nurunun
yedi kat semanın tavanını delip geçerek bize ulaşabilmesidir. Sekizinci küreye
gelince bu, yedi küreyi içine alarak kuşatan sabit yıldızlar küresi, gökleri ve
yeri kaplayan kürsüdür. Dokuzuncu küre ise söz konusu sekiz küreyi kuşatan küredir.
İzzet ve celal sahibi olan Allah’ın da buyurduğu gibi bu, o gün kendisini sekiz
(meleğin) taşıyacağı[203]
[204]
büyük arştır.
Kardeşim
bil ki yukarıda bahsi geçen yedi küreden her biri kendisinden aşağıda bulunana
göre sema, kendisinden yukarıda bulunana göre ise zemindir. Şöyle ki Ay küresi,
üzerinde bulunduğumuz Yer için sema, Merkür küresi için bir zeminidir. Aynı
şekilde Merkür küresi Ay küresine göre sema, Venüs küresine göre ise bir zemindir.
Diğer kürelerin hükmü de aynen bu kıyastaki gibidir. Yedinci sema olan Satürn
küresine varıncaya kadar onlardan her biri kendisinden aşağıda bulunana göre
sema, kendisinden yukarıda bulunana göre ise zemindir.
Bölüm
Kürelerin
Oluşumu ve Sema Katmanlarına Dair
Kardeşim
bil ki üzerinde bulunduğumuz Yer, ihtiva ettiği dağlar, denizler, çöller,
nehirler, şehirler ve harabelerinin tamamıyla birlikte bir tek küreden
oluşmaktadır. İzzet ve celal sahibi olan Allah’ın izni ile o, âlemin merkezinde
yer almakta ve üzerinde bulunanların tamamıyla birlikte havanın ortasında
asılı durmaktadır. Tıpkı yumurta akının yumurta sarısını kuşattığı gibi Hava
küresi onu bütün yönlerden kuşatmıştır. Hava küresi de yumurta kabuğunun
yumurta akını kuşatmasına benzer biçimde bütün yönlerden Ay küresi tarafından
kuşatılmıştır. Ay küresi ise benzer biçimde Merkür küresi tarafından
kuşatılmıştır. Her şeyi Kuşatıcı küreye varıncaya kadar diğer kürelerin hükmü
de böyledir. Şanı yüce olan Allah’ın da buyurduğu gibi onlardan “Her biri
bir yörüngede yüzmektedir.”"
Aşağıdaki
resimde kürelerin oluşumu ve sema katmanlarına ait tavan çizgilerinin formu
gösterilmiş, onların üzerinde Burçlar küresi, onun üzerinde ise Kuşatıcı küre
verilmiştir.
kuf4tKi Kitre
Sahil Yıldızlar Küresi
Satürn Küresi
Jfipiur Ki iresi
Mars Küresi
Gılııey kuıesı
Venüs Küresi
Merkür Küresi
Ay Küiçm
I I.P..I Küresi
Bu
resimde de açıklandığı gibi âlem, ikisi Ay küresinin boşluğunda bulunmak üzere
toplam on bir küreden oluşmaktadır. Söz konusu iki küre Yer ve Havadır. Bunun
anlamı şudur: Toprak ile su ve hava ile esir birlikte birer küre oluşturmakta,
geriye kalan dokuz küre ise birbirini kuşatmaktadır.
Bölüm
Âlemde
Boşluk Bulunmadığına Dair
Kardeşim
bil ki birbirini kuşatan bu küreler tıpkı soğanın katmanları gibidir. Şöyle ki
kuşatan katın yüzeyi kuşatılan katın yüzeyine dokunmakta ve aralarında her
hangi bir boşluk bulunmamakta, sadece zihinsel bir ortak alan yer almaktadır.
İlim erbabından bazıları kürelere ait fezaların, sema katmanlarının ve tümel
unsurların arasında boş alanlar bulunduğunu zannetmişlerdir. Halbuki durum
onların zannettikleri gibi değil. Çünkü boşluktan kasıt, içerisinde yer
kaplayan bir şeyin bulunma dığı boş bir mekândır. Mekan ise cismin
niteliklerinden biridir, cisim olmaksızın var olamaz ve ancak cisimle birlikte
ortaya çıkabilir.
Bil
ki aynı şekilde ışık ve karanlık, cismin iki niteliğidir. Gayet tabii olarak
âlemde ne ışığın ne de karanlığın bulunduğu bir yerin varlığını akletmek
imkansızdır. O halde boşluk nerededir?
Bil
ki boşluğun varlığından bahsedenler, bazı cisimlerin bir konumdan başka bir
konuma yer değiştirdiğini görmüş ve boşluğun bulunmaması durumunda söz konusu
hareket ve yer değiştirmeyi engelleyecek bir doluluğun bulunması gerektiğini
zannetmişlerdir.
Bil
ki cisimlerin tamamı taş ve demir gibi parçaları birbirine yapışmış halde katı
olsalardı durum onların zannettikleri gibi olurdu. Oysaki su ve hava gibi
cisimlerden bazıları yumuşak, latif ve akışkan olduklarından bir kısım
cisimlerin onların parçaları arasında hareket etmelerini engellememektedirler.
Bunun örneği, balığın suda yüzmesi, kuşun havada uçması ve diğer hayvanların
yeryüzünde hareket etmesidir.
Bölüm
Âlemin
Dışında Boşluk ve Doluluğun Bulunmadığına Dair
Kardeşim
bil ki söz konusu on bir küre âlemin tamamını, dolayısıyla da bütün
yaratılmışların meskenlerini ihtiva etmektedir. Vehme kapılan pek çok kimse,
Kuşatıcı kürenin ötesinde başka bir cismin ve sonsuz bir boşluğun bulunduğunu
zannetmiştir. Oysaki bu hükümlerden her ikisi de hatalıdır ve gerçeklikle
örtüşmemektedir. Nitekim ister âlemin dışında isterse de âlemin içinde olsun,
boşluğun asla var olmadığı aklî burhanla ispat edilmiştir. Yukarıda da
açıkladığımız üzere boşluk, içerisinde yer kaplayan bir şeyin bulunmadığı boş
bir mekândır. Mekan ise cismin niteliklerinden biridir ve bir arazdır.
Dolayısıyla da cisim olmaksızın var olamaz ve ancak cisimle birlikte ortaya
çıkabilir. Âlemin dışında başka bir cismin bulunduğunu iddia eden kimsenin
iddiası ise bunu tahayyül eden vehim gücüne dayanır ve bu kimsenin, kendi
iddiasını doğrulayacak bir delil getirmesi gerekir.
Bil
ki vehim, nefsin güçlerinden bir güçtür ve gerçeklik payı bulunmayan, gerçek
olmayan şeyleri tahayyül eder. Bu durumda, duyumsama güçlerinden biri ile
desteklenmediği ve hakkında zorunlu bir burhan (kesin kanıt) getirilmediği ya
da akılla yargıda bulunulmadığı sürece onun tahayyül ettiklerinin doğru veya
yanlış olduğuna hükmetmek gerekmez.
Bil
ki akil kimselerin tamamı ortak oldukları aklın hükmüne uymuş ve âlemin dışında
başka bir cismin varlığına ilişkin görüşü kabul etmemişlerdir. Bunun nedeni
şudur: Duyular onu idrak edememekte, akıl onun hakkında bir yargıya varamamakta
ve kendisine dair burhan getirilememektedir. Öyleyse orada başka bir cismin var
olduğuna, yanıltıcı vehimlerin tahayyülü dışında hangi önermeyle
hükmedilecektir? Şayet iddia edildiği gibi orada başka bir cisim mevcut olsaydı
onun ötesinde başka bir cismin bulunması da mümkün olurdu.[205]
Çünkü cismin iki kenarı (başlangıç ve sonu) vardır ve yukarıda da anlattığımız
üzere boşluğun mevcut olmadığı burhanla ispat edilmiştir. Bütün cisimlerin iki
kenarının bulunduğunun deliline gelince bu, hem nebevi ve hem de felsefi
düşünceyle sabittir. Bunun anlamı şudur: Nebevi düşünceye göre bütün cisimler
yaratılmıştır ve bütün yaratılmışların iki kenarının bulunduğu aklın
evvelîlerindendir (apriori bir bilgidir). Felsefî düşünceye göre de bütün
cisimler bileşiktir ve bütün bileşiklerin iki kenarının bulunduğu aklın
evvelîlerindendir (apriori bir bilgidir).
Bölüm
Güneş’in
Âlemin Ortasında Bulunmasına Dair
Kardeşim
bil ki küreler arasında Güneş’in konumu, yeryüzündeki hükümdarın konumu
gibidir. Gezegenler bu hükümdarın askerlerini, yardımcılarını ve tebaasını, küreler
onun hükmettiği bölgeleri, burçlar ülkeleri, derece ve dakikalar da köyleri
temsil ederler. İlahi hikmetin gereği olarak onun merkezi âlemin ortasında
bulunmaktadır. Tıpkı hükümdarın evinin şehrin ortasında, bu şehrin ise ülkedeki
diğer şehirlerin ortasında yer alması gibi. Bunun anlamı şudur: Güneş’in
merkezi kendi küresinin ortasında, küresi ise diğer kürelerin ortasında
bulunur. Nitekim daha önce de anlattığımız üzere âlemin tamamı on bir küreden
oluşur. Bunlardan beş tanesi Güneş küresinin üstünde yer ahr. Birbirini kuşatan
bu küreler; Mars küresi, Jüpiter küresi, Satürn küresi, Sabit yıldızlar küresi
ve Kuşatıcı küredir. Diğer beş küre ise Güneş’in altında yer ahr. Güneş
küresinin kapsamında birbirini kuşatan bu kürelerden birincisi Venüs küresidir.
Onun altında Merkür küresi, onun altında Ay küresi, onun altında Hava küresi,
onun altında da Yerküresi bulunmaktadır. Güneş’in mevziinin âlemin ortasında bulunması
bu bakımdandır. Tıpkı Yer’in mevziinin âlemin merkezinde bulunması gibi.
Bölüm
Burçların
Mahiyetine Dair
Kardeşim
bil ki sayısı 12 olan burçlar, Kuşatıcı kürenin yüzeyinde bulunup onu 12 hayalî
çizgiyle bölen hayalî parçalardan ibarettir. Söz konusu çizgiler bir noktadan
başlayarak mukabillerindeki başka bir noktada bitmekte ve Kuşatıcı kürenin
yüzeyini 12 parçaya ayırmaktadır. Karpuz dilimine benzer bu parçalardan her
birine burç ismi verilir, söz konusu noktalar ise kürenin kutupları olarak
adlandırılır. Daha sonra anlatacağımız üzere Güneş kendi hareketi sonucunda
her 365 günde bir küresinin yüzeyinde hayalî bir daire çizer. Bu daire küreyi
ikiye böldüğü gibi her bir burcu da iki eşit parçaya ayırır. Burçlardan her
birinin bu daire üzerindeki payı 30 derecelik bir kavistir ve bunların toplamı
360 dereceye eşittir. Söz konusu daire ve onun dereceleriyle diğer küre ve
gezegenlerin devirleri ölçülür. Ayrıca Güneş’in hareketleri üzerinden
astronomik tablolarda (zîc) diğer gezegenlerin hareketleri, Güneş’in durumları
üzerinden de gezegenlerin durumları hesaplanır.
Bölüm
Kürelerin
Çapı ve Semaların Kalınlıklarına Dair
Kardeşim
bil ki bu kürelerden her biri belli bir çapa ve kalınlığa sahiptir. Yerküresi
dışında onların kalınlıkları çaplarından daha azdır. Yerküresinin çapı ve
kalınlığı ise eşittir. Çünkü o, ortasında oyuk bulunmayan bir küredir.
Ortasında oyuk bulunan diğer kürelerin ise kalınlıkları çaplarından daha
azdır. Yerküresinin çapı 2167 fersahtır. Hava küresinin kalınlığı Yerküresinin
çapının 17,5 katıdır ki bu da 37922,5 fersaha eşittir. Bu kürenin çapı,
kalınlığının iki katıdır ve Yer’in çapı kendisine bir kat daha fazlalık
katmaktadır. Ay küresinin kalınlığının Hava küresinin kalınlığına nispeti
eşittir. Bu kürenin çapı, kalınlığının iki katıdır. Hava küresinin çapı
kendisine bir kat fazlalık katmaktadır. Merkür küresinin kalınlığı Yer’in
çapının 100,2 katıdır, çapı ise kalınlığına nispetle 2 kat daha fazladır. Ay
küresinin çapı kendisine bir kat fazlalık katmaktadır. Venüs küresinin
kalınlığı Yer’in çapının 915 katıdır, çapı ise kalınlığına nispetle 2 kat daha
fazla dır. Merkür küresinin çapı kendisine bir kat fazlalık katmaktadır. Güneş
küresinin kalınlığı Yer’in çapının 100 katıdır, çapı ise kalınlığına nispetle
2 kat daha fazladır. Venüs küresinin çapı kendisine bir kat fazlalık
katmaktadır.
Mars
küresinin kalınlığına gelince bu, Yer’in çapının 7656 katıdır, çapı ise kalınlığına
nispetle 2 kat daha fazladır. Güneş küresinin çapı kendisine bir kat fazlalık
katmaktadır. Jüpiter küresinin kalınlığı Yer’in çapının 5527 katıdır, çapı ise
kalınlığına nispetle 2 kat daha fazladır. Mars küresinin çapı da kendisine bir
kat fazlalık katmaktadır. Satürn küresinin kalınlığı Yer’in çapının 7605
katıdır, çapı ise kalınlığına nispetle 2 kat daha fazladır. Jüpiter küresinin
çapı kendisine bir kat fazlalık katmaktadır. Sabit yıldızlar küresinin
kalınlığı Yer’in çapının takriben 12000 katıdır, çapı ise kalınlığına nispetle
2 kat daha fazladır. Satürn küresinin çapı kendisine bir kat fazlalık
katmaktadır.
Bölüm
Sabit
Yıldızların ve Gezegenlerin Sayısına Dair
Toplamda
sayısı 1029 adet olan yıldızlardan sadece şu 7 gezegen gözlemlenebilir: Satürn,
Jüpiter, Mars, Venüs, Merkür ve Ay. Bunlardan her birinin kendilerine özgü
küreleri vardır ve yukarıda da anlattığımız gibi bu küreler birbirini
kuşatmaktadırlar. Geriye kalan 1022 yıldıza gelince bunların tamamı bir tek
kürenin içerisinde bulunurlar. Bu ise gezegenlerin kürelerini, yani Satürn’ü ve
diğer küreleri kuşatan sekizinci küredir.
Bölüm
Küre
Çaplarının Görünürdeki Ölçülerine Dair
Güneş’in
cirminin görünürdeki çapı 60 dakikadan oluşan bir derecenin 31 dakikasına
eşittir. Ay’ın cirminin çapı, [Yer’den] en uzak mesafede bulunduğu sırada
Güneş’in çapına eşit olur. Merkür’ün cirminin çapı, [Yer’den] orta uzaklıkta
bulunduğu sırada Güneş’in çapının yirmi beşte birine eşit olur. Venüs’ün
cirminin çapı, Güneş’in çapının on ikide birine eşittir. Mars’ın cirminin çapı,
Güneş’in çapının yirmide birine eşittir. Jüpiter’in cirminin çapı, Güneş’in
cirminin çapının on ikide birine eşittir. Satürn’ün cirminin çapı, Güneş’in
cirminin çapının yirmi yedide birine eşittir.
Bölüm
Küre
Çaplarının Yer’in Çapma Olan Oranına Dair
Merkür’ün
cirminin çapı, Yer’in çapının on sekizde birine eşittir. Venüs’ün cirminin
çapı, Yer’in çapının on ikide birine eşittir. Ay’ın cirminin çapı, Yer’in
çapının on beşte ikisine eşittir. Güneş’in cirmi Yer’in çapından 5.5 defa
büyüktür. Mars’ın çapı, Yer’in çapının 1.1/4 misline; Jüpiter’in çapı Yer’in
çapının 4.1/16 misline, Satürn’ün çapı da Yer’in çapının 4.5 misline eşittir.
Bölüm
Gezegenlerin
Cirimlerinin
Yer’in
Cirmine Oranla Ölçülerine Dair
Ay,
Yer’in otuz dokuzda biri; Merkür, Yer’in yirmi ikide biri; Venüs, Yer’in kırk
yedide biri büyüklüktedir. Yine Güneş, Yer’den 160 küsur defa; Mars, Yerden
1.1/16 defa; Jüpiter, Yer’den 95 defa; Satürn, Yer’den 91 defa daha büyüktür.
Bölüm
Sabit
Yıldızların Ölçülerine Dair
Toplam
sayısı 1022 olan bu yıldızların 15 tanesinden her biri Yer’in 108 misline
eşittir. Yine bunlardan her birinin çapı Yer’in çapından 4.1/4 defa daha
büyüktür. Görünürde ise Güneş’in cirmine ait çapın yirmide birine eşittir.
Bunlardan 45 yıldız Yer’in 90 misli, 208 yıldız Yer’in 72 misli, 474 yıldız
Yer’in 54 misli, İZİ yıldız Yer’in 36 misli; 33 yıldız ise Yer’in 28
misli büyüklüktedir.
Bölüm
Kürelerin
Yer’in Etrafında Yaptıkları
Devirlerdeki Farklılıklara Dair
Kardeşim
bil ki Kuşatıcı küre; ilk hareket, yani külli nefis tarafından ilk hareket
ettirilen küredir ve Yer’in etrafında her 24 saatte bir devir yapar. Bu sırada
kuşatmış olduğu ve içeriden kendisine tutunan yıldızı da kendisiyle beraber
aynı yönde hareket ettirir. Fakat bu yıldız, kendi hareket ettiricisinin
hareket hızından daha yavaş bir hızla döner. Bu nedenle de onun parçaları ile
paralelliği her 100 yılda 1 derece farklılaşır. Aynı şekilde bu küre, kuşatmış
olduğu ve içeriden kendisine tutunan Satürn küresini kendisiyle beraber aynı
yönde hareket ettirir. Satürn küresi, kendisine uymakla birlikte hareket
ettiricisinin hareket hızından daha yavaş bir hızla döner. Bu nedenle de
Kuşatıcı kürenin parçaları ile paralelliği her gün 2 dakika farklılaşır.
Aynı
durum Satürn küresinin içerisinde bulunan Jüpiter küresi için de söz konusu olmakta
ve Kuşatıcı kürenin parçalarıyla onun arasındaki paralellik her gün 5 dakika
gecikmektedir. Jüpiter küresinin içerisinde bulunan Mars küresinin hükmü de böyledir;
Kuşatıcı kürenin parçalarıyla onun arasındaki paralellik her devirde, her gün
31 dakika gecikmektedir. Mars küresinin içerisinde bulunan Güneş küresinin, Güneş
küresinin içerisinde bulunan Venüs küresini ve Venüs küresinin içerisinde bulunan
Merkür küresinin hükmü de böyledir. Onlardan her biri ile Kuşatıcı kürenin
parçaları arasındaki paralellik her gün 59 dakika gecikmektedir. Ay küresine
gelince ise bu, kendisine paralel bulunduğu dereceye nispetle her gün 13 küsur
derece gecikmeli olarak hareket eder. Bu açıklamanın sonucunda, Ay küresine
varıncaya kadar söz konusu kürelerden her birinin kendisinden üstte bulunana
göre hareket ettirilen, kendisinden altta bulunana göre de hareket ettiren
olduğu, yine bunlardan her birinin kendi hareket ettiricisinden daha yavaş
hareket ettiği anlatılmış oldu. Yine ilk hareket ettiriciden, yani Kuşatıcı
küreden uzaklığı ve aralarında pek çok aracının bulunması nedeniyle en yavaş
hareket eden kürenin Ay küresi olduğu açıklandı. îşte bütün bu nedenlere göre
küreler Yer’in etrafında farklı zaman dilimleri içerisinde dönmektedirler.
Bölüm
Onların
devir sürelerinin farklı oluşuna gelince bunun nedeni şudur: Kuşatıcı küre
Yer’in etrafında her 24 saatte bir devir yapar, Sabit yıldızlar küresi ise bunu
daha fazla sürede gerçekleştirir. Satürn küresi devrini saatin 450’de biri
kadar daha fazla süre zarfında tamamlar. Jüpiter küresinin durumu da aynıdır,
Yer’in etrafında her 24 saatte ve buna ilaveten saatin 180’de biri kadar daha
fazla sürede bir devir yapar. Yine Mars küresi Yer’in etrafında her 24 saatte
ve buna ilaveten saatin otuzda biri kadar daha fazla sürede bir devir yapar.
Güneş, Venüs ve Merkür’e gelince, bunlardan her biri Yer’in etrafındaki devrini
her 24 saatte ve buna ilaveten saatin on beşte biri kadar daha fazla sürede
gerçekleştirir. Ay ise söz konusu küreler içerisinde en yavaş hareket eden olduğundan
Yer’in etrafında her 24 saatte ve buna ilaveten saatin yedide altısı kadar daha
fazla sürede bir devir yapar.
Bölüm
Gezegenlerin
Burçlar Kuşağındaki Devirlerine Dair
Bu
nedenden dolayı gezegenlerin burçlar kuşağındaki devir süreleri farklıdır. Bunun
açıklaması şudur: Güneş, Koç burcunun birinci derecesindeyken Yer’in belli bir
kısmıyla paralel bulunduğu noktaya yirmi dört saat sonra geri döner ve bu böyle
devam eder. Bu noktaya geri döndüğünde Koç burcunun ikinci derecesinde yer
alır ve bu böyle devam eder. Ay’a gelince, bu noktaya takriben 24 saat ve buna
ilaveten saatin yedide altısı kadar fazla bir süre geçtikten sonra, Koç
burcunun on üçüncü derecesindeyken geri döner. Üçüncü gün takriben 1.5/7 saat
sonra, Koç burcunun yirmi altıncı derecesindeyken; dördüncü gün ise 2.4/7 saat
sonra, Boğa burcunun dokuzuncu derecesindeyken aynı noktada bulunur. Bu kıyasa
göre her gün söz konusu noktaya gecikmeli olarak ve farklı bir derecedeyken
geri döner. Bu gecikmeler sonucunda, her 27 gün ve 9.6/5 saatte bir burçlar
kuşağında tam devir yapar. Yine bu süre zarfında Yer’in etrafında onun 27
küsur, söz konusu derecenin de 28 küsur devri gerçekleşir. Güneş ile ilgili
hüküm de aynıdır. Şöyle ki Güneş, Koç burcunun birinci dakikasındayken Yer’in
belli bir noktasıyla karşı karşıya bulunur ve yirmi dört saat artı 1/5 dakika
sonra, bu derecenin elli dokuzuncu dakikasında aynı noktaya geri döner. İkinci
gün Koç burcunun ikinci derecesinin sonundayken bu noktaya gelir. Aynı şekilde
mezkûr noktaya gelişi her gün bir az daha geç ve başka bir derecede
gerçekleşir. Nihayet 365 gün 6 saat içerisinde burçlar kuşağında tam bir devir
yapar. Yine bu süre zarfında Yer’in etrafında onun 365 küsur, söz konusu
dakikanın da 366 küsur devri gerçekleşir. Merkür ve Venüs için de aynı şey söz
konusudur. Mars’a gelince o, her hangi bir derecenin her hangi bir
dakikasındayken Yer’den karşı karşıya bulunduğu noktaya ikinci gün aynı
derecenin otuz birinci dakikasındayken, üçüncü gün ise sonraki derecenin her
hangi bir dakikasındayken geri döner. Nihayet 1 sene, 10 ay ve 22 gün
içerisinde burçlar kuşağında tam bir devir yapar. Yine bu süre zarfında Yer’in
etrafında Mars’ın 687, söz konusu dakikanın da bunun bir fazlası, yani 688
devri gerçekleşir.
Jüpiter,
her hangi bir derecenin her hangi bir dakikasındayken Yer’den karşı karşıya
bulunduğu noktaya aynı derecenin beşinci dakikasındayken, üçüncü gün[206]
ise onuncu dakikasındayken geri döner. Bu böyle devam eder ve 11 sene, 10 ay,
26 gün içerisinde burçlar kuşağında tam bir devir yapar. Yine bu süre zarfında
Yer’in etrafında onun 4435, söz konusu dakikanın da 4336 devri gerçekleşir.
Satürn,
karşı karşıya bulunduğu bir noktaya ikinci gün üçüncü dakikanın başındayken,
üçüncü gün ise beşinci dakikadayken geri gelir. Böylece her gün iki dakika
farklılık gösterip, 29 sene, 5 ay ve 6 gün içerisinde burçlar kuşağında tam bir
devir yapar. Yine bu süre zarfında Yer’in etrafında kendisinin 9111, söz konusu
dakikanın da 9112 devri gerçekleşir.
Sabit
yıldızlar küresi, Yer’den karşı karşıya bulunduğu bir noktaya derecenin dakikasının
saniyesinin salisesindeyken geri döner. Böylece burçlar kuşağında 36000 yılda
bir devir yapar ve Yer’in etrafında pek çok devri gerçekleşir.
Yıldızları
gözlemleyen kimseler, kendileri için Kuşatıcı kürenin Yer’in üst kısmında
Doğudan Batı ya, alt kısmında ise Batıdan Doğu ya doğru döndüğü ve yıldızlarıyla
birlikte diğer kürelerin devirlerinin de kendisine uyduğu ortaya çıktığında tıpkı
açıkladığımız üzere bunların hareket hızının yavaşladığı ve devirlerinin her
gün biraz daha geri kaldığının bilgisine de ulaşmışlardır. Böylece, burçlar
kuşağındaki konum ve durumlarını istedikleri anda bilsinler diye bunların
hesabını yapmış ve astronomik tablolarda toplamışlardır.
Aynı
şekilde astronomik tablolarla uğraşan kimseler de, kürelerinin Kuşatıcı küreden
daha yavaş hareket etmesi bakımından gezegenlerin burçlar kuşağındaki devirlerini
açıkladıklarında, bu devirlerin Batı’dan Doğuya doğru bir hareketten ibaret
olduğunu belirtmişlerdir. Böyle adlandırmalarının nedeni ise onların Yer’in
etrafındaki devirleri ile burçlar kuşağındaki devirlerini birbirinden
ayırmaktı.
Bölüm
Gezegenlerin
Batı’dan Doğuya
Doğru Hareket Ettiğine İlişkin İddianın Yanlışlığına Dair
Astronomi
ile uğraşan kimselerden geometri ve doğa bilimlerine ilişkin zihin egzersizleri
yapmayan pek çok kimse, gezegenlerin Kuşatıcı kürenin devir istikametinin
aksine Doğudan Batı ya doğru hareket ettiğini zannetmiştir. Hâlbuki durum
onların zanna kapılarak vehmettikleri gibi değil. Şayet durum onların
zannettikleri gibi olsaydı, Kuşatıcı kürenin Doğudan doğarak Batıda
kaybolmasına benzer biçimde gezegenlerin de seyir çizgisi Batıdan başlayarak
Doğuda son bulurdu. Bu kimseler gezegenlerin burçlar kuşağında Kuşatıcı
küreden farklı bir devir yaptıklarını gözlemlemiş ve bunu Doğudan Batı ya doğru
bir hareket olarak isimlendirmişlerdir. Yine onları değirmen taşının üzerinde
bulunup, bu taşın hareketine muhalif bir hareketle ilerleyen karıncalara
benzetmişlerdir. Öylekibu değirmen taşı, kendi hareket hızı sayesinde
karıncaları devrettiği yöne götürür. Şayet onların söyledikleri gerçek olsaydı
gezegenlere ait sadece yedi hareket bulunurdu, çünkü gezegenlerin sayısı yedidir.
Hâlbuki gerçek durum farklıdır. Daha sonra anlatacağımız gibi, gezegenlerle
ilgili gözlem yapan kimseler onlara ait 45 hareketten bahsetmiş ve bunların
içerisinde en hızh hareket edenin Ay olduğunu söylemişlerdir. Durum onların
zikrettikleri gibi olsaydı Ay Yer’in etrafında 24 saatten daha az bir sürede
dönüyor olurdu. Fakat tam tersi bundan daha fazla bir sürede döndüğü yukarıda
açıklandı. Öte taraftan onların hareketlerinin Kuşatıcı kürenin hareket
gayesine ters olması halinde doğalarının da onun doğasından farklı olması
gerekirdi. Yine söz konusu 45 hareketten dolayı 45 doğaya sahip olmaları
gerekirdi. Hâlbuki durum onların zanna kapılarak vehmettikleri gibi değildir.
Tam tersi bütün küreler ve gezegenler döngüsel hareketleri bakımından bir tek
doğaya sahiptirler ve bir tek gayeye yönelmişlerdir. Hareketlerinin hızlı ve
yavaş olması bakımından farklılığı ise daha önce de açıkladığımız üzere
kürelerin hareket ettiren ve hareket ettirilen olması dolayısıyladır. Hareketlerinin
hızh ve yavaş olmak bakımından farklılığı nedeniyle Yer’in etrafındaki devir
süreleri farklılaşır. Yine Yer’in etrafındaki devir sürelerinin farklılığı
nedeniyle, tıpkı açıkladığımız gibi burçlar kuşağındaki devir süreleri de
farklı olur. Gezegenlerin Yer’in etrafındaki devirlerine ilişkin
farklılıklarına gelince bu, Beytü’l-Harem’i tavaf eden kimselerin
devirlerindeki farklılık gibidir.
Bölüm
Gezegenlerin
Yer’in Etrafındaki Devirlerinin
Beytü’l-Harem’i
Tavaf Eden Kimselerin Devirlerine Benzemesine Dair
Bunun
anlamı şudur: Beytü’l-Harem Mescidu'l-Harem’in ortasında, Mescidü’lHarem
Harem’in ortasında, Harem Hicaz’ın ortasında, Hicaz ise İslam ülkelerinin
ortasında bulunur. Aynı buna benzer bir biçimde, Yer Hava küresinin, Hava
küresi Ay küresinin, Ay küresi de diğer kürelerin ortasında yer alır. Çeşitli
yönlerden Beytü’lHarem’e yönelerek namaz kılan kimseler, kürelerdeki gezegenler
ve onların Yer’in merkezine yönelmiş ışınlarına; kürelerin kendi gezegenleriyle
birlikte Yer’in etrafında dönmeleri, tavaftaki kimselerin Beytü’l -Harem’in
etrafında dönmesine; gezegenlerin Yer’in etrafındaki devir sürelerinin
farklılığı da Beytü’lHarem’i tavaf eden kimselerin şavtlanndaki[207]
farklığa benzer. Örneğin Bey tül-Harem’i tavaf eden kimselerden bazılarının
ağır ağır adımladığını, bazılarının acele ettiğini, bazılarının hızlı
yürüdüğünü ve bazılarının koştuğunu görüyoruz. Bu nedenle şavt süreleri farklı
olmakla birlikte bunların tamamı tavaflarını tek bir yön ve tek bir gaye
doğrultusunda gerçekleştirirler. Hâlbuki ağır ağır adımlayan kimse “Irakî”
köşesindeyken, acele eden kimse “Şâmî” köşesinde, hızlı yürüyen kimse “Yemanî”
köşesinde, koşan kimse ise “Hacerü’l-esved” köşesinde bulunur. Bu nedenle de
ağır ağır adımlayan kimse bir şavt yaptığında koşan kimse birkaç şavtı
tamamlamış olur. Onların şavtları arasındaki bu farklılık aynı istikamete doğru
yönelmemelerinden değil, hareketlerinin hızlı ve yavaş olmasından kaynaklanmaktadır.
Yer’in etrafındaki devirleri bakımından kürelerin ve gezegenlerin hükmü de
böyledir. Şöyle ki Beytü’l-Harem’i tavaf eden kimseler tavafa Beyt’in kapısı
önünden başlar ve Beyt’in etrafında dönerek yine bu kapının önünde yedi şavtı
tamamlarlar. Gezegenlerin tamamının da, buna benzer bir biçimde, kürenin kapısı
konumundaki Koç burcunun birinci dakikasında aynı anda hareket etmeye başlayıp
Yer’in etrafında döndüğü, daha sonra ise yavaş ve hızlı hareket etmeleri
nedeniyle burçlar kuşağındaki derecelerde paralelliklerinin bozulduğu
söylenmektedir. Pek çok devirden sonra bunların tamamı harekete başladıkları
dakikada aynı hizada toplandıklarında büyük topluluk oluşur ve devir yeniden
başlar.
Bölüm
Gezegenlerin
Devirlerinin Anlatımına Dair
Kardeşim
bil ki Hint filozofları, öğrencilerin daha iyi anlamaları ve tasavvur etmek
isteyenlere kolaylık sağlanması için gezegenlerin Yer’in etrafında nasıl
döndüklerini örneklendirmiş ve şu şekilde anlatmışlardır: Hükümdarlardan birisi
çevre uzunluğu 60 fersah olan bir şehir almış ve farklı hızla hareket eden yedi
kişiyi onun etrafını dolanmaları için göndermiştir. Bunlardan birincisi her
gün bir fersah, İkincisi her gün iki fersah, üçüncüsü her gün üç fersah,
dördüncüsü her gün dört fersah, beşincisi her gün beş fersah, altıncısı her gün
altı fersah, yedincisi de her gün yedi fersah ilerler. Hükümdar şunu
emretmiştir: Şehir kapısından başlamak suretiyle bu şehrin etrafında dolanın,
yeniden kapının önüne varıp devrinizi tamamladığınızda ise bana gelin ve sizlerden
her birinin kaç defa döndüğü konusunda beni bilgilendirin.
Bu
kişilerin söz konusu şehrin etrafındaki devirlerini hesaplayabilen ve onları
tasavvur edebilen bir kimsenin, gezegenlerin Yer’in etrafındaki devirlerini,
onların kaç zaman sonra Koç burcunun ilk kısmına, başladıkları yere geri
döndüklerini anlaması mümkündür. Söz konusu kişilerin dolanmalarının
hesaplanmasına gelince, bunlardan altısı 60 gün sonra şehrin kapısı önünde
biraraya gelir. Bu süre zarfında birincisi 1, İkincisi 2, üçüncüsü 3, dördüncüsü
4, beşincisi 5 ve altıncısı 6 defa döner. Her gün yedi fersah dönen kişi ise,
8 tam ve artı 4/7 fersahlık bir devir yapar. Kişiler kaldıkları yerden
dolanmaya devam eder ve 120 gün sonra kapının önünde tekrar biraraya gelirler:
Altı kişiden her biri ilkinin 2 katı, yedinci kişi ise toplamda 17 tam ve artı
1 fersahlık devir yapar. Kaldıkları yerden dolanmaya devam eder ve bunlardan
altısı 180 gün sonra kapının önünde tekrar biraraya gelir: Altı kişiden her
biri ilkinin 3 katı, yedinci kişi ise toplamda 25 tam ve artı 5/7 fersahlık
devir yapar. Kaldıkları yerden dolanmaya devam eder ve 240 gün sonra dördüncü
kez biraraya gelirler: Altı kişiden her biri ilkinin 4 katı, yedinci kişi ise
toplamda 34 tam ve artı 2/7 fersahlık devir yapar. Kaldıkları yerden dolanmaya
devam eder ve 300 gün sonra beşinci kez biraraya gelirler: Altı kişiden her
biri ilkinin 5 katı, yedinci kişi ise toplamda 42 tam ve artı 6/7 fersahlık
devir yapar. Kaldıkları yerden dolanmaya devam eder ve 360 gün sonra altıncı
kez biraraya gelirler: Altı kişiden her biri ilkinin 6 katı, yedinci kişi ise
toplamda 51 tam ve artı 3 fersahlık devir yapar. Kaldıkları yerden dolanmaya
devam eder ve 420 gün sonra şehir kapısının önünde tamamı biraraya gelir.
Böylece birincisi 7 devir, İkincisi 14 devir, üçüncüsü 21 devir, dördüncüsü 28
devir, beşincisi 35 devir, akıncısı 42 devir, yedincisi de 60 devir yapmış
olur.
İşte
bu, gezegenlerin Yer’in etrafında nasıl döndüklerine ilişkin Hint filozoflarının
getirdiği bir örnektir. Şöyle ki Yer, çevresinin uzunluğu 60 fersah olan söz konusu
şehre, yedi gezegen ve onların Yer’in etrafındaki devirleri de bahsi geçen yedi
kişiye benzemektedir. Gezegenlerin hızlı ve yavaş hareket etmeleri nedeniyle
ortaya çıkan farklılık bu yedi kişinin seyir farklılığı gibidir. Yine buradaki
hükümdardan kasıt suretleri veren, yaratıcı Allah’tır. “Alemlerin rabbi
Allah ne yücedir.”'5
Bölüm
Gezegenlere
Atfedilen Geriye Dönme,
Düzgün Hareket Etme ve Duraksama Durumlarına Dair
Kardeşim
şunu bil ki bu yedi gezegenden beşi; Satürn, Jüpiter, Mars, Venüs ve Merkür
bazen geri dönüş, bazen de duraksama vasıflarıyla nitelendirilirler. Fakat bu
doğru değil ve sadece gözlem sırasında ortaya çıkan bir durumdur. Şöyle ki
gezegenlerden her birinin cirmi episikl[208]
[209]
olarak adlandırılan küçük küreler üzerinde bulunur ve bunlar bileşiktir.
Episikllerden her biri de daha önce anlatılan büyük kürelerden biri üzerinde
yer alıp, bu kürenin içerisine dalmış durumda olur. Böylece yüzeyinin bir kısmı
yukarıda bir kısmı ise aşağıda bulunur. Yine bunlardan her biri kendilerini
taşıyan küre üzerindeki konumlarında sürekli bir devir halindedirler. Bileşik
olan her bir gezegenin bazen kürenin en üst kısmına yükselip Yerden
uzaklaşması, bazen de oradan alçalarak Yere yaklaşması söz konusudur. Kürenin
tepe noktasındayken bu gezegenin burçların evvelinden sonuna doğru, kürenin en
aşağı noktasındayken ise burçların sonundan evveline doğru hareket ettiği
görülür. Yükseldiğinde ya da alçaldığında onun sanki duraksadığı görülüyorsa da
aslında ne duraksar ne de geri döner, tam tersi dönmeye devam eder. Öyleyse
yıldızları gözlemleyen kimseler bu isimleri sadece onlar için birer lakap
olarak kullanmışlardır.
Bölüm
Kırk
Beş Hareketin Sınıflandırılmasına Dair
Kardeşim
bil ki söz konusu yedi gezegenden her biri için altı farklı yön söz konusudur.
Onlardan birincisi Doğu’dan Batıya, İkincisi Batı’dan Doğuya, üçüncüsü
Kuzey’den Güneye, dördüncüsü Güneyden Kuzeye, beşincisi yukarıdan aşağıya,
altıncısı aşağıdan yukarıya doğru hareketi gösterir. Toplamda bu hareketlerin
sayısı 42dir. Sabit yıldızlar küresine özgü iki, Kuşatıcı küreyle ilgili ise
bir hareket vardır. Böylece hareketlerin sayısı 45'e ulaşmaktadır. Gezegenlerin
Doğudan Batıya doğru hareketiyle kastedilen şey, birincil ve gerçek yöndür.
Batıdan Doğuya doğru hareketlerinin ne anlama geldiğini de önceki sayfalarda
açıklamıştık. Yine gezegenlerin yukarıdan aşağıya ve aşağıdan yukarıya doğru
hareketleri episikller ve dışmerkezli küreler itibariyledir. Kuzeyden Güneye ve
Güneyden Kuzeye doğru harekete gelince bu, burçlar kuşağının ekvator
dairesinden eğimi itibariyledir ve uzunca bir açıklamaya tabi tutulmuştur. Bu
ilim konusunda ayrıntılı bilgi isteyen bir kimse, el-Mecisti kitabını ve
ya kürelerin bileşimiyle ilgili bazı muhtasar eserleri incelemelidir.
Bölüm
Âlemde
Var Olan İki Karanlığın Açıklamasına Dair
Kardeşim
bil ki bütün âlem baştan sona Güneş’in ve gezegenlerin ışığyla aydınlatılmış
durumdadır ve onda şu ikisi dışında karanlık bir nokta bulunmamaktadır.
Bunlardan birincisi Yer’in gölgesi, diğeri de Ay’ın gölgesidir. Söz konusu iki
cismin gölge yapmasının nedeni ise bunların aydınlatıcı ve şeffaf olmamasıdır.
Ay’ın yüzeyinde görülen ışığa gelince bu, onun cirmine ait yüzeyin Güneş
tarafından aydınlatılması ve bu ışınları yansıtması nedeniyledir. Tıpkı Güneş
ışınlarının düştüğü bir aynanın yüzeyinde olduğu gibi. Âlemdeki diğer cisimlere
gelince bunlardan Güneş, gezegenler ve ateş gibi bazıları aydınlatıcı olup,
zatî bir ışığa sahiptir. Küreler, hava, su, yine yeryüzünde bulunan cam, billur
ve benzerleri türünden bazı cisimler gibi geriye kalan diğer cisimlerin tamamı
ise şeffaftır. Aydınlatıcı cisimler zatî bir ışığa sahip olan cisimlerdir.
Şeffaf cisimler ise zatî bir ışığa ve doğal bir sükunete sahip değil. Fakat
aydınlatıcı bir cisimle karşılaştığında bu cismin ışığı onun bütün parçalarına
bir kez delip geçer. Zira ışık, ruhanî bir surettir ve [şeffaf] cisimlere bir
defada nüfuz etmesi ve aynı anda onlardan geçerek aşağıya doğru süzülmesi
ruhanî suretin özelliklerindendir. Şayet aydınlatan cisimler ile şeffaf cisimlerin
arasında şeffaf olmayan bir bölme bulunursa aydınlatan cismin ışığının şeffaf
cisme nüfuz etmesini engeller. O halde Güneş’in, gezegenlerin ve ateşin ışığı
onların zatından kaynaklanan bir ışıktır, kürelerdeki, hava ve sudaki ışık ise
ârızîdir. Aydınlatıcı veya şeffaf olmadıkları için Yer’in ve Ay’ın cirmindeki
ışık gölgenin ortaya çıkmasına neden olur. Zira ışık şeffaf cisimlerin aksine
bu ikisinin dahiline nüfuz edemez. Şu farkla ki Ay’ın cirmi pürüzsüzdür ve
ışığı tıpkı aynanın yüzeyinin yansıttığı gibi geri çevirir Yer’in cirminin
yüzeyi ise pürüzlüdür. Bu iki cisim arasındaki fark sadece bundan ibarettir.
Bölüm
Güneş
ve Ay Tutulmasının Nedenine Dair
Kardeşim
bil ki Yer’in ve Ay’ın cirimleri Güneş’in cirminden daha küçük olduğu için
onların gölgeleri koni şeklinde oluşur. Koni şekli başlangıcı geniş, sonu ince
olan ve ince kısmından kesintiye uğrayan bir şekildir. Yer’in gölgesi kendi
yüzeyinde başlar ve gittikçe incelerek yukarıya doğru uzar. Böylece Ay küresine
ulaşır ve onun alanında ilerler. Sonra Merkür küresine ulaşır ve son buluncaya
kadar onun alanında ilerler. Onun Yer’in yüzeyinden Merkür küresindeki bitiş
noktasına kadar olan uzunluğu Yer’in çapının 130 misline eşittir. Hava
küresinin içerisinde bunun 16,1/2 kısmı, Ay küresinin içerisinde yine bu
kadarlık kısmı ve Merkür küresinin içerisinde bitiş noktasına kadar 60 kısmı
bulunur. Ay ile Güneş karşı karşıya bulunduğu zaman bu gölgenin çapı Ay
cirminin çapının 2,3/5 misline eşit olur. Güneş, çıkış ve iniş düğümü olarak
adlandırılan iki düğüm noktasından her hangi birinde bulunduğundaysa Ay
bütünüyle bu gölgenin içerisinden geçer ve Güneş ışığının kendisine ulaşması
engellenmiş olur. Böylece Ay tutulması gerçekleşir ve ardından Ay, gölgenin
diğer tarafından çıkarak belirginleşir.
Ay
cirminin gölgesi Ay cirminin yüzeyinden başlayarak koni şeklinde uzar. Bir
kısmı Ay küresinin bir kısmı da Hava küresinin alanında yer alan bu gölge
Yer’in yüzeyine ulaştığında son bulur. Gölge Yer’in yüzeyinde 150 fersahlık
bir daire oluşturmakla birlikte bu dairenin ölçüsü Ay’ın Yer’den uzaklaşmasına
ve ona yaklaşmasına bağh olarak artıp azalmaktadır. Bu da Ay’ın Güneş ile
biraraya geldiği anda gerçekleşir. Şöyle ki Ay, iki düğüm noktasından her
hangi birinde Güneş ile biraraya geldiğinde gözümüzle Güneş’in cirmi arasında
yer ahr. Böylece onun ışığının bize ulaşmasını engeller ve biz Güneş’i
kararmış olarak görürüz. Ay, söz konusu iki nokta, yani biraradalık ve
karşılaşma (içtima ve istikbal) noktaları dışında bulunduğundaysa bu iki
noktadan birine daha yakın olur. Biraradalık noktasına daha yakın olduğunda,
Ay’ın gölge konisinin başlangıcı Hava küresinin alanında, karşılaşma noktasına
daha yakın olduğunda da kendi küresinin veya Merkür küresinin alanında bulunur.
Yer’in gölge konisinin başlangıcına gelince bu, hangi burçta olursa olsun
Güneş’in derecesi ile örtüşür ve her daim Güneş’e paralel biçimde döner. Güneş
Yer’in üst tarafında bulunursa gölge Yer’in alt kısmında, alt tarafında
bulunursa üst kısmında yer ahr. Yine Güneş Doğu’da bulunursa gölge Yer’in Batı
kısmında, Batı’da bulunursa Doğu kısmında ortaya çıkar. Onların Yer’in
etrafında sürekli tekrarladıkları bu iki durum gece ve gündüzden ibarettir.
Bölüm
Kürenin
Beşinci Doğa Olduğuna Dair
Kardeşim
bil ki filozoflar, “Küre, beşinci doğadır” sözüyle şunu kastetmektedir: Küresel
cisimler, Ay küresinin altında bulunan cisimlerdekine benzer bir oluş ve bozuluşa
uğramadıkları gibi kendileriyle ilgili değişim, dönüşüm, artma ve azalma da söz
konusu olmaz. Yine bu cisimler tamamen döngüsel bir harekete tabidirler.
Bil
ki bu cisimler pek çok niteliğe sahiptir. Bunlardan bazıları onların tamamı
için ortak niteliklerdir, bazıları ise sadece bir kısmına özgüdür. Bütün
cisimlerin ortak olduğu nitelikler uzunluk, genişlik ve derinliktir.
Bil
ki suretler maddede ortaya çıkar ve madde bunlarla nitelenir. Bu suretlerden;
uzunluk, genişlik ve derinlik gibi “mahiyet nitelikleri” olarak adlandırılan
bazıları cismin zati ve yine onun varlığı için yapıcı niteliklerdir. Nitekim
bunlardan birisi bulunmadığı takdirde cismin varlığı da ortadan kalkar. Cisim
için tamamlayıcı olan suretlerin sayısı ise onun durumlarına uygun olarak pek
çoktur. Bu suretler bir cisme diğerlerinden farklı özellik kazandırabileceği
gibi birkaç cisim için de ortak olabilir. Küresel doğal cisimler için ortak
olan tamamlayıcı suretler şekil, hareket, ışık, şeffaflık ve parçaları
birbirine bağlayan yaşlıktır. Doğal cisimlere özgü olanlar da sıcaklık,
kuruluk, ağırlık, değişme, hafiflik, dönüşüm, doğrusal hareket ve benzeri
niteliklerdir. Küresel cisimlere özgü olan ise bütün bu nitelikleri kabul
etmemeleridir. Bu nedenle onlara “beşinci doğa” denilmiştir. Çünkü onlar
sıcakhk-soğukluk, yaşlık, ağırhk-hafıflik gibi nitelikleri almazlar. Yine
onlardan biri diğerine dönüşmez, kendilerinden başka bir şey doğmaz ve
ölçülerinde artma ya da azalma olmaz. Şanı yüce olan Yaratıcı onların tamamını
yoktan var etmiş ve kendilerini mükemmel biçimde yaratmıştır. İzzet ve celal
sahibi olan Yaratıcının, tıpkı var edip, suret verip, yaratıp, oluşturup,
hareket kazandırıp, düzenlediği gibi yok etmeyi de dileyeceği zamana kadar
kendi konumlarında bulunmaya devam edeceklerdir. Yapıp yaratanların en güzeli
olan Allah pek yücedir.[210]
Bölüm
Vehme
Kapılanların Sözlerinin Yanlışlığına Dair
Kardeşim
bil ki ilim sahiplerinden pek çoğu, filozoflara ait olan “Küre, beşinci
doğadır” sözüyle onun doğal cisimlerden bütün nitelikleri bakımından farklı
olduğu gibi bir anlamın kastedildiğini zannediyorlar. Halbuki durum onların
zannettikleri gibi değil ve gerçeklik kendilerini yalanlamaktadır. Bunun anlamı
şudur: Ay, küresel bir cisimdir, fakat ışık ve karanlığı kabul etme konusunda
tıpkı yer cisimlerinde olduğu gibi onda da farklılık görülmektedir. Onlarınki
gibi bir gölgesi bulunmaktadır ve Yere benzer biçimde o da şeffaf değildir. Öte
taraftan kürelerin tamamı ile hava, su, billur ve cam arasında şeffaflık
bakımından bir ortaklık bulunmaktadır. Yine ışık bakımından Güneş ve gezegenler
ile ateş, yaşlık bakımından da [küresel cisimlerin] tamamı ile Yer arasında bir
ortaklık söz konusudur. Bununla da “beşinci doğa” sözüyle filozofların sadece
döngüsel hareketi kastettikleri, yine doğal cisimlerin aksine küresel cisimler
için oluş-bozuluş ve artma-azalmanın söz konusu olmadığını bildirdikleri
açıklanmış oldu.
Bölüm
Küresel
Cisimlerin Ağır ve Hafif Olmadıklarına Dair
Kardeşim
bil ki kendilerine ayrılmış mekanlarda bulundukları için küresel cisimlerin
ağır ve hafif olmadıkları söylenir. Bunun anlamı şudur: İzzet ve celal sahibi
olan Yaratıcı mutlak cismi yaratıp tamamlayıcı suretlerle çeşitli kısımlara
ayırmış ve daha önce de açıkladığımız üzere birilerini kuşatacak şekilde
düzenlemiştir. Yine onlardan her biri için özgün ve en uygun bir mekan tahsis
etmiştir. Bir cisim kendisine özgü mekandayken ne ağır ne de hafiftir. Çünkü
ağırlık ve hafiflik, kendileri için ayrılmış mekandan başka bir mekanda
bulunmaları hasebiyle bazı cisimlere arız olan iki durumdur.
Kardeşim
bil ki kendi mekanında, yani âlemin merkezinde bulunduğu zaman Yer ağır
değildir. Aynı şekilde su onun üzerindeyken, hava suyun üzerindeyken ve ateş de
havanın üzerindeyken kendisi için ağırlık söz konusu değildir. Çünkü bunlar
kendileri için tahsis edilmiş mekanlarda bulunmaktadırlar. Onların parçaları
başka bir mekanda bulunduklarındaysa kendilerine ağırlık ve hafiflik arız olur.
Bunun anlamı şudur: Yer’in parçacıkları suda ve havadayken yabancı bir mekanda
bulunurlar ve kendi merkezlerine ve cinslerine birleşmek isterler. Bir şey
tarafından engellendiklerindeyse mücadele ve itişme vuku bulur ki bu da ağırlık
olarak isimlendirilir. Havadaki suyun ve su parçacıklarının, suyun içerisindeki
hava parçacıklarının ve yine havadaki ateş parçacıklarının hükmü de aynıdır.
Her biri kendi âlemine, merkezine ve kendi cinsinden olanlara birleşmek
isterler. Şu farkla ki âlemin merkezine doğru yönelenlere ağır, Kuşatıcı küreye
doğru yönelenlere ise hafif ismi verilmektedir. Bütün cisimlerin kendi
konumlarında ve kendilerine tahsis edilmiş mekanlardeyken ağır veya hafif
olmadıklarının deliline gelince bu, onların parçacıklarının bütünün içerisindeyken
ağır veya hafif olmamasıdır. Bunun deney ve gözlemle açıklanması mümkündür.
Deney yoluyla açıklamak için birisi su, diğeri ise havadan ibaret olan rüzgâr
ile doldurulmuş iki tulum alınır ve ardından bunların her ikisi bir su
havuzunun içerisine konur. Sonuçta içerisi su ile doldurulmuş tulumun suyun
dibine daldığı, içerisi rüzgâr ile doldurulmuş tulumun ise suyun üzerinde
kaldığı görülecektir. Suyun içerisinde durduğu sürece su ile doldurulmuş tulum
için her hangi bir ağırlık söz konusu olmaz. Çünkü suyun içerisindeki su ağır
değildir. Suyun üzerine çıkarıldığındaysa ağırlığı hissedilir. Öte taraftan
suya daldırıldığı anda hava ile doldurulmuş tulumun şiddetle karşı koyduğu
görülecektir, çünkü suyun içerisindeyken hava hafiftir. Havaya yükseldiğindeyse
onun bu direnişi görülmeyecektir, çünkü havanın içerisindeyken hava hafif
değildir.
Bil
ki su ile dolu olan bir havuzdan bir miktar su alınıp sonra geri bırakılırsa
söz konusu su bırakıldığı yerde duracaktır. Tıpkı Yerden alınmış bir toprak
parçasının geri bırakıldığı zaman bırakıldığı yerde durması gibi. Aynı şekilde
canlılar, doğuştan gelen sıcaklığı canlı tutan havayı içine çekip ardından
teneffüs ederek dışarı verdiğinde, bu hava kendisini iten bir şey bulunmadığı
sürece bırakıldığı yerde durur.
Bölüm
Küresel
Cisimlerin Sıcak, Soğuk ve Yaş Olmadıklarına Dair
Kardeşim
bil ki bunların sıcak, soğuk ve yaş olmadıklarının nedeni şudur: Sıcaklık,
akıcı ve çözümlenebilir cisimlerin hareketi sırasında ortaya çıkar. Çünkü bunların
parçaları birbirine olan yakınlığını değiştirir ve bir kaynamaya dönüşür ki bu
da sıcaklıktır. Nem oranının yüksek olması hasebiyle parçaları birbirine sıkıca
tutunmuş olan küresel cisimlerde ise parçacıkların birbirine yakınlığı
değişmemekte ve sıcaklık olarak kabul edilen kaynama ortaya çıkmamaktadır.
Soğukluğa gelince bu, cisimlerde hareketsizlik halindeyken ortaya çıkar.
Halbuki küresel cisimler sürekli bir hareket ve devir halindedir, onlar için
hareketsizlik ve soğukluk söz konusu değildir. Yaşlığa gelince bu, parçacıklarının
bir kısmı hareketli bir kısmı da hareketsiz olan cisimlerde ortaya çıkar,
küresel cisimler ise hareketsiz kalmamaktadır.
Bil
ki küresel cisimlerin sık bir yapıda olması, yaşlık oranının fazlalığından,
yaşlık oranının fazlalığı da hareket ve devirlerin fazlalığından
kaynaklanmaktadır. Çünkü hareket sıcaklığa, sıcaklık ise yaşlığa neden olur.
Yaşlık sona erdiğindeyse sıcaklık giderek kaybolur.
Kardeşim
bil ki küresel cisimler korunmuş bir düzene sahiptir ve dönmeye devam
ettikleri sürece onun fertlerinin varlığı kalıcıdır. Dönmeye devam etmez ve hareketlerini
durdururlarsa hareketsizlik soğukluğu, soğukluk da yayılma ve dağılmayı
doğurur. Yayılma ve dağılma nizamı bozar, nizamın bozulması ise helaka ve yok
olmaya neden olur.
Bölüm
Kıyametin
Anlamına Dair
Külli
nefsin kendisi ile irtibatı devam ettiği sürece küre dönmeye devam edecek,
ondan ayrıldığındaysa büyük kıyamet gerçekleşecektir. Nitekim kıyamet sözünün
anlamı da “ayaklanma” sözünden türetilmiştir, yani nefis ayrıldığında onun için
kıyamet kopacaktır. Allah Resulü (ona ve ailesine selam olsun) “Kişi
öldüğünde kıyameti kopmuştur” buyruğu ile cesedin değil, nefsin
ayaklanacağını kastetmiştir. Çünkü ceset ölümle birlikte ayaklanmamakta, tam
tersi nefis kendisine ikinci defa geri dönünceye kadar olduğu gibi durmaktadır.
Kardeşim
gaflet ve cehalet uykusundan uyan ve yolculuğa hazır ol! Hikmetin işaretleri
ile dolu olan, kurulmuş bu heykeli kendi isteğin dışında zorla senden almak
için kıyametin kopmadan ve nefsin işitme, görme, koklama, tatma ve dokunma gibi
duyularından yoksun bırakılıp, Kıyamet gününe kadar Berzah çukuruna terk edilmeden
önce kıyamete hazırlan! Bu cismanî heykelin yardımıyla ruhanî bir heykel elde
etmeye, cesedinle ilgili bu duyuların aracılığıyla aklî duyular kazanmaya
çalış! Böylece bir süre sonra nefsini cisimler âleminden ruhlar âlemine kayıpla
değil, ka zançla yükseltebilirsin.
Bil
ki nefis bu heykelden ayrıldıktan sonra bedenin yaptıkları içerisinde kendisine
sadece rabbani bilgilerden, meleklere özgü güzel ahlâktan, kurtuluşa götüren
doğru düşüncelerden ve arınmış, memnuniyet verici, faydalı, salih amellerden kazandığı
şeyler eşlik eder. Çünkü kendilerini alışkanlık edindiği takdirde bu şeyler
ruhanî, aydınlatıcı ve güzel suretler olarak nefsin zatına kazınır. Nefis her
defasında zatına bakıp bu suretleri gördüğünde mutluluk duyar, zatı sevinç,
neşe ve zevkten dolup taşar. İşte bu onun geçmiş günlerde önceden kazandığı
mükafat ve ödülüdür. Eğer alçak, kötü ve çirkin ahlaka, bozuk düşüncelere,
günah dolu amellere ve kümelenmiş bir cehalete sahipse hakikatleri göremeden
kahr ve bu şeyler utanç verici, çirkin suretler olarak onun zatına kazınır.
Nefis her defasında zatına bakıp, cevherini düşündüğünde kendisine üzüntü veren
şeyleri görür ve zatından kaçıp kurtulmaya çalışır. Fakat kendi zatından
kaçabileceği bir yer var mı?!
Kardeşim
sana anlattıklarımı düşün, yaşadığın müferreh hayata, bedeninin sağlığına,
kardeşlerinle oluşturduğun sosyal yaşama, cisimsel durumlarının iyileştirilmesine
yardım etmen için seni arzulayan cismanî dostlarına aldanma. Yaptığın yardımı
azalttığın anda sana buğz etmeye başlarlar, tahammül ettiğinde yaptığın
iyiliklerin kıymetini bilmezler, yükseldiğinde sana karşı haset yaparlar,
durumun kötüleştiğinde başına gelenlerle alay ederler. Kısacası seni ancak
kendi işlerinin yolunda gitmesi ve arzularının başarılı olması için isterler.
Kardeşim öyleyse, seni her hangi bir karşılık beklemeden isteyen, düştüğün
durumdan kurtaran nefsanî kardeşlerin, ruhanî akranların ile arkadaşlık
kurmakta acele et. Arkadaşlık kurup söylediklerini dinlemek, mezheplerini
anlamak, kitaplarını araştırmak, yöntem ve ilimlerine vakıf olmak,
sünnetleriyle amel etmek, davranışlarını izlemek ve böylelikle de kendileriyle
ilgili kötülüğün ve korkunun söz konusu olmadığı bu kimselerin
arkadaşlıklarıyla kurtuluş bulmak için sakın geç kalma.
Fersah |
|
Fersah |
|
Yer’in
çapı |
2167 |
Güneş’in
kalınlığı |
216800 |
Yer’in
çevresi |
6800 |
Güneş’in
çapı |
4990037 |
Hava
küresinin kalınlığı |
68022 |
Mars’ın
kalınlığı |
6590552 |
Havanın
çapı |
78212 |
Mars’ın
çapı |
380841 |
Ay’ın
kalınlığı |
38027 |
Jüpiter’in
kalınlığı |
11987009 |
Ay’ın
çapı |
154257 |
Jüpiter’in
çapı |
62125159 |
Merkür’ün
kalınlığı |
121535 |
Satürn’ün
kalınlığı |
16470035 |
Merkür’ün
çapı |
609327 |
Satürn’ün
çapı |
95075229 |
Venüs’ün
kalınlığı |
1973655 |
Sabit
yıldızlar küresinin kalınlığı |
2600400 |
Venüs’ün
çapı |
4556637 |
Sabit
yıldızlar küresinin çapı |
147093229 |
“Semâ
ve Âlem” risalesi burada tamamlandı ve kendisini “Oluş ve Bozuluş” risalesi
izleyecektir.
Cisimsel-Doğal
Bilimlerin Üçüncü
(İhvân-ı Safâ Risalelerinin Onyedinci) Risalesi:
Oluş ve Bozuluşun Açıklanmasına Dair1 [211]
Bölüm
Ay
ve Altı Âlemdeki Cisimlere Dair
Esirgeyen
ve Bağışlayan Allah’ın Adıyla
Hamd
Allah’a ve selam onun seçilmiş kullarının üzerine olsun. Allah mı daha
hayırlıdır, yoksa O’na ortak koştukları varlıklar mı?
Ey
iyiliksever ve merhametli kardeşim, bilmelisin ki -Allah seni ve bizi kendi
katından bir ruh ile desteklesinfelekî cisimler hakkındaki sözlerimizi, onların
kaç tane olduğunu, düzenlerinin nasıl olduğunu, boyutlarının ölçülerini,
dönüşlerindeki farklılıkları, hareketlerinin hızlarını, cevherlerinin
tabiatlarının mahiyetini “Semâ ve Alem” isimli risalede açıklamayı
bitirdikten sonra, şimdi de “Oluş ve Bozuluş[212]”
isimli bu risalede ay feleği altındaki tabiî cisimleri, onların sayılarının
ne kadar olduğunu, düzenlerinin nasıl olduğunu, tabiatlarının farklılıklarını,
gökcisimlerinin etkileriyle bazılarının bazısına nasıl dönüştüğünü ve bunlardan
meydana gelen yeni oluşumların cinslerinin kaç tane olduğunu açıklamak
istiyoruz.
Bilmelisin
ki ey kardeşim, -Allah seni ve bizi kendi katından bir ruh ile desteklesinay
altı âlemdeki cisimler yedi cinsten oluşmaktadır: Onlardan dört tanesi esas
tümeller (kıdlî)lerdir. Bunlar ateş, hava, su ve topraktır. Bunlardan üç tanesi
ise cüz’î oluşumlardır. Bunlar da canlılar, bitkiler ve madenlerdir. O halde
öncelikle esas tümelleri açıklamakla başlayalım. Biz bu konuda diyoruz ki:
Temel
küllilerin her birisi madde ve suretten oluşmuştur. Bunların hepsinin maddesi
cisim iken suretleri, her birinin diğerinden ayrıldığı şeydir. Ki bu da
bunlardan her birinin zatına varlık veren suretidir. Suret ise; “varlık veren
suret (mukavvim)” ve “tamamlayıcı suret (mütemmim)” olmak üzere
iki çeşittir. [O halde öncelikle] bu iki suret arasındaki farkı öğrenmek için
bunları nitelikleriyle açıklamamız gerekmektedir. O halde diyoruz ki: Bir
şeyin zatına varlık veren (mukavvim) suret, maddesinden ayrıldığında bu
şeyin varlığı da yok olur. Tamamlayıcı (mütemmim) suret ise bir şeyi
ulaşması mümkün olan en yetkin duruma ulaştıran surettir. Bu suret ise
maddesinden ayrıldığı zaman madde yok olmaz. Örneğin, hareket ve durma (sükûn)
böyledir. Nitekim bunlar cisimden ayrıldığı zaman cismin varlığının ortadan
kalkması gerekmez. Ancak en, boy ve derinlik cisimden ayrıldığı zaman cismin
varlığı da ortadan kalkar.
Bilmelisin
ki ey kardeşim, bir şeyin zatına varlık veren her suretten sonra tamamlayıcı
bir suret gelir. Kendisine tabi olan başka bir şeyde etkide bulunan her varlık
veren suret, tek sayların çift sayılar ve çift sayıların da tek sayılar ardından
gelmesi gibi, bazısı bazısının ardından gelir. Örneğin ateşin cirmini
şekillendiren suret [müşâkil] onun zatına varlık veren yanma hareketidir. Onun
ardından gelen tamamlayıcı suret sıcaklık, onun ardından gelen kuruluk, onun
ardından gelen ise parçaların bir araya gelmesidir. Eğer ateşi çevreleyen
havanın rutubeti onun aşırı kuru olmasını engellemeseydi onun parçaları bir
araya gelir ve yıldırım, ateşin kuru olması gibi kuru olurdu. Ancak eğer
kuruluk ve kuraklık ona ilişse en yüksek gaye olan ondan faydalanma azalırdı.
Bilmelisin
ki ey kardeşim, hava birçok faziletin ve mükemmel özelliklerin kendisinde
bulunduğu yüce bir cevherdir. İşte bundan dolayı, nasıl ki seslerin havada
dağılması onların uzun bir süre orada sabit kalmasını ve böylece ondan faydalanmanın
azalmasını ve ondan gelecek zararların da çoğalmasını engelliyorsa, hava da rutubetiyle
ateşin kuru olmasını engellemektedir. Zira sesler dinleyicinin onu duyacağı
kadar havada kaldıktan sonra yok olurlar. Eğer sesler havada uzun süre kalsalardı
hava seslerle dolu olurdu ve bunun zararı da büyük olurdu ki bu durumda ihtiyaç
duyulan sözü işitmek de mümkün olmazdı. Aynı şekilde eğer ateş kuru olsaydı cisimlere
sirayet etmez ve onları olgunlaştırmazdı. Böylece olgunlaştırılması istenen
bütün şeyler çok ham kalırlardı.
Ey
kardeşim, şanh Bârî’nin hikmetine bak ve onun hakkında tefekkür et. Zira o
ateşin istikrarını onu kullananın talebine göre yaratmıştır. Bu kullanıcının
ateşe ihtiyacı kalmadığı zaman en kolay bir şekilde onu ortadan kaldırabilir. Ancak
eğer olduğu gibi [yanar bir durumda] kalsaydı zararı büyük faydası ise az
olurdu. Sıcaklığın meydana getirdiği latif olma durumu da ateşin zatının
tamamlayıcı bir suretidir. Bunun ardından ise cisimlerdeki sirayetinin hızı
gelir. Aynı şekilde aydınlık da ateşin zatının tamamlayıcı bir suretidir. Bunun
ardından ise parlaklık gelir. [O halde] ateşin birçok tamamlayıcı sureti ateş
cirminde bir araya gelmiştir. Bunlar hareket, sıcaklık, kuruluk, latiflik ve
aydınlıktır. O halde ateş her bir suret ile diğer suretlerde bulunmayan
[kendisine has] bir etkide bulunur. Bu ise onun hareket ile bedenleri ısıtması,
sıcaklık ile kaynatması, kuruluk ile kurutması, latiflik ile cisimlere sirayet
etmesi, aydınlık ile etrafını aydınlatması, sıcaklık ve hareket ile de cisimleri
kendi zatına dönüştürmesidir. Toprağın zatının varlık veren suretine gelince
bu da hareketin zıddı olan sükûndur. Ondan sonra gelen tamamlayıcı suret ise
soğukluktur. Soğukluktan sonra gelen tamamlayıcı suret ise kuruluktur. Bundan
sonra gelen tamamlayıcı suret ise parçalarının bir araya gelmesidir. Aynı
şekilde cevherinin yoğunluğu da onun tamamlayıcı bir suretidir. Parçalarının
bir araya gelmesi onun cevherinin yoğunluğundandır. Parçalarının bir araya
gelmesinden ise canlılar, bitkiler ve madenler gibi oluşumlar meydana gelir.
Ey
kardeşim, bilmelisin ki kuruluk da iki çeşittir. Birincisi sıcaklığın ardından
gelendir ki bu [değer bakımından] üstün olanıdır. İkincisi ise soğukluktan
sonra gelendir ki bu da [değer bakımından] daha aşağıdadır. Bu durum ise
sıcaklıktan sonra gelen kuruluğun olgun ve hafif olması, soğukluktan sonra
gelen kuruluğun ise olgunlaşmamış olmasındandır. Örneğin yakut, kristal ve
bunlara benzeyen şeylerin kurulukları bu şekildedir. Zira bunlar madenin
sıcaklığının işlenmesiyle olgunlaşmışlardır. Böylece artık bunlarda herhangi
bir dönüşüm ve değişim söz konusu olmaz. Soğukluktan sonra gelen kuruluğa
örnek ise kar, buz, tuz ve bunlar gibi şeylerin kuruluklarıdır. Zira bunlar
olgunlaşmadan ham olarak kaldıklarından dönüşüm ve değişimi kabul eden bayağı
bir durumda olurlar. İşte bundan dolayı gök cisimleri oluş, bozuluş, değişme ve
dönüşmeyi kabul etmezler. Çünkü onların parçalarının bir araya gelmesi
kuruluklarının şiddetindendir ve kurulukları ise hareketlerinin sıcaklığından meydana
gelmiştir. Sonra da kuruluk sıcaklığa üstün gelmiş ve böylece sıcaklık ortadan
kalkmıştır ki biz bunu “Semâ ve Âlem adh risalede açıklamıştık.
Ay
altı âlemdeki cisimlere (yere ait cisimler) gelince, bayağı kuruluktan meydana
gelen parçaları, soğukluktan ve sükûndan dolayı herhangi bir olgunlaşma olmadan
meydana geldiğine göre [o halde] bunlar dönüşüm, değişim ve bozulmayı kabul
ederler.
Bölüm
Su
ve Havanın Varlık Veren Suretleri ve
Tamamlayıcı Suretlerine Dair
Yine
bilmelisin ki ey kardeşim, hava ve suyun her ikisinin zatına varlık veren suret,
hareketli ve durağan bütün parçaların karışmasından meydana gelen rutubettir.
Bu durum ise, daha önce açıkladığımız gibi, nasıl ki kuruluk maddenin bütün parçalarının
hareketlerinin şiddetinden ya da maddenin bütün parçalarının durağanlığının
şiddetinden meydana geliyorsa rutubet de bunun zıddı bir şekilde meydana
gelmektedir. Bu da hareketli ve durağan parçaların karışımından meydana
geldiğine delalet eder.
Suyun
zatının tamamlayıcı sureti latif ve hareketli parçalarının az olması; durağan
ve yoğun parçalarının ise çok olmasıdır. O halde suyun zatının tamamlayıcı
sureti yoğun, durağan parçalarının çok ve latif; hareketli parçalarının ise az
olması olduğuna göre, soğukluk bakımından toprağa benzer olur. Onun merkezi de
toprağın merkezi gibi olur. Havanın zatının tamamlayıcı sureti ise, latif ve
hareketli parçalarının çok olması ve yoğun ve durağan parçalarının az
olmasıdır. O halde havanın tamamlayıcı sureti ise onun latif ve hareketli
parçalarının çok olması; yoğun ve durağan parçalarının az olması olduğuna göre
sıcaklık bakımından ateşe benzer olur. Merkezi de ateşin merkezi gibi olur.
Bilmelisin
ki ey kardeşim, gök cisimlerinin varlık veren sureti, hareketin hızının
şiddetinin ortaya çıkardığı sıcaklığın şiddetinden meydana gelen kuruluğun
şiddetidir. Ve ay altı âlemdeki cisimlerin varlık veren sureti ise, ısınma
hareketinin zıddı olan durağanlığın şiddetinin ortaya çıkardığı soğukluğun
şiddetinden meydana gelen kuruluğun şiddetidir. Böylece ay altı âlemdeki
cisimler kuruluk bakımından gök cisimlerine benzer olurlar. Hareket bakımından
ise onların zıddı olurlar. Hareketleri merkezin çevresinde olduğuna göre
durağanlıkları da merkezde olur. Çünkü zıdlar kendi zıdlarından en uzak yerlere
doğru uzaklaşırlar. Çevreden en uzak yer ise merkezdir.
O
halde, hava ve suyun varlık veren sureti durağan ve hareketli parçaların karışımından
meydana gelen rutubet olduğuna, rutubet de kuruluğun zıddı olduğuna göre onun
konumu da çevre ve merkez arasında bir yerde olur. Suyun zatının tamamlayıcı
sureti de ondaki durağan ve yoğun parçaların çokluğu olduğuna göre su, soğukluk
bakımından toprak gibi ve merkezi de toprağın merkezi gibi olur. Havanın
zatının tamamlayıcı sureti de hareketli ve latif parçaların çokluğu olduğuna
göre hava da sıcaklık bakımından ateş gibi ve merkezi de ateşin merkezi gibi
olur. Ey kardeşim, bu açıklamalarla ortaya çıkmıştır ki, cisimlerin bir kısmı
bazı tabiatları bakımından diğer cisimlere benzer iken bazı tabiatlar
bakımından onlara zıddırlar. Tabiatlarının zıtlıkları bakımından merkezleri
farklılaşırken, tabiatlarının benzerlikleri bakımından ise merkezleri
birbirine yakın olur. Bu cisimler mertebelerinde sıralandığı zaman her biri
hafif olsun veya ağır olsun diğeriyle birleşmeden ve onunla temas etmeden
kendisine has merkezinde sabit olarak durur. Bu cisimler herhangi bir zorlayıcı
etken olmadan konumlarından dışarı çıkmazlar. Bu zorlayıcı etken ortadan
kalktığında ise tekrar kendisine has konumuna geri dönerler. Zira herhangi bir
engel ona mani olduğunda ikisi arasında bir mücadele başlar. Eğer bu mücadele
çevre yönünde olursa hafiflik; eğer âlemin merkezi yönünde olursa ağırlık
olarak isimlendirilir. Felekler sıralanması ile birlikte bu unsurlardan her
biri, bazısı bazısını kuşatmış ve bazısı bazısının etrafında dönerek kendisine
has konumunda durur. Ancak su küresi bu şekilde değildir. Zira ilahi inayet ve
rabbani hikmet suyun bütün yönlerden toprağı çevrelemesini engellemiştir.
Nitekim eğer su küresi yerküresini bütün yönlerden çevrelemiş olsaydı
yeryüzünde canlıların ve bitkilerin meydana gelmesi engellenmiş olurdu. Ancak
yeryüzünde sular için birikinti alanları oluşturulmuştur ki bunlar denizler ve
kuyulardır. Biz, “Coğrafya Risalesinde yeryüzünün suretini, dağların,
denizlerin, nehirlerin, iklimlerin ve beldelerin nasıl olduğunu açıklamıştık.
Ancak bunları ihtiyaç ölçüsünde burada da ele almamız gerekiyor.
Bölüm
Yerküresi
Üzerindeki Oluşumlara Dair
Bilmelisin
ki ey kardeşim, yerküresi dağlardan, denizlerden, nehirlerden, yerleşim yerlerinden
ve harabelerden birçok şeyin üzerinde bulunduğu tek bir küredir. Ve o, âlemin
merkezinde havada [asılı] durmaktadır. Hava ise onu kuşatmış ve her yönden onu
sarmıştır. Doğudan batıya doğru uzanan büyük okyanusun konumu Koç burcunun
yörüngesinin altındadır. Diğer denizlere gelince bunlar büyük okyanustan çıkıp
kuzey yönüne ilerleyen kollar ve koylardır. Bunlar ise Akdeniz, Kızıl Deniz,
Fars Denizi, Çin Denizi, Hint Denizi, Yecuc ve Mecuc Denizi ve Cürcan Denizi
olmak üzere yedi denizdir. Her bir denizin diğer denizle arasında adalar, kara
parçaları, yerleşim yerleri, dağlar, ormanlıklar ve dağlardan çıkıp denizlere
dökülen nehirler vardır. Dağlar yere sabit ve başları havaya doğru yüksek ve
yücedir. Bu dağlar arasında vadiler ve mağaralar vardır. Dağların
derinliklerinde mağaralar ve boşluklar vardır. Yerküresinin derinliklerinde
çıkıklar ve yüzeyinde muhtelif topraklar vardır. Bunlar arasında balçık
toprağı, tuzlu toprak, kum, çakıl taşları, sert taşlar ve muhtelif arazi
parçaları vardır. Bütün bunların farklılıklarının sebebi yıldızların ekliptik
yapıları ve ışınlarının bunların üzerine düşmesi ile feleklerin derecelerinin
bu yerin karşısından geçmesidir. İşte bundan dolayı ay altı âlemdeki cisimlerde
oluş ve bozuluş meydana gelir.
Bilmelisin
ki ey kardeşim, bu dört unsurun bazısı bazısına dönüşmektedir. Böylece su
bazen havaya, bazen ise toprağa dönüşmektedir. Hava için de durum aynen
böyledir. Çünkü hava bazen suya, bazen ise ateşe dönüşmektedir. Ateşin durumu
da böyledir. Zira ateş sönüp ortadan kalktığında havaya dönüşür. Hava ise
yoğunlaştığı zaman suya dönüşür. Su ise donduğu zaman toprağa dönüşür. Bunun
aksi durumu ise toprağın çözülmesi ve incelmesiyle suya dönüşmesidir. Su eriyip
çözülünce havaya dönüşür. Hava ise ısındığı zaman ateşe dönüşür. [Böylece
artık] ateşin daha da latif olup dönüşeceği başka bir şey yoktur. Toprağın da
daha kaba olup dönüşeceği başka bir şey yoktur. Bu dört unsurun parçaları
birbirine karıştığı zaman bozuluşu kabul eden yeni oluşumlar meydana gelir ki
bunlar madenler, bitkiler ve canlılardır. Bazısı bazısına karıştığı zaman
bütün bunların aslı öz su ve buhardır. Buhar ise Güneş’in ve yıldızların
ışınlarının denizlerin, nehirlerin ve göllerin yüzeylerine düşerek ısıtması
sonucunda denizlerin, nehirlerin ve göllerin inceliklerinden [çıkıp] havada
yükselen şeydir. Öz su ise yağmur suları tarafından yerin derinliklerine getirilen
ve toprağın parçalarına karışan ve kalınlaşan ve böylece yer altındaki
sıcaklığın onu yerin derinliğinde olgunlaştırdığı şeydir.
Bilmelisin
ki ey kardeşim, dört unsurun ilk olarak dönüştüğü iki karışım buhar ve öz
sudur. Bu iki karışım ise ay altı âlemde bozuluşu kabul eden oluşumların heyula
ve maddesidir. Bu durum ise [şu şekilde olur]: Güneş ve yıldızlar; yerin,
denizlerin, göllerin ve nehirlerin yüzeylerine düşen ışınlarıyla suları
ısıttığı zaman sular azalır, toprak parçaları incelir, buhar ve dumana dönüşür.
Buhar ve duman bulutlara dönüşür. Bulutlar yağmurlara dönüşür. Yağmurlarda
toprağı ıslattığında ve toprak parçalarını su parçalarıyla karıştırdığında
buradan öz sular oluşur. Öz sular ise madenler, bitkiler ve canlılar gibi
oluşumlar için madde ve heyula olur. Bunların her biri için ayrı bir risale
tahsis ettik. Ve bu risalelerde, bu oluşumların öz sulardan nasıl oluştuklarını,
terkiplerinin nasıl olduklarını, nasıl ortaya çıktıkları, nasıl büyüdüklerini
ve en yüksek gayelerine nasıl ulaştıklarını açıkladık. Sonra nasıl
bozulduklarını, nasıl çürüdüklerini, nasıl dönüştüklerini ve kendilerinden
oluştukları bu dört unsura nasıl dönmeye başladıklarını da [yine bu
risalelerde] açıkladık.
Yine
bilmelisin ki ey kardeşim, oluş ve bozuluş aynı zamanda aynı şeyde bir araya
gelmeyen iki zıddırlar. Çünkü oluş bir suretin maddede meydana gelmesi iken
bozuluş bu suretin yok olmasıdır. Zira ondan bir şey bozuluşa uğradığı zaman
başka bir şeyin oluşması gerekir. Çünkü heyula, kendisinden bir suret çekip
çıkarıldığı zaman başka bir suret ahr. Eğer bu suret daha üstün ise oluş olarak
isimlendirilir, eğer bu suret daha bayağı bir şey ise bozuluş olarak
isimlendirilir. [Oluşa] şöyle örnek verilebilir: su ve toprak bitkiye dönüşür,
bitki hububat ve meyveye dönüşür, hububat ve meyve gıdaya dönüşür, gıda da kan,
et ve kemiğe dönüşür ve böylece bundan canlılar oluşur. Bozuluşa [örnek] ise
bitkinin yandığı zaman küle dönüşmesi ve canlıların öldüğü zaman toprağa
dönüşmesidir.
Ey
kardeşim! Bilmelisin ki senin nefsinin kendisiyle tahassüs ettiği bedenin, bozuluşu
kabul eden oluşumlardan birisidir. Onun senin nefsine olan nispeti, içinde
oturulan ev ve giyilen elbise gibidir. Asla bütün ilgini ve dikkatini bu evi
süslemeye ve bu elbiseyi kokularla [süslemeye] verme. Zira kesinlikle
bilmelisin ki bütün meskenler harap olacak ve bütün elbiseler yok olacaktır. O
halde bazı vakitlerini nefsin hakkında düşünmeye ve onun cevherinin,
başlangıcının ve ahiretteki durumunun bilgisini istemeye ver. Hiç kuşkusuz o
ebedi bir varlığa sahip kalıcı bir cevherdir. Fakat ona peşi sıra durumlar
intikal etmiştir. Zira şöyle denilmiştir:
Nefs
üzerine çalış ve onun faziletlerini kemale erdir,
Zira
sen bedenle değil nefisle insansın.
Yine
hadiste de [rûy-i ethaber] rivayet edildiğine göre, îbn Ebu Tâlib -Allah’ın
selamı üzerine olsunhutbesinde şöyle demiştir: Şüphesiz siz, bir mekândan başka
bir mekâna intikal ettirilerek sonsuzluk için yaratıldınız. [Şöyle ki,
babalarınızın] bellerinden [annelerinizin] rahimlerine, rahimlerden dünyaya,
dünyadan berzah âlemine ve berzah âleminden de cennet ya da cehenneme intikal
ettirilerek.
Bölüm
Cennet
ve Cehennemin Durumlarına Dair
Ey
kardeşim! Bilmelisin cennet ruhlar âlemidir ve tamamı ruhani suretlerdir. Cismani
madde değildir. Aksine salt sükûnet, lezzet, sevinç ve ebedi mutluluk
hayatıdır. Ona hiçbir oluş ve bozuluş, değişim ve yok olma ilişmez. Çünkü o,
eğer bilirlerse, canlılar diyarıdır. Burası canlılar diyarı olunca bu yerin
sakinlerinin durumlarının nasıl olduğunu düşünme ey kardeşim! Zira burası ancak
özetle anlatılabilir edilebilir. Allah’u Teâla’nın kitabında peygamberi
Muhammed’in -Allah’ın selamı üzerine olsunlisanı üzerinden ifade ettiği gibi, “Canlarının
istediği ve gözlerinin hoşlandığı her şey oradadır. Siz orada ebedî olarak
kalacaksınız”[213]
Ey
kardeşim! Bilmelisin ki cehennem ateşi; sürekli oluş ve bozuluşa uğrayan, değişen,
dönüşen ve yok olan ay feleği altındaki cisimler âlemidir. Ve oranın sakinleri
de “derileri yanıp döküldükçe, azabı tatmaları için onların derilerini
yenileyeceğiz”[214]
[ayetinin işaret ettiği durumdadırlar]. Öyleyse ey kardeşim! Şanı
yüce olan Allah’ın peygamberlerinin, velilerinin ve hâkim filozofların vazgeçtiği
gibi, bu dünyanın gururundan vazgeç. Belki o zaman buranın kalıcı bir yer
olmadığını bilirsin ve ömrün bitmeden, ecel yaklaşmadan, herhangi bir baskı ve
zorlama da olmadan kendi iradenle yolculuk ve intikal için hazırlanırsın.
Yine
bilmelisin ki herhangi bir şüphe ve taklit olmaksızın doğru (sahih) bir
bilgi ile ahiretin dünyaya üstünlüğünü bilmeden bu seviyeye ulaşamazsın. Çünkü
insanın doğası sonradan ve gâib olanın şimdi (hazır) ve çabuk olana üstünlüğünü
bilmeden şimdi (hazır) ve çabuk olandan vazgeçmez ve gâib ve sonradan olanı da
istemez.
Ey
kardeşim! Allah’ın peygamberlerinin kendi lisanlarına indirilen ve anlamları
meleklerden alınan kitaplarda işaret ettiklerini gayenin bilgisini elde etmeye
çalış. Ki bu kitaplarda, cennet nimetleri ve cennet ehlinin saadeti, cehennemin
nasıl olduğu ve cehennem ehlinin sıkıntıları tavsif edilmiştir. Aynı şekilde
filozofların ve bilginlerin ruhlar âlemini ve bu âlemin ehline olan
övgülerinde, cisimler âlemini yermelerinde ve oranın ehline kötü dileklerde
bulunmalarında işaret ettikleri [anlamları] de elde etmeye çalış. Umulur ki
aklınla onların tasavvur ettiklerini tasavvur edersin ve onların nefislerinin
cevherinin temizliği ile müşahede ettiklerini sen de nefisinin cevherinin
temizliğiyle müşahede edersin. Ve böylece nefsin gaflet ve cehalet uykusundan
uyanır, âlimlerin ve saadete erenlerin yaşadıklarını yaşar ve bilgide [yüksek
derecelere] çıkar, samimi gayretin göklerin hakikatine yükselir ve ahirette
saadete erenlerden olur. Ey kardeşim Allah seni, bizi ve doğru yola eren bütün
kardeşlerimizi korusun. Şüphesiz O kulları için oldukça merhamet ve şefkat
sahibidir.
Ay
altı âlemdeki dört unsur -ki bunlar ateş, hava, su ve topraktırhakkındaki
sözlerimizi tamamladığımıza göre, bunlardan her birisinin kendisini en üstün duruma
ulaştıran varlık veren suretlerden özelleştikleri [durumlar] hakkındaki açıklamamızı
yaptığımıza göre, bazısının bazısına nasıl dönüştüğü hakkındaki açıklamalarımızı,
ilk olarak dönüştükleri şeylerin buharlar olduğunu, buharlardan öz suların
oluştuğunu, öz sulardan ise madenler, bitkiler ve canlıların oluştuğu
hakkındaki sözlerimizi tamamladığımıza göre bu risaleyi burada bitirelim. O
halde “ Yüce Eserler ve Havanın Olayları’'[215]
isimli bir başka bir risaleye başlayalım ve bu risalede havada yükselen
buharlar ve havanın ondan nasıl oluştuğunu anlatalım.
“Oluş
ve Bozuluş Risalesi” (burada) tamamlandı bundan sonra “Yüce
Eserler ve Havanın Olayları”gelmektedir.
Cisimsel-Doğal
Bilimlerin Dördüncü
(İhvân-ı Safâ Risalelerinin Onyesekizinci) Risalesi:
Meteorolojiye Dair1 [216]
Rahman
ve rahim olan Allah’ın adıyla!
A |
llaha
hamdolsun! Seçtiği kullarına da selam olsun! En hayırlı olan Allah’dır.
Hala
ortak mı koşuyorsunuz.
Bölüm
Ey
iyiliksever, merhameti bol kardeşim! Allah seni ve bizi katından bir ruhla desteklesin!
Bil ki dört unsuru anlatmayı sonlandırınca “Meteoroloji”[217]
başlıklı bu risalede hava olaylarını, atmosfer değişimlerini ve atmosferdeki
felekî şahısların etkileriyle değişimlerin nasıl meydana geldiğini anlatmak
istedik. Zira âkil insanların çoğu yağmurun semada bulunan bir denizden
yağdığını, dolunun dağlardan kaynaklandığını zannediyor. Zanlarmın doğruluğuna
da aziz ve çelil olan Allah’ın şu ayetlerini delil getiriyorlar: “Biz
semadan tertemiz bir su yağdırdık”,[218]
[219]
“Semadan içinde dolu bulunan dağlar yağdırır ’*. Onlar Allah Teâlâ’nın
ayetinin anlamını ve kitabının ayetlerinin tefsirini bilmiyorlar. Bu nedenle
şekk [tereddüt] ve şüphelerin ortadan kalkması için bu konuda birkaç söz
söylemeyi uygun gördük.
Ey
kardeşim! Bil ki “sema’nın Arapça’daki anlamı “Başın üzerinde olan her şey”
demektir. Yağmur buluttan yağar. Havadaki yüksekliğinden dolayı buluta “sema”
denir. Aynı şekilde üst üste yığıldığı için buluta “dağ” denir. Tıpkı dağların
asılları ile zirvelerinin sükûnetinin üst üste olması gibi. Nitekim ilkbahar ve
sonbahar günlerinde bulutlar, sanki üst üste yığılmış atılmış pamuktan birer
dağlarmış gibi görülür.
Bölüm
Tabiatın
Mahiyetine Dair
Ayın
dış çevresinin (felek) altında cereyan eden olaylar hakkında konuşan
bilgeler ve filozoflar, bu etkilerin ve fiillerin hepsini tabiata nispet
ediyorlardı. Âlimlerin bazıları ise bunların fiillerinin olduğunu inkâr
ediyorlardı. Aynı zamanda bir asıl olarak tabiatı da inkâr ediyorlardı. Bu
nedenle onların “tabiat” sözünden ne anladıklarını, tabiatın fiillerini inkâr
edenlerin tabiatın anlamını da ortadan kaldırdıklarını, onu anlamadıklarını ve
kim böyle düşünürse tabiatın fiillerini inkâr ettiğini açıklamayı uygun
gördük.
Ey
kardeşim! Allah seni ve bizi katından bir ruhla desteklesin! Bil ki tabiat
Küllî Nefs’in kuvvetlerinden bir kuvvettir. Bu kuvvetten ayın dış çevresinin
altındaki bütün cisimlere saçılmış ve bu kuvvet cisimlerin bütün parçalarını
sükûna kavuşturmuştur. Dinî terminolojide (şerî dil) buna “âlemi korumak ve
evreni düzenlemek üzere vekil tayin edilmiş melekler” adı verilir. Felsefî
dilde ise “doğal (tabiî) kuvvetler” adı verilir. Bu kuvvetler övgüye layık
olan Bârî’nin izni ile bu cisimlerde faal hale gelir. Tabiatın fiilini inkâr
edenler bu isimlendirmenin anlamını inkâr etmiş olurlar. Onlar iki grubun
icması ile bu kuvvetlerin cisme yönelik olduğunu ve cismin -cisim olduğu
içinasla fiilinin olmadığını zannettiler. Bu konuda sıhhatli deliller ve sapasağlam
kanıtlar getirdiler.
Ey
kardeşim! Bil ki tabiatın fiilini inkâr edenler diyorlar ki fiil ancak kudret
sahibi bir canlıdan ortaya çıkar. Bu doğru bir sözdür. Ancak onlar, kudret
sahibi bir canlının ancak cisimle birlikte olabileceğini zannediyorlar.
İddialarına göre bu canlı arazlarla birlikte özel bir surette olduğunda ona
yerleşir. Hayat, kudret, ilim ve benzeri gibi. Bu cisimle birlikte görülmeyen
başka bir ruhanî cevherin olduğunu anlayamıyorlar. Bu cevher “Nefs”tir.
Onların tanımladıkları şey cisimde yerleşiktir. O ise -Nefs’i
kastediyorumcisimdeki fiiliyle arazları açığa çıkarır.
Ey
kardeşim! Bil ki tabiatın fiilini inkâr edenler Nefs ilmini ortadan
kaldırmıştır. Onların Nefs’i bilmesi de mümkün olmaz. Zira onlar Nefs’i duyu
organlarıyla idrak etmek istediler. Bunda başarılı olamayınca Nefs’in varlığını
inkâr ettiler. Nefs’i kabul edip onun varlığını idrak edenler ise bunu
cisimlerde bulunan Nefs’ten çıkan fiillerle bildiler. Çünkü onlar cismin
hallerine itibar ettiler ve cismin kendi başına asla fiilinin olmadığını
kavradılar. Yine ona yerleşmiş olan arazların da fiilinin olmadığını, bütün
fiillerin nefse ait olduğunu anladılar. Cisim ve arazlar nefse göre, ustanın
âlet ve edevatı konumundadır. Usta bunlarla öne çıkar ve fiilini onlarla
gerçekleştirir. Bu durumun beşerî sanatkârlarda görülmesi gibi. Onlar cismani
âletleriyle eşya üzerinde sanatlarını açığa çıkarıyorlar. Bunun örneği
marangozdur. O fiillerini, balta, testere ve matkap gibi cismani âlet ve
edevatla doğal bir cisim olan kerestede açığa çıkarıyor. Bunların hepsi
endüstriyel cisimlerdir. Aynı şekilde sanatkârların kendi cisimleri (bedenleri)
de doğal cisimlerdendir. Bu cisimler onların Nefs’lerinin, kendisiyle
sanatlarını ve fiillerini açığa çıkardıkları âlet ve edevatlarıdır. “İnsan
Bedeninin Bileşik Oluşu”[220]
ve “Pratik Sanatlar”[221]
risalelerinde açıkladığımız gibi... Böylece tabiatın ne olduğu açığa çıkmıştır.
Tabiat, gök kürede bulunan (felekî) Küllî Nefs’in kuvvetlerinden bir kuvvettir.
Fiil sadece Nefse aittir. Tabiat, fiillerini cisimlerde bulunan Nefs kuvveti
ile işler. Cisimlerin tamamı Nefs’in âlet, edevât ve edilgileridir. Düşünce ve
bilginin, nesnel ve aklî bilgilerin idrak edilmesinde ve kuvveden fiile
geçmesinde Nefs’in âletleri olmaları gibi. Şimdi Ay’ın dış çevresinin altındaki
basit cisimleri anlatmaya dönebiliriz. Deriz ki, tabiata ayrılan Heyulâ,
görünüşleri ve sûretleri yapan {fail)-, hayvanları, bitkileri ve
madenleri de şekillendiren (sâni’)dir. Heyulâ için felekî şahıslar ustanın
edevatı gibidir. Çünkü felek (Dış çevre/katman), yeryüzünün etrafında her yirmi
dört saatte bir tur dönmeye devam eder. Onun yıldızlarının hareketleri,
gökyüzünün tavanından arzın ve denizlerin yüzeyine kadar uzanan ışıklarının
uzunluğu, arzı ve denizleri ısıtması suların çözülmesine ve buhara dönüşmesine
sebebiyet verir. Toprağın parçalarını yumuşatır ve dumana çevirir. Duman ve
buhar birbiriyle karışır ve bu ikisinden ressamların boyalarından ortaya
çıktığı gibi karışımlar meydana gelir.
Sonra
gök kürede bulunan (felekî) Külli Nefs’in, tabiat olarak adlandırılan
bütün cisimlerde mevcut olan kuvvetleri, Allah’ın izni ile bu katışımlardan ve
karışımlardan kâinatın canlı, bitki ve madenlerden ibaret olan cinslerini
örer, şekillendirir ve düzenler. İlk katışım ve karışım bu rükünlerin suretinde
gerçekleştiği için -ki bu katışım ve karışım hareketinin kolaylığından ve dönüşümünün
süratinden dolayı hava değişimleri ve atmosfer olaylarıdıröncelikle havanın
durumunu, sonra suların durumunu sonra da yeryüzünün kalan kısmının halini
açıklamayı uygun gördük. Diyoruz ki:
“Gökyüzü
ve Âlem’[222]
[223]
adlı risalemizde gök kürenin yerküreyi bütün yönleriyle kuşattığını
açıklamıştık. Gökyüzünün yerin yüzeyinden Ay’ın dış katmanının en uç noktasına
kadar olan tavanı yeryüzünün on altı buçuk katıdır. Çünkü yerin çapı 2167
fersahtır. Buna göre gökyüzünün tavanı 35758 fersah olur.
Ey
kardeşim! Bil ki gökyüzünün tavanı üç farklı tabiata ayrılır. Birincisi yerin
yüzeyinden tarafadır. Diğeri yerle göğün ortasıdır. Çünkü Ay’ın dış
çevresinden tarafa bulunan gökyüzü oldukça sıcak ve hararetli bir ateştir. Buna
aşırı sıcak (esir)[224]
denir. Ortada bulunan ise son derece soğuktur. Çok soğuk (zemherir)
olarak adlandırılır. Yerin yüzeyinden tarafa olanın ise yer yer katışımı
ölçülüdür (mu’tedilu l-mizâc). Bu da esinti (nesim) olarak
adlandırılır. Bu üç tabiatın farklı olmasının sebebi, ayın dış katmanına dokunan
gökyüzünün, ayla birlikte dönüşünün devamı ve hareketinin hızlılığı için
şiddetli bir ısıya ulaşmış ve sonunda hararetli bir ateşe dönüşmüş olmasıdır.
Sonra bu ateş en aşağıya indiğinde hareketi en yavaş ve sıcaklığı en az konuma
gelmiştir. Sıcaklığın her azalışında soğukluk galip gelmiş ve zemherir olarak
adlandırılan aşırı soğukluğa ulaşana dek bu şekilde devam etmiştir. Yerin
yüzeyinden tarafta olanın ise yer yer katışımı ölçülüdür. Aşırı sıcak
dairesinin tavanı aşırı soğuk dairesinin tavanına oranla küçük bir şey olur.
Güneşin, ayın ve yıldızların yerin yüzeyine düşen ışıklarının uzaklığı,
gökyüzüne yansıması ve yeri ısıtması olmasaydı yerin yüzeyi zahir olduğundan
yeryüzüne teması mevcut halinden daha soğuk olurdu. Nitekim bu durum Kuzey Kutbunun
altında ortaya çıkar. Çünkü orada altı ay boyunca gece olur. Hava şiddetli bir
şekilde soğur, sular donar, hava koyu karanlık olur, hayvan ve bitki yok olur.
Burasının karşısında yer alan Güney Kutbunda ise bu altı ay boyunca gündüz
olur. Buradaki arazilerin üzerine Güneş ışıkları vurmaya devam eder. Güneşin
ışıklarının yansıması havaya ulaşır. Sıcaklık artarak hayvanları ve bitkileri
helak edecek ısıda bir ateş olacak derecede şiddetli bir hararete ulaşır. Diğer
bir neden de Güneş bu arazilerin karşısında olduğunda yeryüzüne yakın olur.
Çünkü Güneş’in yeryüzüne en yakın olduğu nokta Yay Burcunun sonundadır. Kuzeyli
burçlarda olduğunda ise Kuzey Kutbunun altında aynı şekilde altı ay boyunca
gündüz olur. Ancak buradaki araziler Güney Kutbundaki arazilerin ısındığı gibi
ısınmaz. Çünkü Güneş yeryüzünden uzak ve gökkürede yüksek bir konumda olur.
Çünkü onun yeryüzünden en uzak olduğu nokta İkizler Burcunun sonundadır.
Ey
kardeşim! Sonra bil ki Güneş’in yeryüzüne en uzak olduğu noktanın uzaklığı ile
en yakın olduğu noktanın yakınlığının arası yeryüzünün çapının ölçüsünün yüz
katıdır. Bunun miktarı da 216755 fersahtır. Bundan dolayı yeryüzünün mamur
bölgesi, ekvator çizgisinin kuzey çeyreğinde 66,5’inci dereceye kadar olmuştur.
Bu alan Oğlak Burcunun başının geçiş noktasından zenit (semturreis)
noktasına kadardır. Yine Keffü’1-Hadîb’den zenit noktasına kadardır. Bu
çeyrekte, “Coğrafya risalesi”[225]nde
açıkladığımız ve her bir iklimdeki şehirleri, dağları, denizleri ve nehirleri
izah ettiğimiz üzere, yedi iklim vardır.
Ey
kardeşim! Bil ki bu iklimlerin ufuk açısının (Semt/Azimut) üzerine daha ziyade
havadan hafif bir rüzgâr (nesim) eser. Bu beldelerde doğal
yapılar/karakterler (tabâi’) ölçülü olur. Bulut topunun kalınlığını, hafif
rüzgârı ve yüksekteki daha fazla şeyi açıklamak istedik. Çünkü bulut topunun
kalınlığı ve yüksekliği bu nedenlerden ötürü bazen artar, bazen de azalır. Bu
değişim Güneş ışınlarının açılarına, gündüzün iki yakasında ve ortasında ışığı
yansıtan yıldızlara, yaz ve kış günlerine göre ortaya çıkar. Yine bu durum
Güneş ve yıldızların ufuklardan yüksekliklerine ve toprak parçalarının ufuk
açılarının kesişim noktalarına göre ortaya çıkar.
Bölüm
Ey
kardeşim! Bil ki yıldızların ve Güneş’in ışınlarının yansımasından meydana
gelen açılar yeryüzü yönünden üç çeşittir: Dar açı (hâd), dik açı (kâime)
ve geniş açı (münferice). Bu açıların hepsi suları, toprağı ve havayı
ısıtır; onlara hareket verir. Ancak onların en çok ısıtanı dar açı, sonra dik
açı, sonra da geniş açıdır. Geniş açının bazısı diğerinden daha genişse dar
açının da bir kısmı diğerlerinden daha dar olur. Dik açının ise hepsi eşittir.
Açıların ne zaman geniş, ne zaman dik ve ne zaman dar olduğunu açıklama
ihtiyacı hissettik. Deriz ki:
Güneş,
Ay veya herhangi bir yıldız ufukta belirmeye başlayıp toprak ve denizin
yüzeyine doğduğunda onların ışıklarının açılarının tamamı oldukça geniş bir
açıyla yansır. Sonra yükseldikçe genişliği azalır ve daralır. Yükseklik 45
derece olduğunda bütün ışıkların yansımalarının açıları bu bölgede dik olur.
Yükseklik arttığında açılar kısalıp daralarak dar açı olur. Onlar her yükselip
yükseklikleri arttığında yıldızlar arazinin karşısında yer alana dek açı
daralmaya devam eder. Açılar çakışır ve kenarlar karşılaşır. Güneş batıya doğru
yöneldiğinde kenarlar ayrılır ve dar açılar iyice daralır. Güneş veya herhangi
bir yıldızın her batışında batı yönünden yükseklik ikinci kez kırk beş derece
olana dek açıların genişliği artar. Açıların hepsi bir kez daha dik açı olur.
Yükseklik kırk beş dereceden kısa olduğunda bütün açılar geniş açı olur.
Yıldızların batıdan her batışında akşam vaktine kadar açılar genişlemeye devam
eder ve hepsi son derece geniş açılara ulaşır. Tıpkı sabahleyin olduğu gibi...
Bundan dolayı gündüzlerin ortaları, başlangıç ve sonlarından daha sıcaktır.
Çünkü açılar sabahları ve akşamları geniş, gün ortasında ise dik olur. îki
vakit arasında ise dar olur. Hava sıcakla soğuk arası ılık olur. Kış günlerinin
ortasında, yaz günlerinin ortasında olduğu gibi şiddetli sıcak olmaz. Çünkü
kışın Güneş’in yüksekliği kırk beş dereceye ulaşmaz.
Bahsetmeyi
gerekli gördüğümüz hususu zikretmekten uzaklaşmış olduğumuz için diyoruz ki:
Havakürenin (küre-i nesimi, atmosfer) gökyüzündeki tavanı en fazla on
altı bin arşın (zira') olur. En azı ise yeryüzünün yüzeyine uygun düşer.
Yeryüzünde bulunan en yüksek dağın gökteki tepesinin yüksekliğinin bu miktarı
geçmemiş olması havakürenin yüksekliğinin en fazla olduğu miktarın doğruluğunun
delilidir. Bulutların yüksekliği bu dağların en yüksek noktasına ulaşmaz.
Onları oradaki aşırı soğuğun şiddeti engeller. Çünkü bulutları havada yükselten
şey yıldızların, ışıklarının konumlarıyla ve -daha önce açıkladığımız gibibu
ışıkların yeryüzünden ve denizlerden dar açılarla yansımasıyla havayı
ısıtmasından dolayı havanın sıcaklığıdır. O, yeryüzünde oluşan açıların en
darıdır. Havaya gelince o her yükseldiğinde bu açıların kenarları genişler ve
orada sıcaklığı kabul eder. Onun fiili zayıflar, yüksekte etkisi yok olur ve
orada soğuk galip gelir.
Ey
kardeşim! Bil ki hava, değişim ve dönüşümlerden ilk önce ışık, karanlık, sıcak
ve soğukluğu kabul eder. Sonra orada yükselen buharların ve sıkıştırılmış
yayılan dumanların çokluğundan farklı rüzgârlar ortaya çıkar. Bunları
fırtınalar, ışık halkaları (hâlât), sisler, bulutlar, yıldırımlar, gök
gürültüleri ve sarsıntılar takip eder. Daha sonra da yağmurlar, çiğ, ıslaklık,
kırağı, kar, dolu, gök kuşağı, göktaşı (şuhub) ve kuyruklu yıldızlar (kevâkibu
l-eznâb) ortaya çıkar. Bunları da denizlerin yükselmesi ile denizlerde ve
nehirlerde gelgit (med-cezir) takip eder.
Ey
kardeşim! Bil ki havada gerçekleşen bu değişikliklerin bir kısmı havakürenin
tavanında, bir kısmı soğuk (zemherir) kürede, bir kısmı esîrkürede, bir kısmı
da bunların aralarındaki ortak (müşterek) yüzeyde gerçekleştiği için bunları
birer birer açıklama ihtiyacı hissediyoruz. Öncelikle yüzeylerin durumunu
açıklamakla başlıyoruz. Çünkü yüzeyler, ortak ve iç içe (mütedâhil)
yüzeyler olmak üzere iki çeşittir. Ortak yüzey, su ve havanın yüzeyi gibidir.
Yüzey yağ ve suyun arasındadır. O, iki cisim arasındaki sadece birini
diğerinden ayıran ortak bir ayraçtır. îç içe geçmiş yüzey ise çamurda ve kumda
duran su gibidir. Toprağın parçaları suyun parçaları ile iç içedir. Suyun
parçaları da toprağın parçaları ile iç içedir. Bu ikisinin arasında onları
birbirinden ayıran bir ayraç olmaz.
Ey
kardeşim! Bil ki birbirine temas eden iki cismin tabiatının birbirine yaklaşması
veya yaklaşmaması yüzeyden kaynaklanır. Havanın havadan tarafa en aşağı noktasının
yüzeyi gibi. Bu kısımlar yeryüzünden tarafa takip eden diğer kısımlardan daha
incedir. Aynı şekilde bize göre ateşle çevrili olan havanın yüzeyi ateşten uzak
olan diğer parçalarından daha sıcak olur. Yine ateşin kendisini çevrelediği
havadan tarafa yüzeyi onun kalan diğer parçalarından daha az sıcaktır. Demir,
odun, taş ve benzeri sert cisimlerin yüzeyleri ise bitişik olduklarında ona bu
vasfı sunmazlar.
Bahsetmeyi
gerekli gördüğümüz hususu zikretmekten uzaklaşmış olduğumuz için diyoruz ki: Esîrkürenin
ayın dış katmanından taraftaki yüzeyi ortaktır, parçaları iç içe değildir.
Bütün gök cisimleri ve yıldızların küreleri de aynı şekildedir. Tabiat
âlimlerinin çoğu soğuk (zemherir) küre ile eterküre arasında ortak değil de iç
içe geçmiş bir yüzey olduğunu zannettiler. Durum onların zannettikleri gibi
değildir. Aksine o, daha sonra açıklayacağımız gibidir. Ateşküre [küre-i
nâriyye, pirosfer] ile soğuk (zemherir) kürenin yüzeylerinin arasının ise ortak
olmadığı, aksine ateş, hava ve yerin yüzeyleri gibi iç içe olduğu açığa çıktı.
Havakürenin yeryüzünden taraftaki yüzeyine gelince onun parçalarının aynı
şekilde, yerin kısımlarının sonuna kadar gevşemesine bağlı olarak yerin
derinliklerine kadar iç içe olduğu açığa çıktı. Sonra durur ve bundan fazlasına
girmez. Bunun delillerinden birisi derinlere kadar maden kazanlarının
başlarına gelen durumdur. Onlar buralarda, havayı düzenleyecek ve ocaklardaki
lambaları aydınlatacak hava hareketi olması için belki de körüklere ve borulara
ihtiyaç duyarlar. îçerdekilerin ne zaman havası kesilirse lambaları söner,
madende bulunanlar boğulur ve ölürler. Canlı risalesinde açıkladığımız gibi
havanın ulaşmadığı yerlerde canlıların olması mümkün değildir.
Ey
kardeşim! Bil ki hava, cüzleri ince, hareketi hafif, akışı hızlı, değişimleri
ve olayları kabul etmesi kolay olan durgun bir denizdir. “Hisseden ve
Hissedilen (Hâss ve Mahsûs)” risalesinde onun ışık ve karanlığı, sesleri ve
kokuları kabul edişinin nasıl olduğunu; “Oluş ve Bozuluş
risalesi"'°nde de onun sıcak ve soğuğu kabul edişinin nasıl olduğunu
açıklamıştık. Bu bölümde rüzgârların oluşumunun nasıl olduğunu, kaç çeşidinin
olduğunu, yönlerini, esmesindeki farklılıkları; bir vakitten diğerine, bir
beldeden diğer beldeye onu harekete geçiren sebebin ne olduğunu tanıtmak istiyoruz.
Aynı şekilde bulutların denizlerden çöllere, bozkırlara ve dağ başlarına nasıl
sürüklendiğini; bulutun damlayı nasıl sallayıp düşürdüğünü açıklamak
istiyoruz. Ancak bundan önce Ayın hallerini, konaklarını (menâzil);
buharların, dumanların ve rüzgârların oluşumu için gereken ısının meydana
gelmesi için gerekli olan, onun yıldızlarla ilişkisini ele almaya ihtiyaç
duyuyoruz. Diyoruz ki: Gökkürede (felek) Ay’ın yirmi sekiz tane konağı (menâzil)
vardır. Yüce Allah’ın Kur’an’da zikrettiği gibi: “Ay için birtakım evreler
takdir ettik. Nihayet o, eğri hurma dalı gibi olur da geri döner"1'.
Ey
kardeşim! Bil kibu evrelerin, etkileri bu dört asılda (el-erkânul-erbaa)
ve bunlardan meydana gelen şeylerde, ayın günbegün ve geceleri doğması
esnasında ortaya çıkan özellikleri vardır. Aynı şekilde Güneş ve yıldızların birbirleriyle
eylemlerini (fiil) ve etkilerini güçlendirdikleri ilişkileri vardır ki,
bunun izahı uzundur. Bu konu burç (nucûm) kitaplarında mevcuttur. Ancak
biz, bu konunun bu bölümde zikredilmesi gereken kısmını anlatacağız. Çünkü bu
evrelerin içerisinde fiilleri denizlerden, [226]
[227]
vadilerden
ve sazlıklardan kaynaklanan buharın etkisini artıran şeyler vardır. Yine
bunların içerisinde fiilleri, yeryüzünden ve çöllerden gelen dumanların
etkisini artıranlar vardır. Yine, özellikle ayın doğuşu evreyle birleştiğinde
ve ay, evresinin özelliğinden dolayı, benzer bir yıldızla bağlantı kurduğunda
fiili, havanın ısınmasını ve suların azalmasını sağlayanlar vardır.
Bil
ki, denizin dalgaları, suyun hareketinden ve cüzlerinin dört bir tarafa fırlamasından
başka bir şey olmadığı gibi, rüzgâr da, havanın altı yöne hareket ederek dalgalanmasından
başka bir şey değildir. Çünkü su ve hava durgun iki denizdir. Ancak suyun
cüzleri katıdır ve hareketi ağırdır. Havanın cüzleri ise incedir ve hareketi
hafiftir.
Ey
kardeşim! Bil ki havanın hareketinin sebeplerinden birisi, buharların denizlerden,
çöllerden ve bozkırlardan yükselmesidir. Denizlerden nemli bir buhar, çöllerden
ve bozkırlardan ise kuru bir duman çıkar ve havadaki sıcaklığıyla onları gökyüzüne
yükseltir. Hava onları farklı yönlere iter. Mekân, yükselen buharlar içinde
genişler. Şayet kuru duman fazla olursa ondan rüzgârlar oluşur. Çünkü bu
parçalar havakürenin en yukarısına çıkıp soğuduğunda ve soğukkürenin soğukluğu
onun daha yukarı çıkmasına engel olduğunda bu durumda en aşağıya inmeye
meyleder. Havayı dört yöne iterler. Bunlardan da çeşitli rüzgârlar oluşur.
Bil
ki rüzgârın altı yönde birçok çeşidi vardır. Ancak bunların hepsi on dört çeşittir.
Bunlardan insanlar nezdinde bilinenleri dört tanedir. Bunlar da, sabâ
rüzgârı, batı rüzgârı, güney rüzgârı ve kuzey rüzgârıdır. Çünkü hava
doğudan batıya dalgalandığında bu dalgalanma Sabâ Rüzgârı olarak
adlandırılır. Güneyden kuzeye doğru dalgalandığında Güney Rüzgârı adı
verilir. Batıdan doğuya doğru dalgalandığında Batı Rüzgârı olarak
adlandırılır. Kuzeyden güneye doğru dalgalandığında Kuzey (Cirbiyâ) Rüzgârı
adı verilir. Şayet hareketi bu yönlerin arasında olursa buna ara yön (Nekbâ’)
denir. Arayönler sekiz çeşittir.
Rüzgârlar
aşağıdan yukarı doğru estiğinde fırtınalar meydana gelir. Bu ikisi karşılaşan
ve yükselen iki rüzgârdır. Suyun kerrâdâtta ve lağımlara ve deliklere inişi
esnasında karşılaşması gibi.
Rüzgârlar
yukarıdan aşağı doğru estiğinde ise Âd[228]
kavmini helak eden şiddetli rüzgâr (sarsar) meydana gelir. Çünkü bu rüzgâr
onlara memleketlerinin batısından, havakürenin üstünde bulunan zemherir
küredeki bulutların arasından sekiz gece ve sekiz gündüz esmiştir. Allah’ın
zikrettiği gibi. Rüzgârın ne olduğunu, kaç çeşidinin olduğunu ve esiş yönlerini
zikrettiğimiz için onun yönlerde ortaya çıkışını ve bundan maksadın ne olduğunu
açıklamak istiyoruz. Çünkü onun ortaya çıkmasının maksatlarından birisi,
bulutları deniz sahillerinden uzak beldelere ve kendisine ait kılındığı çöllere
sevk etmesidir. Aynı şekilde yüksek, uzun ve yerin yüzeyine doğu, batı, güney
ve kuzey yönlerinden yayılmış olan dağların amaçlarından birisi, rüzgârların
bulutları ait kılındığı beldelerin ve çöllerin dışına taşımasını engellemektir.
Çünkü bu sabitlenmiş dağlar, rüzgârların bütün yönlere değil de sadece
istenilen yöne yönelmesini sağlamak için ayakta durur. Nehirlerin önüne
setlerin ve boruların yapılması ve onu engelleyen kanalların açılması suları
sadece istenilen tarlalara ve yerlere akıtmak içindir. Çünkü beldelerin ve
çöllerin çoğu deniz sahillerinden uzaktır. Şayet rüzgârları engelleyen ve
bulutları sevk eden bu uzun ve yüksek dağlar olmasaydı bulutlar ve yağmurlar bu
beldelere ve çöllere ulaşamazdı. Tıpkı nehirlerin ve sulama kanallarının
setleri ve boruları olmasa sazlıklara, derelere ve vadilere taşacağı gibi.
Nitekim bu sulardan faydalanma imkânı azalırdı. Bu sular uzak beldelere ancak
kazılmış kanallar ve yapılmış borularla ulaşır. Bu yüksek dağların diğer bir
amacı daha vardır. Zira onların içlerinde mağaralar ve derin çukurlar vardır.
Kışın bu dağların tepelerine şiddetli yağmur ve kar yağıp eridiğinde bu
mağaralarda ve çukurlarda sular birikir ve bunların içerisinde depolanmış gibi
olur. Bu dağların aşağılarında bu mağaralarda ve çukurlarda depolanmış suların
çıktığı dar menfezler vardır. Buraya göz denir. Bu gözlerden dereler akar.
Birbirleriyle birleşerek şehirler, köyler ve kırsal kesimlere akan ve buraları
sulayan vadiler ve nehirleri oluştururlar. Bunlar tarlalar, ağaçlar, dallı ve
otlu yerler arasındaki yolculukları esnasında denizlere, sazlıklara ve
göletlere uğrarlar. Artan kısım ise denizlere, sazlıklara ve göletlere dökülür.
Güneş bunları yumuşatır ve tekrar buharlaştırır. Bunlardan da sis ve bulut
meydana gelir. Rüzgârlar bulutları önceki yıl olduğu gibi istenilen yerlere
taşırlar. Bu durum ebediyen devam eder. Çünkü yüce ve bilgi sahibinin takdiri
böyledir.
Bölüm
Ey
kardeşim! Bu bütünüyle ilahi kaynaklı takdiri ve bilgece gerçekleşmiş olan
rabbani siyaseti düşün, tefekkür et ve ibret al. Belki bu sayede nefsin gaflet ve
cehalet uykusundan uyanır da basiret gözün açılır; ceset gözü ile bahsettiğimiz
bu varlıkları (masnû'ât) gördüğün gibi, akıl nuru ile bu işleri yapan hikmet
sahibi düzenleyiciyi görürsün. Böylece Allah’ın övdüğü ve şöyle dediği
şahitlerden olursun: “Ancak bilerek Hakka şahitlik edenler bunun
dışındadır’.’[229]
[230]
[231]
Yine şöyle dedi: “Onları kendilerine karşı şahit tutarak, ‘Ben sizin
rabbiniz değil miyim?’ demişti. Onlar da ‘Evet şahit olduk ki Rabbimizsin
demişlerdi’.’14 Sonra şöyle dedi: “Allah, melekler ve ilim
sahipleri, ondan başka ilah olmadığına adaletle şahitlik etti. Ondan başka ilah
yoktur. O, mutlak güç sahibidir, hüküm ve hikmet sahibidir."'5
Rüzgârları anlatmayı bitirmiş olduğumuz için bulutları, yağmurları, nemi, buzu,
sisi, çiyi, bulutu, gök gürültülerini, şimşekleri ve doluyu anlatacağız.
Ey
kardeşim! Bil ki buharlar havada yükseldiği ve hava farklı yönlere hareket ettiğinde,
onun bir yöne hareketi diğerinden daha fazla olur. Önüne engelleyici yüksek
dağlar çıkar. Yukarısında da zemherir soğuğu engel olur. Aşağıda ise iki
buharın bitişik haldeki maddesi vardır. îki buhar havada artmaya ve
katılaşmaya devam eder. îki buharın parçaları (cüzleri) birbirine karışarak
ısınır ve bu karışımdan bitişik bulut kümesi meydana gelir. Bulutun her
yükselişinde iki buharın parçaları soğur. Nemli buharın parçaları birbirine
karışır. Ortaya çıkan şey kuru, uçucu bir duman olur.
Nemli,
sulu ve ıslak bir buhar olmaz. Sonra bu özsu parçalar bir arada toplanırlar ve
soğuk damla olurlar. Ağırlaşırlar ve yukarıdan aşağıya tekrar inerler. Bu durumda
yağmur diye adlandırılırlar. Bu nemli buharların yükselişi şayet geceleyin olur
ve hava aşırı soğuk olursa buharların havaya çıkması engellenir. Aksine hava
onları birer birer dondurur ve yerin yüzeyine yaklaştırır. Bundan da ıslaklık,
kırağı ve çiy meydana gelir. Şayet bu buharlar havada biraz yükselir ve onların
karşısına soğuk çıkarsa ince bir bulut meydana gelir. Şayet soğuk aşırı olursa
bulutun içerisindeki küçük damlayı dondurur. Bundan da buz veya kar meydana
gelir. Zira soğuk, sulu parçaları dondurur ve donan kütle havanın parçalarıyla
karışarak ince ince yağar. Bundan dolayı onlar yerin yüzeyine soğuk ve yağmurda
olduğu gibi aşırı bir şekilde düşmezler. Şayet hava sıcak olursa buhar yukarıya
yükselir. Bulut ilkbahar ve sonbahar günlerinde görüldüğü gibi üst üste
tabakalar oluşturur. Sanki o, birbirinin üzerine yığılmış, atılmış pamuktan
bir dağ gibidir. Şayet ona yukarıdan Zemherir soğuğu isabet ederse buhar
katılaşır ve su olur. Cüzleri de birbirine karışır ve damla (katr) meydana
gelir. Şayet ona bir ağırlık isabet ederse bulutun en yukarısından inmeye
başlar. Sonra bu küçük damlalar üst üste yığılır ve toplanır. Sonunda bulutun
altından çıkarlar ve büyük bir yağmur olurlar. Şayet ona aşağı doğru yolculuğu
esnasında aşırı bir soğuk isabet ederse yere ulaşmadan önce donar ve dolu adını
alır. Bu damlalardan bulutun üzerinde kalanı doluya dönüşür. Bulutun
aşağısında kalan ise doluyla karışık yağmur olur.
Kim
sözümüzün doğruluğundan hoşlandı ve buharların nasıl yükseldiği ile ilgili
açıklamamızı, bunlardan bulutların nasıl oluştuğunu ve damlanın inişinin nasıl
olduğunu zihninde şekillendirdiyse suların buharlaşmasına ve damlamasına
baksın. Soğuk suyun buharlaşması, buharlaşma süresi ve hamamlarda yükselen
buharlar gibi benzer olaylar ondan nasıl meydana geliyor. Hamamların
tavanlarından su nasıl damlar? Çünkü hava küreden tarafta olan zemherir
kürenin yüzeyi ve buharın çevresindeki yalçın dağlar, kendisinden bulut ve
yağmurların oluştuğu yükselen iki buharın dağılmasını engellemek ve üzerini
örtmek için vardır. Tıpkı hamamların duvarlarının ve tavanlarının yükselen
buharın dağılmasını engellemek ve üzerini örtmek için var olduğu gibi. Aynı
şekilde hamamlar ve onların duvarları, nemlerinin buharlaştırılması ve damıtılması
konusunda kimyasal kap (Kar'a)'h ve imbik konumundadırlar.
Eczacılar nemlerini yükseltme ve sularını damıtmada kullandıkları bu iki kap
ile ilaçlarını yaparlar.
Şimşeklere
ve gök gürültülerine gelince, bu ikisi aynı vakitte gerçekleşir. Ancak yıldırım,
ses kulaklara gelmeden önce gözlere görünür. Çünkü “Duyu (hâs) ve Duyum
(mahsûs) Risâlesi’nde[232]
[233]
açıkladığımız gibi, onlardan birisinin görünümü ruhanidir ki o, parıltıdır.
Diğeri ise cismanidir ki o, sestir. Bu ikisinin meydana gelmesinin sebebi ise yükselen
iki buharın havada karşılaşmalarıdır. Nemli buhar duman adı verilen kuru buharı
sarar ve zemherir soğuğu nemli buharı çevreleyerek her ikisini sıkıştırır. Kuru
buhar nemli buharın içinde mahsur kalır ve nemli buharın içerisinde ısınır.
Hemen çıkmak ister ve nemli buharı yırtar. Nemli buhar, kuru buharın ısısından
patlar. Ateşin nemli şeyleri kuşattığında bir kerede patladıkları gibi. Böylece
havadaki gürültü gerçekleşir ve ses bütün yönlere savrulur. “Duyu (hâs) ve
Duyum (mahsûs) Risalesinde sesin nasıl gerçekleştiğini açıkladığımız gibi.
Bu kuru buharın çıkışından ışıklı bir duman çakar ki buna yıldırım adı verilir.
Sönmüş lambanın dumanı yanan lambaya yaklaştırıldığında onu da söndürdüğü
gibi. Belki de bu buhar çözünüyor ve rüzgâr olarak bulutun içine yayılıyor.
Çıkmak istiyor ve ondan ses ve gürültü duyuluyor. Şiş mideden yellenme
duyulduğu gibi. Belki de bulut bir defada şiddetli bir şekilde burnunu çekiyor.
Bundan da şiddetli bir ses oluyor ki buna yıldırım sesi deniyor. Şişkin bir
kırbanın üzerine ağır bir taş düştüğünde onu kırdığı gibi.
Bölüm
Ey
kardeşim! Bil ki havakürenin tavanını yüksek ve bulutun merkezini ihtiyaç
duyulan ölçüde yeryüzünden uzak bir yükseklikte yapma; buharın yukarı çıkmak isteyerek
mesafe almasını bulutun, hareketinin yukarı doğru olmasının meydana gelmesini
de hava kabının işi yapma konularında şayet ilahi gözetim ve şanı yüce olan
Bârî’nin[234]
rahmeti olmasaydı gök gürültüsünün sesleri zayıf hayvanların kulaklarına zarar
verir ve onları öldürürdü. Nitekim zaman zaman bu durum gerçekleşmektedir. Zira
bulutlar bir araya toplanıp sıkıştıklarında birbirlerini yere yaklaşana kadar
aşağı doğru bastırırlar ve gök gürültüsü olur, bulut aşağı tarafından delinir.
Hava zil çalar ve kendisini yeryüzüne fırlatır. Bu olaydan yıldırım denilen
şiddetli bir ses meydana gelir. O, kendisine yakın olan pek çok hayvanı ve aynı
zamanda insanı öldürür. Şuayip ve Salih’in [Onlara selam olsun] kavimlerine
yapıldığı gibi. Şimşeklerin hükmü de aynen bunun gibidir. Zira yukarı hareket
etmek ateşin işidir. Bir araya toplanmış bulutlar bunu engellediğinde
alçalarak tekrar yeryüzüne döner ve isabet ettiği hayvan ve bitkileri yakar.
Ancak nadiren gevşek cisimleri yakar. Çünkü o, onların gözeneklerine işleyen
ince bir ateştir. Katı cisimler ise parçalarının sıkılığı ve direnci yüzünden
ona galip gelirler, onu eritir ve yakarlar. Güneş ve Ay’ın etrafında meydana
gelen ışık halkasına gelince, bu durum yağmura ve havanın nemli oluşuna delalet
eder. Zira bu ışık halkası, buhar oraya yükseldiği vakit hava kürenin en
yukarısının yüzeyinde meydana gelir ve bulut oluşmaya başlar. Bunun nedeni,
Güneş ve Ay’ın bu yüzeyin üzerine doğdukları vakit ışıklarının buradan yukarıya
doğru yansımasıdır. Bu yansımadan da Güneş ve Ay’ın suyun yüzeyine doğmasından
meydana geldiği gibi daire meydana gelir. Bu dairenin resmi, bu ince bulutun
altında kristal ve camın görüldüğü gibi görülür. Bu dairenin merkezi, Güneş ve
Ay’ın merkezinden yerin merkezine çıkan doğrunun geçtiği toprak parçasının
karşısındadır. Bu ışığın ulaştığı kimselerden zenit noktasına düz bir
şekilde bakan herkes, bu dairenin merkezini başının üzerinde görür. Kim onun
altından altı yönden birine çıkarsa dairenin merkezini kendi konumunun
karşısındaki yönde görür. Bu dairenin çapı ebediyen, buhar kürenin (küretu 'l-buhâr)
tavanının iki katı gibidir. Bu tavan azalsa da çoğalsa da... Çapının ölçüsü
genellikle otuz iki bin zira’dır. Çünkü hava kürenin tavanı daha önce
açıkladığımız gibi genellikle on altı bin ziraidir.
Gökkuşağına
gelince o, havanın nemlenmesi esnasında havakürenin tavanında doymuş bir halde
ortaya çıkar. Onun konumu ayakta dikili vaziyette olur. Kambur kısmı yukarda,
zemherir kürenin yüzeyi tarafındadır. İki tarafı ise aşağıya, yeryüzüne
doğrudur. Sabah ve akşamüstü, Güneş’in konumunun zıt istikametinde, doğuda ya
da batıda ansızın ortaya çıkar. Gökkuşağı dairesinin çevresinin yarısından daha
az bir kısmı görülür. Güneşin ufukta tam ortada olması durumu hariç...
Gökkuşağı bu durumda dairenin çevresinin yarısına eşit görülür. Çünkü Güneş’in
ana gövdesinin merkezinden çıkan çizgi, yeryüzünün ve bu dairenin merkezinin
tanjantıdır (mumâss). Bu durumda kuşak dik olarak görülür. Güneş yüksek
olduğunda ise dairenin çevresinin yarısından daha azı görülür. Yüksekliğin her
artışında kuşak daha az ve daha küçük olur. Çünkü kuşak Güneş’in konumunun
zıddı yönünde batmaya meyilli olur.
Ey
kardeşim! Bil ki bu kuşağın kirişi ile bahsi geçmiş olan ışık halkasının
çevresinin arası eşit orandır. Bu kuşağın meydana gelmesinin sebebi Güneş’in,
havada duran bu nemli buharın parçalarının üzerine doğması ve ışıklarının
oradan Güneş’ten tarafa doğru yansımasıdır. Onun görülen boyaları ise dört
keyfiyet için söz konusu olan dört uyumdur ki bu keyfiyetler sıcaklık,
soğukluk, nem ve kuruluktur. Yine bu boyalar dört asıl olan ateş, hava, su ve
toprağın niteliği ile yaz, sonbahar, kış ve ilkbahardan oluşan dört mevsimi
ayırmak için söz konusudur. Yine safra, kara safra (sevda), kan ve
balgamdan oluşan dört karışımın benzerliği için; bitkinin ve ağacın çiçeğinin
renklerinin benzerliği için söz konusudur. Çünkü bu kuşak meydana geldiğinde ve
onun renkleri ortaya çıktığında havanın nemliliğine, otun ve otlağın çokluğuna,
ağacın meyvesinin ve ekinin başağının yetiştiğine delalet eder. Onun ortaya
çıkması ve görülmesi, dönemin arazilerinin ve verimliliğinin bir işareti olarak
tabiatın hayvanlar ve insanlar için sunduğu bir müjde gibi olur.
Gökkuşağının
kırmızısının o yıl içerisinde kan akıtılacağına, sarısının hastalıklara,
mavisinin verimsizliğe, yeşilinin yeşilliğe işaret ettiği ve işaretinin
renklerin çokluğuna ve azlığına göre olduğu şeklinde halkın söylediği şeylere
gelince, bunlar ıslahçı (engelleyici/zâcir) nezdinde aslına ve alt dallarına (fer’)
delil teşkil eder. Bunu “Islah Etme ve İnce Görüş”[235]
adh risalede açıklamıştık.
Gökkuşağının
renklerinin düzenine gelince, kırmızı ebediyen sarının üzerinde, sarı da onun
altında, mavi yeşilin altında yer alır. Şayet bir kuşağın altında başka bir
kuşak bulunursa, bu renkler aşağıdaki kuşakta bunun tam tersine düzenlenmiştir.
Bu konuya ait gerekçenin izahı uzundur. Çünkü onu ancak geometrik şekilleri,
doğal olayları ve bileşik oranları bilenler anlayabilir.
Daha
önce bulutun yeryüzünden havaya doğru on altı bin arşından daha fazla
yükselmeyeceğini açıklamıştık. Bulutun en alt kısmı yerin yüzeyine dokunur.
Ancak bu zaman zaman ve bazı beldelerde nadiren gerçekleşir. Çünkü bulut
sürekli ve bütün beldelerde yerin yüzeyine dokunuyor olsaydı bu durum
hayvanlara ve bitkilere zarar verirdi. İnsanların hareketlerini de engellerdi.
Nitekim bu durum sisli günlerde ve deniz sahillerine yakın olan beldelerde
görülür. Basra, Antakya, Taberistan gibi yerler denizlere yakın oldukları için
buradaki insanların çok dikkatsiz oldukları görülür. Hatta bir miktar çiy,
yağmur ve sis yağdığında göğsü sıkıştırır, nefes almayı zorlaştırır, elbiseleri
ve eşyaları çürütür. Aynı şekilde şayet bulutun hepsi yeryüzüne yakın olursa
gök gürültüsü ve yıldırım canlıların gözlerine ve kulaklarına zarar verir.
Şayet havadaki yüksekliğin mesafesi görülmeyecek şekilde uzak olsaydı
yağmurlar, karlar ansızın yağarlardı. İnsanlar ve hayvanlar ondan korunmak için
hazırlıksız bir halde gafil avlanırlardı. Bu durumda genel bir büyük zarar
olurdu.
Ey
kardeşim! Tabiatın fiiline bakma. Bu ilahi hikmet ve rabbânî yardım hakkında
düşün. Bu eşya gerçekten aşırı uzak ya da yakın olmaksızın havada ihtiyaç
duyulan ölçüde nasıl yükseltildi. Şayet bu iki durum (çok yakın ve çok uzak
olma) söz konusu olsaydı insanlar, hayvanlar ve bitkiler için zarar söz konusu
olurdu.
Bölüm
Kışın
yağmurların çok olmasının, yazın da az olmasının sebebi, Irak’ta ve ona yakın
olan kuzey iklimlerinde yazın iki buharın daima kıştan daha fazla
yükselmesidir.
Ey
kardeşim! Bil ki Ay feleğinin altında gerçekleşen her olayın dört nedeni vardır.
Kâinattaki her şey bu dört nedenin bileşkesiyle oluşur. Bunların birincisi
özle/ilk maddeyle alakalı (heyulan!) nedendir. Diğeri biçimsel (Sâri)
nedendir. Bir diğeri yapana yönelik (fâiliyyet) nedendir. Sonuncusu da
tamamlamaya yönelik (temâmiyyet) nedendir.
Heyûlânî
neden bulutlar, yağmurlar ve o ikisine tabi olanlar -ki bunlar daha önce
açıkladığımız gibi yükselen iki buhardıriçin söz konusudur. Fâiliyyet nedeni,
bahsi daha önce geçtiği gibi, ışıklarının ulaştığı yerlerle birlikte Güneş ve
yıldızlardır. Biçimsel neden ise iki buharın toplanması ve donmasıdır. Bu
yüzden fâiliyyet nedeni havanın soğukluğudur. Tamâmiyete yönelik neden de yerin
bir şeyi yetiştirmesi için yağmurların oluşmasıdır. Böylece bitki biter ve
hayvanlar ondan gıda alırlar.
Güneş
kuzey burçlarında altı ay kaldığı ve bu beldelerin zenit noktasına,
yaklaştığı zaman hava aşırı ısınır. Buharlar harekete geçer ve bir tabaka
oluşturur. Kuzeyli rüzgârlar onları güney nahiyelerine götürür. Güneş bu
beldelerin ufuk açılarından uzak olur. Hava soğur ve orada kış meydana gelir.
Yağmurlar, bulutlar ve bu ikisine bağh hava olayları gerçekleşir.
Altı
ay sonra Güneş, güneyli burçlarda bu beldelerin ufuk açısına yakın bir halde
olduğu ve kuzeyli beldelerden uzaklaştığı zaman birisinde kış, diğerinde yaz
olur. Bu onların süregelen kanunlarıdır. Kışın, yazın, bulutların, yağmurların
ve bahsi geçen onlara tabi olan olayların kanunudur. Bütün bu olaylar Zemherir
kürenin altında, havakürenin üst kısmında gerçekleşir.
Bölüm
Zemherir
kürenin tavanındaki olaylara gelince, bunlar göktaşları ve geceleri görülen
yıldız kaymalarıdır. Bu olaylar bazen çoğalır, bazen azalır.
Bunların
heyulasına (ilk madde) ve maddesine gelince bu, dağlardan ve çöllerden
yükselen gözle görülmeyen kuru bir dumandır. Bu madde yükselmesi esnasında
Zemherir Küre ile Esir Küre arasındaki ortak kısma ulaştığında burada döner,
şekil değiştirir ve Eserin ateşi tutuşur. Lambanın ateşinin, sönmüş lambanın
dumanında alevlendiği gibi... Yıldırımın ateşinin, buluttaki yağlı kuru
dumanda alevlendiği gibi... Ateşin beyaz petrolde (neftyağı) alevlenip sonra
onu hızlıca yok ettiği ve söndüğü gibi. Bunların maddesinin kuru duman
olduğunun delillerinden birisi de kurak yılda bu hadiselerin görülmesinin
çoğalmasıdır.
Bu
dumanların nasıl oluştuğuna gelince, bunlar oraya yükselip burada ateşi yaktıkları
zaman -bunların düşüncede var oldukları göz önüne alındığındabazen onların
sanki tabanı ateş küreden [Pirosfer] yana, konisi yeryüzünden yana olan dik,
konik birer direk oldukları görülür. Bunun delili orada ateş yandığında alevin büyük
olduğunun görülmesidir. Sonra sönene dek küçülmeye, zayıflamaya ve azalmaya
devam eder. Bakan kişi onun, hareketi esnasında semadan inen uçucu bir ateş
olduğunu düşünür.
Bu
örneği dikkate aldığımız zaman zemherir küre ile esir küre arasında, parçaları
iç içe geçmiş, ortak olmayan bir yüzeyin var olduğu zannedilir. Bazen onun
hareketi, inişi esnasında sanki o büyük bir topun yüzeyine yuvarlanan[236]
[237]
küçük bir topmuş gibi görülür. Zira bazen onun inişi ve alevlenmesi esnasında
hareketinin doğudan başladığını ve batıdaki zenit noktamıza ilerlediğini, bazen
de batıdan doğuya doğru ilerlediğini görürüz. Bazen de güneyden başlar ve
kuzeydeki zenit noktamıza ilerler. Ya da kuzeyden güneye ilerler. Bazen de bu
yönler sapar. Bakan kişi onun, içinde ateş yanan pamuktan bir küre olduğunu,
sonra havaya atıldığını düşünür. Ateşin onu her tüketişinde kıvılcım saçar ve
zayıflayarak geçip söner. Bunun örneği geceleyin hayaletlerin oynadığı toptur.
Zira onlar parlak bir yapışkan (Sindrûs) ve ilaç parçalarından
yoğrulmuş bir top edinirler. Onun içine ateş yakarak ağızlarına alırlar. Dans
ettiklerinde ya da dinlendiklerinde ağızlarından ve burun deliklerinden ateş
çıktığı görülür. Bu madde bitene ve bu ateş sönene kadar mevcut durumları devam
eder.
Bölüm
İnsanların
çoğu bu göktaşlarının inişinin, havadaki semadan yeryüzüne atılarak düşmüş
yıldızlar olduğunu zannedebiliyorlar. Bu yanlış iddialarının doğruluğuna
Allah’ın şu sözünü delil getiriyorlar. “Andolsun ki biz yakın göğü
kandillerle süsledik ve onları şeytanlara atılan taşlar yaptık”2'
Bu
ayette yıldızların bizzat kendilerinin atıldığına delil yoktur. Çünkü sen “Bu
yayı düşmana ve kâfirlere atmak için aldım” dediğinde bu sözünde, senin
yayının kendisini atacağına delil yoktur. Bilakis onunla ok atacağına delil
vardır. Allah’ın “onları şeytanlara atılan taşlar yaptık” sözü de bunun
gibidir. Yani yıldızlardan göktaşları atılır demektir. Çünkü daha önce
açıkladığımız gibi, göktaşları ancak bu yıldızların doğması ve ışıklarının
havada olmasıyla gökyüzünde ortaya çıkar. Bu ve benzeri ayetlerin anlamını
risalelerimizde açıklamıştık.
Bil
ki yıldız bilimciler sekizinci felekte sabit olan yıldızların “Semâ ve Âlem”[238]
risalemizde açıkladığımız gibi geniş bir kürsü olan Satürn (Zühal) gezegeninin
arkasında olduğunda ittifak halindedirler. Allah, onların aşağı semanın süsü
olduğunu belirtmiştir. Çünkü yeryüzü halkı onları, aşağı sema olan Ay
feleğinin aşağısında görürler.
Bu
göktaşlarının yeryüzüne yakın ve Ay feleğine uzak bir noktada ortaya çıktığının
delillerinden birisi de hareketlerinin süratidir. Onlar bir anda doğudan batıya
veya batıdan doğuya hareket ederler. Şayet Ay feleğine yakın olsalardı onların
hareketini bu hızda göremezdin.
Ey
kardeşim! Bil ki göktaşları ortaya çıktığında, bakanlara karşılık geldiğinde ve
gözle görülür bir halde ufuğa gidişi esnasında zenit noktalarından başka bir
yöne geçtiğinde görenler onun yeryüzüne ulaştığını düşünürler. Oysa durum böyle
değildir. Çünkü o, yükselmeyi isteyen hafif bir maddedir. Onun alevlenmesi
ancak hafifliğini artırır. Ondan yeryüzüne düşen şeye gelince hava kürede
meydana gelen şey odur. Bulut onu sıkıştırır ve aşağıya geri gönderir. Bulutun
yukarıdan aşağıya doğru sıkıştırdığı şimşek gibi...
Bu
maddenin dönüşünün sebebine gelince, kürevî şekiller almak sıvı maddelerin (el-cismus-seyyâl)
özelliğidir ki bunu hiçbir şey engelleyemez. Damlanın havada döndüğü gibi.
Çünkü kürevî şekil, “Geometri Risalesi ’nde[239]
[240]
belirttiğimiz gibi şekillerin en üstünüdür.
Onun
sadece bir yönde hareket etmesinin sebebi ise onu karşı yönden iten bir unsurun
olmasındandır. Bu unsur rüzgâr değildir. Çünkü onun hareketi rüzgârdan daha
hızlıdır. Onun hareketinin sebebini “Hareketler Risalesinde
açıklamıştık.
Ey
kardeşim! Ay feleğinin altında hava kürenin nasıl var edildiği ve düzenlendiği;
sıcaklığıyla havada yükselen katı dumanları yakması, katı ve çürümüş buharları
inceltmesi için hava küreyi nasıl ışıksız bir ateş yaptığı konusundaki bu ilahi
hikmet ve rabbani gözetimi düşün. Bütün bunlar havanın saf ve şeffaf olması
içindir. Bu ateşi aydınlık bir şekilde var etmedi. Çünkü o bizim bildiğimiz
ateş gibi aydınlık olsaydı, canlıların gözü, özellikle de insan, küreler
âlemini ve yıldızları göremezdi. Çünkü orada varoluş engellendiği zaman,
nefislerin ona doğru yükselme arzusu artsın diye onu görme ve ona bakma
engellenmemiştir. Övgüye layık olanın dediği gibi: “Güzel sözler O’na
yükselir. Bu sözleri de yararlı iş yükseltir”[241]
Yani inananların mutluluğu onunladır. Kâfirin mutluluğunun yasaklanması
konusunda şöyle dedi: “Onlara göklerin kapıları açılmaz. Onlar, deve iğne
deliğinden geçinceye kadar cennete de giremezler”[242]
İlahî hikmet, esirin alevinden hayvanların ve bitkilerin telef olmalarını
engellemek için aynı zamanda soğukluğuyla zemheriri hava küre ile eter küre
arasında bir örtü kılmıştır. Hava küreyi de mutedil bir ölçüde yaratmıştır.
Onun sebebi, daha önce açıkladığımız gibi, yıldızların ışıklarının yansıması
olunca -ki en çoğu ve en kesini Güneş’tirbazen havanın soğukluğu dolayısıyla
kaybolur, bazen de havanın sıcaklığı yüzünden doğar. Onun doğuşu sürekli devam
etseydi sıcaklık sürekli devam eder ve aşırı sıcak olurdu. Bu ise mutlak fesat
olurdu. Yine onun kaybolması sürekli olsaydı hava soğur, sular ve nemler
donardı. Soğuktan bitkiler ve hayvanlar helak olurdu. Yine güneyde yaz ve
kuzeyde kış olması için Güneş’i güneydeki yerleşim yerlerine meylettirdi. “Bu
mutlak güç sahibi ve hakkıyla bilen Allah’ın takdiridir.”[243]
[244]
Bu, Allah’ın kullarına olan nimetlerinin büyüklerindendir ve Allah’ın şu
sözünün anlamıdır: “De ki: Söyleyin bakalım, eğer Allah size geceyi ta
kıyamet gününe kadar aralıksız devam ettirse, Allah’tan başka, size ışık
getirecek tanrı kimdir?”™ “De ki: Söyleyin bakalım, eğer Allah size gündüzü ta
kıyamet gününe kadar aralıksız devam ettirse, Allah’tan başka, istirahat
edeceğiniz geceyi size getirecek tanrı kimdir? Hala görmeyecek misiniz? Allah,
rahmetinden ötürü geceyi dinlenesiniz; gündüzü de, lütfundan isteyesiniz diye
sizin için yarattı. Ola ki şükredersiniz.”[245]
Bu
kıyasa göre kış ve yaz sürekli olsaydı düzenin yok olması ve bozulması söz
konusu olurdu. Aynı şekilde gök cisimlerinin yörüngeleri tek bir ufuk çizgisi
üzerinde süreklilik arz ederdi. Yüce Allah şöyle der: “Güneş, ay ve
yıldızlar onun emrine tahsis edilmiştir”[246]
Bazen doğarak, bazen kuzeye, bazen güneye meylederek, bazen zirveye yükselerek,
bazen dünyaya yaklaşarak, bazen yeryüzünün üzerinde, bazen altında, bazen
ateşten, bazen topraktan, bazen havadan, bazen de sudan oluşmuş burçlara denk
gelerek, bazen değişken, bazen de sabit burçlara denk gelerek, bazen bizzat
kendisi, bazen birlikte, bazen ayrı, bazen birbirine bakan göz, bazen düşerek,
bazen ayrılarak, bazen yönelerek, bazen ayakta durur gibi, bazen dönerek, bazen
düz durarak, bazen doğuya, bazen batıya dönerek, bazen onun ateşini yakarak,
bazen konaklarında, bazen batış halinde, bazen şerefli bir halde ve bazen de
inişte... (olarak O nun emrini yerine getirirler).
Bunların
hepsi tanımlanan amaçlar ve Allah’tan başkasının bilmediği hesaplanmış
zamanlar için gök cisimlerinin nitelikleri ve halleridir. “Allah bunları ancak
bir fayda için yarattı.”[247]'
Gökbilimciler ve mahlûkat ancak Allah’ın dilediği kadarını bilebilir. “Onun
kürsüsü gökleri ve yeri içine alır”[248]
“Devirler Risâlesi’nde bu ilmin bir kısmını örnek ve işaret olarak
açıklamıştık. Oraya bak ve bahsettiğimiz şeyler hakkında düşün. Belki nefsin
gaflet ve cehalet uykusundan uyanır. Âlimlerin hayatını yaşarsın ve ahiret
yurdunda iyilerle birlikte ebediyete kadar nimetlerden yararlanarak, tadarak,
sevinerek, mutlu olarak memnun olanların hayatını yaşarsın. Oluş(kevn) ve
bozuluş(/esât) âleminde aşağıların en aşağısında (esfel-i safilin) olma!
Maddenin ayrışmasından önce ahirete yolculuk için hazırlan, azığını hazırla. Şüphesiz
en iyi azık takvadır.
Bölüm
Yıldızların
Güneş’in doğmasından önce veya batışından sonra zaman zaman ortaya çıkan iniş
düğümleri (eznâb)[249]
[250]
vardır. Bunlar ancak Ay feleğine yakın olan Esîr Kürede meydana gelir.
Bunun delili bu iniş düğümlerinin, bazen gezegenlerin dönmesinde olduğu gibi
burçlar kümesinin önüne geçmesiyle, bazen de onların geri dönüşünde olduğu
gibi geride kalmasıyla Ay feleğiyle birlikte dönmesidir.
İniş
düğümlerinin kendisinden oluştukları maddeleri, oraya yükselmiş olan gözle
görülmeyen duman ve buhardır. Bunlar Satürn ve Merkür’ün kuvveti ile birleşirler
ve şeffaf bir billur gibi saydam olurlar. Onların üzerine Güneş doğduğu zaman
diğer bir yönden saydamlaşır. Felekle birlikte dönmeye, doğmaya, yok olana
kadar batmaya ve gözden kaybolmaya devam eder. Havanın ışığında gördüğün bütün
bu olaylar ya insanlar ve hayvanlar için Yüce Allah’ın ruhsat, bolluk, selamet
ve kurtuluş ile müjdeleridir; ya da dedikodulara, verimsizliğe, kuraklığa,
pahalılığa, depremlere, vebaya, ölüme, Ay tutulmasına, savaşlara ve fitnelere
karşı uyarı ve korkutmadır. Bu, sorumlu kulların bunlardan ibret almalarını,
Allah’a karşı gelmekten uzak durmalarını, Allah’a itaate yönelmelerini, oruç,
namaz ve sadaka ile dua etmelerini, yalvarmalarını, tövbe etmelerini,
pişmanlık duymalarını, gönüllü olarak hayır yapmalarını, tapmaklarda,
mescitlerde, kiliselerde ve sinagoglarda Allah’a yaklaşmalarını sağlamak
içindir. Tüm bunlar babalardan çocuklara, âlimlerden cahillere birer nasihat,
üstün ve kudret sahibi olan Allah’ı bilmekten gafil olanlara bir uyarı ve yol
gösterici olması içindir. Allah’ın şu sözünde belirttiği gibi: “Sonra size
bir zarar dokunduğu zaman ona yalvarırsınız.”™
Ey
kardeşim! Bak ve gökyüzü ile yeryüzünün sahibini, ufuklardaki ve nefislerdeki
ayetleri düşün. De ki: “Rabbimiz! Sen bunları boşuna yaratmadın. Sen
eksikliklerden uzaksın. Bizi cehennem azabından koru”[251]
Yüce Allah’ın andığı ve şöyle dediği gibi onlarla birlikte şahitlik et: “Allah,
melekler ve ilim sahipleri ondan başka ilah olmadığına adaletle şahitlik etti”[252]
Onun ayetlerinden habersizce yüz çevirmiş halde geçip gidenlerden olma. Onlar,
Allah’ın haklarında şöyle dediği kimselerdir: “Ben onları ne göklerin ve
yerin yaratılışına, ne de kendilerinin yaratılışına şahit tuttum. Saptıranları
da hiçbir zaman yardımcı edinmiş değilim.”[253]
[254]
Yine yüce Allah dedi ki: “Onlar sağır, dilsiz ve kördürler. Bu nedenle
düşünmezler”™ Allah seni ve bizi bu cahillik ve körlükten korusun.
Rahmetiyle yönelttiği ve gösterdiği şeye bizi muvaffak kılsın. O bize yakındır
ve dualarımıza cevap verendir.
“Meteoroloji”
risalesi burada tamamlandı. Bu, tabiat konusundaki dördüncü risaledir. İhvân-ı
Safâ Risalelerinin de on yedincisidir. Bunu “Madenlerin Oluşumu” risalesi
takip ediyor.
Cisimsel-Doğal
Bilimlerin Beşinci
(İhvân-ı
Safâ Risaleleri’nin Ondokuzuncu) Risalesi:
Madenlerin Oluşumunun Açıklamasına Dair[255]
Rahman
ve Rahim olan Allah’ın adıyla!
A |
llaha
hamdolsun! Seçtiği kullarına da selam olsun! Allah daha hayırlıdır. Hala ortak
mı koşuyorsunuz.
Bölüm
Ey
iyiliksever merhametli kardeşim! Allah seni ve bizi katından bir ruh ile desteklesin!
Bil ki biz “Görüşler ve Mezhepler[256]”
adh risalede âlemin sonradan olduğunu (muhdes), yoktan var edildiğini (mübdd),
tasarlandığını (muhterd) ve yokluktan (lem yekûn) sonra var
olduğunu (kâin) açıklamıştık. Âlemin yoktan var edicisi (Mübdı),
tasarlayıcısı (Muhteri”), sonradan oluşturanı (Muhdis),
yaratıcısı (Halik) ve şekil vereni (Musavvir) yüce yaratıcı
(Bârî)dır. Onu hangi surette dilediyse “Ol” (kün)[257]
sözüyle dilediği gibi yoktan var etmiş ve olmuştur. Bu konuyu “Aklî İlkeler”
adh risalede açıklamıştık. Bu risalede Ay feleğinin altında zamanlar, çağlar ve
devirler boyunca oluşan ve kötülüğe sevk eden olayların ve varlıkların (kâinat)
bir kısmından bahsetmek istiyoruz. Tıpkı “Öldükten Sonra Diriliş ve Kıyamet
risalesinde[258]
[259]
âlemin yok oluşundan, ahiretin kurulmasından, dirilmekten, hesaptan,
mizandan, sırat köprüsünden geçmekten, cehennem ateşinden kurtulmaktan, cennete
kavuşmaktan ve Rahmana komşuluğun nasıl olacağından bahsettiğimiz gibi. Zira
mantıksal kesin kanıtlar ve aklî delillerle küreler âleminin (âlemü’l-eflâk)
ve bu âlemin şekillerinin özlerinin (cevher) birbiriyle birleşmediği,
parçalarının karışmadığı, onlardan var olanın dışında herhangi bir şeyin
meydana gelmeyeceği, aksine bu âlemin zamanlar ve çağlar boyunca mevcut haliyle
baki olduğu açığa çıkmıştı. Aynı şekilde bu âlem, bu döngüsel harekete ve
kürevî şekillere sahip olduğu müddetçe değişmez, bozulmaz ve dönüşmez. Ancak
onu meydana getirenin, yoktan var edenin ve yaratıcısının dilemesiyle bir
kerede veya aşamalı olarak ya da âlemin dönüşünü durdurması ile yok olur. “Bu
O’na çok kolaydır. Göklerde ve yerdeki en büyük şan ve şeref onundur. O mutlak
güç ve hikmet sahibidir”3
Bil
ki kürelerin dönüşünün durması âlemin ölümü, bütün hayatın yok olması ve
küresel (felekî) küllî nefsin bütün cisimlerden bir kerede ayrılmasıdır.
Bu büyük kıyamet, tamamen yok oluş (el-Bevârul-küllî) ve tamamen sona
eriştir. Çünkü canlı varlıklardan her bir varlığın ölümü, nefsinin cesedini
terk etmesidir ki bu onun kıyametidir. Allah’ın elçisinin dediği gibi: “Kim
ölürse kıyameti gerçekleşmiştir” Bize ait bir risalede âlemin, cismi,
nefsi, hayatı ve ilmi olan büyük bir insan olduğunu açıklamıştık. Söylediğimiz
şeyin hakikatini oradan öğren.
Ey
kardeşim! Sonra bil ki Ay feleğinin altındaki bozulmuş varlıkların (kâinât”lfâsidât)
dönüşümü beş çeşittir. Dört unsurun birbirine dönüşmesi bunlardandır. Nitekim
bunun keyfiyetinin bir kısmını “Oluş ve Bozuluş risalesi’nde[260]
açıkladık. Meteorolojik olaylar ve hava değişimleri bunlardandır. Bunun bir
kısmını da “Yüce Etkiler risalesi”nde açıklamıştık. Yerin içinde,
denizlerin derinlerinde ve dağların oyuklarında oluşmuş ve toplanmış olan
bozulmuş varlıkların dönüşümü de bunlardandır. Bunlar madenî özlerdir. Nitekim
bu risalede bunun keyfiyetinin bir kısmını açıklayacağız. Bitkilerin ve
ağaçların dönüşümü bunlardandır. Bunlar, “Bitki” risalesinde bir kısmını
açıkladığımız gibi beslenen ve büyüyen bütün cisimlerdir. Hayvanların dönüşümü
bunlardandır. “Hayvan risalesf'nde bitkileri anlattıktan sonra bir
miktar açıkladığımız gibi hayvan, bütün his sahibi hareketli cisimlerdir.
Bil
ki bu saydığımız şeyler uzun zamanlar ve çağlar boyunca, gece ve gündüzün
birbirinin yerine geçmesi, kış ve yazın birbirini takip etmesi ve toprak, su,
ateş ve havadan oluşan dört unsura dayalı olarak oluşur. Gezegenlerin birbirlerine
yaklaşmaları, (kırânât), binli devirlerin (ulûf) ve deveranların
(edvar) kurallarının gerektirdiklerine, kürenin (felek) şekilleri ile
yıldızların hareketlerine ve onların dört ana konak ile ufuklardan gelen
ışınlarının yerlerine göre durumlarının farklılığı ile olur. Madenlerin
oluşumunun nasıl olduğunu, özlerinin, çeşitlerinin, niteliklerinin, faydalarının
ve zararlarının farklı olmasının sırlarını açıklamak istiyoruz.
Kürelerin
deveranlarını, yıldızların hareketlerini, seneler ve çağlar içerisinde birbirlerine
yaklaşmalarını, bunların kaç tane ve nasıl olduklarını, tüm bunların nasıl
olduğunu bir risalemizde açıklamıştık. Bil ki Ay feleğinin altındaki her
varlığın (kâin) ve sonradan olanın dört nedeni vardır: Etkinlik nedeni (fâiliyyet),
maddî neden (heyûlânî), şeklî neden (sûriyyet) ve tamam olma
nedeni (tamâmiyyet). Madenî özlerin etkinlik nedeni, sonsuz büyüklüğe
sahip olan yaratıcılarının izni ile tabiattır. Tabiatın mahiyetini ve
fiillerinin nasıl olduğunu bize ait bir risalede açıklamıştık. Madenî özlerin
maddî nedeni ise bu risalede açıklayacağımız gibi civa ve kükürttür. Şeklî
neden, ateş, hava, su ve topraktan oluşan dört unsurun çerçevesinde kürelerin
dönüşleri ve gezegenlerin hareketleridir. Tamam olma nedeni ise, sonsuz
büyüklüğe sahip olan Allah’ın izni ile insan ve hayvanların hep beraber bu
madenî özlerden elde ettikleri faydalardır.
Bölüm
Ey
kardeşim! Bil ki madenî özlerin doğaları, tatları, renkleri ve kokuları
farklıdır. Bütün bunlar, madenlerin bulunduğu yerlerin toprak yapılarının ve
sularının farklılığından ve havalarının değişik olmasından dolayıdır. Zira
yerkürenin tamamı tüm parçalarıyla, derinliğiyle, dışıyla ve içiyle üst üste
dizilmiş, sıkıştırılmış, bağlanmış, karışımı ve yaratılışı farklı olan yumuşak
tabakalardan oluşmaktadır. Kayalar, sert dağlar, taşlar, sert kayalar, pürüzsüz
çakıl taşları, ufalanmış kumlar, gevşek çamur, yumuşak ve tuzlu toprak,
birbirine karışmış veya yanyana duran alüvyonlu toprak bu tabakalardandır.
Allah’ın şu sözüyle tanımladığı gibi: “Yeryüzünde birbirine komşu kara
parçaları vardır?[261]
[262]
Bunların renkleri, tatları ve kokuları farklıdır. Yeryüzünün toprağı, çamuru ve
taşları kırmızı, beyaz, siyah, yeşil, mavi ve sarıdır. Yüce Allah’ın şu sözünde
zikrettiği gibi: “Dağlardan da beyaz, kırmızı, siyah ve değişik renklerde
yollar yaptık?3 Yeryüzünün toprağının ve çamurunun içerisinde
lezzeti hoş, tadı acı ya da tuzlu, buruk, ekşi veya tatlı olanları vardır.
Onların içerisinde kokusu güzel olanı da, pis kokanı da vardır. Bütün bunların
yanında yeryüzünün sarsılması, delikleri, oyukları, damarları, kanalları, yer
altında ve yer üstünde nehirleri, derin çukurları, mağaraları ve inleri çoktur.
Tüm bunlar sular ve buharlarla doludur. Bu suların tatları, kokuları,
sertlikleri, yumuşaklıkları, ağırlıkları ve hafiflikleri yerlerinin toprak
yapısına, bulunduğu mekânın çamur durumuna, derinliklerine ve bataklıklarının
diplerine göre meydana gelir.
Bölüm
Bil
ki madenî özler üç çeşittir. Bunlardan bir kısmı toprak, çamur ve tuzlu yerlerde
oluşur. Onların oluşumu bir yıl ya da daha kısa bir sürede tamamlanır. Kükürt,
tuzlar, madeni tuzlar, renkli tuzlar ve benzeri şeyler gibi... Bunlardan bir
kısmı denizlerin derinliklerinde ve suların dibinde oluşur. Bunlar oluşumunu
bir yıl veya daha fazla bir sürede tamamlar. İnci ve mercan gibi... Bunlardan
mercan bitkiseldir, înci ise hayvansaldır. Bunlardan bir kısmı dağların
mağaralarında, taşların içlerinde ve kumların yarıklarında oluşur. Bunlar
oluşumlarını seneler sonra tamamlayabilir. Altın, gümüş, bakır, demir, kurşun
ve benzeri şeyler gibi... Bunlardan bir kısmı da oluşumunu birkaç yılda
tamamlar. Yakut, zebercet, akik ve benzeri şeyler gibi. Bunlardan her bir
çeşidin oluşumunun nasıl olduğunu diğerlerine delalet etmesi için bir miktar
açıklamak ve tanıtmak istiyoruz. Bunları tanıtmadan önce yerin şeklini ve dört
çeyreğe ayrılmasının keyfiyetini, bu çeyreklerin özelliklerinin durumlarının
nasıl değiştiğini izah etme ihtiyacı hissediyoruz. Yine bunların özelliklerinin
çağlar ve uzun zamanlar içerisinde nasıl değiştiğini açıklama gereği duyuyor ve
diyoruz ki:
Coğrafya
risalesinde açıkladığımız gibi yeryüzü denizler, dağlar, çöller, nehirler,
yerleşim bölgeleri ve harap olmuş yerlerin üzerinde bulunan objelerin hepsiyle
birlikte, ululuğu sınırsız olan Allah’ın izni ile, âlemin merkezinde havada
asıh duran bir küredir. Diyoruz ki yeryüzü bir bütün olarak iki yarımküredir.
Bir yarısı kuzeyde, diğer yarısı güneydedir. Bu yarımkürelerin her birisi
ikiye ayrılır. Böylece toplamı dört olur. Bunlardan her bir çeyrekküre dört
çeşit niteliğe sahiptir. Çöller, çorak, verimsiz ve harap araziler bu yerlerden
birisidir. Denizler, nehirler, sazlıklar ve dereler bunlardan bir diğeridir.
Bir diğeri de dağlar, tepeler, yüksekler ve alçak yerlerdir. Ekilen yerler,
köyler, şehirler ve yerleşim alanları da bu yerlerin sonuncusudur.
Ey
kardeşim! Bil ki bu yerler uzun çağlar ve zamanlar içerisinde değişir ve dönüşür.
Dağlık alanlar çöl ve sahra olur. Çöl alanları deniz, gölet ve nehir olur.
Deniz alanları dağ, tepe, çorak (sibâh), sazlık ve kum olur. Yerleşim
bölgeleri harap olur. Harap yerler yerleşim alanı olur. Bu özelliklerin bir
kısmını zikretmek gerekli oldu. Zira ilmin bu türü, diğer ilimlere nazaran
kabul gören ilim ehlinin pek çok görüşünden uzaktır ve farklı ilimlerdendir.
Bil
ki her üç bin yılda bir sabit yıldızlar, gezegenlerin en yüksek noktaları ve konakları
ile dereceleri bir tur dönerler. Her dokuz bin yılda bir, gökkürenin (felek)
çeyreklerinden bir çeyreği döner. Felekler, her otuz altı bin yılda on iki
burçta bir tur dönerler. Bu sebeple yıldızların güney açıları (müsâmetât)
ve ışınlarının ulaştığı bölgeler, yeryüzünün konumuna ve beldelerin havalarına
göre farklılık gösterir. Gece ve gündüzün, yaz ve kışın birbirini takip etmesi
de bunlara bağlı olarak farklılık gösterir. Bu farklılık ya dengeli ve eşit
olma ile ya sıcaklık ve soğukluğun fazlalığı, eksikliği veya aşırılığı ile ya
da yaz ve kışın dengeli olması ile ortaya çıkar. Bu, yeryüzünün çeyrek
kürelerinin durumlarının farklılık arz etmesi, beldelerin ve bölgelerin hava
değişiklikleri ve bir halden diğer hale dönüşmeleri için sebep ve neden olur.
Mecistîdeki
bilgiyi ve doğa bilimlerini araştıranlar söylediğimiz şeyin doğruluğunu
bilirler. Bahsettiğimiz nedenler ve sebeplerle medenî (‘Ümran) yerler
harap, harap yerler de medenî olurlar. Çöller deniz, denizler de çöl ve dağ
olur. Tabiat ve ilâhiyat bilimlerini araştıranlar ile Ay feleğinin aşağısında
bulunan bozulmuş (fasit) kâinatın sebeplerini ve kâinattaki dönüşümün
nasıl gerçekleştiğini araştıranlar, söylediğimiz sözün gerçekliğini ve
bahsettiğimiz şeyin doğruluğunu bilirler. Ancak denizlerdeki taşların
oluşumunun nasıl gerçekleştiğini, yumuşak çamurun nasıl taşa dönüştüğünü,
taşların nasıl parçalandığım ve bunlardan nasıl çakıl taşı ve kum meydana
geldiğini, bunları yağmur sularının nehir yatakları ve ırmaklar kanalıyla denizlere
nasıl taşıdığını; denizlerin diplerindeki bu çakıl taşı ve kumlardan nasıl taş
ve dağların oluştuğunu kısaca açıklamak istiyoruz.
Ey
kardeşim! Bil ki denizler yeryüzündeki bataklıklar gibidir. Dağlar ise, yeryüzünün
tamamının sularla kaplı olmaması için denizleri birbirinden ayıran setler ve
barikatlar gibidir. Şayet yeryüzünde dağlar olmasaydı yerin yüzeyi düz bir
arazi ile çevrili olurdu. Bu durumda denizlerin suları yerin yüzeyine dağılır
ve her yeri kaplar, havakürenin [atmosfer] yeryüzünün tamamını kuşatması gibi
onu kuşatırdı. Yeryüzünün tamamı bir tek denizden ibaret olurdu. Ancak İlahî
takdir ve rabbani hikmet, yeryüzünün bir kısmının karadaki canlılara mesken
olması için açık olmasına, bir kısmında da ot, ağaç ve tarım bitkileri
ekilebilmesine hükmetmiştir. Zira bunlar canlıların gıdası ve bedenlerinin
maddesi olmuştur. “Bu, mutlak güç sahibi ve her şeyi hakkıyla bilen Allah’ın
takdiridir!’[263]
Ey
kardeşim! Bil ki nehir yatakları ve ırmakların hepsi dağlardan ve tepelerden
başlar. Denizlere, sazlıklara ve göletlere doğru akıp gitmeye devam eder.
Güneş, ay ve yıldızların uzun zaman ve dönem içerisinde kendisi üzerindeki
ışıklarının şiddetinden dolayı dağların nemi kurur, kuruluğu artar, parçalanır
ve kırılır. Özellikle de yıldırım çarpması esnasında... Böylece taşlar,
kayalar, çakıllar ve kumlar oluşur. Sonra yağmurlar ve seller bu kayaları ve
kumları nehir yataklarının ve nehirlerin içerisine indirirler. Akıntının
şiddeti bunları denizlere, göletlere ve sazlıklara taşır. Denizler
dalgalarının şiddeti, çarpmasının ve hiddetinin fazlalığı dolayısıyla bu
kumları, çamuru ve çakıl taşlarını uzun zaman ve dönem içerisinde yavaş yavaş
dibe yayar. Bir kısmı diğerinin üzerine yapışır. Denizlerin diplerinde dağlar
ve tepeler oluşur ve şekillenir. Rüzgârların esmesinden çöllerde ve çorak
arazilerde kum tepeleri oluştuğu gibi...
Ey
kardeşim! Bil ki denizlerin diplerinde şekillendiğini söylediğimiz bu dağlarda
ve tepelerde akıntı meydana geldiğinde su yükselir ve genişlemek ister.
Sahilleri çöllere ve çorak arazilere doğru genişler. Su, buraları kaplar. Uzun
süre bu şekilde kalmaya devam eder. Sonunda çölle kaplı yerler deniz olur.
Denizle kaplı yerler de kuru ve çorak bir araziye dönüşür. Bu şekilde dağlar
kırılmaya, taş, çakıl ve kum olmaya devam eder. Yağmur selleri onları indirerek
akıntının etkisiyle nehir yataklarına ve ırmaklara taşır ve sonunda denizlere
ulaşır ve açıkladığımız gibi orada birleşirler. Yüksek dağlar alçalır, eksilir
ve kısalır. Sonunda yerin yüzeyiyle aynı seviyeye gelir. Bu şekilde bu çamur ve
kumlar denizlerin dibine yayılır. Bunlardan tepeler, tümsekler ve dağlar oluşur
ve şekillenir. Yarımadalar ve çöller oluşur. Alçakta ve dipte kalan su göller,
sazlıklar veya göletleri oluşur. Buralarda sazlıklar ve bataklıklar oluşur.
Seller buralara çamur, kum ve bataklıkları taşımaya devam eder. Sonunda bu
yerler kurur ve burada ağaçlar, turunçgiller ve otlar yetişir. Yırtıcı ve
vahşi hayvanların mekânı olurlar. Sonra insanlar odun, av ve sair menfaat ve
ihtiyaçlarını gidermek için buralara giderler. Ziraat, ekin ve bitki tarlaları
insanların oturduğu belde, köy ve şehirlere dönüşür.
Ey
kardeşim! Bil ki bu denizler yeryüzündeki bataklıklar gibidir. Onların arasında
yüksek dağlar vardır ve bunlar denizlerin setleri gibidirler. Bunlar
birbirlerine bitişiktir. Birbirlerine ya yerin yüzeyindeki kanallar ya da yerin
içerisindeki delikler ve arklarla bağlıdır. Bu denizlerin ortasında büyük küçük
pek çok ada ve nehirler vardır. Bunlardan bazılarını insanlar ekerek, köyler,
şehirler ve ülkeler oluşturup mamur hale getirmişlerdir. Bazıları ise içindeki
dağlar ve sazlıklarla çöl ve çorak arazi konumundadırlar. Buralarda yabani ve
vahşi hayvanlarla vahşi olmayan hayvanlar ve sayısını Allah’tan başka kimsenin
bilmediği farklı canlı türleri bulunur. Bu adaların ortalarında büyük ve küçük
göller, göletler ve sazlıklar vardır. Bunların bazılarının suları tatlı,
bazılarının da aşırı tuzludur. Buralarda saydıklarımızın dışında, halleri ve
özellikleri farklılık arz eden çeşitli şeyler vardır. Söylediklerimizin gerçekliğini
ve açıkladıklarımızın doğruluğunu bildirmek için bunların sebeplerinden bir
kısmını anlatacağız:
Denizlerin
dalgalanmasının, sularının yükselerek sahillere vurmasının, dalgalarının
birbirine çarpmasının, kış, yaz, ilkbahar ve sonbaharın farklı vakitlerinde,
ayın başlarında ve sonlarında, gece ve gündüz saatlerinde beş yöne doğru
dalgalanmaları esnasında rüzgârların esmesinin sebebi, denizlerin sularının
dipte kalıp ısındığında genleşip dağılması ve daha önceden olduğundan daha
geniş bir yer istemesidir. Buradaki suların bazı parçaları genişlemek için
yukarıya, doğuya, güneye, kuzeye ve batıya doğru itişirler. Bunun gerçekleştiği
esnada denizlerin sahillerinde farklı yönlerde farklı rüzgârlar olur. Bazı
vakitlerde dalga olmasının sebebi ise gökkürenin şeklinden ve onun ışıklarının
ufuklardan bu denizlere düşüş açısından, dört eksenden, ayın yirmi sekiz
konağına ulaşması esnasında bunlarla olan ilişkilerinden kaynaklanmaktadır. Nitekim
bu konular Yıldızların hükümleri ile ilgili kitaplarda zikredilmektedir. Ayın
doğuş ve batışları esnasında bütün denizlerin değil de bazı denizlerin
yükselmelerinin (medd') sebebi bu denizlerin diplerinde set kayaların bulunmasıdır.
Ay bu denizin yüzeyine doğduğunda ışıklarının düşüş açıları dipteki bu kaya ve
taşlara ulaşır. Sonra oradan tekrar yansır. Bu sular ısınır, sıcaklar ve
genleşerek daha geniş bir mekân isterler. Yukarı doğru yükselir ve
birbirlerini yukarıya iterler. Denizin sahillerinde dalga oluştururlar ve
sahillerin yüzeylerine taşarlar. Daha önceden dökülmüş oldukları nehirlerin
sularına dönerler. Bu durum ay, semanın eksenine (Veted)[264]
[265]
yükselinceye kadar devam eder. Oraya ulaşıp batmaya başladığı esnada bu suların
dalgaları sona erer; soğur ve bu parçalar toplanır. Katılaşarak denizin dibine
döner. Irmaklar kendi adetleri üzerine akarlar. Bu durum, ayın batışı,
denizlerin ufuğuna ulaşmasına kadar devam eder. Sonra doğu ufkunda
gerçekleştiği gibi denizlerin yükselmesi başlar. Bu ise, ayın yerin eksenine
ulaşmasına kadar devam eder. Suların yükselmesi aniden kesilir. Sonra ay,
yerin ekseninden uzaklaşınca ay doğu ufkuna ulaşana dek suların yükselmesi
yeniden başlar. “Bu mutlak güç sahibi ve her şeyi hakkıyla bilen Allah’ın
takdiridir”11 Şayet denirse ki niçin bu denizlerin yüzeyinde
Güneş’in doğuşu ve batışı esnasında met ve cezir olmuyor? Bunun sebebini “Sebep
Sonuç risalesinde açıklamıştık. Şayet Allah dilerse oradan araştır.
Gece
ve gündüz, kışın ve yazın rüzgârların altı farklı yönden esmesinin sebebini “Yüce
Etkiler risalesinde açıklamıştık.
Denizler
için setler ve barikatlar oluşturduğunu söylediğimiz dağların yeryüzündeki
kökleri sağlamdır. Havada başları dik ve yükseklikleri fazladır. Yerin üzerinde
iki yüz ile bin fersah aralığı mesafede uzanmaktadırlar. Bunların bazıları
doğudan batıya doğru, bazıları da kuzeyden güneye doğru uzanmaktadır. Dağların
bir kısmı ise bu yönler arasında ikiye ayrılmıştır. Bu dağların bazı
özellikleri “Coğrafya risalesinde vardır.
Bil
ki bahsettiğimiz dağların bir kısmı sert kayalardan, bazısı sağlam taşlardan,
bazısı da yumuşak kayalardan oluşmuştur. Onlarda çok az bitki biter. Tihame
Dağlarında[266]
olduğu gibi. Onun bir kısmı üst üste çökmüş ve parçaları birbirine bağlı
yumuşak kayalar, yumuşak çamur, toprak, kum ve birbirlerine yapışmış çeşitli
çakıl taşlarından oluşmuştur. Bununla birlikte onun pek çok oyukları,
mağaraları, vadileri, derin çukurları, su gözleri, kanalları, nehirleri ve
ağaçları vardır. Bitkileri, otları ve ağaçları çoktur. Filistin Dağında, Lükkâm[267]
ve Taberistan Dağlarında ve diğerlerinde olduğu gibi. Yerin ve dağların
içlerindeki oyuklar, mağaralar ve derin çukurlara gelince, bunların suların
çıkacağı delikleri olmadığında bu sular orada belli bir süre hapis kahr. Yerin
içi ve bu dağların derinlikleri ısındığı zaman bu sular da ısınır, incelir ve
çözünerek buhar olur. Yükselir ve daha geniş bir mekân ister. Şayet yer
sarsıntısı çok olursa çözünür ve buharlar bu deliklerden çıkar. Şayet yerin
yüzeyinin yoğunluğu şiddetli ve kuvvetli olursa buharların çıkmasını engeller.
Bu çukurlarda çıkma isteğiyle dalgalanarak hapis kalırlar. Belki de yeryüzü
bir noktasından yarılır ve bu rüzgârlar ansızın çıkar. Çıktığı yer de batar.
Buna yıkılma sesi ve zelzele denir. Şayet çıkış yeri bulamazlarsa orada hapis
kalırlar. Zelzele, bu mağaraların ve çukurların havası soğuyana ve buharlar
katılaşana kadar devam eder. Buharlar ne zaman yoğunlaşır, parçaları bir araya
gelir ve suya dönüşürse bu oyukların, mağaraların ve çukurların dibine dönerek
şarıldar. Bir süre bu halde kahr. Orada kalışı her uzadığında titrek civa olana
dek saflığı ve yoğunluğu artar. Bu madenlerin tozlarıyla karışır. Olgunlaşması
ve pişmesi esnasında daima madenin sıcaklığıyla birleşir. Bundan da
açıklayacağımız gibi özellikleri farklılık arz eden madeni cevher çeşitleri
oluşur. Yerin ve dağların oyuklarının içerisindeki su gözlerinin ve
kaynaklarının farklı olmasının; tatlılığının, tuzluluğunun, ekşiliğinin,
acılığının, kükürtlülüğünün, neftliliğinin ve yağlılığının sebebi; kışın sıcak
ve yazın soğuk olmasının veya bütün vakitlerde aynı durumda olmasının nedeni
ise bulundukları yerlerin toprağının farklılığından, bulundukları mekânların
çukurlarının ve onlara etki eden etkenlerin değişik olmasından dolayıdır. Bunun
sebeplerinin bir kısmını, geride kalanlara kıyas olması için söyleme ihtiyacı
hissediyoruz. Diyoruz ki: Pek çok suyun gözünün kışın sıcak yazın soğuk
olmasının sebebi, sıcaklık ve soğukluğun aynı yerde bir arada bulunmayan iki
zıt unsur olmasından dolayıdır. Kış gelip hava soğuyunca sıcaklık gider ve
yerin içerisinde gizlenir. Yerin içerisinde ve derinlerinde bulunan sular
ısınır. Yaz gelip hava ısınınca da soğukluk gider ve yerin içerisinde gizlenir.
Yerin içerisinde ve derinlerinde bulunan bu sular soğur. Bazı su gözlerinin
yazın ve kışın aynı durumda kalarak sıcak olmasının sebebi ise yerin içerisinde
ve dağların oyuklarında toprağı kükürtlü olan yerlerin bulunmasıdır. Orada
oluşan bu nemler yağlı olur ve buradaki sıcaklık daima sabit olur. Onların
arasında veya üstlerinde, yarık kanallar ve arklar içerisinde sular bulunur. Bu
sular, oradaki buharla karşılaşıp birleşerek ısınır. Sonra çıkar ve yerin
içerisine doğru sıcak bir kor olarak akar. Ona atmosferin serinliği ve havanın
soğukluğu isabet edince soğur, belki de donar. Yoğunlaşıp birbirine bağlanınca
bulundukları yerlerin toprağının farklılığı ve çukurların değişikliğine göre
civaya, beyaz kurşuna, zifte, nefte, tuza, kükürte, boraksa, şapa veya buna
benzer şeylere dönüşür. Deniz sularının genelinin sularının tuzlu olmasının
sebebi, bunda küllî bir yarar ve genel bir fayda olduğu için övgüye layık olan
Bârî’nin gözetimi ve ilahi hikmetten dolayıdır. Zira denizlerden havaya
yükselen buharların parçaları hava ile karıştığı ve farklı yönlere yükseldiği
zaman onları tabaklayıp tuzlandırarak çürümelerini, değişmelerini ve
bozulmalarım önler. Şayet bu olmasaydı nefes alan hayvanlar bir defada
ölürlerdi. Böylece denizlerin sularının tuzlu olması tuzlanmaya ve değişmeye
engel olurdu. Bu ise deniz canlılarının bir kerede helak olmaları demektir.
Pek çok zaman denizlerin dalgalarının şiddetli olması bu sebepten dolayıdır.
Uzun zaman içerisinde aşırı yoğunlaşmaması, donmaması ve tamamının toprak olmaması
için yukarısı aşağısına, aşağısı da yukarısına karışır. Güneşin ve yıldızların
denizlerin üzerine doğması, onları ısıtması ve onların yoğunlaşmasını ve
donmasını engellemesi de aynı nedenden ötürüdür. Atmosfer ve hava da aynı
görevi görür. Zira yıldızların geceleyin ışıklarının düşmesi olmasaydı bir süre
sonra Güneş ve Ay’ın doğmadığı kuzey ve güney kutbu gibi yerlerdeki atmosfer
bütünüyle donardı. Bazı gözlerin sularının acılığının sebebi ise, buralara
toprağı tuzlu olan suların bulunduğu yerlerden su akmasıdır. Tadı kükürtlü
veya neftli olanların durumu da böyledir.
Bil
ki bazı yerlerde gece ve gündüzleri uzaktan -dağ başlarında ve vadilerin derinliklerindeatmosferde
parlayan ve havada yükselen koyu bir duman şeklinde bir nur ve ışık görülür.
Bunun sebebi, dağların derinliklerinde, içine kükürtlü, neftli ve yağlı suların
aktığı sıcak ve alevli oyuklar, mağaralar ve çukurların olmasıdır. Bunlar
buraların daimi maddesi olurlar. Bunun örneği Sicilya Yarımadası ve
Huzistan’daki Mezemher Dağıdır. Bazı yerlerde daima ılık rüzgârların estiği
dağlar vardır. Çeşitli vakitlerde soğuk rüzgârların estiği dağlar da vardır. Bu
dağların üzerlerinde erimekte olan karlar bulunur. Bu nemlerden çözünen ince
parçalar buhar olurlar ve atmosferde yükselirler. Rüzgârlar onları beş yöne ya
da herhangi bir yöne iterler. Şam’daki Kar Dağından esen rüzgârda olduğu gibi.
Davut beldelerindeki Ğur Dağında, Dûmend Dağı nda ve buna benzer dağlarda
olduğu gibi.
Kendisinden
her daim yumuşak rüzgârlar esen dağlara gelince... Bamyan beldesi[268]
bunun bir örneğidir. Zira bu dağın aşağısından pek çok göz çıkar. Etrafında
da pek çok otlak vardır. Bu otlaklara, dağın üzerindeki karlar ve yağmurlar
gözükmeksizin nehirler ve dereler akar ve daima ılık rüzgârlar eser. Bu durum,
bahsi geçen dağın içerisinde aşırı soğuk mağaralar, oyuklar ve çukurların
bulunduğuna delalet eder. Bunlar atmosferi dondurur ve suya dönüştürür. Sonra
bu su, aşağıya sızar ve içinden gözlerin ve kanalların aktığı dar gözeneklerden
bu otlaklara, çöllere ve köylere iner. Bölgedeki insanlarla vahşi hayvanlar,
aslanlar, evcil hayvanlar ve kuşlardan oluşan diğer canlılar bu sulardan
yararlanırlar. Çünkü bu dağ denizlerden uzaktadır. Bulutlar mesafenin
uzunluğundan dolayı buraya muhtemelen çok az ulaşır. Bahsettiğimiz şeyleri
düşündüğünde, şanı yüce olan Bârî’nin mahlûkatım takdir etme, onlar için güzel
bir siyaset gütme ve onlara şefkat etme noktasındaki gözetimini anlarsın. O,
mahlûkatın ihtiyaçlarıyla ilgili sebeplerin çoğunu açığa çıkarmış ve mümkün
olan bütün yollardan onların menfaatlerine olanı, fiillerin kendisine dayandığı
Heyula kanalıyla vermiştir.
Bölüm
Bil
ki dereler ve nehirlerin çoğu dağlar ve tepelerden başlar ve denizler, sazlıklar,
göletler, çöller ve göllere doğru akışına devam eder. Akışı doğudan batıya
doğru olan Sicistan’daki Maond nehri gibi uzun nehirler bunlardandır. O,
Bamyan ve Ğur dağlarından başlar; batıya, Kirman arazisine sonra da Hürmüz
Denizine doğru ilerler. Bunlardan bir diğeri de Ars ve Kürs gibi
doğuya doğru akar. Bu ikisi Azerbaycan ülkesindeki iki nehirdir ve
başlangıçları Rum Dağı'ndandır. Doğuya, Taberistan Denizi ne doğru
ilerlemeye devam ederler ve oraya dökülürler. Mısırdaki Nil Nehri gibi
akışı güneyden kuzeye doğru olanlar da bunlardandır. Bu nehir ekvator çizgisinin
öbür tarafındaki (güneyindeki) Kamer Dağından doğar. Kuzeye doğru yönelerek Akdeniz’e
dökülene dek akışına devam eder. Dicle nehri gibi akışı kuzeyden güneye
doğru olanlar da vardır. Dicle, Nusaybin Dağından doğar ve akışını
güneye doğru sürdürür. Sonra Abbadanda Hint Okyanusuna (Bahru Fâris)
dökülür. Horasandaki Ceyhun ve Fırat nehirleri gibi, akışı farklı
yönlere yönelenler de vardır. Zira Ceyhun, Sananiyan dağından doğar ve
batıya ve kuzeye saparak ilerler. Havarizm’in kuzeyindeki Hazar Denizi
ne (Bahru Cürcan) dökülür. Fırat, Rum Dağından doğar. Doğuya ve
güneye saparak ilerler ve Abbadandaki Hint Okyanusu na dökülür.
Cürcandaki diğer nehirler de bahsettiğimiz şekildedir.
Bahar
günlerinde, akışı kuzeyden güneye doğru olan pek çok nehrin yükselmesinin
sebebi, karların kışın kuzey kutbundaki dağ başlarında çoğalması, ardından
Güneş’in ufuk açısına (semt) yaklaşmasıyla havanın ısınmasından dolayı
bu karların erimesi ve buralardan vadilere ve nehirlere akmasıdır.
Mısır’daki
Nil Nehri nin yaz günlerinde yükselmesinin sebebi ise, bu nehrin güneyden
kuzeye doğru akmasındandır. Akışının başlangıcı, kutup çizgisinin öteki
tarafındandır. Nitekim bizde kış olurken orada yaz olur; bizde yaz olurken
orada kış olur. Bizde yaz iken orada çok yağmur olur. Bu nehirlerin, açıklaması
ve sebebinin izahı uzun olan kıvrımları ve engelleri vardır. O, akışı esnasında
kırsal arazileri (sevâdât), mezraları, şehirleri ve köyleri sular. Onun
sularının fazla kısmı denizlere, çöllere, bataklıklara ve göllere dökülür.
İster tatlı, ister tuzlu olsun, oraların sularıyla karışır. Üzerlerine Güneş ve
yıldızlar doğduğunda onları ısıtır. Isınırlar, incelirler, çözünürler ve buhar
olarak atmosferde yükselir ve farklı yönlere dağılırlar. Bunlar dağ başlarına,
çöllere, gelişmiş ve harap yerlere rüzgârlar, bulut, sis, çiy, ıslaklık, kırağı,
nem, kar ve dolu olarak yağarlar.
Dağ
başlarında gerçekleşen yağmurlar, bu dağların çatlak ve yarıklarına sızarak
oradaki mağaralara, oyuklara ve çukurlara dökülür. Buralar dolar ve depo gibi
olurlar. Bu dağların aşağısında, içinden suların geçtiği dar menfezler olur.
Akar, birleşir, vadi ve nehir olurlar. Bu dağların başlarındaki karlar erir ve
vadilere akar. Akışına denizlere doğru yönelerek devam eder. Sonra önceki yıl
olduğu gibi onlardan buharlar, rüzgârlar bulutlar ve yağmurlar meydana gelir. “Bu
mutlak güç sahibi ve hakkıyla bilen Allah’ın takdiridir”[269]
Bölüm
Yer
şekillerini, denizler, çöller ve dağların özelliklerini, beldelerin toprak ve
su farklılığını bahsetmeyi bırakmış olduğumuz için burada madenlerin
sırlarından bir kısmını anlatmak istiyoruz. Diyoruz ki: Dağlardan hiçbir dağ,
hiçbir deniz, hiçbir toprak, hiçbir yarımada, hiçbir nehir, hiçbir parsel,
yeryüzündeki yerlerin büyük ya da küçüğü, yüzeyi ya da iç kısmı olsun hiçbir
belde yoktur ki onun diğerlerinde olmayan bir ya da birkaç özelliği olmasın.
Belde belde, parsel parsel farklı özellikleri vardır. Buralarda başka beldede
oluşmayan, başka parselde bitmeyen ve sadece orada doğan madeni cevher
çeşitleri veya farklı türler oluşur yahut bitkilerden bir çeşit biter,
hayvanlardan bir cins doğar. Bunun örneği, filin sadece güney denizlerinin
yarımadalarında Koç burcunun dönencesinde (medar) doğmasıdır. Aynı
şekilde zürafa sadece Habeşistan beldelerinde doğar. Samur, sincap ve misk
ceylanı ancak kuzeydoğu bozkırlarında doğar. Şahin, doğan ve bunlara benzeyen
kuş çeşitleri ancak sarp dağ başlarında yavrular. Keçi ve koyun ancak
bozkırlarda ve çöllerde yavrular. Ördek, kaz ve buna benzer kuşlar ancak
sahillerde, deniz kenarlarında, sığ sularda ve sazlıklarda yavrularlar. Serçe,
tahtalı güvercin, kumru ve benzeri kuşlar ağaçların arasında, sık ağaçlarda,
köylerde ve bostanlarda yavrularlar. Bitkilerin durumu da bu örnekteki gibidir.
Hurma ve muz ancak sıcak beldelerde ve yumuşak arazilerde biter. Ceviz, badem,
fıstık, fındık ve benzerleri ancak soğuk beldelerde biter. Bitki tohumu, çınar ve
çalılıklar bozkırlarda ve çorak yerlerde; şeker kamışı ve söğüt de nehir
kıyılarında yetişir. Diğer bitkiler de bu şekildedir. Madeni cevherlerin durumu
da aynı şekildedir. Bunların her birisinin sadece orada oluştuğu özel bir yeri
ve bilinen bir toprağı vardır. Mesela altın... O, sadece kumlu bozkırlarda,
dağlarda ve yumuşak taşlarda oluşur. Gümüş, bakır, demir ve benzerleri sadece
dağ içlerinde ve yumuşak toprakla karışmış taşlarda oluşur. Kükürt sadece ıslak
arazilerde, yumuşak topraklarda ve yağlı rutubetlerde oluşur. Gulgutar[270]
ve eklâh ancak tuzlu yerlerde ve dere yataklarında oluşur. Kireç taşı ve
Isfahan çamuru sadece toprağı çakıl taşlarıyla karışık olan kumlu yerlerde
oluşur. Sülfürik asit ve şap sadece sert ve acı topraklarda oluşur. Diğer
madeni cevher çeşitlerinin durumu da bu şekildedir.
Bölüm
Bil
ki madeni cevherlerin çeşitleri çoktur. Sayısını Allah’tan başkası sayamaz. Ancak
insanlar bunların bazılarını bilir, bazılarını da bilmez. Bu ilimde derinliği
olanlardan ve bunları araştıranlardan bazı bilge kişiler, bilinen ve sayılan
madenlerin yaklaşık dokuz yüz adet olduğunu söylemişlerdir. Her birinin
özellikleri, şekilleri, renkleri, tatları, kokuları, ağırlıkları,
değişkenlikleri, zararları ve faydaları farklıdır. Bunlardan bazılarını diğerlerine
delil ve kıyas olması için anlatmak istiyoruz. Diyoruz ki: Madenî cevherlerden
bir kısmı sert taşlıdır. Ancak ateşte erirler ve soğuduklarında da donarlar.
Altın, gümüş, bakır, demir, siyah ve beyaz kurşun, cam ve benzerleri gibi...
Onlardan bazıları da sert taşlıdır. Ancak şiddetli ateşte erirler ve sadece
darbeyle kırılırlar. Yakut ve akik gibi... Onlardan bazıları gevşek
topraklıdır. Erimez fakat ufalanır. Tuz, sülfürik asit ve talk[271]
gibi... Onların bir kısmı nemli ve suludur, ateşten kaçar. Civa gibi. Onların
bir kısmı yağlıdır ve havaya aittir. Ateş onu yakar. Kükürt ve arsenik gibi...
Bazıları bitkiseldir. Beyaz ve kızıl mercan gibi. Bazıları hayvanidir. İnci
gibi. Bazıları düğümlü ve çiylidir. Amber ve bâzehr[272]
gibi. Zira amber deniz suyunun yüzeyine düşen bir çiğdir. Belli bir zaman
diliminde özel bir yerde meydana gelir. Aynı şekilde bâzehr de bazı taşların
üzerine düşen bir çiydir. Sonra o taşların yarıklarına işler ve belli bir zaman
diliminde özel yerlerde meydana gelir. Zencefilin Horasan’daki bir diken
çeşidinde çiy olarak bulunması gibi... Aynı şekilde reçine belli bir zaman
diliminde bir bitkide bulunan çiydir ve orada oluşur. İnci de aynı şekildedir.
O, deniz canlılarının bir çeşidi olan sedefin içerisine yerleşen bir çiydir.
Sonra katılaşıp donarak burada oluşur. Aynı şekilde mumya da kayaların
yarıklarına yerleşmiş olan bir çiydir. Sonra orada katılaşarak suya dönüşür.
Sonra dar gözeneklerde ortaya çıkar, donar ve burada oluşur. Çiy, havaya ait
bir rutubettir. Gecenin soğukluğunda donarak bitkilerin, taşların, ağaçların
ve kayaların üzerine düşer. Bütün madeni cevherlerin durumu bu kıyasa tabidir.
Onların maddeleri, uzun süre kalmakla ve zamanın geçmesiyle kendilerine ait
yerlerde oluşan rutubetler, sular, ıslaklıklar ve buharlardır. Bahsettiğimiz
şeylerle, farklı çeşitlerine, özelliklerine, renklerine, tatlarına,
kokularına, ağırlıklarına, hafifliklerine, dirençliliklerine, gevşekliklerine,
yumuşaklıklarına, sertliklerine, özelliklerine, faydalarına ve zararlarına
rağmen, madeni cevherlerin tamamının toprağa ait sert, ağır, karanlık ve şeffaf
parçalardan; suya ait ağır ve hafif arası rutubetli, akıcı ve saf parçalardan;
havaya ait hafif, yumuşak, yağlı, saf, aydınlık parçalardan; olgunlaşmış ya da
ham, kuvvetli veya zayıf sıcaklıktan bir araya getirildiği ve ortaya
çıkarıldığı açığa çıkmıştır. Üstün oran veya bunun dışındaki bileşik oranlardan
meydana gelen bir bileşimdir. Bu bileşim, dört özellikle (tabâ’i-i erba’a)
çarpılan on iki mertebedir. Bu dört özellik sıcaklık, soğukluk, nemlilik ve
kuruluktur. Toplamı kırk sekiz mertebedir. Bu uzunluk kendisiyle (48’le)
çarpıldığında iki bin üç yüz dört eder. Bu genişlik köküyle çarpıldığında
111.072 olur. Bu ise birler basamağının küpüdür. Bu bölümü açıklama ihtiyacı
duyuyoruz. Çünkü bu konu, madenlerin keyfiyetini bilmenin temelini
oluşturmaktadır.
Bölüm
Ey
kardeşim! Bil ki madenin sıcaklığı yerin içerisindeki farklı rutubetleri ve
sıkışmış buharları kuşattığı zaman erir, incelir, hafifler, yukarıya, bu
çukurların ve mağaraların tavanına yükselir ve orada bir süre kalır.
Yerin
altı, yazın soğuduğunda bunlar donar, katılaşır, çukur ve mağaraların en
aşağısına geri döner. Buradaki arazilerin toprağı ve çamuru ile karışır.
Madenin sıcaklığı onu daima olgunlaştırır ve pişirir halde orada bir süre
kahr. O, uzun süre kalmasıyla berraklaşır; ağırlık ve katılığı artar. Bu
rutubetler, kendilerine dâhil olmuş toprağa ait parçalar ve bunlardan aldıkları
ağırlık, katılık, sıcaklığın olgunlaşması ve onları pişirmesi ile titrek bir
civa olurlar. Bu havaya ait yağlı parçalar ve onlarla ilişki içerisinde olan
toprağa ait parçalar, sıcaklığın onları uzun zaman içerisinde pişirmesi ile
yakıcı kükürde dönüşür.
Kükürt
ve civanın parçaları ikinci kez birbirine karıştığında katışır, karışır ve birleşir.
Olgunlaşması ve pişmesi esnasında sıcaklık süreklidir. Bu esnada farklı madeni
cevher çeşitlerine bağlanır. Zira civa saf, kükürt de katışıksız olduğunda ve
bu ikisinin parçaları birbirine karıştığında onların ölçüsü en üstün oranda
olur. Birleşirler ve kükürt, civanın nemini emer, ıslaklığını kurutur. Madenin
sıcaklığı, pişmiş olması ve olgunluğu noktasında ölçülü olur. Olgunlaşmadan
önce ona soğuk ve kuru hiçbir etki tesir etmez. Bu koşullarda uzun zaman
içerisinde saf altın meydana gelir. Şayet olgunlaşmadan önce ona soğuk etki
ederse düğümlenir ve beyaz gümüş meydana gelir. Şayet ona aşırı sıcaktan dolayı
kuruluk ve toprağa ait parçaların fazla etkisi olursa düğümlenir, kuru ve
kırmızı bakır meydana gelir. Şayet olgunlaşmamış kükürt ve civanın parçalarına
birleşmeden önce soğuk etki ederse, aşırı beyaz bir kurşun meydana gelir.
Şayet ona olgunlaşmadan soğuk etki eder ve toprağa ait parçalar daha fazla
olursa siyah demir oluşur. Şayet civa daha fazla, kükürt daha az, sıcaklık da
zayıf olursa bu durumda siyah kurşun oluşur. Şayet sıcaklık dağılır ve onu
yakarsa rastık taşı olur. Madeni cevherlerin, dış etkiler sebebiyle kükürdünün
ve civasının fazlalığı ya da noksanlığı, sıcaklığının aşırılığı ya da azlığı,
madenin olgunlaşmadan önce soğuması ya da ölçüsünü kaybetmesi noktalarında
dengeli olmaktan ve en üstün olan orandan uzaklaşması bu kıyasa tabidir.
Toprağa ait madenlerin cevherlerinin durumu da bu kıyasa tabidir.
Billur,
yakut, zebercet, akik ve benzeri ateşle erimeyen taşa ait cevherlere gelince,
bunlar yağmur suları ile mağara, oyuk ve vadilerin katı dağlardan ve sert
taşlardan sızdırdıkları ıslaklıklardan oluşur. Onlara toprağa ait parçalar ve
çamurdan hiçbir şey karışmaz. Bilakis uzun zaman diliminde orada bulunuşları
uzadıkça suların devamlılığı, ağırlığı ve katılığı artar. Madenin sıcaklığı
daima onu olgunlaştırır ve pişirir. Sonunda şekle girer, sert ve saf bir taş
olur. Renleri, saflıkları ve sükûnetleri, bu cins cevherleri yöneten
yıldızların ışıklarına ve bu özel yerlere ışıklarının düşme durumlarına (metârih)
göre meydana gelir. Nitekim bunu “Bitki Risalesinde açıklayacağız. Zira
sarı yakutun, saf altının, zaferanın ve bitkilerden bunlara benzeyen şeylerin
renkleri Güneş’in ışığına ve ışığının parıltısına aittir. Bunun gibi gümüşün,
tuzun, billurun, pamuğun, karların ve benzer bitkilerin renkleri, ayın ışığına
ve ışığının parıltısına mensuptur. Bütün çeşitlerin renkleri, bu kıyasa uygun
olarak, gezegenlerden ve sabit yıldızlardan her birine mensuptur. Bu konu “Ahkâmu’n-Nucûm”
adlı kitapta anlatılmaktadır. Siyah Satürn’e {Merih), kırmızı Mars’a,
yeşil Jüpiter’e, mavi Venüs’e, sarı Güneş’e, beyaz Ay’a, renklerin çeşitliliği
Merkür’e aittir dendiği gibi.
Toprağa
ait cevherlerin oluşumunun nasıl olduğu hakkındaki hükme gelince, sular
arazilerin topraklarıyla karıştıkları ve madenin sıcaklığı devreye girdiği
zaman bu rutubetlerin çoğunluğu çözünür ve daha önce bahsettiğimiz gibi
atmosferde yükselen bir buhara dönüşür. Ondan arta kalan şeyler toprağa ait
parçalardan ayrılmayarak mahsur kalır ve onlarla birleşir. Sıcaklık devreye
girer, onları olgunlaştırır ve pişirir. Sonunda yoğunlaşır ve oluşumunu
tamamlar. Bu arazilerin toprakları şayet tuzlu ise ve ovadan kayalığa doğru
akmışsa orada tuz çeşitleri, boraks ve şap oluşur. Şayet arazilerin toprakları
acı olursa yeşil ve sarı sülfürik asit çeşitleri, gulgutar ve benzerleri
meydana gelir. Gulgutar bir sülfürik asit çeşididir. Arazinin toprağı çakıl
taşı, toprak ve karışık kum olursa kireç taşı, üstübeç (kurşun karbonat) ve
benzerleri meydana gelir. Şayet arazinin toprağı yumuşak toprak ve katışıksız
çamur olursa yer mantarı meydana gelir. Burada çayır, ot, çimen, ağaç ve ekin
çeşitleri biter.
Bölüm
Ey
kardeşim! Bil ki ateş, madeni cevherler arasında bütünü hakkında hüküm veren ve
onlarla kendi cinslerinden olmayanların arasını ayıran bir hâkim (kadı)
gibidir. Ateşin gücü, altın ve yakut gibi en üstün madenlerin parçalarının
arasını ayırmaya yetmez. Bu, onların parçalarının birbirlerine kaynaşmalarının
şiddetli olmasından dolayıdır. Onların parçalarının yarıkları arasında rutubet
yoktur. Kükürt, arsenik, zift, neft ve benzeri bazı madeni cevherlerin yanması
ise, ateşin onları yemesi ve alevlenmelerinin hızlı olması; toprağa ait
parçalarla ilintili ancak onlarla bitişik olmayan havaya ait yağlı parçalarının
olmasından dolayıdır. Onlarda suya ait parçalar da azdır. Üstelik bu parçalar
olgunlaşmamış ve onlarla birleşmemiştir. Bunlara ateşin sıcaklığı isabet
ettiğinde süratle erir, çözünür, duman ve buhar olurlar. Toprağa ait
parçalardan ayrılır ve atmosferde yükselirler. Havayla karışır ve atmosferin
parçaları arasında dağılırlar. Altının erimesinin ve yanmamasının sebebi nedir
diye sorulduğunda ise deriz ki: Altının erimesinin sebebi, toprağa ait
parçalara bitişik olan yağlı rutubettir. Bu rutubete ateşin sıcaklığı isabet
ettiğinde erir ve kendisiyle birlikte bulunan toprağa ait parçalar yumuşar.
Onun yanmaması ise, toprağa ve havaya ait parçalara bitişik olan suya ait
parçalardan kaynaklanmaktadır. Bu parçalar ateşe karşı gelir ve ateşin toprağa
ait cesedi tutuşturmasına karşı soğukluğu ve rutubeti ile karşı koyar. Havaya
ait bu yağlı parçalar ateşten çıktığı zaman donar, suya ait parçalar katılaşır
ve şekil ahr. Toprağa ait parçalar da olduğu gibi kalır. Toprağa ait diğer
cisimler de bu kıyasa tabidir. Yakut ise, suya ait parçaları kayaların arasında
uzun süre kalmaktan dolayı katılaştığı ve saflaştığı, madenin sıcaklığının onu
pişirmeye devam etmesi ile olgunlaştığı, parçaları birleştiği ve kuruduğu için
ateşle erimez olur. Çünkü onda yağlı bir rutubet yoktur. Onun saf olmasının
sebebi ise, onda toprağa ait karanlık parçaların olmamasındandır. Aksine onun
parçalarının hepsi, suya ait katılaşmış, saflaşmış, olgunlaşmış, donmuş ve
kurumuş parçalardır. Ateş onun parçalarını ayırmaya, parçaların aşırı birlikteliği
ve kuruluğu sebebiyle güç yetiremez. Beyaz ve siyah kurşun gibi bazı cisimlerin
hızla erimesi ve yanmasına gelince bu, suya ve havaya ait parçaların toprağa
ait parçalarla bitişik olmamasından dolayıdır. Onun siyahlığı ise olgunlaşmamış
olmasındandır. Ağırlığı ise içinde toprağa ait çok fazla parça olmasındandır.
Allah en iyisini bilir.
Bölüm
Ey
kardeşim! Bil ki bu cevherlerin pek çok özellikleri ve farklı nitelikleri
vardır. İticilik ve zıtlık bunlardandır. Uyumluluk ve benzerlik bunlardandır.
Bu özelliklerin birbirlerine etkileri söz konusudur. Bu, ya çekme ve tutma
yahut itme ve kaçma veyahut da buğz ve düşmanlık şeklindedir. Yine onların,
bitkiler ve hayvanlarda olduğu gibi gizli bilgileri ve ince düşünceleri
vardır. Bu da ya şevk ve muhabbetle ya da kin ve düşmanlıkla olur. Bunun iç
yüzünü Yüce Allah’tan başka kimse bilemez. Söylediğimiz şeyin doğruluğunun ve
açıkladığımız şeyin hakikatinin delili, taşlar kitabında (kitâbül-ahcâr)
hikmet sahiplerinin sözleri ve taşları tanımlamalarıdır. Onlara göre tabiat
tabiata alışır, tabiat diğer tabiata uyum sağlar, bir tabiat diğerine yapışır,
bir tabiat diğerine yakınlaşır, tabiat tabiatı yener, tabiat tabiata üstün
gelir, tabiat tabiata yenilir, tabiat tabiatı yakar, tabiat tabiatı sever,
tabiat tabiatla olgunlaşır, tabiat tabiatla bozulur, tabiat tabiatı
beyazlaştırır, tabiat tabiatı kırmızılaştırır, tabiat tabiattan ayrılır, tabiat
tabiatı soğutur, tabiat tabiata karışır.
Diğer
bir tabiata alışan tabiatın örneği elmas ve altındır. Elmas, altına yaklaştığında
ona yapışır ve tutunur. Elmas sadece altın madeninde ve doğu nahiyelerinden bir
vadide bulunur denir. Mıknatıs taşı tabiatının örneği demiri çekmesidir. Bu iki
taş sert ve kurudur. Tabiatları arasında uyum ve arzu vardır. Demir bu taşa
yaklaştığında kokusu yayılır. Ona gider ve yapışır. Demir onu kendisine çeker
ve tutar. Aşığın âşık olduğu kişiye yaptığı gibi... Siyahı çeken taş, saçı
çeken taş, tırnağı çeken taş ve samanı çeken taş bu şekilde hareket eder. Bu
kıyasa göre madeni taşlardan hiçbir taş yoktur ki, onun tabiatıyla başka bir
şeyin tabiatı arsında uyum ve arzu bulunmasın. İnsanlar bunu bilse de bilmese
de durum böyledir.
Bil
ki bu taşların birbirlerinin fiillerinin karşısında yer almalarının örneği, hastalıklı
uzuvda ilacın etkileri gibidir. Zira kendisindeki illetin tabiatına zıt olan
ilacın tabiatını arzulamak, bütün hastalıklı uzuvların özelliklerindendir.
İlaç hastalıklı uzva yaklaştığında onu hisseder ve çekici kuvvet ilacı bu uzva
çeker. Tutan onu tutar ve elem veren hastalığın tabiatını defetmek için
tasarlayın bir güçle ilacın tabiatından yardım ister. Orada güçlenir ve
hastalığa galip gelir. Hastalığı hastalıklı uzuvdan kovar. Savaşçı ve hasım,
hasmına ve düşmanına karşı onları kendisinden uzaklaştırma hususunda kendisine
yardım edenin kuvveti ile yardım ister ve direnir. Bu, Allah’ın hikmetinin
mükemmelliğindendir. Zira her hastalık ve arızanın şifalı bir devasını
vermiştir. Sonra yalnız ona ilham etmiştir. Firavun ona ve kardeşi Harun’a
şöyle dediğinde yüce Allah’ın Musa (ona selam olsun) hakkında hikâye ettiği
gibi: “Ey Musa! Rabbiniz kim? Dedi ki: Rabbimiz, mahlûkatına her şeyi veren,
sonra onlara yol gösterendin[273]
Yani onları yarattı, şekil verdi, faydalarına ve zararlarına olanları öğretti,
onları kuvvetlendirdi, onlara yardım etti, onları korudu, gözetti, yönetti, onlara
dilediği gibi ve nasıl istediyse hükmetti. Yaratıcıların en iyisi olan Allah
övgüye layıktır.
Diğer
tabiata galip gelen tabiatın örneği, sürtme esnasında taşları yiyip bitiren,
yumuşatan ve düzleştiren sünbâzecin tabiatıdır. Yine bunun örneği, diğer sert
taşlan yenen elmasın parçaladığı kirli siyah kurşunun tabiatıdır. Zira elmas,
taşlardan sadece bir tanesine değil, hepsine galip gelir. Şayet o, örsün
üzerine bırakılsa ve çekiçle dövülse örs ve çekiçten birisinin içerisine
girer, ama kırılmaz. Siyah kurşundan yapılmış iki yüzey arasına konulsa ve
sıkıştırılsa parçalanır. Az rutubetli ve ateşin sıcaklığına dayanıklı akıcı
civanın tabiatı da bunun gibidir. Altın, bakır ve gümüş gibi sert madeni
taşlara sürüldüğünde onları zayıflatır ve gevşetir. Öyle ki çok az çalışarak
kırman ve parça parça etmen mümkün olur. Kükürt, berrak ve parlak taşları
karartan, onların renklerini ve boyalarını götüren, en kısa sürede yanacak
kadar onların ateşlerini artıran, kokusu bozuk bir cevherdir. Kükürdün böyle
olmasının sebebi, kükürtte yağh, yapışkan ve donuk rutubetin olmasıdır. Ona
ateşin sıcaklığı isabet ettiğinde erir ve taşların yüzeylerine yapışarak ona
karışır. Ateş orada sağlamlaştığında yanar ve kendisiyle birlikte bu kütleleri
de yakar. İster yakut olsun, ister altın olsun, isterse diğerleri.
Diğer
tabiatları süsleyen ve aydınlatan tabiatın örneği, taşların oyuklarına yerleşen
ve onların kirini yıkayan nişadırdır.
Diğer
tabiatlara yardım eden tabiatın örneği, toprağa ait madeni taşları hızlı bir
şekilde kalıba sokmada ateşe yardım eden borakstır. Yine onları temizleyen,
aydınlatan ve boyayan sülfürik asitler ve şaplar bunun örneğidir. Yine mine ve
kılâ[274]
[275]
kumun kalıba girmesinde ve saflaşmasında iki yardımcıdır. Bunun sonucunda
şeffaf cam meydana gelir. Diğer madeni taşların birbirlerini etkileme
konusundaki hükmü bu kıyas ve örnekteki gibidir. Onların canlı (hayevâri)
cisimler üzerindeki etkilerine gelince, bu konu “Tedaviler, Tıp ve İlaç
Kitaplari’nıİA ' anlatılmıştır.
Bil
ki madeni cevherlerin gerçekten ilginç özellikleri vardır. Akıl sahibi bir kimse,
şanı yüce olan Allah’ın sanatının inceliği ve bu konudaki hikmetinin sağlamlığı
hakkında düşündüğü zaman şaşırarak hayretler içerisinde kahr. Rabbini bilmesi {marifet)
ve kesin inancı artar. Özellikle incinin yaratılması ve oluşumunu düşündüğünde...
Zira bu cevher, havaya ait tath, donmuş, yağlı, iki sedef arasına yerleşmiş bir
su ve rutubettir. Sanki o iki sedef kapah çömleklerdir. Dışları sert ve kirli,
içleri yumuşak ve saf beyazdır. İçinde sanki bir et parçasıymış gibi bir canlı
vardır. Dış görünüşü rahmin görünüşüne benzer. Onun mekânı, tuzlu denizlerin
dibidir. O, bu iki sedefi, içine tuzlu deniz suyu girmesi korkusuyla iki
kenarından kendisinde birleştirmiştir. Kuş uçmadığı zaman kanatlarını
birleştirdiği gibi... Öyle ki denizin dalgalarındaki ıstırabın sakinleştiğini
hissettiğinde, geceleyin bilinen özel bir zaman diliminde denizin dibinden
yüzeyine çıkar. Kuş yavrularının, kuş onu beslerken ağızlarını açmaları ve
ilişki sırasında rahmin ağzının açılması gibi bu iki sedef de açılır. İçerisine
atmosferin ıslaklığından ve havanın rutubetinden sızdırır. Burada, bitkilerin
ve otların üzerlerine geceleyin düşen kırağıdan tatlı su damlaları oluşur. Bu
iki sedef, tuzlu deniz suyunu içeriye sızdırma korkusuyla kendisinde şiddetli
bir şekilde birleştirmekle yetinirse, bu tath rutubet, kendisine karışan
tuzluluktan dolayı bozulur ve denizlerin diplerine yumuşakça inerek orada bir
süre kahr. Bu tath rutubet, zaman geçtikçe katılaşıp ağırlaşarak civa
kıvamında olur. İçerde hareket ederek yuvarlanır ve dönen tohuma dönüşür.
Civanın bölündüğünde ve yuvarlandığında olduğu gibi... Sonra zaman içerisinde
donar, düğümlenir, küçük ve büyük inci meydana gelir. Bu, üstün ve bilgi sahibi
olan Allah’ın takdiridir.
Bölüm
Ey
kardeşim! Bil ki algılanabilen şeyleri (mahsûsât) düşündüğünde,
varlıkları incelediğinde ve ay feleğinin altındaki kâinatı araştırdığında en
küçük, en zayıf yaradılışlı, en üstün cevherli, en üstün güce sahip ve en
faydalı olanın ceset olduğunu göreceksin.
İnci,
dibac[276]
ve bal üçlüsüne bak ve düşün. Bunların -bu üçünü kastediyoruminsanlar nezdinde
değer bakımından eşyaların en üstünü, giyecek olarak en değerlisi ve tat olarak
en iyisi olduğunu göreceksin. Bu hayvanın (incinin) yaratılışı hakkında
söylenenleri düşündüğünde, onun deniz hayvanlarının en hakiri olduğunu
anlarsın. Aynı şekilde arının bünye olarak kuşların en zayıfı ve cüsse olarak
da en küçüğü olduğunu görürsün. Aynı şekilde ipek böceğinin de cüsse olarak hayvanların
en küçüğü olduğunu görürsün.
Bölüm
Bil
ki övgüye layık olan Allah madeni varlıkları canlıların, özellikle de
insanların menfaatleri için yaratmıştır. Onları bu eşyalara muhtaç ve bunlar
üzerinde tasarruf sahibi kılmıştır. Belli bir zamana kadar onlardan
faydalanırlar ki akıllı kimseler onların oluşumunu, yaradılışım ve yapımını
düşünsünler de kendilerine bir kıyas olsun. Âlemin de yokken sonradan
yaratılmış, inşa edilmiş, oluşturulmuş olduğunu bilsinler. Âlemin kalıbı iri,
yaradılışı büyük, ömrü uzun ve ölçüsü büyük de olsa hikmet sahibi âlimler onun
ne zaman meydana geldiğini ve ne zaman fesada uğradığını tespit etmeye güç
yetiremiyorlar. Onu yaratan, icat eden ve şekillendiren, feleklerini
(kürelerini) düzenleyip döndüren, gezegenlerini oluşturup harekete geçiren,
ışıklarını merkeze doğru yayan, unsurları (anâsır) birbirine karıştıran,
tabiatları (tabai*) eşleştiren ve bunlardan hayvan, bitki ve madenlerden
oluşan fasit varlıkları meydana getiren (evlede), bunları insanın hizmetine
sunan, insanı onlarda dilediği gibi tasarrufta bulunacak ölçüde onların sahibi
yapan bir yaratıcının olduğunu biliyorlar. İnsan yararlanma ve zararları def
etme noktasında onlara dilediği gibi hükmeder. Âlimler ve hikmet sahipleri,
insanların akıllarının karışıklığına karşı âlemin sonradan var edilmiş (muhdes)
olduğuna dair görülenden hareketle, görülmeyene delil getirme ve tikelden
tümele kıyas yapma ihtiyacı hissettiler. Âlemin yokken sonradan olmasını ve
varoluşunu düşündükleri ve fiil yokken yaratıcıyı fiilde bulunmaya iten sebebi
araştırdıklarında, fâilin fiilini kendisinden dolayı gerçekleştirdiği tamamlama
illeti (illetu t-temâmiyyet) denilen bir nedene ulaştılar.
Akıl
sahiplerinden çoğu bu nedeni düşündüğünde ve araştırdığında onu bulamadılar.
Aynı şekilde fâilin işi ne zaman yaptığını, hangi zamanda yaptığını ve nerede
yaptığını düşündüklerinde bilemediler ve tasavvur edemediler. Aynı şekilde onu
neyden yaptığını, nasıl şekillendirdiğini, feleklerin yuvarlağını çizdiğinde ve
yıldızları döndürdüğünde pergelin ucunun nerede olduğunu düşünüp araştırdılar.
Buna benzer araştırmaları ve bilgisi insanın gücü dâhilinde olmayan ve
tasavvuru nefsinin kuvvetini aşan şeyleri düşünmeleri esnasında cehaletleri,
şaşkınlıkları ve şüpheleri onları, herhangi bir ilim ve açıklama olmadığı
halde, âlemin öncesiz (kadîm) ve ezelî olduğu iddiasına görürdü. Bunu
yalancı vehimler, batıl hayaller ve saptırılmış çarpıtmalarla söylediler. Yüce
Allah onları yaratmadan önce onlarda bu şüphe ve şaşkınlığın ortaya çıkacağını
bilmiştir. Onlara sonradan olan âlem ve onun sıfatları hakkında göremedikleri
ve tasavvur edemedikleri şeylere örnek ve kıyas olsun diye mevcudiyetinden,
varlığından ve hakikatinden şüphe etmedikleri şeyleri göstererek onların
illetlerini ortadan kaldırdı. Varlığında şüphe olmayan bu şeyler, bitkilerden,
madenlerden ve hayvanlardan oluşan fasit varlıklardır. Aynı şekilde insan
fıtratında, sağlam bir sanatın ancak güçlü bir sanatçıdan çıkacağı duygusunu
oluşturdu. Yine sanatın etkisini eserde baki kıldı. İnsanlar gecelerinde ve
gündüzlerinde bu feleklerin belli bir merkezde döndüğüne, gece ve gündüzün,
kış ve yazın dört unsura göre birbirini takip ettiğine, gezegenlerin
hareketlerine, değişimlere, dönüşümlere ve fasit varlıkların oluşumuna şahit
oluyorlar. Bütün bunlar, âlemin sonradan olduğuna ve yoktan var edildiğine
dair akıllar için delil, nefisler için şahitlerdir. Zira bu sınırlı (cüzî)
varlıkların hiçbirisinde, yapıcı (illetün fâiliyyetün), özsel (illetün
heyûlâniyyetün), şekilsel (illetün sûriyyetün) ve tamamlayıcı
nedenlerden (illetün temâmiyyetün) bahsi geçen herhangi bir şey
bulunmamaktadır. Biz “Aklî İlkeler Risalesinde[277]
âlemin sonradan olduğu ve oluşumu hakkındaki bu nedenlerin neler olduğunu
açıklamıştık. Oraya bak.
Madenlerin
oluşumunun nasıl olduğunun bir kısmını açıklamış olduğumuz için şimdi onların
cevherlerinin bazılarını, çeşitlerinin özelliklerini ve hikmet sahiplerinin
söylediklerini anlatacağız. Madenlerin en üstünü olan altın ve yakutla başlayacağız.
Sonra bunları takip edenleri çeşit çeşit ele alacağız. Altın, tabiatları
ölçülü, mizacı gerçek bir cevherdir. Nefsi ruhuyla bitişiktir; ruhu da
cesediyle. Nefs ile havaya ait parçaları; ruh ile suya ait parçaları; ceset ile
de toprağa ait parçaları kastediyoruz. Ancak parçalarının birleşmesi ve karışımı
şiddetli olduğu için ateşte yanmaz. Çünkü ateş onun parçalarını ayırmaya güç
yetiremez. O, toprakta yıpranmaz ve uzun zaman içerisinde paslanmaz. Dış
etkiler onu değiştiremez. Dışı yumuşak, rengi sarı, tadı tatlı, kokusu güzel,
ölçüde ağır, ateş sarısı rengi olan bir cisimdir. Duruluğu ve parıltısı onun
havaya ait cevherlerinden, yumuşaklığı yağlılığından; rutubeti, ağırlığı ve
ölçülü olması toprağa ait cevherlerindendir. Çünkü onun kükürdü katışıksız,
civası saf ve bileşimi ölçülüdür. Madenin sıcaklığı, uzun zaman içerisinde onu
yumuşakça ve ölçülü bir şekilde pişirmiştir. Ona ateşin sıcaklığı isabet
ettiğinde rutubeti erir ve kütlesinin etrafında döner. Onun rutubeti ateşin
sıcaklığını engeller ve ateşin kütleyi yakmasını önler. Bu rutubetler ateşten
çıktığı zaman donar. Çekiçle soğuk ya da sıcak olarak dövüldüğünde uzar; farklı
yönlere doğru genişler ve yumuşar. îp gibi eğilmeye başlar. Bütün zaman ve süs
şekillerine girer. Kalıba konulduğunda gümüş ve bakıra karışır. Şayet içerisine
altınlı ilaç (mirkaşisa)[278]
atılırsa o ikisinden ayrılır. Çünkü mirkaşisa, kendisinden başkasını yakan ama
kendisi yanmayan bir kükürt çeşididir. Altın ezildiğinde ve göz ilacına
katıldığında fayda verir. Onunla bir yer dağlandığında yanmaz. Siyah safrayı,
mide kurdunu, saç dökülmesini ve kalp hastalıklarını hızla iyileştirir ve fayda
verir. O, gezegenler arasında Güneş’in payına düşmektedir. Bu özelliklerinden
ve üstünlüklerinden dolayı krallar onu biriktirir ve hâzinelerde korurlar.
Bundan dolayı insanların ellerindeki varlığı azalır, değerlenir. Varlığının
azlığından değil de, her bol miktarda elde edenin onu yer altında saklamasından,
korumasından ve gizlemesinden dolayı fiyatı artar. Onun çok az bir miktarı
tedavülde görülür.
Yakutlara
gelince, bunlar sert, sıcak ve kuru taşlardır. Aşırı kurudur, sakindir, saftır,
şeffaftır, kırmızı, sarı, yeşil ve mavi arasındaki farklı renklerdedir. Aslının
tamamı, madenlerindeki sert taşlar, kayalar ve taşlar arasında duran tath
sudur. Katılaşmış, saflaşmış, ağırlaşmış ve uzun zaman duruşu yüzünden madenin
sıcaklığı onu olgunlaştırmıştır. Parçaları birleşmiş ve yağlılığının azlığı
nedeniyle kesinlikle ateşte erimeyen sert bir madde olmuştur. Rutubetinin
katılığı yüzünden yok olmaz. Bilakis renginin güzelliği artar. Özellikle onlardan
kırmızı olana sertliğinin ve kuruluğunun şiddetinden dolayı eğe işlemez. Elmas
ve üstübeci suda kazıma durumu hariç... Yakutun madeni, ekvator çizgisinin
güneyindeki beldelerde bulunmaktadır. O, az bulunan bir madendir ve değerlidir.
Az bulunduğu için fiyatı yüksektir.
Onun
faydası, kim yakuttan yapılmış herhangi bir şey takar ve halkına veba ve taun
bulaşmış bir beldede bulunursa Yüce Allah’ın izniyle bu hastalıklardan korunur
ve insanlar nezdinde değerli olur. İhtiyaçlarını gidermesi ve geçimini sağlaması
kolaylaşır.
Zümrüt
ve zebercet kuru ve soğuk iki taştır. O ikisinin cinsi aynıdır. Altın madenlerinde
bulunmaktadır. Bu ikisinin daha hayırlısı ve iyisi yeşilliği, saflığı ve
şeffaflığı çok olandır. Zebercede çok bakan kişinin göz yorgunluğu yok olur.
Bundan kolye ve yüzük takan kişi sara hastalığından uzak olur. Dehneç[279]
zebercedin düşmanıdır. Görüntüsü ona benzer. Onunla aynı yere konulduğunda
zebercedi parçalar, rengini bozar ve zerafetini yok eder.
İnciye
gelince onun bahsi ve oluşum şekli anlatılmıştı. Onun özelliği, kara safradan
meydana gelen korku ve kederden kaynaklanan kalp çarpıntısına fayda vermesidir.
Çünkü o, kalbin kanını sulandırır. Göz ilaçlarına katılır ve göz sinirlerini
güçlendirir. Kazınır ve abraş hastalığının beyazına sürülürse onu yok eder. Bu
su, saralı olan kişiye içirilirse onu sakinleştirir. Gümüşe gelince o, çözünmüş
cevherlerin altına en yakın olanıdır. O, soğuk, yumuşak ve ölçülüdür. Şayet
olgunlaşmadan önce onun madenine soğukluk galip gelmeseydi belki de altın olacaktı.
O, ayın payına düşmüştür. Ona kaynatma esnasında mass[280]
veya beyaz kurşun ilave edilirse o ikisiyle karışır. Onlardan kurtulduğunda
kükürt onu siyahlaştırır, civa ise kırar. Boraks, onun rengini güzelleştirir,
kaynamasını belirler ve ondan ateşin sıcağını uzaklaştırır. Ezilip içilen
ilaçlara katıldığında yapışmış rutubetlere (bronşit) iyi gelir. O,
sıkıştırıldığında ateşle yanar ve toprakta uzun zaman içerisinde bozulur.
Bakıra
gelince o, sıcak ve aşırı kuru bir maddedir. O, gümüşe yakındır. Onların arasında
sadece kırmızılık ve kuruluk noktasında fark vardır. Zira gümüş beyaz ve
yumuşaktır. Bakır ise kırmızı, aşırı kuru, kirli bir maddedir. Onun
kırmızılığı, kükürdünün sıcaklığının fazla olmasındandır. Kuruluğu ve kirliliği
kaldığındandır. Onu beyazlatmaya ve yumuşatmaya ya da gümüşü sarartmaya ve
yumuşatmaya güç yetirebilen birisi ihtiyacını elde etmiş demektir. Bakır ekşi
şeylere yaklaştırıldığında zincâr denen bir şey çıkarır. Zincar ise zehirdir.
Şayet bakır civaya sürülürse onu gevşetir ve kırar. Eğer bakır kaynatılır,
üzerine Şam bardağı atılır ve bardak sıcak bir şekilde suya atılırsa bardağın
rengi altının rengi gibi olur. Ateşten indirilirse kararır. Çünkü ateş, madeni
cevherler arasında onların arasını gerçek bir şekilde ayıran hâkim/kadı gibidir.
Bakır kaplarda yiyip içmeye düşkün olanların karakterleri bozulur ve onlar pek
çok şiddetli hastalığa yakalanır. Bakır kaplar balığa yaklaştırıldığında ondan
kötü bir koku yayılır. Şayet bakır kaplar, kızartılmış ya da pişirilmiş bir
balığa sıcak sıcak yaklaştırılırsa öldürücü bir zehre dönüşür.
Talikunî,
kendisinden ilaç yapılan sert bir bakır çeşididir. Şayet ondan bıçak ya da
silah yapılır ve bununla hayvan yaralanırsa ona aşırı zarar verir. Şayet ondan
balık avı için olta yapılır ve ona balık takılırsa oltanın iğnesi küçük, balık
büyük de olsa, kurtulması mümkün değildir. Şayet kişiye yüz felci ağrısı
isabet eder ve ışık görmediği bir eve girerek talikundan yapılmış bir aynaya
bakarsa Yüce Allah’ın izniyle yüz felcinden kurtulur. Şayet talikun ısıtılır ve
suya batırılırsa bu suya sinek yaklaşmaz. Şayet ondan kalem yapılsa ve bu
kalemle saç bedenden yolunsa, yolunan yer yağlansa, bundan sonra orada saç
bitmez. Şayet talikundan yapılmış bir kaptan içki içilse sarhoş etmez.
Beyaz
kurşuna gelince onun rengi gümüşünkine yakındır. Ancak onu üç özellik ayırır:
Kokusu, gevşekliği ve direnci. Madenindeyken ona girmiş olan bu afetler, annesinin
karnındaki çocuğa girmiş olan afetler gibidir. Onun gevşekliği, havaya ait
özelliklerinin çokluğundandır. Direnci, kükürdünün katılığından ve civası ile
karışımının azhğındandır. O, üst üste çökmüştür. Bu nedenle direnç gösterir ve
yeterince olgunlaşmadığından dolayı iğrenç kokar. Şayet gerektiği kadar mersin
diye isimlendirilen fesleğen dalı, mirkaşisa, tuz ve arsenik karıştırılırsa bu
afetlerden uzak olur. Beyaz kurşun soğutulduğunda ve merhemlere ilave
edildiğinde insanların gözlerinde çıkan cerahat ve yaraları iyileştirir.
Siyah
kurşun bir kurşun çeşididir. Ancak onun olgunlaşmamış kükürdü çoktur ve
faydaları insanlar arasında bilinmektedir.
Demire
gelince onun farklı cinsleri vardır. Yumuşak ve gevşek olan cinsi bunlardandır.
Su verildiğinde sertliği ve keskinliği artan cinsi bunlardandır. Sanatkâr ondan
vazgeçmez. Faydaları açık ve zahir olduğu için insanlar ondan vazgeçmezler. Su,
ateş ve tuzdan vazgeçilmediği gibi... İlaca katıldığında kuvvetini ve
sertliğini artıran cinsi bunlardandır. İmal edilmiş cevherlerden birisi de
alaşımdır. O, üzerine ilaç dökülmüş bakırdır. Böylece sarılığı ve yumuşaklığı
artmıştır.
İsfenderî,
beyaz kurşun, dökülmüş bakır ve siyah kurşunla karıştırılmış bir bakırdır.
Siyah kurşun çeşidi olan merdâsenc ve zincarın bakırla birlikte yakılmasıyla
elde edilir. Üstübeç, siyah kurşun ve asidin karışımıdır. İsrinç, üstübeç ve
kükürdün karışımıdır. Kırmızı kurşun oksit (zincefr) civa ve kükürdün
karışımıdır. Mürtek, bir siyah kurşun çeşididir. Onların -bu taşları
kastediyorumfaydaları ve zararları insanlar arasında bilinmektedir ve tıp
kitaplarında açıklaması yapılmıştır.
Civa
ve kükürt de madeni cevherlerdendir. Kükürt, yağlıdır ve erimeleri esnasında
madeni taşlara yapışan yapışkan bir taştır. Ateşle yanar. O, tamamen yağlı
olduğu için taşlar onunla yakılır.
Civaya
gelince o, rutubetli ve ateşin sıcağı isabet ettiğinde uçan akıcı bir cisimdir.
Ateşin sıcağına dayanıklı değildir. O, madeni cisimleri bilinçli bir şekilde
karıştırır, gevşetir, kırar ve zayıflatır. Bu cisimlere ateşin sıcağı isabet
ettiğinde civa uçar ve daha önceki katı olan ilk haline döner. Bu taşlarla onun
örneği, kurumuş çamurla suyun örneği gibidir. Ona su galip geldiğinde gevşer ve
parçalanır. Ona ateşin sıcağı veya Güneş’in harareti isabet ettiğinde kurur ve
daha önce olduğu hale döner.
Bil
ki kükürt ve civa eriyen madenlerin cevherlerinin aslıdır. Toprak ve suyun,
tuğla, pişirilmiş tuğla, briket, taslar ve tencereler, çamurdan yapılmış
şeylerin hepsi gibi elişi cisimlerin ash olması gibi... Eriyen madeni
cevherlerin oluşumunun nasıl olduğunun, tabiatlarının ve sıfatlarının farklı
olmasının sebeplerinin neler olduğunun bahsi bundan önceki bölümde geçmişti.
Yine
tuz çeşitleri, şaplar, borakslar ve sülfürik asitler madeni cevherlerdendir. Yemek
tuzu ve beyaz tuz gibi tatlı olanları, kahp tuz gibi acı olanları vardır.
Nişadır gibi keskin olanları, şap ve sülfürik asit gibi kabız edenleri vardır.
Petrol ve hindi gibi deva olanları vardır. Ekmek boraksı[281]
bunlardandır. Tabaklamada kullanılan sevâriç bunlardandır. Kızartma tuzu,
kireç, kül ve idrar bunlardandır. Kimyagerler bunları kullanmaktadır. Bütün
bunlar yeryüzünün toprağıyla karışmış rutubetler ve sulardır. Onları Güneş’in
sıcağı yahut ateş ya da madenin sıcağı yakar. Birleşir ve tuz, şap, boraks ve
sülfürik asit çeşitleri meydana gelir.
Arsenik
çeşitleri, margaşisa, magnezyum, şâzenç[282],
rastık taşı ve çinko da madeni cevherlerdendir. Cam, kristal, mine (emaye),
tılk, şene[283],
akik, firuze, sünbâzec, Yemen incisi, lazevrad[284],
anber ve dehneç de maden çeşitlerindendir. Zift, neft, kireçtaşı, üstübeç ve
benzerleri de bunlardandır.
Ey
kardeşim! Bil ki cevher çeşitlerinden her birisinin, uzaması korkusuyla bahsini
kestiğimiz özellikleri, faydaları ve zararları vardır. Zira hikmet sahipleri
bunları kitaplarında zikretmişlerdir. Bu kitaplar insanların ellerinde
mevcuttur. Ancak bunların bazılarının özelliklerini, bahsetmediğimiz geriye
kalanlarına delil olması için zikredeceğiz. Dehneç, bakır madeninden oluşan bir
taştır. Onun tabiatı soğuk ve yumuşaktır. Çünkü o, bakır madeninden ortaya
çıkmış olan kükürtten yükselmiş bir dumandır. O, zincar gibi yeşildir. Maden
olan dağların bir yerinde bulunduğunda
yoğunlaşır,
parçaları birbirine yapışır, kütleleşir ve taşlaşır. Dehneç, farklı renklerde,
yeşil, bulanık ve güzel renklidir. Tozundan yutan kişide zehir etkisi gösterir,
bağırsakları kesilir, hastalanır ve midesi yanar. İçildiğinde ise kesinlikle
daha zararlıdır. Havayla birlikte berraklaşır ya da bulanıklaşır. Altının
çekiçlerken parçalanmasını ve yarılmasını önler. (,..)[285]
İle alınırsa daha etkili olur. Şayet eşek arısı sokmasına karşı eritilir ve
sinekle karıştırılırsa acıyı dindirir. Şayet ezilir ve sirkeyle eritilerek
mantar hastalığı olan yere sürülürse onu yok eder. Baştaki temreye iyi gelir.
Bâzehr de madeni cevherlerden birisidir. O, yumuşak, düz ve farklı renkleri
olan bir cevherdir. Aslı havaya ait yağh bir rutubet iken uzun zaman zarfında
madeni içerisinde donmuştur. O, kendisinden önemli fiiller ortaya çıkan değerli
bir taştır. Zira o, ister sıcak ister soğuk, ister hayvansal ister bitkisel
isterse de madeni olsunlar, öldürücü zehirlere karşı faydalıdır. Bu bölümün
izahını uzatma ihtiyacı hissediyoruz. Zira zehirlerin, panzehirlerin ve
bâzehirlerin doğal cisimlerdeki fiillerinin nasıl olduğu konusunda insanların
akılları karışıktır. Çünkü bunlar donuk cisimlerdir. Cismin cisim olduğundan
dolayı fiilinin olmadığı, yine onun arazlarının da fiilinin olmadığı konusunda
sağlam delil getirilmiştir. Zira o, cisimden daha acizdir. Öncelikle bu
cisimlerin birbirlerine karşı ortaya çıkan fiillerinin nasıl olduğunu
anlatmamız gerekir. Sonra fiiller için, fiillerde, fiillerden ve fiillerle
birlikte gerçek hareket edenin (fail) kim olduğunu açıklayacağız.
Zehirler iki çeşittir: Sıcak ve soğuk. Bunlardan soğuk olan, kanı ve kendisiyle
mizacın sıhhatinin ve hayatın ölçüsünün gerçekleştiği canlıların uzuvlarındaki
ince ruhani rutubetleri dondurur. Bunlardan sıcak olan ise kanı ve bu
rutubetleri çözündürür ve uçurur. Canlının bedeni, bunların çözünmesi ile sona
ererek çözünür ve helak olur. Sıcak zehirlerin canlıların bedenlerine geçmesine
gelince bu, suda bulunan za’feranın renginin derhal suyu boyaması gibidir.
Onlardan soğuk olana gelince infahanın[286]
fiili gibidir. O, sağılmış sütte bulunduğunda onu en kısa sürede dondurur. Zıt
bâzehirlerin ve panzehirlerin fiillerinin bu zehirlerin fiillerine geçmesi
ise, asitlerin fiillerine benzemektedir. Asitler, za’feran boyasında bulunduğunda,
onu saatinde temizler ve çözünmesini engeller. Bu cisimleri hareket ettiren
fiil sahibinin (el-fâil el-muharrik) kim olduğuna gelince... Bu fâil, Ay
feleğinden yeryüzünün merkezinin sonuna kadar -ki o “tabiat” olarak
adlandırılırbütün cisimlerdeki yönlendirici feleki Küllî Nefs’in
kuvvetlerinden ruhani bir kuvvettir. Hayvan, bitki ve madenlerden oluşan bu
sınırlı (cüzî) cisimler tabiatın fiilde bulunan inşacısının (es-sâni'
el-fâil) alet ve edevatı gibidir. Onlarla, onlarda ve onlardan hareketle
farklı fiiller birbirine bağlı ameller işlerler. Testereyle kesim yapan
marangoz gibi. Baltayla heykeltıraşlık yapar, matkapla deler, siyah boyayla
boyar, eğeyle eğeler. İşi yapan bir kişidir; iş ise alet-edevata ve yönelinen
maksada göre farklıdır. Daha önce bahsi geçmiş olan bu yapıcı kuvveti (el-kuvvetul-fâile)
tıpçılar ve tabiat felsefecileri melek Cebrail olarak adlandırırlar. Doktor,
ihtiyaç anında ihtiyaç duyduğu şeyi tabiata veren tabiat hizmetçisidir. Tıpkı öğrencinin,
öğretmene ihtiyaç anında edevatını vermesi ve bununla öğretmenin hizmet etmesi
gibi.
Bölüm
Ey
kardeşim! Bil ki bu cesetleşmiş cüzî nefisler küllî nefsin hizmetçileridir.
Onun küllî nef se hizmetinden hoşlandığın ve Allah’tan ecir ve karşılık istediğin
zaman cüzî nefsin Allah nezdinde yüce bir konumu olur ve iskeletlerinden
ayrıldıktan sonra üstünlük ve mükâfatları olur. Onun hizmetinin din ya da
dünya işlerini ıslah etme arasında olmasında fark yoktur. Allah’ın rızasını
hesap ettiği ve kendi yanında bulunan ve onunla Allah’a yönelinen çeşidini
istediği sürece her iki hizmette de Allah indinde hiçbir şey eksilmez. Doktor
Berzeveyh’in “Kelile ve Dimne" kitabında bahsettiği gibi dünyadaki
payı da elinden kaçmaz. Ona göre çiftçi, ot elde etmek için değil, hububat elde
etmek için eker. Otun çiftçi istese de istemese de bitmesi gerekir. Bunun gibi
ücret ve karşılığı Yüce Allah’tan isteyenin elinden, dilese de dilemese de,
beğense de beğenmese de, vazgeçse de talep etse de, istese de istemese de dünyadaki
payı ve ona taksim edilen şeyler kaçmaz. Bu görüşün desteği Allah’ın şu
sözüdür: “İnsanları ve cinleri bana ibadet etsinler diye yarattım. Onlardan ne
bir rızık ne de beni doyurmalarını istiyorum. Şüphesiz Allah rızık verendir,
kuvvetli ve güçlüdür.”[287]
Ey
kardeşim! Bil ki Allah’a ibadetin tamamı namaz ve oruç değil, din ve dünyanın
ikisinin birlikte mamur edilmesidir. Çünkü Allah h e r ikisini mamur etmelerini
ister. Kim o ikisinden birini ya da her ikisini düzeltmeye çalışırsa onun
karşılığı Allah’a aittir. Çünkü Allah, her ikisinin de sahibidir. Bütün
insanlar onun kuludur. Ona en sevimli gelen kulu, kullarının iyiliği ve iki
âlemini mamur etmek için çalışan kimselerdir. En sevmediği kulları da iki
âlemini ya da ikisinden birini bozmak için çalışan kimselerdir. Şanı yüce olan
Allah’ın dediği gibi: “Allah'a ve Resulüne savaş açanların ve yeryüzünde
bozgunculuk yapanların cezası ya öldürülmeleri, ya asılmaları ya da el ve
ayaklarının çapraz kesilmesi veyahut da oradan sürülmeleridir”[288]
Yüce Allah yine şöyle demiştir: “İnsan için ancak çalıştığı vardır.”[289]
Elmas
da madeni cevherlerdendir. Onun tabiatı soğukluk ve dördüncü dereceye kadar
kuruluktur. Bu iki tabiatın madenî taşlardan birisinde bir arada bulunması az
rastlanan bir durumdur. Bu özelliğiyle, madeni taşlardan birisine temas
ettiğinde ona tesir eden, kıran veya parçalayan bir taş olmuştur. Kurşunların
bir çeşidi hariç... Ona ancak gevşek, yumuşak ve bozuk olduğunda tesir eder.
Bil
ki, bu niteliksiz, zayıf taşın o güçlü, üstün taşta etki bırakması, sıradan,
küçük ve zayıf tahtakurusunun iri cüssesi ve aşırı kuvvetiyle hayvanları yenen
aşırı kuvvetli ve iri cüsseli fildeki etkisine benzer. Tahtakurusu, cüssesinin
küçüklüğüne ve hareketinin yavaşlığına rağmen onu yener, ona eziyet eder ve
zarar verir. Bunda, küçüğü büyüğe musallat edenin o ikisinin yaratıcısı ve
şekil vereni olan Sübhan olduğunu görebilenler için ibret ve akıl sahipleri
için delil vardır. Üstübece gelince o, elmasın iki tabiatına yakındır. Ancak
onun etkisi elmasın etkisinin altındadır.
Mıknatıs
taşma gelince o, tabiat olaylarını ve birbirlerine karşı gerçekleştirdikleri
fiillerin özelliklerini görebilenler ve düşünenler için ibrettir. Zira bu taşla
demir arasında tabiatta uyum ve benzerlik vardır. Âşıkla âşık olduğu kişi
arasındaki uyum ve benzerlik gibi... Zira demir, aşırı kuruluğuna, cisminin
sertliğine ve madeni, bitkisel ve hayvani cisimlere üstün gelmesine rağmen bu
taşa doğru hareket eder, ona tutunur ve seven âşığın arzuladığı, sevilen
sevgiliye yapışması gibi yapışır. Akıl sahibi bir kişi bu iki taşın, diğer
madeni taşların ve bitkisel cisimlerin hareketlerini düşündüğünde o ikisini
hareket ettiren fâilin (eylem sahibinin) o ikisinden başkası olduğunu bilir ve
anlar. Ortaya konulmuş kesin deliller ve açıklanmış kanıtlar cismin, cisim olduğu
için eylemi olmadığını göstermektedir. Bu cisimlerin hepsi, kendi
farklılıkları, tabiatlarının farklılıkları, şekillerinin çeşitliliği ve
tabiatlarının özellikleriyle birlikte fiilde bulunan (fâil), yapan (sâni)
ve hareket ettiren (muharrik) kişinin alet ve edevatı gibidir. Fâil ise
bu etkilerin (tesîrât) hepsinin kendisinin fiili olduğu felekî külli
nefstir. Tabiat olarak adlandırılan bu varlık, övgüye layık olan Bârî’nin izni
ile ortaya çıkar ve eylemde bulunur. Akli delillerle açığa çıkmıştır ki, övgüye
layık olan Bârî cisimlere bizzat dokunmaz ve kendi nefsiyle eylemleri
üstlenmez. O, sadece yoktan tasarlar (ihtira) ve yoktan var eder (ibda).
Ancak oluşturma, yerleştirme, eylemler, fiiller, alet ve edevatla mekânlarda ve
zamanlarda gerçekleşen hareketleri, vekil tayin edilmiş meleklerine ve
desteklenmiş (müeyyedûn) kullarına emredildikleri şekilde yapmalarını
emreder. Kralların ve başkanların kölelerine, hizmetçilerine ve ordularına
emretmeleri gibi.
Bölüm
Anlattığımız
şeylerden açığa çıkmıştır ki çeşitlerinin çokluğu, tabiatlarının farklılığı ve
özelliklerinin çeşitli olmasıyla birlikte, madeni cevherlerin hepsinin aslı ve
heyulası, ana unsurlar (ümmahât) olarak adlandırılan dört unsurdur.
Bunlar ateş, hava, su ve topraktır. Yine açığa çıkmıştır ki, Yüce Allah’ın izni
ile, onların fâili, cüzlerini oluşturan ve onları yerleştiren tabiattır. Bu
madeni cevherlerin maksadının, bilinen vakte kadar (kıyamete kadar) insanların
ve hayvanların menfaatleri, dünya hayatının işinin düzene konulması ve
hayvanların hayatta kalması olduğu açığa çıkmıştır.
Ey
kardeşim! Bil ki madeni cevherler, tabiatlarının farklılığı, farklı şekilleri,
cevherlerinin ve özelliklerinin değişikliğiyle birlikte fiilde bulunan
tabiatın aleti ve edevatı gibidir. Bununla, bunda ve bundan dolayı farklı
mekânlarda ve çeşitli zamanlarda yerleştirme, oluşturma, bir araya getirme ve
ayırma fiillerini, eylemlerini ve işlerini işlerler. Bu dört unsurun
parçalarının, feleklerin dönmesi, gezegenlerin hareketleri, burçların karaya ve
denize, ovaya ve dağa, yerleşim yerlerine (umrân) ve yerleşim olmayan
yerlere (harâb) göre beldelerin ufuklarındaki konumlarına göre oluş ve
bozuluşları, büyüme ve çürümeleri söz konusudur. Bütün bunlar, onları yaratan,
unsurlarla sorumlu tutan ve madenlerin, bitkilerin ve hayvanların oluşturulması
hususundaki bu fiil ve eylemleri ilahi kuvvetle destekleyen (te’yîd)
Yüce Allah’ın izniyledir.
Bil
ki tabiat, Allah’ın desteklenmiş (müeyyedûn) meleklerinden bir melek ve
emredileni yapan itaatkâr kullarından bir kuldur. Emrettiği şeylerde Allah’a
karşı gelmezler. Onlar, Onun korkusundan dolayı merhametlidirler.
Bil
ki Yüce Allah fiillerinde alete, edevata, mekânlara, zamanlara, heyulaya ve
hareketlere muhtaç değildir. Bilakis onun fiili kendine mahsustur ki bu, yoktan
yaratma (ibdâ’) ve yoktan var etmedir (ihtirâ’). Zira ihtira, “Aklî İlkeler
ve Ruhanî Fiiller Risalesinde[290]
açıkladığımız gibi yoktan varlığa çıkarmadır.
Bil
ki kelamcılardan (mücâdile) bir grup, tabiatın bizzat ne olduğunu bilemeyince
tabiatın fiillerini inkâr ettiler. Tabiatın, Yüce Allah’ın âleminin yönetimi ve
mahlûkatının ıslahıyla görevli meleklerinden bir melek olduğunu bilemediler ve
tabiatın güzel olsun çirkin olsun, iyi olsun kötü olsun, bütün fiillerini
övgüye layık olan Bârî’ye yönelttiler. Onların içerisinde iyi olan şeyleri
Bârî’ye, kötü olan şeyleri de başkasına yönelten kimseler vardır. Sonra bu “başkast’nın
kim olduğunda ihtilaf ettiler. Onlardan bazıları bu fiilleri tabiata doğum {tevellüd)
şeklinde nispet etti. Onlardan bazıları yıldızlara nispet etti. Bazıları şansa
ve tesadüfe nispet etti. Onlardan bazıları doğanın akıp giden yasalarına {cereyan
u’l-âdet) nispet etti. Bazıları ne olduğunu bilmedikleri şeytanlara nispet
etti. Bütün bu iddia sahipleri bunları, tabiatın ne olduğunu bilmedikleri, onun
f iillerini ve Allah’ın âlemini korumak, feleklerini döndürmek, gezegenlerini
hareket ettirmek, canlılarının doğumu, arzının bitkilerinin terbiyesi ve
madenlerinin oluşturulmasıyla görevli Allah’ın meleklerinin fiillerini az
bildikleri için iddia ettiler.
Ey
kardeşim! Bil ki övgüye layık olan Bârî cisimlere bizzat kendisi dokunmaz.
Fiilleri zatıyla gerçekleştirmez. Bilakis görevli meleklerine ve desteklenmiş
kullarına emreder. Onlar da kendilerine emredileni yaparlar. Allah’ın arzındaki
halifeleri olan kralların kölelerine, hizmetçilerine ve tebaalarına emretmeleri
gibi. Onlar, fiilleri şerefleri ve büyüklükleri dolayısıyla kendileri
gerçekleştirmezler. Aynı şekilde Sübhân emreder, ister, diler veya “ol” der.
Emriyle, iradesiyle, dilemesiyle, yoktan var etmesiyle, yoktan yaratmasıyla,
meydana getirmesiyle {inşâ), var etmesiyle, ilk maddeyi {heyûlâ
el-ûlâ) ve ilk mahluğu sonradan var etmesiyle dilediği şey oluverir.
Allah’ın şu sözünde söylendiği gibi: “Biz bir şeyin olmasını istediğimiz
zaman sözümüz sadece, ona, “ol”dememizdir. Oda hemen oluverir”[291]
[292]
Yine Allah’ın şu sözü: “Bizim buyruğumuz, göz açıp kapama gibi anlık bir
iştir”36 Yine şu sözü: “Sizin yaratılışınız da, tekrar
diriltilmeniz de bir kişinin yaratılması ve diriltilmesi gibidir”[293]
Ey
kardeşim! Bil ki kullarının ellerinde gerçekleşen bu eylemler ve fiiller şanı
yüce olan Bârî’ye nispet edildiğinde, bu nispet kralların fiillerinin nispeti
gibidir. Filan kral falan şehri inşa etti, falan kanalı açtı ve falan beldeyi
imar etti denildiği zaman -Büyük İskender yecüc ve mecüc şeddini inşa etti,
Dâvud’un oğlu Süleyman (ona selam olsun) Mescid-i Aksâ’yı inşa etti, İbrâhim
el-Halîl Beytü-1 harem [Kâbe] inşa etti, Mansur Bağdat’ı inşa etti denildiği
gibibu onların emri, iradeleri, dilemeleri, söylemeleri ve gözetimleri ile
oldu demektir. İşleri bizzat kendileri yaptılar ve bedenleriyle çalışmaya
başladılar demek değildir. Allah’ın meleklerinin, nebilerinin ve kullarının
eylemlerinin izafe edilmesi de ister doğal bir eylem olsun, isterse tasarlayarak
olsun, bunun gibidir. Bu eylemlerin Yüce Allah’a nispet edilmesi bu örnekteki
gibidir. Yüce Allah’ın, Nebisine (ona selam olsun) söylediği gibi olmuştur: “Attığın
zaman sen atmadın, Allah attı”[294]
Yine şu sözü: “Onları siz öldürmediniz, fakat Allah öldürdü”[295]'
Allah’ın şu sözü: “Akıttığınız şey i gördünüz mü? Onu siz mi yaratıyorsunuz,
biz mi yaratıyoruz?”[296]
[297]
Yine şu sözü: “Ne ektiğinizi görmüyor musunuz? Onu siz mi bitiriyorsunuz,
yoksa biz mi?”4î Bu izafetlere benzer şekilde fiiller, ameller,
eylemler, oluşturma, yerleştirme, bir araya getirme, ayırma, oluş, bozuluş,
büyüme ve çürüme Yüce Allah’a nispet edildiğinde, bu nispet bu şekilde
olmaktadır. Çünkü fiil sahiplerini, sanatkârları ve işçileri ister beşerin
fiilleri olsun, isterse cin, şeytanlar, melekler veya tabiatın fiilleri olsun,
Yüce Allah yaratmıştır. Hepsinin hükmü Allah’a izafetle aynı hükümdür. Çünkü
onların hepsi O’nun yarattığı, büyüttüğü, inşa ettiği, güçlendirdiği, onlara
öğrettiği, hidayet ettiği, emrettiği, yasakladığı, itaatkâr, asi, hayırlı,
şerli, üstün, eksik, azaba uğramış, nimete ulaşmış, ihsanda bulunan, kötülük
yapan, imtihana tabi tutulan ve muaf olan köleleri, askerleri ve
hizmetçileridir. Allah onları, geniş ilmi, dileğinin gerçekleşmesi,
hükümlerinin yerine gelmesi ve saltanatının büyüklüğü dolayısıyla evrelerde
yaratmıştır. O, yaptıklarından sorgulanamaz, onlarsa sorgulanır.
Bölüm
Kelamcılardan
bir grup tabiatın ne olduğunu bilemeyince, onun fiillerinin tamamını şanı yüce
olan Bârî’ye nispet ettiler. Bununla büyük bir şüphe, şaşkınlık ve şek meydana
geldi. Zira onlar için her fiilin bir failinin olacağı açığa çıkınca, failini
görmedikleri fiiller gördüler ve bunları övgüye layık olan Bârî’ye nispet
ettiler. Fiilleri düşündüler ve araştırdılar. Çocukların ölmesi, hayırlı
kimselere bela gelmesi, şerli kimselerin yönetici olması, hayvanların telef
olması ve hastalıklar, ağrılar, cehalet ve belalardan bunlara dâhil olan şeyler
gibi bazı fiillerin şer ve fesat içerdiğini gördüler. Bunları kudretli ve yüce
olan Bârî’ye nispet etmeyi yakıştıramadılar. İddialarına göre bunları doğuma (tevellüd)
nispet ettiler. Onlardan bazıları bunları şans ve tesadüfe, bazıları da
yıldızlara nispet ettiler. Onlardan bazıları da Yüce Bârî’ye nispet etti. Ödül
ve cezayı iddia ettiler. Onlardan bazıları araz ve duyu ötesini
(sâbıgu’n-nazar) iddia etti. Onlardan bazıları Allah’ın en iyi olanı yapması (Aslah)
ve lütuf görüşünü iddia etti. Düzeltme ve onaylama konusunda açıklaması
uzayacak diğer iddialar ileri sürüldü. Bu konuda konuşmayı uzattılar. “Görüşler,
Mezhepler ve Dinler Risalesı'nde onların görüşlerinin bir kısmını
açıklamıştık. Allah dilerse oraya bak. Biz, bütün bunların, tamamının felekî
küllî nefsin kuvvetleri olan cüzi nefsin fiilleri olduğunu, aynı şekilde onları
kudretli ve yüce olan Bârî’sinin meydana getirdiğini açıklamıştık. Yüce
Allah’ın şu sözüyle söylediği gibi: “Sizin yaratılışınız da, tekrar
diriltilmeniz de bir kişinin yaratılması ve diriltilmesi gibidir”[298]
Bu fiillerden hayırlı olanlar, hayırlı cüzi nefse nispet edildi. Bunlardan kötü
olan fiiller de kötü nefislere nispet edildi. Sevap ve günahın ödül ve cezası
onlara verilir.
Ey
kardeşim! Bil ki senin nefsin cüzi nefislerden birisidir. O da külli ve feleki
nefsin kuvvetlerinden bir kuvvettir. O, onun ne aynısıdır ne de gayrisidir.
Senin cesedinin, âlemin cisminin parçalarından bir parça olması gibi... O,
âlemin hepsi değildir, ondan gayrı da değildir. Şimdi senin amellerinin,
fiillerinin, ahlakının, görüşlerinin ve bilgilerinin nasıl olduğuna bak. Cezan
ve mükâfatın bunlara göre olur. Nebinin (ona selam olsun) dediği gibi: “Amelleriniz
size geri döndürülür” Yüce Allah Rasulullah’ın (ona selam olsun) sözünü
doğrulamak için şöyle dedi: “însan için ancak çalıştığının karşılığı vardır.
Ona yaptıklarının karşılığı gösterilecektir.”[299]
Ey ferasetli kardeşim! Allah seni başarıya ulaştırsın ve seni mantıklı kılsın.
O, kullarına karşı merhametlidir. Bize Allah yeter. O ne güzel vekil, ne güzel
efendi ve ne güzel yardımcıdır. Yüce ve ulu olan Allah’tan başka güç ve kuvvet
sahibi yoktur. Allahım! Muhammed’e (ona selam olsun) ve bütün yakınlarına hayır
ihsan et.
“Madenlerin
Oluşumu Risalesi” tamamlandı. Onu “Tabiatın Mahiyeti”
risalesi takip edecek.
Cisimsel-Doğal
Bilimlerin Altıncı
(İhvân-ı Safâ Risalelerinin Yirminci) Risalesi:
Tabiatın Mahiyetine Dair'
1.
Çeviri: Doç. Dr. Enver Uysal. Uludağ Üniversitesi İlahiyat Fakültesi İslam
Felsefesi Anabilim Dalı Öğretim Üyesi.
Rahman
ve Rahim olan Allah’ın adıyla!
Hamd
olsun Allah’a, selâm olsun seçkin kıldığı kullarına. Allah mı daha hayırlı,
yoksa O na koştukları ortaklar mı?[300].
Ey
saygılı ve merhametli kardeşim! Allah seni de, bizi de kendi katından bir huzur
ve mutluluk ile desteklesin. Bil ki, “Pratik Sanatlar"[301]
olarak adlandırılan risalede “beşerî sanatlar” konusunu anlatmıştık. Şimdi bu
risalede doğal sanatları ve onların dört unsur ile bu unsurlardan meydana gelen
maden, bitki ve hayvanlar üzerindeki etkilerinin mahiyetini anlatmak istiyoruz.
Bu risaleden amaç; bizi nefsin etki (fiil) leri ve cevherinin mahiyeti
konusunda uyarmak; filozofların “yıldızların ruhanîleri” olarak adlandırdığı
“melekler’e dair rivayetleri açıklamaktır. Öncelikle “Tabiaf’ın ne olduğunu
ifade edelim:
Ey
Kardeş! Bil ki tabiat; küllî-felekî nefsin gücüdür ki, bu güç esir küresinden
yeryüzünün merkezine kadar, ay feleğinin altında bulunan bütün cisimlere nüfûz
etmiştir.
Bil
ki, ay feleğinin altındaki cisimler “basit” ve “bileşik (mürekkep) olmak
üzere iki çeşittir. Basit olanlar; toprak, su, hava ve ateş olmak üzere dört
çeşit; bileşik olanlar ise; madenler, bitkiler ve hayvanlar olmak üzere üç
çeşittir. Bu güç, yani tabiat onların hepsine nüfûz etmiştir. Keza onlara
hareket veren, hareketlerini sonlandıran, onları yöneten ve onların her birini
yetkinleştirip, Yaratıcının dilediği şekilde, ulaşabileceği, layık olduğu en
son amaca ulaştıran bu güçtür. Nitekim biz bunu “Oluş ve Bozuluş”,
“Meteoroloji”, “Madenler”, “Bitkiler” ve “Hayvan" risalelerinde
açıklamıştık.
Bil
ki, tümel (küllî) nefs, “Âlemin Büyük İnsan Olduğu”nu.
anlattığımız risalede açıkladığımız gibiâlemin ruhudur. Tabiat ise onun fiili
(etkisi); toprak, su, hava ve ateşten ibaret olan unsurlar, onun (etkisine)
konu olan madde; felekler ve yıldızlar onun aletleri; bütün madenler, bitkiler
ve hayvanlar ise onun eserleridir.
Ey
kardeş! Bil ki, sanatkârlar eserlerini bedenleriyle, elleri ve ayaklarıyla
ortaya koyarlar. “Pratik Sanatlar” risalesinde açıkladığımız gibi,
ahşap, demir, pamuk, tohum vb. şeyler tabiatın eserleridir. Sanatkârlar
sanatlarını tabiattan edindikleri balta, testere, iğne, kalem vb. aletlerle
ortaya koyarlar. Sanatkârların kullandığı madde ve aletler, onların kendi
zâtları (özleri) dışında şeylerdir. Tabiatın ise maddesi, kendi zâtındandır ki
bu da dört unsurdur. Tabiat için dört unsur, insan bedenindeki “dört karışım”
mesabesindedir. (Dört karışımın insan bedenine bütünüyle nüfuz etmiş olması
gibi) tabiat da dört unsura bütünüyle nüfûz etmiştir; etkinliğini (eserlerini)
onlarda ve onlar aracılığıyla ortaya koymaktadır. Ancak onun eserleri, zâtının
dışında şeyler değildir. Onların hepsi, bir hayvan bedenindeki organlar
gibidir. (îşte tabiatın dört unsura etki ederek ortaya koyduğu eserler) üç
çeşittir: Madenler, bitkiler ve hayvan. Burada her cinsin altında bazı türler,
her türün altında da başka türler mevcuttur. Bu, altında şahısların (varlığı
somut biçimde ortaya çıkmış bireysel varlıkların) bulunduğu türlere kadar
böylece devam eder. Tür ve cinslerin formları, maddede sakh bir vaziyette
bulunmakta ve bilinebilir durumdadır. Bireysel varlıklar (şahıslar) ise, ne
maddede sakh bulunmaktadır, ne de bilinebilir durumdadır. Cins ve türlerin
formlarının maddede sakh bulunmalarının nedeni, onların felekî nedenlerinin
sabit oluşundandır. Bireysel varlıkların değişken oluşu ve bir sürece tâbi
olması, düzenlerinin değişkenliğinden dolayıdır. Bu sanat eserlerinin etken
(fâil) nedeni, Rabbinin izniyletümel (küllî)-felekî nefstir. Unsurlar onun
maddesi, tabiat fiilidir. Felek ve yıldızlar ise, onun aletleri mesabesindedir.
Astrolojinin konusu üç çeşittir: Felekler, yıldızlar ve burçlar. Bunların unsurlar
üzerindeki etkileri -Musiki Risalesinde açıkladığımız gibiüç ilişki
bağlamında gerçekleşir:
a)
Boyutlarının
büyüklüğüne göre,
b)
Merkezlerinin
(yeryüzüne) uzaklığına göre, c) Birbirleriyle olan hareket ilişkisine göre.
Sabit
yıldızlar feleği ile dört unsur arasındaki ilişkiler, uzaklık, boyut ve hareket
açısından belirli (ve sabit) olunca, bu üç cinsin maddedeki formları (etkileri)
da belirli (ve sabit) olur. Keza taşıyıcı feleklerin merkezleri ile dört unsur
arasındaki ilişkiler, uzaklık, boyut ve hareket açısından belirli (ve sabit)
olunca, bu cinslerin türlerinin maddedeki formları da belirli (ve sabit) olur.
Gezegenler ve onların felekleriyle bu unsurlar arasındaki ilişkiler belirsiz (gayr-i
mahfûza) olunca, bu türlerin bireyleri ve formları da maddede belirsiz
olur.
Ey
kardeş! Bil ki “Semâ ve Âlem" risalesinde açıkladığımız gibi, bütün
âlem onbir küredir. Beşi üstünde, beşi de altında olmak üzere Güneş bu
kürelerin ortasında yer almaktadır. Güneşin üzerindeki küreler; Mars (Merih),
Jüpiter (Müşteri), Satürn (Zühal) küreleri ile sabit yıldızlar ve bütün evreni
kuşatan (muhit) küre; altındakiler ise; Venüs (Zühre), Merkür (Utarit), Ay,
ateş ve hava ile su ve arz (toprak) küreleridir. Ay feleğinin altında bulunan
iki kürenin yapısı (hükmü) diğer iki küreden farklı olduğu gibi, Zühal
küresinin üzerinde bulunan iki kürenin yapısı da diğerlerinden farklıdır. Yani
iki küre arasında iki tarafta bulunan gökcisimleri küresi; sabit yıldızlar
küresiyle hava küresidir. Fakat bu kürenin (sabit yıldızlar küresinin) hem
formlan hem de maddesi sabit (değişmez) iken; diğer kürenin (hava küresinin)
formları sabit, maddesi değişkendir. İlahî hikmet ve Rabbani inayet,
gezegenleri iki taraf; yani merkezle kuşatıcı felek arasında aracı kılmıştır ki
gezegenler yeryüzünden en uzak noktaya yükseldiklerinde erdemli gök cisimlerine
yaklaşıp onlardan feyz[302]
ahr, yeryüzüne en yakın noktaya alçaldıklarında ise o feyizleri unsurlara
ulaştırır. İşte bundan, (aslını dört unsurun oluşturduğu) oluş halindeki
varlıklar meydana gelmiştir ki bunlar madenler, bitkiler ve hayvanlardan
ibarettir.
Ey
kardeş! Bil ki bu feyizler buradan âlemin merkezine doğru aktığında, gökyüzünden
yeryüzüne doğru “rızık, rahmet, vahiy, teyit ve yardım” demek olan bereketler
iner. Bu güçler önce unsurlara nufûz eder ve bunlardan yeryüzünün derinliklerinde
-farklı cevherlere sahip, yararlı madenlerin oluşması içinçeşitli karışımlar
oluşur; yeryüzünün yüzeyinde yararlı bitkiler, havada ise türleri ve yapıları
birbirinden tamamen farklı, şaşırtıcı niteliklere ve çeşitli suretlere sahip
birçok canh meydana gelir. Bunların her biri binlerce dönüş ile
ulaşabilecekleri en son gayeye ulaşınca (yetkinleşince), bu güç başlangıçtaki
gibi bütün evreni çevreleyen (muhît) feleğe doğru yönelir ve bundan
-şanı yüce olan Allah’ın belirttiği gibibas (öldükten sonra dirilme), neşr,
mi’rac ve kıyamet gerçekleşir:
“Melekler
ve Ruh (Cebrail), oraya, miktarı (dünya senesi ile) ellibin yıl olan bir günde
yükselip çıkar'[303].
Bil
ki yıldızların bu unsurlar ve onlardan meydana gelen şeyler üzerindeki etkisi,
aralarındaki ilişkiye göre değişir. Aralarındaki ilişki ise, “Musikî
Risalesinde belirttiğimiz gibi, -tıpkı musiki nağmelerinin gönüllerdeki
etkisinin, nağmeler arasındaki ilişkiye, aletin tellerinin ince ve
kalınlığına, deliklerinin küçük ve büyüklüğüne, hareketin ağır ya da hafif
oluşuna göre değişmesi gibicisimlerinin büyüklüğüne, merkezlerine olan
uzaklıklarına ve hareketlerine göre değişir.
Unsurlar
ve onlardan meydana gelen şeyler ile gezegenler ve onların feleklerinin merkezi
arasındaki ilişkiler farklıdır; bu bazen üst düzeyde, bazen basit, bazen de
orta düzeyde bir ilişki olur. Yıldızlar dönmeye başladığında, eğer üst düzey
bir ilişki içinde ise, bu dönüşler esnasında, oluşlar da en üst düzeyde
gerçekleşir: İnsanların çoğu, ataları Âdem’in yaratılışından önceki melekler
gibi “hayırlı ve erdemli” olur. Bu, alt düzeyde bir ilişki ise, bunun tersi
olur: İnsanların çoğu, kıyamet öncesinde ahir zamandakiler gibi kötü insanlar
olur. Orta düzeyde bir ilişki ise, oluşlar da ona göre olur. Yıldızların en
üstün hali; onların ya yükselme konumunda ya en üstün durumda ya da
yeryüzünden en uzak noktada bulundukları hallerdir. En aşağı hali ise, bunların
zıddı olan konumlarda ya da bu iki halin ortası durumda bulunmalarıdır.
Ey
kardeşim! Bil ki ay altı âlemde gerçekleşen her oluşun ve meydana gelen her
olayın, içinde gerçekleştiği belli bir zamanı vardır; ondan önce ya da sonra
olmaz. Onun o zaman ve öyle olmasını gerektiren bir sebebi ile mutlaka
bulunması gereken birtakım noktalar vardır ki bunların detayını ancak aziz ve
çelil olan Allah bilir. Biz, söylediklerimizin doğruluğuna bir delil olmak
üzere ve düşünen insanların anlattıklarımızın hakikatini tasavvur edebilmeleri
için, bunların bir kısmını özet olarak zikredeceğiz:
Şanı
yüce olan Allah, “Coğrafya Risalesinde açıkladığımız gibi, feleği,
yeryüzünü her yönden kuşatacak şekilde yarattı. Felek dört bölüme ayrıldığına
ve her bölüm yeryüzünün dörtte birine karşılık geldiğine, ayrıca her bir yıldız
yeryüzünün üzerinde doğudan batıya, altında ise batıdan doğuya doğru döndüğüne
göre, o, yeryüzüne denk gelecek bir daire oluşturmakta ve ışınları tam da
yeryüzüne yansımakta, ayrıca bu ışınlar üç dik ve geniş açı oluşturmakta, “Meteoroloji
Risalesinde açıkladığımız gibi, her bir açının ise farklı etkileri meydana
gelmektedir.
Ey
kardeş! Bil ki şanı yüce olan Bârî, bu gök cisimlerinin dönüş esnasındaki hareketlerini,
bu âlemde birtakım olayların meydana gelişinde gerekli bir sebep, ay altı
âlemdeki oluşlar için fail neden yapmış; onların burçların aşamalarındaki
toplanmalarına, görünüşlerine ve birleşmelerine göre “belli zamanlar”
belirlemiş; zıt noktalarını ve ışınlarının yansımalarını da kendi oluşlarına ve
meydana gelişlerine (hudus) özgü kılmıştır. Bu bağlamda yeryüzünde
bulunan yedi bölge, yedi felek gibi; bu bölgelerdeki şehirler, feleklerdeki
burçlar gibi; bu şehirlerdeki kasaba ve köyler, burçlardaki varlık ve sınırlar
gibi; kasaba ve köylerdeki çarşı ve (alışveriş) merkezleri, sınırlardaki derece
ve dakikalar gibi; oradaki bina, mesken, ev ve dükkânlar ise, dakikalardaki
saniye ve saliseler gibidir. Ayrıca yıldızların burçların derecelerinde
toplanmaları, madenî cevherlerin, bitkilerin ve tüm canlıların şehir, kasaba
ve köylerde toplanması gibidir.
Satürn
(Zühal) un burçlar içerisindeki sınırları, akarsuların, dağların, çöllerin, ormanların,
göllerin, caddelerin, yolların vb. kara parçalarının oluşumunun sebebi ve
nedenidir.
Jüpiter(Müşteri)’in
burçlar içerisindeki sınırları, mescitlerin, tapınakların, kiliselerin,
namazgâhların ve kurban yerlerinin sebebidir. Yıldızların onun sınırları içerisinde
toplanması ise, insanların cuma ve bayram namazlarında toplanıp, dinin hükümlerini
öğrenmelerinin, nebevi kitapları okumalarının, kadıların ve hâkimlerin verdiği
dinî ve dünyevî hükümler üzerine kafa yormalarının vb. nedenidir.
Mars
(Merih)’ın burçlar içerisindeki sınırları, ateş yakma ve hayvan kesme yerlerinin,
orduların toplanma alanlarının, yırtıcı hayvanların mekânlarının, savaşların
gerçekleştiği ve düşmanlıkların yaşandığı bölgelerin oluşmasının nedenidir.
Yıldızların Mars’ın sınırları içerisinde toplanıp, aralarında bir bağlantı
oluşması ise, insanların, bitkilerin ve madeni cevherlerin bu bölgelerde
toplanmalarının nedenidir.
Venüs(Zühre)’ün
burçlar içerisindeki sınırları, bahçelerin, gezinti alanlarının, yeme, içme,
sevinç, neşe, lezzet ve eğlence yerlerinin, güzel manzaraların oluşmasının
sebebidir. Yıldızların Venüs’ün sınırları içerisinde toplanıp, ışınlarını
göndermeleri ise, insanların, bitki ve hayvanların bu bölgelerde toplanmalarının
nedenidir.
Merkür(Utarit)’ün
burçlar içerisindeki sınırları, çarşıların, sanat merkezlerinin, söz ve ilim
meclislerinin, kâtip divanlarının oluşmasının, hikâyecilerin bir araya gelmelerinin
ve âlimler arasındaki tartışmaların sebebidir. Merkür’ün üstün düzeyde olması,
kralların mevkilerinin ve insanların mutluluklarının sebebi; aşağı düzeyde
olması ise, hak ettiği (cezayı) bulmanın, (aşağılara) düşmenin ve hapse
girmenin vb. sebebidir.
Bölüm
Varlığı
Sabit (Değişmeyen), Dönüşü Sürekli Olan
Gökcisimlerinin Etkisinin, Akışı Sürekli ama
Büyük Oranda Değişken Olan Felekî Hareketlerden Oluşan
Aşağı Derecedeki Gök Cisimlerine Nasıl Ulaştığına Dair
Ey
Kardeş! Allah seni de bizi de kendi katından bir ruh ile desteklesin! Bil ki,
yeryüzünün, âlemin merkezi olduğuna, havanın ve feleklerin onu her yönden çevreleyip
kuşattığına dair matematiksel kanıtlar ortaya kondu.
Bil
ki, yeryüzünün âlemin ortasında bulunuşu, tıpkı Beytullah’ın Harem bölgesinin
ortasında bulunması gibidir. (Âlemi kuşatan) Muhît feleğin ve diğer feleklerin
merkezlerinin dört unsur etrafında dönmeleri de, tavaf edenlerin Beytullah
etrafında dönmeleri gibidir. Sabit yıldızların, ışınlarını Muhît felekten
yeryüzünün merkezine doğru göndermeleri, namaz kılanların dünyanın farklı
bölgelerinden Allah’ın Evi’ne yönelmelerine benzer. Gezegenlerin, bazen en uzak
noktadan yeryüzünün merkezine doğru, bazen de yeryüzüne en yakın noktadan Muhît
feleğe doğru kendi yörüngelerinde gidip gelmeleri, hacıların bazen kendi
ülkelerinden Beytullah’a doğru gitmelerine, bazen de Beyt-i Haramdan ayrılıp
kendi ülkelerine dönmelerine benzer. Beytullah’a doğru güvence içinde yola
çıktıklarında, her bir hacı kendi ülkesinde bulunan mal, gıda, hediye ve kolye
türünden şeyler de götürür. Her ülkeden Beytullah’ı tavaf için gelenler, hac
mevsiminde, getirdikleri özel mallarıyla burada toplanırlar. Her mezhepten
müminler bir araya gelip alış-veriş yaparlar. Hac görevini yerine
getirdiklerinde her ülke insanı, diğer ülke insanlarıyla beraber, Allah’ın
affını ve rızasını kazanmış olarak ayrılırlar.
Ey
kardeş! Bu yüce cisimlerin güçlerinin Muhît felekten âlemin merkezine doğru
yayılmasının hükmü de böyledir. Onların (gök cisimlerinin) ışınları yeryüzünün
üzerinde toplanarak unsurların cüzlerine nüfûz edince, onlar da birbiriyle
karışıp bu güçler onlara sirayet ettiğinde, onların birbiriyle karışımından
oluş halinde olan “hayvan, maden ve bitki türünden çeşitli varlıklar” meydana
gelir. Bunların yapıları, cinsleri ve türleri birbirinden farklıdır. Bunların
sayılarının ne kadar çok olduğunu ve durumlarının birbirinden ne kadar farklı
olduğunu ancak yüce Allah bilir.
Sonra
bu güçler, son gayelerine ve kendilerinden amaçlanan en son noktaya ulaştıklarında,
dönerek tekrar Muhît feleğe doğru yönelir de, -hacıların ya kazançla ve bağışlanmış
olarak ya da pişmanlık ve hüsran içinde hacdan dönmeleri gibiya kazançla ve
özençle ya da hüsran ve pişmanlık içinde, nefislerin yeniden dirilmelerine ve
ruhların bir araya toplanmalarına sebep olurlar.
Ey
kardeş! Bak, oluş ve bozuluş âleminden felekler âlemine dönüşün nasıl oluyor
bir düşün. Bunu, hacıların hac ibadetlerini yerine getirip de evlerine ve
yurtlarına nasıl bir özlemle döndükleriyle ilişkilendirerek düşün.
Ey
kardeş! Bil ki haccın bütün rükünleri ve farzları, şanı yüce Allah’ın, felekler
âleminden ve göklerin genişliğinden oluş ve bozuluş âlemine gelen İnsanî
nefisler için verdiği örneklerdir. Bu örnekleri O, akıllı insanın düşünüp ibret
alması, nefsini gaflet ve cehalet uykusundan uyandırıp, başlangıcını ve sonunu
düşünerek onu arzulaması ve geldiği gibi tekrar oraya dönmesi ve davetçinin: “Ey
huzura kavuşmuş insan! Sen O’ndan hoşnut, O da senden hoşnut olarak Rabbine
dön"'[304]
şeklinde seslendiğinde; “Tamam Allah’ım! Emrine uydum ve döndüm” der.
Ey
kardeş! Hacıların ülkelerine nasıl döndüklerini düşün. Her ülke insanının ayrı
bir kafilesi ve ayrı bir yolu olduğunu görürsün ki giderken ve gelirken o yolda
birbirleriyle yardımlaşırlar. Nefisler de bu âleme öyle gelmişlerdir: Her
millette bir yıldızın ve bir burcun belli bir ilişki çerçevesinde bir delaleti
vardır, dünyadan ancak bir din ve mezhep ile bağlantılı olarak ayrılır. Her
nefsin azığı, kazandığı hayır ve şerdir. Ey kardeş! Nefsinin tek başına (iyilik
ve kötülüklerden arınmış vaziyette) dönebileceğini zannetme.
Bil
ki yol uzaktır. Şeytanlar yol kesiciler gibi oturmuş gözetlemektedirler. Düşün
bir kere! Tek başına yaşayamazsın. Bu, çileli ve sıkıntılı bir hayat olur.
Kolay ve çilesiz bir hayata şehir halkının yardımlaşmasıyla ve dinin
gereklerini yerine getirerek ulaşabilirsin. Keza birbiriyle yardımlaşan “Sadık
Kardeşler e ihtiyacın olduğunu bilmen için düşünmen gerekir. Zira onların
şefaatleriyle cehennemden kurtulup, yardımlarıyla gökyüzünün melekûtuna
yükselerek, hesaba çekilmeden cennete girersin.
Ey
kardeş! Şunu kesin olarak bil ki, eğer bir insanın tek başına kurtulması mümkün
olsaydı, yüce Allah; “İyilik ve (Allah’ın yasaklarından) sakınma üzerinde
yardımlaşın, günah ve düşmanlık üzerine yardımlaşmayın”[305]
[306]-,
“Sabredin; (düşman karşısında) sebat gösteriri’*; “Her ümmetten bir şahit
göndereceğimiz gün..”[307]
ve “Rablerine karşı gelmekten sakınanlar ise, bölük bölük cennete
sevkedilir”[308]
[309]
[310]
buyururken yardımlaşmayı emretmezdi.
Ey
kardeş! Aklının nuruyla bir düşün. Kafanı kullan. Bulunduğun yerde dur ve
Beytullah’a yönel. Arafat dağı üzerinde duruşunla, şanı yüce olan Allah’ın şu
ayetle işaret ettiği marifet ehlinin sahip olduğu bilgiye belki sen de sahip
olursun: “Araf ehli simalarından tanıdıkları birtakım adamlara seslenerek
derler ki...”" Burada “simalarından” ifadesi “alametlerinden”
demektir. Sonra onlarla beraber Müzdelife’ye,2sevkedilir, daha sonra
da hedeflenen Mina’ya[311]
ulaşırsın. Onlar orada umutlarım şöyle dile getirirler: “Girin cennete; artık
size korku yoktur ve siz üzülecek de değilsiniz.”[312].
Ey
kardeş! Bil ki, Beytullah’ı bilgi ve basiretten yoksun olarak, gafil bir kalp
ve lehviyata dalmış bir nefisle hacceden, haccın rükünlerini ve sünnetlerini
görüp, onların anlamlarını düşünmeyen, onlardan amacın ne olduğuna kafa
yormayan ve onlarla amaçlanan gayelerden hiçbirini bilmeyen kimse, oradan gafil
bir kalp, şüpheci bir nefis ve karışık bir zihin ile döner. Çünkü onları
gördüğünde, anlamlarını bilmez ve onlardan maksadın ne olduğunun farkında
olmazsa, o zaman taş atmanın, Safâ ile Merve arasında sa’y yapmanın, ihrama
girmenin, telbiye, tavaf, umre vb. sünnet ve farz olan şeylerin çocuk oyuncağı
gibi bir şey olduğunu zanneder. İşte böyle bir kıyasla, her bir ümmetin,
ibadethanelerinde dinlerinin gereği olan uygulamaları, orada kesilen kurbanları
olduğunu; dinlerini vaz’ edenin birtakım sembolleri, maksatları, işaret ve örnekleri
olduğunu (anlarsın). Allah’ın dostu İbrahim (as.) da bu anlama işaret etmiştir.
Bil
ki, Peygamberler (selam üzerlerine olsun) ile ilahi kanun koyucularının -her ne
kadar dinleri ve uygulamaları, ibadetlerinin yerleri ve zamanları, kurbanları
ve ibadet şekilleri farklı da olsaçoğunun amacı, bir ve aynıdır. Tıpkı bütün
doktorların, farklı zamanlarda, farklı adetler, iklim ve bölge farklılığından
kaynaklanan çeşitli sebeplerle bedenlere arız olan hastalıkların farklılığına
göre tedavi yöntemleri farklı olsa da, mevcut sağlığı koruma ve sağlığı
kaybolmuş insanları yeniden sağlığına kavuşturma konusunda amaçlarının aynı
olması gibi.
Bütün
doktorların amacı, hastayı sağlığına kavuşturmak, sağhkh insanların sağlığını
korumak, hastalıkları tedavi etmektir. Peygamberlerin ve dinî kanun yapıcı
bütün hakîm ve filozofların da amacı budur. Onlar da “gönül doktorları’dır.
Amaçları; madde denizine dalmış insanları kurtarmak, onları oluş ve bozuluş
âleminin cehenneminden çıkarıp, aziz ve çelil olan Allah’ın şu ayetlerde
buyurduğu gibi, ona başlangıç ve sonuna ilişkin unuttuğu şeyleri hatırlatmak
suretiyle cennete; felekler âlemine ve göklerin genişliğine ulaştırmaktır:
“Andolsun
biz Kuranı, öğüt almak için kolaylaştırdık”'5.
“Sen
yine de öğüt ver (hatırlat). Çünkü öğüt müminlere fayda verir”'6.
“Belki
düşünüp öğüt alırsınız”'7. Yani geri
dönersiniz. Nitekim Yüce Allah şöyle buyurmuştur: “Ey huzura kavuşmuş insan!
Sen Ondan hoşnut, O da senden hoşnut olarak Rabbine dön”'6.
Bölüm
Ey
kardeş! Bil ki, Nebevi dinlerin uygulamaları, felsefî kanunların konuları, bütün
dinlerin farzları, ibadethanelerde yerine getirilmesi gereken kurallar,
mabetler ve ibadet için kesilen kurbanlar... bunların hepsi, İbrahim Halilürrahmanîn
Beyt-i Haram) inşa edip, Haceru ’l-Esved’i ve Makam’ı[313]
[314]
[315]
[316]
[317]
oraya koyarken, nesline haccın kurallarını öğretip, insanları -bunu yapmadaki
menfaatlerini görmeleri içinBeyt-i Haram) haccetmeye davet ederken
işaret edip kastettiği sembollerdir. Akıllı, anlayışlı, samimi ve zeki insan
hac yapıp, telbiye[318]
getirdiği, tavaf yapıp namaz kıldığı, Kâbe’yi görüp haccın mahiyetine,
hacıların ve ihrama girenlerin ihram, telbiye, tavaf, sa’y[319],
Arafat’ta hac vakfesi, Müzdelife’de geceleme, Mina’da kurban kesme, şeytan
taşlama ve tıraş olma vb. haccın farzları ve rükünlerine dair yaptıkları
şeylerin farkında olup, bunlar üzerine uyanık bir kalple düşünerek, basiretli
bir göz ve arınmış bir nefisle bunları düşündüğü zaman, İbrahim Halilürrahman
(as.)’ın tek tek yaptığı her şey ile ne kastettiğini ve bütün bunlardan amacın
ne olduğunu anlar. Bütün bunları anlar da kalbi hidayet bulur. Nefsi de hidayet
bulup, (gafletten) uyanır, (hakikatleri) görür, fikir değiştirip (güzel şeyler)
müşahede eder ve Allah Teâlamn şu ayetlerde işaret ettiği şeyi görür:
“Melekleri
görürsün ki, Rablerine hamd ile teşbih ederek Arşın etrafını kuşatmışlardır"[320].
“Rablerini
hamd ile teşbih ediyorlar veyerdekiler için mağfiret diliyorlar”[321].
Ey
kardeş! Bil ki, Arş’ın etrafını kuşatan melekler, Arş’ı taşıyan meleklerdir.
Bunlar da, Beyt-i Haram’ı haccedenlerin tavaf esnasında onu dışarıdan
kuşattıkları gibi, dokuzuncu felek tarafından içten kuşatılan sabit
yıldızlardır. Onlar yüce Allah’ın şu ayette buyurduğu gibi, Rab’lerine hamd
ederek teşbih ederler:
“(Melekler
şöyle derler:) Bizim her birimiz için, bilinen bir makam vardır. Şüphesiz biz
orada sıra sıra dururuz ve şüphesiz Allah’ı teşbih ederiz"[322].
Ona
iman ederler ve kendi makamları ve dereceleri üstünde, daha yüce ve ulvi şeyler
olduğunu kabul ve ifade ederler. Ancak bilgileri onları anlamakta aciz kahr,
anlama seviyeleri onların altında kahr. Tıpkı mümin hacıların, göklerin
ötesinde Beyt-i Mamûr[323]
olduğunu, onun etrafında tavaf yapan melekler topluluğunun onu her gün binlerce
kez haccettiğini ve ebedi olarak geri dönmediklerini kabul etmeleri gibi. Ve o
hacılar derler ki; “Yeryüzündeki bu Beyt-i Haram, tam da gökteki Beyt-i
Ma’mûr’un hizasına denk gelmektedir. îşte hacdaki bu uygulamalar ve haccın
rükünleri, meleklerin Beyt-i Mamûr etrafında yerine getirdikleri rükünlere ve
uygulamalara delâlet eden işaret ve sembollerdir.
Bölüm
Anlatma
ihtiyacı hissettiğimiz şeyleri, burada bitirdik. Şimdi deriz ki: Bir kısım
âlimler, astroloji hakkında konuşmuşlar, onların (gök cisimlerinin) kâinat
(oluşlar) üzerindeki delil (etki)lerini kabul etmiş, ancak oluş ve bozuluş
âlemindeki fiillerini inkâr etmişlerdir. Bir kısmı hem delillerini hem de
fiillerini kabul etmiş, bir kısmı ise bunların hepsini inkâr etmiştir.
Onların
kâinat üzerindeki delillerini kabul edenler, düşündüklerinde anlarlar, fakat
onlar eşyanın hakikatlerinin ne olduğuna (meselenin iç yüzüne) bakmazlar,
bundan dolayı da (gerçek yüzünü) anlayamazlar.
Onların
delil ve fiillerini inkâr edenler ise bu bilimde araştırmayı terk ettikleri
için (bu kanaattedirler).
(Gök
cisimlerinin oluş ve bozuluş âlemi üzerindeki) delil ve fiillerini kabul edenler
ise, bunu derin incelemeler ve var olanlar üzerine adım adım ilerleyen yoğun
araştırmalardan sonra anlamışlardır. İşin sonuna geldiklerinde, başa dönüp
yeniden araştırmışlar ve onların hepsinin tıpkı sayılar gibi, tek bir neden ve
bir Yaratıcı ile bir şekilde irtibatlı olduğunu görmüşlerdir.
Nitekim
biz de onların hepsinin Tabiatın fiilleri olduğunu, gök cisimlerinin Tabiatın
aletleri olduğunu ve bu cisimlerin güçlerinin Tabiatın yardımcıları mesabesinde
olduğunu önceden ifade etmiştik. Şimdi bu söylediklerimizin gerçekliğini
açıklamak istiyor ve diyoruz ki: “Filozofların; ‘âlem büyük insandır. Onun bir
bedeni, bir de nefsi vardır” sözünün anlamını açıklamıştık. Onun bedeninin
terkibini “Sema ve Âlem” risalesinde anlatmıştık. Şimdi onun nefsinin
güçlerinin ay altı âlemdeki cisimlere nasıl nüfuz ettiğini açıklamak
istiyoruz:
Ey
kardeş! Bil ki, bütün âlemin cismi, bir insan bedeni mesabesindedir. Âlemdeki bütün
felekler, göklerin tabakaları, feleklerin yıldızları, tabiatların unsurları
(dört unsur) ve onlardan meydana gelen şeylerin hepsi, bir insan bedeninin
organları ve mafsalları mesabesinde, bu âlemin cismi cümlesindendir. İnsan
nefsinin, bedenin organlarını ve mafsallarını hareket ettirmesi gibi, âlemin
nefsi de, onun feleklerini yönetir, aziz ve çelil olan Allah’ın izniyle
yıldızları harekete geçirir. Yıldızlara verdiği hareketle, nefsin ay altı
âlemdeki unsurlar ve onlardan meydana gelen şeyler üzerinde birtakım etkileri
vardır. “Bedenin Oluşumu” risalesinde açıkladığımız üzere, insan
nefsinin, bedenin tamamında ve bütün mafsallarda birçok etkinliğinin olması
gibi, bu etkiler, unsurlar ve onlardan meydana gelen şeylerde, onlar sayesinde
ve onlardan kaynaklanan etkilerdir ki bunların sayısını şanı yüce olan
Allah’tan başkası bilmez.
“Bedenin
Oluşumu” risalesinde açıkladığımız gibi, âlemin
cismi onbir küreden meydana gelmiş, insan bedeninin iki kısma ayrılması gibi,
âlem de iki kısma ayrılmıştır. Nasıl ki insan bedeninde duyu organlarının
fonksiyonlarını icra etmesi ve nefsin güçlerinin (bütün bedene) sirayet etmesi
için oniki delik vardır ve bunların altısı sağ tarafta, altısı da bedenin sol
tarafındadır, tıpkı bunun gibi, felekte de yıldızların yörüngesi olarak oniki
burç vardır. Bunların altısı kuzey, altısı güney burçlarıdır. Yine felekte
yedi müdebbir (yöneten) yıldız vardır ki, felekteki işlerin devamı onlar
sayesinde gerçekleşir. Bunlar, aziz ve çelil olan Allah’ın izniyle kâinatın
(oluşların) sebebidir. Nitekim insan bedeninde de yedi etkin güç vardır ki,
bedenin varlığının devamı ve sağlıklı hali, onlara bağlıdır. Bu güçler: Çekim
gücü (el-kuvvetu'lcâzibe), tutucu güç (el-kuvvetul-mâsike),
sindirim gücü (el-kuvvetul-hâdtme), savunma gücü (el-kuvvetü’d-dâfia),
beslenme gücü (el-kuvvetul-gâziye), büyüme gücü (el-kuvvetun-nâmiye)
ve tasavvur gücü (el-kuvvetul-musavvira). Bu güçlerden her birinin
bedende kendisine özgü bir organı vardır ki güç, bedenin bütün organlarına bu
organdan yayılır ve nefis bedende etkinliğini bu organ sayesinde
gerçekleştirir. Bu organlar: Mide, karaciğer, kalp, beyin, akciğer, dalak ve
safra kesesidir. Bu güçler bu organlardan bedene yayılıp etkinliğini gösterdiği
gibi, felekteki bu yedi yıldızın etkinliğinin hükmü de aynıdır. Tümel (külli)
nefs, gücünü bütün âleme yayar ve bu sayede onun etkinliği ay altı âlemdeki
oluşlarda ortaya çıkar. Doktorların bildiği gibi, bu güçlerin etkilerinin
aşırılığı ve eksikliğinden bedene ıstırap ve elem arız olur. Aynı şekilde bu
yıldızların etkilerinin aşırılığı ve gücünün etkilerinin eksikliğinden dolayı
da, astrologların haber verdiği gibi, oluş âleminde güzellikler ve fesat ortaya
çıkar. Yunanlıların bilgesi Bukrat’ın [Hipokrat] dediği gibi, tıp ilminin
açıklanması uzundur ve bu sanat harika bir sanattır. Fakat insan ömrü kısadır.
Fârisîlerin bilgesi Buruzcumihr “iş çok, ama (yapacak) adam yok” der. Bunun
gibi, astrolojinin açıklanması da uzun sürer. Fakat biz onu kısmen zikrediyor
ve diyoruz ki:
Güneşten
bütün âleme ruhanî bir güç yayılır ve feleklere, tabii unsurlara, bu unsurlardan
meydana gelen şeylere, külli ve cüz’i bütün varlıklara nüfuz eder. Âlemin
düzeni, varlığının yetkinliği ve bekasının mükemmelliği bununla gerçekleşir.
Tıpkı kalpten bütün bedene içgüdüsel bir hararetin yayılması gibi ki, bedenin
hayatı, düzeni ve iyiliği bununla gerçekleşir. Bu gücü ve bu güçten âleme
yayılan şeyi filozoflar “Güneş’in ruhanileri” olarak adlandırır. Bu, içgüdüsel
hararetin bedene organ organ özel olarak yayılması gibi, âleme de cisim cisim özel
olarak yayılır ki bunun nasıl olduğunun açıklanması uzun sürer. “Ruhanîlerin
Fiilleri” ile “Madenler, Bitkiler ve Hayvan” risalelerinde bunu
kısmen zikretmiştik. Din ise bu gücü orduları ve yardımcıları olan bir “melek”
olarak adlandırır. Sur sahibi İsrafil onlardan biridir.
Aynı
şekilde Satürn (Zühal)den de ruhanî bir güç yayılır ve feleklere, tabii
unsurlara ve bu unsurlardan meydana gelen şeylere yayılır. Formların maddeye
tutunması bu güç sayesinde olur. Bu gücün yayılması, dalaktan bütün bedene ve
bedenin bütün mafsallarına siyah bir karışım gücünün yayılması gibidir. Nitekim
bedende kemiklerin, sinirlerin ve cildin birbiriyle tutunması, keza bedendeki
rutubetlerin katılaşması bu güç sayesinde olur. Eğer bu katılaşma olmasaydı,
bedenin maddesi, su ve havanın aktığı gibi akışkan olurdu. Filozoflar bu gücü
“Zühal’in ruhanîleri”, din ise orduları ve yardımcıları olan bir “melek” olarak
adlandırır. Ölüm meleği, keza Münker ve Nekir melekleri
bunlardandır.
Merih
(Mars)’tan da ruhanî bir güç yayılır ve felekleri, tabii unsurları ve bu unsurlardan
meydana gelen şeylerle bütün âleme nüfuz eder. Bütün var olanlarda amaçlara
yönelik istek, arzu ve teşebbüsler, iş ve sanat etkinlikleri, üst makamlara
yükselme, tamam ve mükemmel olana ulaşma arzusu bu güç sayesinde olur.
Filozoflar bu gücü ve ondan bu âleme yayılan şeyi “Merih’in ruhanîleri”, din
ise orduları ve yardımcıları olan bir “melek” ve Cebrail olarak adlandırır.
Asabi Malik (ateşin bekçisi olan melek) ve Cehennemin bekçisi diğer bütün
melekler bunlardandır. Bu gücün âleme nüfuzu ve güçlerinin yayılması, safra
kesesinden ve karışımları ayrıştırıp, onları en uç noktalarına varıncaya kadar
bedenin her bölgesine ulaştıran, kin, öfke, şiddet vb. şeyleri tahrik eden
safra gücünden (bu özelliklerin bütün bedene) yayılması gibidir.
Jüpiter
(Müşteri)’den de bütün âleme nüfuz eden ruhanî bir güç yayılır. Zıt tabiatların
dengelenmesi, yine birbirine tamamen zıt olan güçlerin uyumu, oluş halindeki
şeylerin sebebi ve var olanların düzeninin korunması bu güç ile olur. Bu gücün
yayılması, bedenin karışımlarını dengeleyen, tabiatların mizacını düzenleyen
kanın neminin karaciğerden yayılması gibidir. Böylece beden büyüyüp gelişir,
hayat güzelleşip lezzet kazanır, ruhlar birbirine ünsiyet eder, nefisler ülfet
eder. Filozoflar bu gücü ve ondan meydana gelen fiilleri “Müşteri’nin
ruhanîleri”, din ise orduları ve yardımcıları olan bir “melek” olarak
adlandırır. Cennetin bekçisi olan Rıdvan meleği bunlardandır.
Venüs
(Zühre)’den de ruhanî bir güç yayılır, bütün âleme ve onun cüzlerine nüfuz
eder. Âlemin süsü, düzeninin güzelliği, nurlarının parlaklığı, bu âlemde var
olanların şaşaası, kâinattaki süslü ve zevkli şeylerle, onlara duyulan arzu ve
aşk, muhabbet ve meveddet türünden her çeşit sevgi bu güçten kaynaklanır. Bu gücün
âleme yayılması, lezzetli şeylere olan arzunun, mideden bütün duyu mecralarına
yayılması gibidir ki bu duyular sayesinde hoşa giden şeylerden haz alınır,
nimetler iyi, süs güzel bulunur. Bu güçten dolayı, dünyada sonsuza dek kalmak
arzulanır, âhirete ulaşmak temenni edilmez. Filozoflar bu gücü ve ondan ortaya
çıkan şeyleri “Zühre’nin ruhanîleri”, din ise orduları ve yardımcıları olan bir
“melek” olarak adlandırır. İri gözlü huriler ve cennetin bekçileri
bunlardandır.
Utarit
(Merkür)’den de ruhanî bir güç yayılır, bütün âleme ve onun cüzlerine nüfuz
eder. Bu âlemde marifet, algı, zihne gelen düşünce, ilham, vahiy, nübüvvet ve
her türlü bilgi bu güç ile gerçekleşir. Bu gücün âleme yayılması, vehim gücü ve
ona bağh olan zihin, hayal, hatırlama, düşünme, ayırt etme, feraset, zihne
gelen düşünceler, ilham, bilinç, algı, marifet ve her türlü bilginin beyinden
yayılması gibidir. Filozoflar bu gücü ve ona bağh olan şeyleri “Utarit’in
ruhanîleri”, din ise orduları ve yardımcıları olan bir “melek” olarak adlandırır.
Gençler (vildan), cennet ehlinin bekçileri, değerli sâdık melekler {el-Kirâmul-Berard)
ve değerli yazıcılar (el-Kirâmul-Kâtibûn) bunlardandır.
Aynı
şekilde Ay’dan da âlemin bütün cismine ve onun cüzlerine nüfuz eden ruhanî bir
güç yayılır ve bu güç, bazen ay başından itibaren felekler âleminden oluş ve
bozuluş âlemine doğru, bazen de ay sonundan itibaren oluş ve bozuluş âleminden
felekler âlemine doğru, her iki âlemde de var olanların nefsini oluşturur. O,
beka ve sürekliliğin kaynağı olan felekler âlemi ile oluş ve bozuluşun kaynağı
olan unsurlar âlemi arasında aracı güçtür. Bu güç, tıpkı içinde nefes
barındıran bir gücün akciğerden yayılması gibidir; akciğerdeki nefes gücü,
bazen bedenin doğal ısısını korumak için havayı dışarıdan içine çekmek suretiyle,
bazen de onu rahatlatmak için nefesi içinden dışarıya göndermek suretiyle
yayılır. Filozoflar bu gücü (ve) ondan ortaya çıkan bu fiilleri “Ay’ın
ruhanîleri”; din ise orduları ve yardımcıları olan bir “melek” olarak
adlandırır. Bu güç ile melekler gökten vahiy ve bereket indirir. İnsanoğlunun
amelleriyle gökyüzüne bu güç ile çıkılır. Ruhlar ve gece-gündüz[324]
yeryüzünde nöbet tutan melekler bu güç ile (gökyüzüne) yükselirler.
Sabit
yıldızların da her birinden, engin kürsî olan sekizinci yıldızdan yeryüzünün
merkezine kadar bütün âleme, Güneş ışığının havaya ve şeffaf cisimlere
yayılması gibi, ruhanî bir güç yayılır. Var olanların cinslerinin suretleri
maddede bu güç sayesinde korunur. Âlemin düzeni ve varlığının devamı, şanı
yüce olan Allah’ın izniyle bu güç ile mümkün olur. Yer ve göklerin sakinlerinin
varlıklarının devamı da bu güce bağlıdır. Yüce Allah şu ayetlerle buna işaret
etmiştir:
“Rabbinin
ordularım kendisinden başkası bilmez”[325].
“(Melekler
şöyle derler:) Bizim her birimiz için, bilinen bir makam vardır. Şüphesiz biz
orada sıra sıra dururuz ve şüphesiz Allah’ı teşbih ederiz”[326]*.
Arşı
taşıyan melekler bunlardandır.
İnsanlığın
atası Âdem'e secde eden melekler ise, feleklerde bulunanların yeryüzündeki
halifeleridir. Onlar, Âdem'e ve onun nesline secde eden (ve) kıyamete kadar
onlara itaat ile yükümlü diğer canlıların nefisleridir.
Bil
ki, âlemin harap oluşunun (düzeninin bozulmasının) sebebi, oluşun fesada
uğramasıdır. Bu, unsurlardan birinin, diğerlerine ya Nuh (as) zamanında olduğu
gibi bir su tufanıyla yada Kuranda “Göğün, apaçık bir duman çıkaracağı
gün..”[327]
ayetiyle âhir zamanda gerçekleşeceği vaat edildiği gibi bir ateş tufanı ile
üstünlük sağlamasıyla olur. Bunun sebebi, (suların) suyumsu burçları ve
yıldızları yoğun bir şekilde kuşatmasıdır ki (bunun sonucu olarak) o zaman su
tufanı olur. Ateşimsi burçları ve yıldızları kuşatması durumunda ise ateş
tufanı meydana gelir. Arslan (burcu)nun merkezi birkaç yıl sonra arslan
burçlarında Merih’in sınırına ulaştığında, (bu) yoğunlaşma ve ateşimsi burçların
ayları meydana gelir, Merih onları kuşatır. Bunun sonucunda da işte tam böyle
bir esnada neredeyse bir ateş tufanı meydana gelir. Bunun mahiyeti; hava iyice
ısınır ve ateşten bir rüzgâr haline dönüşür. Sonuçta insan ve hayvan (her türlü
canlı) yanar, âlem, yani yeryüzü cansız olarak harap olmuş bir durumda kalır.
Sonra şanı yüce olan Allah, Kuranda şu ayetlerde vaat ettiği gibi ahiretteki
diriltmeyi gerçekleştirir:
“Andolsun,
ilk yaratılışı bildiniz. Düşünüp ibret almanız gerekmez mi?”[328]
Burada “ilk yaratılışı bildiniz” demek, “ahiretteki yaratılışı bildiniz”
demektir.
..
Ve sizi bilmediğiniz bir âlemde tekrar var edelim diye (ölümü takdir ettik.)”[329].0
anda cennet ehli cennette bolluğa kavuşur, cehennem ehli ise cehennemde ebedi
olarak kalır. “Öldükten Sonra Dirilme Risalesinde bunun nasıl
gerçekleştiğini açıkladık.
Ey
kardeş! Gaflet ve cehalet uykusundan uyan. Ahiret ve ahiretteki diriliş için
hazırlık yap ve amelde bulun. Umulur ki kıyamet günü mutlu insanlardan biri
olarak diriltilir, gökyüzünün melekûtuna yükselir, “en yüce topluluk” olan
melekler zümresine katılırsın. Ancak sakın dünyada, oluş ve bozuluş âleminde
ebediyen kalmak isteyenlerle beraber olma. (Azgınlar) orada çağlar boyu
kalırlar, orada ruhlar âleminin serinliğini ve cennet esintisinin şarabını
tadamazlar. Derileri yanıp eskidiğinde, azabı (dolu dolu) tatmaları için başka
bir deri ile değiştirilir.
Ey
kardeş! Allah seni cehennem azabından korusun. Seni, bizi ve bütün kardeşlerimizi
iyilerle beraber karar yurduna ulaştırsın. Şüphesiz O, dilediği her şeye gücü
yetendir.
Bu
risale burada bitti. Allah’a layık olduğu şekilde hamd olsun. Allah, Resûlü
Muhammed’e ve O’nun ehline, temiz imamlara salât ve selam etsin. Allah bize
yeter ve O ne güzel vekil, ne güzel velî ve ne güzel yardım edendir. Yüce ve
büyük olan Allah’tan başka güç ve kudret sahibi kimse yoktur.
“Tabiatın
Mahiyeti” risalesi burada tamamlandı. Onu “Bitkilerin
Çeşitleri” risalesi takip edecektir.
Cisimsel-Doğal
Bilimlerin Yedinci
(İhvân-ı Safâ Risalelerinin Yirmibirinci) Risalesi:
Bitkilerin Cinslerine Dair[330]
Rahman
ve Rahim olan Allah’ın adıyla!
«f^erçek
övgü Allah'a mahsustur! Selâm olsun onun seçtiği kullarına. Allah mı \<Jdaha
hayırlıdır, yoksa onların ortak koştukları mı?”[331].
Bölüm
Ey
hürmetkâr ve şefkatli kardeşim -Allah seni ve bizleri kendi katından bir ruhla
desteklesinbil ki, [bir önceki] risalemizde madenî cevherlerin anlatımını tamamlayıp,
onların nasıl yaratıldıklarını, hangi cinslere ayrıldıklarını, türlerinin kısımlarını
ve faydalı ve zararlı özelliklerini açıkladık. Aynı şekilde madenî cevherlerin
son basamağı ile bitkisel cevherlerin ilk basamağının birbiriyle ilişkili
olduğunu da ortaya koyduk. Şimdi ise “bitkiler risalesfyle devam etmek ve sabit
kuvvetlerin onlarda nasıl cerayan ettiğini bazı yönleriyle açıklamak
istiyoruz. Risalenin amacı bitki cinslerini, onların yaratılma ve gelişme
niteliklerini göstermek, yine onların şekil, renk, tat ve koku açısından
çeşitli türlere ayrılmasının; yapraklarının, çiçeklerinin, tohumlarının,
çekirdeklerinin, büyümelerinin, köklerinin, dallarının ve gövdelerinin farklı
olmasının sebeplerini ortaya koymaktır. Şöyle ki; bitkiler mertebesinin ilk
basamağı[332]
ile hayvanlar mertebesinin ilk basamağı ve hayvanlar mertebesinin son basamağı
ile insanlık mertebesinin ilk basamağı birbirine bağlıdır. Aynı şekilde insanlık
mertebesinin son basamağı da göklerde meskun olup feleklerde ikamet eden, kendi
mülkünün imarı için Allah Teâlâ tarafından halk edilen ve Ona kayıtsız şartsız
itaat eden, “Allah’ın kendilerine verdiği emirlere karşı gelmeyen ve
kendilerine emredilen şeyi yapan”[333],”
“hangimiz daha yakın olacağız” diye Rablerine vesile arayan, Onun rahmetini
uman, azabından korkan,[334]”
ve O’nun korkusuyla titreyen[335]”
melekler mertebesinin ilk basamağıyla irtibatlıdır. Biz diyoruz ki:
Bil
ki ey kardeşim, sen Rabbin ile görüşecek, bu dünyadan o mertebeye gönderileceksin.
Yaratılışından itibaren alçak bir halden daha tam, kâmil ve şerefli bir hale
geçerek o mertebeye yönelmen de Rabbinin huzuruna çıkıp, onu müşahede etmen ve
vaad olunan şeyin sana verilmesi içindir. Söz konusu hallerden bazılarını
geride bırakmış ve müşahede etmişsin, bazılarına ise henüz ulaşmamışsındır.
Muhakkak ki sen, “adı anılmaya değer bir şey olana kadar, üzerinden uzun bir
süre geçmiştir.”[336]
Sonra atılmış bir sudan (meni) yaratıldın; ardından ana rahmine, sağlam bir
karargaha yerleştirildin, yapının tamamlanması ve suretinin gelişmesi için
orada dokuz ay bulundun; sonra bu geniş dünyaya çıkartıldın, öğreniminin
kemali ve gücünün artması için dört yıl geçti, duyularınla bu dünyadaki duyulur
şeyleri müşahede ettin, anlama, şuur, temyiz, tefekkür, düşünme ve içgüdüsel
olarak bilme yetilerin hâsıl oldu. Sonra okula başladın; öncesinde haberdar
olmadığın okuma, yazma, âdab, matematik, hesap işlemleri, ölçme ve tartma gibi
şeyler sana öğretildi.
Sonra
camilerde, namazlarda, cenaze törenlerinde ve bayramlarda ilim ve fazilet
ehlinden kimselerin meclislerinde bulundun; çarşı pazarların, çeşitli sanat ve
kitapların aracılığıyla nehirlerden, köylerden, şehirlerden, denizlerden, kıtalardan
ve dağlardan oluşan bu alemi müşahede ettin. Bu dünyadaki bitki, hayvan ve
madenlerden oluşan varlık çeşitlerini gördün. Bunların hallerinin sıcakta ve
soğukta, gece ve [gündüz], yaz ve kış, karanlıkta ve ışıkta nasıl değiştiği;
rüzgâr, bulut ve yağmur çeşitleri hakkında bilgi edindin. Feleklerin
deveranına, burçların yükselişine, gezegenlerin akışına, zamanın olaylarına ve
hadiselerin iniş çıkışlarına bizzat şahitlik ettin. Bütün bunlar senin gaflet
ve cehalet uykusundan uyanman, müşahede ettiklerin üzerinde tefekküre dalman,
bu dünyanın gördüğün hallerini düşünmen ve ölümden sonra bu durumdan başka bir
duruma geçeceğini, yeniden farklı bir şekilde yaratılacağını yakin bir ilimle
bilmen içindi. Yolculuk için hazırlıklı ol! Ecelin gelmeden ve ömür bitmeden
önce bu yolculuk için hazırlan. Şöyle ki meleklerin ahlakıyla ahlaklan ve
onların özellikleriyle(şemâzZ) süslen, şeytanın kardeşlerinin ve iblisin
ordusunun ahlakını tamamen terk et. Bunların niteliğini elli bir risaleden
oluşan risalelerimizde açıklamışızdır. Allahın isteği ile oradan bilgi
edinirsin.
Bil
ki ey kardeşim -Allah seni ve bizleri kendisinden bir ruh ile desteklesinkusursuz
(muhkem) bir yaratılış, hikmet sahibi bir yaratıcıya işaret eder. Hikmet
sahibi olan bu yaratıcı görülerek idrak edilemez. Fakat akıl sahibi bir kimse,
gövde şekilleri, yerin altında uzayan kökleri, havada farklı yönlere yayılan
dalları, yapraklarının biçimleri ve renkleri itibariyle çiçeklerinin
çeşitliliği bakımından; tohum ve meyvelerinin büyük küçük farklı ölçülerde
olması, yine renk, tat ve kokularının farklılıkları yönüyle bitkilerin
hallerini düşünürse kendisi için bu [gerçek] açığa çıkmış olur ve onların
hikmet sahibi bir yaratıcı tarafından yaratıldığını zorunlu bir bilgi ile
bilir. Çünkü onun aklı, birbirine zıt güçlere ve uyumsuz doğalara sahip olan
dört erkanın, [var olduğu] kuşku götürmeyen hakim bir yaratıcının isteği
olmaksızın bir araya gelerek birliktelik oluşturamayacağı ve yukarıda
zikredilen özellikleri gösteremeyeceği konusunda kendisine tanıklık eder. Ona
ait [yaratma] sanatının niteliği, “niçin öyle yaptığı” ve “neden şu veya bu
şekilde yapmadığı” üzerinde düşünmeyen bir kimse yukarıda söylenenleri
anlayamaz, bunları idrak ve tasavvur edemez. Bu sebepten söz konusu ilim
dalıyla ilgili bazı hususları, ondan haberdar olan ve bu konuda düşünen
herkesin ilminin artması için burada zikretmeye ihtiyaç duyduk.
Bil
ki ey kardeşim -Allah seni ve bizleri kendisinden bir ruh ile desteklesinbitkiler
gizli olmayan, açık seçik varlıklardır. Fakat onların Yaratıcıları ve yaratılış
nedenleri gözle görülerek idrak edilmekten uzak olup, gizli ve batınidir.
Felsefeciler
bunu doğal güç (el-kuvvetü 't-tabîiyye) olarak adlandırırlar. Yine buna
bitkilerin yetiştirilmesi, hayvanların üremesinden ve madenlerin oluşturulmasından
mesul olan melekler ile Allah’ın ordularının kanunu (nâmûs) ismini
verenler de bulunmaktadır. Bizler ise buna “tikel (cüz'i) nefisler”
adını veriyoruz. Buradaki ibareler farklı olmakla birlikte anlam aynıdır.
Nitekim filozoflar ve hikmet sahibi bilginler (hükemâ) bu yaratılanları
doğal kuvveye, şeriat sahipleri ise meleklere atfederler; kimse bunu Yüce
Allah’a nispet etmez. Çünkü şanı yüce olan Yaratıcı doğal cisimlere, cirimsel
hareketlere ve cisimsel olaylara doğrudan müdahalede bulunmayacak kadar
yücedir. Tıpkı melikler, hükümdarlar ve başkanların işlerini doğrudan yapmaması
gibi. Bunların kendilerine nispet edilmesi ise işin yapılması için emir
vermeleri ve bunu istemeleri nedeniyledir. Örneğin: “İskender Şeddi yaptı”,
“Süleyman îlyâ[337]
mescidini inşa etti”, “Mansur Selam şehrini yaptı” denmesi inşaatın
onların emriyle gerçekleştiği içindir, yoksa bizzat kendi fiilleriyle yapıldığı
için değil. Yine aşağıdaki örnekte de görüldüğü üzere, kulların fiilleri
Allah’a nispet edilir. Allah Teâlâ’nın kendi elçisi Muhammed’e (ona selam
olsun) söylediği şu sözünde olduğu gibi: “Atarken sen atmadın, ama Allah
attı”,[338]
“Onları siz öldürmedinizfakat Allah öldürdü”,[339]
[340]
“Onlarla savaşın ki Allah sizin ellerinizle onları cezalandırsın”.11
Nitekim Kuran-ı Mübin’de bu anlamda pek çok ayet vardır.
Bil
ki ey kardeşim -Allah seni ve bizleri kendisinden bir ruh ile desteklesinanlayış
sahibi âkil bir kimse bitkilerin hallerine dikkatlice bakar ve bunlarla ilgili
tefekküre dalıp düşünürse, kendi cinsinin sureti veya kendi türünün şekli
dışına çıkan bir şey bulunmadığını anlar. Şöyle ki o, bir zeytin yaprağının
ceviz ağacından çıktığını ya da arpa tanelerinin buğday sümbüllerinden
çıktığını asla göremez.
Bu
örnek ve kıyas diğer bütün tahıl, meyve, bakliyat ve yabani otların türleri
için de geçerlidir. Bunlardan her birinin, sanki türleri muhafaza eden çeşitli
kalıplara dökülmüşler gibi, kendi cinsinin suretini ve kendi türünün şeklini
koruduğunu görürsün.
Aynı
şekilde yaratılışları tam ve suretleri eksiksiz olan bütün hayvanların hükmü de
böyledir: Onlar da kendi cinslerinin suretlerini ve türlerinin şekillerini
fertlerinde muhafaza ederler. Şöyle ki deve rahminden bir tayın, inek
rahminden oğlağın, devekuşu yumurtasından turnanın, güvercin yumurtasından
tavuk çıktığını asla göremezsin.
Anlayış
sahibi akil bir kimse bu şeyler üzerinde düşündüğünde, onların sebebini (illet)
talep edip araştırdığında belki de bunun dışında bir şeyin Yaratıcının kudreti
dahilinde olmadığını tahayyül ve vehmine kapılır veya maddenin bunun dışında
bir şekil kabul etmediğini zanneder ya da hikmetin bunun dışında bir şey
gerektirmediğini söyler. Buradaki vehim ve zan bunun dışında bir şeyin
Yaratıcının kudreti dahilinde olmadığı [düşüncesine] ilişkindir. Halbuki onun
aklı bunu inkâr eder. Çünkü bir şeyi ilk kez yaratmaya kadir olan birisi bu
yapıyı değiştirmeye daha çok güç yetirir. Diğer taraftan eğer bu kimse
maddenin başka bir suret kabul etmediğinin zanmna ve vehmine kapılmışsa, “bu
nasıl olabilir?” [deriz]. Zira madde bütün suretleri kabul edecek şekilde vaz
edilmiştir ve dolayısıyla da [o kimse zannında] hatalıdır. Yine eğer hikmetin
bunun dışında bir şey gerektirmediğini söylerse, “Oğlağın deve rahminden,
devenin inek rahminden ve tavuğun güvercin yumurtasından çıkmasının hikmetle geçersiz
kılınma yönü nedir? Bunu bizim için açıkla, [deriz].”
Bil
ki ey kardeşim -Allah seni ve bizleri kendisinden bir ruh ile desteklesinbitki
türlerinden her birinin kendi gövdesi vardır. Bu gövde bir mide özsuyundan
(keymus); bu mide özsuyu ise bir mizaçtan oluşuyor. Aynı suyu içseler, aynı
toprakta yetişseler, kendilerine tek bir havanın rüzgârı ulaşsa, tekbir
Güneş’in ısısıyla olgunlaşsalar dahi o mizaçtan ancak söz konusu mide özsuyu, o
mide özsuyundan da ancak söz konusu bitki türü ortaya çıkar. İlk madde bütün
suretleri kabul edecek şekilde vaz’ edilmiştir. Fakat onlardan her birinin
ikincil maddeleri ancak özel varlıkların suretlerini kabul edebilir. Buğday ve
pamuk ağaçları için mevzu olan toprak ve su, buna örnek olarak gösterilebilir.
Pamuktan ancak iplik, iplikten parça, parçadan elbise ve başka şeyler çıkıyor.
Buğdaydan ise ancak un, undan hamur ve hamurdan da ekmek hazırlanıyor.
Bu
örnek ve kıyaslardan da görüldüğü üzere, bitkilerin halleri farklı oluyor. Bunun
anlamı şudur: Suyun rutubeti ve toprağın kısımlarının letafeti bitkinin köklerine
ulaştığında değişime uğrayıp, bir mide özsuyuna dönüşür. [Bu mide özsuyu]
sadece belli bir mizacın oluşumunu, söz konusu mizaç da sadece belli bir bitki
türünün oluşumunu sağlar. Onun yapraklarının, tomurcuklarının, meyvelerinin ve
çekirdeklerinin de hükmü böyledir.
Bölüm
Bitkilerin
tat, renk ve koku bakımından farklı doğalarda olmasının başka bir sebebi de
onların hayvanlar için gıda olmasıdır. Hayvanlar farklı doğalara sahiptirler.
Her bitki türü, bir hayvan türü için gıda ve bir hastalık için ilaç olarak
yaratılmıştır. Bunlar tıp ve baytarlık kitaplarında açıklanarak zikrolunmuştur.
Bil
ki ey kardeşim Allah seni ve bizleri kendisinden bir ruh ile desteklesinher bir
bitki türü için dört neden söz konusudur: Maddi neden, fail neden, gaî
(temâmiyye) neden ve surî neden.
Maddi
neden dört unsurdan ibarettir: Ateş, hava, su, toprak.
Fâil
nedenden kasıt tümel (külli) nefsin güçleridir.
Gaî
neden, onların hayvanlar için bir gıda olması ve fayda sağlamasıdır.
Surî
neden ise feleklerle ilgili sebeplerdir ve bunların uzun bir açıklaması vardır.
Bütün bunlar şanı yüce olan Allah’ın izniyle gerçekleşiyor. Bu nedenlerden her
birini basiret sahipleri için ibret ve akıl sahipleri için bilgi olsun diye
ayrıntılı biçimde açıklamak istiyoruz.
Şöyle
ki dört unsurun parçaları bir araya gelir, karışır, mezcolur ve birliktelik
oluşturursa bitkinin oluşumunun gerçekleştiği maddeye dönüşürler. Onların bir
araya gelip karışmasının sebebi, feleklerin bu unsurlar etrafındaki deveranı,
burçlardaki gezegenlerin seyri ve ışınlarının atmosferde yeryüzünün merkezine
doğru düşmesidir. Bütün bunlar felekleri yaratıp döndüren, burçları taksim edip
yükselten, gezegenleri şekillendirerek hareket ettiren, nefisleri [bu dünyaya]
göndererek vekil tayin eden Allah Teala’nın izni ve Onun hikmetinin latifliği
ile olmaktadır. Yapıpyaratanların en güzeli ve hâkimlerin hâkimi olan Allah pek
yücedir!
Bunun
niteliğini, Allah’ın yardımı ve bizlere bahşettiği muvaffakiyet ile akıl sahibi
kimseler için aşağıda zikredip açıklıyoruz.
Bil
ki ey kardeşim -Allah seni ve bizleri kendisinden bir ruh ile desteklesinGüneş
ülkelerin ufuklarında doğup atmosferi aydınlattığında ve yeryüzünü ışıklandırdığında
nehir ve denizlerin suları ısınır. Onların suyunun bir kısmı latifleşerek hafif
buhara dönüşür ve atmosferde yükselir.
Zemherir
yüzeyine gelip nesim küresini geçtiğinde soğumaya başlar, bir araya toplanır,
durağanlaşır, katılaşır ve kümelenir. Böylece bulut, duman, çiğ (şebnem)
ve buza dönüşür. Birikip rüzgârla dağların başına, karaya, çöllere, köylere,
ekin yerlerine ve tarlalara düşüyor; yağmur yağıyor, yeryüzü sırılsıklam
ıslanıyor, toprak suyu içine çekiyor, onun cüzleri karışarak birleşiyor. Güneş
çıkıp yeryüzüne doğduğu ve onu ısıttığı zaman, bu su cüzleri kurumaya ve yerin
derinliklerinden yüzeye doğru yükselmeye başlar. Bunlarla birlikte suyla
birliktelik oluşturmuş toprak cüzleri de yüzeye çıkar. Ardından, unsurlara
nüfuz eden Ay feleğinden farklı basit nefsin güçleri bu maddeden çeşitli
şekillere sahip rengarenk bitki türlerini ortaya çıkartır. Bu, şehir
pazarlarında insanoğlundan sanatkâr kimselerin kendi sanatlarına konu olan
maddelerden çeşitli şeyler yapmalarına benzer. Nitekim bunu risalelerimizde
açıklamıştık.
Bil
ki ey kardeşim, peygamberlerin (onlara selam olsun) kitaplarında zikrolunduğu
üzere, bitkilerin cins ve türlerini ortaya çıkardığını bildirdiğimiz
külli-feleki-basit nefsin güçlerinden kasıt, bu işlerden mesul olan melekler ve
Allah’ın ordularıdır. Yine orada zikrolunduğu üzere mütevatir haberler
aracılığıyla bizlere ulaşmıştır ki, toprağın çıkardığı bitkilerdeki her bir
yaprak, meyve ve tohumla beraber bir görevli melek vardır. Bu melek, oluşumunu
tamamlaması, kemale ermesi ve ilk gayesinden son gayesine ulaşabilmesi için o
bitkilerin yetişesinden sorumludur. Bütün bunlar onların yaratıcısı ve halikı
olan Allah’ın izniyledir. Şanı yüce olan Allah’ın şu sözünde de zikredildiği
gibi bütün canlıların hükmü böyledir: “Onun önünde ve arkasında Allah'ın
emriyle onu koruyan takipçiler (melekler) vardır”'[341]
Biz bitkilerden sorumlu olan bu [melekleri] “bitkisel nefis” olarak
adlandırıyoruz. Bil ki ey kardeşim, şanı yüce olan Allah bitkisel nefsi şu yedi
aktif güç ile desteklemiştir:
1.
Çekim gücü(el-kuvvetu’l-câzibe)
2.
Tutma gücü(el-kuvvetul-mâsike)
3.
Sindirim gücü(eikuvvetiİl-hâdıme)
4.
İtme gücü/savunma
gücü (el-kuvvetü’d-dâfia)
5.
Beslenme gücü (el-kuvvetti
l-gazi ye),
6.
Şekil verme
gücü/tasavvur gücü (el-kuvvetul-musavvira)
7.
Büyüme gücü(el-kuvvetu'n-nâmiye)
Bil
ki ey kardeşim -Allah seni ve bizleri kendisinden bir ruh ile desteklesinbu
güçlerin hayvan ve bitkilerin cisimlerinde yaptıkları şeyler birbirinden
farklıdır. Bunların bitkilerin oluşumundaki ilk fiili dört unsurun özünü
çekmeleri, onların çamurunu, yani onun farklı türlerden bitki gövdeleri için
uygun olan kısımlarını emmeleridir. Sonra tutma gücüyle onları tutar ve
sindirim gücüyle beslenecek kıvama getirirler. Ardından itme gücüyle onları
bitkinin diğer kısımlarına gönderir ve beslenme gücüyle bunlarla beslenirler.
Daha sonra büyüme gücü ile kendi alanlarında büyüyüp çoğalırlar. En sonda ise
şekil verme gücü ile çeşitli şekil ve renklere sahip olurlar.
Bunun
anlamı şudur: Tıpkı hacamat yapanların hacamat aletiyle kan alması veya ateşin
fitil aracılığıyla yağı emmesi gibi, çekim gücü bitki kökleri aracılığıyla
suyun nemini emer. Ayrıca çekim gücünün şiddeti nedeniyle su ile beraber latif
toprak parçalarını da içine çeker.
Bu
madde bitki köklerinde hâsıl olduğu zaman, sindirim gücü onları beslenecek
kıvama getirir ve söz konusu madde [bitkinin] cismi ve kökleri için belirlenmiş
mizaca uygun bir mide özsuyuna dönüşür. Beslenme gücü onu kabul eder ve
bitkiler bu maddeden alınması mümkün olan bütün şekilleri kendilerinde
toplarlar. Böylece söz konusu kısımları yukarı, aşağı ve yanlara doğru büyür.
Bu maddeden arta kalan kısım hafiflik ve saflık kazanarak bitkinin gövdesine ve
dallarına doğru itilir. Çekim gücü ile oraya doğru cezp edildiği gibi tutma
gücü de tekrar en alt kısma akmaması için kendisini orada tutar. Sonra sindirim
gücü onu ikinci kez olgunlaştırır (yenecek kıvama getirir), mizaç ve
niteliğini değiştirerek bitkilerin gövdesi, ince dalları ve dalları için uygun
bir maddeye dönüştürür. Böylece bitkilerin söz konusu kısımları yukarı, aşağı
ve yanlara doğru büyürler. Yine hafiflik ve saflık kazanan arta kalan kısım
[itme gücü sayesinde] yukarıya, en yüksek dallara ve bölümlere gönderilir. Çekim
gücü oraya doğru çeker ve tutma gücü orada tutar. Ardından sindirim gücü onu
üçüncü kez pişirip beslenecek kıvama getirir; yaprakların, tomurcukların, çiçeklerin,
tohum bağcıklarının ve meyvelerin cisimleri için uygun olan başka bir maddeye
dönüştürür. Böylece bitkilerin bu kısımları da yukarı, aşağı ve yanlara doğru
büyürler. Burada daha da hafifleşen ve saflaşan kısımlar tohum ve meyve için
uygun maddeye dönüştürülür ve tutma gücü ile tutulur. Ardından sindirim gücü
onları dördüncü kez pişirip beslenecek kıvama getirir, hafifleterek [katı ve
daha hafif kısımlara] ayırır. Katı ve koyu kısmı kabuk ve çekirdeğin cismi için
uygun bir maddeye dönüştürür ve bitkilerin bu kısımları yukarı, aşağı ve
yanlara doğru gelişir. Hafif (latif) ve saf kısmı da tohum liflerinin ve meyve
[özünün] maddesi haline getirir. Bu ise doğaları, faydaları, zararları ve
kendilerine özgü mizaçları itibariyle farklı renk, tat ve kokulara sahip un,
yağ, şiire[342]
ve pekmez gibi şeylerdir. Onların tıp kitaplarında ya da besin maddeleri ve
yabani otlarla ilgili kitaplarda zikredilip açıklanmalarının nedeni budun
Konuyu uzatmamak için onları burada zikretmedik. Yukarıda zikrettiğimiz fiillere
gelince bunların tamamı hayvansal nefsin hizmetkârı olan ve onunla dört unsur
arasında bir vasıta olarak bulunan bitkisel nefsin fiilleridir. Nitekim
bitkiler kökleri ile söz konusu ham ve olgunlaşmamış özü kabul ediyor,
saflaştırarak yenecek hale getiriyorlar. Hayvanlar ise bunları hafif, saf,
lezzetli, sağhkh ve hoş bir besin olarak yiyorlar. Bütün bunlar şanı yüce olan
Allah’ın lütfü, canlılara karşı şefkat ve merhameti, yine kendilerini himaye
etmesi dolayısıyladır. Her türlü hamd, dua, şükür ve övgü Onun içindir.
Ahiretteki iyilik, nimet ve ihsan O’ndandır.
Bil
ki ey kardeşim, bitkilerden kasıt topraktan çıkan ve orada beslenerek büyüyen
bütün cisimlerdir. Onlardan bazıları kökleri ile veya sadece çubuk olarak
dikilen ağaçlardan, bazıları ise tohum ve çekirdek halinde serpilen ziraat
ürünlerinden ibarettir. Bazıları da dört unsurun kısımlarının karışıp meze
olmasıyla oluşan yeşillik ve yabani otlar gibi cisimlerdir. Bu üç cinsten her
biri farklı yön ve özellikler itibariyle çeşitli türlere ayrılırlar. Bunlardan
bir kısmını, diğerlerine örnek teşkil etmeleri ve [örnek olarak alınan] kısıtlı
şeylerin bütüne delil olması için burada zikredip açıklamak istiyoruz.
Öncelikle ağaçlardan başlayarak deriz ki:
Ağaç,
kendi sapı üzerinde gövdesinin dik durduğu, havaya doğru yükselen ve kendisini
kurumayan bir katın çevrelediği bütün bitkilere denir. “Necm” ise kendi sapı
üzerinde gövdesinin dik durarak havaya yükselemediği, tam tersi toprağın sathı
boyunca uzayan ya da meyveleri ağırlaştığı zaman tutunabilmesi için bir ağaca
sarılarak yukarıya doğru yükselen üzüm, kabak, salatalık, karpuz ve benzeri
ağaçlar gibi bitkilerdir.
Bil
ki ağaçlardan bazıları tam ve mükemmel, bazıları ise noksanlı ve eksiktir.
Ağaçlardan tam ve mükemmel olanlar, aşağıdaki dokuz özelliği kendisinde taşıyanlardır:
Gövde, kökler, dallar, ince dallar, yaprak, tomurcuk, meyve, kabuk ve reçine.
Noksanlı olanlar ise bu özelliklerden birini veya daha fazlasını kendinde
taşımayan ağaçlardır. Örneğin ağaç kavunu, kamış, söğüt, ılgın gibi ya da
meyve, yaprak, tomurcuk veya reçineden yoksun olan benzerleri gibi.
Bil
ki tam ağaçlardan bazıları diğerlerinden daha tam, daha mükemmel ve birkaç
yönden daha üstündür. Bunlardan birincisi sahip oldukları gövdeleri
itibariyledir. Şöyle ki incir, dut, badem, ceviz ve diğer ağaçlar gibi onlardan
bazıları bir gövde üzerinde yukarıya doğru dikilir ve çeşitli istikametlerde
dallanıp budaklanırlar. Hurma, servi, gına, söğüt, tik ve başkaları gibi bir
kısım ağaçlar ise havada bir tek gövde ile [dallanıp budaklanmadan]
yükselirler. Onların yerdeki köklerinin hükmü de böyledir. Bazılarının kökleri
toprağın altına dik bir kazık gibi iner; bazılarınınki çeşitli yönlerde, fakat
düz bir istikamet üzere hareket eder; bazılarınınki ise kıvrılıp bükülerek
dolanır. Ağaçlardan bir kısmı dikildikleri bölgede diğerleriyle komşu olur ve
sık ağaçlıklı bir alan oluştururlar. Bazıları ise yalnız başına bulunur,
altında ve etrafında başka ağaçlar bitmez.
Bitki
ve ağaçlardan bir kısmının yaprak ve meyveleri büyüklük, renk, şekil ve doku
itibariyle birbirine uyum gösterirler. Örneğin ağaçkavunu, mandalina, limon,
armut, elma ve benzerleri gibi. Yine bitki ve ağaçlardan bir kısmının meyve ve
tohumları nar ağacı, incir ağacı, üzüm ağacı, ceviz ağacı, hurma ağacı ve
benzeri diğer ağaçlarda olduğu gibi ebat bakımından yapraklarıyla uyumsuzdur.
Bunun anlamı şudur: Ağaçkavunu ağacının yuvarlak şekle sahip yeşil ve yumuşak
dokulu meyveleri ile yaprakları arasında bir orantı vardır ve yuvarlak şekilli
mandalina kendi ağacının yaprakları ile uyum içerisindedir. Yine armut koni
şeklinde olduğu gibi armut ağacının yaprakları da böyledir ve elmanın yuvarlak
olmasıyla orantılı biçimde elma ağacının yaprakları da yuvarlaktır. Oysa nar
ağacının meyveleri ebat olarak onun yaprakları ile orantısızdır. İncir, üzüm ve
diğerleri için de durum böyledir. Bu kıyasa göre bitkilerin çekirdek ve
tohumları için de aynı hüküm geçerlidir; onlardan bazıları orantılı,
bazılarıysa orantısızdır. Bütün bunlar nedenler, sebepler ve gayeler
dolayısıyladır.
Bölüm
Mekânları
İtibariyle Bitki Cinslerinin Açıklanmasına Dair
Bil
ki ey kardeşim, bitkilerin bir kısmı çöllerde ve çorak arazilerde, bir kısmı
dağların başında, bir kısmı nehir kenarlarında ve deniz kıyılarında, bir kısmı
da sazlık ve ormanlık alanlarda yetişir. Bazıları ise köylerde, ekin
tarlalarında, bostanlarda ve boş alanlarda insanlar tarafından ekilerek
yetiştiriliyor.
Bil
ki ey kardeşim, az sayıda istisnalar hariç bitkilerin büyük çoğunluğu toprağın
sathinde biter. [İstisna olarak] şeker kamışı, pirinç, nilüfer ve akiş
(sarmaşık) türleri gibi suyun altında bitip yetişenler gösterilebilir.
Aynı
şekilde yosun gibi bazı bitkiler suyun üzerinde, sarmaşık ve bağ sarmaşığı gibi
bazı bitkiler ağaç ve bitkilere tutunarak, gübre otu gibi bazı bitkiler de
taşların üzerinde bitiyor.
Bitkilerden
bir kısmı sadece sıcak ülkelerde, bir kısmı ise sadece soğuk ülkelerde
yetişiyor. Yine bazıları sadece iyi topraklarda, bazıları kumsal alanlarda,
çakıl taşları arasında, taş ve kayaların üzerinde ve çorak yerlerde bitip
yetişiyor. Bazıları ise ancak tuzlu topraklarda görülür.
Bölüm
Mevsimlere
Göre Bitkiler Arasındaki Farklılıklara Dair
Bil
ki çayır çimen, yeşillik veyabani otların büyük çoğunluğu kışın yağan bol yağmurun
ardından mevsimlerin normalleşmesi ve havaların iyileşmesi ile bahar döneminde
biter. Az bir kısmı ise mevsimin üçüncü kısmında (sonbaharda) çıkar. Yine
onlardan bir kısmı insanlar tarafından ekilerek sulama yoluyla yetiştirilir.
[Bunlar da birkaç kısımdır:] Buğday, arpa, bakla, mercimek ve benzerleri gibi
sonbaharda ekilip, ilkbaharda hasat edilenler; salatalık çeşitleri ve patlıcan
gibi kışın ekilip, sonbaharda hasat edilenler; havuç, şalgam, lahana ve
karnıbahar gibi sonbaharda ekilip
kışın
toplananlar; mısır, pirinç, susam ve benzerleri gibi yazın ekilip sonbaharda hasat
edilenler; pamuk, kenevir ve benzeri diğer bitkiler gibi ilkbaharda ekilip,
sonbaharda hasat olunanlar.
Bil
ki ey kardeşim, şanı yüce olan hikmet sahibi Yaratıcı, bitkilerin yapraklarını
onlar için bir süs; meyveleri için bir elbise; tohumları, tomurcukları ve
çiçekleri için de aşırı sıcak ve soğuklara, şiddetli rüzgârlara, kum
fırtınalarına ve Güneş’ten gelen sıcaklığın şiddetine karşı bir koruma olarak
yaratmıştır. Yine bitki yapraklarını, hayvanlar için bir gölge, örtü, yatak ve
yuva, onların vücutları için besin maddeleri, ilaç ve pek çok faydalara sahip
şeyler olarak yaratmıştır. Onların meyvelerinin, tohumlarının,
çekirdeklerinin, kabuklarının, köklerinin, gövdelerinin, ince ve kahn dallarının
hükmü de böyledir. Bu türlerden her birinin Allah’tan başka kimsenin [kesin
olarak] bilmediği pek çok faydaları vardır. Nitekim tıp ve yabani otlar
(farmakoloji) kitaplarında bunların bazı özellikleri zikrolunmuşsa da konuyla
ilgili bilinmeyen ve ifade edilmeyen şeyler, bilinen ve ifade edilenlerden daha
fazladır.
Bil
ki ey kardeşim, ağaç ve bitkilerin yapraklarından bazıları dikdörtgen şeklinde,
bazıları üst kısmı koni alt kısmı yuvarlak, bazıları yuvarlak, bazıları sağlam
bir sepete benzer şekilde, bazıları mürver, bazısı gemi dümeni, bazısı zeytin, bazısı
“cabuti”, bazısı ortadan ayrılmış çift parmak, bazısı da üçgen şeklindedir.
Onlardan bazıları birbiriyle üst üste düşen çift kısımlardan oluşur, bazısı ise
birbirinden uzakta tek tek dizilmişlerdir. Bazıları uzun, geniş, enli;
bazıları ensiz, kısa; kalın ve yumuşak; bazıları kaba ve sert; bazıları ince ve
şeffaf dokulu; bazısı güzel, bazısı ise iğrenç kokuludur. Yine onlardan
bazıları acı, bazıları tatlı ve bazıları da başka türlü tatlara sahiptirler.
Bitki
yapraklarının büyük çoğunluğu yeşil olmakla birlikte bu renklerin koyu, açık,
parlak ve mat olması mümkündür. Hatta bazılarının dış kısmının rengi ile iç
kısmının rengi farklıdır. Bitkilere ait meyve, çekirdek, tohum, tomurcuk ve
çiçeklerin hükmü de böyledir. Sebepler, nedenler ve gayeler dolayısıyla olan
bütün bunlar izzet ve ilim sahibinin takdiridir. Şöyle ki meyvelerden bazıları
ince kabukludur, şeffaf ve ipeğimsi bir dokuya sahiptir; bazılarının kabuğu
kalındır, muz lifi veya kıkırdak gibi sert bir dokusu vardır; bazıları seramik
gibi kuru, bazıları geniş dörtgen retinah veya işkembe gibi kalın dokuludur.
Meyvelerden bazılarının kabuklarının altında yumuşak veya sert bir meyve eti,
bazılarınkinde ise akışkan bir sıvı bulunur. Bunların da hoş, tatlı, ekşi,
kekremsi, acı, tuzlu, tatsız, ekşimsi ya da yağlı olması mümkündür. Meyvelerden
bir kısmında meyve etinin içerisinde yuvarlak biçimli ya da dikdörtgen veya
koni şekilli bir çekirdek bulunur ki, bunun da içerisi dolu veya boş olabilir.
[Bazı meyvelerde] söz konusu çekirdeğin içerisinde yağlı, acı veya tath ya da
dokuz tattan diğer her hangi birine sahip bir çekirdek içi bulunur. Yine bir
kısım meyvelerdeki meyve etinin ortasında küçük veya büyük tohumlar vardır.
Bunlardan bazıları sert veya yumuşak olup yapışkan bir sıvıyla kaplanmıştır, bazıları
da çeşitli şekillere sahip olup pörsümüş ve sert haldedir. Ayrıca bazılarının
içerisinde çekirdek içini kuşatması ya da boş kalması mümkün olan bir boşluk
bulunmaktadır.
Kardeşim
bil ki, bitki ve ağaçların yaprakları, yine onlara ait meyve, tohum, tomurcuk
ve çiçekler arasında büyüklük ve küçüklük itibariyle bir uygunluk ve yapı
benzerliği bulunur. Yahut da bunlar çeşitli yönlerden farklılık ve uyumsuzluk
gösterirler. Söz konusu farklılık ise suret ve biçim; renk, tat ve koku;
yumuşaklık, katılık, sertlik ve sarkıklık; büyüklük, küçüklük, genişlik,
darlık, dayanıklılık, dayanıksızlık, şeffaflık, matlık, birliktelik oluşturma,
kendini tecrit etme ve açıklaması uzun olan daha başka yönlerden olabilir.
Zikredilenlerin tamamı nedenler, sebepler ve gayeler dolayısıyladır ve bunların
künhüne ancak yüce Allah vakıftır. Zira O, bilgilerine sahip olmakla birlikte
bunları yaratmış ve yoktan var etmiştir. Biz ise bunların bir kısmını
anlatacak; geriye kalanlara delil teşkil etmeleri için onların maddi nedenlerinden,
sûrî sebeplerinden ve gaî amaçlarından bahsedeceğiz. Amacımız bunların şanı
yüce olan hikmet sahibi Yaratıcı tarafından yaratılanların sıradışılığım
tefekkür etme konusunda gaflette bulunan nefislere yönelik bir hatırlatma, yine
göklerin ve yerin yaratılışı, ufuklardaki ve kendi nefislerindeki işaretler
hakkında düşünen basiret sahiplerine yönelik bir ibret olmasıdır. Aynı zamanda
bunların, hikmet sahibi bir yaratıcının yaratması ve bir kasıt sahibinin kastı
sonucunda değil, şans eseri yaratıldığını zanneden şaşkın kimselerin kalplerini
doğru yola yönlendirmesini umuyoruz. Bu kimseler söz konusu nedenleri doğanın
ne olduğunu idrak edememelerine rağmen doğaya; nasıl ve niçin olduklarına ve
neden ortaya çıktıklarına akıl erdirememelerine rağmen yıldızlara ve feleklere
atfederler.
Bil
ki ey kardeşim, meyvelerden bir kısmının formu uzun, yapısı elipse benzer ve
rengi çeşitlidir. [Bunların] ince, ipeğimsi, pürüzsüz ve sık dokulu bir tabaka
ile kaplanmış çekirdeği vardır. Çekirdek katı meyve etiyle, bu da sert ve ince
bir kabukla çevrilidir. Yine çekirdeğin sırt kısmında bir oyuk ve buna mukabil
içerisi lif lif olan uzun yeşil bir kısım bulunur. Meyvenin dış taraftan tepe
kısmında çanak ve bu çanağın üzerinde meyveye yapışmış ayrı ayrı dilimler yer
ahr. Maddesi olgunlaşmadan önce kekremsi, olgunlaştıktan sonra ise sakız gibi
ve tath olan bu meyve hurmadır.
Meyvelerden
bir kısmının formu yuvarlak ve yapısı büyüktür. Üzeri kahn, lifli ve sert bir
kabukla kaplanmıştır. İçerisinde bulunan geniş boşluk ayrı ayrı kutucuklardan
ve tepelerden oluşur. Tepelerin üzerinde koni formunda, süslemeli meyve taneleri
vardır. Söz konusu meyve tanelerinin içerisinde çömleğe benzer yumuşak bir
çekirdek, onun içerisinde de yağlı çekirdek içi yer ahr. Dış taraftan meyvenin
kafasının en aşağı kısmında yuvarlak bir delik bulunur. Bunun içerisinde
liflerden oluşan bir örtü, üzerinde de dikili dilimler vardır. Dilimlerin
çevresinde ise koni şeklinde şerefeler dizilmiştir. Bu meyve nardır.
Meyvelerden
bir kısmının yuvarlak ve pürüzsüz bir formu vardır. Meyve eti katıdır, îç
kısmındaki boşlukta yuvarlak çekirdek bulunur. Güzel bir renge ve dokuya
sahiptir. Çekirdeğinin içerisinde yağlı çekirdek içi bulunan bu meyve Arabistan
kirazıdır.
Bazı
meyvelerin sepeti andıran yuvarlak bir formu vardır. Üzerleri kahn, lifli bir
kabukla kaplıdır, onun altında ise içerisinde boşluk bulunan çömleğe benzer
sert bir kabuk daha yer alır. Söz konusu boşlukta ayrı ayrı kutucuklar, onların
içerisinde de yağlı çekirdek özü vardır. İnce bir tabakayla kaplanmış çekirdek
özünün parçaları düzenli yerleştirilmiştir ve aralarında delinmiş kılıflar
bulunur. Parçalandığı zaman her biri sepete benzeyen iki eşit kısma ayrılan bu
meyve cevizdir.
Meyvelerden
bir kısmının sepeti andıran koni şeklinde bir formu vardır. Üzeri lifli bir
kabukla kaplanmıştır, onun altında ise çömleğe benzer sert bir kabuk daha yer
ahr. Kabuğun altında bir delik, delikte ise lifli fitiller bulunur. Yine
kabuğun iç kısmında ince fakat sağlam bir tabaka ile kaplanmış yağlı çekirdek
özü mevcuttur. Söz konusu meyve bademdir.
Bazı
meyveler çekirdeksizdir. Üzeri etli bir kabukla kaplanmıştır ve çam kozalağını
andıran koni şeklinde bir forma sahiptir. En alt kısmında yuvarlak bir delik,
bu deliklerde de hava benzer parçacıklar bulunur. Meyvenin iç kısmındaki
boşlukta küçük ve yumuşak meyve taneleri yer alır. Olgunlaşmadan önce gevşek,
beyaz, katı, keskin ve yakıcı, olgunlaştıktan sonra ise tatlı bir tadı olan bu
meyve incirdir.
Bir
kısım meyveler yuvarlak, uzun, elips ve koniye benzer bir formda, yine siyah,
beyaz, kırmızı, sarı, toz renginde ve başka renklerde olabilir. Üzerindeki
ince, sık dokulu ve pürüzsüz kabuğu meyve etine yapışmıştır. Meyve etinin
içerisindeki boşlukta çeşitli formlara sahip çekirdekler vardır. Zeytin ya
kabarcık formunda, iki kath, tekli, çiftli, üçlü, dörtlü, çömlek ya da kemik
biçimlerinde olabilen söz konusu çekirdeklerden bazıları sert, bazıları ise
yumuşaktır. Çekirdeklerin iç kısmındaki boşlukta yağh çekirdek özü bulunur.
Olgunlaşmadan önce kekremsi ve ekşi, olgunlaştıktan sonra ise tath bir tadı
olan bu meyve üzümdür.
Meyvelerden
bir kısmı koni veya sedef formundadır. Üzerleri ince ve meyve etine yapışmış
bir kabukla kaplanmıştır. Katı ve sert olan meyve etinin iç kısmında çömleği
andıran sedef şeklinde bir çekirdek bulunur. Çekirdeğin iç kısmı pürüzsüz olup
yağh çekirdek özünü ihtiva etmektedir. Söz konusu meyveler çeşitli renklerde
bulunurlar. Olgunlaşmadan önce tamamının tadı kekremsi, olgunlaştıktan sonra
ise tath, acı ve ekşi olan bu meyveler armut, kayısı, şeftali ve benzerleridir.
Bazı
meyveler küre veya koniye benzer ya da uzunumsu bir forma sahiptir. Üzerleri
kaba ve etli kabukla kaplanmıştır. Ekşi bir tadı olan kabuğun altında süslenmiş
tepeciklere benzeyen bölümlerin uç kısmında küçük çekirdekler vardır. Söz konusu
bölümler arasında ekşi tadı olan etli kısımlar yer ahr. Kabuklarının rengi
kırmızı, yeşil ve sarıdır. Olgunlaşmadan önce kekremsi bir tada sahip olan bu
meyvelere örnek olarak portakal, mandalina, limon ve benzerleri gösterilebilir.
Meyvelerden
bir kısmı küçük meyve tanelerinden oluşurlar. Bunların içerisinde çömleği
andıran çekirdek, onun iç kısmında ise yağlı çekirdek özü bulunur. Örneğin
yeşil fasulye, fıstık, sumak ve çam kozalağı gibi.
Pelit,
mazı ve selvi ağacının kozalakları ve benzerleri gibi bir kısım meyveler ise
olgunlaşmazlar.
Bil
ki ey kardeşim -Allah seni ve bizleri kendisinden bir ruh ile desteklesinşanı
yüce olan Yaratıcı mevcudatı var edip, kâinatı yarattığında tamamının aslını
bir tek maddeden yapmıştır. Daha sonra onları ayrı ayrı suretlerle birbirinden
farklı kılmış, aralarında benzerlik bulunmayan, birbirinden farklı, başka başka
cinslere ve türlere ayırmıştır. Yine onların bireyleri arasındaki ilişkiyi
güçlendirmiş, hikmetin kesinliği ve yaratılışın mükemmelliği gereği onlardan önce
ve sonra gelenler arasında tertip ve düzen üzerine karşılıklı bir bağ
kurmuştur. Şöyle ki bu, bütün mevcudatın bir tek tertip ve düzen üzerine kurulu
olan ve bir tek yaratıcıya delalet eden bir tek alem oluşturması içindi.
Bu
nedenle önce ve sonra gelen kısımları arasında tertip ve düzen üzerine karşılıklı
bir bağın kurulmuş olduğu farklı cinslerden ve ayrı ayrı türlerden ibaret olan
ve ayaltı alemdeki oluşumların doğurduğu mevcudat dört cinse ayrılır: Madenler,
bitkiler, hayvanlar ve insan. Şöyle ki söz konusu cinslerden her birinin
altında bazıları en alt, bazıları en yüce ve en üst, bazıları da bu iki taraf
arasındaki her hangi bir basamakta yer alan pek çok tür vardır. Madenlerin en
alt basamağında, topraktan sonra gelen kireç ve karaboya, en üst basamağında da
yakut ve kırmızı altın yer alır. Geriye kalanlar ise “Madenler/Mineraller
Risalesi”nde de açıkladığımız üzere üstünlük ve aşağılık bakımından bu iki
taraf arasında bulunurlar.
Bitkilerin
hükmü de böyledir. Onlar da aralarında benzerlik bulunmayan pek çok farklı
türlere sahiptirler. Fakat bunlardan bir kısmı madenler mertebesinin hemen
üstünde bulunan en aşağı mertebede yer ahr ki bu gübre otudur. Bir kısmı ise
hayvanlar mertebesinin hemen altında bulunan en üst mertebede yer ahr ki bu da
hurma ağacıdır. Bunun açıklaması şöyledir: Bitkiler mertebesinin en alt
kısmında topraktan hemen sonra gelen gübre otu bulunur. Bu ise toprak, kaya ve
taşların üzerine yapışan, ardından yağmur ve gecenin rutubeti sayesinde yabani
ot veya ziraat ürünüymüş gibi bir tozdan başka bir şey değildir. Öğlen vakti
Güneşin sıcaklığı kendisine isabet ettiğinde kurursa da sonrasında gecenin
başlaması ve rüzgârın esmesiyle birlikte eski haline geri döner. Buna binaen
yermantarı ve gübre otu ancak bahar mevsiminde ve aralarındaki yakınlık
dolayısıyla da birbirine yakın alanlarda yetişirler. Çünkü birincisi bitkisel
maden, İkincisi ise madeni bitki konumundadır.
Hurma
ağacına gelince bu, bitkiler mertebesinin sonuncu basamağını oluşturur ve
kendisinden sonra hayvanlar mertebesi başlar. Çünkü bitkisel bir cisme sahip
olsa da bazı özelliklerinin bitki özelliklerinden farklı olması hasebiyle hurma
hayvansal bir bitkidir. Bunun açıklaması şöyledir: Etkin güç, edilgin güçten
ayrıdır. Bunun delili ise şudur: Hurmanın eril bireyleri ile dişil bireyleri
arasında bir farklılık mevcuttur ve tıpkı hayvanlarda olduğu gibi onun da eril
bireyleri dişil olanlar için birer döl taşıyıcısıdır. Diğer bitkilere gelince
kendilerindeki etkin güç, edilgin güçten hem birey hem de fiil olarak ayrı değildir.
Nitekim bunu risalelerimizden birinde açıklamıştık. Yine kafası kesilirse hurma
ağacı kurur, gelişim ve büyümesi durur ve ölür. Söz konusu özelliklerin tamamı
hayvanlar için de geçerlidir. İşte bu kıyas hurma ağacının cisimsel olarak bir
bitki, nefis itibariyle ise bir hayvan olduğunu ortaya koymaktadır. Onun
fiilleri hayvansal nefsin fiillerine benzemekle birlikte formu bitkisel bir
formdur.
Yine
fiilleri hayvansal nefsin fıilerine benzeyen, fakat bitkisel bir cisme sahip
olan başka bir bitki türü ebucehil karpuzudur. Çünkü bu bitki türünün diğer
bitkilerde olduğu gibi toprağa sabitlenmiş bir gövdesi yoktur. Ayrıca onun
yaprakları da diğer bitkilerin yapraklarından farklı bir işlev görür; ağaçlara,
ekin ürünlerine ve dikenlere sarılarak onlardaki rutubeti emer ve bitki bu
yolla beslenir. Tıpkı bir tırtılın üzerinde hareket ettiği ağaçların
yapraklarını ve bitkilerin yeşil dallarını kırpıp yemesi ve onlarla beslenmesi
gibi. Ebucehil karpuzu da bir bitki türüdür. Fakat cismi bitkisel bir cisme
benziyorsa da nefsinin fiili hayvansal bir fiildir. Bitkiler mertebesinin en
son basamağının hayvanlar mertebesinin ilk basamağı ile bağlantılı olduğuna
dair açıklamalarımız böylece anlatılmış oldu. Bitkiler mertebesinin diğer
kısımları ise bu ikisi arasında yer almaktadır.
Bil
ki ey kardeşim, hayvanların ilk basamağı bitkilerin son basamağıyla, hayvanların
son basamağı ise insanların ilk basamağıyla irtibatlıdır. Tıpkı, daha önce de
anlattığımız üzere, bitkilerin ilk basamağı ile madenlerin son basamağının ve
madenlerin ilk basamağı ile toprak ve suyun irtibatlı olması gibi. Hayvanlar
mertebesinin en alt ve en nakıs basamağında bulunan hayvan sadece bir tek duyu
organı bulunan salyangozdur. Salyangoz yaşamını bir boru içerisinde sürdüren
kurtçuktur ve söz konusu boru deniz sahillerindeki ve nehir kıyılarındaki
kayalar üzerinde oluşur. Kurtçuk vücudunun yarısını borunun içerisinden dışarı
çıkartıp sağa sola yayılır ve beslenmek için besin maddesi arar. Rutubetli ve
yumuşak bir şey hissettiğinde ona doğru açılır, koyu ya da sert bir şey
hissettiğindeyse yığılıp, cismine eziyet eden ve vücudu için zararlı olan bu
şeye karşı tayakkuz haline geçerek tekrar borunun içerisine saklanır. Dokunma
dışında kendisinin işitme, görme, koklama ve tat alma gibi başka her hangi bir
duyumsama gücü bulunmaz. Aynı bunun gibi çamurda, denizlerin ve nehirlerin
derinliklerinde var olan kurtçuklar da işitme, görme, koklama ve tat alma gibi
duyumsama güçlerinden yoksundurlar. Çünkü ilahi hikmetin gereği olarak bir
hayvana, fayda sağlama ve zararları def etme hususunda kendisine ihtiyaç
duymayacağı her hangi bir uzuv verilmez. Eğer ihtiyaç duymayacağı her hangi bir
uzuvla teçhiz edilseydi onu koruyup taşıması hususunda kendisine kötülük
yapılmış olurdu.
îşte
[salyangoz] bitkisel bir hayvandır. Çünkü bazı bitkilerin büyümesine benzer
biçimde büyür ve kendi gövdesi üzerinde dikilir. Öte taraftan cisminin ihtiyari
olarak hareket etmesi nedeniyle bir hayvandır. Yine sadece bir tek duyumsama
organına sahip olduğu için hayvanlar mertebesindeki en nakıs hayvandır. Bu
duyumsama organı onun bitkilerle olan benzerliğini de ortaya koyar. Çünkü
bitkiler bir tek dokunma duyusuna sahiptirler. Bunun delili şudur: Bitkiler de
köklerini rutubetli alanlara doğru yönlendirir, kayalık ve kuru bölgelere yönelmekten
çekinirler. Bir bitkinin yatağı dar bir alana denk geldiğinde buradan saparak
geniş ve ferah bir alana doğru meyleder. Yine yukarısında yükselmesine engel
olan bir çatı bulunursa önce onun bir tarafından delik açar ve ardından uzayıp
delikten çıkıncaya kadar bu istikamette ilerler.
Bu
husus, bitkilerin kendi ihtiyaçları ölçüsünde duyumsama ve ayırt etme gücüne
sahip olduklarına delalet eder. Acı çekme duygusuna gelince ise bitkiler bundan
yoksundur. Şöyle ki bitkilerin acı çekme duygusuna sahip olması ilahi hikmetle
bağdaşmaz ve onlar hayvanlardaki gibi bir [acıyı] defetme yetisi ile
donatılmamışlardır. Bunun anlamı şudur: Hayvanlar acıyı hissedecek biçimde
yaratıldıkları için kendilerine uzaklaşmak, kaçmak, koşmak, korunmak ya da
direnç göstermek gibi yöntemlerle onu defetme yetisi de verilmiştir. Bitkiler
mertebesinden hemen sonra gelmesi bakımından hayvanlar mertebesinin niteliğine
ilişkin açıklamalarımız böylece anlatılmış oldu. Şimdi de insanlık mertebesinin
hemen altında bulunan hayvanlar mertebesinin niteliğini açıklamak istiyor ve
diyoruz ki:
Hayvanlar
mertebesinin kendisinin hemen üstünde bulunan insanlık mertebesiyle irtibatı
bir değil, birkaç yöndendir. Şöyle ki bir üstünlük ve erdem kaynağı olması
hasebiyle insanlık mertebesi hayvanlar mertebesinin sadece bir türünü değil,
birkaç türünü kuşatır. Maymun gibi bazı hayvanlar bedenlerinin formu açısından,
pek çok huylarında benzerlik arz eden at gibi bir kısım hayvanlar nef sani
huyları açısından, yine örneğin fil zekası itibariyle, papağan, bülbül ve
benzeri pek çok kuş ses, makam ve şarkıları itibariyle insana benzemektedir.
Aynı şekilde ince zekası olan ve bu kabilden eylemlerde bulunan arı ile insan
arasında bir benzerlik söz konusudur. Nitekim insanlar bir kısım hayvanları
ancak nefislerinin insani nefisle olan yakınlığı dolayısıyla kullanabiliyor ve
onlarla iletişime geçebiliyorlar.
Cisimsel
formu ile insanın vücud şekli arasındaki benzerlik nedeniyle maymunun nefsi
İnsanî nefsin fiilerini taklit edecek duruma gelir. Onun gözlemlenen bu durumu
insanlar için sıradan bir olaydır.
Hürmetkâr
at, ahlakının yüceliğinden dolayı yöneticiler için bir bineğe dönüşmüştür.
Yöneticinin huzurundayken veya onu taşırken idrar ve dışkı bırakmaması da
muhtemelen sahip olduğu edepten kaynaklanmaktadır. Bunun yanı sıra zeki, cesur
bir insan gibi savaş sırasında cesaretli, yara berelerine karşı da sabırlıdır.
Tıpkı şâirin [şu dizelerinde] nitelendirdiği gibi:
Kısrağım
çeşitli saldırılarda aldığı yaralarından
Bana
şikayet ettiğinde, kendisine “Koş!” dedim
Beni
anladığında özrünü kabul etmedim
Gemini
ısırıp kişnedi...
File
gelince, kendisine yöneltilen bir hitabı zekası ile anlayıp, akıl sahibi bir
insanın emir ve yasaklara uyduğu gibi, emir ve yasaklara itaat eder.
Bu
hayvanlar kendilerinde insani erdemlerin bulunması dolayısıyla insanlık
mertebesine nispetle hayvanlar mertebesinin sonuncu basamağında yer alır.
Geriye kalan diğer hayvanlar ise bu iki basamak arasında bulunurlar. Kudret,
kahır, ilim ve hikmet sahibi olan yaratıcı Tanrı yaratılanlara kendi kudretiyle
varlık vermiş ve merhemeti gereği onların bir kısmını diğerlerinden üstün
kılmıştır. Böylece bitkileri yaratılışlarındaki maslahat ve menfaat
doğrultusunda farklı renk, biçim, tat ve faydalarla donatmıştır. Yine alemin
nizamı ve yaratılanların yaşamlarını sürdürmeleri için üstün ve alçak
hayvanları yaratmıştır. Allah ne kadar da yüce ve büyüktür!
İnsanlık
mertebesinden hemen altında bulunan hayvan mertebelerinin anlatımını
tamamladığımıza göre öncelikle hayvanlar mertebesinin hemen üstünde bulunan
insanlık mertebesinin anlatımına geçmeliyiz.
Bölüm
Bil
ki ey kardeşim, hayvanlar mertebesinden hemen sonra gelen insanlık mertebesinin
ilk basamağında bulunanlar duyulurlar dışında hiçbir varlık tanımayan, cismani
ilimler dışında hiçbir ilimden haberdar olmayan, ancak bedenlerini tatmin etmek
isteyen, ancak dünya menfaatleri peşinde koşan ve imkânsız olduğunu bildikleri
halde sonsuza kadar dünyada kalmayı dileyen kimselerdir. Bu kimseler hayvanlar
gibi yeme içme dışında başka bir lezzetin arzusunda olmaz, merkep ve domuzlar
gibi nikâh ve cinsel ilişkide bulunma dışında bir şey üzerine yarışmaz,
karıncalar gibi ancak dünya nimetlerini toplama peşinde koşar ihtiyaçlarından
fazlasını biriktirmekle uğraşır, saksağan gibi kendilerine fayda vermeyen
şeyleri sever, tavus kuşu gibi elbiselerinin renginden başka bir süsle
ilgilenmez, köpeklerin leşlere saldırdıkları gibi dünyalıklara doğru
üşüşürler. Onların cisimsel suretleri insan sureti olsa da, nefislerinden sadır
olan fiiller hayvansal ve bitkisel nefislerin fiilleri gibidir. Ey hürmetkâr ve
şefkatli kardeşim, Allah seni, bizleri ve bütün ülkelerde bulunan kardeşlerimizi
onlardan biri olmaktan veya onlara benzemekten korusun.
Meleklik
derecesinden bir önceki insanlık derecesine gelince, burada bulunan insan,
çocukluğundan itibaren kendisinde alışkanlık haline gelmiş her türlü kötü amel
ve huyları çabalayarak terk eder, onların zıddı olan övülmüş ve güzel huyları
edinir, salih ameller işler, gerçek ilimleri öğrenir, doğru fikirlere inanır ve
sonunda hayır insanı, faziletli bir kimse olur, nefsi bilkuvve meleklik
derecesine yükselir. Ölümle birlikte cesedinden ayrıldığında ise bilfiil meleğe
dönüşür, kutsal semaya yükseltilerek meleklerin arasına dahil edilir, esenlik
ve emniyet içerisinde rabbinin huzuruna çıkar. Tıpkı şanı yüce olan Allah’ın “Kendisine
kavuştukları gün, Allah’ın onlara iltifatı, “selâmdır[343]
sözleriyle anlattığı gibi. Yine yüce Allah şöyle buyurmuştur: “(Onlar,)
meleklerin, “Size selâm olsun. Yapmış olduğunuz (iyi) işlere karşılık cennete girin”
diyerek tertemiz olarak canlarını aldıkları kimselerdir”;'[344]
“Bugün size korku yoktur. Sizler üzülmeyeceksiniz”;[345]
[346]
“(...) Size vâdolunan cennete girin!”'7 Bu konuda Kur arida
pekçok ayet vardır.
Yukarıda
ağaçların gövde, meyve ve yapraklarına ait birtakım nitelikleri özetle
anlatmıştık. Şimdi ise ihtiva ettikleri kısımların nedenlerinden ve bunların
böyle olmalarını gerekli kılan sebeplerden bazılarını anlatmak istiyoruz.
Amacımız, diğerleri için birer delil ve kıyas teşkil etsinler diye bunlarda sakh
bulunan [yaratılış] gayesini, rabbani inâyeti ve ilahi hikmeti açıklamaktır.
Zira bazılarının asıl gayesini kendilerine varlık ve suret veren, gayelerine
ulaşıp varlıklarını sona erdirmeleri için onları büyütüp mükemmelleştiren Allah
dışında kimse bilemez.
Örneğin
hurma ağacının çok sayıda ince kökleri bulunur, yavaş büyümekle birlikte ömrü
uzundur ve dik bir şekilde yükselen yuvarlak gövdeye sahiptir. Altıgen çıkış
noktaları olan dalları ve cisminin sarkıklığına karşılık çiftli, uzun
yaprakları vardır.
Cismi
gevşektir ve aralıkları kendisini saran ince havlarla doldurulmuştur.
Dallarının gövdesinde ağacın üçüncü katmanına denk olarak örgülü lifler
bulunmaktadır.
Hurma
ağacının çok sayıda köklere sahip olmasının nedenine gelince bu, onların
sayesinde doğal çekim gücü ile kendisine daha çok madde çekebilmesi içindir.
Çünkü yapısının büyük, cisminin muazzam, gövdesinin uzun, dal ve yapraklarının
çok olması nedeniyle bu bitki cinsi çeşitli kısımlarının yukarıya, aşağıya ve
yanlara doğru gelişiminde kullanılabilecek fazlaca maddeye ihtiyaç duyar.
Nitekim bunlardan bir kısmı dallarının, bir kısmı yapraklarının, bir kısmı
liflerinin söz konusu gelişiminde, yine bir kısmı çiçek zarfının, bir kısmı
salkım şaplaklarının, bir kısmı meyve çekirdeklerinin, dikenlerinin ve yağının
oluşumunda kullanılır.
Gövdesinin
rutubetli, yumuşak ve gevşek bir cisimden oluşmasının nedeni ise doğal güçlerin
bu maddeleri aşağıdan yukarıya doğru, ağacın çeşitli parçalarının uçlarına, dal
ve yapraklarının ince kısımlarına çekmesinin kolaylaştırılmasıdır. Eğer tik
ağacı, çınar ve selvi kabilinden diğer yüksek ağaçlar gibi onun da gövde cismi
sert, katı ve sıkı olsaydı doğal güçlerin oralara kadar çekmesi zorlaşırdı.
Hurma ağacının köklerinin fazla ve ince yapıda olmasının başka bir nedeni daha
vardır. Şöyle ki onun gövdesi, bir araya gelerek iç içe geçmiş iplikleri
anımsatan dallardan oluşmaktadır. İpliklerden her biri, yerin altına uzanan ve
[topraktaki] maddeleri özel olarak onun için emen köklere sahiptir. Bu ise
işin başından itibaren maddelerin söz konusu iplik için ayrılması yönünde doğa
için kolaylık sağlanmasına hizmet eder. Anlattığımız üzere cismi yumuşak ve gevşek
olduğu için hurma ağacının gövdesi doğa tarafından, tıpkı ciddiyetle işe
girişmiş bir hamalın sırtındaki sağlam örtüyü anımsatan lifli dal-yapraklar
(lifler, dal-yaprakların millerinden çıkan yaprak saplarında bulunur) ile
kaplanmıştır. Bütün bunlar liflerin, yaprak saplarını dallar üzerinde tutması
ve şiddetli rüzgâr sırasında yaprakların dallardan kopmaması, yine rüzgârın
etkisiyle sağa sola sallandığı zaman yukarı kısımların aşağı kısımlar
üzerindeki ağırlığı nedeniyle bu dalların kırılmaması içindir.
Hurma
polenlerinin ince bir kılıfla örtülmesinin nedenine gelince bu, onun aşırı
sıcak ve soğuktan kaynaklanan afetlerden, şiddetli yağmurlardan, rüzgâr ve
fırtınadan, toz bulutlarından, yine kendisi için zararlı olan benzer şeylerden
korunup muhafaza edilmesi içindir. Çünkü o rutubetli, hassas, yumuşak ve
gevşek bir biçimde bitiyor. Sağlam bir şekil alıp sertleştikten sonra ise söz
konusu kılıf ve örtü parçalanır ve o rüzgârın esintisini ve havanın sıcaklığını
almak, büyüyüp gelişmek için ortaya çıkıyor. Böylece Güneş’in sıcaklığı ile
olgunlaşır, önce taze mahsul olan “büsr” ve “rutab’a, daha sonra da kuruyarak
katı pekmeze benzeyen “temr’e dönüşüyor.
Çekirdeği
sararak çekirdek cismi ile “temr’in pekmezi arasında bir perde olarak yer alan
ipeğimsi doku, çekirdek cismindeki kekremsiliğin ve çekirdek cevherindeki
katılığın “temr”in pekmezini ve yağını emmemesi içindir. Çünkü toprak cisimlerinin
cevherleri kendi tabiatları gereği katı olmayan, yağlı ıslaklıkların nemini
içip emiyorlar. Eğer ince ipeğimsi dokuya sahip bu örtü burada bulunmasaydı
“temr ’in pekmezi çekirdeğin cismi ile karışır ve faydası azalırdı.
“Temr”
halindeki hurma çekirdeğinin cisminde bulunan uzun oyuk ve içerisindeki iplik
söz konusu maddelerin başından sonuna kadar buraya akmasına ve tedricen
koyulaşmasına hizmet eder. Yine çekirdeğin sırt kısmında yer alan oyuk, ekin
sırasında bir çıkış kapısı olmak için yaratılmıştır. Nitekim ekili bulunduğu
alandaki maddeleri kendisine çekip, ıslaklık ve nemi emmek için toprağa inen
kök buradan çıkıyor. Aynı şekilde ekinden sonra toprakta boy gösteren ilk filiz
de buradan çıkar, ardından ise günler bitip zaman geçtikçe gövdeye ve dala
dönüşür.
“Temr”
halindeki hurmanın tepe kısmında yer alan çanak, doğal güçlerle kendisine
çekilen maddeler için bir filtre olarak yaratılmıştır. Önce katı ve ince
olanları ayrıştırır, ardından hafif ve ince olanları “temr ’in cisminin dış
kısmına göndererek pekmez ve yağ halinde koyulaşmasını sağlıyor, koyu ve katı
olanları ise çekirdeğin cismine gönderip burada sertleştiriyor.
Ceviz,
badem, fıstık ve benzeri ağaçlarda da doğa (bunların doğal yapısı) aynı şeyi
uygulayarak [ maddeyi] eşit biçimde ayrıştırır. Fakat hurmada yapılanların aksine
bunlarda koyu ve katı olanları meyvelerin dış kısmına, hafif ve ince olanları
ise iç kısmına gönderir.
İncir
ve yaban incirine gelince bunlarda hafif ve katı olanlar birbirinden ayrıştırılmıyor.
Madde ve mide özsularının dengeli olması, toprak ve su parçacıkları arasında
büyük bir farklılığın bulunmaması nedeniyle doğa bunlarda hurma, ceviz ve
benzeri başka meyvelerde uyguladığı biçimde bir ayrıştırma ve bölme yapmaya
ihtiyaç duymuyor. Bunun yerine doğa, söz konusu maddeyi farklı parçalara
ayırarak meyvenin içerisinde bulunan küçük tohumlara ve dış kısmında yer ahp
onun rutubetini toz topraktan koruyan ince dış kabuğa dönüştürür.
İncir
ağacının köklerinin, gövde cisminin, dallarının, yapraklarının ve meyvelerinin
bileşimi hurma ağacının bileşiminden farklıdır. Bunun nedeni ise incir ağacının
kalın köklerinin toprağın altında çeşitli yönlerde ve düz bir istikamet üzere
burularak ilerlemesidir. Köklerinin iç kısmında kamıştakine benzeyen, fakat bundan
biraz daha dar bir boşluk bulunur. İncir ağacının gövdesinin, dallarının ve
ince kısımların bileşimi işte böyledir. îç kısımlarında ince bir boşluk ve
kamıştakine benzer düğümler vardır ve söz konusu boşlukta araları doldurulmuş
havlar bulunmaktadır.
İncir
ağacının köklerinde, gövde ve dallarında yer alan bu boşlukların nedeni, toprak
parçacıkları ve rutubetten oluşan söz konusu maddelerin yerin derinliklerinden
ağacın gövdesine çekilmesinin ve en alt kısmından başlayarak en üst kısma
varıncaya kadar onun zirvesine ve ince dallarına yükseltilmesinin doğal çekim
gücü için kolaylaştırılmasıdır. Maddelerin tutma gücü sayesinde burada
tutulmasının ve ağırlıkları nedeniyle tekrar en alt kısma geri dönmemesinin
kolaylaştırılması için de bu boşluklarda düğümler yaratılmış ve onlar havlarla
çevrelenmiştir. Burada kalan maddeler sindirim gücü ile yenecek kıvama
getirilerek beslenme gücü tarafından kullanılır. Nihayet büyüme gücü ile
bitkinin cismi ve kısımları yukarıya, aşağıya ve yanlara doğru büyür.
Üzüm
ağacının gövde ve dallarına ait cismin bileşimi hurma ve incir ağacının
bileşiminden farklıdır. O, toprağın altında ilerleyerek çeşitli yönlerde uzayan
kahn ve ince köklere sahiptir. İncir ağacının köklerindekine benzer boşluklar
onlarda da bulunur. Buna rağmen gövdesinin cismi toprağın sathi ile uzayıp
gidiyor ve çoğu zaman diğer ağaçlar gibi kendi sapı üzerinde dikelip yukarıya
doğru yükselemeğe güç yetiremiyor.
Dallarının
dış kısmında, tıpkı incir ağacının dallarında bulunan düğümlere (ki bunların
varlık gayelerini yukarıda anlattık) benzer düğüm ve tüpler mevcuttur. Gözle
farkedilen bu düğümlerin iç kısmındaki boşluklar havlarla doldurulmuş, dış
kısımları ise örgülü, gevşek ve yumuşakliflerle kaplanmıştır. Dalların
üzerindeki düğümlerden çıkan esnek ve saçaklı kısımlar ağaçlara sarılır ve
bunlara tutunan üzüm, gövdesi ince olduğu için kendisinin taşıyamadığı
meyvelerinin ağırlığını yüklemek için ağaçların üzerine tırmanır.
Meyvelerinden, birbirinin yanında ve toplu halde asılmış meyve taneleri çıkar.
Bir tek yaprakla üzeri kapatılan salkımları, hurma ağacından farklı olarak
afetlerden korunmak için örtü ya da kılıfa ihtiyaç duymaz. Maddeleri katı,
sert ve kekremsidir ve bu nedenle afetler onlar için hurma meyvelerindeki kadar
engel teşkil etmez. Çünkü hurma meyvelerinin afetlerden çabuk etkilenmeleri
başlangıçta gevşek, yumuşak ve rutubetli olmaları dolayısıyladır.
Üzümün
ve tanelerinin bileşimine gelince, olgunlaştıktan sonra bunların üzerinde
ince, ipeğimsi bir kabuk belirir. İşte bu onun rutubetinin, pekmez ve yağının
örneğin rüzgâr, toz ya da bu rutubeti içip bitiren veya birikmiş sulara
yaptığı biçimde buharlaştıran Güneş’in sıcaklığı gibi kendisine arız olan
afetlerden korunması için yaratılmıştır. Meyve etinin tam ortasında çömleğe
benzeyen, içerisinde boşluk bulunan, sert çekirdekleri vardır. Bunların iç
kısmında ise yağlı çekirdek içi yer ahr ki bu da üzüm tohumudur. Üzümün meyve
pekmezi ile çekirdeklerle arasında, yukarıda anlattığımız üzere hurmanın
çekirdeği ile meyve pekmezi arasındakine benzer ince bir tabakanın olması
gerekmez. Çünkü her ne kadar toprağa özgü kekremsi bir cevhere sahip olsalar da
üzüm çekirdekleri küçük boyutludurlar. Ayrıca üzüm çekirdeklerinde, hurma
çekirdeğinin sertliği ve onun cevherinin katılığı da bulunmamaktadır. Bunun
başka bir nedeni üzüm çekirdeklerinin içerisinde boşluğun bulunmasıdır. Doğa,
üzümün meyve yağından çekirdeklerin beslenmeleri nedeniyle bu boşluklarda yer
alan yağlı tohumları kurulmamakta ve onların arasında hurmanın yaratılışındaki
gibi bir perde oluşturmamaktadır. Yine bir diğer neden üzümdeki meyve
pekmezinin ve yağının çekirdeklere nispetle daha fazla olmasıdır. Oysa hurmanın
çekirdeği ile pekmezinin hükmü böyle değildir, tam tersi onun çekirdeğinin
cismi pekmez ve yağına nispetle daha fazladır.
Birisi
kalkıp da ağaçların dikildiğini, dolayısıyla da onların ekilen veya belirli vakte
kadar bekletilebilen tohumlarına ihtiyaç olmadığını söylüyor ya da vehime kapılan
bir kimse böyle zannediyor ise, o halde üzüm çekirdeklerinin, incir
tohumlarının ya da meyvelerin içerisinde yer alan benzer kısımların
yaratılışındaki hikmet nedir? Bunu söyleyen kimse şunu bilsin: İlahi hikmeti ve
rabbani inayeti bu kadar ilimle kavramak imkânsız olduğundan bu nedenler ve
sebepler senin için kapalı kalmıştır. Dolayısıyla da itirazın kuşku, hayret ve
zandan, bozuk tehayyülden ve yalancı vehimden ibarettir. Nitekim yukarıda
onların neden ve sebeplerini anlattık. Sorunun cevabını ise, Yüce Allah’ın
istediği takdirde, başka bir konunun içerisinde bulacaksın.
Fizik
bölümünden bitkilerin mahiyetine ilişkin yedinci risale tamamlandı.
îhvan-ı
Safâ Risaleler inin yirmi birincisi olan bu risaleyi
“Hayvanların
Yaratılışının Açıklanması” isimli sekizinci risale takip edecektir.
Cisimsel-Doğal
Bilimlerin Sekizinci
(İhvan-ı Safa Risalelerinin Yirmi Sekizinci) Risalesi:
Hayvanların ve Hayvan Türlerinin Yaratılış Şekline Dair[347]
Rahman
ve Rahim olan Allah’ın adıyla!
A |
llah’a
hamd ve seçkin kullarına selam olsun. “Allah mı yoksa ortak koştukları şeyler
mi daha hayırlıdır?”
Bölüm
Ey
sadık ve merhametli kardeşim, -Allah seni ve bizi katından bir ruh ile desteklesinbil
ki, risalemizde bitkiler bahsini bitirdikten, onların yaratılış, gelişim ve
büyüme şeklinin, cinslerinin miktarının, türlerinin ve tabiatlarının, yarar ve
zarar özelliklerinin bir kısmını açıkladıktan ve yine orada ilk bitki
mertebesinin son madenî cevher mertebesine ve bunların sonuncusunun da ilk
hayvan mertebesine bitişik olduğunu anlattıktan sonra, bu risalede aynı şekilde
hayvanların yaratılış şekli, oluşum, gelişim ve büyümelerinin başlangıcı,
cinslerinin miktarı, türleri, tabiatları, özellikleri ve huy farklılıklarından
bir kısmını anlatmak ve son hayvan mertebesinin ilk insan mertebesine ve son
insan mertebesinin hava, felekler ve gök tabakaları sakinleri olan meleklerin
ilk tabakasına bitişik olduğunu açıklamak istiyoruz. Bunu, saf kalbi, temiz
ruhu ve seçici aklı olan kimse için onda mevcutların sıralanış şekli ve
olanların düzeninin bir tek nedenden ve bir tek ilkeden olduğuna dair bir
açıklama ve delil olması için [yapıyoruz]. Bu, sayının ikiden önce gelen birden
sıralanması gibidir. Yine insan suretlerinin diğer hayvanların suretlerine
nispetinin başın bedene nispeti gibi olduğunu açıklamak [istiyoruz]. Onun nefsi
yönetici, onların nefisleri ise yönetilen gibidir.
“Ahlâk
risalesi”[348]nde
insanlık suretinin Allah’ın yeryüzündeki halifesi olduğunu açıkladık. Aynı
şekilde orada her insanın Allah’ın dostlarından olma liyakatini ve ondan
gelecek bir üstünlüğü hak etmesi için nasıl yaşaması gerektiğini açıkladık.
Yine birçok risalemizde insanın faziletini, övülen özelliklerini, beğenilen
huylarını, gerçek alametlerini, hikmetle ilgili sanatlarını, razı olunan
yönetimlerini ve rabbani siyasetini açıkladık. Bu risalede ise hayvanların
üstün yönlerinden, övülen özelliklerinden, beğenilen tabiatlarından ve sağlam
karakterlerinden bazılarını anlatmak ve insanın kendisine boyun eğenler
dışındaki tüm hayvanlara yaptığı azgınlık, taşkınlık ve haksızlığı, nimetler
karşısındaki nankörlüğü ve yükümlü olduğu şükrün edası konusunda gösterdiği
gafletten bir kısmını açıklamak istiyoruz. İnsan er demli ve hayırlı olursa
yüce bir melek ve insanların en iyisidir. Eğer şerli olursa kovulmuş şeytan ve
insanların en kötüsüdür. Bunu öğütlerin en önemlisi, hitabın en açığı,
hikâyelerin en ilginci, işitilenlerin en zarifi, yararların en yenisi,
fikirlerin en derini ve düşüncenin en güzeli olması için hayvanların diliyle
anlattık.
Bölüm
Ey
kardeş -Allah seni ve bizi katından bir ruh ile desteklesinbil ki, madenî cevherler
kâinatta meydana gelenlerin en düşük mertebesidir. Ateş, hava, su ve toprak
denilen dört unsurun parçalarından meydana gelen her cisim böyledir. Bitkiler,
dört unsurdan meydana gelmeleri bakımından cevherlerle ortaktırlar. Fakat her
cismin bu unsurlardan beslenmesi, büyümesi ve en, boy ve derinlik şeklinde üç
boyutta artmasıyla onlardan fazlalaşır ve ayrılır. Aynı şekilde beslenme ve
büyüme şekilleriyle hayvan da bitkiyle ortaktır. Ancak hareketli ve algılayan
cisim olması itibariyle ondan ziyade olur ve ayrılır. İnsan da bitki ve hayvana
bütün bu niteliklerinde ortaktır; fakat düşünen, temyiz eden ve bütün bu
nitelikleri kendinde toplayan olması itibariyle onlardan ziyade olur ve
ayrılır.
Bölüm
Sonra
ey kardeş, bil ki bitkinin oluş ve varlığı zaman itibariyle hayvandan öncedir.
Çünkü bitki hayvanlar için madde, suretleri için heyula ve bedenleri için
besindir. O yani bitki, hayvanın annesi konumundadır. Çünkü o, suyun nemlerini
ve toprağın ince parçalarını damarlarıyla köklerine çeker, sonra onları özüne
iletir ve bu maddelerin en iyilerinden yaprak, meyve ve olgun tohum yapar.
Hayvan, annenin çocuğa yaptığı gibi, saf bir gıdayı afiyetle yer ve çocuğunu
içenlerin kolayca yuttuğu halis bir süt ile besler. Eğer bitki unsurlardan
böyle bir şey yapmasaydı hayvan sırf topraktan ve dibe çökmüş çamurdan
beslenmek zorunda kalırdı. O zaman da beslenme ve tat alma esnasında
rahatsızlık duyar. Ey kardeşim -Allah seni ve bizi katından bir ruhla
desteklesinYaratıcının -övgüsü yüce olsunhikmetinin bilgisine bak, bitkiyi hayvan
ile dört unsur arasında nasıl da vasıta yapmış! Öyle ki unsurların ince parçalarını
ve sıvı özlerini damarlarıyla çeker, sindirir, olgunlaştırır, arıtır ve Yüce
Allah’ın yarattıklarına lütfü, inayeti ve iyiliği olarak hayvana ince
özlerinden, çekirdeklerinden, kabuklarından, yapraklarından, meyvelerinden,
reçinelerinden ve çiçeklerinden verir. Yaratanların en iyisi, hâkimlerin en
iyi hükmedeni ve merhametlilerin en merhametlisi olan Allah ne yücedir!
Bölüm
Sonra
ey kardeşim -Allah seni ve bizi katından bir ruh ile desteklesinbil ki,
sıçrayan, hamile kalan, doğuran ve emzirenler gibi tam yaratılışlı ve yetkin
suretli hayvanlar vardır. Onların bir kısmı da kokuşmuş şeylerden meydana
gelenler gibi eksik yaratılışlıdır. Bir kısmı da böcekler ve sürüngenler gibi
bu ikisi arasında yer almakta olup delip geçen, yumurtlayan, kuluçkaya yatan ve
yetiştiren hayvanlardır.
Sonra
bil ki eksik yaratılışlı hayvanların varlığı yaratılışın başlangıcında zaman
itibariyle tam yaratılışlı hayvanlarınkinden öncedir. Çünkü onlar kısa zamanda
oluşurlar. Tam yaratılışlı olanlar ise uzun açıklama gerektiren sebeplerden
dolayı uzun zamanda oluşurlar. Bunların bir kısmını “Spermin düştüğü yer
risalesi”[349]
ve ruhanî fiiller risalesinde belirttik. Aynı şekilde su hayvanının zaman
itibariyle kara hayvanından önce var olduğunu söylüyoruz. Çünkü yaratılışın
başlangıcında su topraktan, deniz karadan öncedir.
Bölüm
Ey
kardeşim, bil ki, bütün tam yaratılışlı hayvanlar önce dağıyla, ovasıyla, karasıyla,
deniziyle yeryüzünde üreyen, çoğalan ve yayılan erkek ve dişi şeklinde, gece ve
gündüzün eşit, zamanın sıcak ile soğuk arasında daima mutedil ve sureti kabul
etmeye hazır olan maddelerin sürekli mevcut olduğu ekvator çizgisinin altında
çamurdan yaratıldı. Babamız Âdem ve karısı da yine orada teşekkül etti; sonra
ürediler, çocukları çoğaldı, ovasıyla dağıyla, karasıyla, deniziyle yeryüzü
günümüze kadar onlarla doldu.
Sonra
ey kardeşim, bil ki tüm hayvanların varlığı zaman itibariyle insanınkinden
öncedir. Çünkü onlar onun için ve ondan dolayı vardırlar. Başka bir şey
sebebiyle var olan her mevcudun varlığı, sebebi olduğu şeyinkinden öncedir. Bu
hikmet, aklın önceliğinde, öncüller ve sonuçlarından gelecek bir delile
ihtiyaç duymaz. Çünkü bu hayvanların varlığı insanın varlığından önce olmasaydı
insan için rahat bir hayat, yetkin bir mürüvvet, leziz bir nimet olmaz;
bilakis o -bundan sonra başka bir bölümde şehirler halkı başkanının onlara
yaptığı hitabı ve hayvanların yokluğunda hallerinin nasıl olacağına ilişkin
nitelemeyi bitirdiği sırada açıklayacağımız gibisıkıntılı, yoksul, acıklı ve
kötü bir hayat yaşardı.
Bölüm
Ey
kardeşim -Allah seni ve bizi katından bir ruhla desteklesinbil ki, bitkilerin
suretleri aşağıya doğru ters yüz olarak dikilmiştir. Çünkü onların başları
yerin merkezine, arkaları ise feleklerin çevresine doğrudur. İnsan bunun tam
tersinedir. Zira onun üzerinde, bütün yönlerinden doğuda, batıda, güneyde ve
kuzeyde, bu veya o yönde nerede durursa dursun, onun başı feleği, ayakları ise
yerin merkezini izler. Bitkiler gibi ters dönmeyen, insan gibi dik durmayan
hayvanlar bu ikisi arasındadır; daha doğrusu, bütün durumlarda nasıl döner ve
tasarrufta bulunurlarsa, başları ufuklara, arkaları onun karşısındaki diğer
ufka doğrudur. Bitki, hayvan ve insanın durumuna ilişkin olarak belirttiğimiz
bu konum ve sıralama, bu konuda basiret sahipleri, yaratılış sırları üzerinde
düşünenler, şeylerin hakikatlerini araştıranlar ve yeryüzündeki ayet, alamet ve
delaletlerden ders çıkaranlara bir delalet ve açıklama olması için ilahi hikmet
ve rabbani inayetin gereği olan bir ilahi durumdur. Çevreleyen en yüksek
felekten yerin merkezine kadar tümel nefsin âleme yayılmış olan güçlerinden
bazısı merkeze doğru dikilmiş, bazısı çevreleyenin/okyanusun merkezine doğru
dönmüş, bazısı merkezde ufuklara doğru yayılmış ve yönelmiştir. Oranın her
tarafında Allah’ın âlemin korunması, yaratılmışların yönetimi, tümel siyaset ve
daha başka amaçlarla ilgilenen orduları vardır ve onların bilgisinin özünü Aziz
ve Çelil olan Allah’tan başkası bilmez.
Bir
risalemizde tümel nefsin ilk ortaya çıkan güçlerinin çevreleyen/muhit feleğin
en yüksek yüzeyinden yerin merkezine kadar olan cisimlerin içine girdiklerini
açıkladık. Felekler, yıldızlar, unsurlar ve bileşiklere girince ve yerin en uç
noktasından ve bittiği en son sınırından merkezine ulaşınca çevreye doğru
yönelir. îşte bu, miraç, diriliş ve en büyük kıyamettir.
Ey
kardeşim -Allah seni ve bizi katından bir ruh ile desteklesinşimdi nefsinin bu
âlemden oraya doğru nasıl yöneldiğine bak! O, âleme nüfuz eden tümel nefisten
yayılmış bu güçlerin biridir ve merkeze ulaşmış, dönmüş, madenlerde, bitkilerde
veya hayvanlarda olmaktan kurtulmuş, ters yolu [bitkisel sureti] ve eğri yolu
[hayvani sureti] geçmiştir. O şimdi cehennem mertebelerinin sonuncusu olan
doğru yol üzerindedir; işte bu İnsanî surettir. Eğer buradan geçer ve
kurtulursan herhangi bir kapısından cennete girersin. Bu ise salih amellerin,
güzel ahlâkın, doğru görüşlerin, hakiki bilgilerin ve iyi seçimin sayesinde
kazandığın melekî surettir. Ey kardeş, vakit geçmeden, ömür bitmeden ve ecel
yaklaşmadan önce çalış ve -Allah sana rahmetiyle merhamet etsinkardeşlerinle
birlikte kurtuluş gemisine bin; boğulanlarla ve şeytanların kardeşleriyle
beraber olma!
Bölüm
Ey
kardeşim, bil ki hayvan, hareketli, duyarlı, beslenen, büyüyen, hisseden ve
mekânda hareket eden bir cisimdir. Hayvanlar içinde İnsanî mertebeyi takip
ederek en yüksek mertebede olan vardır. O, beş duyusu, dakik temyiz ve
öğrenebilme gücü olan hayvandır. Onlar içinde bitkiyi takip ederek en düşük
mertebede olan da vardır. O, sadece dokunma duyusu olan hayvandır. Sedefler ve
çamurda, suda, sirkede, karda, meyve özünde, tohumda, bitki ve ağaç özünde
veya iri cüsseli hayvanların karın larında meydana gelen kurtçuk çeşitleri
böyledir. Bu hayvan türünün cismi etli, bedeni gevşek, derisi incedir. O
maddeyi çekme gücü sayesinde bütün bedeniyle emer ve dokunarak hisseder; onun
dokunma dışında ne tatma, ne koklama, ne işitme ne de görme diye başka bir
duyusu yoktur. O hem çabuk oluşur hem de çabuk bozulur, çürür ve yok olur.
Onlardan bünyesi tam ve sureti yetkin olanlar da vardır. Oluşan ve ağaç ve
bitki yaprağı ve çiçeği üzerinde sürünerek ilerleyen kurtçuklar böyledir.
Bunlarda tatma ve dokunma duyusu vardır. Dokunma, tatma ve koklama duyuları
olduğu halde işitme ve görme duyuları bulunmayan başka tam ve yetkin hayvanlar
da vardır. Deniz ve su diplerinde ve karanlık yerlerde yaşayan hayvanlar
böyledir. Tam ve yetkin hayvanlar arasında, sürüngenler ve böcekler gibi,
karanlık yerlerde sürünerek ilerleyen ve dokunma, tatma, işitme ve koklama
duyuları olduğu halde görme duyusu olmayanlar da vardır. Keneler(Haleme)[350]
böyledir. Dokunma yoluyla bedenini ayakta tutar, tatmayla besin ve başka
şeyleri ayırt eder, koklamayla besin ve yiyeceğin bulunduğu yeri bilir,
işitmeyle eziyet veren şeylerin basacağını anlar ve o gelip saldırmadan önce
tedbir alır. Ona göz verilmemiştir. Çünkü o karanlık yerlerde yaşar ve görmeye
ihtiyaç duymaz. Eğer ona göz verilseydi bu onu koruma konusunda onun için bir
kötülük olurdu. Zarar veren şeylere karşı gözü kapatmak gerekir. Çünkü ilahi
hikmet, hayvana ihtiyaç duymadığı ve yararlanmadığı hiçbir organ ve duyu
vermemiştir. Hayvanlar arasında bünyesi tam ve sureti yetkin olan başka şeyler
de vardır. Bunlar, dokunma, tatma, koklama, işitme ve görmeden oluşan yetkin
beş duyu sahibi hayvanlardır. Sonra bunlar kendi aralarında üstünlük ve
düşüklük farkı gösterirler.
Bölüm
Hayvanlar
arasında kar kurtçuğu gibi yuvarlanan, sedef kurtçuğu gibi sürünen, yılan gibi
hızla akan, akrep gibi ayakları üzerinde giden, fare gibi koşan, sinek ve
tahtakurusu gibi uçan türler vardır. Yürüyenlerden bazılarının iki, bazılarının
dört, bazılarının altı, bazılarının da kırkayak(duhhal) gibi daha çok ayağı
vardır. Uçan böceklerden bazılarının iki, bazılarının dört kanadı, bazılarının
ise çekirgeler gibi altı ayak, dört kanat, bir bıçak, pençe ve boynuzları
vardır. Tahtakurusu ve sinek gibi hayvanlardan hortumu olanlar vardır.
Eşekarıları gibi hayvanlardan bıçak ve iğnesi olanlar vardır. Sürüngen ve
böcekler içinde karınca ve arı gibi fikir, düşünce, temyiz, tedbir ve siyaseti
olan hayvanlar vardır. Onlardan bir topluluk toplanır ve geçim, ev ve yurt
edinme ve kış için erzak ve yiyecek toplama konusunda yardımlaşırlar. Bir yıl
ve belki biraz daha çok yaşarlar. Bu ikisi dışındaki böcek ve sürüngenlerden
tahtakurusu, pire, sinek, çekirge ve benzerleri tam bir yıl yaşamazlar. Çünkü
aşırı sıcak ve soğuk onları öldürür. Sonra gelecek yıl benzerleri meydana
gelir.
Bölüm
Hayvanlar
içinde bünyesi belirttiklerimizden daha tam ve sureti onlardan daha yetkin olanlar
vardır. Bunlar, bedeni değişik şekilde organlardan meydana gelen hayvanlardır.
Her organ birçok kemik parçasından meydana gelmiştir. Her parça, uzunluk ve
kısalık, incelik ve kalınlık, doğruluk ve eğrilik bakımından farklı görünümdedir.
Hepsi düzgün yapılı eklemlerle birleştirilmiş, sinir ve kaslarla bağlanmış,
araları etle doldurulmuş, damarlarla örülmüş, deriyle örtülmüş, saç, kıl, tüy,
sedef veya pul ile kaplanmıştır. Bedenlerinin içinde beyin, akciğer, kalp,
karaciğer, dalak, iki böbrek, mesane, ince bağırsaklar, kalın bağırsaklar, ana
damarlar, mide, işkembe, kursak ve taşlık gibi önemli organlar vardır. Bedenin
dışında ise ayaklar, eller, kanatlar, kuyruk, pençeler, gaga, toynak, tırnak ve
benzerleri vardır. Bütün bunlar, yaratan, şekillendiren, meydana getiren,
tamamlayan, olgunlaştıran ve en son gaye ve tam nihayetine ulaştırandan
başkasının bilmediği birçok amaç ve özellik, sayısız fayda içindir. Bunlar,
hayvanlar, evcil hayvanlar, yırtıcı hayvanlar, vahşi hayvanlar, kuşlar, yırtıcı
kuşlar, bazı su hayvanları ve yılan gibi bazı sürüngenlerin vasıflarıdır.
Hayvanlar (enam: at, sığır, deve, koyun) yarık toynaklı, evcil hayvanlar
(behaim: dört ayaklı hayvan) ise bütün toynaklıdır. Yırtıcı hayvanların
köpekdişleri ve pençeli vahşi hayvanların bunlar arasında meydana gelmiş
organları vardır. Kuşların kanat, tüy ve gagaları vardır. Yırtıcı kuşların
kanatları, eğri gagaları ve çengelli ve iğneli pençeleri vardır. Su hayvanları
suda ikamet eder ve yaşar. Böcekler uçan ve tüysüz hayvanlardır. Sürüngenler
ise iki veya dört ayağı üzerinde yürüyen, karnı üzerinde sürünen veya hızla
akan ya da iki yanına yuvarlanarak giden hayvanlardır.
Bölüm
Sonra
ey kardeşim -Allah seni ve bizi katından bir ruhla desteklesinbil ki fil, deve
ve manda gibi büyük kemikleri, sıkı derileri, kalın sinirleri, geniş damarları
ve büyük organları olan iri cüsseli ve koca yapılı hayvanlar, şu iki sebepten
dolayı ana rahminde doğuncaya kadar uzun süre kalmak zorundadırlar: Birinci
sebep, tabiatın bünyeyi tamamlama ve sureti yetkinleştirmede ihtiyaç
duyduğu bu maddelerin rahimde toplanmasıdır. İkinci sebep, Güneşin
felekte dönmesi ve burçların benzer tabiatlı üçgenleri/müsellesatı kat
etmesidir. Yıldızların ruhanî güçleri, buradan büyüyen bitkisel nef is
güçlerini ve hisseden hayvani nefis güçlerini tamamlamada ihtiyaç duydukları
oluş ve bozuluş âlemine inerler. Böylece meydana gelen bileşiklerin her cinsi, -“Spermin
düştüğü yer risalesinde bir kısmını açıkladığımız gibibu güçlerden kabul
edebileceklerini kabul eder.
Sonra
ey kardeşim -Allah seni ve bizi katından bir ruhla desteklesinbil ki, tam
yaratılışlı, iri cüsseli ve büyük şekilli hayvanların tümü, yaratılışın
başlangıcında gece ve gündüzün eşit, sıcak ve soğuğun dengeli olduğu ekvator
çizgisinin altında çamurdan erkek ve dişi olarak yaratıldılar. Orada
rüzgârların etkisiyle oluşan gizli yerler ve sureti kabule hazır çok madde
vardır. Yeryüzünde bu nitelikleri taşıyan yerler olmasaydı orada yayılıp
oldukları şekilde üremeleri ve çoğalmaları için bu hayvanların dişilerinin
rahimleri tabii itidal bakımından bu niteliklerde yaratılırdı. İnsanların
çoğu, hayvanların çamurdan oluşmasına şaşırıyorlar da rahimde adi bir sudan
oluşmasına şaşırmıyorlar. Hâlbuki bu [İkincisi] yaratılışta daha ilginç ve
kudret bakımından daha büyüktür. Çünkü bazı insanlar, insan eliyle yapılan
putlarda görüldüğü gibi çamur, tahta, demir veya bakırdan bir hayvan sureti
yapabilirler. Ama hiç kimsenin sudan bir hayvan şekli yapması mümkün değildir.
Çünkü su, şeklin tutunamadığı akıcı bir cisimdir. Hâlbuki bu hayvanlar, rahim
veya yumurtada sudan -çamura göredaha ilginç yaratılışlı ve daha büyük kudretli
olurlar.
Aynı
şekilde insanların çoğu, filin yaratılışına tahtakurusunun yaratılışından daha
çok şaşırıyorlar. Onun yaratılışı daha ilginç ve sureti daha zariftir. Çünkü
filin bedensel büyüklüğüne rağmen dört ayağı, bir hortumu, iki fildişi varken
tahtakurusunun bedensel küçüklüğüne rağmen altı ayağı, bir hortumu, altı
kanadı, kuyruğu, ağzı, boğazı, karnı, kahn ve ince bağırsakları ve gözün
algılayamadığı daha başka organları vardır. Cüssesi küçük olmasına rağmen
eziyette file üstün gelir. Filin ona gücü yetmez ve ondan sakınamaz. Yine beşer
bir yapıcı/üretici, tahta, demir veya başka bir şeyden tam bir fil şekli
yapabilir; fakat hiçbir yapıcı tahta, demir veya başka bir şeyden tam bir
tahtakurusu şekli yapamaz.
Aynı
şekilde insanın spermden(nut/e) yaratılması, sonra rahimde cenin, sonra beşikte
bebek, sonra mektepte çocuk, sonra dünya işlerini çevirmede bilge adam olması,
insanların saçılmış çekirgeler gibi çıktıkları kıyamet günü topraktan, kabrinden
diriltilmesinden halce daha ilginç ve güç yetirme bakımından daha büyüktür.
Yine
bir tek tavuğun altından yirmi tane civcivin veya bir tek kekliğin altından bir
saat içinde yumurtalarının kabuğundan sıyrılan üç tane keklik yavrusunun
çıkışını, her birinin yem aramak için koşmasını ve belki kendisine güç
yetiremeyen avcısından kaçıp uzaklaşmasını gözlemlemek, insanların kıyamet
günü kabirlerinden çıkışından daha ilginçtir. Kendileriyle ilgili âdet cereyan
etmese, bunlardan daha ilginç ve kudreti daha büyük olan benzerlerini görüp
dururken inkârcıları bunu kabul etmekten alıkoyan sebep ne olabilir?
Bölüm
Ey
kardeşim -Allah seni ve bizi katından bir ruhla desteklesinbil ki, işlerin daima
cereyan ettiğinin gözlemlenmesi âdet/ahşkanhk olunca insanların onlar karşısındaki
hayreti, onlar hakkında düşünmesi ve onları dikkate alması azalır ve bu konuda
kendilerine bir dalgınlık, gaflet, nefis uykusu ve cehalet ölümü ilişir.
Ey
kardeşim, bundan sakın, gafillerden olma ve Allah’ın kitabında andığı ve şu
sözüyle övdüğü kimselerden ol: “Onlar ayaktayken, otururken ve yanları
üzerindeyken Allah’ı anarlar, göklerin ve yerin yaratılışı üzerinde
düşünürler. Rabbimiz bunu boş yere yaratmadın, seni eksikliklerden uzak
tutarız, bizi ateş azabından koru, derler”[351].
Onların zıddı olanları ise şu sözüyle yerdi: “Göklerde ve yerde nice
deliller vardır ki yanlarına uğrarlar da yüzlerini çevirerek geçerler”[352].
Bölüm
Ey
kardeşim Allah seni ve bizi katından bir ruhla desteklesinbil ki, tam yaratılışlı
ve eksik yaratıhşh bütün hayvanların bedenleri, baş, el, ayak, sırt, karın,
kalp, karaciğer ve akciğer gibi değişik şekilli, eklemli ve görünümlü
organlardan meydana gelmiştir. Bütün bunların, iç yüzünü onları dilediği gibi
yaratan ve şekillendiren Allah’tan başkasının bilmediği sebep, neden ve
amaçları vardır. Fakat dediklerimizin doğruluğu ve anlattıklarımızın
hakikiliğinin anlaşılması için onlardan bir kısmını zikredeceğiz. Küçük veya
büyük bütün hayvanların bedenlerindeki her organ mutlaka başka bir organın ya
bekasında ya yetkinliğinde ya fiillerinde ya da yararlarında hizmetçisi ve
yardımcısıdır. İnsan bedenindeki beyin buna örnektir. O, bedenin kralı,
duyuların kaynağı, fikrin ocağı, düşüncenin evi, ezberin hâzinesi, nefsin
meskeni ve aklın mahallidir. Kalp, her ne kadar vücudun kralı, bedenin
yöneticisi, atardamarların kaynağı ve doğal sıcaklığın ocağı olsa da beynin
fiillerinde hizmetçisi ve yardımcısıdır. Kalbe fiillerinde hizmet eden ve
yardımcı olan başka üç organ vardır. Bunlar karaciğer, atardamarlar ve
akciğerdir.
İçecek
evi olan karaciğer de aynı hükme tabidir. Ona fiillerinde başka organlar hizmet
ve yardım eder. Bunlar mide, toplardamarlar, dalak, öd ve böbreklerdir.
Rüzgâr
(solunum) evi olan akciğer de aynı hükme tabidir. Ona fiillerinde başka dört
organ hizmet ve yardım eder. Bunlar göğüs, göğüs kafesi örtüsü, boğaz ve burun
delikleridir. Çekilen hava iki burun deliğinden boğaza girer, orada mizacı
dengeli hale gelir, akciğere ulaşır, orada arıtılır, sonra kalbe girer, oraya doğal
hava üfler, [hava] kalpten atardamarlara geçer, bedenin nabız adı verilen diğer
kısımlarına varır, kalpten çıkan yanık hava akciğere, akciğerden boğaza,
boğazdan iki burun deliğine veya ağza geçer. Göğüs, havayı çekerken açılmasında
ve nefesi çıkarırken toplanmasında akciğere hizmet eder. Göğüs kafesi
örtüleri, çarpmalar, itmeler ve beden hallerinin düzensizliği esnasında
akciğeri maruz kaldığı afetlerden korur.
Karaciğer
de aynı hükme tabidir. Mide, mide suyunu karaciğere ulaşmadan dışarı atmak
suretiyle ona hizmet eder. Toplardamarlar karaciğere, bunları emmek ve yanık
kalın karışımlara ait bulanık mide suyunu ondan kendisine çekerek ona ulaştırmak
suretiyle hizmet eder. Öd ona, safrayı kendisine çekerek ve kanı ondan temizleyerek
hizmet eder. Böbrekler ona, ince özlü nemi kendilerine çekmek suretiyle hizmet
ederler. İdrar ondan oluşur. İçi oyuk damarlar ona, kanı kendilerine çekmek ve
bedenin bütün parçalarının maddesi olan diğer taraflara ulaştırmak suretiyle
hizmet eder.
Yemek
borusu, dişler ve ağız da aynı şekilde mideye hizmet eder. Ağız, yiyecek ve
içeceğin vücudun derinliklerine girdiği beden kapısıdır. Dişler ona, öğütme ve
ezme işlemiyle hizmet eder. Yemek borusu yutar ve onları mideye ulaştırır.
Bağırsaklar posayı çeker ve vücuttan atar.
Aynı
şekilde, hayvan bedeninde bedene fiillerinde hizmet etmeyen ve başka bir
organın da fiillerinde kendisine yardım ve hizmet etmediği hiçbir organ yoktur.
Bütün bunlardaki son gaye, şahsın sürekliliği, yetkinleşmesi ve en olgun
haline ulaşmasıdır. Bu, gerek zatında gerekse neslinin devamında cins, tür ve
şahıs olarak olabildiğince uzun yaşamasıdır.
Bölüm
Ey
kardeşim -Allah seni ve bizi kendinden bir ruhla desteklesinbil ki yengeç,
kaplumbağa ve balık gibi bazı hayvanlar, konuşması ve sesi olmayan dilsiz
canlılardır. Genel olarak kurbağa ve radya[353]
gibi birazı hariç su hayvanlarının çoğu böyledir. Bazılarının sesi vardır.
Tahtakurusu, sinek, eşekarısı, cırcırböceği ve çekirge gibi hava çeken ve
vızıltı ve ıslık sesi çıkaran hayvanlar böyledir. Bu, kanat çırparak olur.
Bil
ki nefes alan hayvanların çok farklı uzunluk, kısalık, kalınlık, büyüklük, küçüklük,
gürlük, hafiflikte ve çeşitli vızıltı, çınlama, ezgi ve nağmeler şeklinde
sesleri vardır. Bunlar, boyunlarının uzunluk veya kısalığına, burun delikleri
ve boğazlarının genişlik ve darlığına, tabiatlarının berraklık ve kabalığına,
havayı çekme ve gönderme güçlerinin şiddetine ve kalplerinde veya bedenlerinin
derinliğinde bulunan doğal sıcaklığın dinlendirilmesinden sonra nefeslerin
düzenlenmesine göre değişir.
Su
hayvanlarının çoğunun sesinin olmamasının sebebi akciğerlerinin bulunmaması ve
havayı çekememeleridir. Onlara bu, ihtiyaç duymadıkları için verilmemiştir.
İlahî hikmet ve rabbani inayet, her hayvana şahsının bekası, yetkinleşmesi ve
en yüksek amacına ulaşması ve çiftleşme, döllenme ve çocuk yetiştirme
aletleriyle neslini devam ettirmesi için yararı çekme ve zararı gidermede
duyduğu ihtiyaca göre organlar, eklemler, sinirler, zarlar ve damarlar
vermiştir. Bünyesi daha tam ve sureti daha yetkin olan hayvanlar, şahıslarının
bekası ve nesillerinin üremesi konusunda çok sayıda organa, değişik aletlere ve
yardımcı araçlara daha çok muhtaçtırlar. Bünyesi eksik ve sureti düşük olan
hayvanlar ise şahıslarının bekası ve nesillerinin devamı noktasında çeşitli
organlara ve değişik araçlara daha az ihtiyaç duyarlar. Bu açıdan hayvanlar üç
çeşittirler: Bazıları daha tam ve daha yetkindirler. Zıplayan, hamile kalan,
yavrularını emziren ve yetiştiren hayvanlar böyledir. Bazıları bunun alt
derecesindedirler. Çiftleşen, yumurtlayan ve kuluçkaya yatan hayvanlar
böyledir. Bazıları ise daha aşağı derecededirler. Çiftleşmeyen, yumurtlamayan
ve doğurmayan, aksine kokuşmuş yerlerde oluşan ve tam bir yıl yaşayamayan
hayvanlar böyledir. Çünkü aşırı sıcak ve soğuk onları öldürür. Bedenleri gevşek
ve derileri gözeneklidir; kahn derileri, yün, kıl, tüy, sedef, kemik, sinir ve
pulları yoktur. Akciğer, dalak, öd, böbrek ve mesaneleri ve doğal sıcaklığı
dinlendirmek için hava çekme özellikleri yoktur. Çünkü cüsselerinin küçük ve
derilerinin gözenekli olması sebebiyle temiz hava, bedenlerinin derinliklerine
kadar ulaşır ve bedenlerinin mizacında ve tabiatlarının bileşiminde bulunan
doğal sıcaklığı korur.
Ama
temiz havanın bedenlerinin derinliklerine kadar ulaşmasını engelleyen kahn
derileri, çok etleri, zarları, damarları, sade ve oyuk kemikleri, kaburgaları,
kahn ve ince bağırsakları, işkembe, mide, kalp, akciğer, böbrek, mesane,
kafatası, saç, tüy, yün, kıl ve sedefleri olan büyük cüsseli ve iri yapılı
hayvanlardan bazılarına temiz havanın bedenlerinin derinliklerine ve beden
diplerindeki hücrelere ulaşması, oradaki doğal sıcaklığı dinlendirmesi ve
içindeki hayatı belli bir vakte kadar koruması için akciğer, boğaz ve solunum
yolları verilmiştir. Bu anlattıklarımız, havayı çeken, ondan soluyan ve onunla
yaşayan tam yaratıhşh ve yetkin suretli hayvanların hükmüdür.
Fakat
suda yaşayan ve oradan çıkmayan hayvan türleri, hava çekmeye ve nefes almaya
ihtiyaç duymazlar. Çünkü övgüsü yüce olan hikmetli Yaratıcı, onları suda yaratınca
ve hayatlarını ondan verince onları su tabiatı denilen bir tek tabiatta meydana
getirdi ve onlara suyun soğukluk ve neminin dip ve derinliklerine ulaştığı,
bileşik tabiatlarında bulunan doğal sıcaklığın dinlendiği ve aralıklarla hava
çekip nefes aldıkları bedenler giydirdi. Her birine bedenine uygun organlar ve
eklemler verdi. Her çeşit sedef, pul ve benzerini bedenleri için sıcak ve
soğuğa karşı elbise, ilişen afetlere karşı perde, sığınak ve koruyucu tabaka
yaptı. Bazılarına kuşların havada uçmasında olduğu gibi suda yüzmeleri için
kanatlar ve kuyruklar verdi. Bazılarını yiyen, bazılarını yenilen yaptı.
Yenilenlerin neslini sayıca yiyenlerin neslinden fazla tuttu. Bütün bunlardaki
amaç, şahıslarının ve nesillerinin hayat ve tabiatlarında mümkün olduğunca
uzun zaman devam etmesidir.
Havanın
sakinleri ve yerleşimcilerine gelince, övgüsü yüce olan hikmetli Yaratıcı,
onların bedenlerini havaya kolayca kalkıp uçabilmeleri için hamile kalan,
doğuran ve emziren kara hayvanlarının bedenlerine kıyasla organ çokluğu
bakımından kısıtlı yaptı. Bu nedenle Yaratıcı, kuşlara dişler, açıkta kulaklar,
mide, işkembe, mesane, sırt delikleri ve kalın deri vermemiştir. Aynı şekilde
onların bedenleri üzerinde saç, yün ve kıl yaratmamış, bilakis bunun yerine
onları soğuk, sıcak ve ilişecek afetlerden korumak ve kalkış ve uçuşlarına
yardımcı olmak için tüyden elbise, örtü ve koruyucu tabaka yapmıştır. Dişler
yerine gaga, mide yerine kursak, işkembe yerine taşlık vermiştir. Buna göre
ihtiyaç ve menfaatlerini karşılamak ve zararları onlardan uzaklaştırmak için
mahrum oldukları her organa karşılık vücutlarına benzer ve bedenlerine uygun
olan başka bir organ vermiştir. Bütün bunlar, şahıslarının ve nesillerinin
fıtrat ve tabiatlarına göre olabildiğinde uzun süre devam etmesinin sebep ve
nedenleridir.
Ot
yiyen kara hayvanlarına gelince; Hikmetli Yaratıcı, onlar için meradaki yaş ve
kuru otları tutabilecek geniş ağızlar, koparabilecek keskin dişler ve sert ot,
hububat, yaprak, kabuk ve çekirdekleri öğütmek için sert azı dişleri, çiğnediklerini
yuttuğu geniş ve kaygan yemek borusu ve yiyeceğini yüklenip doldurduğu geniş
işkembeler yaratmıştır. Doyduklarında yerlerine ve ahırlarına dönerler ve orada
ikamet edip dinlenirler.
Onlar
içinde yuttuklarını geri çıkarıp geviş getiren, ikinci kez çiğneyen ve onları
yutarak işkembelerinde yaratılışı ilkinkinin yaratılışından farklı ve doğal
sıcaklığı olgunlaştırmak için hazırlanmış olan başka yerlere gönderen hayvanlar
vardır. Onlar, tabii olanın kolay hazmedilmesi, ağırının/kalınının, hafıfınden/incesinden
ayrılması, ağırının ince ve kahn bağırsaklara gönderilmesi ve bu amaçla
hazırlanmış delik ve yerlerden çıkması, saf ve ince olanların ikinci defa
pişmek ve arıtılmak üzere karaciğere gönderilmesi için olgunlaştırılır. Sonra
onlar için hazırlanmış olan dalak, safra kesesi, kalp, böbrekler ve oradaki saf
kanın vücudun diğer kısımlarına akması için bedenlerinde ırmakve dereler
konumundaki oyuk damarlara akıtılır. Bedenden eriyenlerin yerine geçmek üzere
geri gönderilir. Çünkü bütün bu hayvanların bedenleri iç ve dış sebepler
dolayısıyla erimekte ve akmaktadır.
Hikmetli
Yaratıcı, erkeklerin bedenlerinde bu maddelerden arta kalanlar için meydana
geleceği organlar, damarlar ve kanallar yarattı. Bu sperm (nut/e), çif tleşme,
zıplama ve cima esnasında oradan dişilerin rahimlerine akar. Dişilerin
bedenlerinde onun meydana geleceği, vücutlarında bulunan fazla miktardaki
benzer rutubetlerin günler ve ayların geçişiyle ekleneceği, toplanıp çoğalacağı
birtakım organlar, damarlar ve kanallar yarattı. Böylece Hikmetli Yaratıcı,
dilediği şekilde eşlerden biri gibi bir suret yaratır. Nitekim biz bunun bir
kısmını “Spermin düştüğü yer risalesinde açıkladık. Bütün bu sebepler ve
nedenler, H ikmetli Yaratıcıdan övgüsü yüce olsunonların şahıs ve nesillerinin
söz konusu hayvan türünde hazır bulunan olabilecek en uzun süre devam etmesi
için bir inayettir. Yaratanların en iyisi, hâkimlerin en iyi hükmedeni ve
rahmet edenlerin en merhametlisi olan Allah ne yücedir!
Bölüm
Et
yiyen yırtıcı hayvanların tabiatı, bazı dış ve iç organlarının bileşimi,
mizaçları ve şehvetleri/arzuları ot yiyen hayvanlarınkilerden farklıdır. Zira
Yaratıcı, onları yaratıp besinlerini et yemekten ve bedenlerinin maddesini
hayvanların cüsselerinden yapınca onlar için hiçbir şefkat ve merhamet göstermeden
hayvanları yakalayıp tutacakları, derilerini parçalayacakları, karınlarını
yaracakları, kemiklerini kıracakları ve etlerini ısıracakları sert köpek
dişleri, güçlü ve eğri pençeler, sağlam ön kollar, hafif sıçramalar ve şiddetli
uzun atlamalar yarattı.
Akıllıların,
âlimlerin ve araştırmacı filozofların çoğu bu konudaki düşüncelerinde ve
nedenleriyle ilgili araştırmalarında şaşırdılar ve saptılar. Bu konuda hikmet
ve doğru nedir? Biz bu konudaki hikmet ve doğrunun ne olduğunu nedenler ve nedenliler
risalesinde açıkladık. Bunun bir kısmını da inşallah bu risalenin başka bir
bölümünde anlatacağız.
Ey
kardeşim -Allah seni ve bizi katından bir ruh ile desteklesinbil ki, Hikmetli
Yaratıcı değişik suret, tabiat ve tasarrufları olan hayvan türlerini yaratınca
onları dört kısma ayırdı: Bazıları, kuş türlerinin çoğundan ve böceklerin
tamamından oluşan h ava sakinleri; bazıları, bahk, yengeç, kurbağa, sedef ve b
enzerlerinden oluşan su sakinleri; bazıları, evcil hayvanlar, çiftlik
hayvanları ve yırtıcı hayvanlardan oluşan kara sakinleri; bazıları da
sürüngenlerin oluşturduğu toprak sakinleridir. Her bir kısımda bazısını yiyen,
bazısını yenilen olarak belirledi. Buna göre kuşlardan bazısı tahıl ve meyve
yer, yırtıcılar gibi bazısı da et yer. Pençeli ve eğri gagalı hayvanlar tahılı
alamaz ve meyveyi yiyemezler. Su hayvanları da aynı hükme tabi olup bazıları
yiyen, bazıları ise yenilendir. Yılan, kertenkele ve zehirli kertenkele[354]
gibi sürüngenlerden oluşan toprak hayvanları da aynı hükme tabidir.
Bölüm
Ey
kardeşim Allah seni ve bizi katından bir ruh ile desteklesinbil ki Hikmetli
Yaratıcı tam yapılı hayvanları yarattığında bedenlerinin yapısını ilk sayıya ve
ilkeler risalesinde anlattığımız iki unsurlu konulara/işlere uygun düşmesi
için sağ ve sol şeklinde iki kısma ayırdı ve onları ilk tek sayıya ve orta ve
iki tarafı olan işlere uygun düşmesi için orta ve iki taraf şeklinde üç sınıf
yaptı. Bedenlerinin mizacını asıl olan ilk sayıya ve dört unsur sayısınca dört
tabiata uygun olarak dört karışımdan meydana getirdi. Dönen ilk sayıya ve
beşincisi feleğin tabiatı olan dört tabiatın sayısına uygun olarak onlara
duyulurların suretlerini idrak eden beş duyu verdi. İlk tam sayıya ve küpün
yüzeylerine uygun olarak onlara altı yöne hareket etmelerini sağlayan bir güç verdi.
Bedenlerinde bir tam sayıya ve gezegenlerin sayısına uygun olarak yedi etkin
güç yarattı. Bedenlerinde küpün ilk sayısına ve müzik oranlarının sayısına
uygun olarak dördü tek, dördü çift olmak üzere sekiz mizaç/karışım oluşturdu.
Bedenlerinin bileşimini ve vücutlarının terkibini asıl olan ilk tek sayıya ve
çevreleyen felek tabakaları sayısına uygun olarak dokuz tabakadan meydana
getirdi. Bedenlerinde duyularının ve ihtiyaçlarının kapıları olmak üzere ilk ek
sayıya ve felek burçlarının sayısına uygun olarak on iki delik yarattı. Beden
binalarını bir tam sayıya ve ay menzillerine uygun olarak sırt
direkleri/omurgaları üzerinde yirmi sekiz kaburga(hzrze) şeklinde kurdu.
Bedenlerine kanın diğer vücut kısımlarına akması için felek burçlarının basamak
sayısına ve senenin günleri sayısına uygun olarak üç yüz altmış damar
yerleştirdi. Buna kıyas edilerek sayıldığında ve düşünüldüğünde her organın
sayısının mevcutlardan bir türün sayısına uygun olduğu görülür. Anlattıklarımızdan
hareketle Pisagorcu filozofların görüşünün anlamının, mevcutların sayının
tabiatına göre olduğu anlaşılır. Bu, aziz olan ve bilenin takdiridir.
Bölüm
Kuşların
Hallerinin Sınıfları, Ömürleri, Heyecan ve Çiftleşme Süreleri, Yuva Edinme ve
Düzenleme Şekilleri, Yumurtalarının Miktarı, Yavrularını Büyütme Müddetleri ve
Yetiştirme Tarzları Hakkında diyoruz ki:
Ey
kardeşim Allah seni ve bizi katından bir ruh ile desteklesinbil ki, bazı kuşlar
yılın sair mevsimlerinde eş bulur, aşık olur, heyecanlanır ve çiftleşirler.
Güvercinlerde olduğu gibi, bazılarında erkek, yumurtayı kuluçkaya yatırma ve
yavruları yetiştirme konusunda dişiye yardım eder. Horozlarda olduğu gibi,
bazıları hem kuluçka hem de yavruları yetiştirme aşamalarında dişiye yardım
etmez. Onlardan sadece yılın iki ıhman mevsimi olan ilkbahar ve sonbaharda ve
yazın heyecanlananlar vardır. Kuşların çoğu, yalnızca kış sonu ilkbaharı
karşılarken heyecanlanır ve çif tleşirler. İyi zamanı, ıhman havayı ve birçok
yerdeki ekili arazi ve yiyecek çokluğunu bildikleri için o zaman yumurtlarlar, kuluçkaya
yatarlar ve yavrularını yetiştirirler.
Bazı
kuşlar ağaç dalları ve yaprakları arasında yuva edinirler. Keklik, bıldırcın ve
turaç gibi bazıları da sık ağaçlı yerlerde, otlar ve dikenler arasında yuva
edinirler. Bazıları duvar delikleri veya ağaç kökleri içinde, bazıları
deliklerin altında, bazıları duvar ve yıkıntı üzerinde, bazıları dağ ve tepe
başlarında, bazıları ırmak kıyılarında ve deniz sahillerinde yuva edinirler.
Hatta çorak arazilerde, çöllerde ve taşlar arasında yuva edinenler bile vardır.
Yumurtasını bir ayağıyla göğsüne alıp, diğer ayağıyla kuluçkaya yatacağı ve
yavruların çıkacağı yere kadar yüzen su kuşları vardır. Yumurtlayan ve iki,
dört, altı, sekiz, on, on iki, yirmi ve hatta otuz yumurta üzerine kuluçkaya
yatan kuşlar da vardır.
Bazı
kuşlar yavrularını kursaklarına yığdıkları tahıllarla beslerler. Yavrularını
gagasıyla getirdiği av, tahıl ve meyve ile besleyen kuşlar da vardır. Deve
kuşunun yaptığı gibi bazısı da yumurtalarından bir kısmını kırar ve yavrularına
içirir. Tavuk ve çil gibi bazısı da yerde araştırır ve yavrularını tahıl ve
küçük sürüngenlere doğru yöneltir.
Kırlangıç
gibi kuşlar gün boyu sürekli hızlıca uçarlar. Bıldırcın gibi bazı kuşlar ağır
ve az uçarlar. Kaya kuşu gibi uzaktan gelen ve karga gibi uzun yolculuklara
çıkan kuşlar vardır. Serçe gibi bazı kuşlar yurt ayırımı yapmazlar. Turna gibi
bazı kuşlar deve kervanı şeklinde topluca uçarlar. Namaz kılanların safında
olduğu gibi saf oluşturarak aynı hizada uçarlar. Bazıları ise karışık ve
birbiriyle kaynaşmış topluluklar halinde uçarlar. Bazıları rüzgâra karşı,
bazıları ise rüzgârı arkalarına alarak uçarlar. Bazıları yana eğilerek uçarlar.
Bazıları düz yönelerek uçarlar. Bazıları yükselip alçalarak ve sağa sola
yalpalayarak uçarlar. Bazıları dosdoğru uçarlar. Bazıları uçuş için kalkınca
yer boyu birkaç adım koşarlar, sonra havada yükselirler. Bazıları bir defada
dimdik kalkarlar. Bazıları da minbere/tümseğe çıkanlar gibi havaya değişik
şekillerde ve dönerek yükselirler. Bazıları ise yükseleceği zaman dağ yolunda
çıkanlar gibi kıvrılarak ve zikzak çizerek yükselirler. Bazıları havada
yükselirken kanatlarını hareketsiz tutar. Bazıları da kanatlarını bir
hareketlendirir, bir hareketsiz tutar. Bazıları yere inmek istediğinde başını
eğer, nefesini tutar ve rüzgârlı gündeki yağmur gibi direk dalışa geçer.
Bazıları da minareden iner gibi yılankavi bir şekilde yumuşakça iner. Bazıları
binek hayvanlarının sarp yokuştan inmesi gibi sağa sola yalpalayarak iner.
Bazıları ayaklarını sallayıp kanatlarını toplayarak veya sarkıtarak iner. Her
kuşun kanatları uzunluk, genişlik, ağırlık ve sayı bakımından uyumludur. Her
kanatta sapları oyuk, hafif ve bir tarafta sıralı, diğer tarafta paralel olan
on dört tüylü telek vardır. Onları daha kısa ve iki taraftan araları birtakım
teleklerle kapatılmış bol örtülü başka telekler tamamlar. Kuşun vücudu
üzerinde bundan da kısa tüylü, elbise yerine geçen telekler vardır ve
aralarında uf ak, yumuşak, pürüzlü ve kenarı belli başka telekler bulunur.
Bunlar onları soğuktan ve sıcaktan koruyan elbise ve örtüler ve aynı zamanda
süslerdir. Yine birçok kuşun kuyruğu kanatlarıyla uyumludur. Onun sayısı on iki
veya daha az telektir.
Tavus
gibi, bazı kuşların kuyruğu kanatlarından uzundur. Turna gibi, kanatları uzun,
kuyruğu kısa olan kuşlar da vardır.
Tavuk
ve çil gibi bazı kuşlar, yumurtayı kırdıklarında bol tüylü yavrular çıkar. Güvercin
yavrusunda olduğu gibi bazı kuşlar tüysüz dünyaya gelirler, sonra büyürken
tüyleri çıkar.
Su
kuşu gibi tüyü yağlı olup ıslanmayan kuşlar vardır. Her sene tüy döküp, yeni
tüyleri çıkan kuşlar vardır. Ayak parmakları arasında perde olan kuşlar vardır.
Uçuş için su üzerinden kalkan su kuşları olduğu gibi sudan karaya çıkıp sonra
uçan kuşlar da vardır.
Ayakları,
kanatları, boynu ve gagası uzun olan kuşlar vardır. Bazılarının da boynu kısa,
gagası uzundur. Kuşların çoğu uçarken ayaklarını göğüslerinde toplarlar. Turnalar
ve leylekler gibi bazıları da ayaklarını kuyruklarıyla beraber arkaya
uzatırlar.
Uçarken
boynunu düren bazı uzun boyunlu kuşlar vardır. Balıkçıl kuşu gibi bazısı da
boynunu öne doğru uzatır.
Bazı
yırtıcı kuşlar, kuşları havadayken yakalarlar ve uçarken tutarlar. Bazıları onlara
uçuş esnasında yetişince sırt üstü yatarak alttan girer, yakalayıp çevirir.
Bazıları onların üzerine çöker ve yerdeyken kapar. Bazıları ceylanların ve
yabaneşeklerinin üstüne çöreklenir, onlara pençelerini geçirir, kanatlarıyla
gözlerini kapatır ve öldürür. Sakin güvercin, gideceği ülkenin yolunu
havadayken nehirlerin akışına ve vadilerin eğimine bakarak bilir, sonra dağ
doruklarına yönelir, dağların ve rüzgârların etkisiyle bir sağa, bir sola doğru
yalpalayarak gider.
Aynı
şekilde kışı sıcak ülkelerde, yazı soğuk ülkelerde geçiren kuşlar oraları bilirler.
Kuşların çoğunda iyi düzeyde görme, koklama, tatma ve işitme duyuları vardır; ama
derilerindeki tüylerden dolayı dokunma duyuları böyle değildir. Bütün yırtıcı
kuşların mükemmel kanatları, geniş kuyrukları, hızh uçuşları, kısa boyun ve
ayakları, uzun butları, güçlü pençeleri ve tahıl toplamaya değil, ama et
yemeye ve avlanmaya elverişli olan kıvrık gagaları vardır.
Bazı
kuşlar ise tahıl toplar, meyve yer, böcek ve sürüngen avlar, ot ve bitki yer.
Bazı
kuşlar gece gündüz uçar, yolculuk eder ve zar zor geçinir. Bazı kuşlar gündüz
değil, gece uçarlar; fakat çoğu gece değil, gündüz uçarlar. Bazı kuşlar
geceleyin ağaçların tepelerine ve dalları ile yaprakları arasına sığınırlar.
Bazıları dağ, tepe, duvar ve kalelerin başlarına sığınırlar. Bazıları sık
çalılıklar ve sazlıklara sığınırlar. Bazıları delik, yuva, in ve çatı altlarına
sığınırlar. Bazıları nehirler ve sular içindeki adalara sığınırlar. Bazıları
çöllerde ve kıyılarda gecelerler; sahillerdeyken sırayla nöbet tutarlar.
Bazıları da havada geceler.
Bazı
kuşlar seher vakti uyanık durur, öter ve tespih[355]
ederler. Bazıları yiyecek aramaya erken çıkarlar. Bazıları yolculuğa çıkar,
sabahlar ve kuşluk vakti döner, sonra yiyecek arayışında durmadan gider, gelir.
“Sabahleyin acıkır ve yemeye gider.”
Kuşlardan
bazısı öğle vakti, bazısı akşamleyin, bazısı gün ortasında, bazısı bulutlu
havada, bazısı açık havada, bazısı yağmurlu havada, bazısı aşırı sıcakta,
bazısı aşırı soğukta, bazısı da rüzgârlı günde kuluçkaya yatar ve yavruları
çıkarır.
Bölüm
Ey
kardeşim Allah seni ve bizi katından bir ruh ile desteklesinbil ki sığırcık ve
kırlangıç gibi bazı kuşlar uçmak için kalkıp havada yükseldiği zaman iki
kanadını tamamen ve kuyruğunu da buna uygun bir şekilde yayarak üçgen şekli
oluşturur. Turna ve leylek gibi bazı kuşlar iki kanadını tamamen, önde uzanan
uzun boynunu, arkada uzanan iki uzun ayağını ve kısa kuyruğunu yayarak dörtgen
şekli oluşturur. Çekirge, tahtakurusu ve eşekarısı gibi uçarken iki yanda dört
kanadı, önde başı ve arkada kuyruğu olmak üzere altıgen şekli oluşturan bazı
böcekler vardır.
Ey
kardeşim, bil ki kuşlar ve böceklerin bedenlerini düşünüp göz önünde bulundurduğunda
onların boy ve en, hafiflik ve ağırlık, sağ ve sol, arka ve ön bakımından iki
yanda dengeli olduklarını görürsün. Bundan dolayı iki kanadından biri üzerindeki
tüy telekleri yolunduğunda bacaklarından biri uzun, diğeri kısa olan topal
adamın yürümesinde olduğu gibi uçarken sendeler. Bu yüzden aynı şekilde
kuyruğundan bir miktar tüylü telek yolunduğunda, sudaki göğsü ağır, kıçı hafif
kayık ve gemi gibi uçarken yüz üstü kapaklanmak suretiyle sendeler. Bundan
dolayı turna gibi bazı kuşlar boynunu ileri uzattığında ayaklarının ağırlığı
ile boynunun ağırlığının dengelenmesi için ayaklarını geriye doğru uzatır.
Balıkçıl kuşu gibi bazı kuşlar da uçarken boynunu göğsüne doğru d ürer,
ayaklarını karnının altında toplar. Diğer kuşlar ve böcekler de uçarken benzer
şekillerdedirler.
Bölüm
İlk
Yaratmanın Açıklanmasına Dair
Denildiğine
göre, Âdemoğullarının çocukları doğduklarında, çoğaldıklarında ve yeryüzünde
karada ve denizde, ovada ve dağda [etrafa] yayıldıklarında amaçları uğrunda
tasarrufta bulundular, yeryüzündeki yırtıcı ve vahşi hayvanların çokluğundan
dolayı hissettikleri kaygı ve korkudan sonra güvene ulaştılar. Korunmak için
dağ ve tepe başlarına, mağaralara sığınıyorlar, ağaçların meyvelerinden, yerin
bakla ve tahıllarından yiyorlar, soğuk ve sıcağa karşı ağaç yapraklarıyla
örtünüyorlar ve kışı sıcak beldelerde, yazı soğuk beldelerde geçiriyorlardı.
Sonra yeryüzünün ovalarında kaleler, köyler ve şehirler kurdular ve orada
ikamet ettiler.
Sonra
büyükbaş hayvanlardan sığır, koyun ve develeri, evcil hayvanlardan at, katır
ve eşekleri hizmetlerine aldılar; onları bağladılar, dizginlediler. Binme,
taşıma, ekip biçme ve dövme gibi ihtiyaçlarında kullandılar. İstihdam ederek
yordular, güçlerinin üstünde işlerde çalıştırdılar ve kendi amaçları
doğrultusunda tasarruftan alıkoydular. Bozkırlarda, çalılıklarda ve ormanlarda
başıboş kaldıktan sonra otlak, su kaynağı ve ihtiyaçlarını ararken istedikleri
yere gidip gelmeye başladılar. Vatanlarında ve yerlerinde tanıdık, kalıcı ve güvenli
olduktan ve Âdemoğullarının diyarından uzak bozkırlara, ormanlara, kuyulara ve
dağ başlarına kaçtıktan sonra yabaneşekleri, ceylanlar, yırtıcılar, vahşi
hayvanlar ve kuşlar gibi diğerleri onlardan hoşlanmadılar. Âdemoğulları onları
yakalamak için çeşitli hile, avlama, tuzak ve kapanlar hazırladı. Âdemoğulları
onların kendilerine ait kaçan, itaatten çıkan ve isyan eden köleler olduğuna
inandı. Sonra Allah, Hz. Muhammed’i gönderinceye, insanları ve cinleri Allah’a
ve İslam dinine davet edinceye kadar yıllar ve günler bu şekilde gelip geçti.
Bir cin topluluğu ona icabet etti ve güzelce Müslüman oldu. Bir zaman da böyle
geçti.
Sonra
Cin oğullarını içlerinden Birast el-Hakim denilen Şah Merdan
lakaplı bir kral yönetti. Merdan'ın krallık ülkesi, ekvatorun hizasına düşen Yeşil
Deniz ortasındaki Sağun adlı adada idi. Oranın havası ve toprağı güzeldir.
Orada tatlı ırmaklar ve akan pınarlar vardır. Orası, bol arazisi, ihtiyaç
maddeleri, çeşitli ağaçları, rengârenk meyve, bahçe, nehir, reyhan ve ışıkları
olan bir yerdir. Zamanın birinde sert rüzgârlar denizdeki gemilerden birini bu
adanın sahiline attı. İçinde tacir, sanatkâr, bilgin ve zengin insanlardan
oluşan bir topluluk vardı. Bu adaya çıktılar, orada dolaştılar ve orada bol
miktarda ağaç, meyve, ürün, tatlı su, güzel hava, hoş toprak, bakla, reyhan ve
göğün yağmurlarının bitirdiği çeşit çeşit ekin ve tahıl buldular. Orada
büyükbaş hayvanlar, evcil hayvanlar, kuşlar, yırtıcılar, vahşi hayvanlar,
sürüngenler ve böcekler gibi tüm hayvan türlerini gördüler. Onların hepsi
birbiri içinde ve nefret etmeksizin birbirine ısınmış haldeydiler.
Sonra
bu insanlar bu yerden hoşlandılar ve burayı vatan edindiler; burada binalar
yaptılar ve ikamet ettiler. Sonra onlar, kendi ülkelerinde yaptıkları gibi
binmede ve yük taşımada kullandıkları bu büyükbaş hayvanlara ve evcil
hayvanlara karşı koymaya başladılar. Dolayısıyla oradaki bu hayvanlar onlardan
nefret ettiler ve kaçtılar. Çeşitli hilelerle onları yakalamak ve elde etmek
için canla başla çalıştılar. Onların burada kendilerinin kaçmış, başkaldırmış
ve isyan etmiş köleleri olduğuna inandılar. Bu büyükbaş hayvanlar ve evcil
hayvanlar onlardaki bu inancı anlayınca lider ve hatiplerini topladılar,
cinlerin kralı Birast el-Hakime gittiler ve ona Âdemoğullarından gördükleri zulüm
ve saldırıyı ve kendileri hakkındaki inançlarını şikâyet ettiler. Cinlerin
kralı bu topluluğa bir elçi gönderdi ve onları huzuruna çağırdı. Gemi halkından
bir grup oraya gitti. Onlar çeşitli beldelerden gelmiş yaklaşık yetmiş kişi
idiler. Cesurları ona varınca onların misafir edilmelerini ve kendilerine
ikramda bulunulmasını emretti. Üç gün sonra onları meclisine getirdi.
Birast
el-Hakim, adil, cömert, insaflı, hoşgörülü,
misafirperver, garipleri himaye eden, musibete uğrayana merhamet eden, zulmü engelleyen,
iyiliği emredip kötülükten alıkoyan ve bununla Allah Teala'nın rızasından
başka bir şeyi amaçlamayan bir kimse idi. Ona ulaşıp krallık tahtı üzerinde
gördüklerinde onu saygıyla selamladılar. Kral onlara tercüman aracılığıyla
şöyle dedi: Daha önce bir yazışma olmadan sizi ülkemize getiren ve adamıza
sürükleyen sebep nedir?
Onlardan
biri dedi ki: Bizi buraya getiren sebep, kralın faziletleri hakkında duyduklarımız
ve iyi menkıbeleri, güzel huyları ve hükümlerdeki adaleti hakkında bize ulaşan
bilgilerdir. Biz ona sözümüzü duyması, delilimizin anlaşılması ve bizimle kaçan
kölelerimiz ve velayetimizi reddeden hizmetçilerimiz arasında hüküm vermesi
için geldik. Allah, kralı doğruya muvaffak kılsın ve doğru yolu göstersin. O,
hükmedenlerin en iyi hükmedenidir.
Kral
dedi ki: İstediğinizi söyleyin ve dediklerinizi açıklayın.
Onların
lideri dedi ki: Evet, ey kral, bu evcil hayvanlar, büyükbaş hayvanlar, yırtıcılar
ve vahşi hayvanlar bizim kölelerimizdir. Biz onların efendileri, onlar bizim
hizmetçilerimizdir. Biz onların efendileriyiz. Onlar içinde kaçan, uzaklaşan ve
başkaldıranlar olduğu gibi kulluktan/kölelikten hoşlanmayıp reddeden
itaatkârlar da vardır.
İnsan
soylu kral dedi ki: İddiada bulunduğun ve ileri sürdüğün konuda delilin nedir?
Onların
lideri ise şöyle dedi: Evet, ey kral, bizim söylediklerimizi kanıtlayan
işitilmiş(nakle dayah) şefi delillerimiz ve iddia ettiklerimizi destekleyen
aklî kanıtlarımız var.
Kral
şöyle dedi: Hadi, onları ortaya koy.
Abbas’m
çocuklarından olan insan soylu hatip ayağa kalktı, minbere çıktı ve şu hutbeyi
okudu:
“Hamt
âlemlerin Rabbi Allah’a, güzel son sakınanlara mahsustur. Zalimlerden başkasına
düşmanlık edilmez. Allah, peygamberlerin sonuncusu, elçilerin imamı ve hesap
günü şefaatin sahibi olan Efendimiz Muhammed’e rahmet(salat) etsin. Aynı
şekilde Allah’ın rahmeti [Allah’a] yakın (mukarrab) meleklerine ve göklerin ve
yerlerin halkından olan Salih, mümin ve Müslüman kullarına olsun. O,
rahmetiyle bizi ve sizi de onlardan eylesin. O, merhametlilerin en merhametlisidir.
Sudan
bir beşer yaratan, onu soy ve akraba kılan, ondan bir eş meydana getiren,
onları çok sayıda erkekler ve kadınlar olarak yayan, zürriyetlerini yücelten,
onları karada ve denizde taşıyan ve temiz rızıklarla besleyen Allah’a hamt
olsun. Aziz ve Çelil olan Allah dedi ki: “Hayvanlan da yarattı. Onlarda
sizin için (giysi gibi) ısıtıcı şeyler ve birçok fayda vardır. Onlardan bir
kısmını da yersiniz. Sizin için onlardan ayrıca akşamleyin getirirken ve
sabahleyin salıverirken bir güzellik (zevk) vardır”'0. Yüce
Allah dedi ki: “Onların ve gemilerin üzerinde taşınırsınız”". Yine
o dedi ki: “Onlar sizin yüklerinizi ancak güçlükle varabileceğiniz bir
memlekete taşırlar. Şüphesiz Rabbiniz çok şefkatli, pek merhametlidir. Atları,
katırları ve eşekleri binmeniz ve zinet olması için yarattı. Bilmediğiniz daha
nice şeyler yaratır"2. Yine dedi ki: “Bu sayede
sırtlarına kurulup onları kumanda edesiniz; ve onları her kumanda ettiğinizde
de Rabbinizin nimetini anıp şöyle diyesiniz: Bütün bunları bizim yararımıza bir
yasaya bağlayan Allah’ın şanı ne yücedir, aksi halde buna bizim gücümüz asla
yetmezdi”'3 Onların bizim için ve bizden dolayı yaratıldıklarına
ve onların bizim kölemiz, bizim ise onların efendisi olduğumuza delalet eden
daha birçok Kur an, Tevrat ve İncil ayeti vardır. Allah’tan kendim ve sizin
için bağışlanma diliyorum”.
Kral
dedi ki: Ey evcil hayvanlar ve büyükbaş hayvanlar topluluğu! İnsan soylu bu
kimsenin söylediği Kuran ayetlerini ve iddiasını onlarla kanıtladığını
duydunuz. Pekiyi, onun söylediklerine ilişkin olarak sizin neyiniz var?
O
zaman onların lideri olan katır kalktı ve şöyle dedi: Varlıklardan zamansız ve
mekânsız olarak önce, Bir, İlk, Tek, İhtiyaçsız, Ezelî ve Ebedî olan, Allah’a
hamd olsun. Sonra “ol” dedi ve gaybınm sırrından gösterdiği parlak ışık meydana
geldi. Sonra ışıktan yanan bir ateş denizi ve titreşen dalgalı bir su denizi
yarattı. Sonra su ve ateşten burçlu felekler ve parlak bir yıldız yarattı. Göğü
inşa etti, yeri yaydı, dağları sağlamlaştırdı, gök tabakalarını yüce
varlıkların meskeni ve feleklerin genişliğini mukarrab (kendine yakın)
meleklerin meskeni yaptı, bitki ve hayvanlardan oluşan yeryüzünü insanlar için
döşedi, sonra sıcak rüzgâr ateşinden cinleri yarattı, çamurdan insanı yarattı,
sonra onun neslini sağlam bir yerdeki adi sudan oluşan sülaleden meydana
getirdi, sonra onun zürriyetini yeryüzünde orayı tahrip değil, imar etmeleri
için hayvanları koruyan, onlardan yararlanan, onlara zulüm ve haksızlık etmeyen
halifeler kıldı. Allah’tan kendim ve sizler için bağışlanma diliyorum.
Sonra
dedi ki: Ey kral, bu insanın okuduğu Kuran ayetlerinde kendilerinin efendi,
bizim onların kölesi olduğumuz şeklindeki iddiasına dair bir işaret yoktur.
Bunlar ancak Allah’ın onlara olan nimet ve ihsanına ilişkin bir hatırlatmadır.
Onlara: “Bizi
10. Nahl,
16/5-6.
11. Müminun,
23/22.
12. Nahl,
16/7-8.
13. Zuhruf,
43/13. (Metinde ayetin bir kısmı verilmiş, ancak bütünlüğü sağlamak için
tarafımızdan tamamı ilave edilmiştir), (ç.n.)
onların
hizmetine verdiğini” söyledi. Nitekim şöyle de demişti: Güneşi, Ayı, bulutları
ve rüzgârları hizmetinize verdi. Ey kral, bundan onların bunların kulu ve
kölesi, bunların ise onların efendisi olduğu mu anlaşılıyor?
Ey
kral, bil ki Allah, göklerde ve yerde olanları yarattı, kâh menfaatlerini
sağlamak, kâh zararlarını gidermek için onların bazılarını diğerlerinin
hizmetine verdi. Allah, hayvanı ona menfaat sağlamak ve ondan zararı gidermek
için insanın hizmetine verdi. -Nitekim bunu sonraki bölümde açıklayacağız-.
Onların zannettikleri, vehmettikleri ve iddia ettikleri gibi asla onlar bizim
efendimiz, biz de onların kölesi değiliz.
Bölüm
Sonra
hayvanların lideri dedi ki: Ey kral, biz ve atalarımız, insanların babası Âdem
yaratılmadan önce yeryüzünün her tarafında ikamet eden ve vadilerinde yolculuk
eden sakinleriydik. İçimizden her topluluk rızkını temin etmek için Allah’ın
beldelerinde gidip geliyor ve oradaki işlerin iyiliği için tasarrufta
bulunuyordu. Herkes bozkır, orman, dağ, sahil, tepe, çalılık veya kumsaldan
amaçlarına uygun bir yerde kendi işiyle uğraşıyordu. Bizden her tür, kendi
türünün çocuklarına yakınlık gösterir; Allah’ın bizim için takdir ettiği
yiyecek, içecek ve faydaların bulunduğu en iyi hayat ortamında yavrulamakla ve
yavrularını büyütmekle meşgul olurdu. Gece gündüz vatanlarımızda güven duyarak
ve bedenlerimizde afiyet hissederek Allah’ı tespih ediyor, yüceltiyor, birliyor
ve ona hiçbir şeyi ortak koşmuyorduk. Asırlar ve zamanlar böyle geçti.
Sonra
Allah -övgüsü yüce olsuninsanların atası Âdem’i yarattı ve onu yeryüzüne halife
kıldı. Çocukları üredi, zürriyeti çoğaldı ve yeryüzünün kara, deniz, ova ve dağlarına
yayıldı. Yerlerimizi ve vatanlarımızı daralttılar. İçimizden koyun, sığır, at,
katır ve eşek esir alındı. Onları hizmetlerine aldılar, yolculukta ve yolculuk
dışında taşıma ve binme gibi zor işlerinde kullandılar; çifte koşma ve
dolaplara bağlama gibi, boyunduruk altında ve değirmenlerde ömrümüz boyunca
zorbalıkla, baskı uygulamak, dövmek, aşağılamak ve çeşitli eziyetler yapmak
suretiyle çalıştırarak ve boyun eğdirerek yordular. Gücü yetenlerimiz bozkırlara,
çöllere ve dağ başlarına kaçtı. Âdemoğulları bizi yanlarında tutmak için
çeşitli hileler geliştirdiler. Ellerine düşenimizi bukağıyla ve zincirle
bağlayarak, avlayarak, boğazlayarak, derisini yüzerek, karnını yararak, eklemlerini
keserek, tüylerini yolarak, kıllarını ve yünlerini kırkarak, ateşte pişirerek,
yakarak, kızartarak ve tasviri imkânsız çeşitli işkenceler ederek baskı
uyguladılar.
Bütün
bunlara rağmen bu insanlar bizden hoşnut değillerdir. Hatta bunun bize karşı
kendilerinin hakkı olduğunu; onların bizim efendimiz, bizim ise onların kölesi
olduğumuzu iddia ettiler. Bizden kaçan herkes firari, asi ve itaatsizdir.
Onların bize karşı delilsiz, beyansız ve burhansız olarak yaptıkları bu işler
zorlama ve zorbalıktan başka bir şeydir.
Kral
bu sözü dinleyip hitabı anlayınca bir tellala, ülkesinde seslenmesini,
Sasanoğulları, Hakanoğulları ve Şeysaban çocukları gibi cin kabilelerinden
oluşan orduları ve yardımcıları ve îdris hanedanı ve Belkısoğulları içindeki
adil kadıları ve fakihleri çağırmasını emretti. Hayvanların liderleri ile
insanların tartışmacıları arasında hüküm vermek için oturdu. Sonra insanların
liderlerine dedi ki:
Bu
büyükbaş hayvanların ve evcil hayvanların sizin için anlattıkları zulüm ve
şikâyet ettikleri haksızlık hakkında ne diyorsunuz?
İnsanların
lideri şöyle dedi: Biz, onların bizim kölemiz, bizim de onların efendisi
olduğumuzu söylüyoruz. Bizim onlar üzerinde efendiler gibi hükmetme ve krallar
gibi tasarrufta bulunma yetkimiz var. Bize itaat eden, Allah’a itaat etmiş,
isyan edip kaçan ise Allah’a isyan etmiş olur.
Kral,
insan soyluya dedi ki: Hâkimlerin huzurunda iddialar ancak kanıtlarla doğru
olur. Söylediklerin ve iddia ettiklerin ancak açık delille kabul edilir.
İnsan
soylu dedi ki: Bizim, iddialarımızın doğruluğunu destekleyen aklî kanıtlarımız
ve felsefî delillerimiz var.
Kral
dedi ki: Onlar nelerdir? Bilmemiz için anlat. Dedi ki: Evet, suretimizin güzelliği,
beden yapımızın düzgünlüğü, boyumuzun dikliği, duyularımızın yetkinliği, ayırt
etme (temyiz) kabiliyetimizin inceliği, ruhlarımızın zekiliği ve
akıllarımızın üstünlüğü, bütün bunlar, bizim efendi, onların bizim kölemiz
olduğunu gösterir.
Kral,
hayvanların liderine dedi ki: İnsanın söylediklerine ne diyorsunuz?
Dedi
ki: Bu insanın dediklerinden hiçbiri iddia ettiklerinin delili değildir.
Kral
şöyle dedi: Ayakta dik durma ve düzgün oturma kralların özelliklerinden; beli
bükme ve yüz üstü eğilme kölelerin niteliklerinden değil mi?
Lider
dedi ki: Ey kral, Allah seni doğruya yöneltsin ve kötü işlerden uzak tutsun,
söyleyeceklerimi dinle:
Bil
ki Allah -övgüsü yüce olsunonları efendi olduklarına işaret etsin diye bu
surette yaratmadı ve yapılarını böyle şekillendirmedi. Aynı şekilde bizi de
köle olduğumuza işaret etsin diye bu surette yaratmadı ve böyle
şekillendirmedi. Fakat o yapının onlara, bu yapının bize uygun olduğunu bildiği
ve hikmeti bunu gerektirdiği için [böyle yaptı].
Bölüm
Hayvan
Suretlerinin Farklılık Nedeninin Açıklanmasına Dair
Aziz
ve Çelil olan Allah, Âdem ve çocuklarını çıplak, yani onları bedenlerinde tüy,
derilerinde sıcaktan ve soğuktan koruyacak kıl ve yün olmadan yaratınca, besinlerini
ağaç meyvelerinden ve elbiselerini yapraklardan yapınca, ağaçlar havaya doğru
dik olunca onların meyve ve yapraklarını alabilmeleri için aynı şekilde onların
da boyunu dik yaptı. Aynı şekilde bizim besinlerimizi yerin otlarından yapınca
bedenlerimizin yapısını da yerin otlarını kolay alabilmemiz için eğik yaptı.
Onların zannettikleri gibi değil, işte bundan dolayı onların suretini dik,
bizim suretimizi eğik yaptı.
Kral
dedi ki: Aziz ve Çelil olan Allah’ın şu sözü hakkında ne dersiniz? “Şüphesiz
biz inşam en güzel şekilde yarattık’’™
Lider
şöyle dedi: Nebevi kitapların, lafızların zahirinin delalet ettiğinden başka ve
ilimde derinleşmiş âlimlerin bildiği tevil ve yorumları vardır. Kral zikir
ehline sorsun.
14. Tin, 95/4.
Kral,
cinlerin bilgesine dedi ki: “En güzel şekilde” sözünün anlamı nedir?
Şöyle
dedi: Âdem’in yaratıldığı gün yıldızlar yüksek konumlarındaydı, burçların
sütunları dik idi, zaman çoğu maddesiyle dengeli idi. Bunlar suretleri kabule
hazır haldeydiler. Onun bünyesi en güzel şekilde ve en yetkin biçimde geldi.
Kral
şöyle dedi: Bu üstünlük, yücelik ve iftihar olarak yeter!
Bilge
dedi ki: Bunların belirtilenden başka bir anlamı daha vardır. Bu, onun şu
sözüyle açıklandı: “Seni yarattı, şekillendirdi, ölçülü yaptı ve dilediği
biçimde oluşturdu”'[356].
Yani seni ne uzun ince ne de kısa ve yapışık yaptı; bilakis ikisinin ortası
olarak [yarattı].
Hayvanların
lideri dedi ki: Bizi de böyle yaptı. Ne uzun, ne ince, ne kısa, ne küçük yaptı,
bilakis ikisinin ortasında [yaptı]. Bu suret, üstünlük ve yücelikte biz onlarla
ortağız.
İnsan,
hayvanların liderine şöyle dedi: Mutedil boy, düzgün bünye ve uyumlu suret hani
nerenizde? Devenin iri cüsseli, uzun boylu, küçük kulaklı ve kısa kuyruklu,
filin iri yaratılışh, uzun dişli, geniş kulaklı, küçük gözlü, sığır ve mandanın
uzun kulaklı, kahn boynuzlu ve üst köpek dişinden mahrum, koçun koca boynuzlu,
büyük kuyruklu ve sakalsız, tekenin ise uzun sakallı, kuyruksuz ve avreti
açık, tavşanın küçük cüsseli ve büyük kulaklı olduğunu görüyoruz. Bu örneğe
kıyasladığımızda hayvanların, yırtıcıların, vahşi hayvanların, kuşların ve
sürüngenlerin bünyelerinin düzensiz ve organlarının uyumsuz olduğunu görürüz.
Hayvanların
lideri şöyle dedi: Ey insan, ne kadar da yanlış! Sen en iyisinden mahrum
kaldın, en sağlamı sana gizli kaldı. Yaratılanı ayıpladığında yaratıcıyı
ayıpladığını anlamadın mı? Bütün bunların Hikmetli Yaratıcının eserleri
olduğunu ve onları onlara menfaatleri sağlamak zararları onlardan uzaklaştırmak
için bir takım nedenler, sebepler ve amaçlardan dolayı hikmetiyle yarattığını
ve bunu ondan ve ilimde derinleşenlerden başkasının bilmediğini görmez ve
bilmez misin?
İnsan
dedi ki: Ey lider, eğer hayvanların bilgesi ve hatibi isen bize devenin boynunun
niçin uzun olduğunu haber ver. Dedi ki: bunun sebebi, yerin otlarına yetişecek
şekilde ayaklarının uzunluğuyla uyumlu olması, sayesinde yerden kalkmasına
yardım etmesi, dudaklarının bedeninin diğer taraflarına ulaşıp onları kaşıması
için.
Filin
hortumu, boyun uzunluğuna karşılıktır. Kulaklarının büyüklüğü, gözünü ve ağzını
tahtakurusu/kene ve sinekten korumak içindir. İçinden fıldişlerinin çıkması
sebebiyle ağzı sürekli açık olduğu için dudaklarını birleştiremez. Fildişleri
onun için kendisini yırtıcı hayvanlardan koruyan bir silahtır.
Tavşanın
kulaklarının büyük olmasının sebebi, kışın ve yazın ona örtü, perde ve elbise
olmasıdır. Çünkü derinin inceliği bedene yayılmıştır. Buna göre, Aziz ve Çelil
olan Allah’ın her hayvana ihtiyacını dikkate alarak yararı çekecek ve zararı
giderecek birtakım organ, eklem ve araçlar vermiştir. Hz. Musa şu sözünde bu
manaya işaret etmiştir: “Rabbimiz her şeye yaratılışını edip sonra da onu
yaratılış amacına yöneltendir”'[357].
Ey
insan, suret güzelliğine dair bahsettiğin ve bize karşı övündüğün şeyde iddia
ettiğin gibi sizin efendi, bizim köle olduğumuza delalet eden bir husus yoktur.
Suret güzelliği türün erkek ve dişi fertleri nezdinde eğer rağbet edilen bir
şeyse bu, onları neslin devamı amacıyla cinsel ilişki, çiftleşme, doğurma ve
üremeye teşvik etmek içindir. Siyahlar beyazların güzelliklerine, beyazlar
siyahların güzelliklerine, homoseksüeller cariyelerin güzelliklerine ve
fahişeler oğlanların güzelliklerine rağbet etmediği gibi, biz dişilerimizin
güzelliklerine, dişilerimiz de erkeklerimizin güzelliklerine rağbet etmez. Ey
insan, suret güzellikleri bakımından sizin bize hiçbir üstünlüğünüz yoktur.
Bölüm
Hayvanlardaki
Duyuların
Mükemmelliğinin Açıklanmasına Dair
Duyularınızın
mükemmelliği ve ayırt etme (temyiz) gücünüzün duyarlılığı hakkında
anlattıkların ve bize karşı övündüğün şeyler sizin dışınızdaki hayvanlarda
olmayıp sadece size mahsus değildir. Çünkü onlar içinde duyusu sizinkinden daha
mükemmel ve temyiz gücü sizinkinden daha duyarlı olanlar vardır. Mesela; deve,
bacakları ve boynunun uzunluğuna ve havada başının yerden yüksekliğine rağmen
gece karanlığında engebeli yollarda ve çetin patikalarda sizin lamba, meşale ve
mum olmadan göremediğiniz şeyleri ayakları önünde görür. İyi atın gece
karanlığında uzaktan gelen kimsenin ayak sesini duyduğunu görürsün. Hatta o,
bir düşman veya yırtıcı hayvandan gelecek tehlikeye karşı sakındırmak için
ayaklarını hareket ettirmek suretiyle sahibini uykudan uyandırır. Yine birçok
eşek ve sığır, sahibi kendilerini daha önce hiç gidilmemiş bir yola sürdüğü
zaman orayı terk ederler ve kendi alışkın oldukları mekân, barınak ve yerlerine
dönerler; kaybolmazlar. Bazen kimi insanların defalarca gittikleri yolda
saptıkları ve kayboldukları görülür. Sürüde bazı koyunların bir gecede birçok
yavru doğurduklarını, onları yarından itibaren meraya saldıklarını, akşamleyin
geldiklerini ve yüzlerce, hatta daha fazla hayvanın zincirden kurtulduklarında
her birinin hiç karıştırmadan kendi annelerine gittiklerini görürsün. Onların
çocukları da annelerine karşı böyledir. Fakat insan belki üzerinden bir, iki
veya daha çok ay geçtiği halde annesini kız kardeşinden, babasını erkek
kardeşinden ayıramaz. Ey insan, hani nerede belirttiğin ve bize karşı övündüğün
o duyu kalitesi ve ayırt etme inceliği?
Belirttiğin
akıl üstünlüğünden ise üzerinde hiçbir iz ve alamet görmüyoruz. Çünkü üstün
aklınız olsaydı kendi fiiliniz ve kazanmamız olmayan, bilakis nimetlerin
yerlerini bilmeniz ve kendisine isyan değil, şükretmeniz için Allah’ın verdiği
lütuf olan bir şeyle bize karşı övünmezdiniz. Akıllılar ancak ortaya koydukları
sağlam ürünler, doğru düşünceler, hakiki ilimler, övülen görüşler, adil
gelenekler ve dosdoğru yollar ile övünürler. Biz sizin delilsiz iddia ve
belgesiz düşmanlık dışında bunların hangisiyle övündüğünüzü görmüyoruz.
Bölüm
Hayvanın
İnsanın Yaptığı Zulümden
Şikâyetinin Açıklanmasına Dair
Kral,
insana şöyle dedi: Cevabı duydun. Belirttiklerinden başka diyecek bir şeyin var
mı?
Dedi
ki: Evet, ey kral, bizim efendi, onların köle olduklarını kanıtlamak üzere belirttiklerim
dışında başka meseleler ve anlatılacak şeyler var. Onları satarız, satın
alırız, hastalandıklarında yedirir ve sularız, sıcak ve soğuğa karşı onları
giydirerek koruruz, yırtıcı hayvanların parçalamaması için onları savunuruz,
hastalandıkları zaman tedavi ederiz, sakatlandıklarında ihtiyaçlarını
karşılarız, bilmediklerinde öğretiriz, yorulduklarında serbest bırakırız ve
suç işlediklerinde bağışlarız. Bütün bunlar onlara karşı bir şefkat, merhamet
ve sevgi gösterisidir. Bütün bunlar efendilerin köle ve hizmetçileri için
yaptıkları işlerdir. Kral, lidere dedi ki: Anlattıklarını işittin; neyin varsa
cevapla.
Hayvanların
lideri şöyle dedi: “Biz onları satıyoruz ve satın alıyoruz” sözünü ele alalım:
Birbirlerine galip geldikleri zaman Farslar Rumlara, Rumlar da Farslara aynısını
yapıyor. Anlıyor musun, hangisi köle, hangisi efendi? Yine Hintliler
Sintlilere, Sindiler de Hintlilere böyle muamele ediyor. Hangisi efendi,
hangisi köle? Aynı şekilde Habeşliler Nubelilere, Nubeliler de Habeşlilere
böyle davranıyorlar. Araplar, Kürtler ve Türkler de birbirlerine aynı şekilde
muamele ediyorlar. Hayret! gerçekte hangisi köle, hangisi efendi? Ey adil kral,
bunlar, astroloji hükümleri ve bağlar gereği insanlar arasında dönüp duran devletler
ve nöbetlerden başka nedir? Nitekim Yüce Allah şöyle ifade etmiştir: “İşte
bu günleri(dönemleri) insanlara arasında böyle döndürüp dururuz"'[358]
“Onları doyuruyoruz, suluyoruz ve giydiriyoruz.” şeklindeki sözlerine ve bizim
için yaptıklarını belirttikleri diğer işlere gelince; bunlar onların bize
gösterdikleri şefkat, merhamet, sevgi ve acıma değildir. Aksine onlar bunları,
bizim telef olmamız sonucu zarar etmekten ve sütümüzü içme, yün, kıl ve
tüylerimizden yaptıkları giysileri giyme, sırtımıza binme ve üzerimizde yük
taşıma gibi bizden sağladıkları menfaatleri kaybetmekten korktukları için
yaparlar. Belirtildiği gibi şefkat ve merhamet gösterdikleri için değil.
Sonra
eşek konuştu ve şöyle dedi: Ey kral, bizi Âdemoğullarının elinde esir, sırtımıza
taş, tuğla, toprak, tahta ve demir gibi yükleri vurulmuş bir halde, altlarında
zorlukla ve şiddetli sıkıntıyla yürürken ve çabalarken, yüzümüze ve arkamıza
değnek ve kırbaçla şiddetli, öfkeli, kızgın ve gürültülü bir şekilde
vurulurken görseydin bize acır, arkamızdan ağıt yakar ve bizim için ağlardın.
Ey kral, bu insanın iddia ettiği gibi hani nerede bize gösterdikleri şefkat ve
acıma?
Sonra
öküz konuştu ve şöyle dedi: Ey kral, bizi Âdemoğullarının elinde esir, boyunduruk
altına alınmış, dolap ve değirmenlere bağlanmış, yüzümüz örtülmüş ve gözlerimiz
kapatılmış bir halde ve bizi döverlerken görseydin bize acır, arkamızdan ağıt
yakar ve bizim için ağlardın. Pekiyi, öyleyse nerede bize gösterdiklerini iddia
ettikleri şefkat, merhamet ve acıma?
Sonra
koç konuştu ve şöyle dedi: Ey kral, bizi Âdemoğullarının elinde küçük yavrularımız
olan oğlak ve kuzular alınmak, annelerinden ayrılmak, sütlerimiz sadece kendi
çocuklarına tahsis edilmek, yavrularımız elleri ve ayakları bağlı, aç ve susuz,
bağırtı ve melemesine acınmaz ve imdat çığlığına kulak verilmez halde mezbahane
ve kesim yerlerine götürülmek suretiyle esir bir halde, sonra bizi
boğazladıklarını, yüzdüklerini, kasap dükkânlarında karınlarımızın yarıklığım,
organlarımızın, kafalarımızın, işkembelerimizin, bağırsaklarımızın ve
karaciğerlerimizin parçalandığını, satırlarla doğrandığını, tencerede
pişirildiğini, fırında kızartıldığını seyretmekte ve ağlayıp şikâyetçi olmadan
sessizce durmakta iken -kaldı ki şikâyet etsek ve ağlasak bile merhamet
edilmezdigörseydin bu insanın iddia ettiği gibi bize hangi merhametin ve hangi
acımanın gösterildiğini [görürdün].
Sonra
deve konuştu ve şöyle dedi: Ey kral, bizi Âdemoğullarının elinde esir ve
burunlarımıza halka geçirilmiş halde, yularımız hamallarının elinde, istemediğimiz
halde sırtımıza yüklerini vurarak çekmekteler iken, hayvanlar kendi
vatanlarında olduğu halde, biz gece karanlığında çöl, çorak arazi ve engebeli
yollarda ve onların yükleriyle kayalara, taşlara ve çakıllara çarparak
yürürken, yanlarımız ve sırtımız hörgücümüzün sürtünmesinden dolayı yaralanmış
iken ve biz aç susuz iken görseydin bize acır, arkamızdan ağıt yakar ve bizim
için ağlardın. Ey kral, hani nerede bu insanın bize gösterdiğini iddia ettiği
şefkat ve acıma?
Sonra
fil konuştu ve şöyle dedi: Ey kral bizi ayaklarımızda zincir, boynumuzda kahn
ip Âdemoğullarının elinde esir iken, hoşlanmadığımız ve cüssemizin büyüklüğüne,
yaratılışımızın iriliğine, sivri dişlerimizin uzunluğuna ve çok güçlü olmamıza
rağmen gidermeye gücümüz yetmediği halde ellerinde demir kancalarla beynimize
ve sağımıza solumuza vururlarken görseydin bize acır, arkamızdan ağıt yakar ve
bizim için ağlardın. Ey kral, hani nerede bu insanın bize gösterdiğini iddia
ettiği şefkat ve acıma?
Sonra
at konuştu ve şöyle dedi: Ey kral, bizi Âdemoğullarının elinde esir, ağzımıza
gem, sırtımıza eğer vurulmuş, karnımıza kemer ve kayış bağlanmış bir halde,
zırhlı süvariler sırtımızda tekmelerken ve toz içinde, çıplak, aç ve susuz bize
saldırırken, kılıçlar yüzümüzde, oklar boğazımızda, mızraklar göğsümüzde sulara
dalar ve kanlar içinde yüzerken görseydin bize acır, arkamızdan ağıt yakar ve
bizim için ağlardın.
Sonra
katır konuştu ve şöyle dedi: Ey kral, bizi Âdemoğullarının ellerinde esir,
ayaklarımıza zincir, ağzımıza ve damaklarımıza gem, avret yerlerimize kilit
vurulmuş, yavrulama arzusundan mahrum edilmiş ve sırtımıza semer konulmuş bir
halde, üzerinde seyis ve binicilerden oluşan aptal insanlar varken, ellerinde
değnek ve kırbaç ile yüzümüze ve arkamıza vururken, bize yapabildikleri en çirkin
küfürlerle öfkeli ve kızgın bir şekilde ve aptalca söverken bir görseydin!
Hatta onların beyinsizleri kendi kendilerine, kız kardeşlerine, annelerine ve
kızlarına bile söverler. Şöyle derler: Eşeğin ...arağı onu satanın, alanın,
sahip olanın ...ötüne girsin! Bütün bunlar gerisin geri onlara döner. Onlar
buna daha layıktır.
Ey
kral, onların içinde bulundukları alçaklık, cehalet, çirkinlik ve sövgü
nitelikleri üzerinde düşünürsen ilginç bir şekilde bu yerilen hallere, çirkin
sıfatlara, rezil huylara, kötü işlere, koyu bilgisizliğe, bozuk düşüncelere ve
değişik görüşlere ilişkin bilgilerinin azlığını; tövbe etmediklerini,
düşünmediklerini, peygamberlerinin öğütlerinden faydalanmadıklarını ve şöyle
buyuran Rablerinin tavsiyesine uymadıklarını görürsün: “Affetsinler, hoş
görsünler. Siz de Allah’ın sizi bağışlamasını istemez misiniz?’1* Yüce
Allah’ın sözü: “Bu sayede sırtlarına kurulup onları her kumanda ettiğiniz
zaman da, Rabbinizin nimetini anıp şöyle diyesiniz: ‘Bütün bunları bizim
yararımıza bir yasaya bağlayan Allah’ın şanı ne yücedir; yoksa bizim gücümüz
buna asla yetmezdi”'9.
Katır
konuşmasını bitirince deve domuza dönerek şöyle dedi: Kalk ve konuş; domuzlar
topluluğu olarak Âdemoğullarından gördüğünüz zulmü anlat ve merhametli krala
şikâyet et. Umulur ki bize acır ve merhamet eder, hepimizi Âdemoğullarının
elinden kurtarır. Zira siz de büyükbaş hayvanlar içinde yer alıyorsunuz.
Cinlerden
bir bilge şöyle dedi: Hayır, yemin ederim ki domuz büyükbaş hayvanlardan
değil, aksine yırtıcı hayvanlardandır. Onun köpek dişlerinin olduğunu ve leş
yediğini görmüyor musun?
Cinlerden
bir diğeri şöyle dedi: Bilakis o büyükbaş hayvanlardandır. Onun çatal
tırnağının olduğunu, ot ve yem yediğini görmüyor musun? Diğeri dedi ki: Hayır,
aksine o, eşek ve devenin bileşimi olan fil ve zürafa gibi yırtıcı hayvanlar,
büyükbaş hayvanlar ve evcil hayvanların bileşimidir.
Sonra
domuz, deveye şöyle dedi: Vallahi bizim hakkımızda konuşanların aşırı
ihtilafından dolayı ne diyeceğimi ve neyi şikâyet edeceğimi bilmiyorum. Ama cin
bilgeler onların söylediklerini duydular. İnsanlar ise bizim hakkımızda en çok
ihtilafa ve en uzak düşünce ve görüşe sahipler. Müslümanlar bizim
çirkinleştirilmiş ve lanetlenmiş olduğumuzu söylüyorlar, suretimizi çirkin
sayıyorlar, ruhlarımıza tahammül edemiyorlar, etlerimizi pis buluyorlar ve
bizi anmayı uğursuz kabul ediyorlar. Rumlar, kurbanlarda etlerimizi yemek için
yarışıyorlar ve onunla Allah’a yaklaşmaya çalışıyorlar.[359]
Yahudiler ise kendilerine karşı işlediğimiz bir suç ve cinayet olmadığı halde
bizden nefret ediyorlar, bize sövüyorlar ve bizi lanetliyorlar. Fakat onlar ile
Hıristiyanlar arasında bir düşmanlık vardır.[360]
Rumlara ve Ermeniler nezdinde hükmümüz, sığır ve koyunun başkaları nezdindeki
hükmü gibidir. Bedenlerimizin bereketli, etlerimizin semiz, yavrularımızın çok
ve sütlerimizin bol olması nedeniyle bizden hoşlanırlar. Yunanlı tabipler iç
yağlarımızla tedavi yaparlar ve onları ilaç ve tedavilerinde kullanırlar.
Binek hayvanlarının seyisleri bizi binek hayvanları ve otlarıyla aynı ortama koyarlar.
Çünkü onlara göre bizim karışmamız ve onların kokumuzu koklamalarıyla onların
hali iyileşir. Ayakkabıcılar ve kunduracılar ise yelelerimizin kılı için
birbirleriyle yarışırlar ve çok ihtiyacımız olduğu halde sivri ucumuzu koparmak
için acele ederler. Şaşırdık, kime teşekkür edeceğimizi, kimden şikâyetçi
olacağımızı ve kimden dolayı hayıflanacağımızı bilmiyoruz.
Domuz
konuşmasını bitirince eşek, devenin bacakları arasında durarak tavşana döndü ve
şöyle dedi: Kalk ve konuş; tavşanlar topluluğu olarak Âdemoğullarından
gördüğünüz zulmü anlat ve merhametli krala şikâyet et. Belki bize acır,
hakkımızda düşünür ve hepimizi Âdemoğullarının elinden kurtarır.
Tavşan
dedi ki: Biz Âdemoğullarından kaçtık, yurtlarına girmeyi bıraktık, çukurlara
ve ormanlara sığındık, onların şerrinden kurtulduk; fakat köpeklere, atlara,
yırtıcı hayvanlara, onların bize karşı Âdemoğulları için yardımcı olmalarına,
bize saldırmalarına, bizim ve sığınmak için dağlarda yaşayan kardeşlerimizden
ceylanlar, yaban eşekleri, yaban öküzleri, yaban develeri ve dağ keçilerinin
peşine düşmelerine maruz kaldık.
Tavşan
sonra şöyle dedi: Köpekler ve yırtıcı hayvanlar, etimizi yemede payları olduğu
için bize karşı insanlara yardım etmekte mazurdurlar. Çünkü onlar bizim
türümüzden değil, bilakis yırtıcı hayvanlardandırlar. Hâlbuki atlar, evcil
hayvanlar topluluğu olarak bizdendirler ve etimizi yemede payları yoktur.
Onların bize karşı insanlara yardım etmeleri cehalet, bilgi kıtlığı ve işleri
ve hakikatleri iyi öğrenmemişlikten değilse nedendir?
Bölüm
Atların
Diğer Evcil Hayvanlar ve
Ötekiler Karşısındaki Üstünlüğüne Dair
İnsan,
tavşana dedi ki: Azalt; atı çok kınadın ve kötüledin. Sen onun insanlar tarafından
kullanılan hayvanların en hayırlısı olduğunu bilseydin böyle konuşmazdın.
Kral,
insana şöyle dedi: Bahsettiğin bu iyilik nedir? Anlat bakalım.
Dedi
ki: Övülen hasletler, iyi huylar ve ilginç bir hayat tarzı. Suretinin
güzelliği, vücut organlarının uyumu, bünyesinin şekli, renginin duruluğu,
kıllarının güzelliği, koşmadaki hızı, binicisine itaati, çevirmek istediği
şekilde ararken ve kaçarken sağda ve solda, önde ve arkada ona boyun eğmesi,
ruhunun zekâsı, duyularının kalitesi ve edeplerinin iyiliği bunlar arasında yer
ahr. Hatta binicisi onun üzerinde olduğu sürece idrarını yapmaz ve dışkı atmaz;
kuyruğunun kılları terlese bile sahibine değmemesi için kuyruğunu kımıldatmaz.
Onda fil kuvveti vardır. Üzerindeki semer, gem, koruyucu zırh ve bin rıtıl[361]
ağırlığındaki demir alete rağmen hızh koşarken binicisini miğferi, zırhı ve
silahı ile birlikte taşır. Kavgada göğsünden ve boğazından değişik yaralar
aldığında, saldırılarda ve arayışta kurdun hücum etmesi gibi hızlı koştuğunda
eşek sabrı vardır. Kedi gibi çahm atarak yürür, kurt gibi koşar adım intikal
eder, selin sürüklemesi esnasında kaya taşlarının sürüklenmesi gibi sürüklenir
ve rekabette arenayı arayan kimse gibi koşmak için acele eder.
Tavşan
dedi ki: Evet, ama bütün bu övülen hasletlere ve güzel huylara rağmen onun bu
hasletlerin tümünün üstünü örten büyük bir kusuru vardır.
Kral
dedi ki: O nedir? Bana anlat!
Şöyle
dedi: Cehalet ve hakikat bilgisinin kıtlığı. O, kendisini hiç koşarken görmediği
sahibinin altında evinde doğan ve orada arayış içinde büyüyen sahibin altında
koşan bir şey gibi koşar. Düşmanının peşine düşen sahibini taşıdığı gibi
sahibinin kendisini arayan düşmanını da taşır. Onun bu hasletlerdeki durumu;
ruhu, duyusu, şuuru ve bilgisi olmayan kıhç gibidir. O, kendisini kırmak,
bükmek ve işlemez hale getirmek isteyen kimsenin boynunu kestiği gibi, onu
bileyen kimsenin boynunu da keser. Şüphesiz o, bu ikisi arasındaki farkı
bilmez.
Sonra
tavşan şöyle dedi: Bu tür özellikler Âdemoğullarında da vardır. Hatta onlardan
biri, kendisinden hiçbir iyilik ve ihsan görmediği uzak düşmana yaptığı gibi
anne babasına, arkadaşlarına ve akrabalarına bile düşmanca davranabilir, hile
yapabilir ve kötülük edebilir. Bu insanlar, annelerinin sütünü içtikleri gibi
bu büyükbaş hayvanların sütünü içerler, küçükken babalarının omuzlarına
bindikleri gibi evcil/binek hayvanların sırtına binerler, onların yün, tüy ve
kıllarından bir süre ev eşyası ve giysi olarak faydalanırlar ve en sonunda
onları boğazlarlar, yüzerler, karınlarını yararlar, eklemlerini parçalarlar,
ateşte pişirmek ve ızgara yapmak suretiyle zevklenirler, onlara acımazlar,
kendilerine olan iyiliklerini ve onlardan elde ettikleri nimet ve bereketi
hatırlamazlar.
Tavşan,
insanları ve atları kınamayı ve kusurlarını ortaya dökmeyi bitirince eşek şöyle
dedi:
Aşırı
kınama! Yaratılanlar arasında bütün fazilet ve lütuflar kendisine birçoğundan
mahrum edilmeden verilmiş kimse yoktur. Yine hiç kimse, başkalarına verilmemiş
olan bir şey kendisine verilmeden lütuflardan mahrum edilmemiştir. Çünkü
Allah’ın nimetleri bir tek kişinin, bir türün veya bir cinsin tamamen sahip
olamayacağı kadar çoktur. Bilakis bunlar yaratılanlara azar azar
bölüştürülmüştür. O, çoğaltan ve azaltandır. Üzerinde kulluk esareti
görünmeden rabhk belirtileri gösteren hiçbir şahıs yoktur. Feleğin iki lambası
olan Güneş ve Ay bunun örneğidir. Bu ikisine Allah’tan ışık, azamet, tecelli
ve görkem gibi lütuflardan büyük bir pay verilince ve hatta bir topluluk onları
içlerindeki rabhk belirtilerini açıklamak üzere iki rab ve ilah zannedince,
buna karşılık akıl sahiplerine bunların ilah olmaları halinde tutulmayacaklarına
dair delil olması için tutulmaktan kaçınmaları yasaklandı. Diğer felek
yıldızları da bu hükme tabidir. Onlara parlak ışıklar, dönen felekler ve uzun
ömürler verilince üzerlerindeki kulluk alametlerinin görünür olması için
yanmak, dönmek ve düşmekten kaçınmaları yasaklandı. Bu hüküm, cinler, insanlar
ve meleklerin dâhil olduğu diğer yaratılanlar için de geçerlidir. Kendisine
çok miktarda fazilet ve bol nimet verilen kimse mutlaka daha büyüğü ve daha
görkemlisinden mahrum kılınmıştır. Yetkinlik, Bir, Kahhar, Aziz, Gaffar ve
Azabı Şiddetli Allah’a aittir. Anlattıklarımızdan dolayı şöyle denmiştir:
Yermediğin
bir kardeşin devamını istemezsin
Hangi
erdemli adam fesat içindedir
Eşek
konuşmasını bitirince öküz konuştu ve şöyle dedi: Fakat Yüce Allah’ın nimetlerinden
bol pay alan kimsenin verilenlerin fazlasını mahrumlara ve hiçbir rızkı
olmayanlara sadaka şeklinde vererek bunların şükrünü eda etmesi gerekir.
Güneşin
kendisine ışıktan çok pay verildiği için ışığını yaratılanlara nasıl yaydığını
ve onların başına kakmadığını görmüyor musun? Ay ve yıldızlardan her biri de
gücü ölçüsünde böyle yapmaktadır. Bu insanlar da kendilerine diğer hayvanların
mahrum olduğu nimetler verildiğinde aynı şekilde onlara sadaka verirler ve
başlarına kakmazlar.
Öküz
konuşmasını bitirince evcil hayvanlar ve büyükbaş hayvanlar bağırdılar ve
topluca şöyle dediler: Ey adil ve cömert kral, bize acı, elimizden tut ve bizi
bu Âdem soylu zalim insanların elinden kurtar!
O
zaman kral, cin bilgeleri ve âlimlerinden hazır bulunan bir topluluğa dönerek şöyle
dedi: Şu evcil ve büyükbaş hayvanların şikâyetini ve Âdemoğullarına nispetle
anlattıkları zulüm, haksızlık, taşkınlık ve acımasızlığı duymuyor musunuz?
Dediler
ki: Bütün söylediklerini duyduk. Bu gerçektir, doğrudur ve gece gündüz onlarda
gözlemlenmiştir. Bu, akıl sahiplerine gizli kalmaz. Bundan dolayı cinler, insanların
çirkin eylemlerini, kötü işlerini ve rezil huylarını görünce önlerinden ve
arkalarından kırlara, çöllere, sahralara, ıssız yerlere, dağ ve tepe başlarına,
vadilere ve deniz sahillerine kaçtılar; Âdemoğullarmın yurtlarına sığınmayı
bıraktılar. Bütün bu hasletlere rağmen onlar, suizanlarından, kötü huylarından
ve cinler hakkındaki inançlarından kurtulamazlar. Şöyle ki onlar, cinlerin
insanlar üzerinde vesveselerinin, çarpmalarının, çocukları, kadınları ve
cahilleri üzerinde korkutmalarının olduğunu söylerler ve buna inanırlar. Hatta
onlar cinlerin şerrinden muska, büyü, tılsım, nazarlık ve benzerlerine
sığınırlar. Asla insan öldüren, yaralayan, elbisesini alan, eşyasını çalan,
evini delen, cebini söken, yenini kesen, dükkânının kilidini kıran, yolcuyu
soyan, sultana isyan eden, saldırıda bulunan veya esir alan bir cin görmediler.
Bütün bu hasletler gece gündüz onlarda bulunur, onlardandır, birbirleri
içindir. Sonra tövbe etmezler ve zikretmezler.
Konuşmacı
sözünü bitirince bir tellal çağırdı: Dikkat ey ileri gelenler, akşam ettiniz;
yarın güvenli olarak dönmek için saygın bir şekilde yuvalarınıza dönün!
Bölüm
Görüş
Sahiplerine Danışmanın Faydasına Dair
Kral
meclisten kalkınca veziri ile biraz baş başa kaldı. O, akıllı, ağırbaşlı,
filozof ve bilge bir adamdı. Kral ona dedi ki: Meclisi gördün, bu gelen
toplulukların yaptıkları konuşma ve söyledikleri sözleri işittin ve ne için
geldiklerini öğrendin. Onlara ne yapmamızı önerirsin? Sence doğru görüş nedir?
Vezir
şöyle dedi: Allah, krala yardım etsin, yol göstersin ve doğruya yöneltsin. Bana
göre doğru görüş, kralın cinlerin hâkimleri, fakihleri, bilgeleri ve görüş
sahiplerine huzurunda toplanmalarını ve bu konuda kendisiyle istişare etmelerini
emretmesidir. Bu, büyük bir hikâye, önemli bir iş ve uzun bir husumettir.
Burada mesele çok zor, görüş ortaktır; istişare sağlam görüş sahiplerinin
basiretini artırır ve şaşkın kimseye doğruluk, basiretli ve anlayışlı kimseye
bilgi ve kesinlik kazandırır.
Kral
dedi ki: Görüşün ne kadar iyi ve söylediğin ne kadar doğru! Kral bundan sonra
Cercis ailesine mensup cin hâkimlerinin, Nahidoğullarına mensup fakihlerin[362],
bilge Biranoğullarına mensup görüş sahiplerinin, Lokman ailesine mensup
bilgelerin, Hamanoğullarına mensup tecrübelilerin, Keyvanoğullarına mensup filozofların
ve Behramoğullarına mensup kararlı ve azimlilerin getirilmesini emretti.
Huzurunda toplandıkları zaman onlarla baş başa kaldı ve şöyle dedi:
Bu
toplulukların ülkemize girdiklerini, sahamıza indiklerini öğrendiniz, meclisimize
geldiklerini gördünüz ve esaret altındaki bu evcil hayvanların sözlerini, çekişmelerini
ve Âdemoğullarını şikâyet ettiklerini işittiniz. Bizden sığınma talep ettiler,
himayemize girmek istediler ve yiyeceğimizle kutsallaştılar. Ne düşünüyorsunuz
ve onlara ne yapmamızı öneriyorsunuz?
Nahidoğullarına
mensup fakihlerin reisi şöyle dedi: Allah, kudretiyle kralın elini genişletsin
ve onu doğruya muvaffak etsin! Benim görüşüm, kralın bu evcil hayvanlara,
hikâyelerini yazmalarını, orada Âdemoğullarından gördükleri zulmü anlatmalarını
ve bu konuda fakihlerin fetvalarını almalarını emretmesidir. Bunda onlar için
bir özgürlük ve zulümden kurtuluş vardır. Hâkim onlar hakkında ya satış ya
hürriyet ya hafifletme veya onlara iyilik yapılmasına hükmedecektir.
Âdemoğulları eğer hükmü yerine getirmez ve bu evcil hayvanlar onlardan
kaçarlarsa hiçbir sorumlulukları yoktur.
Kral,
topluluğa dedi ki: Onun dediği ve belirttiği hususta ne düşünüyorsunuz?
Dediler
ki: Doğru ve uygundur. Sonra Behram ailesine mensup kararsız biri işaret etti
ve şöyle dedi: Düşündünüz mü, bu evcil hayvanlar satılmak isterler ve
Âdemoğulları da bunu kabul ederse fiyatlarını kim ödeyecek?
Fakih
dedi ki: Kral.
Dedi
ki: Nereden?
Şöyle
dedi: Müslüman cinlerin hâzinesinden.
Görüş
sahibi dedi ki: Hâzinede bu evcil hayvanların fiyatlarına yetecek kadar [para]
yok. Bir diğer husus, Âdemoğullarının çoğu, onlara çok muhtaç olmaları ve
kralların, ileri gelenlerin ve zenginlerin onlardan gelecek paraya ihtiyaç
duymamaları sebebiyle onların satılmasını istemezler. Bu iş bitmemiştir; boşuna
kafanızı yormayın.
Kral
dedi ki: Sence doğru görüş nedir? Bize söyle.
Şöyle
dedi: Bana göre doğru olan, kralın, Âdemoğullarının esaretinde olan bu evcil
hayvanların ve büyükbaş hayvanların görüş birliğine varıp yaban eşekleri, ceylanlar,
vahşi hayvanlar ve yırtıcıların yaptığı gibi bir gece topluca kaçmalarını ve
Âdemoğullarının ülkesinden uzaklaşmalarını emretmesidir, Âdemoğulları sabahladıklarında
bindikleri ve yük taşıdıkları şeyleri bulamayınca mesafenin uzunluğu ve yolun
zahmeti sebebiyle onları aramaktan kaçınırlar. Bu, onlar için Âdemoğullarının
zulmünden kurtuluş ve özgürlük olur. Kral bu görüşe karar verdi ve sonra hazır
bulunanlara şöyle dedi: Onun dediği ve işaret ettiği konuda ne düşünüyorsunuz?
Lokmanoğullarına
mensup bilgelerin reisi şöyle dedi: Bana göre bu bitmemiş bir iştir, kendinizi
yormayın. Bu, maksada uzaktır. Çünkü evcil hayvanlar gece ancak bağh ve
zincirli olurlar; kapılar üzerlerine kapanır. Onlar için bir gecede kaçış nasıl
gerçekleşir?
Kararlı
kişi dedi ki: Kral bu gece cin kabilelerini onlara kapıları açmaları, bağları
ve zincirleri çözmeleri ve evcil hayvanlar uzaklaşıncaya kadar bekçileri
oyalamaları için gönderir. Ey kral, bil ki bunda senin için büyük bir mükâfat
vardır. Ben bana ulaşan rahmet sebebiyle sana açıkça nasihat ettim. Yüce
Allah, kralın iyi niyetli ve doğru kararlı olduğunu bilince ona yardım eder ve
mazlumlara yardım etmek ve kederlileri kurtarmak suretiyle nimetine şükredince
onu destekler. Peygamberlerin -kendilerine selam olsunbazı kitaplarında şöyle
yazılıdır: Aziz ve Çelil olan Allah diyor ki: Ey kral, ben seni mal
biriktiresin, faydalanasın ve şehvet ve zevklerle meşgul olasın diye yönetici
yapmadım. Fakat sen mazlumun duasını benden uzaklaştırıyorsun. Ben, kâfirden
bile gelse onu geri çevirmem.
Kral,
görüş sahibinin işaret ettiği şeye karar verdi, sonra çevresinde bulunanlara
şöyle dedi: Dediği hakkında ne düşünüyorsunuz? Dediler ki: Açıkça nasihat etti
ve çok çaba harcadı.
Keyvan
ailesine mensup bir bilge dışında hepsi onun görüşünü tasdik etti. O şöyle
dedi: Ey kral, Allah sana işlerin içyüzünü göstersin ve sebeplerin ve
zamanların problemlerine karşı gözünü açsın. Bu sebeplerde ve işte kötü
akıbetinden emin olunmayan ve kaçanı ve elden çıkanı ıslah ile telafi
edilmeyen önemli bir terslik vardır.
Kral
dedi ki: Ey bilge, bize görüşün, korkulması ve sakınılması gereken şeyin ne
olduğunu öğrettin. Bize nasıl ilim ve basiret üzere olacağımızı anlat.
Şöyle
dedi: Evet, ey kral, bu evcil hayvanların Âdemoğullarının elinden kurtuluşu ve
kaçışıyla ilgili olarak sana gösterilen iş gerçekleşirse, Âdemoğulları yarın
sabah kalkıp bu evcil hayvanların firar etmesi ve yurtlarından kaçışıyla ilgili
büyük olayı görünce bunun ne evcil hayvanların işi ne de insanların tasarrufu
olduğunu kesinlikle bilmezler mi, daha doğrusu bunun cinlere ait bir iş ve
hile olduğundan şüphe etmezler mi?
Kral
dedi ki: Şüphesiz.
O
şöyle dedi: Değil mi ki bundan sonra Âdemoğulları kaybettikleri göz kamaştırıcı
menfaat ve imkânlar hakkında her düşündükçe, kaybettiklerinden dolayı hüzün,
öfke, keder ve hayıflanma ile dolarlar; Âdemoğullarına karşı kin ve düşmanlık
beslerler ve onlar aleyhine hile ve tuzaklar kurarlar. Her yerde onları
ararlar, her gözetleme kulesinde onları gözetlerler. Böylece cinler o zaman
daha önce uzak oldukları bir telaş, düşmanlık ve korku içine düşerler. Bilgeler
dediler ki: Akıllı ve düşünen kimse, düşmanların arasını iyileştirir, kendisine
düşmanlık çekmez, yararları başkasına çeker ve kendisine zarar vermez.
Topluluk
dedi ki: Filozof ve erdemli bilge doğru söyledi.
Sonra
bilgelerden biri şöyle dedi. İnsanların hangi düşmanlığından korkulmakta ve
sakınılmaktadır? Hâlbuki onlara kötülük yapma imkânları vardır. Cinlerin ateşten
yaratılmış, doğal olarak yukarı hareket eden hafif ruhlar; Âdemoğullarının ise
yere ait ve doğal olarak aşağı doğru hareket eden ağır bedenler olduğunu
bildin. Biz onları görürüz, onlar bizi görmezler. Biz onların arasında gezeriz,
onlar bizi fark etmezler. Onlar bize dokunamadıkları halde biz onları
kuşatırız. Ey bilge, onların bizim korkacağımız nesi olabilir ki?
Bilge
ona şöyle dedi: Heyhat, onların kemikleri sana görünmez, bedenleri sana gizli
kalır. Ama Âdemoğulları, ağır yersel bedenleri olsa da bilirler. Onları felekî
ruhlan ve düşünen melekî nefisleri vardır. Onun sayesinde sizden üstün ve
ayrıcalıklı olurlar. Biliniz ki sizin için ilk asırların geçmiş haberlerinde
ibret ve örnek; geçmiş zamanlarda insanlarla cinler arasında meydana gelen
olaylarda açık bir delil vardır.
Kral
dedi ki: Ey bilge, bize nasıl olduğunu haber ver, cereyan eden olumsuzlukları
ve nasıl gerçekleştiğini anlat.
Bölüm
Cinler
ile İnsanlar Arasındaki Düşmanlığın Açıklaması ve
Keyfiyetine Dair
Bilge
şöyle dedi: Evet, insanlar ile cinler arasında açıklaması uzun sürecek doğal
bir düşmanlık, cahiliye asabiyeti ve uyuşmaz yapılar vardır.
Kral
dedi ki: Onlardan birini anlat; birincisinden başla.
Bilge
şöyle dedi: Bil ki cinler, eski günlerde ve insanların atası Hz. Âdem’den önceki
zamanlarda yeryüzünün sakinleri ve yaşayanları idiler. Karasıyla, deniziyle ve
ovasıyla dağıyla yeryüzünü kaplamışlardı. Ömürleri uzadı ve ellerindeki nimet
arttı. Krallık, peygamberlik, din ve şeriat onlarda idi. Azdılar, taşkınlık
ettiler, peygamberlerinin tavsiyesini terk ettiler ve yeryüzünde bozgunculuğu
artırdılar. Bu yüzden yeryüzü ve üzerindekiler onların zulmünden dolayı feryat
ettiler. Dönem bitip Kuran yeniden başlayınca Yüce Allah, gökten inen bir melek
ordusu gönderdi. Yeryüzüne yerleştiler ve cinleri mağlup bir şekilde yeryüzünün
uçlarına kovdular. Onlardan çok sayıda esir aldılar. Esir almanlar arasında
Âdem’in firavunu İblis Azazil de vardı. O zaman o idrak etmeyen bir küçük çocuk
idi. Melekler ile birlikte büyüyünce onların ilminden öğrendi ve görünüş
itibariyle onlara benzedi. Onların geleneklerinden ve cevherinden farklı bir
gelenek ve cevher edindi. Günler ilerleyince zamanla onların içinde emreden,
yasaklayan ve boyun eğilen bir başkan oldu. Yine dönem bitip Kur an yeniden
başlayınca Allah yeryüzünde bulunan o meleklere vahyetti ve şöyle dedi: Ben
yeryüzünde sizden başka bir halife yaratacak ve sizi göğe yükselteceğim.
Yeryüzündeki melekler, alıştıkları vatandan ayrılmaktan hoşlanmadılar.
Yönelttikleri cevapta şöyle dediler: Biz seni hamd ile tespih ve takdis edip dururken
orada cinlerin yaptığı gibi bozgunculuk yapacak ve kan dökecek kimseler mi
yaratacaksın? Dedi ki: Ben sizin bilmediklerinizi biliyorum. Ben kendi kendime
yeryüzünde ne meleklerden, ne insanlardan ne de diğer hayvanlardan hiçbir
kimseyi bırakmayacağıma söz verdim. Bu yeminin bir sırrı vardır ve biz onu
başka bir yerde açıkladık. Yüce Allah, Âdemi yarattığı, onu tesviye ettiği, ona
ruhundan üflediği ve eşi Havva’yı yarattığı zaman yeryüzündeki meleklere ona
itaat etmelerini emretti. Azazil dışındakilerin hepsi o ikisine boyun eğdiler.
O, liderliğinin ortadan kalktığını ve itaat edilmenin ardından itaat etmeye ve
yöneticilikten sonra yönetilmeye muhtaç olduğunu görünce tenezzül etmedi ve
büyüklendi; onu cahiliye tutuculuğu ve kıskançlık yakaladı. [Allah] o meleklere
Hz. Âdem’in huzuruna çıkmalarını ve onu cennete sokmalarını emretti. Orası
doğuda hiçbir beşerin çıkamayacağı Yakut dağının başında toprağı güzel, yaz kış
ve gece gündüz havası ılık, bol ırmaklı, yeşil ağaçlı ve çeşit çeşit meyveleri,
ürünleri, bağları, reyhanları, nehirleri ve çiçekleri olan, eziyetsiz
hayvanları ve güzel sesli, nağmeli ve leziz etli kuşları bulunan bir bahçedir.
Âdem ve Havva’nın başında cariye ve bekârlarda olduğundan daha güzel ve
ayaklarına kadar uzanan ve avretlerini örten uzun ve sarkık bir saç vardı. Bu,
onlar için elbise, örtü, süs ve güzellik idi. Onlar bedenleri yorulmadan,
ruhları sıkılmadan, sürme, tohum saçma, ekme, sulama, biçme, dövme, öğütme,
pişirme, eğirme, dokuma, dikme ve yıkama zahmetine katlanmadan ırmak
kenarlarında yürüyorlar, fesleğen ve çiçekleri kokluyorlar, ağaçların meyvelerinden
yiyorlar ve ırmakların suyundan içiyorlardı. Bugün ise onların çocukları bu
dünyada geçim sebeplerinin mutsuzluğuna maruz kalmışlardır. Onların bu cennetteki
durumu, orada başıboş, rahat ve zevklenen hayvanların durumu gibidir. Sanki
Yüce Allah, Âdeme bu ağaçların, meyvelerin, fesleğenlerin ve buradaki oradaki
hayvanların isimlerini ilham etmiştir. Âdem konuşmaya başlayınca onlara
bunların adlarını sordu; fakat onların verecek cevapları yoktu. O zaman Âdem
onlara bunların isimlerini, yararlarını ve zararlarını öğreten bir öğretmen
oluverdi. Melekler, onun kendilerinden üstün olduğunu anlayınca emir ve
yasağına boyun eğdiler.
Azazil
bunu öğrenince kini ve kıskançlığı arttı, onlara hile, pusu ve tuzak kurdu,
kurnazlık etti ve onları kandırdı. Sonra onlara bir nasihatçi gibi geldi ve
şöyle dedi: Rabbiniz sizi açık konuşma ve anlatım nimetiyle üstün kıldı. Eğer
şu ağaçtan yerseniz ilminiz ve kesin bilginiz artar ve burada ebediyen güven
için kalırsınız ve ölmezsiniz. Ben sizin için nasihatçiyim dediği için onun
sözüne kandılar. Onları hırs bürüdü, yarışa girdiler ve yasaklanan şeyi
yediler.
Ondan
yiyince şuurları kayboldu, avretleri açıldı, çırılçıplak kaldılar ve onlara
Güneş değince bedenleri karardı ve yüz renkleri değişti. Hayvanlar onların
halini görünce onları tanımadılar, onlardan nefret ettiler ve kötü hallerinden
dolayı tiksindiler. Yüce Allah, meleklere, onları oradan çıkarmalarını
emretti; bunlar da onları dağın aşağısına attılar. Bitki ve meyvesi olmayan
çorak bir toprağa düştüler ve orada ağlayarak, kaybettiklerine üzülerek,
hayıflanarak ve yaptıklarına pişman olarak uzun bir süre kaldılar.
Sonra
Yüce Allah’ın rahmeti imdatlarına yetişti, Allah tövbelerini kabul etti ve
sonra onlara öğreten sürmeyi, ekmeyi, biçmeyi, dövmeyi, öğütmeyi, pişirmeyi,
eğirmeyi, dikmeyi ve elbise giymeyi öğretti, bir melek gönderdi.
Sonra
üreyince ve soyları artınca cinlerin çocukları onlara karıştı ve onlara sanatları,
ekmeyi, dikmeyi, bina yapmayı, yararlıyı ve zararlıyı öğrettiler, onlara arkadaşlık
ettiler, sevimli davrandılar ve bir süre onlarla iyi ilişkiler kurdular. Fakat
Âdemoğulları, Azazil’in atalarına yaptığı hile ve düşmanlığı hatırladıkça
kalpleri cinlere karşı kin ve öfkeyle doldu. Kabil Habil’i öldürünce Habil’in
çocukları bunu cinlerin öğrettiğine inandılar. Kin ve düşmanlıkları daha çok
arttı; onları her yerde aradılar ve onlara sihir, büyü, kehanet, tütsü, petrol
ve kibrit buharı, testilere hapsetme ve kendilerinden nefret edilen ve
amaçları dağınık durumdaki cinlerin çocuklarına acı veren çeşitli duman ve
buharlarla eziyet etme gibi yollarla tuzak kurdular. Bu, Allah’ın Peygamber Hz.
îdris’i göndermesine kadar onların âdeti idi. Filozofların dilinde ona Hermes
denir. O, din, şeriat, İslam ve “millet” vasıtasıyla cinler ile Hz. Âdem’in
çocuklarının arasını düzeltti. Böylece cinler, Âdemoğullarının ülkesine geri
döndüler, onlarla karıştılar ve orada onlarla birlikte tufan zamanına, ondan
sonra da İbrahim zamanına kadar iyi bir şekilde yaşadılar. O ateşe atılınca
Âdemoğulları mancınığı zalim Nemrut’a cinlerin öğrettiğini düşündüler. Yusuf’un
kardeşleri onu kuyuya atınca bunu cinlerin çocuklarından olan Şeytana nispet
ettiler.
Allah
Hz. Musa’yı elçi olarak gönderince cinlerle îsrailoğullarının arasını din ve
şeriat ile düzeltti. Cinlerin çoğu Hz. Musa’nın dinine girdi.
Davut
oğlu Süleyman’ın -kendilerine selam olsundevri gelince, Allah onun krallığını
övünce, cinleri ve şeytanları onun hizmetine verince ve Hz. Süleyman dünya
krallarına üstün gelince cinler, bunun kendilerinin Süleyman’a yardım
etmeleriyle gerçekleştiğini ileri sürerek insanlara karşı övündüler. Dediler
ki: Eğer cinler Süleyman’a yardım etmeselerdi onun durumu da Âdemoğulları
krallarından herhangi birisinin durumu gibi olurdu. Cinler insanlara gaybı
bildikleri zannını verirler. Hz. Süleyman ölünce ve cinler alçaltıcı bir azaba
maruz kalınca onun öldüğünü fark etmediler. Böylece anlaşıldı ki eğer cinler
gaybı bilseydi alçaltıcı azap içinde kalmazlardı. Aynı şekilde Hüdhüd,
Belkıs’la ilgili bir haber getirince ve Hz. Süleyman cin ve insanların ileri gelenlerine
“Hanginiz bana onun tahtını getirir?” deyince cinler böbürlendi ve cinlerden
olan ve Keyvan ailesine mensup bulunan Iztar bin Mayan adh İfrit şöyle dedi:
Ben onu sana sen henüz makamından, yani hikmet meclisinden kalkmadan getiririm.
Süleyman dedi ki: Bundan daha hızlısını istiyorum. Kitap bilgisine sahip olan
kişi şöyle dedi: Ben onu sana göz açıp kapayıncaya kadar getiririm. O, Asaf bin
Berhıya’dır.
Onu
yanında görünce Hz. Süleyman hemen Allah için secdeye kapandı. Böylece
insanların cinlerden üstün oldukları anlaşıldı. Toplantı bitti ve cinler
oradaki toplantıdan utangaç ve başlarını öne eğerek ayrıldılar. İnsan
kalabalıkları onların izinde dağılıyorlar ve alay ederek onların izini takip
ediyorlar.
Bahsettiklerim
meydana gelince bir cin topluluğu Süleyman’dan kaçtı, onlardan biri ona karşı
ayaklandı. Hz. Süleyman ordusunu onları aramak için gönderdi ve bunlara onları
büyü, sihir, kelime ve inmiş ayetlerle nasıl yakalayacaklarını ve kehanetle
nasıl hesaba katacaklarını öğretti. Bu konuda ölümünden sonra hâzinesinde
bulunan bir kitap meydana getirdi. Hz. Süleyman ölünceye kadar despot cinleri
ağır işlerde çalıştırdı.
Sonra
Hz. Mesih elçi olarak gönderilince cin ve insanlardan oluşan halkı Yüce Aziz ve
Çelil olan Allah’a çağırdı, onları onunla buluşmaya teşvik etti, onlara hidayet
yolunu anlattı ve göklerin melekutuna (ruhlar ve meleklerin alemi) nasıl
yükseleceklerini öğretti. Böylece bazı cin toplulukları onun dinine girdiler,
rahip hayatı yaşadılar, oraya yükseldiler, Mele-i Ala’dan (meleklerden oluşan
yüce meclis) haberler dinlediler ve kâhinlere ilettiler.
Allah,
Hz. Muhammed’i -Allah kendisine ve ailesine salat etsinelçi olarak gönderince
gizlice dinlemeleri engellendi. Şöyle dediler: Bununla yeryüzündekilere kötülük
mü murat edildi, yoksa Rableri onlar için iyilik mi istedi, bilmiyoruz.
Bazı cin kabileleri onun dinine girdiler ve iyi Müslüman oldular. Cinlerle
Âdemoğullarının çocuklarından olan Müslümanlar arasındaki ilişki günümüze kadar
düzeldi.
Sonra
bilge şöyle dedi: Ey cin topluluğu! Onlara karşı koymayın, aranızdaki ilişkiyi
bozmayın, durağan kinleri harekete geçirmeyin, gizli nefretleri ve tabiat ve
fıtrata yerleşmiş eski nefret ve düşmanlıkları kışkırtmayın. Onlar, taşlardaki
üstü küllenmiş ve sürtünmeyle ortaya çıkacak, kibritle tutuşacak ve evleri,
çarşıları yakacak ateş gibidir. Kötülerin zaferinden, günahkârların
devletinden, utanç ve yok olmaktan Allaha sığınırız.
Kral
ve cemaat bu ilginç hikâyeyi işitince duyduklarını düşünerek başlarını önlerine
eğdiler. Sonra Kral, bilgeye şöyle dedi: Sana göre bize gelen ve bizden yardım
isteyen bu topluluklar hakkında doğru görüş nedir ve onları ülkemizden doğru
hükme razı olarak nasıl gönderebiliriz?
Bilge
dedi ki: Dikkatli düşünmeden, düşünce ve fikirle ağırbaşlı davranmadan ve eski
konuları göz önünde bulundurmadan doğru görüş ortaya çıkmaz. Bana göre görüş,
kralın yarın düşünce meclisinde oturması, basımları getirip yöneldiği kimseler
hakkındaki hükmün açıklığa kavuşması için onlardan ileri sürdükleri delil ve
açıklamayı dinlemesi, ondan sonra görüşü uygulamasıdır.
Karar
sahibi dedi ki: Bir düşünsenize, eğer bu evcil hayvanlar açık konuşma ve
anlatım kusurları nedeniyle hitapta insanlara karşı koymayı başaramazlarsa ve
insanlar dillerinin keskinliği ve anlatım ve fesahatlerinin üstünlüğüyle
onlara baskın gelirlerse, bu evcil hayvanların onların ellerinde sürekli kötü
eziyet edilmek üzere esir kalacaklarını düşünüyor musun?
Şöyle
dedi: Hayır, fakat bu evcil hayvanlar, Kur anın devri bitip yeni bir yaratılış
başlayıncaya kadar esaret ve kölelik altında kalırlar. Allah, İsrail ailesini
Firavunun eziyetinden, Davut ailesini Buhtunnasr’ın eziyetinden, Himyer
ailesini Tubba ailesinin eziyetinden, Sasan ailesini Yunanın eziyetinden ve
îmran ailesini Erdeşir’in eziyetinden kurtardığı gibi onları rahatlatır ve
kurtarır. Bu dünyanın günleri, halk arasında Allah’ın izniyle el değiştiren
bir devlettir. Onun ilmi ve iradesinin icrası, asır ve dönemlerin hükümlerinin
gereklerini bin (1000) yılda bir defa, on iki bin (12.000) yılda bir defa, otuz
altı bin (36.000) yılda bir defa, üç yüz altmış bin (360.000) yılda bir defa
veya elli bin (50.000) yıla bedel olan bir günde bir defa geride bıraktı. Bütün
bunları bil.
Bölüm
Halkın
Kralların Sırlarını Çıkarma Şeklinin Açıklamasına Dair
Diyoruz
ki: Bil ki kral o gün veziriyle baş başa kalınca insanlar topluluğu onların
meclisinde toplandı. Çeşitli şehirlerden gelmiş yetmiş kişiydiler. Tahmin
yürütmeye başladılar. Onlardan biri dedi ki: Bugün bizimle kölelerimiz arasında
cereyan eden uzun konuşmayı gördünüz ve duydunuz. Yargılama sonuçlanmadı. Bu
konuda kralın görüşünün ne olduğu düşünülüyor?
Dediler
ki: Bilmiyoruz. Fakat kralın bundan dolayı kızgın ve kalbinin meşgul olduğunu
ve yarın aramızda hükmetmek için oturmayacağını sanıyoruz.
Diğeri
şöyle dedi: Fakat ben onun yarın veziri ile baş başa kalacağını ve bu konuda
onunla istişare edeceğini zannediyorum.
Öteki
dedi ki: Bilakis yarın fakihleri ve filozofları toplayıp hakkımızda onlarla
istişare edecektir.
Bir
diğeri şöyle dedi: Bizim hakkımızda önerecekleri kararın ne olduğu düşünülüyor?
Ben kralın bizim hakkımızda olumlu kanaat sahibi olduğunu sanıyorum; ama
vezirin muhtemelen aleyhimize yöneleceğinden ve bize haksızlık edeceğinden
korkuyorum.
Öbürü
dedi ki: Vezirin işi kolay. Ona bazı hediyeler götürürüz, böylece yumuşak
davranır ve kanaati iyileşir.
Bir
başkası şöyle dedi: Fakat ben başka bir şeyden korkuyorum.
Dediler
ki: O nedir?
Şöyle
dedi: Filozofların ve fakihlerin fetvaları ve yöneticinin hükmü.
Dediler
ki: Onların işi de kolay. Onlara biraz hediye ve rüşvet veririz. Dolayısıyla
hakkımızdaki kanaatleri olumlu olur, bizim lehimize fıkhi hileler aralar ve
hükümlerin değişmesini dikkate almazlar. Fakat başımızın belası ve korktuğumuz
kimse karar/azimet sahibidir. Görüş, doğru ve katılığın sahibi, kimseye aldırış
etmeyen katı ve yüzsüz bir kimsedir. Eğer ona danışırsa bize karşı kölelerimize
yardım etmesini önerir ve onları elimizden nasıl alacağını öğretir.
Diğeri
şöyle dedi: Mesele belirttiğin gibidir. Fakat kral eğer filozoflara ve
bilgelere danışırsa onlar onun görüşüne karşı çıkarlar. Filozoflar toplanıp
meseleler hakkında düşündüklerinde her birinin aklına görüşün diğerinin aklına
gelenden farklı bir yönü gelir. Önerdikleri görüş üzerinde ihtilafa düşerler,
neredeyse aynı görüş üzerinde ittifak edemezler.
Bir
diğeri şöyle dedi: Kralın bu konuda kadılar ve fakihlerle istişare etmesi halinde
bizim aleyhimize neyi önereceğini düşündünüz mü?
Öteki
şöyle dedi: Fakihlerin fetvaları ve kadıların hükmü şu üç kararın dışında
olmaz: Ya elimizden kurtulup özgürleşmeleri, ya satılıp paralarının alınması ya
da yüklerinin hafifletilmesi ve onlara iyi davranılması. Şeriatın hükmünde ve
dinin hükümleri arasında bunlardan başkası yoktur.
Öbürü
dedi ki: Düşünsenize, kral bizim hakkımızda vezire danışırsa neyi önerir? Vay
başımıza gelene!
Onlardan
biri dedi ki: Bu grupların sahamıza indiklerini, bizden himaye ve sığınma
talep ettiklerini, onların mazlum olduklarını, mazluma yardım etmenin krallara
Allah’ın yeryüzündeki halifeleri olmaları ve Allah’ın nimetlerine şükür olarak
ve yarın hesaba çekilmekten korkarak aralarında adalet ve insafla
hükmetmeleri, zayıflara yardım etmeleri, musibete uğrayanlara merhamet
etmeleri, zalimlere egemen olmaları, halkı şeriat hükümlerine teşvik etmeleri,
aralarında hak ile hükmetmeleri için onları kulları ve ülkeleri üzerine
hükümdar yapması sebebiyle vacip olduğunu söyleyeceğini zannediyorum.
Bir
diğeri şöyle dedi: Düşünsenize, kral, kadıya aramızda hüküm vermesini emrederse
o bu üç hükümden biriyle hükmedecektir. Ne dersiniz, ne yaparsınız?
Dediler
ki: Bizim ne kralın ne de kadının hükmünden çıkmamıza imkân yoktur. Çünkü
kadılar peygamberlerin halifeleri, kral da dinin koruyucusudur.
Öteki
şöyle dedi: Düşünsenize, kadı onların serbest bırakılmasına ve yollarının
açılmasına hükmederse ne yaparsınız?
İçlerinden
biri dedi ki: Onların bizim kölelerimiz ve hizmetçilerimiz olduğunu, onları
babalarımızdan ve dedelerimizden miras yoluyla devraldığımızı söyleriz. Biz
dilediğimizi yapmakta muhayyeriz.
Dediler
ki: Ya kadı: “Haydi bunların sizin köleniz olduğuna ve atalarınızdan size miras
kaldığına dair anlaşmanızı, kontratınızı, sözleşmenizi ve kanıtlarınızı
getirin” derse?
Şöyle
dediler: Komşularımızı ve ülkemizin adillerini delil olarak getiririz.
Dedi
ki: Eğer kadı, “Bu evcil hayvanların onların köleleri olduğu iddiasında insanların
birbirlerine şahitliklerini kabul etmem; çünkü onların hepsi bunların basımlarıdır.
Hasmın şehadeti din hükümlerinde kabul edilmez.” veya “Hani nerede
belgeleriniz, kontratlarınız ve sözleşmeleriniz, doğru söylüyorsanız onları
getirin.” derse, o zaman ne deriz ve ne yaparız?
Abbasî
dışında topluluğun bu konuda verecek cevabı yoktu. O şöyle dedi: Bizim
sözleşme, belge ve kontratımızın olduğunu; ama tufan zamanında battığını
söyleriz.
Dediler
ki: Eğer kadı, “Onların sizin köleleriniz olduklarına dair ağır bir yemin
edin.” derse?
O
şöyle dedi: Yemin etmek reddedenlere, açıklamak iddia sahiplerine düşer. Biz
iddia sahipleriyiz; bizden yemin etmemiz istenemez.
Dedi
ki: Eğer kadı, bu hayvanlardan kendilerinin sizin köleleriniz olmadıklarına
dair yemin etmelerini isterse ne yaparsınız?
İçlerinden
biri şöyle dedi: Onların ettikleri yemini bozduklarını ve onların bizim
kölelerimiz olduklarını ispatlayan aklî delillerimiz ve zorunlu burhanlarımız
olduğunu söyleriz.
O
dedi ki: Düşündünüz mü, kadı onların satılmasına ve paralarının alınmasına
hükmederse ne dersiniz, ne yaparsınız?
Şehirliler
şöyle dediler: Onları satarız, paralarını alırız ve ondan faydalanırız.
Arapların,
Kürtlerin ve Türklerin bedevileri dediler ki: Eğer bunu yaparsak vallahi helak
olduk. Allah yardımcımız olsun. Bunu kendinize anlatmayın.
Şehirliler,
“Niçin böyle?” dediler.
Dediler
ki: Çünkü biz bunu yaparsak içecek sütten, yiyecek etten, yün elbiseden, tüylü
örtüden, kıl mamulü ev eşyasından, ayakkabıdan, terlikten, sergiden, kırbadan,
örtüden, keçeden ve tabureden mahrum kalırız. Çıplak, yalınayak, mutsuz ve
berbat bir halde kalırız. Ölüm bizim için hayattan daha hayırlıdır. Bize
dokunan musibetin benzeri şehirlilere de dokunur. Onları serbest bırakmayın,
satmayın ve bu sözü kendinize anlatmayın. Aksine onlara iyi davranılmak,
onların yükü azaltılmalı ve onlara nezaket, sevgi ve merhamet gösterilmeli.
Onlar da sizin gibi etten, kandan oluşmakta, hissetmekte ve acı duymakta.
Sizin Allah nezdinde onları hizmetinize verdiğinde mükâfatlandıracağı bir
geçmişiniz; onların da yine Allah nezdinde cezalandıracağı bir cinayet ve suçu
yoktur. Fakat Allah dilediğini yapar ve istediği hükmü verir. Onun hükmünü geri
çevirecek, kararını değiştirecek, yönetiminde onunla mücadele edecek ve
bildiğine karşı çıkacak kimse yoktur. Ben bu sözümü söylüyorum. Yüce Allah’tan
kendim ve sizler için bağışlanma diliyorum. O bağışlayan ve merhamet edendir.
Bölüm
Kral
ayağa kalkıp gelen topluluklar ayrılınca evcil hayvanlar toplandılar.
Fısıldaşarak ayrıldılar. Onlardan biri şöyle dedi: Bizimle basımlarımız
arasında cereyan eden konuşma ve çekişmeyi duydunuz. Herhangi bir karara
varılmadı. Sizce görüş nedir?
İçlerinden
biri şöyle dedi: Yarın döneriz, şikâyet ederiz, ağlarız, hayıflanırız; umulur
ki kral hepimizi serbest bırakır. Bugün bize karşı merhametli davrandı. Fakat
kralların ve yöneticilerin basımlar arasında basımlardan biri aleyhine açık,
belirgin ve adil delille hüküm yöneltilmeden hükmetmek şeklinde doğru görüşü
olmaz. Delil, açık konuşma, anlatım ve keskin dil olmadan doğru olmaz.
Yöneticilerin yöneticisi Resulüllah Muhammed -Allah kendisine ve ailesine
salat etsinşöyle diyor: “Siz bana davalarınızı getiriyorsunuz. Belki bazınız
delilini bazınızdan daha açık ifade ediyor ve ben onun lehine hüküm veriyor.
Kime kardeşinin hakkını verdiysem ondan bir şey almasın. Ben onun için ancak
bir ateş parçası keserim”
Biliniz
ki insanlar bizden daha açık konuşurlar ve daha iyi anlatırlar. Ben sizin için
yarın tartışma ve münazara esnasında onların lehine, bizim aleyhimize hükmetmesinden
korkuyorum. Size göre doğru görüş nedir, söyleyin. Toplulukta her fert
düşündüğünde aklına doğru veya yanlış bir fikir gelir.
İçlerinden
biri dedi ki: Bana göre doğru görüş, diğer hayvan türlerine elçiler göndermek,
bu haberi iletmek ve önümüzdeki mesele hakkında bize yardım etmek üzere
liderlerini ve hatiplerini göndermelerini istemektir. Her türün diğerine göre
temyiz, doğru görüş, açık konuşma, anlatım, düşünme ve tartışma gibi bir
üstünlüğü vardır. Yardımcılar artınca kurtuluş ve hürriyet umulur. Yardım
Allah’tandır. O dilediğine yardım eder. Güzel son sakınanlara mahsustur.
O
zaman topluluk şöyle dedi: Ne kadar doğru düşündün, ne kadar güzel önerdin.
Altı hayvan türüne altı kişi gönderin. Onların yedincisi evcil hayvanlar ve
büyükbaş hayvanlardan olur: Bir elçi böcekler, bir elçi kuşlara, bir elçi
yırtıcı hayvanlara, bir elçi yırtıcı kuşlara, bir elçi sürüngenlere, bir elçi
de su hayvanlarına.
Bölüm
Mesajın
Tebliğinin Açıklanmasına Dair
Bundan
sonra elçileri belirlediler ve onların her birine gönderdiler. Elçi yırtıcı
hayvanların kralı Ebu’l-Hars’a, aslana ulaşınca haberi iletti ve şöyle dedi:
Evcil hayvanların ve büyükbaş hayvanların liderleri, insanların liderleriyle
birlikte münazara için cinlerin kralı huzurunda toplandılar. Diğer hayvan
türlerine de yardım istemek için elçi gönderdiler. Beni size, münazara etmek ve
türünün fertlerinin meydana getirdiği topluluğu temsil etmek üzere yırtıcı
hayvanlardan oluşan ordunun içinden bir lider göndermen için yolladılar.
Konuşma
sırası kendisine gelince kral elçiye dedi ki: İnsanlar evcil hayvanlar ve
büyükbaş hayvanlar hakkında ne iddia ediyorlar ve ileri sürüyorlar?
Elçi
dedi ki: Onların kendi köleleri ve hizmetçileri, kendilerinin ise onların ve
yeryüzündeki diğer hayvan türlerinin efendileri olduklarını iddia ediyorlar.
Aslan
şöyle dedi: İnsanlar onlara karşı ne ile övünüyorlar ve efendiliği hak ediyorlar?
Güç, yiğitlik ve cesaret ile mi, saldırı ve zıplama ile mi, pençelerle tutma ve
yakalama ile mi, savaşma ve kendini harbe adama ile mi, yoksa heybet ve
üstünlük sağlama ile mi? Eğer bu özelliklerden biriyle övünüyorlarsa ordumu
toplarım, sonra onlara bir tek hamlede saldırmak, topluluklarını dağıtmakve
birliklerini parçalamak için gideriz.
Elçi
dedi ki: Hayatım üzerine yemin olsun ki kralın andığı bu hasletlere sahip bazı
insanlar vardır. Bununla birlikte onların kılıç, mızrak, süngü, bıçak, ok, yay
ve kalkan gibi silahlar edinmek; yırtıcıların köpek dişlerinin geçmeyeceği ve
pençelerinin ulaşmayacağı yün elbise, zırh, fergand, zırhlı giysi, miğfer,
zincir, zırh edinmek suretiyle yırtıcı hayvanların pençe ve köpekdişlerinden
sakınmak için sanat, hile, tuzak ve malzemeleri vardır. Aynı zamanda onların
yırtıcı ve vahşi hayvanları yakalamak için kazılmış hendekler, gizli kuyular,
yapılmış sandıklar, yerleştirilmiş kapanlar, kementler, perdeler ve yırtıcı
hayvanların bilmedikleri için sakınmadıkları ve düştüklerinde kurtuluş yolu
bulamadıkları diğer bazı aletler gibi başka tuzakları da bulunmaktadır.
Cinlerin kralının huzurunda ne yargılama ne de münazara böyle bir haslettir.
Tartışma ve münazara ancak açık konuşan dil, iyi anlatım, üstün akıl ve hassas
temyiz ile gerçekleşir.
Aslan,
elçinin sözünü ve verdiği haberi duyunca bir saat düşündü, sonra bir tellala
çağrıda bulunmasını emretti. Kaplan, çita, ayı, çakal, kurt, tilki, kedi,
sırtlan, maymun, gelincik, hâsılı pençesi ve köpek dişi olup et yiyen bütün
hayvanlardan oluşan ordusu huzurunda toplandı.
Kralın
huzurunda toplandıklarında kral onlara haberi ve elçinin söylediklerini
bildirdi. Sonra şöyle dedi: Oraya hanginiz gider ve topluluğu temsil eder? Ona
istediği şeyi garanti ederiz. Eğer münazara, kanıtlama ve tartışmada başarılı
olursa bizden iyilik ve yakınlık dilesin. Yırtıcı hayvanlar bir saat düşünerek
sustular: Bu işe elverişli birisi var mı, yok mu? Sonra kaplan aslana şöyle
dedi: Sen bizim kralımız ve efendimiz, biz ise senin kölelerin, tebaan ve
ordunuzuz. Krala düşen, görüşü yönetmek, işler hakkında ileri görüşlü kişilerle
istişare etmek, sonra da emretmek, yasaklamak ve işleri gerektiği gibi
yönetmektir. Tebaaya düşen ise dinlemek ve itaat etmektir. Çünkü kralın tebaaya
karşı konumu, başın vücuttaki konumu gibidir. Tebaa ve askerler, vücudun
organları konumundadır. Bunlardan her biri üstüne düşen şartları yerine
getirirse işler yoluna girer ve doğru yönde ilerler. Bundan toplumun hayrı ve
herkesin kurtuluşu vardır.
Aslan
kaplana dedi ki: Kralda ve tebaada bulunması gereken haslet ve şartlar nelerdir?
Onları bize anlat.
Şöyle
dedi: Evet. Kralın akıllı, edip, zeki, cömert, cesur, adil, merhametli, yüce
himmetli, çok sevgili, son derece kararlı, işlerde tavizsiz ve görüş ve basiret
sahiplerine teenni ile yaklaşan bir adam olması gerekir. Bu hasletlerin yanı
sıra tebaasına karşı şefkatli, ordusuna ve yardımcılarına karşı sevgi dolu,
müşfik babanın küçük çocuklarına karşı davranışında olduğu gibi onlara karşı
merhametli ve işlerinin iyiliğiyle çok ilgilenen bir kimse olması gerekir.
Tebaya,
orduya ve yardımcılara düşen ise kralı dinlemek, ona itaat etmek, onu sevmek,
yardımcılarına nasihat etmek, her birinin sahip olduğu bilgiyi, güzel sanatı ve
uygun işleri ona öğretmesi, kralın ona ilişkin bilgi sahibi olması için kendi
huy ve seciyelerini krala bildirmesi, herkesin kendi konumunda bulunması, güzel
işlerde ona hizmet etmesi ve uygun konularda ona yardımcı olmasıdır.
Aslan
dedi ki: Doğru söyledin ve hakkı dile getirdin. Krala, kardeşlerine ve türünün
fertlerine nasihat eden bir merhametli tarafından tasvip edildim. Sana göre çağrıldığımız
ve yardımımıza başvurulan bu işlerde yardımlaşma nedir? Kaplan aslana şöyle
dedi: Ey kral, bahtın açık, elin güçlü olsun. Eğer orada iş kuvvet, deri,
üstünlük, zorlama, saldırı, kin besleme, öfke ve hamiyet ile yürürse ben ona
uygunum.
Kral
dedi ki: Orada işler andığın şeylerle yürümez.
Çita
şöyle dedi: Eğer orada iş, sıçrama, atlama, yakalama ve serme ile yürürse ben
ona uygunum.
Kral
“Hayır.” dedi.
Kurt
dedi ki: Orada iş, hücum, kavga ve kibirlilikle yürürse ben ona uygunum.
Kral
“Hayır.” dedi.
Tilki
şöyle dedi: Orada iş, kandırma, hile, dönme, vazgeçme, çok yüz çevirme ve tuzak
kurma ile yürürse ben ona uygunum.
Kral
“Hayır.” dedi.
Gelincik/samur
dedi ki: Orada iş, eğer hırsızlık, casusluk yapmak, gizlenmek ve çalmak ile
yürürse ben ona uygunum.
Kral
“Hayır.” dedi.
Maymun
dedi ki: Orada iş eğer kendini beğenmişlik, soytarılık, oyun, eğlence, dans,
davul ve def çalma ile yürürse ben ona uygunum.
Kral
“Hayır.” dedi.
Kedi
şöyle dedi: Eğer orada iş, tevazu, dilencilik, pintilik, kibarlık ve miyavlamak
ile yürürse ben ona uygunum.
Kral
“Hayır.” dedi.
Köpek
dedi ki: Orada iş, kuyruk sallamak, iz takip etmek, bekçilik yapmak ve
havlamakla yürürse ben ona uygunum.
Kral
“Hayır.” dedi.
Sırtlan
şöyle dedi: Orada iş, kabir kazmak, leş sürüklemek, köpek ve atlarla dövüşmek
ve ruh ağırlığı ile yürürse ben ona uygunum.
Kral
“Hayır.” dedi.
Sıçan
dedi ki: Eğer orada iş, zarar vermek, bozmak, kemirmek, kesmek, çalmak ve
yıkmakla yürürse ben ona uygunum.
Kral
şöyle dedi: Orada iş, bahsettiğiniz özelliklerden hiçbiriyle yürümez.
Sonra
aslan kaplana döndü ve şöyle dedi: Bu grupların kendileriyle ilgili olarak
anlattıkları bu hasletler, tabiatlar, huylar ve seciyeler insanların
krallarının askerleri, sultanları, beyleri, ordu komutanları ve savaş
yöneticilerinden başkası için uygun değildir. Her ne kadar bedenleri beşere,
suretleri Âdeme benzese de nefislerinin yırtıcı olması sebebiyle bunlara en
çok ihtiyaç duyan ve layık olanlar onlardır. Fakihler, filozoflar, akıl, görüş,
ilim ve temyiz sahiplerinin huy ve seciyeleri ise göklerin sakinleri ve
âlemlerin Rabbinin orduları olan meleklerin huylarına daha çok benzer.
Topluluğu temsil etmek üzere oraya gönderilmeye kimi uygun görüyorsunuz?
Kaplan
şöyle dedi: Ey kral, söylediklerinde haklısın. Fakat Âdemoğullarının âlim ve
fakihlerinin meleklerin huyları olduğunu söylediğin bu yolu terk ettiklerini ve
bağırarak münazara yapma ve alçakça tartışmada şeytanların kibir, üstün gelme,
taassup, düşmanlık ve kin gibi huylarını edindiklerini görüyorum. Böylece kadı
ve hâkim meclislerinde gördüğümüz kimseler belirttiğin şeyleri yapıyorlar ve
edep, akıl, nasihat ve adaleti terk ediyorlar.
Dedi
ki: Doğru söylüyorsun. Fakat kralın elçisinin hükümlerde eğilmeyen ve sapmayan,
akıllı, bilge, tecrübeli, erdemli, insaflı ve iyi bir adam olması gerekir.
Oraya kimin tüm elçilik hasletlerine sahip bir elçi ve lider olarak
gönderilmesini düşünüyorsunuz? Burada bu katılımcılar topluluğunda onları tam
olarak taşıyan kimse yok mu?
[1]
Çeviri: Doç. Dr. Enyer Uysal. Uludağ Üniversitesi İlahiyat Fakültesi Öğretim
Üyesi.
[2] îsrâ,
17/57.
[3] Necm, 53/39.
[4] Daha
uygun bir ifadeyle, bunlara; nefsin “bilme” ve “yapma” güçleri diyebiliriz,
(ç.n)
[5]
Bakara, 2/255.
[6]
Çeviri: Prof. Dr. İsmail Çalışkan. Cumhuriyet Üniversitesi İlahiyat Fakültesi
Öğretim Üyesi. Çeviri: Doç. Dr. Enver Uysal. Uludağ Üniversitesi İlâhiyat
Fakültesi Öğretim Üyesi.
[7] Vakıa, 56/62.
[8]
Vakıa, 56/61.
[9]
Ankebût, 29/20.
[10] Dört
karışım (ahlât-ı erbaa); kan, balgam, kara safra ve san safradan
ibarettir, (ç.n.)
[11] înfitar, 82/11.
[12]
Abese, 80/16.
[13]
A’raf, 7/38.
[14] Sâd,
38/59.
[15] Lokman, 31/28.
[17]
Müddessir, 74/31.
[18] Tîn, 95/4.
[19]
Kasas, 28/14.
[20]
Eriâm, 6/122.
[21]
Mücâdele, 58/11.
[22]
İhvân-ı Safâ’mn burada ne kastettiği net olarak anlaşılmamaktadır. Bu, İhvanın
zaman zaman sembolik dil kullanmasından kaynaklanmaktadır. Böyle yerlerde
parantez içi ilavelerle konuyu anlaşılır hale getirmeye çalıştık. Yine de kapalı
kalan noktalar, metnin yapısından kaynaklanmaktadır, (ç.n.)
[23]
Isrâ, 17/57.
[24]
Şûrâ, 42/5.
[25]
Mümin, 40/7.
[26]
İnfıtar, 82/11.
[27] Bu
ifade, İhvanın bilgi öğretisinde önemli yer tutan bir kavramdır. Bununla,
duyuların algıladığı şeyler üzerine teker teker düşünüp bir kanaate vardıktan
sonra da bu kanaati, algılanan o şeyin cinsine genelleştirerek oluşan bilgi
kastedilir. Örneğin çocuğun, tek tek yürüyen hayvan algılarından hareketle
“hayvanın yürüdüğüne” dair kanaate ulaşması, suyun akıcı, ateşin yakıcı olduğunu
öğrenmesi gibi. Bkz. Resâil, 1,439; Uysal, Enver, İhvân-ı Safâ
Felsefesinde Tanrı ve Alem, Marmara Ün. İlahiyat Fak. Vakfı Yay., İstanbul
1988, s. 60-61. (ç.n.)
[28] Dört
karışımın kan, balgam, sarı safra ve kara safradan ibaret olduğu önceden
geçmişti, (ç.n.)
[29] Dört
tabiat; yaşlık, kuruluk, sıcaklık ve soğukluktur, (ç.n.)
[30] Nuh, 71/14.
[31]
Yusuf, 12/108.
[32]
Zümer, 39/61.
[33]
Nisa, 4/115.
[34] Nebe, 78/38.
[35]
Kehf, 18/47-48.
[38]
Enfâl, 8/67.
[39]
Kasas, 28/83.
[40] Ankebût, 29/64.
[41]
Zuhruf, 43/71.
[42]
Yunus, 10/7-8.
[43] Bakara, 2/110.
[44]
Kehf, 18/49.
[45]
Ahkaf, 46/20.
[46]
Şura, 42/20.
[47]
Zümer, 39/10.
[48] Muhammed, 47/12.
[49]
Necm, 53/39-41.
[50]
Araf, 7/199.
[51] Furkan, 25/63.
[52]
Fetih, 48/29.
[53]
Mümin, 40/7.
[54]
Kehf, 18/49.
[55] Fâtır, 35/10.
[56]
Araf, 7/158.
[57] Bakara,
2/281.
[58] Nâziât, 79/40-41.
[59]
Câsiye, 45/23.
[60]
Tevbe, 9/72.
[61] Zâriyât, 51/55.
[62]
Araf, 7/201.
[63]
Hicr, 15/42.
[64]
Hicr, 15/40.
[65] Araf, 7/158.
[66] Tegâbün, 64/11.
[67]
Muhammed, 47/17.
[68]
Tevbe, 9/77.
[69]
En’âm, 6/110.
[70]
Münâfıkûn, 63/4.
[71] Mücâdele, 58/11.
[72] Zümer, 39/9.
[73]
Fâtır, 35/28.
[74]
Bakara, 2/269.
[75]
Lokman, 31/33; Fâtır, 35/5.
[76]
Hadid, 57/20.
[77] Al-i îmran, 3/14.
[78]
Kehf, 18/45-46.
[79]
Kasas, 28/83.
[80] Zümer, 39/60.
[81]
Nisa, 4/54.
[82]
A’raf, 7/38.
[83] Sâd,
38/59.
[84] Mücâdele, 58/11.
[85]
Zümer, 39/9.
[86]
Secde, 32/16.
[89] Bakara, 2/165.
[90]
Ahzâb, 33/44.
[95] Hicr, 15/42.
[96]
Hicr, 15/39-40.
[97]
Furkan, 25/63.
[98]
Araf, 7/201-202.
[99] A’râf, 7/17.
[100]
Fâtır, 35/6.
[101]
îsrâ, 17/53.
[102]
Ankebût, 29/6.
[103] Nâs, 114/4-5.
[104]
Araf, 7/27.
[105] Fâtır, 35/6.
[106]
Nisa, 4/56.
[107]
Nebe’, 78/23-26.
[110] Nemi, 27/40.
[111] Hûd, 11/112.
[112]
Sâd, 38/26.
[113] Bakara, 2/156.
[114]
A'râf, 7/23.
[115]
Şuarâ, 26/78-89.
[116]
Yusuf, 12/86.
[117]
Bakara, 2/132.
[118]
Kasas, 28/15.
[119]
Yusuf, 12/53
[120]
Sâd, 38/24.
[121]
Mâide, 5/118.
[122] Bakara, 2/286.
[123]
Âl-ilmrân, 3/8.
[124]
Nûr, 24/31.
[125]
Bakara, 2/222.
[126]
Zümer, 39/53.
[127]
Allah’ın sureti hakkında fikirlerini beyan eden bir mezhep. Müşebbihe,
Mücessime. (y.h.n.)
[128]
Mümin, 40/28-45.
[129] Yâsîn,
36/26 vd.
[130]
Ahkaf, 46/31 vd.
[131]
Kehf, 18/13 vd.
[132]
Kehf, 18/37-41 vd.
[133]
Sâffât, 37/51-52 vd.
[134]
Lokman, 31/16 vd.
[135]
Tâhâ, 20/72 vd.
[136]
Kasas, 28/79-80.
[137]
Bakara, 2/249.
[138]
Âl-i İmran, 3/52.
[139]
Mâide, 5/84.
[140] Âl-i Imran, 3/8.
[141]
Fussilat, 41/33.
[142] Enbiyâ, 21/69.
[143]
Fâtır, 35/32.
[144] Fussilat, 41/30.
[145]
Nahl, 16/32.
[146]
Ra’d, 13/23-24.
[147]
Hicr, 15/42.
[148] A’lâ, 87/18-19.
[149] Enfâl, 8/42.
[150]
Nisa, 4/165.
[151]
Mâide, 5/99.
[152]
isagoci kelimesinin kaynağı tartışmalı olsa da, mantık ve kategoriler ilmiyle
ilgilidir, (y.h.n.)
[153] Çeviri:
Prof. Dr. Ali Durusoy. Marmara Üniversitesi ilahiyat Fakültesi Öğretim Üyesi.
[154] Zümer, 39/9.
[155]
En’âm, 6/122.
[156]
Fâtır, 35/10.
[157]
A’râf, 7/40.
[158] Hadîd, 57/20.
[159]
Al-i İmrân, 3/14.
[160] Âl-i İmrân, 3/15.
[161]
Kasas, 28/83.
[162] 405
gr.’a denk gelen eski sıvı ölçü birimi.
[163]
Hububat ölçü birimi.
[164]
Peri Hermenias, Aristo’nun aynı adlı kitabına göndermedir. “Yorum üzerine” olan
bu çalışma, daha çok İbare adıyla anılır, (y.h.n.)
[165]
Çeviri: Elmin Aliyev.
[166]
Mantıkçılara göre “sûr”, önermedeki mevzunun fertlerine delâlet eden lafızdır.
Mesela, “bütün insanlar canlıdır” ve “bazı canlılar insandır” örneğindeki
“kül”, “baz” lafızları gibi, (ç.n.)
[167]
Öne, arkaya, yukarıya, aşağıya, sağa ve sola, (ç.n.)
[168]
Örnekteki önermeler orijinal metinde “bütün canlılar insandır” ve “bütün insanlar
canlıdır” şeklinde sıralanmıştır. Oysaki bu, döndürme öncesinde doğru
sonrasında ise yanlış bir önermeye değil, tam tersi döndürme öncesinde yanlış
sonrasında ise doğru olan bir önermeye örnektir, (ç.n.)
[169]
Çeviri: Elmin Aliyev.
[170] Çeviri: Elmin Aliyev.
[171]
Kimüs ya da Keymûs: Mide içindeki sıvı ve katiların birbirine karışmasıyla
aldıkları hal. Kelimenin kökünün Yunanca ya da Süryanice olduğu
düşünülmektedir, (y.h.n.)
[173] Nisa, 4/69.
[174] Bakara, 2/96.
[175]
Cuma, 62/6.
[176]
Hakim en-Nîsâbûrî, el-Müstedrek ales-Sahîhayn, Beyrut: Dâru’l-Ma’rife,
trs., IV, 306. (ç.n.)
[177]
Çeviri: Arş. Gör. Kamuran Gökdağ. Mardin Artuklu Üniversitesi Felsefe Bölümü.
[178] Nemi, 27/59.
[179] Risâletul-heyulâ
ves-sûre.
[180]
Astronomi ölçümlerinde kullanılmış tarihi bir ölçüm cihazıdır, (ç.n.)
[181] Kehânete dayalı, (ç.n.)
[182] Metinde geçen “necm” hem yıldız hem de özel isim
olarak kullanılmıştır.
[183]
Nur, 24/35. Mülessirlere göre en parlak ışıktan bahsedilmektedir. Işık üstüne
ışıktır. Bu âyette söz konusu edilen “ışık”, “nur”, II Samuel, XXII., 29’daki
gibi ya da ayrıca bkz. Yuhannanın Birinci Mektubu 1, 5.
[184]
Nur, 24/40. Burada başka âyetlerde görüldüğü gibi, Arapların dezinle olan
yakınlık ve tanışıklıklarına önemli bir örnektir.
[185]
Metinde yetmiş derece olarak kaydedilmiştir, (ç.n.)
[186] Risâletü'l-Aded.
[187] Risâletü'l-hâss
ve l-mahsûs.
[188]
Bkz. İhvân-ı Safa Risaleleri, Cilt 1, Ayrıntı Yay., 2012.
[189] Bakara, 2/36.
[190]
A’râf, 7/25.
[191]
Mürselât, 77/30.
[192]
Muhammed, 47/15.
[193]
Nahl, 16/67.
[194] Çeviri: Elmin Aliyev.
[196] Risletu l-hâs ve'l-mahsus.
[197] Risletu
l-heyula ves-sure.
[198] Risaletü’l-akli
ve'l-ma’kûl.
[199] Risâletu
l-hendese.
[200] Risaletul-harekat.
[201] Risâletus-sıfat
vel-mevsufat.
[202] Risâletu
l-ilel ve l-malûlât.
[203]
Burada Hakka suresinin 17. ayetine atıf yapılmıştır, (ç.n.)
[204]
Yasin, 36/40.
[205]
Arapça metinde “imkansız olurdu” şeklinde verilen bu ibarenin “mümkün olurdu”
şeklinde okunması metnin geneli itibariyle daha doğrudur, (ç.n.)
[206]
Metnin aslında “ikinci gün” şeklinde verilmiştir, (ç.n.)
[207]
Şavt: (a.) Bir şeyin yörüngesinde dolanma.
[208] Araf, 7/54.
[209]
Tedâvîr (a.c. tedvir): Çevrilme, felek ul-tedvîr: Merkezsel bir daire çevresi
üzerinde devreden küçük daire [epicycle].
[210] Muminun, 23/14.
[211]
Çeviri: Arş. Gör. Kamuran Gökdağ. Mardin Artuklu Üniversitesi Felsefe Bölümü.
Tercümeye önemli katkı ve eleştirilerinden dolayı Yrd. Doç. Dr. Yunus Cengiz’e
teşekkür ederim.
[212] Risâletu l-kevn ve l-fesad.
[213] Zühruf, 43/89.
[214]
Nidâ,4/56.
[215] Risâletu
l-Âsâri'l-Ulviyye ve l-Havâdisi'l-Cevvi.
[216] Çeviri: Elmın Alıyev.
[217] Risâletü l-âsâru l-ulviyye.
[218] Furkan,
25/48.
[219]
Nur, 24/43.
[220] Risaletu terkîbi’l-cesed.
[221] Risâletüs-sanâıı
l-atneliyye.
[222] Risâletus-semâ vel-'âletn.
[223]
Esir: Rumcadan Arapçaya geçen kelime, fizikçilerin ışık, hararet gibi akıcılığı
tanımlarken kullandıkları
[225] Risâletul-coğrafya.
[227]
Yâsîn, 36/39.
[228]
Bugünkü Yemen civarında yaşadığına inanılan, yüksek kuleleri ve binalarıyla
övünen kavim; Hud Peygamber tarafından imâna getirilemediği için şiddetli
rüzgârlarla yok edildiğine inanılan bir kavim.
[229] Zuhruf, 43/86.
[230]
A’râf, 7/172.
[231]
Âl-i İmran,3/18.
[232]
“Kara”: Kimya ilminde kullanılan, dibi geniş, yukarısı dar olan ve ilaç
yapımında kullanılan bir kaptır. İmbik ise, bu kabın üzerine yerleştirilen dar,
uzun bir ibiği olan kubbeli bir kaptır, (ç.n.)
[233] Risâletu'l-hâss
ve’l-mahsûs.
[234]
Risalelerde “Bârı”, her şeyi yoktan var eden mutlak soyut bir varlık olan
yaratıcının bir ismi olarak kullanılan özel bir isimdir, (ç.n.)
[235] Risaletu
z-zecri vel-firâse.
[236]
Metinde geçen “hûzî” kelimesi tam olarak anlamlandırılamamıştır.
[237]
Mülk, 67/5.
[238] Risâletü's-semâ vel-âlem.
[239] Risâletul-hendese.
[240] Risaletu
l-harekât.
[241]
Fâtır, 35/10.
[242]
A’râf, 7/40.
[243] Yasin, 36/ 38.
[244]
Kasas, 28/71.
[245]
Kasas, 28/72-73.
[246]
Araf, 7/54.
[247]
Yunus, 10/5.
[248]
Bakara, 2/255.
[249]
Eznâbın tekili olan “Zeneb”; yörüngesinde dolanan bir gök cisminin, ekliptik
düzleminin üstünden altına geçerken ekliptik düzlemini kestiği nokta olarak
izah edilmektedir, (ç.n.)
[250]
Nahl, 16/53.
[251] Âli
İmrân, 3/191.
[252]
Âliİmrân, 3/18.
[253]
Kehf, 18/51.
[254]
Bakara, 2/171.
[255] Çeviri: Yrd. Doç. Dr. Ali Avcu. Cumhuriyet
Üniversitesi İlahiyat Fakültesi Öğretim Üyesi.
[256] Risaletül-ârâ ve’l-mezahip.
[257]
Bakara, 2/117 ve Yâsîn, 36/86. ayetlere atıf vardır.
[258] Risaletu
l-basi ba’del-mevt.
[259]
Rûm, 30/27.
[260] Risaletü’l-kevn
vel-fesad.
[261] Ra’d, 13/4.
[262]
Fâtır. 35/27.
[263] Yasin, 36/38.
[264]
Veted: Ufuk ve Meridyen dairelerinin Güneş’in günlük yörüngeleri ile
kesiştikleri dört nokta ve bu noktalarla sınırlanan birinci, dördüncü, yedinci
ve onuncu evlerdir, (ç.n.)
[265]
Yasin, 36/38.
[266]
Tihame/Tehame Dağları veya Kumulları: Arap Yarımadasının yüksek
bölgelerindendir.
[267]
Lükkâm/Lükam Dağı: Suriye, Şam şehrindeki meşhur dağdır.
[268] Afganistan’ın vilayetlerinden biri.
[269] Yasin, 36/38.
[270]
Gulgutar: Ayakkabıcıların boya yapımında kullandıkları bir çeşit boya
maddesidir.
[271]
Merhemi yapılıp ateş yanıklarının üzerine sürüldüğünde iyi gelen bir taş
çeşididir.
[272]
Farsça asıllı olan bu kelime Arapçalaşmıştır. Bu taş, özellikle zehre karşı
panzehir üretmek için kullanılmış ve bu noktada efsanevi güçleri olduğuna
inanılmıştır.
[273] Tâhâ, 20/49-50.
[274]
Kılâ, asit ateşinden elde edilen bir maddedir.
[275] Kitâbul-Edviye
ve’t-Ttbb vel-Akâkîr.
[276]
Dibac, sırma veya gümüş işlemeli bir kumaştır (Broker). (ç.n.)
[277] Risaletü’l-mebadiul-akliyye.
[278]
Mirkaşisa: Maden yapımında ve madenlerin ayrıştırılmasında kullanılan bir
ilaçtır.
[279]
Dehneç, zümrüde benzeyen bir taştır.
[280]
Mass, özellikle zehirlenmelere karşı olağanüstü özellikler atfedilen bir
taştır.
[281] Beş
çeşil boraks vardır. Bunlardan birisi olan ekmek boraksı, beyaz renklidir.
[282]
Şâzenç/şâdenç: Göz hastalıklarında kullanılan bir cevherdir.
[283]
Büyüklüğü 7 rıtldan [rıtl/ratl: sıvı ölçü birimi] 10 rıtla kadar olan iri
yapılı sedeflere verilen addır.
[284]
Ermenistan ve İran taraflarında bulunan, tıp ilminde kullanılan bir madendir.
[285]
Buradaki kelime okunamamıştır. (ç.n.)
[286] Süt
emen ve sütten başka bir şey yemeyen oğlağın karnından çıkarılan bir şeydir.
[287] Zâriyât, 51/56-57-58.
[288]
Mâide, 5/33.
[289]
Necm, 53/39.
[290] Risaletul-mebadii'l-akliyye
ve’lefali’r-ruhaniyye.
[291]
Nahl, 16/40.
[292]
Kamer, 54/50.
[293]
Lokman, 31/28.
[294] Enfal, 8/17.
[295]
Enfal, 8/17.
[296] Vâkıa,
56/58-59.
[297]
Vâkıa, 56/63-64.
[298]
Lokman, 31/28.
[299] Necm, 53/39.
[300] Nemi, 27/59.
[301] Risaletü's-sanaiu
l-ameliyye.
[302]
Feyz: Çokluk, verimlilik, ilerleme, çoğalma, bereket.
[303]
Meâric, 70/4.
[304] Fecr, 89/27-28.
[305]
Mâide, 5/2.
[306]
Âl-i İmran, 3/200.
[307]
Nahl, 16/84.
[308] Zümer,
39/73.
[309]
Araf, 7/48.
[310]
Müzdelif: Arafat ve Mina arasındaki bölgenin adı.
[311] Hac
görevi yerine getirilirken en az bir defa geçilmesi gereken mevzi.
[312]
Araf, 7/4.
[313] Kamer, 54/40.
[314]
Zâriyât, 51/55.
[315]
Nûr, 24/1.
[316]
Fecr, 89/27-28.
[317]
Kâbe’nin kapısının karşısında bulunan Makam’ı İbrahim’i kastetmektedir, (ç.n.)
[318] Telbiye:
Hacıların özellikle ihrama girerken ve girdikten sonra okudukları Lebbeyk
Allahümme lebbeyk (Allah’ım, davetine isteyerek uydum, emrine âmadeyim) diye
başlayan dua. (ç.n.)
[319] Say:
Hac ve umre esnasında Kabe’nin doğusundaki Safâ ve Merve denilen iki tepenin
arasında, Safâdan başlayıp Merve’de tamamlanmak üzere, yedi defa gidip gelmeyi
ifade eder, (ç.n.)
[320]
Zümer, 39/75.
[321]
Şûra, 42/5.
[322]
Sâffât, 37/164-166.
[323] Beyt-i
mamûr: Yedinci kat semada melekler için inşa edilmiş, bir geleni bir daha
gelmemek üzere her gün yetmiş bin meleğin ziyaret edip ibâdet ettiği bir
mabeddir. (ç.n.)
[324]
Muakkîb: Ard arda gelen gece ve gündüz melekleri.
[326]
Sâffât, 37/164-166
[327]
Duhân, 44/10.
[328]
Vâkıa 56/62.
[329]
Vâkıa, 56/61.
[330]
Çeviri: Elmin Aliyev.
[331] Nemi, 27/59.
[332]
Muhtemelen teknik bir yanlışlık sonucu olan bu ifadenin “bitkiler mertebesinin
son basamağı” şeklinde verilmesi daha doğru olacaktır, (ç.n.)
[333]
Tahrim, 66/6.
[334]
İsra, 17/57.
[335]
Enbiya, 21/28.
[336] İnsan, 76/1.
[337] İlyâ: Kudüs kenti.
[338]
Enfal, 8/17.
[339]
Enfal, 8/17.
[340]
Tövbe, 9/14.
[342] Şiire: Susam Yağı.
[343]
Ahzab, 33/44.
[344]
Nahl, 16/32.
[345]
Zuhruf, 43/68.
[346]
Fussilet, 41/30.
[347]
Çeviri: Yrd. Doç. Dr. Murat Demirkol, Yıldırım Beyazıt Üniversitesi Öğretim
Üyesi.
[348] Risâletu l-ahlak.
[349] Risaletü
maskotu n-nutfe.
[350]
Haleme: Sözlükte, ufak veya iri kene anlamındadır. Deve karıncası ve deride
bulunup onu yiyen kurtçuk böyledir. Deri tabaklandığında yendiği yer belirir,
(ç.n.)
[351] Al-i İmran, 3/191.
[352]
Yusuf, 12/105.
[353] Tam
anlamını bulamadık. Botanikte “rezene”, (ç.n.)
[354]
Azaya: Çok koşan ve dönen, zehirli kertenkeleye benzeyen pürüzsüz ve yumuşak
bir organizma demektir. Şahmetu 1-arz ve şahmetur-reml diye adlandırılır.
Birçok çeşidi olup hepsi de siyah beneklidir. Hızlı yürüme ve sonra durma
özelliği vardır.
[355]
17:44 - Yedi gök, yer ve bunların içinde bulunanlar, Allah’ı teşbih ederler.
O’nu hamd ile teşbih etmeyen hiçbir varlık yoktur. Fakat siz, onların
teşbihlerini iyi anlamazsınız. Şüphesiz O, halimdir çok bağışlayandır.
17. Âli İmran, 3/140. Bu ayetin devamına, Kurandaki metinde olmadığı
halde “Bunları ancak bilenler düşünürler.” cümlesi eklenmiş, (ç.n.)
20. Bu, İhvanın vehmi olup gerçekte Rumlar kurbanlarda
domuz eti yemezler veya onu Allaha yaklaşma vesilesi kabul etmezler.
21. Bu da bir vehimdir; çünkü Yahudilerin domuza karşı
düşmanlığı Hıristiyanlarınkinden daha önceliklidir.
[361] 416 gr.
[362] İslam hukuku bilgini.
« Prev Post
Next Post »
Yorumlar
Yorum Gönder