Print Friendly and PDF

İhvân-ı Safâ Risâleleri 4

|

 

Bölüm

Bütün Varlıkların İki Türünün Olması Hakkında

Sonra bil ki, bütün varlıklar iki kısımdır: Küllî/tümel olanlar ve cüz’î/tikel olan­lar. Küllî varlıklar varlık bakımından sürekli ve ebedîdirler. Çünkü “Aklî ilkeler Risalesinde açıkladığımız gibi, bu varlıklar, düzen bakımından en üstün ve en yet­kin olandan başlayarak en aşağı ve en noksan olana doğru dizilirler.

Tikel/cüz’î varlıklar ise yetkinleşmeye yönelmiş olarak sürekli oluşum halinde­dirler. Çünkü oluşum, varlığı en noksan olanın, varlığı en yetkin olana yönelmesi ve durumları en aşağı olanın, durumları en üstün ve en yetkin olana doğru ilerlemesi ile başlar.

Sonra bil ki, insan iki cevherden oluşan cüz’î bir varlıktır. Bu cevherlerden biri bu cismânî bedendir, diğeri ise rûhânî nefistir. Beden bakımından en noksan durumu, sağlam bir bedene dönüşmeye yönelmiş olarak nutfe durumudur. Nefis bakımından en noksan ve en aşağı durumu ise hiçbir şey bilmeyen basit durumudur. Nitekim Yüce Allah şöyle buyurur: "... ve Allah, sizi annelerinizin karnından hiç bir şey bil­mezken çıkardı.”[1]

İşte nefsin bu durumları, kuvve halinde bulunan bütün faziletlerin fiil haline çık­masıyla yetkinleşir. Bu ise insanın mümin, doğru, âlim, Rabbânî, hakîm, filozof ve muhakkik olarak dönüşmesidir. Nitekim Yüce Allah şöyle buyurur: “O insana bilme­diğini öğretti.”[2] “Rabbaniler olunuz.”[3]

Sonra bil ki, her bir mükemmel fiilin hikmet sahibi bir öznenin/fâilinin olması aklî zorunluluktur. Her hikmet sahibi fâilin bu fiilinin bir maksadı olması gerekir. Maksat ise nefsin kavrayışının ulaştığı gayedir. Fâil bu gayeye ulaştığında ise fiil du­rur.

Sonra bil ki, feleklerin devirleri mükemmel bir fiildir. O halde bu fiilin fâili hik­met sahibidir. Öyleyse feleklerin devirlerinin bir amacı vardır. Felekler kesin olarak maksadına ulaştığında ise onların devirlerinin durması için fiil kesilir.

Cisimlere gelince, onların en faziletlisi kendisinden en faziletli fiillerin çıktığı ci­simlerdir. Nefislerin en yücesi ise kendisinden bilginin taştığı ve bilgisizliğin yok olduğu nefislerdir.

Sonra bil ki, insanların yediği en lezzetli şey baldır. İnsanların giydiği en rahat elbise ise ipektir. Eğer bunların failleri ipek böceği ve arı olsaydı bu durumda ci­simlerin en küçüğü fiil bakımından en üstünü olurdu. Hâlbuki cismin kesinlikle bir fiilinin olmadığına daha önce delil getirilmişti.

Gayet iyi biliyorsun ki, ziraat ve ağaç, tahıl ve meyve elde etmek içindir. Her ikisine ilişkin maksat ise hasattır. [Fakat] bu maksadın tam olarak ortaya çıkması, ürünün gayeye uygun olarak olgunlaşmasından sonradır. [Çünkü ziraat yapmada ve ağaç dikmedeki] amaç ürün elde etmektir. Tahılın hasadı ve meyvenin koparılması ise onların ölümüdür.

O halde [tahıl ve meyve gibi canlılardan] ürün elde etme amacı ancak ölümlerin­den sonra gerçekleşir. Çünkü ziraatın hasat edilmesinden önce tahıl yetkinleşmez ve kökleşmezse hasattan sonra ondan tam olarak faydalanılmaz. Aynı şekilde meyve tam olarak olgunlaşıp kıvama gelmezse ondan istenilen fayda tam olarak elde edi­lemez.

Öyleyse İnsanî nefsin durumu da bu şekildedir. Eğer onun sûreti kesin bilgi ve cevheri güzel ahlâk ile yetkinleşmezse ceninin rahimde yaratılışı tamamlanmadığın­da ve orada sûreti yetkinleşmediğinde dünya hayatından tam olarak faydalanamaya­cağı gibi, nefis bedenden ayrıldıktan sonraki hayatında herhangi bir fayda elde ede­mez ve zâtı bakımından hiçbir şekilde müstakil olamaz, ahiret nimetlerinden tam ve yetkin olarak lezzet alamaz.

İşte nefsin durumu bu şekildedir. Çünkü nasıl ki [rahimden] ayrılma ceninin do­ğumu ise, aynı şekilde bedenin ölümü de nefsin doğumudur. O halde ey kardeşim! Gaflet uykusundan ve cehalet uyuşukluğundan uyan. Çünkü bütün bunlardan mak­sat [nefsin] bilfiil melek olmasıdır. Öyleyse büyük bir çaba sarf et, sırtını sağlam bir iple kuvvetlendir ve Allah’ın ipine sımsıkı bir şekilde sarıl. "Bizim dâvamız uğrunda üstün gayret gösterenleri, Bize varan yollara mutlaka yöneltiriz: Allah, kuşkusuz, iyilik yapanlarla beraberdir.”[4] O halde dosdoğru yola yönelmek için gayret göster. Çünkü bu yol bütün yollar içinde, gerçek mutluluğu ve ebediliği elde etmek, güzel kokular, huriler ve hizmetçiler (gılmân) gibi [cennet] nimetlerinden lezzet almak için en yüce amaca en yakın yoldur. Allah seni, bizi ve bütün kardeşlerimizi doğru yolda başarılı kılsın. Şüphesiz O, kulları için çok bağışlayandır. Kıyamet gününde Allah’ın selamı Hz. Muhammed’in (salla'llâhü aleyhi ve sellem) ve onun yüce ailesinin üzerine olsun.

"İnsanın Güç Yetirebilirliği Risalesi [burada] tamamlandı.

Bu risâleyi “Ölüm ve Yaşamın Hikmeti” isimli risâle takip etmektedir.

Tabîî-Cismânî Şeylerin {el-Cismâniyyâtu t-tabîiyyât)
On Beşinci -İhvân-ı Safâ Risâleleri’nin YirmidokuzuncuRisâlesi:
Ölümün ve Hayatın Hikmetine Dair[5]

Rahman ve Rahim Olan Allah’ın Adıyla!

H

amd Allaha, selam O'nun seçilmiş kullarına olsun. “Allah mı daha hayırlıdır yoksa O’na ortak koştukları varlıklar mı?”1

Bölüm

Ey iyiliksever ve merhamet sahibi kardeşim! Allah seni ve bizi kendinden bir ruh­la desteklesin. Bil ki:

Öğrenim konusunda insanın gücünün nerede son bulduğunu açıkladıktan sonra Peygambere ait (nebevi) şeriatın kanunlarından ve gerçek hikmetle ilgili (hikemi) ilimlerden ne kast edildiğini izah ettik ki bu da, sadece nefsin terbiye edilmesi ve insanların Yüce Allah’a davet edilmesidir. Bu risâlede ise ölüm ve hayatın hikmeti­nin mahiyeti ile onların var olmalarındaki hikmetin ne olduğunu açıklamak istiyor ve diyoruz ki: Bil ki, bütün gerçek (hakiki) ilimlerin başlangıcı, insanın nefsini bil­mesiyle ilgilidir. Zira insan, birbirinden farklı iki cevherin ve bunların içine giren arâzların bir araya gelmiş toplamıdır; (bu iki cevherden) biri şu cismânî beden, diğe­ri ise rûhânî nefistir. İnsanın küçük bir âlem olduğunu anlattığımız risâlede açıkla­dığımız üzere, nefis cevheri beden cevherinden daha üstündür. [Bu yüzden] insanın nefis cevherini ve onun durumlarını (hallerini) bilmesi, cisim cevherini ve bunun hallerini bilmesinden daha üstündür. Yine biz, cismin mahiyeti ve buna özgü nite­liklerini Madde Risalesi (Risâletu l-heyulâ) ile “Duyu ve Duyulur Şeyler Risalesinde açıklamıştık. Burada ise nefis ilmi (psikoloji) ve onun halleri hakkında konuşmak istiyor ve diyoruz ki:

“Bilimsel Sanatlar Risalesinde açıkladığımız üzere, insanın bilinenleri (malumat) araştırması ve bilmesi dokuz yolla olur. “Kategoriler Risalesinde açıkladığımıza göre bunlar, “O mudur?”, “O nedir?”, “O nasıldır?”, “O kaç tanedir?”, “O nerededir?” “O ne zamandır?”, “Neden odur?”, “O kimdir?” (sorularıdır).

Sonra, bu araştırma (sorularından) bir kısmını insanın tikel/cüz’î nefsiyle ilgili olarak sormak istiyor ve diyoruz ki: O (insanın cüz’î nefsi) nedir, o nasıldır, bu be­denle birlikte kaç tanedir, bedene ilişmeden önce neredeydi, bedenden ayrıldığında durumu nasıl olacaktır, bedene neden ilişmiş ve bundaki amacı nedir?

Bil ki; biz daha önce (insanın cüz’î nefsinin) mahiyetini Akıl ve Akledilirler Risalesi'nde; miktarını, Âlem Büyük İnsandır Risâlesi’nde-, bedenlere ilişmeden önce cüz’î nefsin nerede olduğunu Spermin [Rahme] Düşmesi Risalesi'nde; bedenden ay­rıldığında nerede olacağını Yeniden Dirilme ve Kıyamet Risâlesi'nde açıklamıştık. "Ölümün Hikmeti" başlıklı bu risalede ise biz, (insanın cüz’î nefsinin) bedenle bir­likteliğinin nasıl olduğunu, neden cisme iliştirildiğini ve ondan neden ayrıldığını açıklamak istiyoruz.

Cüz’î nefislerin, tümel/küllî nefisten, ay feleği altındaki cüz’î cisimlerde ortaya çıkmış kuvvetler olduğunu göz önünde tutarsak, öncelikle başlı başına âlemin nefsi olan küllî nefisten söz etmemiz ve onun niçin küllî cisme -ki o kuşatıcı felek’in en uzak noktasından yer merkezinin sonuna kadar olan âlemin bütünüdüriliştirildi­ğini Allah’ın yardımıyla açıklamamız gerekir.

Bölüm

Burada Açıklandığına Göre Küllî Nefsin, Küllî Cisme
İlişmesindeki Gayeye Dair

Deriz ki: Varlıkların tümü biri diğerinin altında olmak üzere mertebe mertebe olup; sayılar ve düzeninin ikiden önceki bire bağlanması gibi, Yüce Yaratıcı olan İlk İllet’le varlığa bağlanınca, Aklî İlkeler Risalesinde açıkladığımız üzere, nefis de var­lıklardan birisi olarak, mertebesi aklın altında, mutlak cismin ise üstünde olmuştur. Cisim, doğal olarak, şekillerden, suretlerden, nakışlardan ve hayattan yoksundur fa­kat onları kabul edicidir. Nefis ise bizzât diri, potansiyel olarak bilici, doğal olarak et­kindir. Nefsin, hikmetin bir çeşidiyle uğraşmayıp (ondan) boş kalmaya, tamamlan­mayı kabul etmesine rağmen cisim olmaya, işlevsiz ve eksik kalmaya terk edilmesi, İlâhî hikmet ve Rabbânî takdir gereği değildir. Nefsin, faal akıl gibi kendisinin mer­tebesinin üstünde olan varlıklar üzerinde otorite/tahakküm kurması da söz konusu değildir. Nefis, hikmet gereği mutlak cisme yönelir. Çünkü (cisim) rütbece kendisin­den daha aşağıdadır. Nefis, hareket ettirme, şekil ve suret verme, nakış ve boyamayla, cismi bunlarla tamamlamak için; ve yine nefis, hikmet ve sanat gibi, potansiyelinde bulunan şeyleri fiiliyata, ortaya ve belirgin hale çıkararak (cismi) olgunlaştırmak için Yüce Yaratıcı nın hikmetine benzeyerekonda tasarrufta bulunur. Çünkü Yüce Yaratıcı, parça (cüz) için bütün (küll) görünür hale gelsin, parça da bütünü müşahe­de etsin, potansiyel durumdaki hikmet ve sanat fiiliyata dökülsün ve belirgin olsun diye, oluşturmasından ve hatta yokluktan sonra varlığa çıkarmasından önce sadece varlıkları bilmekle yetinmedi.

Bundan dolayı küllî nefis, mutlak küllî cisme -ki o kuşatıcı feleğin en uç nokta­sından yerin merkezinin sonuna kadar olan âlemin toplamıdıriliştirilmiştir. Küllî nefis, (mutlak küllî cisim olarak nitelenen âlemin) bütün feleklerine, unsurlarına, türemişlerine (müvelledât) girmiştir ve Yüce Allah’ın izniyle bunları yönetir ve ha­reket ettirir.

Bölüm

Küllî Nefsin Küllî Cisme Girmesine Dair

Fy kardeşim, Allah seni ve bizi kendinden bir ruhla desteklesin, bil ki; felekî-küllî nefsin güçleri, cismânî âlemin tamamı olan küllî cisme aktığı zaman, kuşatıcı feleğin en üst noktasından başlayarak âlemin merkezine doğru yönelir; âlemin merkezinin sonuna ulaşıncaya kadar da feleklere, yıldızlara, dört unsura ve zamansal vakitlere ki bunların hepsi burada (cismânî âlemde) toplanmıştıraşamalı olarak girer. Bu durum, hayvanlar, bitkiler ve madenlerden ibaret olan ay feleğinin altındaki oluşan ve bozulan cüz’î cisimlerin oluşmasına neden olur. Çünkü o, yani sözü edilen güçler, her zaman en üst amacı olan gayesinin en uzak sınırına yükselip, kuşatıcı [feleğe] doğru dönerek meyledince; erdemli cisimlerden olan küllî insanın cüz’î nefislerinin yeniden dirilmesine sebep olur. Bu, açıklamamızı gerektiren genel bir ifadedir. Bu­nunla birlikte ölümün bir hikmet olduğunu da açıklayacağız.

Bil ki; bütün canlılar ölümden hoşlan mayıp hayatı severler. Ama bundan dolayı birçok akıllı kimse, ölümün hak olduğunu ve bunda bir hikmetin bulunduğunu söy­ler, ama bu hikmeti bilmez. Onlar Yüce Allah’ın şu sözünü de delil getirirler: “O, ölü­mü ve hayatı hanginizin amelinin daha iyi olduğunu denemek için yarattı’^ (Fakat) onlar Allah’ın sözünün anlamını da, ondan ne kast edildiğini de bilmezler. Sonra onlar bu gerçeği kabul etmekle birlikte, hepsi hayatı sever ve ölümden hoşlanmazlar. Sonra da, yaşam şartları zorlaştığında hayatı kötülerler ve iyice çekilmez hale gelince de ölümü isterler. (İşte bundan dolayı) ölümün ve hayatın ne olduğunu, ölümün neden kötü görüldüğünü, hayatın ise neden sevildiğini ve bu ikisinin yaratılışındaki hikmetin ne olduğunu açıklama ihtiyacı duyduk.

Bölüm

Ölüm ve Hayattan İbret Almaya Dair

Bil ki; akıllı ve bilgili biri, bu bedenin bileşimi, yapısındaki olağanüstülüğü ve sanatındaki mükemmelliği düşünürse, onun; olgunluğun, hikmetin, doğruluğun ve harikuladeliğin doruğunda olduğunu görür. Nitekim (bedendeki bu mükemmellik), Anatomi Kitabı (Kitâbu’t-leşrîh) ve Uzuvların Faydaları Kitabı (Kitabu menafıi’la’dâ)’nda (bedenin) uzuvlarının birarada bulunuşunun acayiplikleri, bileşikliğinin ilginçlikleri, eklemlerinin güzel düzeni, bedenin uzuvları ve kemiklerinin üzerine yayılıp onlarla bütünleşen, eklemlerine sağlamca yapışan, yapısının çevresine ya­yılan ve bundan duyu ve şuur için ince yumuşak yapıların ortaya çıktığı sinirlerin düzenliliğinin; çıkış yeri ciğerin derinlikleri olan ve etin içine yayılan, bedenin uçla­rına doğru kanının varış yeri olan toplardamarların yayılışının; çıkış yeri kalp olan, bedenin derinliklerine yayılan ve nabızla bedenin uçlarına ulaşan atardamarların yayılışının ve bir kısmı bir kısmının üstünde olan bedenin yapısının tabakalarının nasıl olduğu gibi konularla zikredilmiştir. Yine “Bedenin Bileşimi Risâlesi”nde, fayda sağlamak ya da zararı dışlamak amacıyla farklı gayeler için tahsis edilmiş damarları

3.    Mülk, 67/2.

ve (insanın) spermden başlayarak rahimde tamamlanmasını, çocukluk günlerinde­ki büyümesini, gençlik zamanlarında olgunluğa erişmesini ve orta yaşlı döneminde olgunlaşmasını açıklamıştık.

Sonra yaşlılık dönemi üzerine ve gücünün kaybolup güzel yapısının değiştiği, gittiği ve eksildiği, sonra da ölümle tahrip olduğu, bundan sonra da şişmek, çürümek ve bo­zulmak suretiyle değiştiği, sonra toprakta nasıl yok olduğu ve bittiğini düşünüp bun­daki hikmet yönünün ne olduğunu bilmeyince, [insan] tereddütte kalır, şüpheye düşer ve doğrudan sapar. Bundan dolayı bu risâlede ölüm ve hayattan bahsetmeyi ve bu iki­sinin yaradılış ve oluşumundaki hikmetlerin ne olduğunu açıklamayı gerekli gördük.

Bil ki; zeki ve akıllı biri, rahmin yaratılışını, plasentanın (meşîmet)[6] durumunu, ceninin spermden oluşmasını, bu yerin (yani rahmin) keyfiyetini ve burada yaradı­lışın tamamlanması ve suretin olgunlaşması için uygun ortamı sağlayan şeyleri ve [mekân] genişliğinin hazırlanışım düşündüğü zaman, bütün bunların doğrulukta hikmetin doruğunda ve sanatın mükemmelliğinde olduğunu görür. Bundan hayrete düşenler akıl sahipleridir.

Sonra (insan) doğum halini, rahimde nasıl döndürüldüğünü, plasentanın yırtılı­şını, o tendonların kopuşunu, cenini orada tutan o bağların kesildiğini, orada ceni­nin beraberinde bulunan (ve orası için) tahsis edilmiş kan ve sıvıların nasıl aktığını ve annenin sıkıntı ve meşakkat gibi karşılaştığı şeyleri düşündüğü zaman aklı dehşe­te düşüren, basiret ve akıl sahiplerini hayrette bırakan şeyi görür.

Fakat ceninin bu âlemin ferahlığı, güzel kokusu ve ışığının parlaklığı gibi durum­lara nakledilmesi ve çocuğun yaşam zevki ile dünya nimetlerini tatma gibi ömrünün geleceğinde yapacağı ameller göz önüne alındığında; Allah onu, tasarruf ve değişim gibi bu dünyanın hallerine izafeten dar, karanlık, yetersiz haldeki bu mekândan kur­tardığı ve takdir ettiğinde, [insan] oradan çıkışta bulunan hikmet ve isabeti görür.

Ey kardeş, işte bu şekilde nefsin bedenle olan durumunun, ceninin rahimdeki du­rumu gibi olduğunu; onun ölümden sonraki halinin de çocuğun doğumdan sonraki durumuna benzediğini bilmek için düşünmen/ibret alman gerekir. Çünkü bedenin ölümü, nefsin doğumudur. Aynı şekilde çocuğun doğumu, onun rahimden çıkma­sından başka bir şey değildir. Benzer biçimde nefsin doğumu da onun bedenden ayrılmasından başka bir şey değildir.

Bölüm

Hayatın Mahiyetine Dair

Deriz ki; bil ki, ölüm ve hayat bedensel ve nefsânî olmak üzere iki türlüdür. Be­densel hayat, nefsin bedeni kullanmasından başka bir şey değildir. Bedensel ölüm ise nefsin bedeni kullanmayı bırakmasından başka bir şey değildir. Tıpkı uyanıklığın nefsin duyuları kullanmasından, uykunun da nefsin duyuları kullanmayı terk etme­sinden başka bir şey olmaması gibi.

Nefse gelince, onun hayatı kendisi için zâtidir. Şöyle ki: O, cevheriyle bilfiil diri­dir, potansiyel olarak/bilkuvve bilicidir, doğal olarak cisimlerde, şekillerde, nakış­larda ve suretlerde etkindir. Onun ölümü, cevherini bilmemesi, zâtının bilgisinden gafil olmasıdır. Şüphesiz bu ona madde denizinin derinliklerine aşırı bir şekilde dal­masından, cisimlerin dipsizliklerinde oldukça ilerlemesinden ve cismanî şehvetlere şiddetle aldanmasından dolayı ârız olur. İnsanların çoğu nefislerinin cevherini bil­memelerinden ve ebedi hayatlarından gafil olmalarından dolayı, sadece bu sonlu, alçak, bedensel dünya hayatını bilirler: “Dünya hayatı aldatıcı metadan başka bir şey değildir’’[7] “Dünya hayatı ancak oyun, eğlence, süs, aranızda böbürlenme, mal ve evlatla üstünlük taslamadır.”[8]

Onlar, dünyada bâkî kalmayı isterler ve orada ebedileşmeyi temenni ederler. Yüce Allah’ın buyurduğu gibi, “Onlar ahir etten gafil kalarak dünya hayatının sadece dışını biliyorlar.”[9]

Yine, Allah şöyle buyurmuştur: “Onlar dünya hayatının sunduklarını istiyorlar. Allah ise ahireti diler.”[10] “Ahiret daha hayırlı ve daha kalıcıdır’’[11] [12] [13]

Allah şöyle buyurmuştur: “Ahiret sakınan kişi için daha hayırlıdır"'0

Ve yine Allah şöyle buyurmuştur: “Şüphesiz ahiret yurdunda hayat vardır. Keşke bilmiş olsalardı’’11

Dünya hayatını isteyenleri yeren birçok ayet vardır. Dünya hayatı, beden hayatı­dır. Onlar ahiret hayatından habersizdirler ki, ahiret hayatı gerçekte nefis hayatıdır, bu hayat ebedi ve daimidir. Ancak cismin hayatının mahiyetine gelince biz şunları deriz:

Bil ki; beden, cevheri itibariyle ölüdür. Onun hayatı, nefsin kendisine yakın­lık kurması nedeniyle ârızîdir. Tıpkı havanın cevheri itibariyle karanlık olması ve parlaklığının güneş, ay ve yıldızların ışığının onu aydınlatmasıyla (gerçekleşmesi) gibi. Bedenin cevheri itibariyle ölü olmasının delili, nefsin ondan ayrıldıktan son­raki halinden, nasıl değiştiğinden, bozulduğundan, yok olduğundan ve başlangıç­ta olduğu gibi toprağa dönmesinden anlaşılmaktadır: “Sizi ondan yarattık ve ona döndüreceğiz.”[14]

Bölüm

Cüz’î Nefsin Cüz’î Bedene İlişmesinin Gayesine Dair

Deriz ki; bil ki, cüz’î nefs, riyazetler/eğitimler aracılığıyla olgunlaşmak ve hikmet, sanatlar ve faziletler gibi cevherinde bulunanları, cüz’î maddeyi tamamlamak ve yine onu olgunlaştırmak amacıyla kuvve sınırından fiil noktasına çıkartmak maksadıyla (cüz’i bedene) iliştirilir. Böylece bu parça (tikel/cüz), bütüne (tümel/küll) benzer ki bu (benzeme) de cüz’î nefsin yönetim, idare ve güzel ahlâk, doğru görüşler, temiz ameller ve hakiki bilgilerle arınmayı öğrenmesidir. Böylece parçanın bütüne benze­mesi, “insanın takati ölçüşünce ilahına benzemesidir” şeklindeki hikmet tanımında söylenen şey gibi olur.

İnsanî nefis bu gayesinin sınırının en üstüne ulaşıp faziletleri ortaya çıkarmakla olgunlaşıp beden tahrip olduğunda, bu nefis bedenden ayrıldıktan sonra; et, kan, oluş ve bozuluşu kabul eden dört unsurdan meydana gelen bu bedenden daha şerefli ve yüce olan başka bir hale ve başka bir yaratılışa nakledilir. Yüce Allah’ın buyurduğu gibi: “Sizi bilmediğiniz bir şekilde yaratmamız''[15]

Sonra Allah, ahiret yaratılışını yaratır. Nefsin bedenden ayrıldıktan sonra nakle­dildiği bu durum; rahimdeki bedenin halinin, bu dünyanın ferahlığı, güzel kokusu ve bağırsaklar, plasenta ve rahim karanlığı şeklindeki üç karanlığa oranla, ışığının parlaklığı gibi doğumdan sonra nakledildiği hal gibi olan bir duruma benzer.

Sonra bil ki nefis, nakledildiği bu durumu ancak bedenden ayrıldıktan sonra his­seder; tıpkı ceninin bu dünyanın durumunu ancak doğumdan sonra hissetmesi gibi. Bundan dolayı, Hz. Peygamber (salla'llâhü aleyhi ve sellem) şöyle buyurmuştur: “İnsanlar uykudadır, öldük­leri zaman uyanırlar, onların uykusu ölümden sonraki şeye dair habersiz olmalarıdır."

Nefsin bedeni terk etmesi olan ölüm sarhoşluğu (sekretu'l-mevt) gerçekten geldi­ğinde, kendisiyle vadedildikleri hakikat ayan olur. Nitekim Yüce Allah şöyle buyur­muştur: “Böylece örtüyü senden kaldırdık ve senin gözün bugün keskinleşti”'[16]

Allah, Peygamber (s.a.v.)’ine de şöyle buyurmuştur: “Sana yakın gelinceye kadar Rabbine kulluk et”'[17]

(Yakînden) maksat, bedenden ayrılıştan sonraki ölümdür. Ve yine Yüce Allah şöyle buyurmuştur: “Her nefs ölümü tadacaktır, sonra bize döndürüleceksiniz.”'[18]

Öyleyse ölüm bir hikmettir. Çünkü Rahman ve Rahim olan Rabbine dönüş ancak ölümden sonradır. Allah’ın ve Resûl’ünün vaat ettiğine nefsin ulaşması ancak beden­den ayrılmasından sonradır: “Ey mutmain olmuş nefis! Rabbin senden sen de Rabbin­den razı olmuş bir şekilde Rabbine dön"'[19] Dolayısıyla ölüm Yüce Allah’tan kullarına bir hikmet ve hediyedir. Dahası ruhanî[20] hayatın bitmemesinin/bekasının sebebi ve bedenin yok oluşunun nedeni ölümdür.

Bölüm

Ölümün Hikmeti Hakkında

Bil ki; her oluş ve yaratılışın bir ilki ve başlangıcı vardır; yine onun erişeceği bir sonu ve gayesi vardır ve onun gayesinin devşirilecekbir meyvesi vardır. İşte spermin (rahme) düşmesi de yeni başlayan bir oluştur ve onun gayesi kendisinde sona erdiği doğumdur. Doğum da yeni başlayan bir oluştur ve onun gayesi ise kendisinde sona < rdiği ölümdür. Nasıl ki, çocuk ancak doğumdan sonra tat aldığı için, spermin (rah­me) düşmesinin meyvesi ancak doğumdan sonra oluyorsa; aynı şekilde nefis de be­denden ayrıldıktan sonra tat almaya başlar. Çünkü bedenin ölümü nefsin doğumu­dur; o da ruhtur. Şöyle ki; bedenin ölümü nefsin ondan ayrılmasından başka bir şey değildir; tıpkı ceninin doğmasının, rahimden ayrılmasından başka bir şey olmaması gibi. Öyleyse doğum bir hikmet olduğu gibi ölüm de bir hikmettir. Nasıl ki, cenin, ı ahimdeki biçimi tamamlanıp oradaki yaradılışı olgunlaştığında, rahimden faydala­namaz, aksine doğumdan sonra dünya hayatında (bir şeylerden) faydalanırsa aynı şekilde nefis de bedenle birlikte oluşuyla biçimini olgunlaştırıp faziletlerini tamam­ladığında, bedenden ayrıldıktan sonra ahiret hayatında (bir şeylerden) faydalanır. Öyle ise ölüm bir hikmettir. Zira ebedi kalma ancak ölümün gerçekleşmesiyle ko­laylaşır. Ölüm, ebedi hayatın sebebidir. Dünya hayatı da hakikatte ölümün sebebidir. Çünkü insan bu dünyaya dâhil olmadıkça onun için ölüm söz konusu olamaz. İnsan var oluyorsa, hayatı ölümü için sebeptir, ölümü de sonsuza dek olan bâkî hayatın sebebidir.

Ey kardeşim, bil ki; nefsin bedenle oluşunun durumu; öğrenmek, terbiye gör­mek ve alıştırma yapmak için okulda bulunan çocuğun durumu gibidir. Çocuk bunu öğrenip hakkıyla yaptığında, (onun bu durumu) okulu bitirip okulda elde ettikle­rinden faydalandığı durumdan başka bir şeydir. Çünkü o, kendisinden istenileni tamamlamış ve geriye ikram ve mükâfatlar kalmıştır. Bedenle birlikte olduğu hal­de kendisinden istenileni hakkıyla yaptığı zaman, nefsin bedenle olan durumu da böyledir. Dolayısıyla [nefsin] ayrılmaktan başka bir yolu yoktur. Yine nasıl ki çocuk okulda kendinden istenileni hakkıyla yaptığı zaman, yazı kâğıdı, divit, mürekkep, kalem ve okul kıyafetini taşımaya ihtiyaç duymazsa -çünkü o, Kuran, haberler, şi­irler, nahiv, dil vb çocukların okulda ezberlediğinden [müteşekkil olan] ilmi, zihni­ne kaydetmeyi sağlamak için bunlardan (bir şeyler) kazanmış, bunları okumuş ve bitirmiştirnefsin bedenle olan durumu da işte böyledir: Nefs duyular aracılığıyla duyulurlara ait işleri, tefekkür ve düşünme yoluyla da akledilirlere ait işleri hakkıy­la yerine getirdiği zaman, oluş ve bozuluş gibi bu âlemin işlerinin hakikatini bilir; bundan sonra duyulardan hareketle gizli olan durumların bilgisine götüren kanıtlar olarak (kabul edilen) matematik yoluyla yükselir ve bunlarla ilgili alıştırmalar yapıp onları hakkıyla bilir; kendisine âleminin, başladığı ve vardığı yerinin durumu apaçık olur; öncekilerden Allah’ın sünneti üzere giden ve semanın melekûtuna[21], feleklerin ferahlık ve genişliğine yükselen hemcinslerinin durumlarını basiret gözüyle görür. Bu durumda nefis buraya yükselmenin ve hemcinslerine katılmanın özlemini çeker, fakat bu durum onun için ancak bu ağır bedeni terk etmesi ve ondan ayrılmasıyla mümkün olur ki bu da ölümdür. Şayet ölüm olmasaydı oraya ulaşmak engellenmiş olurdu. Öyleyse ölüm, Aziz ve Çelil olan Allah’tan basiret sahibi özgür nefisler için bir hikmet, nimet, rahmet, ikram ve lütuftur.

Bölüm

Ölümün Başka Bir Hikmetine Dair

Ey kardeşim, bil ki; beden bir gemi gibi, nefis ise denizci gibidir; sâlih (iyi/yararlı) ameller de tüccarın malları ve mülkleri gibidir. Dünya bir deniz gibi, yaşamın gün­leri bir geçit gibi, ölüm de kendisine yönelinen sahil gibi, ahiret yurdu ise tüccarın şehri gibidir. Cennet kazançtır; Yüce Allah ise layığını veren bir sultan gibidir. Nasıl ki bir tacir, denizi boydan boya geçip mallarını ve mülklerini teslim ettiği zaman, kendisi gemiden çıkmadığında, o tacirin şehre girmesi mümkün olmuyor ve malla­rının kazancından mahrum kalıyorsa; bedenle birlikte olan nefsin durumu da böyle­dir: O da dünya hayatını sâlih amellerle kat ettiği, âdil bir seyir çizdiği, güzel ahlâkla ahlâklandığı, doğru görüşlere inandığı ve duyulurların durumuna bakıp onları doğ­ru bir bilgiyle bildiği, akledilirlerin hakikatlerini araştırıp ve onlarıyerliyerinde yap­tığı, ömrünün sonuna ulaştığı ve beden tahrip olduğu zaman, artık bedenin ölümü demek olan ayrılıktan başka bir yol ve çözüm yoktur. Şayet ölüm olmasaydı, nefsin sema melekûtuna yükselmesi, meleklerin zümresine girmesi ve cennete ulaşması mümkün olmaz ve böylece nefis Yüce Allah’a ve ahiret diyarının nimetlerine kavuş­maktan mahrum kalırdı; tıpkı ceninin plasentada kalıp oradan çıkamaması halinde bu âlemi gerçek manada müşahede etmekten mahrum kalması gibi. Öyleyse ölüm bir hikmet, rahmet ve nimettir. Çünkü biz, Rabbimize ancak bu cisimden çıktıktan ve bedenlerimizden ayrıldıktan sonra ulaşabiliriz. “Her nefis ölümü tadacaktır. So­nunda bize döndürüleceksiniz.”[22] [23]

Bölüm

Ölümün Hikmetine Dair

Bil ki; dünya bir meydan gibi, bedenler başıboş at gibi, hayırlar konusunda öne geçen nefisler at binicileri gibi, Yüce Allah ise layığını veren cömert bir sultan gi­bidir. Nasıl ki öne geçen binici sultanın kapısına ulaştığında, atından inmiyor ve [dolayısıyla] sultanın huzuruna çıkması mümkün olmuyor ve böylece ödülden, güzel mallardan ve ikramdan mahrum kalıyorsa; dünya hayatının günlerini ha­yırlarda öne geçerek bitirdikleri zaman, hayırlar ve salih ameller konusunda öne geçen nefislerin durumu da böyledir. Nitekim Yüce Allah onları şöyle övmüştür: “Muhakkak ki onlar hayırda yarışıyorlar ve bize boyun eğerek ümit ve korku içinde dua ediyorlardı”2'

Ömür bitip, beden tahrip olduğu ve ihtiyarladığı, nefis de filizlenip olgunlaştı­ğında, eğer (nefis) bedenden ayrılmazsa, semanın melekûtuna ulaşması mümkün olmaz. Çünkü bu bozulup değişen ağır beden, o şerefli yüce mekâna layık değildir. Aksine işlediği hayırların karşılığını görmek için buraya yükselebilen, nefstir. Öyley­se ölüm bir hikmet ve rahmettir.

Yine, dünya bir tarladır, kadınların rahimleri de Yüce Allah’ın “Kadınlarınız sizin tarlanızdır.”[24] (ayetinde) buyurduğu üzere bir tarla gibidir. Sperm, tohum gibi; do­ğum filizlenme gibi; gençlik günleri büyüme gibi; yetişkinlik dönemleri olgunlaşma gibi; ihtiyarlık zamanları da çoraklık ve kuruluk gibidir. Bu hallerden sonra hasat ge­rekir ki bu da ölüm, sırat ve ahirettir; tıpkı harman yeri gibi: Nasıl ki harman yeri her ı insten ekinleri toplayıp, onları dövüyor, ayıklıyor; kabuğu, yaprağı, samanı, taneyi ve ürünü birbirinden ayırıyor; canlılara yiyecek, ateşe de odun yapıyorsa; tıpkı bunu gibi, her dinden önceki ve sonraki ümmetler ahirette toplanır, sırlar açığa çıkar; Al­lah kötüyü iyiden ayırır ve kötülerin bir kısmını diğerinin üstüne yığıp hepsini topla­yarak onları cehenneme koyar. Allah, sakınanları ise başarılarından dolayı kurtarır; onlara kötülük dokunmaz ve onlar üzülmezler.

Bunların hepsi ölümden sonra Yüce Allah’tan dostları için bir hikmet, rahmet ve nimettir. Bundan dolayı Allah’ın dostları ölümü isterler. Nitekim Yüce Allah, hak etmedikleri halde kendisini onlardan sananları şöyle azarlamıştır: “De ki; Ey Yahudiler! Bütün insanlar değil de sadece kendinizin Allah’ın dostları olduğunuzu iddia ediyorsanız, bunda da samimi iseniz haydi ölümü isteyin (bakalım)'’’[25]

Bu âyetler, Yüce Allah’ın dostlarının bir alametine işaret etmektedir ki, [bu da] onların ölümden sonra Rablerine kavuşacaklarını bildikleri için ölümü istemeleri­dir. Öyleyse ölüm bir hikmet ve nimettir.

Bölüm

Yine Ölümün Hikmetine Dair

Ey kardeşim, bil ki; Bedenin Bileşimi Risâlesi’nde açıkladığımız üzere, nefisler zanaatkârlar gibi, bedenler dükkânlar gibi, bedenin organları da âletler gibidir. Son­ra bil ki; zanaatkârlar mesleklerde çalışırlar; mal kazanmak ve zenginliği elde etmek için işin zorluğunu yüklenirler. Onlardan biri zenginleşince dükkânı ve aletleri bı­rakır ve işten kurtulur. Nefislerin durumu da böyledir: Nefis, bedenle bir arada bu­lunduğu halde ahiret azığı olarak kendisinden isteneni yerli yerinde yapınca, bedene ihtiyaç duymaz ve yalnız başına kalır. Şayet kendisinden beden alınmamış olsaydı, bu, nefsin gök/sema melekûtuna yükselmesine ve melekler zümresine katılmasına, felekler âleminde dolaşmasına, göklerin boşluğunun genişliğinde yolculuk yapma­sına ve güzel kokuları koklamasına zarar verir ve engel olurdu. Öyleyse ölüm, Yüce Allah’tan salih kulları için bir hikmet ve nimettir.

Çok dürüst olan Hz. Yusuf (a.s.) şöyle demiştir: “Ey göklerin ve yerin yaratıcısı olan Rabbim, bana mülk verdin ve olayların tevilini öğrettin. Sen benim dünyada ve ahirette dostumsun. Beni Müslüman olarak öldür ve beni sâlihler arasına kat.”[26]

Onun (a.s.), sâlihlerle buluşmanın ancak ölümden sonra olduğunu bildiği için ölümü “Beni Müslüman olarak öldür” sözüyle istediğini görmüyor musun? Öyleyse ölüm bir hikmet ve nimettir.

Rahmanın Dostu Hz. İbrahim (a.s.) da şöyle demiştir: “Beni yaratan ve doğru yolu gösteren O’dur. Beni yediren ve içiren Odur. Hastalandığım zaman bana şifa veren O’dur; benim canımı alacak, sonra beni diriltecek O’dur. Hesap günü hatalarımı bağış­layacağını umduğum O’dur. Rabbim! Bana hikmet nasip eyle, beni sâlihlerin arasına kat; bana sonra gelecekler için de iyilikle anılmayı nasip eyle! Beni naim cennetlerine mirasçı eyle.”[27]

Öyleyse cennete mirasçı olmak yalnızca ölümden sonra mümkün olacağı için ölüm bir hikmettir.

Sonra bil ki; nefse Allah’tan gelen şeref, özellikle nefse ulaşır, bedene değil. Çünkü beden toprakta yok olur; sâlihlere/iyilere katılacak olan onun nefsidir.

Bölüm

Nefsin Kuvveden Fiile Çıkmasının Keyfiyetine Dair

Deriz ki: Allah burhânım aydınlatsın, bilki; çocukların nefisleri bilkuvve/potansiyel olarak akıllıdır (âkil), ergenlerin nefisleri bilfiil akıllıdır, akıllı olan nefsler bil­kuvve âlimdir, âlimlerin nefisleri de bilfiil âlimdir. Yine âlimlerin nefisleri bilkuvve felsefîdir, filozofların nefisleri de bilfiil bilge (hakîm)’dir. Seçkin bilgeler bilkuvve melektir, nefisleri bedenlerinden ayrıldığında ise bilfiil melek olurlar. Öyleyse ölüm bir hikmet ve rahmettir.

Ey kardeşim, bil ki; madenler bitkinin cisimlerine dönüşür, bitki cisimleri hay­vanın cisimlerine dönüşür ve en şerefli hayvan insandır. Bitkinin sureti derinliğe giden girift bir yoldur. Hayvânî nefis onu geçer ve ondan kurtulur. Hayvanın sureti yüzeye yayılmış bir yoldur. İnsanî nefis onu geçer ve ondan kurtulur. İnsanın sureti doğru ve dik bir çizgi gibi cennet ile ateş -ki o da cehennemin sonlarıdırarasın­da dosdoğru bir yoldur. Dolayısıyla hangi nefis onu geçerse cehennemden kurtulur ve meleklerin sureti olan cennete girer; aksi takdirde aşağılıkların en aşağısına geri gönderilir. Nitekim Yüce Allah şöyle buyurmaktadır: “Şüphesiz biz insanı en güzel biçimde yarattık. Sonra onu aşağıların aşağısına indirdik. Ancak iman edenler ve salih amel işleyenler için eksilmeyen devamlı bir ecir vardır”[28]

Ey kardeşim, bu konuya bak ve onun hakkında iyice düşün, çünkü sen büyük bir tehlike üzeresin. Sen cennet kapısının yakınına ulaştın, şayet bedenden ayrılma­dan önce nefsini düşünüp, sâlih/iyi ameller, doğru görüşler, güzel ahlâk ve hakîkî ilimlerle hazırlık yapıp azığını temin ettiysen, senden ricam şudur: Oluş ve bozuluş âlemi olan derin ateşten kendini kurtar; felekler âlemine, göklerin genişliğine, dai­mi, bâkî ve ebedi âleme yükselerek, nebiler, sıddîkler, şehitler ve sâlihlerle -ki bun­lar ne güzel dostlardırberaber nimet ve mutluluk içinde cennete ulaş. Bu Allah’tan bir ikramdır!

Bölüm

Yönetimlerin Gayesine Dair

Bil ki; beden yönetilen, nefis ise yönetendir. Hangi nefis bedeninin yönetiminde geıektiği gibi riyazet yaparsa; aile, hizmetçiler ve köleleri yönetebilir. Kim ailesini . h I ıl bir biçimde yönetirse, bir kabileyi yönetebilir. Kim bir kabileyi gerektiği gibi yönetirse, şehrin tüm halkını yönetebilir. Kim şehir halkını gerektiği gibi yönetirse, ıl.ılıî kanunları yönetebilir. Kim ilahi kanunları yönetirse, yaptığı iyiliğin karşılığını >ı ada görmesi için felekler âlemine, göklerin genişliğine ve daimi âleme yükselebilir. Öyleyse ölüm bir hikmettir.

b.y kardeşim, şayet ilahi kanunların yönetimi düzeyinde değilsen onda usta­ki ş ki, belki ehlinin şefaatiyle[29] cehennemden kurtulur ve onların yardımıyla sema ıı ıclekûtuna ulaşır, Allah’ın rahmeti, ikramı ve rahmetinin genişliği sayesinde cennele girersin. Ey kardeşim, Allah seni doğruda başarılı kılsın; seni ve ülkede bulunan kardeşlerimizi doğru düşünceye erdirsin; Allah merhametlidir, cömerttir.

Bölüm

Bedenin Kusurları ve Eksiklikleri

Ey kardeşim, bil ki; "Bedenin Bileşimi Risâlesi”, "İnsan Küçük Âlemdir Risâlesi” ve "Duyu ve Duyulur Risâlesi”nde, bedenle bir arada bulunduğu halde nefsin hikmet, ilimler ve kazançlar elde ettiğini; sanatları, yönetimleri, idareyi, otorite sahibi olma­yı ve insanın gücü ölçüsünde ilahına benzemeyi başarabilmek için riyazet yaptığını açıklamıştık. Bu beden bu nefis için dünya ile ahiret arasında uzanan bir yol olduğu için, şayet nefs kurtuluşa erenlerin yolunu tutup bu yolu geçer ve onun afetlerinden korunursa, bundan sonraki diğer şeyler ona kolay gelir.

Bu bedenin kusurlarından birisi, nefsin kenefte/tuvalette tutsak biri gibi olması­dır. Çünkü kenef aslında bu bedenin kendisidir. Beden; kir, idrar, dışkı, sümük, tükü­rük, kan, irin, salya, kötü kokulu ter, kötü ağız kokusu ve (diğer) iğrenç kokular gibi her türlü pisliğin kaynağıdır. Kenefte pislik adına her ne varsa bedenden çıkar ve onda oluşur. Onun başlangıcı pis bir sperm, sonu kötü kokan bir ceset, bu iki duru­mun arası ise pislikle (el-aziret) doludur. Nefis ise sürekli bedeni temizleme, yıkama, arındırma, tedavi etme, ayıplarını ötme; sıcak, soğuk, açlık, susuzluk, çarpma, darbe alma ve sayısı bilinmeyen ârızî sıkıntılardan onu koruma üzeredir.

Özetle, dünyada ne kadar kötü koku, necaset, pislik ve leş varsa hepsi bedenden kaynaklanır. Diğer açıdan diyoruz ki, bedenle birlikte bulunan nefsin örneği, sabah akşam puta tapan putperest gibidir. Şöyle ki; nefs, ilim öğrenmeyi, Aziz ve Çelil olan Allah’a kulluğu, bedenden ayrıldıktan sonraki hayatı konusunda düşünmeyi, onun için hazırlık yapmayı ve dünyadan ahirete yolculuğu için azık hazırlamayı bırakır; yeme, içme, giyim, barınma, binek vb dünya hayatının süsleri gibi bedene uygun olan şeylerle meşgul olursa, puta tapan bir Yahudi[30] gibi olur ki, Yüce Allah şöyle buyurmuştur: “Hevâ ve hevesini tanrı edinen ve Allah’ın (kendi katındaki) bir bilgiye göre saptırdığı, kulağını ve kalbini mühürlediği, gözünün üstüne de perde çektiği kim­seyi gördün mü? Şimdi onu Allah’tan başka kim doğru yola eriştirebilir? Hâlâ ibret almayacak mısınız?’’[31]

Bir açıdan da şöyle deriz: Beden Yüce Allah’tan habersiz bir kâfir gibidir; Onu bilmez, kendisini yaratan ve rızıklandıranın kim olduğunu anlamaz.

Başka bir açıdan beden, kendi heveslerine davet eden ve işlerin kendi isteğine göre olmasını isteyen bir bidat sahibi gibidir.

Diğer açıdan beden, neticeleri düşünmeyen aceleci bir cahil gibidir. Yine o, düş­manlığı gizleyip sadakati göstererek nefsin düşmanı gibidir. Yine o vesvesenin çok­luğundan dolayı bir şeytan gibidir. Yine o, düşmanlığa çağıran iblis gibidir. Yine beden, nefsin omuzlarında taşıdığı tabuttaki bir ölü gibidir; vah o nefse ki, bedeni toprağa gömünceye kadar ondan yana rahata kavuşamaz. Aynı şekilde beden, ba­kanların gözleriyle güneşin ışığı arasında bir bulut gibidir; çünkü karanlıklar be­denin karışım malzemesidir, bakışı aklın ışığından alıkoyar. Beden, (bir yandan) emeller yağdırırken, (diğer yandan) belirlenmiş olanları unutturur. Ve yine şerefi ve cevherinin şerefiyle; oluş ve bozuluşun altında olan bu âlemdeki gurbetliğiyle; bu bedenin afetleri ve maddesinin bozgunculuğuyla olan imtihanıyla bu cüz’î nefsin örneği, şu gurbeti yaşayan tecrübeli ve hikmet sahibi adamın örneği gibidir: (Bu adam), ahmak ve günahkâr, cahil ve kötü huylu, kötü tabiatlı; sürekli kendisinden güzel yiyecekler, lezzetli içecekler, abartılı elbiseler, süslü mekânlar, kötü şehvetler isteyen bir kadının aşkıyla imtihan edilmektedir. Bu hikmet sahibi kişi, kadına olan sevgisinin baskısının şiddeti ve onunla olan birlikteliğinin belasının büyüklüğün­den dolayı, tüm gücünü onun durumunu düzeltmeye, tüm ilgisini onun halini ida­re etmeye harcamış ve ta ki kendisinin durumunu, halinin düzeltilmesini, çıktığı beldesini, beraber büyüdüğü akrabalarını, başlangıçta içinde bulunduğu nimetini unutmuş ve sanki isyankâr ve açık bir düşman olan şeytana bağlanmıştır. Bu şey­tan Yüce Allah’ın şu sözünde söylediğidir: “Ey Âdemoğulları! Şeytan, ana-babanızı cennetten çıkardığı gibi sizi de aldatmasın...”[32] O halde, Âdem’i cennetten çıkaran iblis budur.

Sonra şunu bil ki; nefsin cevheri semavî bir cevherdir; onun âlemi ruhanî bir âlemdir. Nefis bizzâtihi diridir; varlığını ve bekasının unsurlarını sürdürme husu­sunda bedenin ihtiyaç duyduğu yeme, içme, giyinme, barınma vb şeylere muhtaç değildir. İnsanın bu dünya arazlarından ihtiyaç duyduğu her şey; durumunu düzelt­mek, varlığını sürdürmek, ona fayda sağlamak ve zararı ondan def etmek amacıyla bozulan ve dönüşen bu beden içindir. (Bununla birlikte) beden bir an bile tek bir durum üzere durmaz.

Sonra şunu da bil ki; bu nefis belirlenmiş olan vakte kadar bu bedenle birlikte olduğu müddetçe, bu bedenin işlerini düzeltmek için tasasının çokluğuyla kusurlu olacak; insanın dünya hayatı boyunca muhtaç olduğu şeyler ile mal, mülk ve ev eşv.im elde etmek için yorucu meslekler ve sıkıntılı işlerin sorumluluğu hususundaki ilgisinin şiddetiyle mutsuz kalacaktır.

Sonra şunu da bilesin ki; nefis bu bedenle ilişkili olduğu sürece, bu bedenden ayrılması dışında ona rahat yoktur. Tıpkı o ahmak ve günahkâr kadına âşık olmakla imtihan edilen o hikmet sahibi adam gibi. Bu adam için o kadından ayrılmaktan ve onun sevgi ve aşkını unutmaktan başka imtihan edildiği şeyden ona rahat yok­lu ı. O halde ölüm, bedenlerin yok oluşundan sonra, iyilerin nefsleri için bir hikmet, ı .ıh met ve nimettir. Ölüm ancak bir nimet ve mutluluktur. Dünya hayatı ise aldatıcı mutadan başka bir şey değildir.

I lüznü bizden gideren Allah’a hamd olsun. Gerçekten Rabbimiz affedicidir, şükürdür.[33] Allah seni, bizi ve bütün kardeşlerimizi doğru olana muvaffak kılsın. Şüphesiz O, kullarına çok merhametlidir, çok şefkatlidir.

Hayatın ve ölümün mahiyeti hakkındaki on beşinci risâle tamamlandı. Bunu, I hızlar Risalesi (Risâletu ’l-lezzât) takip edecektir.

Tabîî-Cismânî Şeylerin (el-Cismâniyyâtü’t-tabîiyyât') On Altıncı
-İhvân-ı Safâ Risâleleri’nin OtuzuncuRisâlesi:
Lezzetlerin Nitelikleri, Hayatın ve Ölümün Hikmeti ile
Bunların Mahiyetlerine Dair1 [34]

Rahman ve Rahim Olan Allah’ın Adıyla!

H

amd Allah’a ve selam O’nun seçilmiş kullarının üzerine olsun. "Allah mı daha hayırlıdır yoksa O’na ortak koştukları varlıklar mı?”[35]

Bölüm

Lezzet ve Elem, Keder ve Sevinç, Neşe ve Üzüntü, Dinginlik ve
Yorgunluk Gibi Durumların Mahiyetleri Hakkında[36]

Ey kardeşim, bil ki -Allah seni ve bizi kendi katından bir ruh ile desteklesinölümün ve hayatın hikmetine ve bunların mahiyetlerine ilişkin açıklamalarımızı [bir önceki risâlede] tamamladık. [O risâlede] ölümün ve hayatın oluş ve bozuluş âleminde varlığa gelmelerinin hikmetinin ne olduğunu, canlıların nefislerinin ölü­mü sevmemelerinin ve hayatı ise sevmelerinin sebebinin ne olduğunu açıklamıştık. Bu risâlede ise lezzet ve elem, keder ve sevinç, neşe ve üzüntü, dinginlik ve yorgun­luk gibi durumların mahiyetlerini ele almak istiyoruz. Burada bütün bunların birbi­rine zıt ya da benzer durumlar olduğunu açıklayacağız.

Ey kardeşim, bil ki -Allah seni ve bizi kendi katından bir ruh ile desteklesinlez­zet ve elem cismânî ve rûhânî olmak üzere iki çeşittir. Bunların benzerleri olan diğer durumlar da bu şekildedir.

Cismânî lezzetler, canlı nefislerin elemlerin bitiminde hissettiği rahatlıktır. Her­hangi bir sebeple canlı nefislerin ifrat ve tefrit (ziyade ve noksan) yönlerine meylede­rek itidalden sapmasıyla hissettiği elemler ise Allah’tan başka hiç kimsenin sayısını bilemeyeceği kadar çoktur. Fakat biz, elem ve lezzetin mahiyetini ve nasıl meydana geldiklerini öğrenmen için bunlardan sadece bir kısmını ele alacağız.

Yeme ve içme lezzetinin mahiyeti bunlardandır. Bu konuda biz deriz ki; midesi ve taşlığı olan canlıların midelerindeki ısının durumu fitille tutuşturulan kandilin ateşi gibidir. Kandil yağı bittiği zaman kandildeki ateşin fitili yakmasında olduğu gibi, midedeki gıda bittiği zaman, [yani gıda] mide sıvısında tutuşup yok olduğu zaman midedeki sinir dokuları da yanar. İşte bu durumda söz konusu nefisler acı hisseder. Onların bedenleri ise midede kaybolan gıdaya bedel ve karşılık olarak yeni gıda elde etme isteğiyle harekete geçer. Bu istekler mideye ulaştığında ise, midedeki söz konu­su ısı onları pişirmek için yakmaya başlar. Böylece midedeki bu yangın dinmiş olur ve bu durumda söz konusu canlılar huzur ve lezzet bulurlar. Yemenin lezzeti ise bu ısının yanmasına ve sönmesine göre değişir.

Karaciğer ısısının artmasından kaynaklanan susuzluğa ilişkin durum da bu şekil­dedir. Bu durumda canlı, tâbiî ihtiyacını tam olarak alıncaya kadar yeme ve içme lez­zetini aramaya devam eder. Tabiî ihtiyacını tam olarak aldığında ise lezzet sona erer ve teskin olur. Hatta eğer ihtiyaç miktarından daha fazla yenilir ve içilirse söz konusu bu lezzet acıya dönüşür. Bu durumda canlı, yediklerini sindirip hazmedinceye ka­dar ve bedenin organlarına ulaştırdığı bu gıdaların çözülüp yerine yenisini almaya hazır oluncaya kadar yemeyi ve içmeyi bırakır. Çünkü canlı, göz açıp kapayıncaya kadar olsun bir an bile durmaksızın her zaman bir eritme ve sıvılaştırma halindedir. Basiret sahibi doktorlar ve tabiat bilginleri bu söylediklerimizin hakikatini ve tavsif ettiklerimizin doğruluğunu bilirler.

Canlıların cinsel ilişkide bulunmaktan aldığı lezzete gelince: Kandan süzülen ve meni olarak isimlendirilen madde canlıların bedeninde çoğaldığında ve kendisine tahsis esilmiş yerlerde biriktiğinde [söz konusu bu yerlerde] ağırlaşma ve uzama meydana gelir. Bu durum, tıpkı idrarın mesanede ve dışkının bağırsakta birikme­si sonucu [canlılarda] bunların dışarı atılma isteğinin oluşması gibidir. İşte meniye ilişkin durum da aynen bu şekildedir. İlâhî hikmet ve Rabbânî inâyet (yardım), er­keklerin tabiatında kendi cinsinden olan kadınlarla bir araya gelmek için bir şehvet yaratmıştır. Aynı şekilde kadınların tabiatında da kendilerinden üreme ve doğumun meydana gelmesi için erkeklerle bir araya gelme [şehveti] yaratılmıştır. Çünkü açık­laması oldukça uzun olan sebeplerden dolayı oluş ve bozuluş âleminde şahısların varlıkları ebedî olmadığından, neslin sürekliliği ancak şahısların sürekliliğiyle ve su­retin sürekliliği ise ancak maddenin sürekliliğiyle mümkündür. Biz bu sebeplerin bir kısmını "Yeniden Diriliş ve Kıyamet Risalesinde bir kısmını ise "İlletler ve İlletliler Risalesinde incelemiştik. O halde bu meni [nutfe] eril canlıların bedeninden çık­tığı zaman tabiatındaki ağırlık hafifler ve bu durumda söz konusu canlılar rahat ve lezzet bulur.

Canlıların sükûnet, dinginlik ve uyku durumlarında aldıkları rûhânî lezzetlere gelince; bunun sebebi ise canlıların bedenlerindeki mizacı ısıtan ve organların hare­ketli kas ve sinirlerindeki rutubeti kurutan harekettir. Bu durumda bedenler hare­ket etmekten zayıf düşerler. Canlılar sakin, rahat ve dingin olduğunda ise bedenleri soğur ve böylece sükûnetten soğukluk, soğukluktan da rutubet meydana gelir. Bu durumda ise sinirler ve bu sinirler ile kasları harekete geçiren kirişler yumuşar ve hareket kolaylaşır. Nitekim bedenlerin, yüklerini ve ağırlıklarını bırakmaları duru-

4.    Risâletü l-Bahsi ve l-Kıyâmet.

5.    Risâletü'l-'İlelive’l-Malûlât. nı unda buldukları rahatlığın durumu da bu şekildedir. Çünkü aşırı hareket ve ağırlık bedenlerin mizacını fazlaca ısıtır ve onların itidalden sapmalarına sebep olur.

(kınlıların sıcaklık ve soğukluk esnasında buldukları lezzet ve rahatlığa gelince; bunun sebebi ise şudur: sıcaklık canlıların bedeninde sürekli olduğu zaman bedenin mizacını fazlaca ısıtır ve böylece itidalden sapmalarına sebep olur. Bu durum ise onlara acı verir. İşte bu durumda canlılar, gölge serinliği ve soğuk ortamlar gibi sı­caklığın zıddı olan yerlere ihtiyaç duyarlar. Eğer canlılar uzun süre soğuk ortamlarda kalırlarsa, bu kez canlıların bedenindeki soğukluk aşırı bir noktaya varır ki bu du­rum ise mizacın başka bir yönden itidalden sapmasına sebep olur. Bu kez ise canlılar sıcaklık, güneş ve ateş gibi soğukluğun zıddı olan şeylere ihtiyaç duyarlar.

Bütün bu anlattıklarımızdan ortaya çıkan sonuç şudur: canlılar sürekli olarak ya sıcaklıktan duydukları acıdan onun zıddı olan soğukluğa kavuşmakla ya da tam ter­sine; soğukluktan duyduğu acıdan onun zıddı olan sıcaklığa kavuşmakla rahat bulur­lar. Aynı şekilde bütün bu anlattıklarımızdan şu sonuç da ortaya çıkmıştır ki, cismânî lezzetler ancak acıların ortadan kalkmasıyla meydana gelir. Bu acılar ise [canlıların mizacının] ya artma veya eksilme şeklinde iki taraftan birine doğru itidalden sap­masıyla, ya sıcaklıktan soğukluğa veya soğukluktan sıcaklığa, ya hareketlilikten ha­reketsizliğe veya hareketsizlikten hareketliliğe, ya açlık ve susuzluktan tokluk ve suya kanmışlığa veya tokluk ve suya kanmışlıktan açlık ve susuzluğa geçmesiyle olur. İşte bu örnek ve kıyasa göre diğer bütün cismânî lezzetler ve acıların durumu tespit edi­lebilir. O halde nefsin, varlıklardaki güzelliklere bakmak, hoş sesleri dinlemek, temiz kokuları koklamak ve [pürüzsüz] yüzeylere dokunmakla aldığı lezzetlerin tamamı, bu gibi şeylerin onun mizacına uygun olmasından dolayıdır. Nefsin acı duyması ise, onun mizacına muhalif durumların varlığından dolayıdır. Öyleyse algı, algılayanın mizacını itidalden saptıran her algılanabilir şeyden acı duyar ve ondan hoşlanmazken, algılayanı itidale ve tâbiî mizaca geri getiren her algılanabilir şeyden ise lezzet alır, onu sever ve ondan hoşlanır.

O halde, ey kardeşim, bütün bu söylediklerimizi düşündüğün zaman, bu cismânî acı ve lezzetlerin canlıların bedenlerindeki mizacın itidalden çıkması ve tekrar itida­le dönmesiyle olduğunu bilir ve kavrarsın. Çünkü bu acılar canlıları, bedenlerini ve şekillerini kendilerine ilişebilecek afetlerden korumaya teşvik ederken; bu lezzetler ise, onların menfaatlerine olacak şeyleri istemeye ve zararlarına olabilecek şeylerden de uzak durmaya teşvik eder. Zira söz konusu bu bedenler “ölü bedenler” olduğu za­man, ne kendilerine zarar verebilecek şeylerden uzak durmaya, ne kendilerine fayda sağlayacak şeyleri istemeye ne de kendilerini yok edecek veya mizaçlarını itidalden saptıracak şeylerden sakınmaya güç yetirebilirler. “Bedenler kendilerine zarar vere­cek şeylerden uzak durmaya ve kendilerine fayda verecek şeyleri ise istemeye güç yetiremezler” şeklinde tavsif ettiğimiz sözümüzün doğru ve hakikat olduğunun deli­li ise, nefislerin bedenlerden ayrılmasından sonra gördüğümüz bedenlerin durumu­dur. Zira bu durumda ölünün cesedi, bütün açıklığıyla tehlikelere maruz kalmıştır.

O halde canlıların, [mutlu olmalarına sebep olan bir şeyin] var olması, fayda vermesi ve sevimliliği esnasında; yavrularına karşı şefkat ve merhamet duymaları esnasında; kendilerine ilişen üzüntü ve kuşkulardan kurtulmaları esnasında veya kendilerine ilişen bir zararın ortadan kalkması esnasında buldukları lezzet, sevinç ve mutluluk nefislerin belirli bir vakte kadar bedenleri korumaları için birer teşviktir.

Canlıların yaratılışlarına yerleştirilen şehvetlere gelince, biz bunların sebepleri­nin bir kısmını “Ahlâk Risalesinde[37] [38] anlatmıştık. Fakat burada ihtiyaç duyduğumuz kadarını yine ele alacağız. Şöyle ki; her bir bedenin tabiatına ve her bir mizacın ya­ratılışına yerleştirilmiş ve söz konusu bu tabiata ve mizaca uygun düşen şehvetler vardır. Yani, mesela, etobur hayvanlar zaruret ve etin yokluğu durumları dışında otlarla beslenmeyi istemezler. Aynı şekilde, kuşlar ve otobur hayvanlar da et yemeği istemezler ve etten bir lezzet de almazlar. İşte, insanın durumu da bu şekildedir. Zira insan, tabiatına ve mizacına uygun olmayan şeyleri ya da zamanla alışkanlık kazan­madığı şeyleri istemez ve yemez. Hasta olan kişinin, kendisine zarar veren şeyleri istemesinin ise izahı oldukça uzun olan başka sebepleri vardır.

Öyleyse ortaya çıkmıştır ki, açlık ve susuzluk, insanın yiyeceğe ve içeceğe olan ih­tiyacından dolayıdır. Lezzet ise bunların yeteri miktarda alınması ve şehvet de bun­ların insanın mizacına ve tabiatına uygun olmasından dolayıdır. O halde, “Lezzet­ler ve Elemler" olarak isimlendirdiğimiz bu risâlede canlıların nefislerinin ölümden hoşlanmayıp hayattan hoşlanmalarının sebebini incelemek istiyoruz. Bu konuda biz deriz ki:

Bilki, canlıların hayatı sevmelerinin, ancak ölümü ise sevmemelerinin iki sebebi vardır. Birincisi, ağrılar ve acıların canlıların nefislerine ilişmesidir. İkincisi ise, can­lıların tabiatında sürekli var olmaya ilişkin bir isteğin ve gelip geçici olmaya ilişkin bir isteksizliğin olmasıdır. Şöyle ki: Yüce Allah’ın bütün varlıkların illeti ve bütün oluşumların sebebi olması, ki biz bunu “İlkeler Risalesinde? açıklamıştık, ve Allah Teâla'nın varlığının ebedî olması, yaratılmışların yaratılışında da sürekli var olmaya ilişkin bir isteğin ve sürekliliğin zıddı olan gelip geçici olmaya ilişkin ise bir isteksiz­liğin meydana gelmesine sebep olmuştur.

Sonra, bil ki, küllî/tümel ve cüz’î/tikel olmak üzere iki tür varlık vardır. Küllî var­lıklar en yetkin olandan başlar ve sonra [yetkinlik bakımından azalarak] aşağıya doğru devam eder. Bunlar dokuz mertebedir. Bu mertebelerin ilki ve en üstün ola­nı, söz konusu bu mertebelerin tamamının illeti olan Yüce Allah’dır. Sonra sırasıyla akıl, nefis, tabiat, ilk madde (el-heyûldl-ûlâ), mutlak cisim, felek, dört unsur ve en son olarak ise hayvan, bitki ve madenler (el-müvellidâtu's-selâsetü) gelir. Biz bunları “İlkeler Risalesi ’nde[39] açıklamıştık.

Tikel/Cüz’î varlıklar ise en az yetkin olan durumdan başlar ve [yetkinlik bakı­mından artarak] en üstün olanda sona erinceye kadar yukarıya doğru devam eder. Biz bu durumları “Nutfenin Düştüğü Yer Risalesinde[40], “Cüzî Nefislerin Meydana Gelmesi Risâlesı’nde[41] [42], “Yeniden Diriliş ve Kıyamet Risâlesı’nde11 ve “Oluş ve Bozu­luş Risâlesi”nde[43] incelemiştik. Bu durumları öğrenmek isteyen kimse, söz konusu risalelere müracaat edebilir. Zira bu durumda söylediğimiz şeylerin doğru olduğunu ve açıkladığımız şeylerin gerçek olduğunu öğrenecektir.

Bölüm

Elemlerin ve Rahatsızlıkların Kâinattaki (Âlem)
Nefisler İçinde Sadece Canlıların Nefislerine İlişmesinin
Sebebinin Ne Olduğu Hakkında

Bu konuda biz deriz ki, lezzet ve acıların mahiyetini ve nefislerin bunları nasıl duyumsadığını açıkladığımıza göre, bu bölümde cüz’î nefislerin canlıların bedenle­riyle olan irtibatının, acıların ve rahatsızlıkların kâinattaki (âlem) bitkisel nefisler ve diğer varlıkların nefisleri içince sadece canlıların nefislerine ilişmesinin sebebinin ve hikmetinin ne olduğunu incelemek istiyoruz.

Şimdi, bil ki, canlıların nefisleri cüz’î şeylerden olduğuna göre cüz’î nefislerin en tam ve en yetkin duruma ulaşmaları ancak cüz’î bedenlerle bitişmesiyle mümkün olabilir. Bu, canlıların bedenleridir. Bedenler ise tam olmadan ve nefisleri yetkin­leşmeden önce bozucu afetlere maruz kalırlar. Fakat bedenler kendileri için bozucu olan bu şeylere karşı kendilerini savunma gücüne sahip değildirler. Çünkü bedenle­rin cevheri [bu şeylere karşı] âciz, bilgisiz, etkisiz, eksik ve edilgen bir durumdadır. İşte İlâhî hikmet canlıların bedenlerini bozan bu şeylere ilişkin acıların ve rahatsız­lıkların onların nefislerine de ulaşmasını sağladı. Böylece bu acılar ve rahatsızlık­lar nefisleri, bedenlerini bozan bu şeylere karşı dikkatli olmaya, onları bu yok edici afetlerden korumaya, bedenler tamamlanıncaya ve nefisler de yetkinleşinceye kadar onları bu yok edici ilişenlerden korumaya çağırırlar. Sonra nefisler istese de istemese de doğal olan ölüm gelir. Tıpkı cenin veya baba istese de istemese de vakti geldiğinde doğumun doğal olarak meydana gelmesi gibi. Çünkü bedenin ölümü nefsin doğu­mudur. Biz bunu “Ölümün Hikmeti Risâlesi”[44]nde açıkladık. Eğer bedenleri bozan bu şeylerden kaynaklanan acılar nefislere de ilişmeseydi nefisler onları ihmal eder ve afetlere maruz kalmaya terk ederdi. Bu durumda bedenlerin birçoğu tamamlan­madan ve nefisleri de yetkinleşmeden bozulurdu.

İşte, İnsanî nefsin meydana gelmesi, tamamlanması ve yetkinleşmesi hikmet eser­leriyle dolu olan bu beden aracılığı olmaksızın mümkün değildir. Biz bunu “Beden­lerin Oluşumu Risâlesi”nde[45] ve “Duyu ve Duyulur Şeyler Risâlesi”nde[46] açıklamıştık. Aynı şekilde bu durumu “İnsan Küçük Âlemdir Risâlesi’nde[47] de açıklamıştık. Böy­lece İlâhî hikmet insan bedenlerini nefisleriyle irtibatlı bir duruma getirdi. Şöyle ki: İnsanî nefsin, hayatının başlangıcından sonuna kadar bedenin aracılığı olmaksızın duyulur şeylerin hakikatlerini bilmesi, akledilir anlamları tasavvur etmesi, herhangi bir sınaî iş yapmaya güç yetirmesi ve temiz ahlâk ve amellerle ahlâklanması müm­kün değildir. Nitekim Yüce Allah şöyle buyurmuştur: Siz, hiçbir şey bilmez durumda iken Allah, sizi annelerinizin karnından çıkardı.”[48] [49]

[Yüce Allah bir başka ayette ise] şöyle buyurur: “Musa olgunluk çağına ulaşıp ge­lişimini tamamlayınca, biz ona hikmet ve ilim verdik.”'8

Eğer beden için bozucu olan şeylerden kaynaklanan acılar nefse ilişmeseydi; me­sela, insan derin bir uykuya daldığı zaman ellerini ve ayaklarını uzatsa böylece elleri ve ayakları yakınında bulunan bir ateşe girse ve yansa, bu durumda insan uyku­sundan uyanıncaya kadar bu ateşi hissetmezdi. Böylece o, elsiz ve ayaksız kalırdı ve hayatı boyunca yürüyecek ayaklardan ve işlerini yapacak ellerden yoksun kalırdı. İşte bu kıyasa göre diğer canlıların nefislerinin durumu da bu şekildedir. Zira eğer bedenler için bozucu olan şeylerden kaynaklanan acılar bu canlıların da nefislerine ilişmeseydi, nefisleri onları ihmal eder ve onları âfetlere ve tehlikelere maruz kalmış bir şekilde terk ederlerdi. Aynı şekilde canlıların, küçüklerine karşı şefkat ve yavru­larına karşı merhamet hissi olmasaydı, onları [tehlikelere maruz kalmış bir şekilde] terk eder ve ihmal ederlerdi ve böylece onların eğitilmesi için herhangi bir zorluğa katlanmazlardı. Bu durumda bunların tamamı yetkinleşmeden yok olur ve bunun sürekliliği ise neslin kesilmesine ve suretin maddeden tamamen silinmesine sebep olurdu. Bu konuda hikmet ehlinden bazısına şöyle sormuşlar: “Çocuklarından han­gisini daha çok seversin?” Onlar ise şu şekilde cevap vermişler: “Büyüyünceye kadar küçük olanı, iyileşinceye kadar hasta olanı, geri dönünceye kadar yanımda olmaya­nı.” O halde hikmetin gereği olarak nefisler, bedenlerini yok olmaktan korumak ve onları kendilerine ilişen afetlerden ve acılardan korumak için söz konusu bu acıları hissederler.

Bölüm

Elemlerin ve Lezzetlerin Mahiyeti ve Nasıl Olduğu Hakkında

Bu konuda biz deriz ki, canlıların bedenlerini yok olmaktan koruyan ve onları korumaya teşvik eden lezzetler ve acılar cismânî ve rûhânî olmak üzere iki çeşittir. Cismânî lezzetler nefsin, acıların bitiminde bulduğu lezzetlerdir. Cismânî acılar ise nefsin, sayılamayacak kadar çok olan herhangi bir sebeple bedenin mizacının tâbiî itidalden artma ya da eksilme yönünde sapmasıyla hissettiği acılardır. Bu acıların bir örneği, midenin içinde yiyecek kalmadığı zaman nefsin hissettiği acıdır. Şöyle ki: Mi­dedeki yemeği pişiren doğal ısı, midede yiyecek kalmadığı zaman da ısıtmaya devam eder. Midede ısıtmaya devam ettiğinde ise midenin sağlığı için gerekli olan midenin içindeki rutubet yok olur. Bu rutubet yok olduğunda ise midenin cirmi bozuluşa uğ­rar. İşte nefis bu acıyı hissettiği zaman bedenin bu bozuluştan kurtulması, kendisi­nin de bu elemden kurtulması için bedeni kuvvet [yiyecek] bulmaya teşvik eder. Yeni yiyecek mideye ulaştığında ise midenin cirmini yakan bu ateş yeniden bu yiyeceği ı s ı (11 laya başlar ve midenin cirmindeki bu yanma sona erer. Böylece nefis rahat bulur. İşte bu rahat lezzet olarak isimlendirilir. Susuzluğun durumu da bu şekildedir. Zira susuzluk da karaciğerin cirmini yakan ısıdır. Su içmeksizin bu ısı dinmez. Böylece nefis bu ısının yanması esnasında acı, dinmesi esnasında ise rahatlık hisseder. İşte hu iki durum (arkadaş) canlıların nefislerini, yok olanların yerine yenisinin gelmesi u, in bedenlerinin ihtiyacı olan maddeleri bulmaya teşvik eder. Çünkü dâhili ve haricî sebeplerle beden sürekli bir eritme ve sıvılaştırma halindedir. Eğer açlık ve susuz­luk esnasında nefislere acılar ve rahatsızlıklar ilişmeseydi bedenlerini yiyecek bul­maya teşvik etmezlerdi. Bu durumda bedenlerdeki sürekli eritme [sistemi] onların bedenlerini tamamlanmadan ve yetkinleşmeden yok ederdi. O halde açıkça ortaya çıkmıştır ki acı ve lezzetler nefisleri, bedenleri korumaya teşvik ederler. Çünkü, daha önce açıkladığımız gibi, bedenlerin salahiyeti nefsin de selahiyetidir. Canlıların neI islerinin besinleri alma esnasında buldukları bu lezzet bitkilerin nefisleri için de söz konusudur. Bu lezzet bitkileri, topraktan rutubeti alıp en uçtaki dallarına kadar ulaşt ırmaları için teşvik eder. Eğer bu rutubeti bulamazlarsa cisimleri kurur ve bu durum ise onların ölümleri demektir. Ancak söz konusu besinin olmaması durumunda, can­lıların nefislerinin aksine, bitkilerin nefislerine herhangi bir acı ilişmez. İşte bundan dolayı bitkiler, canlıların aksine, gıda talebiyle bir mekândan başka bir mekâna intikal etmedikleri gibi onların acıdan kaçmaları da söz konusu değildir. Çünkü İlâhî hikmet i n gereği, bitkiler için herhangi bir acı ve bu acıdan kurtuluş yolu takdir edilmemiştir.

Ancak diğer canlıların nefislerine gelince, [İlâhî hikmetin gereği] onların be­denleri için bozucu olan şeylerden kurtuluş yolları takdir edilmiştir. "Canlılar Risalesi’'nde[50] açıkladığımız gibi, söz konusu bu acı onları bu kurtuluş yollarına ya gıda talebiyle, ya acıdan kaçmakla ya da sakınmayla teşvik edici kılınmıştır.

Aynı şekilde intikam lezzeti de acının bitiminde ortaya çıkar. Şöyle ki: Öfke kal­bin içinde tutuşan bir ateş ve hararettir. O, acı vererek öfkenin oluşmasına sebep olana karşı bir intikam arzusudur. İşte kişi, intikam alma duygusuna ulaştığında söz konusu bu hararet teskin olur ve onun ateşi de söner. Fakat eğer kişi bu duyguya ula­şamazsa bu durumda öfke üzüntü ve musibete dönüşür. Mesela, bir kişinin yakını başkası tarafından öldürülürse, bu durum kişinin kâtile karşı kuvvetli bir arzuyla öfkesinin ateşini tutuşturur. Kişi kâtili öldürdüğünde ise öfkesinin ateşi diner. Eğer kâtil kendiliğinden ölürse bu durumda söz konusu öfke yine üzüntü ve musibete dönüşür. Çünkü bu durumda kişinin ölüden intikam alması mümkün değildir. İşte bu kıyasa göre diğer bütün arzular bedenlerde tutuşan birer ateş gibidirler ve nefs bunların acılarını hisseder.

Sonra bil ki, bütün bedenler bilkuvve olarak cansız birer ateştirler. Onlara bilfi­il bir ateş isabet ettiğinde ise bu bedenler bilfiil ateşe dönüşürler. Bunun delili ise, bütün bedenlerin ateşte tutuşmasının mümkün olmasıdır. Eğer bedenler bilkuvve olarak ateş olmamış olsalardı, o zaman ateşe atıldıklarında yanmazlardı. Aynı şekilde bedenin bütün yiyecekleri ve giyecekleri de ateş, hava, su ve topraktan oluşan bi­rer cansız ateş hükmündedirler. Nefislerin bedenlerden ayrılmasından sonra da be­denler yeniden bu maddelere [ateş, hava, su ve toprak] dönüşürler. İşte bu sebepten dolayı Allah’ın Resûlü şöyle buyurmuştur: “Cehennem ehli [ateşten] yaratılmışlardır, ateşten yer ve onun [tabakaları arasında] dönerler.”

İşte bu, bütün bedenlerin, bedenlerle birlikte olan şeylerin ve tamamı cansız birer ateş hükmünde olan maddelerin durumudur. Bunlar tutuştuğunda kalpleri de ya­karlar. Nitekim Yüce Allah bu konuda şöyle buyurur: “O, Allah’ın, yüreklere işleyen tutuşturulmuş bir ateşidir. Onlar, bu ateşin içinde uzatılmış sütunlara bağlanmış hal­deyken o ateş, üzerlerine kapatılmıştın’[51]

Ümitler çoktur, vakit ise kısadır. “(Azgınlar) orada çağlar boyu kalırlar. Orada bir serinlik ya da (susuzluk giderici) bir içecek tatmazlar. Ancak (dünyada yaptıklarına) uygun karşılık olarak, kaynar su ve irin tadarlar’’[52] Bütün bunlar anlattıklarımıza işaret etmektedir. “Onların derileri yanıp döküldükçe, azabı tatmaları için onların de­rilerini yenileyeceğiz.”[53]

Bölüm

[İnanmayanların Kimler Olduğu ve Küfrün Ne Olduğu Hakkında][54]

Ey kardeşim, bil ki, şanı yüce olan Allah Kur an ın birçok ayetinde inananları öv­müş inanmayanları ise yermiştir. Çünkü bu ikisi birbirinden oldukça uzak olan iki durumdur. Bunlardan birisi hayrın ve İnsanî faziletlerin tamamını kendisinde topla­mıştır ki, bu imandır. Diğeri ise bunun zıddı olan küfürdür. Küfür ise bütün kötülük­leri kendisinde toplamıştır. Biz “İlahi Kanun (Nâmûs) Risâlesi”nde[55] ve “Müminler Risâlesi”nde[56] “îman nedir ve mümin kime denir?” sözümüzün anlamını açıklamış­tık. Bu bölümde ise gerçek anlamda inanmayanların kim olduğunun bilinmesi için küfrün ne olduğunu anlatacağız. Bu konuda biz deriz ki:

Bil ki, Arapçada küfür, örtü demektir. O, beden cihetinden nefse ilişen bir şey­dir. Şöyle ki; nefis bilgisizlik bakımından sürekli bir durumda olduğu zaman onun maddesi zâtını örter ve bu durumda nefsin cevherine ilişkin bilgisi ortadan kaybo­lur, nefis başlangıcını unutur ve yeniden dirilişindeki durumunu hatırlamaz. Böylece bilgisizliği öyle bir noktaya varır ki, nefis, bedenden ayrı bir varlığının olduğunu bilemez. Hatta ilimlere ilişkin basiretleri bağlanmış birçok kimsenin zannettikleri ve söyledikleri gibi, nefis, bir cisim olduğunu zanneder. Bu kişiler şöyle derler: Şüphesiz ki insan, en, boy ve derinliğe sahip olan, et ve kandan oluşan bu bedenden ibarettir. Bu kişiler, bedenle birlikte başka bir cevherin var olduğunu, bu cevherin bedenin hareket ettirici kuvvesi olduğunu, bu hareket ettiricinin ise nefis ve nefsin fiilleri olduğunu kavrayamazlar.

O halde her kim nefsin cevherini bilemezse rûhânî şeylere ilişkin hiçbir şey bi­lemez ve bunları tasavvur edemez. Bu kişiler maddenin derinliklerinde ve cehale­tin karanlıklarında boğulduklarından, nefsin varlığına ilişkin bir şey işittiklerinde hemen bunu inkar ederler. Bunlar cehenneme ilişkin bir şey işittikleri zaman bunu ancak yapay/sûni bir şey olarak tasavvur ederler. Şöyle ki; bu kişiler cehennemi, ka­zılmış, büyük, geniş, tutuşan ve yanan ateşle dolu bir çukur zannederler ve Allah Teâlâ’nın da meleklere, bu çukuru kast ederek ve inanmayanlara öfkelenerek onları yakalamalarını ve bu çukura atmalarını emrettiğini zannederler. Sonra [onlara göre] inanmayanların bedenleri her yandığında ve böylece kömür ve küle dönüştüğünde, rutubet ve kan, ilk defa tutuştuğu gibi yeniden tutuşsun diye, onların bedenlerine her defasında iade edilir. İşte onlara göre sonsuza kadar [inanmayanların] durumu bu şekildedir. Bu kişiler [görüşlerine] Yüce Allah’ın şu ayetini delil getiriler: “Onla­rın derileri yanıp döküldükçe, azabı tatmaları için onların derilerini yenileyeceğiz.”[57] Bunlar ne Allah Teâlâ’nın bu ayetinin anlamını idrâk edebildiler ne de Allah’ın ki­tabım tevil edebildiler. Bunlar Allah Teâlâ’nın çokça bağışlayan (ğafûr), merhamet eden (rahim), şefkatli (hannân), ihsan eden (mennân), esirgeyen (raûf) ve kullarını çok seven (vedûd) olduğunu ve Allah’ın güzel isimlerinden bunlara benzer isimlerini duydukları ve bu isimler hakkında düşündükleri zaman onların akılları, kinlerinden ve yaratılışlarındaki rahmetin azlığından dolayı inandıkları şeyleri inkâr eder. İşte bu durumda onlar, peygamberlerin getirdiklerine ilişkin hayrete ve şüpheye düşüyorlar. Çünkü onlar, ne cehennemin nasıl olduğuna ve cehennem ehlinin azabına ilişkin bir bilgi sahibidirler, ne peygamberlerin getirdikleri kitapları te’vîl etmeyi biliyorlar, ne de onların işaretlerinin, rumûzlarınm ve sırlarının inceliklerinin anlamlarını idrak ediyorlar.

Aynı şekilde bu kişiler cennete, cennetin nimetlerine, cennet ehlinin mutluluk ve lezzetlerine ilişkin bir şey duydukları zaman, bu şeyleri ancak cismânî şeyler ola­rak tasavvur ediyorlar. Yani bu şeyleri, içinde çeşit çeşit meyvelere sahip çeşit çeşit ağaçlar bulunan bostanlar, aralarında nehirlerin aktığı saraylar ve bu saraylardaki huriler, gılmanlar (erkek hizmetçiler), vildanlar (çocuklar) ve mürdanlar (yüzünde tüy bitmemiş gençler) olarak ve bu dünyadaki yapılara ve dünya ehlinin nimetlerine benzer bir şekilde tasavvur ediyorlar. Bu kişiler, cennet ehlinin Allah’ın yakınında olduklarını duydu'darı zaman ise; mesela Allah Teâlâ’nın “Yüzler vardır ki, o gün ışıl ışılparıldayacaktır. Rablerine bakacaklardır’[58] ayetini sanki onların muktedir bir hü­kümdarın yanında, doğruluk meclisinde bulunmaları ve âlemlerin Rabbini ziyaret etmeleri, O’nu görmeleri ve O’na bakmaları şeklinde anlıyorlar. Yüce Allah’ın “Me­lekler de her kapıdan onların yanma varacaklardır”[59] ayetini ise sanki, melekler he­diyeler ve armağanlarla onları ziyaret edeceklermiş gibi tasavvur ederler. Yine onlar, bunlara benzer olarak cennet ehline ilişkin yapılan bütün nitelemeleri; mesela şarap içmeleri, bâkîrelerle müjdelenmeleri, ölmeyen diriler, yaşlanmayan gençler olmaları, hiç hasta olmayıp hep sağlıklı olmaları, acıkmamaları, susamamaları, yedikleri ve içtikleri halde büyük ve küçük abdest yapmamaları ve bunlara benzer olarak, oluş ve bozuluş halinde olan tâbiî cisimlere ilişmeyen, ancak rûhânî şeylere ilişebilen bütün sıfatları da bu şekilde anlarlar.

İşte bu kişiler, bu konularda düşündükleri zaman cennetin durumu, onun nimet­leri ve cennet ehlinin durumları ile ilgili inandıkları şeyler hakkında da tereddüte düşerler. Yine bu kişiler peygamberlerin cennetin nasıl olduğuna, cennet ehlinin ni­metlerine ve durumlarına ilişkin naklettiklerinden ve cennete ilişkin kısa niteleme­lerinden de şüphe ederler. Böylece cennete ve cennet ehline ilişkin bilgiler onların zihninden çıkıp da onlar için örtülü bir hale geldiğinde kalpleri ile inkâr ederler. Eğer bu kişiler [kalpleriyle inkâr ettiklerini] dilleri ile açığa vurmuyorlarsa, bu, kı­lıçtan geçirilme ve çarmıha gerilme korkusundandır. Nitekim Yüce Allah bu konuda şöyle buyurur: “Ahirete inanmayanlar var ya, onların kalpleri inkarcı, kendileri de böbürlenen kimselerdir.”[60]

İşte küfrün, dalaletin, cehaletin ve basiret körlüğünün hakikati budur. Çünkü on­lar konuştukları ve açıklama yaptıkları zaman ayetlerin ve haberlerin zahirlerine iman etmezler. Allah’ın kelamını ve nebevi haberlerin sırlarının hakikatini araştırmazlar. Bunların hepsi aklın reddedemeyeceği kadar gerçek ve doğrudur. Bu zalimler ve inan­mayanlar bunu anlamazlar. Ey kardeşim, Allah bizi ve seni küfürden, iki yüzlülükten (nifak), günah işlemekten (fısk) ve isyandan korusun. Seni ve bizi iman ve bağışlanma ile rızıklandırsın. Şüphesiz O, kullarına karşı pek merhametli ve bağışlayıcıdır.

Bölüm

Sonra şüphe etmeden kesin olarak bil ki cehennem, Ay feleğinin altında yer alan oluş ve bozuluş âlemi; cennet, ruhlar âlemi ve gökler alanı; cehennemlikler, âlemdeki diğer mevcutlar değil de acı ve ağrılara maruz kalan hayvânî bedenlerle ilgili nefisler; cennetlikler ise felekler âleminde ve gökler alanında bulunan, huzur ve mutluluk içinde olan, acı ve ağrıdan uzak melekî nefislerdir. Bunun delili, Yüce Allah’ın şu sö­züdür: “Üç kola ayrılmış gölgeye gidin!”[61] Bu, Ay feleği altında eni, boyu ve derinliği olan cisimlere bitişik nefislere işaret eder. Çünkü bu nefisler orada Âdem (a.s.)’in kıssasında anlatılan suçu işlemişlerdir:

“Denildi ki: Oradan birbirinize düşman olarak inin. Yeryüzünde sizin için belli bir vakte kadar bir yerleşme ve yararlanma vardır.”[62]

Yine buyurulmuştur ki: “Orada (yani yeryüzünde) yaşarsınız, orada ölürsünüz ve (sura üflendiği zaman) oradan çıkarılırsınız”[63]

Cehennemin kesinlikle yedi tabaka olduğu söylendi. Çünkü Ay feleğinin altında­ki cisimler yedi türdür. Onların dördü, dört unsur denilen değişen analar, yani ateş, hava, su ve topraktır. Üçü, olup bozulan ürünler/müvelletler, yani madenler, bitkiler ve hayvanlardır.

Sonra bil ki, bu nefisler felekler âlemi olan cennetten çıkarıldıkları zaman Ay fele­ği altındaki yeryüzüne, oluş ve bozuluş âlemine atılırlar. Onlar bu bedenlerin derin­liğinde otururlar, oluş ve bozuluşu kabul eden maddedenizinebatarlar, bu üreyenler mabetlerine dalarlar, orada parçalanırlar. Nitekim Yüce Allah şöyle buyurmuştur:

“Onları yeryüzünde gruplara ayırdık. Onların kimisi iyi iken kimisi böyle değildir’[64]

Yine şöyle buyurmuştur: “Yeryüzünde bulunan hiçbir hayvan ve iki kanadıyla uçan hiçbir kuş yoktur ki onlar da sizin gibi topluluklar olmasın’’[65]

Ancak onun yedi kapısının olduğunu ve her bir kapının bölünmüş bir parçasının bulunduğunu söyledi. Çünkü oluş ve bozuluş âleminde akıp giden her şey bu yedi gezegenin delilleriyle gerçekleşir. Ancak onun üzerinde on dokuz (şey) olduğunu söy­ledi. Çünkü onların delilleri oluş ve bozuluş âleminde ancak bu on iki burçta seyret­meleriyle görünür. Onların tamamı on dokuz olur. Dünyanın hallerinin dönüşü, bu bedenlerin doğumlarında onun hükümlerini gerektirenlerin gerektirdiği şeyler, onlara delalet edici durumdaki isabet eden acılar, ağrılar, hastalıklar, rahatsızlıklar, üzüntüler, açlık ve susuzluk, sıcaklık ve soğukluk, fakirlik ve zenginlik, zillet ve kulluk, kederler, üzüntüler, felaketler, yaşıtların düşmanlığı, komşuların kıskançlığı, sultanın zulmü, şeytanın vesvesesi, zamanın afetleri, kardeşlerin musibetleri, ölüm korkusu, Kuranda ölüm sonrası için zikredilen tehdit ve buna benzer sayısız diğer musibetler onlarla olur. Bunlar, bu bedenlerle birlikte oldukları müddetçe kendilerine bağlı nefislerdir.

Akıllı ve zeki kişi yenilenen nefislerin durumunu, onlara bu bedenler vasıtasıyla ilişen sıkıntı ve musibetleri ve maruz kaldıkları acı, ağrı ve belaları düşündüğünde; cennet ve felekler âleminin halkı ve göklerin sakinleri olan nefislerin halleri üzerin­de tefekkür ettiğinde; onların ölmeyen diriler, yaşlanmayan gençler, yoksullaşmayan zenginler, birbirini kıskanmayan komşular, tahtlara kurulmuş, karşılıklı oturan, ni­metlerden yararlanan ve zevk alan, orada ebedî olarak kalan, korkudan emin olan, üzülmeyen, rahatlık, huzur ve hoşnutluk içinde olan kardeşler olduklarını işittiğinde nefsi oradakilere ilgi duyar ve buradaki âlemde bir zahid gibi davranır.

Baş gözüyle oluş ve bozuluş âleminde bedenine türünün fertlerinden eziyet gö­rerek her baktığında Allaha sığındı ve Ondan dünya halkıyla ortaklıktan kurtuluşu istedi. Akıl gözüyle felekler âleminde nefsine, türünün fertlerine ve içinde bulun­dukları huzur ve rahata her baktığında oraya ulaşmayı temenni etti ve doğru söz­lü Yusuf ve İbrahim (a.s.)’ın istediği Rabbinden onlara katılmayı istedi. O zaman Peygamber (s.a.v.)’in dediği gibi, dünya ona zindan olur: “Dünya müminin zindanı, kâfirin cennetidir.” O zaman Yüce Allah’ın tasvir ettiği gibi marifetler sahibiolan A’râf ehlinden olur: “İki taraf arasında bir perde vardır. A’râf üzerinde herkesi simaların­dan tanıyan adamlar vardır ki bunlar henüz cennete giremedikleri halde (girmeyi) umarak cennet ehline, selam size, diye seslenirler. Gözleri cehennemlikler (yani oluş ve bozuluş âlemindeki dünya halkı)[66] tarafına çevrilince de: ‘Ey Rabbimiz, bizi zalimler topluluğu ile birlikte bulundurma!” derler.”[67] Yüce Allah A’râf üzerindeki bu adamları şu sözüyle övmüştür: “Onlar ne ticaret ne de alışverişin kendilerini Allah’ı anmaktan, namaz kılmaktan ve zekât vermekten alıkoyamadığı insanlardır."*[68] Yine buyurmuştur ki: “Vücutları yataklardan uzak kalır.”*[69] Bunlar kendilerine ölümden sonraki mutlak varlık, daimi beka, rahatlık, huzur ve tamamı cehennem ve ateş olan acı, ağrı ve has­talıklardan kurtuluş belli olduğu için Allah’ın ölümü temenni eden dostlarıdır.

Bizim anlattıklarımızı bilmeyen kimse, tamamı cismânî şehvetler ve hayvânî lez­zetlere ait bedensel acılar olan bu dünya dışında, Allah’ın kitabında peygamberleri­nin diliyle açıkladıklarını düşünmez. O, Yüce Allah’ın kendilerini nitelediği gibi, on­dan başkasını istemez, onunla birlikte ebedî olarak kalmaktan başka bir şeyi temenni etmez: “Onlardan her biri bin sene yaşamayı arzular. Oysa yaşatılması azabı ondan uzaklaştırmaz.”*[70] Bunlar, cehennem ateşinden kurtulan nefisler için geçerli uhrevî işaretler olan hakikî sıfatlar ve gizli sırlardan mahrum kalan kâfirlerdir. Ey kardeş, Allah bizi ve seni korusun ve melekler zümresine girmekle ödüllendirsin.

Bölüm

Lezzet ve Acıları Aynı Zamanda Birlikte Bulmanın Şekli Hakkında

Diyoruz ki: Bil ki, insan çeşitli sebeplerle çoğu vakit cismânî ve ruhanî acı ve lez­zetten uzak değildir. Bunun örneği âşıktır. O, maşûkunun hıyanet içinde olduğunu görür, onu görmek kendisini sevindirir ve söylendiği gibi, bundan zevk alır, ancak hıyaneti onu üzer ve acı verir:

“Güzelliği ile eylemlerini karşılaştırdım

İyilik kötülüğü karşılamıyor.”

Hoşuna giden, fakat sahilde oturanlara mahsus tuzlu küçük balık ve yılan balığı gibi eziyet verici ve iğrenç kokulu bir yemeği yiyen kimse gibi, o da, onu yemekten hoşlanır, fakat kokusu ona eziyet verir. Yerici şiir beyitlerinin seslendirilmesi gibi tatlı bir ezgi ve güzel bir şarkı dinleyen bir kimse gibi ki tatlı ezgiyi dinlemekten zevk alır, aynı zamanda hiciv onu kederlendirir. Kendisine miras bırakan bir murisin ölü­münü işiten bir kimse gibi, ölüm haberine üzülürken geride bıraktıklarından dolayı sevinir. Kaşındıran uyuz hastalığına yakalanmış bir kimse gibi, ondan hem zevk alır hem de acı çeker; iki zıt acı ve aralarında bir rahatlık (hisseder). Yorucu bir iş ve zor bir sanat icra eden kimse gibi ki o sayede çok sevap ve bol mükâfat umar. O, yorucu işinden acı duyar, umduğu sevaptan dolayı zevk ve sevinç hisseder. Söyleyenin dedi­ği gibi, diğer cismânî acılar ve lezzetler de böyledir:

“Kim günleri harcayarak azaltırsa

Onların bir kısmı sevindirse de bir kısmı üzer.”

Gözünün acısı ve azı dişinin ağrısı geçen kimse gibi ki, o aynı anda hem acı hem rahatlık hisseder. Hem iyi hem kötü huyu olan kimse gibi ki o, aynı anda birisinden huzur, diğerinden acı duyar. Uzun zaman ortadan kaybolmuş bir arkadaşı olan ve başına kötü bir hal geldiği haber verilen bir kimse gibi ki, arkadaşını görmek onu se­vindirirken kötü hali onu üzer. İki ayağından birini soğuk suya, diğerini kaynar suya ve ellerinden birini ılık suya sokan kimse gibi ki o, aynı anda hem lezzet hem acı his­seder. Karşılığını umduğu iyi bir iş ve cezasından korktuğu kötü bir iş yapan kimse gibi ki, o aynı anda hem zevk alır hem de acı duyar. İnsanın halleri bu örneklerdeki gibi değerlendirildiğinde ya ona eziyet veren bir acı ya da kendisini terk eden acıdan kurtulup rahatlama meydana gelir. Bir insan aynı anda hem haz hem acı duyar, hem ceza hem mükâfat görür.

Bu işaretleri zikretmemizin ve bu örnekleri ortaya koymamızın sebebi, nefis ilmi/ psikoloji hakkında konuşan ve onun cevherinin mahiyetini ve kişileşme şeklini araş­tıran kimselerin çoğunun onların birbirinden farklı çok sayıda şahıslar olduklarını düşünmeleridir. Nefsin çok sayıda şahıslar olduğunu zanneden kimsenin görüşünü destekleyen şeylerin çoğu onun haller, fiiller, huylar, görüşler ve eylemlerinde ortaya çıkan farklılık ve bazılarının acı çekmesi ve bazılarının lezzet almasıdır. O bu itibarla onların bileşik cismanî şahıslarda olduğu gibi birbirinden ayrı ve farklı çok sayıda şahıslar olduklarına hükmeder. Sonra görüşünü, sanki basitin ne anlama geldiğini bilmiyormuş gibi onların basit cevherler olduklarını söylemek suretiyle çürütür. Biz onların cinslere ve türlere ayrılan, cismanî cinsler, türler ve şahıslarla sınırlanmaları­na göre ferdileşen bir tek nefis olduğunu bildirdik. Çünkü o, kendi zâtında çoğalmış, ayrı ve farklıdır. Fiillerinin farklılaşması, cins, tür ve şahıs olarak farklı bedenleri kullanmalarına bağlıdır. Nitekim “Bedenin Terkibi Risalesinde, aynı insanın nefsi­nin fiillerindeki farklılığın sebebinin organ şekillerinin ve eklem çeşitlerinin fark­lı olması ve insan nefsinin bir tek nefis olması olduğunu açıkladık. İlim erbabının çoğu, bir tek insanın şehevî/şehvetli, gazabî/öfke ve nâtıka/konuşma özelliğine sahip olmak üzere üç tane nefsinin olduğunu zannetmiştir. Biz bu isimlerin çeşitli fiilleri dikkate alınarak tek bir verildiğini açıkladık. Çünkü bedende beslenme ve büyüme meydana getirdiği zaman bitkisel ve şehevî olarak; his ve hareket meydana getirdiği zaman hayvânî ve gazabî olarak; konuşma, temyiz, düşünme ve tefekkür meydana getirdiği zaman da natıka olarak adlandırılır. Bu, aynı adamın hepsini de iyi yapması ve bilmesi halinde hem demirci hem marangoz hem de bina ustası olarak adlandı­rılmasına benzer.

Bölüm

Biz diyoruz ki: Cismânî acı ve lezzetleri zikretmeyi bitirince; “Hisseden ve Hisse­dilen Risalesinde açıkladığımız gibi, bütün bunların itidalden uzaklaşan mizaçların tekrar itidale dönmesi esnasında nefsin idrâk ettiği bir rahatlık olduğunu ve acıların, nefsin kendisini bozan şeylerle karşılaşması durumunda bedenin mizacının veya herhangi bir organın değişmesi ve doğal dengeden çıkmasını hissetmesi olduğunu açıklayınca ve yine hayvanın ölümden hoşlanmama sebebini ve acı ve ağrıların tüm âlemdeki diğer tikel nefislere değil de hayvânî nefse ulaşma sebebinin ne olduğu­nu açıklayınca bu bölümde nefsin soyut haldeyken idrâk ettiği ruhanî lezzetlerin ve nebevi şeriatın sevap ve ceza ile ilgili olarak anlattığı üzere bedende bulunmayıp sadece nefse mahsus olan acıların neler olduğunu anlatmak istiyoruz.

Diyoruz ki: Allah seni doğru yola iletsin, bil ki, lezzetler doğal şehevî, duyusal hayvânî, düşünsel İnsanî ve ruhsal melekî olmak üzere dört çeşittir. Doğal şehevî lezzetler, nefsin yiyecek ve içecek gibi besinleri alma esnasında hissettiği şeylerdir. Hayvânî lezzetler de aynı şekilde iki çeşittir: Birisi, nefsin uyum halinde hissettiği lezzettir ki cima buna örnektir. Diğeri, nefsin intikam anında hissettiği lezzet olup öfkeliyken kabaran şehvet buna örnektir. Fikrî lezzet, nefsin bilinenlerin manaları­nı tasavvur ettiği ve mevcutların hakikatlerini bildiği esnada aldığı bazdır. Ruhsal melekî lezzet ise nefsin bedenden ayrıldıktan sonra huzur ve mutluluk içinde idrâk ettiği rahatlık ve bazdır.

Şehevî lezzet, insan, hayvan ve bitkide ortaktır. Duyusal hayvânî lezzet, bitkiler hariç, insan ile hayvan arasında ortaktır. Fikrî lezzet, hayvan hariç, insan ile melekler arasında ortaktır. Ruhsal melekî nefis ise cisimlerden ayrılmış ve madde denizinden kurtulmuş nefislere özgüdür.

Daha önce “Hayvanın Ölümden Hoşlanmaması Risalesinde söylediğimiz gibi, bitkisel nefislerde haz ve acı yoktur. Aynı şekilde daha önce açıklandığı gibi, melekî nefislerde de haz ve acı yoktur. Fakat Yüce Allah’ın buyurduğu gibi, onlarda korku ve endişe vardır: “Onlar üstlerinde bulunan Rablerinden korkarlar”[71] [72] Yine Yüce Al­lah buyurmuştur ki: “Onlar Rablerinden korktukları için sakınırlar”4' Hayvânî ne­fislerde hem lezzet hem acı hissi vardır. Fakat lezzetleri tamamen cismanîdir. İnsanî nefislerde hem cismanî hem de ruhanî lezzet ve acılar birlikte vardır. Bundan dolayı biz hakikatleriyle açıklığa kavuşması için onları tek tek açıklama gereği duyuyoruz.

Diyoruz ki: Bil ki, İnsanî nefsin hissettiği bütün lezzetler iki çeşittir: Bazısı doğ­rudan hissettiği lezzetler, bazısı da beden vasıtasıyla hissettiği lezzetlerdir. Bunlar yedi çeşittir: Birincisi, güzel renkler, şekiller, resimler, tasvirler, doğal ve sınaî boya­lardan bakma yoluyla idrâk edilenlerdir. İkincisi, sesler, ezgiler, şarkılar, övgü, senâ ve benzeri şeylerden işitme yoluyla idrâk edilenlerdir. Üçüncüsü, arzularına uygun yiyeceklerden tatma yoluyla idrâk edilenlerdir. Dördüncüsü, bedeninin karışımları­nı güçlendiren dokunulur şeylerdir. Beşincisi karışımlarının mizacına elverişli kok­lanan şeylerdir. Altıncısı cima lezzetidir. Yedincisi intikam lezzetidir.

Bunlar, nefsin beden aracılığıyla iki defa hissettiği lezzetlerdir: Birisi duyuların onlara doğrudan temas etmesi anında, diğeri daha sonra onları hatırlaması anın­da meydana gelir. Buna örnek, kişinin güzel bir yüz ve dünya güzelliklerine ait bir ziynet gördüğünde nefsin sevinç ve lezzet hissetmesidir. Bu güzellikler gözün görü­şünden kaybolunca nefsin fikrinde onlara ait resimler şekil olarak kalır. Zâtına her göz attığında ve cevherine her baktığında düşüncesinde bu şekilli resimleri görür, onlarla sevinir, haz duyar ve bu resimlerin iz bıraktığı duyulurları hatırlar. Bu duruın diğer duyulurlar için de geçerlidir. Nefis onları hatırladığında bedenin katılımı olmaksızın onlardan zevk alır ve sevinç hisseder. Bunların zıddı olan acılar da aynı hükme tâbidir. Çünkü insan korkunç bir görüntü veya çirkin bir şekil gördüğünde ya da ürkütücü bir ses işittiğinde onları görmek ve işitmek ona hem o anda hem de kaybolduktan sonra onları hatırladığı ve düşündüğü zaman acı verir. Bu görme ve düşünme, nefsin kendi özüne göz atışından, cevherine bakışından ve yüzük kaşının mühürlü mumda iz bırakması gibi zâtında iz bırakan bu duyulurların resimlerini görmesinden başka bir şey değildir. Bu lezzet ve acılar eğer nefse bedenin aracılığı olmadan ulaşmıyorsa onları duyulurların hislerin doğrudan temasından uzaklaş­masından sonra hisseder. Bu, nefsin duyulurlardan ayrılış ve kayboluşundan sonra lezzet alması gibi bedenden ayrıldıktan sonra da haz aldığına işaret eder.

Bölüm

Ruhsal Lezzetler Hakkında

Biz diyoruz ki: Nefsin tek başına hissettiği lezzetler iki çeşittir: Birincisi, beden­den ayrıyken hissettiği lezzet; İkincisi, onunla birlikteyken hissettiği lezzettir. Beden­den ayrıyken hissettiği lezzetler iki çeşittir: Birisi, daha önce açıkladığımız gibi, ona dışarıdan gelen lezzet, diğeri, kendi zâtından olan lezzettir. Bedenle bir aradayken hissettiği lezzetler dört çeşittir: Birincisi, duyulurlar ve yiyecekler gibi mevcutların hakikatlerini birlikte tasavvur ettiği sırada hissettiği lezzet, sevinç ve mutluluktur. İkincisi, doğru düşüncelerini ve övülen görüşlerini kabul ettiği anda hissettiği lezzet­tir. Üçüncüsü, güzel huylarının ve iyi âdetlerinin çekiciliği anında hissettiği lezzet­tir. Dördüncüsü, temiz davranışlarının ve iyi eylemlerinin anıldığı sırada hissettiği lezzettir. Bu lezzetler insan ile melekler arasında ortaktır. Bunların zıddı olan acılar ise bundan sonraki bölümde açıklayacağımız gibi insan ile şeytan arasında ortaktır.

Nefislere inançları, bilgileri, bilgisizlikleri, huyları ve davranışları konusunda ili­şen lezzet ve acıya gelince: Bilki, insanın fiil ve davranışları kötü ve çirkin olduğunda, Yüce Allah’ın münafıkları nitelerken buyurduğu gibi, onun nefsi daima güvenilmez, korkak, muzdarip ve acılı olur: “Onlar her gürültüyü kendi aleyhlerine sanırlar. Onlar düşmandır. Onlardan sakın. Allah onları kahretsin”[73] Onların fiil ve davranışları iyi ve güzel olduğunda nefisleri ebediyen sakin, huzurlu ve rahat olur.

Aynı şekilde insanın ahlâkı güzel, karakteri düzgün, davranışı iyi ve ilişkileri tatlı olursa onun nefsi daima kalplerde sevimli ve belalardan korunmuş olur. Eğer ahlâkı kötü, tabiatı vahşi, meyli yırtıcı olursa ona arkadaşlık eden daima dertli, kendisi ise cehalet ve bela içinde olur. Görüşler ve düşünceler de aynı hükme tâbidir. Hatta bazı­ları, aşağıdaki şiirde ifade edildiği gibi, kabul edenlerinin nefislerine acı verir, onları şaşkına döndürür ve şüpheye düşürür:

“Baksana ben otuz yıldır

Sürekli hasretler içinde gidip gelmekteyim.”

Tıpkı Rabbini Yahud ilerin öldürdüğüne inanan kimse gibi. İmamının, düşman­larının korkusundan saklandığına inanan kimse gibi. Âlemlerin Rabbinin bir halk yarattığına ve onlara düşmanca davrandığına inanan kimse gibi ki o, İblis ve ordusu­dur. Âlemlerin Rabbinin kâfir ve itaatsiz/âsi kullarına karşı kin, nefret ve öfke dolu olduğuna inanan kimse gibi. Âlemin düzensiz olduğuna, onun yönetici ve yaratıcı­sının âlemin işini içinde istek ve iradeye aykırı şeyler olacak şekilde ihmal ettiğine inanan kimse gibi. Bağışlayan, merhamet eden, seven, iyilik yapan, güzel davranan, şefkatli, lütufkâr, cömert, kerîm ve güzel olan Âlemlerin Rabbinin meleklere kâfirleri ve asileri yakalayıp ateş çukuruna atmalarını emrettiğini ve derileri yanıp kömür ve kül oldukça azabı tatmaları için onlara yeniden ıslaklık ve hayat verdiğini düşünen kimse gibi. Cennette bakirelerle yatacağına, onlardan zevk alacağına, bekâreti boza­cağına ve bekâretin tekrar geleceğine inanan kimse gibi. Cennette şarap içeceğine ve Yaratıcısının kendi sakisi olacağına inanan kimse gibi. Cennette yanında hazır ola­cak kızartılmış kuşlar arzu ettiğinde, bunların kendisine derhal sağlanacağına, sonra bunlardan doyuncaya kadar yiyeceğine ve ardından onların hayattayken uçtukları gibi tekrar uçacaklarına inanan kimse gibi. İnsanın öldüğü zaman nefsinin ve varlı­ğının ortadan kalktığına inanan kimse gibi. Gökler harap olmadıkça ve kitap tomarı­nın dürüldüğü gibi dürülmedikçe cenneti beklemeyen kimse gibi. Kıyamette yıldız­ların düşüp saçılacağına inanan kimse gibi. İnsanın amellerinin terazinin iki kefesi gibi kefelere konulacağına inanan kimse gibi. Kabirde Münker ve Nekir’in[74] ölünün cesedine soru soracağına inanan kimse gibi. Cehennemde ejderhaların, yılanların ve zehirli yılanların fâsıkları/günahkârları yiyeceğine, bundan sonra onların tekrar dirileceğine ve inananlarının nefislerine acı çektiren benzeri inançlara inanan kim­se gibi. Peygamberlerin (a.s), cennet, cennetliklere özgü nimetler, cehennem azabı, ceza ve kıyamet hallerine dair anlattıklarının hepsi haktır, doğrudur ve şüpheden uzaktır. Fakat durum, bu zalim ve kâfirlerin inandığı gibi değildir. Aksine durum, bundan başka olup onu Allah’tan ve ilimde derinleşenlerden başkası bilemez.

Ama âlemin hikmetli, kudretli, halim, cömert, kerem sahibi, merhametli ve ba­ğışlayan Yaratıcısı olduğuna, onun kendi âlemini en güzel düzenle ortaya koyduğu­na, yarattıkların idaresini en sağlam şekilde düzenlediğine, onda hiçbir bozukluk bırakmadığına, yerde ve gökte hiçbir şeyin ona gizli kalmadığına, Rahmanın yarat­masında hiçbir aykırılığın görülmediğine inanan, böyle olduğunu düşünen ve bilen kimsenin nefsi daima sakin, huzurlu, acılardan, bozuk görüşlerden, asılsız inançla­rın rahatsızlıklarından ve yığılmış cehalet karanlıklarının vahşetinden uzaktır. O, nefsinden yana rahat, halk da ondan yana rahattır. Bir bakıma güvendedir. Kimsenin kötülüğünü istemez, kendisini onlardan üstün görmez, onlardan hak istemez, cefa sebebiyle onlardan şikâyetçi olmaz, onlara hiçbir eziyeti dokunmaz. Bunlar, değerli kardeşlerinin sıfatlarıdır.

Kardeşim, sırlarını ve inançlarını öğrenmek için onlarla arkadaşlığa rağbet et­mek, metotlarına uymak, yaşam tarzlarını takip etmek, ahlâklarıyla bezenmek, ilim ve siyasetleri üzerinde düşünmek; konuşma ve sözlerini dinlemek için meclislerine katılmak; içerdiği manaları anlamaya muvaffak olmak, nefsini gaflet ve cehalet uy­kusundan uyandırmak, basiret gözünü açmak, âlimler ve mesut kimseler gibi yaşa­mak ve göklerin melekûtuna yükselmek için bu risâlelerimizi okumak ister misin?

Bölüm

Sonra bil ki, biraz önce açıkladığımız gibi, bazı düşünce ve inançlar, sahiplerinin nefislerine acı verip eziyet ederken, bazıları da sevinç, mutluluk ve lezzet verir. Fakat biz konunun açıklık kazanması için bir örnek vereceğiz.

Hikâye

Anlattıklarına göre, nimet sahibi (varlıklı) ve dindar bir adam ve bu adamın da sarhoş gezen bir oğlu vardı. Adam onun bu durumundan hoşlanmıyordu. Ona bir gün dedi ki: Oğlum, sarhoşluğu bırakırsan sana malımın mülkümün yarısını verece­ğim, seni ayrı bir eve yerleştireceğim, seni nimet sahiplerinin kızlarından güzel bir kızla evlendireceğim.

Oğlu dedi ki: Baba, o zaman ne olacak?

Babası dedi ki: Hayatta olduğun sürece neşeli, mutlu ve zevkli yaşarsın.

Oğlu dedi ki: Maksat buysa o şu an benim için gerçekleşmiş durumda.

Babası ona dedi ki: Bu nasıl olur?

Dedi ki: Ben sarhoş olduğum zaman nefsimde sevinç, neşe ve haz hissediyorum. Öyle ki Kisranın bütün saltanatının bana ait olduğunu sanıyorum, nefsimde öyle bir ululuk ve ihtişam hayal ediyorum ki mesela serçeyi deve kadar görüyorum.

Babası ona şöyle dedi: Fakat ayıldığında bunun gerçek olmadığını görüyorsun.

Dedi ki: O zaman dönüp sarhoş oluncaya kadar tekrar içiyorum, bunun benzerini yine görüyorum.

Nefsin bedenden ayrıldıktan sonra bekasına inananların lezzetlerini bulması da buna benzer. Çünkü dünyada yaşamaktan amaç, Yüce Allah’ın: “Allah’tan onların ummadığı şeyleri umarsınız.” diye buyurmasında olduğu gibi lezzet, sevinç, mutlu­luk ve ölümden sonra rahatlıktan başka bir şey değilse o, bundan önce ve yine “Ölümün Hikmeti Risâlesi”nde açıkladığımız gibi nefsin bedenden ayrılmasından başka bir şey olmayan ölümden sonra vardır. Bu inanç dünyada onların lezzetlerinden hiç­bir şeyi eksiltmez.

Ama onun faniliğine inananlar, ya dünya halkının mutlularından ya da mutsuz­larından olurlar. Eğer mutlularından iseler bu görüş ve inanç, nefislerine acı ve ezi­yet verir. Çünkü onlar ölümü ve faniliği düşündükçe hayatları zehir olur, nefislerini üzüntü kaplar ve dünyadaki lezzetleri azalır. Çünkü onlar onun yok ve fani olacağına inanırlar, bunun dışında bir şey ummaz ve beklemezler. Nefsin faniliğine inananlar, dünya halkının mutsuzlarından iseler dünyada ömürleri boyunca keder ve üzüntü içinde yaşarlar. Sonunda hasret ve felaket içinde ölürler.

Sonra bil ki, inananlarının nefislerine acı ve eziyet veren düşük inançlar ve bo­zuk görüşler sayılamayacak ve nitelikleri açıklanamayacak kadar çoktur. Fakat biz bilmen, tutunman ve dışındakilerden kaçınman için onların övülenlerini zikrede­ceğiz. Biz “Kanunlar Risalesinde, “İhvân-ı Safanm İnançları Risalesinde, “İmanın Mahiyeti ve “Allah’ın Kendilerine Cennet Vaat Ettiği Araştırmacı Müminlerin Has­letleri Risalesinde bunların bir kısmını anlattık. Elli bir (51) risalede onların yolu­nu, ahlâkını, düşüncelerini, ilimlerini, amellerini, niteliklerini ve hallerinin şeklini açıkladık. Fakat burada onları derli toplu ve veciz bir şekilde ifade edeceğiz. Şöyle ki: akıllı insan âlemin hikmetli, ezelî, diri, âlim, işleri sağlam bir şekilde düzene so­kan, mevcutları mükemmel bir şekilde sıralayan bir Yaratıcısının olduğuna inanır. Âleminin işlerinden küçük büyük hiçbir şey ona gizli kalmaz. O, onları mevcutlar­dan her birine uygun bir şekilde ve onlardan meydana gelen yeteneklere göre bilir ve yönetir. Onun âlemi, felekler, burçlar, yıldızlar, unsurlar ve doğanlardan oluşan bütün yaratıklarıyla bir tek insan ve bir tek hayvan hükmündedir. Meleklerinin güç­lerinin gök tabakalarına ve felekler uzayına yayılması, bir tek insan nefsinin bütün bedenine ve eklemlerine yayılması gibidir. Bu, yorumunu açıkladığımız ve bütün risâlelerimizde anlattığımız özlü sözdür. Fakat öğrencilerin diğer ilim ve sanatları ısrarla istedikleri gibi daha başlangıçta bu önemli işe bakarken onu mutlaka ısrarla istemeleri gerekir. İşin sonunda onun hakikatini bilirler ve doğruluğunu anlarlar.

Bölüm

Sonra bil ki, öğrencilerin her sanatın başlangıcında onu taklit yoluyla bilmele­rinden önce esaslarını araştırmak üzere ikrar ve inançlarının sebebi, bunun ancak o alanda uzmanlaştıktan, onu araştırıp keşfettikten sonra açıklığa kavuşacak olmasıdır.

Bil ki, her sanatta orta derecede olanların, bunun araştırma ve keşfinin kendile­rine burhânlarla mümkün olması sebebiyle taklide razı olmamaları gibi, peygam­berlerin (a.s) kitaplarını ve içlerindeki gizli sırları, işaretleri ve üstün ilimleri ikrar edenlerin de aynı şekilde davranmaları gerekir. İlimlerde orta derecede olanlar, ço­cuklar, kadınlar ve zayıf akıllılar gibi taklide razı olmazlar, aksine onların bunu araş­tırmaları, sırları ve işaretleri ortaya çıkarmaları gerekir. Çünkü peygamberlerin (a.s) cennet meclislerini ve cennetliklerin lezzetlerini anlatmaktaki maksadı, inanmaksızın sadece dil ile ikrar değildir; aynı şekilde onlara gösterecek araştırma olmaksızın sadece inanmak da değildir. Bilakis maksat, rağbet ve talebin sağlanması için onları hakikatleriyle tasavvur etmektir. Çünkü insan arzu etmediği şeyi talep etmez; araş­tırmadığı şeyi arzu etmez; tasavvur etmediği şeyi araştırmaz; gizli ve kayıp şeyi de güzelliklerin etkili anlatımı dışındaki bir yolla tasavvur etmez. Bundan dolayı Kur an cennetin güzellikleri, cennetliklerin sevinci ve nimetlerinin lezzetlerini çokça anlat­mıştır. Bazen de onları Yüce Allah’ın şu sözünde olduğu gibi kavmin gücü ölçüsünde cismanî vasıflar olarak anlatmıştır: “Cevherlerle işlenmiş tahtlar üzerinde karşılıklı olarak oturup yaslanırlar. Çevrelerinde tarifsiz güzellikte bir kaynaktan doldurulmuş testiler, ibrikler ve kadehlerle ölümsüz gençler dolaşır”[75] Bunu -bu şeylerin cennette cismanî halde bulunması anlamında değil, aksine ruhanî şeyler olarak bulunması anlamındazihinlerinin kabul edeceği ölçüde anlattı ve açıkladı: “Hiçbir gözün gör­mediği, hiçbir kulağın işitmediği ve hiçbir beşerin hatırına gelmeyen şey” Yine Yüce Allah buyurdu ki: “Düzgün kiraz ağacı, meyveleri salkım salkım dizili muz ağaçları, uzamış gölgeler ve çağlayarak akan sular”[76] Ve buna benzer cismanî şeylerin vasıfları.

Bazen onları, Yüce Allah’ın şu sözü gibi, orta derecedekilerin kavrayaca­ğı şekilde ruhanî vasıflarla tasvir eder: “Güçlü ve Yüce Allah’ın huzurunda hak meclisindedirler”[77] Yine buyurur ki: “Yaptıklarına karşılık onlar için ne mutluluklar saklandığını kimse bilmez.”[78] Yine buyurur ki: “Orada canlarının istediği, gözlerinin hoşlandığı her şey vardır.”[79] Yine buyurur ki: “Ogün bazı yüzler ışıl ışıl parıldayacak, Rablerine bakacaklardır.”[80] Doğal cisimlere uygun olmayan benzer ruhsal nitelikler vardır.

Bazen de onları Yüce Allah’ın sözünde olduğu gibi, cisimsellik ile ruhsallık ara­sı vasıflarla tasvir eder: “Muttakilere vaat olunan cennetin durumu şöyledir: İçinde bozulmayan sudan ırmaklar, tadı değişmeyen sütten ırmaklar, içenlere lezzet veren şaraptan ırmaklar ve süzme baldan ırmaklar vardır. Orada onlar için her çeşit meyve bulunur.”[81]

Kardeşim, O’nun bunları teşbih ve temsil yoluyla kolay tasavvur ettirmek için “cennetin durumu şöyledir” dediğini görmüyor musun? Çünkü onların tasviri haki­katleriyle sınırlıdır. O, her insan topluluğuna akıllarına ve bilgi ve kavrayıştaki mer­tebelerine göre hitap etmiştir. Çünkü peygamberlerin (a.s) daveti seçkinleri, avamı ve bunlar arasındaki insan sınıflarını kapsayacak şekildedir. Mesih (a.s.), cennetleri ve cennetliklerin nimetlerini tasvir ederken cismanî olmayan vasıflar kullanmıştır. Yaptığı bir tavsiyede Havarilere şöyle demiştir: “Eğer benim yaptıklarımı ve size söy­lediklerimi yaparsanız yarın göğün melekûtunda Babamızın yanında benimle bir­likte olursunuz ve O’nun meleklerinin arşı etrafında O’nu hamd ile teşbih ve takdis ettiklerini görürsünüz. Siz orada yeme içme olmaksızın bütün lezzetleri tadarsınız.” Mesih (a.s.) sembol kullanmadan açıkladı. Çünkü onun muhatapları, Tevrat’ın, pey­gamberler (a.s.) ve filozofların kitaplarının eğittiği bir topluluktu. İşaret ve tembihle­re ihtiyaçları yoktu, aksine onların suretlerini kabule hazır ve istidatlı idiler.

Peygamberlerin efendisi ve elçilerin sonuncusu (salla'llâhü aleyhi ve sellem) ise çöl halkından ilimler­le eğitilmemiş, yeniden diriliş ve haşrı ikrar etmemiş, felekler ve ahiretin melekûtu olan göktekilere ve cennetliklere ait nimetlerin bilgisi bir yana, dünya melekûtunun nimetlerini dahi bilmeyen ümmî bir kavme gönderilmişti. O, kitabında cennetleri kavmin kavrayışına yaklaştırmak, tasavvurlarını kolaylaştırmak ve nefislerini bun­lara teşvik etmek için daha çok cisimsel olarak tasvir etti. Biz İlahî kitapların sırları­nı araştırmakla meşgul olduk, risâlelerimizin çoğunda nebevî vahiylerin sırlarının anlamını açıkladık, rumuzlar, işaretler ve şer’î kuralların birçoğunu ortaya çıkardık. Çünkü bizim muhataplarımız; âlim, fazıl, İhvân-ı Safâ ile içli dışlı, ilimde derinleş­miş, İlahî kitapların sırlarına ve peygamberlerin (a.s.) işaretlerine yakın felsefî riya­zetlerle yetişmiş bir topluluktur.

Ey kardeş, eğer onlardan biri olmak istersen erdemli, değerli, ilimleri felsefî, edepleri nebevi, yaşantıları melekî, lezzetleri ruhanî ve gayretleri İlahî olan kardeş ve dostların arkadaşlığına gel! Senin için bedenlerin menfaatini sağlama ve senden onların zararlarını uzaklaştırmadan başka bir şey istemeyen şeytanların kardeşle­riyle arkadaş olmayı bırak! Kardeşim, O’nun şu sözüyle işaret ettiği kimselerden ol­mak için birbirinin dostu olan, iyiliği emredip kötülükten alıkoyan müminlerden ol: “Şüphesiz benim kullarım üzerinde senin hiçbir otoriten yoktur”5' Yine Yüce Allah onları şu sözüyle methetmiştir: “O gün, sakınanlar dışındaki dostlar birbirlerine düş­man kesilirler.”[82] [83]

Nefsin bedenden ayrı ve bedenle birlikteyken tattığı cismânî lezzetler ve acıları anlatmayı bitirdikten sonra bedenden ayrıldıktan sonra (dünyada) işlediği kötülük, irfan ve inkâra karşılık ceza ve ödülü olan lezzet ve acıları anlatmak istiyoruz. Bunlar nebevi şeriatta sevap, ceza ve acıklı azap olarak ifade edilmiştir.

Bölüm

Acıların Kötü Nefislere Bedenlerini Terk Ettikten Sonra
Nasıl Ulaştığına ve Onların Nasıl İblis Ordusu ve
Şeytanlar Topluluğundan Olduklarına Dair

Biz diyoruz ki: Bil ki, akıllı insan şeriatın emir ve yasaklarını, tehdit ve engellerini işitip de sonra onun kurallarını yerine getirmediğinde ve hükümlerine uymadığın­da veya felsefî ilimleri işittiği halde gereklerini yapmadığında, nefsiyle ilgilenmeyi ihmal ettiğinde, bedenden ayrıldıktan sonraki maslahatları üzerinde düşünmekten yüz çevirdiğinde, aksine daha çok bu bedenini iyileştirmeye önem verdiğinde ve onun terbiyesiyle ilgilendiğinde, gece gündüz bedenine yarayacak yiyecek, içecek, elbise, binek, mesken, mal, ev eşyası ve dünya süsü tedarikiyle meşgul olduğunda, bedensel şehvetlere daldığında, maddî lezzetlere battığında, bunlar dışındaki şeyleri düşünmediğinde ve önemsemediğinde, burada bırakılmayacağını kesin bildiği hal­de dünyada ebedî kalmayı temenni ettiğinde, bütün ömrünü ölünceye kadar oyun ve eğlenceyle geçirdiğinde, sonra ona gerçekten nefsin bedeni terk etmesi demek olan ölüm sarhoşluğu -ki o, doğal ve maddî bedenler ve cisimler âlemine giren herke­sin içmek zorunda olduğu bir şerbettiristemeden, zorla geldiğinde, nefsi bedensiz kaldığında, cisimsel lezzetler almasını sağlayan duyu organlarından mahrum kaldı­ğında, onları uzun süre alışkanlık haline getirdiğinde, gayretine oraya düşüş yerleş­tiğinde, onlara bu beden ve organlarından başkasıyla yol bulamadığında, o zaman gözleri çıkarılan, kulakları sağırlaştırılan, elleri felç olan, ayakları kesilen, dili konu­şamaz hale getirilen, burun delikleri tıkanan, kalbi köreltilen, dostları, kardeşleri ve komşuları tarafından terk edilen, arkadaşlarının cefasına uğrayan, düşmanları tara­fından mağlup edilen, çekemeyenler tarafından alaya alınan kimse gibi bunlardan alıkonulduğunda, bedeninde azap çeken ruhtan başka bir şey kalmadığında, o artık ne hayattan tat alan bir diri ne de azaptan kurtulmuş bir ölüdür. Nitekim Yüce Allah şöyle buyurmuştur: “Orada ne ölür ne de yaşar”[84] O zaman bu nefisler alıştıkları bu duyulurların lezzetleri sebebiyle ellerinden kaçırdıkları şeyleri arama yolundaki çabaları yüzünden kendilerini kaybederler. Oraya ulaşmaları da geri dönmeleri de engellenmiştir. O zaman gayretle şunu der ve temenni ederler: “Şimdi bizim şefa­atçilerimiz var mı ki bize şefaat etsinler ya da geri döndürülmemiz mümkün mü ki yapmış olduğumuz amellerden başkasını yapalım.”[85] “Keşke toprak olsaydım'.”[86] Son­ra Yüce Allah şöyle der: “(Dünyaya) geri gönderilseler yine kendilerine yasak edilen şeylere döneceklerdir.”[87] O zaman hasret ve pişmanlık içinde, zâtıyla acı çeken, kötü alışkanlıklarından dolayı azap gören, Ay feleği altında bilgisizliklerinin körlüğü için­de cisimlerin karanlık çukurunda dolaşan, madde denizine batan, türünün geçmiş ümmetlerdeki fertleriyle, şeytanın kardeşleri ve İblisin askerleriyle birlikte, oluş ve bozuluş âleminde kendini kaybetmiş kimseler olarak kalırlar. Nitekim Yüce Allah bunu şöyle ifade etmiştir: “Her ümmet (topluluk) girdikçe yoldaşlarına lanet eder”[88] Ayetin sonuna kadar. Onlar, türlerinin tabiatlarındaki bu duyulur şehvetlere varın­caya kadar vesveseyle bedenleşmiş nefislerinden olan fertlerine cehennemde ebedi­yen sapmış ve saptırmış olarak bağlıdırlar. Nitekim Yüce Allah şöyle buyurmuştur: “Artık onlar ve azgınlar oraya tepetaklak atılırlar”[89] Bu, acıklı ceza ve azaptır; kötü, cahil, hakikatlerden ve dinî ilimlerden gafil olan nefislerin karşılığıdır.

Bölüm

Şeytanların ve Tüm İblis Ordusunun Mahiyeti Hakkında

Bil ki, bedenleşmiş iyi nefisler, bilkuvve melektirler. Onlar bedenlerini terk et­tiklerinde bilfiil melek olurlar. Nitekim biz bunu “Araştırmacı Müminlerin Sıfatları Risâlesi" ile “Yeniden Diriliş Risâlesi’nde açıkladık. Bedenleşmiş kötü nefisler bil­kuvve şeytandırlar. Bedenlerini terk ettikleri zaman bilfiil şeytan olurlar. Bu bilfi­il şeytanî nefisler, bilkuvve şeytanî nefislere onları fiil haline çıkarmak için vesvese verirler. Nitekim Yüce Allah şöyle buyurmuştur: “İnsan ve cin şeytanları aldatmak için birbirlerine yaldızlı sözler fısıldarlar.”[90] İnsan ve cin şeytanları, bedenleşmiş ve bedenlerle ünsiyet kurmuş kötü nefislerdir. Cin şeytanları, cisimlerden ayrı ve göze görünmeyen kötü nefislerdir. Bu ayrık nefislerin bedenleşmiş nefislere verdikleri vesvese, yeme içme şehveti güçlü, fakat olgunlaşmasını sağlayan sindirici sıcaklığı zayıf olan kimse gibidir. O iştahlıdır ama yiyecekten tat almaz. O zaman çabası, on­lara bakmak ve böylece organının zayıflığı ve gücün fiilinin geçersizliği sebebiyle ondan zevk almak için yemeği ve yiyenleri seyretmekten ibaret olur. Yine o, cinsel organı cimadan aciz olan ve tabiatını güçlendirip organını uyarmak için bu işi yap­maya gayret edenleri seyreden kimseye benzer.

Bu, hissi lezzetleri alacak organı bulunmayan ayrık nefislerin hükmüdür. Onlar sever ve türünün bu organa bilfiil sahip olan fertlerine vesvese verir. Nefret eden kötü nefislerin vesvesesi de böyledir. Onlar bedenlerinden ayrıldıklarında cinsle­rinin öldürme, husumet ve düşmanlıklara varıncaya kadar vesveseyle bedenleşmiş öfkeli ve kötü nefislerine yapışırlar. Yüce Allah bu nefislere şu sözüyle işaret etmiş­tir: “İnsanların kalplerine vesvese sokan, pusuya çekilen cin ve insan şeytanlarının şerrinden..”[91]

Kardeşim, Yüce Allah’ın belirttiği gibi, ahireti bilmeyen, bedenlerle meşgul olan, ölüm sonrasından habersiz, belli vaktin gününe kadar ertelenmiş olan dünyalıların durumu da böyledir: “Onların ardında yeniden dirilecekleri güne kadar (süren) bir berzah vardır.”[92] Nitekim bunu “Yeniden Diriliş ve Kıyamet Risâlesı’nde açıkladık. Oraya müracaat et.

Kötü nefislere, cennetleri olan bedenlerinden ayrıldıktan sonra ulaşan ruhanî acıları zikrettikten sonra, iyi ve erdemli nefislerin zindanları olan bedenlerinden ay­rıldıktan sonra tattıkları ruhanî lezzetleri anlatmak istiyoruz. Nitekim bunu “Haya­tın ve Ölümün Sevimsizliği Risalesinde açıkladık.

Sonra ey kardeşim, bil ki, iyi ve erdemli melekî nefislerin bedenlerini terk ettikten sonra tattıkları lezzet, rahatlık, sevinç, mutluluk ve nimetler, şeriatta sevap ve ceza ile ifade edilir. Tasvir, onların hakikatleriyle sınırlıdır. Ruhanî, ebedî ve daimi oldukları için insan onların künhüne dair bilgiyi kavrayamaz. Yüce Allah şöyle buyurmuştur: “Onlar için yaptıklarına karşılık olarak ne mutluluklar saklandığını kimse bilemez”[93] Peygamber (a.s.) da şöyle buyurmuştur: “Orada hiçbir gözün görmediği, hiçbir ku­lağın işitmediği ve hiçbir insanın aklına gelmeyen lezzetler, huzur ve rahatlık vardır”

Fakat onların bir kısmına bu konuda dost İhvân’ın âdetine uyarak düşünenlerin kavrayışına yaklaşması ve isteyenlerin zihninde tasavvur edilmesi için hayalî bir şe­kilde işaret edecek; rumuz, işaret ve tembihe benzer bir örnek vereceğiz.

Diyoruz ki: Bil ki geçmiş zamanlarda kral çocuklarından olan zarif, güzel yüz­lü, sağlam bünyeli, tam suretli, güzel ahlâklı, iyi davranışlı ve mutedil bir yaşantısı olan bir genç vardı. Akrabaları içinde kral kızlarından olan güzel bir cariyeye âşık oldu, sonra kral çocuklarının şanına yakışır biçimde onunla evlendi ve gerdeğe gir­di. Onunla saltanatının ihtişamı, krallığının nimetleri, gençliğinin tadı, nimetinin sevinci içinde hiçbir tehlikeli hadiseyle karşılaşmadan güvenli ve huzurlu bir şekilde uzun bir süre yaşadı. Sonra zaman, onları ölümle birbirinden ayırdı. Düşmanının kendisine üstün gelmesiyle gençlik krallığını terk etti. Ülkesinden gurbete düştü, yeryüzünde garipler gibi yolculuk etti. Yoksullaştı, yaşlandı, düşkün oldu, bedeni zayıf düştü, gücü kayboldu, gözü görmez, kulağı duymaz oldu, aç, susuz ve çıplak kaldı. Maruz kaldığı bela, sıkıntı ve musibetten dolayı ölmek istedi. Bir harabeye gir­di, orada çöplük ve külün yumuşaklığı üzerinde uyuyarak dinlendi. Orada rahatlık buldu ve uyudu. Rüyasında kendisini çocukluğundaki görünüşü üzere yeni yetme bir genç olarak gördü. Bedeninin gücü, nefsinin dinçliği ve gençlik günleri kendisine geri döndü. Sanki krallık tahtında, saltanatının ihtişamında, dünyevî nimetlerde ve o günlerinin sevinci içindeydi. Çünkü o cariye, kendisine âşık olup evlendiği günkü güzellik ve görünümünde idi. Onu şehvetle kucakladı, sarıldı ve başlangıçta idrâk ettiği gibi ondan zevk aldı. İkisi birlikte kral tahtına oturmuş, rüzgâr kendilerine nereye isterlerse oraya götürüyordu. Duyduğu zevk ve sevinçten dolayı uykusunda sarsıldı, hareketlendi ve uyandı. O zaman harabede, çöplükte olduğunu, etrafında köpeklerin kendisine havladığını [fark etti].

Ey kardeş, nefsinin bu rüyadaki hali, hissettiği lezzet, sevinç ve mutluluk ile keder, üzüntü, sıkıntı, bela ve musibetlerden uyandığı zamanki hali arasında nasıl bir fark görüyorsun? İyi nefislerin hali ve bedenlerle birlikte oluşları ile bedenlere ait sıkıntı, üzüntü, keder ve musibetler yanında ayrıca lezzet, sevinç ve mutluluktan ayrılmaları arasındaki fark da böyledir. Allah bizi, seni ve kardeşlerimizi oluş ve bozuluş âlemi cehenneminin ateşinin acısından korusun; seni ve bizi göklerin melekûtuna ait ruh­lar ve felekler âlemine özgü cennet nimetlerine kavuştursun ve yakın meleklere, pey­gamberlere, sıddıklara, şehitlere ve iyi kullara komşu eylesin.

“Acılar ve Lezzetler Risalesi” sona erdi. Bunu dillerin[94] farklılığının sebeplerinin açıklanmasıyla ilgili risâle takip edecektir.

Tabîî-Cismânî Şeylerin (el-Cismâniyyâtut-tabîiyyât)
On Yedinci -İhvân-ı Safâ Risâleleri’nin Otuz BirinciRisâlesi:
Dillerin, Yazı Şekillerinin ve İbarelerin Farklı
Olmasının Sebeplerine Dair1 [95]

Esirgeyen ve Bağışlayan Allah’ın Adıyla!

A

llah’a hamdolsun! Seçkin kullarına da selam olsun! “Allah mı daha hayırlıdır yoksa O’na ortak koştukları varlıklar mı?”1

Bölüm

Ey iyiliksever, merhametli kardeşim! Allah seni ve bizi katından bir ruhla destek­lesin! Cismanî ve ruhanî lezzet ve acılardan ve canlının ölümden hoşlanmamasının sebeplerinden bahsetmeyi sonlandırdığımız için tabiat risâlelerinin sonuncusu olan bu risâlede dil farklılıklarının sebeplerinin izahını yapmak istiyoruz. Diyoruz ki: Dillerin, sözlerin, seslerin, hat ve kitabelerin farklılıklarının sebeplerini; mezhep­lerin ilkeleri ile düşünce ve dinî inançların nasıllığını; onların oluşumlarının, ilke­lerinin, ortaya çıkışının, kökenlerinin, yapılarının, gelişimlerinin, sayılarının, kendi aralarındaki görüş ve yöntem farklılaşmalarının aslını; bir asırdan diğerine ve bir milletten diğerine onlardan bir kavmin silinip yerine bir diğerinin geçmesini anla­mak, ancak bahsettiğimiz bütün bu işlerin kendisinden kaynaklandığı asıl şeyi açık­layıp izah ettikten sonra olur. Yine bu aslın karışımının ve öğelerinin, başlangıçtaki hareketinin ve zâtıyla var olmasının nasıl gerçekleştiğini; onun diğer cisimlerdeki kanallarının ve kaynaklarının farklılığını; duyu organlarınca kolayca algılanmasını, cinslerde yayılmasını ve duyuları aydınlatmasını izah ettikten sonra olur. Sürat ve intikal etmeyle sonradan olmasının özelliğini, hareket ve ayrılıkla ortaya çıkmasını, yokluk ve helak olmayla ortadan kalkmasını, insanlar âlemindeki varlığının nasıl olduğunu, başlangıçta bu âlemde nasıl bulunduğunu, kendisinin dışındaki diğer canlılarda ve canlı olmayan varlıklarda nasıl olduğunu, işitme duyusuna bir bütün olarak ulaşmasını, onu kimin taşıdığını ve taşımanın nasıl olduğunu, taşımanın ger­çekleştiği duyu organına ulaştıran sebebin ne olduğunu, onu bu duyunun dışındaki duyuların idrâk edememesinin sebebinin ne olduğunu, insanın bu duyunun anlaşı­lan ve anlaşılamayan özelliklerini delille (burhân) nasıl anladığını izah ettikten sonra olur. [96]

Bunlar dikkatli/derin (dakik) bir incelemeye ihtiyaç duyduğumuz ve hakkındaki haberlerin son derece gizemli olduğu karmaşık konulardır. Bu risâlede, bu ilme giriş ve mukaddime olması için, başarabildiğimiz ölçüde, bunların bir kısmını özetlemek istiyoruz. Bunu, geriye kalan kısmın anlaşılmasını kolaylaştırması, anlamayı sağla­yan en veciz söz olması ve kendisiyle bilmenin kolaylaştığı en açık delil olması için, okuyucusunu şüpheye düşüren bir uzatma ve nakledeni sıkan ayrıntı olmaksızın yapmak istiyoruz. Buradan hareketle onun ilkeleri hakkındaki aslı ve ilmi açıkla­makla başlıyoruz.

Diyoruz ki:Bil ki, hikmetin heyûlâsı şeklin iradesi (iradetü’l-hey’et) ile birliktelik arz eder. Çünkü bu heyûlâ bütün eşyayı kabul eder. O semavî bir madde, felekî bir kuvvet ve yüce (ulvî) sebeplere, ruhanî cevherlere ve nefsanî şahıslara bitişik aklî bir kuvvettir. Gezegenlerle bağ kurar, hareketli yıldızlara bitişir, doğan yıldızlarla doğar, parlak ışıklarla parıldar. Onları hayırlı emanetler ve bereket anahtarları yapar. Bu, başlangıçtaki nizama halel gelmeksizin, ulaşma ve sona ermenin tamlığında eksiklik olmaksızın onlarda birleşme ve ayrılığın, ihtilaf ve birlikteliğin birbirini takip etmesi ve art arda gelmesi iledir. Bütün yaratılmışların (mükevvenât) bu yapıcı maddesi (elmâddu l-faile) ancak duyuların incelikleri (letâif) ile idrâk edilebilir ve dokunmakla elde edilebilir. Bu nasıl bu şekilde olmasın? O, maddesinin hayret vericiliği bitmeyen ve maddelerinin kemiyeti yok olmayan bir sebeptir.

Diyoruz ki: Ey kardeşim! Bil ki marifetin ve ilmin, yükselmesi zor bir derecesi ve sonu gelmeyen bir mesafesi vardır. Bu, ariflerin derecesidir ve canlıya ait (hayvânî) duyuların yardımıyla (inayet) ve maddî (cirmanî) yolla onların etkilerini görebilen ve haberlerini anlayabilen kalp gözü açık kimselerin makamıdır. Zira onların etkileri ruhanî, kaynakları nefsanîdir. Bundan bilgelere (hukemâ) bitişik olan kuvvet ortaya çıkar. Bu ise nebilere (a.s.) gökyüzünden vahiyle inen kutsal ruhtur. Ona âlimlerin güveni vardır. İhtilafı çok, uzlaşıdan uzak, kanunları farklı ve ölçüleri değişik pek çok şey meydana gelebilir.

Böylece duyular, bunlardan yeryüzü mekânında ve aşağı merkezde meydana gelen şeylerin bilgisini idrâk etmekte yetersiz kalır. Heyûlânm sebeplerinden olan beşerî duyular, onların idrâkine ulaşmaktan aciz kalır. Eşyanın kaynağı bu misale uygun olduğunda başlangıcı da bu tertiple olur. İnsanlık âleminde bilmenin (ma­rifet) maddesi olan kuvvet de sezgi ile olur. Yaratılmış cisimde varmayı (bülûğ) imkânsız kılan ve ulaşmayı azaltan ihtimalin sebebi olur. İsteği azaltan, amaca ulaş­madan önce tükenen ve bu sebebin bilgisini elde etmeyi sınırlandıran, İnsanî ha­yatın sebebi olan zamansal bir madde olur. İş bizim açıkladığımız gibi olduğunda akıllı kimsenin ilk yöneleceği ve niyet edeceği, üstün nitelikli (fâzıl) kişinin ilk gü­veneceği ve arayacağı şey, sezgisinin rıza göstereceği, kendi cevherini kabul etmeye yardımcı olacak, kalan ömründe onu kabul edecek, düşüncesini harekete geçirecek ve basiretini artıracak şeyi bilmek olacaktır. Sezgisi olmayanın bilgisi olmaz. Bilgisi olmayanın da cevheri olmaz. Cevheri olmayanın ise varışı olmaz. Varışı olmayanın kalacak yeri (mekarr) olmaz. Kalacak yeri olmayanın varlığı olmaz. Varlığı olmayan ise yok hükmündedir.

Bölüm

Sonra bil ki, bütün bileşik cisimlerin birliğinden maksat, bu cisimlerin zâtını ge­rekli kılan, ilkelerini inşa eden, keyfiyetini belirleyen sebebin, başlangıçtaki kayna­ğının nasıl olduğunun, sonunda akıbetin nereye varacağının; karışımın (telif) bir araya gelmesinin, ince olanın yoğun olanla ittifakının, bileşimlerin birleşmesinin na­sıl olacağının; toplanmış olanın (müctema) ayrılmasının nasıl olacağının, birleşmiş olanın nasıl münferit kalacağının, bağlı olanın nasıl ayrılacağının, tek başına olanın nasıl birleşeceğinin, varlığının nasıl yok olacağının; varlığının sıhhatinden, sözünün selametinden ve bağının sağlamlığından sonra parçalarının (cüzlerinin) nasıl sona ereceğinin bilgisidir. Sen bu bilgiyi bilir, tasavvur eder, ayırt eder ve düşünürsen se­nin için aşikâr olur. Bu konuda sana hislerin yardım eder, kendi nefsinin cevherini kabul etmeyi bilmeye ulaştırır ve sağlam bir şekilde düşünürsen senin için karışım ve bileşimin keyfiyeti, o ikisiyle ve o ikisinin maddelerini doğru bilmekle ince ve yo­ğunun birleşmesi açığa çıkar. O ikisinden birisi yere ait (arzî) bir madde ve cisme ait bir kuvvettir. Diğeri ise ruhanî bir şekil ve meleklere ait bir arzudur. Yukarda olanın aşağıda olanla birleşmesi ve ince olanın yoğun olanla bağ kurması ne enteresan ve zarif bir hikâyedir. Bu konuda hikmet sahiplerinin aklı karıştı ve akıllı kimselerin zi­hinleri bulandı. Yollar kapandı, alametler silindi ve yol göstericiler işe yaramadı. Zira bu âlemde, âlimle cahili birbirine yaklaştıracak ve cevherle taşı aynı yerde toplayacak hikmet ve basiret sahibi kişiler inkâr edilmektedir. Allah ancak işlemiş olduğu güna­hına ve ayaklarının cürmüne ceza olmak üzere âlimi cahille cezalandırmayı istemiş ya da taşın cevhere bir perde, korunak, örtü ve elinin altındaki bir kılıf olması için cev­heri taşla birleştirmiş ve o ikisini aynı mekânda bulundurmuştur; yoksa âlimle cahil onun nezdinde aynı makamda olduğu için değil. Aynı şekilde taş ve cevher, cismânî suret ve maddî heyûlâ yönünden heyûlânm gölgesinde zıt konumda olduklarında, o ikisi kendilerine cevherin gölgesinde bitişen aydınlık sevgileri ve yüce mertebeleri bil­mezler. Bunlarla bilgini/âlimi kast ediyorum. Taş bundan uzaktır, ona âlim denmez.

Hal böyle olunca, birleşmeyi gerektiren bu sebebin varlığı bilindiği için şüphe ve inkâr yok olur. Talebe bu sebebi bilmeyi istediğinde ve onların bir arada varlığı söz konusu olduktan sonra, o ikisinin ayrılmasının ortaya çıkması, ikisinden biri­nin tamamen varlığını devam ettirirken diğerinin yokluğu ve ayrılması zorunlu olur. Bunu anladığında senin için cisim ile araz[97] arasındaki fark açığa çıkar. Bu konudaki maksat ve gayeyi de anlarsın. Bu konuda sana yardımcı olacak ve sana açıkladığım şeyi anlamanı sağlayacak, konuyla ilgili bir özeti sana açıklayacağım. Bunu bitirince seslerin oluşumu ve dil farklılıklarına; hat, yazım, lafız ve ibarelerin ilkelerine, harf ve kitapların oluşturulmasına; nereden çıkarıldıklarına ve nelerden ihdas edildikle­rine, nerede bulunduklarına döneceğiz. Allah başarılı kılandır.

Bölüm

Sonra bil ki, nefsânî kuvvet, âlemin tamamı olan cisim oluştuktan sonra onda ortaya çıkmaksızın insanlık bahçesindeki mabedin içerisinde hareketsiz bir şekil­de gizlenince, onda yüce kuvvetin ortaya çıkması ve onu aydınlatması, Yaratıcının (Bârî) düzenlemesine göre düzenli hale gelmesi söz konusu oldu. Allah’ın dediği gibi: “Yemin olsun ki birinci yaratılışı biliyorsunuz.”[98] Birinci yaratılış başlangıç vaktinde­ki oluştur. Faziletler ve hayırlarla dolduğunda ve ona (Allah’ın nurundan) feyizler (ifâda} ulaştığında düşünce ve hayal etme gücüne sahip oldu. Düşündü ve hayal etti. Sonra da baktı. Cömert ve ihsan sahibi, yönetici ve kıymet bilen, faydalı birisi olmak istedi. Bu konuda onun hayal ettiği hayal ve örnek aldığı örnek kendisine belirdi. Âlemin cisminde ortaya çıkma ve onunla bağ kurma gerçekleşti. Allah Teâlâ onu orada sağlamlaştırdı ve âlemi onun cesedi yaptı. Onu zannettiğinin tam tersi ola­rak gösterdi. Allah’ın felekleri döndüğünde, mülkleri harekete geçtiğinde, yıldızları parladığında ve esrarengiz yapısı ortaya çıktığında onun temsilcisi olduğu varlığı âlem temsil etmeye başladı. Onu yavaş yavaş kuvveden fiile ve akledilir olandan his­sedilir olana çevirdi. Sonra bütün varlıklar (mevcûdât) ve diğer var edilmiş olan­lar (masnuât) âlemde ortaya çıkıp var edildiklerinde onlar hakkında tek kategoride özetlenebilecek, üç farklı yönden ihtilaf ve soru ortaya çıktı. Düzenlenmiş olan bu ilk düzenlemenin (tertîb) ilki, öncelikle nefiste kuvve ve akledilebilir aklî işler halin­de idi. O, bileşik cisimlerin (mürekkebât) ve varlıkların (mevcûdât) basit özlerinin (a’yân) düzenli suretidir. İkincisi hissedilebilir işlerdir ki kesin delil (burhân) onların sebebini ister ve anlamlarını açıklar. Onları araştıran ve onlar hakkında soran kişi, bunların keyfiyetinin bilgisine ve daha sonra cismânî âlemde hissedilir oluşlarına, ileri derecede nefsânî soyutlamayla akledilebilir düzeyde ulaşır.

Konunun ayrıntısında şöyle deriz: Aklî suret, “küllî nefs’rn “küllîakl”ıkabul etme­si ve ona yakın olmasından dolayı “küllî akl”ın “küllî nefs”teki etkileridir. Küllî Nefs’in kabul ettiği şeyler, oluşum bakımından nitelik konumundan cismanî boyuta çıkan ay­dınlatıcı ışıklardır. Zira bunlar, duyulur durumlara (varıncaya) kadar son derece basit ve soyut idiler. Bunlar, duyuların doğrudan algıladığı ve onlardaki özel bir kuvvetten dolayı kendilerinden etkilendiği, maddede (heyûlâ) bulunan bir surettir.

Kesin delillerle kanıtlanmış işlere gelince, onlar ancak ilim maddeleri ve akıl sağ­lığı ile idrâk edilebilecek şeylerdir. Onlar, akılların onları kabul etmeye, zihinlerin onların doğruluğunu anlamaya ve onları idrâk etmeye sarılmaya mecbur ettiği, kay­nağı İlahî işler ve melekî şahıslardan olan işlerdir. Geometri kitaplarında ve ehlinin söylemiş olduğu sağlam delile dayalı ifadelerde açıklandığı üzere, eşyanın şekilleri çevresiyle birlikte, ancak düzenlenmiş herhangi bir şekil yahut örnek gösterilen her­hangi bir örnekle dairesel olarak çevrelenir, ölçüsü ancak bu yolla idrâk edilir ve çapı ancak böyle görülür. Nitekim Öklid kitabında şöyle demiştir: Cisim, yüzey ya da çizgi olsun, herhangi bir gölgenin ve sonun ölçüsü daima onda var olması ve yok olmaması mümkündür. Bu, tarif olmadan duyuların asla algılayamayacağı ve düşüncelerin/zanların(evhâm) kesinlikle tasavvur edemeyeceği bir hikmettir.

öklid aynı şekilde kitabının giriş kısmında burhândan bahsetmiş ve şöyle demiş­tir: Burhân, haberin doğruluğu hakkındaki delillerin en önde geleni (öncülü)’dir.

“Tamamlık” ise “bilinen”! (malûm), bahsettiğimiz şeylerin hepsiyle bilmektir. Öklid dedi ki: Nokta, parçası olmayan şeydir. Çizgi (hat), genişliği olmayan uzun­luktur. Çizginin iki ucu iki noktadır. Doğru çizgi, aynı nokta üzerinde iki ucunun iki noktasından her birinin karşısındaki konumdur. Bu, noktanın ancak kesin kanıt­la gerçekleşecek ve tecrübeyle bilinecek düşünceye dayah(vehmî) bir şey olduğunu gösterir. Öyleyse kanıtlanan şeyleri (el-umûru'l-müberhene) duyuların algılayama­yacağı ve düşüncenin/zannın (vehm) tasavvur edemeyeceği açığa çıkmıştır. Ancak zorunlu delil (burhân) ve kesin delil onları aklın idrâk etmesini zorunlu kılar. Çün­kü, tartı ve arşının duyuların ölçüsü olması gibi, burhân da aklın ölçüsüdür. Söyle­diğimizi anla ve tasvir ettiğimiz şeyi algıla. Bu konuda fikir yürüt, aklını çalıştır. Sen bununla maksadına erer, istediğin ve talep ettiğin şeye ulaşırsın.

Bölüm

Feleki Sesleri Bilme Hakkında

Diyoruz ki: Bil ki, sesler cevherlerden türemiş arazlardır. Cevherler ise iki türlü­dür: Yüce (üstün) ve ince (latîj) olan şeylere “ulvî cevherler” denildi. Değeri düşük ve yoğun olan şeylere ise “süfli cevherler” denildi. Sesler, ortaya çıkışları cevherlerden kaynaklanan arazlardır. Arazların ortaya çıkışı ancak onları harekete geçiren bir ha­reket ettiriciden (muharrik) kaynaklanır. Bazen bu hareket ettirici (arazları harekete geçirerek) sesi çıkarır ve orada bulunanların kulaklarına ulaştırır. Bazen de arazları sakinleştirir ve ses biter. Durum böyle olunca hareketin aslının nefis olduğu kesin delil ile kanıtlanmış olur. Ses, onun hareketinden ve kuvvetlerinin cisimlerdeki ha­reketinden etkilenir.

Küreler (eflâk) döndüğü, gezegenler ve yıldızlar hareketli olduğu için onların ses­lerinin ve nağmelerinin olması zorunlu olmuştur. Kendi nizamları içerisinde eşit, tamamlanmış ve mükemmel şekilleri korunmuş olduğu için onların hareketlerinin ayrı, seslerinin bitişik, paylarının ölçülü, nağmelerinin haz verici, melodilerinin eş­siz, konuşmalarının dinleyenlerin nefislerini yatıştırıcı nitelikte Allah’ı teşbih etmek, yüceltmek, ululamak ve kelime-i tevhid olması, meleklerin ve onlardan önceki ve onlardan üstün olan nefislerin gözlerinin onların üzerinde olması zorunlu oldu. Bu hareket ve sesler, onlardan dolayı âlemlerinin kalıcı (bâkî) olduğuna hükmedilen çağların ve zamanların ölçeğidirler. Tatlı seslerin, sevindirici melodilerin ve güzel nağmelerin bedenler âleminde onları işitenlerin nefislerini ferahlatması ve bunlar­dan hoş olanları işitmeyi arzulatması gibi... Yakında olunca sevindirmesi, nefisler­den kederleri uzaklaştırması ve kaygıyı gidermesi gibi... Onlar sayesinde bu nağme ve hareketlerin arasını ayıran sakinlik ortaya çıkar. Bu esnada zamanın ölçeği ve tartısı; aralarındaki uyumdan dolayı felekî şahısların ve melekî seslerin hareketinin taklidi olur. O, bunların hepsinin aslı, bu da kolları (fürû ) olur. Nefisler oluş ve bo­zuluş (kevn ü fesâd) âleminde bunları işitmiştir. Onlar vasıtasıyla, orada cennet fe­rahlığı ve reyhan bahçesi bulunan felekler âlemini ve nefislerin lezzetlerini düşünür.

Onların vaziyetlerin en güzeli, lezzetlerin en iyisi, şekillerin en tamamlanmışı ve se­vinçlerin en devamlısı olduklarını bilir. Çünkü o nağmeler ve sesler, bu melodilerin katbekat fazlası ve en iyisidir. Çünkü onlar, düzenleme olarak en iyisi, harmanlama açısından en gerçeği, düzen olarak en iyisi, nizam olarak en sağlamı, cevher olarak en safı ve hareketlerinin uyumluluğu karışım açısından en doğru olanıdır.

Oluş ve bozuluş âlemindeki tikel/cüz’î nefis, felekler âlemini hayal edip açıkladı­ğımız şeyin hakikatini kesin bir şekilde idrâk ettiği zaman, oraya yükselmeyi, kendi cinsinin çocuklarına katılmayı, gökkürenin (feleğin) avlusuna (hazîre) ve insanlık bahçesine ulaşmayı arzular.

Bizim için feleğin beşinci tabiat olduğu açığa çıkınca, onun Ay feleğinin altındaki bu cisimlere bütün özelliklerinde zıt/muhalif olmadığı da açığa çıkar. Zira onların bir kısmı ateş gibi ışıklıdır ki onlar yıldızlardır. Onlardan aynanın yüzü gibi yüzü parlak olanlar vardır ki o, Ay’ın cismidir. Onlardan hava gibi aydınlık ve karanlığı kabul edenler vardır ki onlar, Ay’ın ve Merkür’ün feleğidir. Bütün bunlar felekî ci­simlerin ortaklık ettiği tâbiî cisimlerin özellikleridir. Her ne kadar beşinci tabiat olsa da feleğin, bütün nitelikleri yönünden tâbiî cisimlere muhalif olmadığı, bilakis bazı yönlerden muhalif olduğu açığa çıkmıştır. Zira felek, sıcak ve soğuk, nemli ve kuru değildir. Zira o, sertlik yönünden yakuttan daha sert, billurdan daha şeffaf, aynadan daha ağırdır. Onun parçaları birbirine temas eder, gıcırdar, sürtünür ve bakırın çın­ladığı gibi çınlar. Onun nağmesi ve seslerinde düzenli bir uyum ve vezinli bir melodi ortaya çıkar. Musiki Risalesinde bu açıklamadan daha fazlasını izah etmiş ve konuyla ilgili yapı sanatından ve yay kullanımından delil getirmiştik. Bu sanatların erbabının kullandığı oranlar en doğru ve en üstün oran olur. Çünkü bunlar ruhanî oranlardır.

Bölüm

Sonra bil ki, şayet feleklerin şekillerinin hareketlerinin sesleri ve nağmeleri olma­saydı, meleklerin de konuşması, Allah’ı anması ve yüceltmesi olmazdı. Bu durumda onlar canlı değil, ölü olurlardı. Çünkü susmak ölüler için daha evladır. Taşların bir­birine sürtünmesiyle iki taş arasında havada bir çınlama ortaya çıkar. Şayet felek ve içindekilerin kelamı, sesi ve konuşması olmasaydı feleğin aşağısında olan şey ona benzerdi ve meydana gelen şey hareketsiz ve sakin olurdu.

Bu durum başlangıçtaki asıldan (kaynaklanmış) olunca, aşağısındaki şeylerin de ona uygun olması zorunluluk arz eder. Çünkü felek, onlardan daha yukardadır. Zira felek etken, bunlar ise edilgendir. O ikisinden hangisi konuşmaya, hareket etme­ye, kelama, Allah’ı anmaya, onu ululamaya, yüceltmeye ve kelimeyi tevhit getirmeye daha layıktır: Göklerin ve feleklerin halkı mı, yoksa insanlar, hayvanlar ve bitkiler âleminden oluşan yeryüzü halkı mı? Hangisi kulağa, gözlere, zihinlere, düşüncele­re, zekâlara, zikirlere, ilme ve akla daha layıktır: Gökyüzü halkı mı, yoksa yeryüzü halkı mı? Gökyüzü halkı, yeryüzündekiler için Allah’ı anan ve Allah’tan bağışlan­ma dileyenlerdir. Allah’ı anmayı ihmal etmezler. Güzel melodilerle, udların nağmasinden, yay oyuğunun, tamburların, geniş meydanlardaki mezmurların âhengi ve ayaklı boruların nağmelerinden daha tatlı nağmelerle Allah’ı yüceltme konusunda sessiz kalmazlar. Bu nağmeler ve melodiler, ruhlar âleminin sevinci bulunan bu basit nefisleri ve cevheri, nefisler âlemi ve canlılar evi olan felekler âleminin cevherinden daha üstün ve ince olan göğün en son katının üzerindeki tayfların yerini hatırlatır, öyle ki, onun bütün nimetleri cennetin katlarındaki ferahlık ve güzel kokudur. Bu­nun için oluş ve bozuluş âlemindeki cüzi nefisler, İncil kıraati, Kuran tilaveti, davudi melodiler ve meclislerde kurrâların melodileri gibi, güzel sesleri ve tatlı nağmeleri işittiklerinde feleklerin şekillerini ve göklerin yerini hatırlar ve oradaki şeylere istek (şevk) duyarlar. Bunun için bilgeler şöyle demiştir: Varlıklar (mevcudat) ve bilinen­ler (malûmat), kendilerinin sebebi olan ilk varlıkların hallerini taklit ederler. Felekî şahıslar, oluş ve bozuluş âlemindeki bu şahısların sebepleri ve aletleridir. Onların hareketleri bunların hareketlerinin sebebidir. “Bunların hareketleri onların hareket­lerini taklit eder” ifadesi de hikmet sahiplerinin sözüdür. Bunların seslerinin ve nağ­melerinin, kendisine kaynaklık eden şeyi taklit ediyor olması zorunludur. Çocukla­rın, oyunlarında babalarının ve annelerinin seslerini ve hareketlerini taklit etmeleri gibi... Onlar babalarının ve annelerinin davranışlarını taklit ederler. Aynı şekilde öğrenciler öğretmenlerinin davranışlarını taklit ederler. İnsanlardan aklı başında ve ilim sahibi olanların çoğu, felekî şahısların, onların düzenli hareketlerinin ve üstün orana göre vezinli seslerinin, Ay feleğinin altındaki canlıların varlıklarının başlan­gıcı ve onların hareketlerinin bunların hareketlerinin sebebi olduğunu bilirler. "Aklî İlkeler Risâlesi”nde açıkladığımız gibi nefisler âleminin varlığı cisimler âleminden öncedir. Oluş ve bozuluş âleminde sesi olan hareketler, cisimler ve konuşan canlı­lar bulununca bu, gökler âleminde konuşan şahısların ve hareketli ince (latîf) var­lıkların bulunduğuna işaret eder. Bu hareketlerin, nefislerini ferahlatan ve onlara kendilerinden yukarıdakileri arzulatan uyumlu nağmeleri vardır. Çocukların tabi­atlarında babalarının ve annelerinin hallerini arzulama bulunması; öğrenenlerin ve öğrencilerin tabiatlarında hocalara karşı bir arzu bulunması; askerlerin ve hizmetli­lerin tabiatlarında kralların ve başkanların hallerine karşı bir arzu bulunması; akıllı ve faziletli kimselerin tabiatlarında meleklerin hallerine ve onlara benzemeye karşı bir arzu bulunması gibi... nitekim bir felsefe tanımında şöyle denilmiştir: “Felsefe, insanın gücü nispetinde ilaha benzemesidir”.

Denildiğine göre Pisagor, cevherinin saflığını ve kalbinin zekâsını feleklerin hare­ketlerinin nağmelerinden ve yıldızların hareketlerinin seslerinden almıştır. Düşün­cesinin iyiliğini de musiki nağmelerinin seslerinden ve melodilerinin kurallarından elde etmiştir. O, bu ilimden ilk bahseden ve bilgelerden bu sırrı ilk aktaran kişidir. Sonra Nikomahos, Batlamyus, Öklit ve diğer bilgeler bu konuda tasarrufta bulundu­lar ve gerektiği gibi en sağlam bilgileri verdiler.

"Musiki Risalesi’nde bu konudan bahsetmiş ve konuya delalet eden şeyleri açık­lamıştık. Zikrettiğimiz şeylerle açığa çıkmış ve açıkladığımız şeylerle onaylanmıştır ki, gökler (semavât), çevresiyle birlikte meskûn bir haldedir. Onun sâkinleri sesler ve nağmelerdir. Canlı ve canlı olmayan cisimlerin hareketlerinden meydana gelen arazlar olan sesler, nağmeler ve hareketler, bu âlemde o seslerin açığa çıkmasına bağ­lı olarak ortaya ve açığa çıkar.

Aynı şekilde bu cüz’î hareketler o küllî hareketlere tâbi olur. Bunlar eksik birer hareket; onlar ise tam birer harekettir. Bunlar geçici (fani) birer hareket; onlar ise gerçek birer bâkî harekettirler. O hareketlerin, seslerin ve nağmelerin hepsi anlamlı (mefhum); bu hareketler ise anlamsızdır. Onlar eşittir; bunlar ise eşit değildir.

Bunun sebebi, onların maddesinin (heyûlâ) saflığı, bunların maddesinin ise bula­nıklığıdır. Bunların heyûlâsı geçici ve bozuktur; onlarınki ise bâkî ve sağlamdır. On­ların hareketleri nefsânî zamanların ölçüleridir; bunlarınki ise zamansal vakitlerin ölçüleridir. Bunlar bileşiktir; onlar ise basittir. Bunların içlerinde farklılık ve değişim vardır; onlarda ise farklılık ve değişim yoktur. Bu âlemde lezzetli nağmeler ve güzel seslerin varlığı azdır ve çoğu zaman sayılıdır. Krallara ve büyük kişilere mahsustur. Onlar bunun için mücadele ederler. Nefislerdeki şerefi ve büyüklüğünden dolayı bunlara sahip olmayanlar bunları çoğaltırlar. Bunun için cüzi nefisler iyi bir nağme ve güzel bir ses işittiklerinde ondan etkilenir, ona özlem duyar, azlığından ve zıddı olan kötü seslerin çokluğundan dolayı ona kulak kabartırlar. Aynı şekilde onların eğilimi azlığından ve zıtlarının çokluğundan dolayı güzel suretlere ve tatlı şahısla­radır. Zira bunlar az, bunların zıtları ise çoktur. Bunun için rekabet fazlalığından ve varlığının azlığından dolayı güzel şeyler istenmekte ve sevilmektedir.

Bu ulvî (yüce) olanların tamamı rahatlık, güzel koku, lezzetli nağmeler, iyi melo­diler ve güzel suretlerdir. Orası hurilerin ve genç erkek hizmetçilerin (vildân) mes­kenidir; rahatsız edici şaibelerden ve kötü ahlâktan uzak sevinç ve hayırdır. Bunun için denmiştir ki oraya ancak davranışları güzel ve amelleri iyi olanlar ulaşabilir. Bunlar kişiye, oraya yükselmesi ve o üstün, şerefli ve mükemmel âleme dahil olması için yardımcı olur. Bunun için denmiştir ki “güzel ses, rızıkta artış demektir.” Yine denmiştir ki, sesin yumuşaklığı süreçli/periyotlu şeyin (zamaniyet) yarısıdır.

Bölüm

Sonra bil ki, çevreleyen küreden (felekü’l-muhît)[99] ay feleğinin sonuna kadar, yüksek sesler, coşkulu melodiler, tatlı nağmeler, farklı lehçeler ve tamamı Allah’ı an­mak, Allah’ın tekliğini ifade eden özel cüm\e( kelime-i tevhit), Allah’ı yüceltme ve ona şükretme ile konuşan oluşturulmuş hareketler vardır. Bu açıklamayla, felekî seslerin ve semavî hareketlerin bilgisi senin için açığa çıkmıştır. Şimdi yeryüzüne ait sesler ve süflî nağmeleri açıklayacağız.

Bölüm

Yeryüzüne Ait Seslerin Asıllarını Bilme Hakkında

Diyoruz ki: Bil ki, seslerin aslı varlıkların çarpışmasından ve cisimlerin hareket­lerinden ortaya çıkan şeydir. Ses, cisimler birbirlerine çarptıklarında havada oluşan bir dalgalanmadır (gar’). Bu iki cisim arasında “ses” adı verilen, hangi hareketle ha­rekete geçmişse, hangi cisme çarpmışsa ve neden meydana gelmişse onunla arazî bir hareket meydana gelir. Bu sesler, canlıya ait (hayvânî) ve cansıza ait (gayri hayvânî) olmak üzere iki kısma ayrılır. Canlıya ait olanlar da kısımlara ayrılır ve canlının cins­lerindeki ve seslerindeki ayrılığın farklılığına göre (farklı) cinslere ayrılır. Allah’ın izniyle bunun açıklamasını yerinde yapacağız. Canlı olmayan sesler de aynı şekilde iki kısma ayrılır ve onların iki çeşidi bulunur. Bunlar doğal ve yapay seslerdir. Doğal sesler, gök gürültüsü, rüzgâr ve şimşek sesleri ya da cansız cisimler (cemâdât) gibi ruhu olmayan cisimlerin sesleridir. Demir, taş, odun ve benzeri şeylerin sesleri gibi. Yapay şeyler ise insan yapısı cisimlerdir. Davul, zurna, düdük, saz ve darbuka sesi gibi... Birbirlerine çarpma ya da birbirlerine karışma olmaksızın bunların hiçbirin­de, doğal ya da yapay, herhangi bir ses ortaya çıkmaz ve hareketleri işitilmez. Eğer neyzen neyi üflemeseydi, sazende sazın telini hareket ettirmeseydi, darbukacı dar­bukadaki taşı oynatmasaydı bunların sesi olmayacak ve ses duyulmayacaktı.

Gök gürültüsünün sesine gelince, Haşeviyye[100] onun bulutu taşıyan, hareket et­tiren ve sağa sola ayıran melekten kaynaklandığını söylemiştir. Melekler gök gürül­tüsünün sağında ve kuzeyinde Allah’ı anmakta, gök gürültüsü sustuğunda da sus­maktadırlar. Bu büyük hezeyandan sana sığınırım Allah’ım. Bu Haşeviyye grubunun âlimleri nezdinde bundan daha büyük bir basiretsizlik, akıl kıtlığı ve tam bir cehalet yoktur.

Astronomi bildiğini iddia eden başka kimseler, gök gürültüsünün bulutların çar­pışmasından ve sislerin bir araya gelmesinden meydana geldiğini söylemişlerdir. Bu hatadır. Zira bulut buhara bağlı bir cisimdir. Buhar yeryüzünden latif bir halde yük­selir. Sonra birbiriyle kaynaşarak yoğunlaşır ve o, sesi olmayan bir cisimdir.

Diğerleri ise gök gürültüsünün, bulutu yakan bir rüzgâr olduğunu söylediler. Rüzgâr bulutu yakınca onu ayırır ve parçalar; o ikisinin arasından ses meydana gel­mez.

Geriye doğru söz kaldı. O da buharın, havanın bulutunda tutunana dek inceliğiy­le yükselmesidir. O, nemli ve kuru olmak üzere iki çeşittir. Bunlar toplandıklarında, yoğunlaştıklarında, karıştıklarında ve birbirlerine bağlandıklarında nemli buhar, yo­ğunluğunun kuvveti ve nemliliğinin şiddeti ile kuru buhar ile bağlanır. Bu buharın ancak çok zor bir geçidi olur. Kuvvetiyle toplanır ve inceliğiyle havayı yakar. Azlığı ve çokluğu ölçüsünde ondan bu ses meydana gelir. Yükselmek isteyip de bir geçit bulamamış olabilir. Kuru buhar geri dönmüş, alçalmak istemiş ve ateş çıkarmış ya da ondan şiddetli bir ateş çıkmış olabilir. Yıldırım olarak adlandırılan budur. Şişkin kırba (çamur kap)’dan meydana gelen ses gibi... Kırbanın üzerine yüksekten ağır bir taş düşüp onu yardığında ve içindeki hava bir kerede çıktığında, ondan şiddetli bir ses meydana gelir ki o ses yıldırım (saika) olarak adlandırılır. Bu sesi, buranın yakınındakiler duyar. Bu buhar değişebilir ve bulutun içinde dönen bir rüzgâr olur. Oradan çıkmak ister de ondan ses ve gurultu işitilir. Hayvanların ve insanların ka­rınlarından, karında bulunan yiyeceklerden dolayı meydana gelen yellenme sesinin işitilmesi gibi.

Bölüm

Sonra bil ki, şayet ilahi gözetim, Rabbânî siyaset, Yüce Allah’ın rüzgâr küreyi bu­lut kürenin yukarısında, yeryüzünden ihtiyaç ölçüsünde bir uzaklıkta yapmakla ya­ratıklarına rahmeti ve kullarına şefkati olmasaydı; yine parçalandığında yukarı çık­maya istekli olmasını bulutun bir özelliği yapmasaydı, hareketinin yukarıya doğru olmasını havadaki gökkuşağının bir özelliği yapmasaydı, tüm bunlar olmasaydı gök gürültüsünün sesleri ve şimşeğin parıltısı canlıların kulaklarına ve gözlerine zarar verir, onları helak ederdi. Nitekim bu durum zaman zaman olmaktadır. Zira bulutlar toplanıp birbirlerini ittiklerinde sıkışırlar ve yeryüzünün yakınına gelirler. Bundan gök gürültüsü meydana gelir ve bulutlar alt tarafından parçalanır. Bundan da havada gökkuşağı ve yeryüzünde de düşük itişme/basınç (tedâfuj meydana gelir. Bundan “yıldırım” adı verilen şiddetli bir ses ortaya çıkar. Bu mekâna yakın olan canlıların çoğunu öldürür ve bazı gevşek cisimleri yakabilir. Çünkü o, latif bir ateştir. Katı ci­simlere gelince, onlardaki etkisi azdır. “Meteoroloji Risâlesi”nde bunun bir kısmını açıklamıştık. Şayet konumuzdan uzaklaşma durumu olmasaydı bu meseleyi tam ve mükemmel bir şekilde açıklardık.

Sonra bil ki, aklen canlının ancak sebeplerin temas etmesi veya cisimlerin bir­likteliğinden meydana gelmesi gibi sesler de ancak cisimlerde bulunur ve cisimler hareket olmadan ses çıkarmaz.

Sonra, sesler sonradan olmuş (hadis) arazlardır. Cevherler onları taşıyan ci­simlerdir. Şayet iddiacının ya da itirazcının birisi derse ki: Cisimlerin dışında ve cisimlerin hareketinin dışında da sesler bulunmaktadır. Zira bir konuşmacı dağın eteğinde konuşsa ya da bir kuyu ya da nehrin içinden bağırsa ona cevap veren kişi onun sözünün benzeri ile karşılık verir. Konuşmacı, cevabını cisim ve cismin ha­reketi olmaksızın işitir. Aynı şey, yavrulama ve nikâhlanma olmaksızın meydana gelen canlılarda da görülebilir. Sirke kurdu, hurma güvesi ve çürüme, nem ve ben­zeri şeylerden oluşan canlılar gibi. Bil ki durum bu itirazcı ve bu iddiacının dediği gibi değildir. O, bunları ve onların kendisinden olmalarını ve kendisinden kay­naklanmalarını gerektiren sebepleri bilmemektedir. Gördüğü varlıklar hakkında da hata etmiştir. Edindiği bilgi ile tanıması (marifet) kıt olmuştur. O, dağdan ve kuyudan ses işittiğinde onun kendisine kendi cevabı ile cevap verdiğini ve kendi sözü ile karşılık verdiğini zannetti. Ya görmediği bir canlıdan ve belirleyemediği bir şeyden duydu ya da dağ onun cevabı ile konuştu ve kuyunun dibi sözüne cevap verdi. Bu aklı olmayan ve marifete sahip olmayan kişinin kuruntusudur. Onun işittiği ses, kendi sesi ve havada kendisinden ortaya çıkan harekettir. Zira o, dağın tepesinden ve kuyunun dibinden duvara doğru bağırdı. Konuşanın boğazından kürevî bir şekil ve arza ait bir nakış çıktı. Hava onu, o yere ulaştırana dek götü­rür. Onu, delip geçmesini ve yayılmasını engelleyen şeye çarptırır ve geri döner. Ondan bu ses duyulur ki ona yankı denir. Bunun açıklamasını yerinde gerektiği şekilde yapacağız.

Bölüm

Bil ki, ses sahiplerinin seslerindeki asılları bilmek, sıcaklık, soğukluk, nemlilik ve kuruluktan ibaret olan dört unsuru, bilinen dört rüknü, onların birbirlerine dönü­şümlerini, zaman ve mekânlarda birbirlerine karışmalarını ve onlardan arazilerde ve madenlerde olanı bilmekle olur. Kim düşüncesi, basiretinin etkisi, düşüncesinin ka­litesi ve gözü keskinliği ile bunu araştırırsa dört rüknün doğu, batı, kuzey ve güney­den oluşan dört yönünün olduğunu bilir. Bu yönlerin de dört kazığı/direği (evtâd) vardır. Bunlar doğan, batan, yer altındaki direk (kazık) ve semanın ortasındaki direk (kazık)’tır. Bu dört sebep, tek sebebe dönen dört sınırı (hudûd) temsil etmektedir. Bu sınırları bilmek için bir topluluk vardır. Onlara bunlardan sorduğunda sana öğretir­ler; onlara yöneldiğinde sana doğru yolu gösterirler. Bu rükünlerin dönüşümünden oluşan kâinatın dört çeşidi vardır:

Hava olayları, havaya ait değişimler ve rüzgârlar, yağmurlar, gök gürültüsü, şim­şek, kar, ay ve güneşin etrafında görülen halkalar (hâlât), bulutlar, kuyruklu yıldızlar, şafağın kızıllaşması ve ufukta ortaya çıkan aydınlık gibi havada meydana gelen şey­ler onlardandır.

Yerin içerisinde olanlar onlardandır. Orada sıkışmış buhar, yoğunlaşmış hava, meydana gelen depremler, sarsıntılar, ay tutulması ve çökmeler ile tabiatın yerin içe­risinde gerçekleştirdiği şeylerle buharıyla ısıttığı ve ateşiyle pişirdiği sıvı, katı, olgun ya da bozuk olan şeyler gibi... Altın, gümüş, bakır, demir, kurşun, cıva, kükürt, neft, tuz, şap, kara boya madenleri ile erimiş ve donmuş diğer madenî varlıklar gibi. Bu, faydası çok olan marifet ilmidir. “Madenler Risâlesı’nde bir kısmını izah etmiştik.

Yeryüzünün yüzeyinde “büyüyen/artan (nâmiye)” adı verilen varlıklar onlardandır. O iki çeşittir: Potansiyel (bilkuvve) büyüyenler ki onlar bitkilerdir. Hayatla büyüyenler ki onlar canlıların hepsidir. Bütün canlıların oluşumu iki türlüdür: Do­ğurma ve var etme/yaratma (tekvin). Doğurma, canlı cisimlerin birbirleriyle temas kurmasından meydana gelir. Canlılarla ilgili risâlemizde, tabiatların birbirleriyle karışmasına temas etmeksizin bu konudan (yani bunların oluşumundan) bahset­miştik. O (oluşturucu sebep), ilk nikâh (birleşme)’tır ve aslolan da budur. Tabiatlar karıştığında ve birbirleriyle doğal bir birleşme (nikâh) ile birleştiklerinde, bir etki ile harekete geçen kuvvet (el-kuvvetu l-münfaile), harekete geçiren kuvvetten (elkuvvetu'l-fâile) o mekândaki maddeden ve bu zamanda görünen (hey et) şeylerden kabul etmesi kolay olanları ölçüşünce alır. O ikisinin arasında canlı meydana gelir. Bunun delili, içinde tek tabiat bulunan cisimlerde canlı meydana gelmemesi ve di­ğer katı cisimlerde, hava onlara karışmaktan kaçındığı için canlı bulunmamasıdır. Havanın girmediği hiçbir yerde canlı bulunmaz. Hava, unsurların kuvvetlerini bir araya getirir, onların aralarını birleştirir, onları karışım ve katışım hareketiyle ha­reket ettirir, onlara nemlilik, çürüme, sirkeleşme ve bileşme özellikleri kazandırır. Sıcaklık meydana gelir ve bu mekân aşılanarak havadan çürümeyi kabul eder. Unsur unsurla birleşir, iki kuvvet birbirine karışır. Erkek konumunda kuru, sıcak buhar; dişi konumunda soğuk, nemli buhar oluşur. O ikisinin birleşmesi nikâh gibidir. O ikisinin arasından canlı meydana gelir. Yüce Allah bunu Kur anda zikretmiş ve şöyle demiştir: “Rüzgârları aşılayıcı olarak gönderdik''[101] Buradaki rüzgârlar harekete geçi­ren (fâile)’dir. Dilcilerin uzlaştıklarına göre, Arapçada bu kelime (melâkıh) esasen ceninler hakkında kullanılır. Burada değişim ve dönüşüm söz konusudur. Anlam anlaşıldığında Arap bir şeyi diğer şeyle değiştirir, dönüştürür ve öne alır. Kendisine konuşulan kişi, konuşanı anlar. Onun anlamının ceninler olduğunun delili, dildeki “toprağı aşıladı (lekaha) ve hurma aşılıdır (lâkıha)" ifadeleridir. Lâkıhanın çoğulu levâkıh’tır. Burada özne/etkin (fâil) kalıbında olan lafız tümleç/edilgen (mef’ül) laf­zına dönüştürülmüştür. Yüce Allah’ın dediği gibi: ‘'Atılmış bir sudan (mâin dâfiq) (yaratıldı)"[102] Aslında o, “medfûk” şeklindedir. Çünkü ism-i fâil olan rubâi (kökü dört harfli fiilin) kalıbı “muf’il” şeklindedir. İsm-i mef’ül olan sülasi ise “fa'îl” veznindedir. Fâil vezni bazen fâil, bazen de meful olabilir. Anlam buna işaret ediyor. Senin aslında mef’ül kalıbının verdiği anlamı kast etmek için fâil kalıbı kullanarak şöyle demen gibi: Katil (katil), yaralı (cerîh) ve saralı (sari’). Bazen de fâil kalıbıyla eyle­mi yapanı kast edersin. Mesela, Kerim (kerîm), merhametli (rahim) ve ilim sahibi (alîm) kelimeleriböyledir.

Aynı şekilde bunu tabiatın işleyişinde bulursun. Rüzgârlar ağaç ve diğerleri­nin aşılayıcısıdır. Öyleyse bunun karışma ve katışmayla nasıl olduğu açığa çık­mış, karışmamış olandan meydan gelmesi geçersiz (bâtıl) olmuştur. “Doğal nikâh” sözümüz mecaz anlamındadır. Onunla unsurların birbirlerine karışmalarını kast etmekteyiz. Nikâh olmaksızın canlının olmayacağına ve araza ait bir sesin ancak bir cevherden olabileceğine delil getirmiştik. Şimdi sesler konusundaki prensibe (asi) dönüyoruz.

Bölüm

Şimdi bil ki, sesler iki çeşittir: Anlaşılan (mefhûme) ve anlaşılmayan (gayr-ı mefhûme). Anlaşılan sesler, canlı sesleridir. Anlaşılmayan sesler, taş, kuru çamur parçası ve diğer madeni şeyler gibi diğer cisimlerin sesleridir. Aynı şekilde canlılar da iki çeşittir: Konuşan (mantıkiyye) ve konuşmayan (gayr-ı mantıkiyye). Konuş­mayan canlılar, konuşmayan canlıların sesleridir. O, sesler olarak adlandırılan nağ­melerdir. Konuşma olarak adlandırılmaz. Çünkü konuşma ancak bir çıkış yerinden çıkan seslerde olur. Harflerin sıfatından çıktığında harflerle kesilmesi mümkündür. Şiiri, tertibi ve vezni doğru dile imkân tanır. Ehli arasında bilinen bir dille, anlaşılır bir şekilde ortaya çıkar. Bu konuşmayla, hayvanlara değil de insanlara mahsus olan emir, yasak, alma, verme, satma, satın alma, vekil tayin etme ve buna benzer işler gerçekleşir. Bu, ses ve konuşma arasındaki farktır.

Seslerin diğer canlılardan çıkmasına gelince o, akciğerden göğse doğrudur. Sonra boğaza, ardından ağza gelir. Sonra canlının büyüklüğüne, akciğerinin kuvvetine ve çenesinin genişliğine göre ağızdan şekil çıkar. Gırtlak her genişlediğinde, iki çene aralandığında ve akciğer büyüdüğünde kuvvetinin ve zayıflığının ölçüsüne göre bu canlının sesi artar.

Eşek arıları, çekirgeler, ağustos böceği, orak kuşu ve benzeri gibi akciğeri olmayan canlıdan meydana gelen sese gelince, bunlar havayı iki kanadına yayarak, ağzını aça­rak alır ve hava çarpar. Ondan sese benzeyen vızıltı ve çınlama ortaya çıkar.

Yılanlar, tırtıllar ve bunlar gibi hareket eden şeyler gibi dilsiz hayvanların akciğer­leri yoktur. Akciğerleri olmayanların da sesleri yoktur.

İnsan canlısının sesleri iki çeşittir: Delâlet eden(bir anlamı gösteren) ve delalet etmeyen sesler. Delalet etmeyen ses, hecesi olmayan ve anlam içeren ayırt edici harf­ler kullanılmayan sestir. Ağlama, gülme, öksürme, inleme ve benzeri şeyler gibi... Delalet edene gelince o, bulunduğu herhangi bir dilde ve söylendiği herhangi bir lafızda hecesi bulunan kelam ve söz gibi şeylerdir.

Anlaşılanı ve anlaşılmayanı, canlısı ve cansızıyla bütün bu sesler, cisimlerin çar­pışmaları ve hayvanların boğazlarını sıkmalarıyla havada meydana gelen sestir. Zira hava aşırı inceliği, cevherinin saflığı ve parçalarının hareketinin sürati dolayı­sıyla bütün cisimlere girer, onlarda ilerler, içlerine ulaşır ve onları birbirlerine doğ­ru hareket ettirir. Cisim cisme çarptığında bu hava o ikisinin arasından ayrılarak bütün yönlere doğru itişir ve dalgalanır. Onun hareketinden, cama üflendiğinde cam macununun genişlemesi gibi genişleyen bir kürevî şekil meydana gelir. Bu şekil her genişlediğinde bu sesin kuvveti, sona erene dek azalmaya devam eder. Bunun örneği, geniş bir yerde bulunan durgun bir suya taş atmandır. Bu suda, taşın düştüğü yerde daire meydana gelir, suyun yüzeyine doğru genişlemeye ve diğer yönlere doğru dalgalanmaya devam eder. Her genişlediğinde hareketi za­yıflar ve sonunda yok olur gider. Bu yerde veya burasının yakınında bulunan bir canlı bu sesi işitir. Havada cereyan eden bu dalgalanma onun kulağına ulaşır ve kulağının içine girer. İki kulağın derinliklerinde yerleşmiş olan hava, beynin niha­yetinde sona eren bu dalgalanma ve hareketle işitme kuvvetine göre hareket eder. Sonra çıkışı olmaksızın durur. Onu beyne götürür, beyin de onu kalbe götürür. Kalp, bu duyunun kendisine ulaştırdığı mesajı anlar. Şayet mana içeren anlamlı bir ses ise marifet ona yönelir. Anlamsız ize bu ses konusunda cevherinin saflığı­na uyması gerekir. Hangi cevherden ortaya çıkmıştır ve hangi hareketten kaynak­lanmaktadır? O, bunu sesin mahiyetinden, dalganın, sedanın ve işitme duyusuna ulaşan hareketin keyfiyetinden çıkarır. Bunun örneği tas çınlamasıdır. İnsan bunu işittiğinde şöyle der: “Bu tas çınlamasıdır”. Ona ya bir canlı tarafından ya da kasıt ve maksat olmaksızın bir şeyin düşmesi neticesinde, isabet eden başka bir şeyin çarpmasından meydana gelmiştir.

Demir, altın, gümüş ve benzerlerinin sesleri de böyledir. Bunların sesleri ortaya çıktığında, cevherlerinin farklılığına ve tabiatlarının sertlik, gevşeklik, yumuşaklık ve kuruluk yönünden başkalığına göre farklılık oluşturur. Bu konunun örneği, hay­vanların sesleridir. Her nefesi kuvvetli ve ciğeri sağlam olanın sesi, hareketinin şid­detinden dolayı daha büyük ve havadaki mesafesi daha uzak olur.

Benzer şekilde daha sert ve daha kuru madeni cevherlerden olanlar daha çok çınlar ve daha çok ses çıkarır. Ses çıkarması için yapılmış olmasında ittifak edildi­ğinde ki, çıngırak ve darbukada olduğu gibi,bundan maksat, surlarda ve sınırlarda yapılmış kalelerde ses ve gürültü çıkarmak olduğundan, onların sesleri ve çınla­maları havada bu kapların genişliği ve darlığı ölçüşünce kalır. Bakırın sesi, kurulu­ğu, sertliği ve sıcaklığının kuvveti dolayısıyla hafif ve saftır. Kurşundan, bakırdan yapıldığı gibi akustik ve ses çıkaran aletler yapılması mümkün değildir. Demir, bakıra karıştırılırsa onun ses ve gürültü çıkarması söz konusu olur. Altının, kendi tabiatını andıran kendine mahsus bir sesi vardır ve çok az akustiği vardır. Onun sıcaklığı ölçülü, tabiatı yumuşak ve tabiatının cüzleri eşit bir haldedir. Gümüş bundan farklıdır. O, altından daha şeffaftır, çalındığında sesi ondan daha güzeldir. Aynı şekilde kurşunun bakır ve demir gibi sesi yoktur. Bu, kurşunda yeryüzüne ait (arzî) cüzlerin fazla olmasından ve cisminin yoğunluğundan dolayıdır. Sesi, taş sesi ile o ikisinin arasında bir sesi andırır. Bu örneklerden hareketle insanın ölçülü konuşması bulunabilir. Ölçülü ses, aslan sesi, at kişnemesi, eşek anırması ve ben­zeri sesler gibi sınırı aşacak yükseklikte olmamalıdır. Balığın susması gibi sessiz de olmamalıdır. Canlıların çoğunun seslerinin hafifliği gibi hafif de olmamalıdır. Ancak o, bunların arasında orta yerde olmalıdır.

Kim, havada kalıp bekleyen uzun bir sesi olmasını istiyorsa bunu bilerek yapsın ve havayı biriktirmeye çalışsın. Buna, gönderdiği havanın içinde biriktirdiğine denk gelmesine kadar devam etsin. Eziyet ve elem çekse de, bunu yapmakla istediği şeyi elde eder. Altının tabiatının ölçülü olması gibi, tabiatı genişlediği için sesi genişler ve ölçülü olur. Cevherlerin en üstünü ateşte eriyendir. Aynı şekilde insan da hayat süren hareketli canlıların en şereflisidir.

Bitkilerin de sesleri vardır. Sertliği daha çok ve bir arada bulunması daha fazla olan bitkiler onlardandır. Onların diğer sesler gibi tabiatları yoktur. Dokunuldu­ğunda ses çıkarırlar. Sâc ağacı[103], abanoz ve benzerleri gibi. İncir ve firavun inciri kütükleri ve benzerleri gibi, sıcaklığı az olan bir cisme girmiş olanların sesleri az olur. Dokunulduğunda ve bir cisimle hareket ettirildiğinde hareket ettirenin hare­ketinin kuvvetinden ve bu sesin ses çıkarandan kaynaklanmasından dolayı ses ha­vada ortaya çıkar. O, tabiat olarak böyle yaratılmış/şekil verilmiş (mecbûlun aleyh) değildir. Kuvvetine göre bu ortaya çıkan sesin havada insan ve diğer canlıların ku­laklarıyla ilişki kurması söz konusudur. İnsan kütük, demir, su ve rüzgârın sesini duyduğunda onların her birinin sesleri hakkında konuşma imkânı bulur ve onları kendisinden kaynaklandığı ve ortaya çıktığı şeye nispet eder. Hayvan bunu yapa­maz. O, insanın konuşma ve açıklama kuvvetiyle işittiklerini izah etmesi gibi izah edip açıklayamaz. Bu sayede insanın diğer canlılara üstünlüğü ortaya çıkar. Aynı durum koklama[104] duyusunda cereyan eder. O, bu duyusu sayesinde havayla ilişki kurar. Kendisinde bulunan bu duyuyla bütün kokulardan haber verir ve onları ait oldukları koku sınıfına ait kılar. Aynı şekilde cisimlere dokunduğu ve duyu, cismin nemli ve kuru, sıcak ve soğuk, yumuşak ve sert ve benzeri olduğunu anladığı vakit, bunu dokunma duyusu haber verir. Görme duyusuna gelince o, hissedilen şeyleri (mahsûsât) bilme konusunda diğer duyulara ihtiyaç duyar. Çünkü onun hissetti-

gi şeyler onu aldatmış olabilir. Onunla diğeri arasındaki mesafenin uzaklığından dolayı büyük bir şeyi küçük olarak görmen; geniş bir alanda küçük olanı büyük olarak görmen; düz olanı eğri olarak görmen gibi. Sudaki gemi küreği ve benzeri şeyler gibi...

Bölüm

Sonra bil ki, bütün duyuların karar kıldığı ve sonuçta vardığı yer kalptir. Yanında da sığınağı vardır. Bütün duyulayıcıların kendileri için yapılmış özel duyuları vardır. Onu aşmaz ve ondan başkasına dokunmazlar. Göz, görmeye, kulak işitmeye, ağız tatmaya ve burun koklamaya tahsis edilmiştir. Bu duyulardan her biri, hissettiği var­lıkları kalbe götürür. Onlar vasıtasıyla kalp duyusu anlaşılır.

Sonra, sen duyulardan bir şeyi algılayıp onu kabul ettiğinde kalp duyusunun kuvveti, onu algılaması için kalbe iletir. Şayet kalp duyusunun kuvveti olmasaydı bu duyular geçersiz/işlevsiz olurdu. Doğuştan görme özürlü bir kimsenin gökyüzünü ve onun hangi yönde bulunduğunu tasavvur etmesinin mümkün olmaması gibi... Çünkü o, yönü görmez ve görme duyusu onu kendisiyle uyumlu olan kalp duyu­suna iletir. Çünkü görme duyusu, hissettiği varlıkların etkilerini kendisiyle uyumlu olan ve kendisine iletilenleri koruyan aklî kuvvete iletir. Bunun için Yüce Allah şöyle buyurmuştur: “Gerçekte gözler kör olmaz. Ancak kalp gözleri kör olur."" “Duyu ve Duyum" adlı risâlemizde burada açıkladıklarımızın dışında bazı şeyler açıklamıştık.

Sonra bil ki, bedendeki kalp, insan suretinde tasarlanmıştır. Çünkü o, canlı bede­nindeki en üstün organdır. Zira onun, dışardaki görme duyusunun göremediği şey­leri kendisiyle gördüğü gözü (basiret) vardır. Yine onun kendisiyle sesleri algıladığı ve algıladığı şeyleri işitme duyusuna ilettiği kulakları vardır. Onun dokunma duyusu vardır. Bununla, âşığın, âşık olduğu kişinin sarılmasına ve yapışmasına arzu duyması gibi hissettiği şeyleri kaybettiğinde onlara özlem duyar.

Aynı şekilde doğuştan görme engelli olan bir kimse kalbiyle eşyanın şeklini tasav­vur edemez. Çünkü görme duyusu kalbe ait olan duyuya bir şey iletemez. Bu duyu boş, bozuk ve kapısı kapalı olarak kalır. Bu kapıyı hiç kimse çalmaz ki, görme engelli­de bu duyuyla bir tanıma/bilme (marifet) meydana gelsin. Bu duyuların her birinin, bizzât algıladıkları ve arazla algıladıkları şeyler vardır. Onlar arazla algıladıkları şey­lerde hata yapmazlar. Bunun örneği gözdür. Ona bizzât görünen şeyler nurlar, ışıklar ve aydınlıklardır. Ancak onların renkleri algılaması nur ve ışığın aracılığı ile olur. Diğer cisimler ve onların yüzeyleri, şekilleri, konumları, uzaklıkları ve hareketleri ise renklerin aracılığı iledir. Çünkü rengi olmayan hiçbir cisim kesinlikle algılanmaz. Bizzât algılanan şeylerde ise, onunla göz arasında algılama konusunda aracı yoktur. Çünkü göz, ışık ve nuru algılamada başka bir şeye ihtiyaç duymaz. Karanlığın algı­lanmasında da durum aynıdır. Gözle renklere bakma arasında bir tane aracı bulunur ki o da ışıktır/nurdur. Kendisiyle cisimlerin nasıllığını ve sebeplerini algılaması ara­sında nur ve renkler olur. Onunla bakış arasındaki vasıtalar çoğaldıkça hata ihtimali artar ve duyu, o konuda bakışını doğrulayacak ve haberini doğrulayacak diğer bir

11. Hac, 22/46.

delile ihtiyaç duyar. Serap görme böyledir. Göz, suyun renginden beyazını ve ışıktan da parıltısını alır. O konuda bakış aldanır ve bakmayla bakılan şey arasına, durumun bu şekilde olduğuna dair hüküm verme konusunda uzaklık girer. Böylece gördüğü şeyi su zanneder fakat yanma geldiğinde (suya ait) bir şey bulamaz. Suya dalmış ka­yık küreği de bunun gibidir. Göz onu eğri görür. Zira o ikisi arasında diğer bir aracı vardır ki o da sudur. Suda bulunan eşyaların durumu bu şekildedir. Göz onu olduğu gibi algılayamaz. Uzak bir şeyin hali de böyledir. Onunla göz arasındaki aracılar çok­tur ve bunlar da ışık ve havadır. Uzaklaştıkça küçülür ve gözden kaybolup yok olur.

İşitme duyusuna gelince o, yalan söylemez, ancak nadiren yanılır. Zira onunla algıladığı varlıklar arasında sadece bir tek aracı vardır ki o da havadır. Onun ha­tası havanın sertliğinden ve yumuşaklığından kaynaklanır. Zira bazen rüzgâr sert ve hava aşırı hareketli olabilir. Ses çıkaran, kulaklara yakın bir yerde ses çıkarır ve bu, havanın şiddetinden ve coşkusundan dolayı işitilmez. Bu sesin hareketi, havanın hareketinin şiddeti ve coşkusu karşısında yetersiz kalır ve işitme duyusuna ulaşması azalır. Hava sakin olduğunda, bu dalgalanmanın ve havada meydana gelen hareke­tin duyuyla bağlantı kurması mümkün olan bir yerde olduğu zaman bu ses duyuya ulaşır. Şayet mesafe uzak olursa duyu sesi işitemez, bu hareket son bulur ve duyuya ulaşmadan biter.

Koklama duyusu da böyledir. Bu duyu, havanın sertliği, yumuşaklığı, sakinliği ve hareketine göre eşyaları idrâk eder. Zira hava sert olduğunda farklı yönlerde bulunan kokular azalır ve bunların havadaki hızı yavaşlar. Hava berrak, yumuşak ve mesafe yakın olduğunda o, hazırda var olan kokularla bağlantı kurar. Uzak olduğunda bu kokular farklı yönlere dağılır ve onlardan hiçbir şey algılanamaz. Havanın sesleri ve kokuları kabul etmesine gelince, Allah’ın yardımı ile ben sana bunu izah edeceğim.

Bölüm

Sonra bil ki, bütün cevherlerin çeşitleri, unsurları ve bileşimleri farklı ve ayrı­dır. Bütün maddesel (heyûlâni) cevherlerin cevherleri daha latif/ince, rûhânî yönleri daha fazla ve yetkileri (özellikleri/hâssiyyet) daha büyüktür. Onlar, şekil almazlar, arazları taşımak için diğerlerinden daha hızlı davranır ve onları daha kolay kabul ederler. Bunun örneği, tuzlu sudan daha latif/ince ve daha saf bir cevhere sahip ol­duğu için yemekleri ve boyaları daha çok kabul eden tatlı sudur. Canlının daha çok karışıma ve katışıma, daha fazla fayda ve yarara sahip olması; bu sayede cisimlerin hayatı, hayvan ve bitkinin maddesi olması gerekir.

Işık havadan daha latif olduğu için, onun renkleri ve şekilleri kabul etmesi daha hızlı bir hareketle, daha rûhânî ve basit, yayılması daha ince olur.

Bunun gibi nefsin cevheri, rûhânî yönden nur ve ışığın cevherinden daha latif ve daha şiddetlidir. Bunun delili, onun diğer hissedilen ve akledilen varlıkların etkile­rinin hepsini kabul etmesidir. Bu iki sebepten dolayı insan hayal gücü (el-kuvvetu lmütehayyile) ile duyu organlarıyla güç yetiremediği şeyleri hayal ve düşünmeye güç yetirir oldu. Çünkü hayal kuvveti rûhânîdir, duyu organları ise cismânîdir; duyu organları, algılanabilen diğer varlıkları cismânî cevherlerinde dışarıdan algılar. Ha­yal gücü ise onları zâtında hayal ve tasavvur eder. Söylediğimiz şeyin delili beşerî sanatkârların yaptıklarıdır. Zira bütün sanatkârlar, başlıyor, düşünüyor, hayal ediyor ve yapılmış bir şekli dışarıdan bir şeye ihtiyaç olmaksızın zihinlerinde şekillendiri­yorlar. Nefislerindeki şeyi fiil olarak açığa çıkarmak istediklerinde, bir mekânda ve bir zamanda maddeyi (heyûlâ) destekliyorlar. Orada zâtında tasavvur edilmiş olan şey âlet/edevat ve hareketlerle tasavvur ediliyor. Zira bütün canlılar görmezler; arazî renkleri ve cevherden kaynaklanan cisimleri hayal edemezler. Onları işitmez, tasav­vur edemez, söze dayalı sesleri hayal edemez ve konuşulan lafızları düşünemezler. Ancak bileşimi doğru ve duyuları sağlıklı olan bir insan, bir sözü anladığında ta­nımlandığı zaman anlamı hayal etmesi mümkün olur. Konuşmaktan maksat sözü iletmektir. Her sözün anlamı yoktur, dinleyene ve konuşana fayda sağlamaz. Bütün anlamların bir lafız ve bir dilde açıklanması mümkün değildir. Onları bilmek de mümkün değildir. Nefislerinde olanı açıklamaktan hoşlanmayan bütün konuşan canlılar; yok olmuş insanlar ve susan cansız cisimler gibidirler.

Bölüm

Sonra bil ki, sözdeki anlamlar ruhlara benzer. O anlamların lafızları kendileri için cesettir. Ruhlar ancak cesetler yoluyla canlandırılır. Söz iki çeşittir: Faydalı ve faydasız. Fayda, bilinmeyen bir şeyi haber verme yönüyle ilgili olarak gerçekleşir. Bilinmeyen (meçhul), kendisinden haber verilendir. Haber, (bir anlama) delâlet eden ve delalet etmeyen olmak üzere iki çeşittir. Haber, görülmediği, zaman geçtiği ve söyleyen kişiden işitilmiş olduğu açıklandığı için, onu söyleyen kişiyi doğrula­manın ve yalanlamanın olanaklı olduğu her sözdür. Filan şehrin, ahalisiyle birlikte mamur vaziyette olduğunu ve ölmüş olan falan kişinin, filan işlerin ve açıklamaların sahibi olduğunu haber veren kişi gibi. Bahsettiği şehrin durumu görülmediği ve ölü hâlihazırda yaşamadığı için bunu işiten kimsenin söyleneni doğrulaması ve yalanla­ması mümkündür.

Aynı şekilde haber verme üç kısımdır: Ya içinde bulunduğumuz zamandan ön­cesiyle; ya görülenin dışıyla; ya da zaman ve mekânda var olanla alakalıdır. Bunun denenmesi (ve ifadesi/imtihan), oldu (kâne), olacak (yekûnu) ve olan (kâin) iledir. Oldu, geçmiş zaman içindir. Olacak gelecek zaman içindir. Olan, şu anda var olan içindir. Bütün bu kısımlara (önerme yapılırken) olumluluk (mucibe), olumsuzluk (salibe), konu (mevzu) ve yüklem (mahmûl) işin içine girer. Bunlar haberin kısımla­rıdır. Haber aynı şekilde zorunlu (vâcib), câiz/mümkün ve imkânsız (mümteni) şek­lindeki üç anlamın dışında değildir. Zorunlu ve imkânsız, doğruluk ve yanlışlık du­rumlarına bir şeyin kanıt olmasına gereke kalmadan bilinen şeylerdir. Bunun örneği, bir adamın “Yeryüzü akımdadır, gökyüzü de üstümdedir” diyen kişiyi duymasıdır. O, söylenenin doğruluğundan şüphe etmez ve buna delil getirmeye ihtiyaç duymaz. Bu -doğru bir söz olsa bileyanlışlığına delil getirilmeye ihtiyaçsız da değildir. Bu cümleden bir fayda (anlamlı bir haber) meydana gelmez. Aynı şekilde bunu söyleye­nin sözünde ve bunu işitmekte de fayda yoktur. Bu, konuşan bakımından bir üstün­lük sayılmayıp; belki onun hezeyanına işarettir.

Aynı şekilde bir kimse şöyle diyen birini işitse: “Ben dağı taşıdım, ateşe daldım ve denizin üzerinde ağaç bitmiş olduğunu gördüm.” Bu kişinin yalancılığında ve sözü­nün yanlışlığında da şüphe yoktur. Bu, haberin imkânsız (mümteni7) kısmıdır.

“Caiz/mümkün’e gelince, onun doğru ve yanlış olması için delil istenmesi gerekir. Bunda fayda vardır. Bu delille dinleyen faydalanır ve soran kişi delili sorar. Kendi­siyle hakikati bilmeye götüren anlam, haber verme esnasında doğru ve yanlış olma­sı mümkün olan şeydir. Yine o, bir kimse kendisine doğru ve yanlışı kesin olarak ulaştırdığında onun doğruluğundan veya yanlışlığından emin olmaktır. Bilir ki bu, akıl sahiplerinin incelemelerinin doğruladığı bir hakikattir. Şehrin mamur olduğu­nu haber veren kişinin ya da haber veren kişinin tanımladığı şekliyle ölünün halinin bilgisi gibi. Haberin doğruluğu daha önce birisinden öğrenilmişse haber verenin ya­lancılığı olumsuz olur. İrfan sahipleri nezdinde bulunup akılların hüküm verdiği ve kesin kanıtların (berâhîn) kanıtladığı şeyler de bunun gibidir. Onlar ortada olmayanı/görmedikleri şeyi (gâib), görüleni biliyormuşçasına biliyorlar. Getirdikleri delil ve kesin kanıt örnek gibi olur. Çünkü örnek, haber verilenin şekli ve sıfatlarıyla haberin anlamına delil getirilen şeydir. Bunu bil.

Bölüm

Sesin Aslını ve İnsanlar ve Hayvanlar Yaratılmadan Önce
Ay Feleğinin Altındaki Başlangıçtaki Cisimleri Bilmeye Dair

Yüce Allah’a güvenerek diyoruz ki: Allah dilemesiyle gökleri yarattı, sanatıyla onu sağlamlaştırdı, hikmetiyle düzenledi, yeri onun altına döşek yaptı, havayı yerle gök arasına bir ferahlık olarak yaratıp sonra onu yeryüzünün sağma ve kuzeyine gönderdi, denizleri yayıp onları hareket ettirdi ve dalgalandırdı bu durumda hava cesetlere sirayet etmiş ruhlar gibi oldu. Bu risâlenin başında bahsedildiği gibi havayı dört yöne dağılmak, denizleri toprakla karıştırmak ve tabiatlarını birbirlerine girdir­mek üzere bu haliyle var etti. Havanın hareketiyle ses çeşitleri meydana gelir. İnce ses, çınlama, dağların birbirine cevap vermesi, deniz dalgalarının sesleri, çöllerde ve çorak arazilerde rüzgârların esmesi... Madenler, meydana gelecekleri özel yerlerde oluştular. Buharlar birleştiler, çiğler yükseldiler ve bulutlar üst üste yığıldılar. Hava kürenin sonuna yükseldiler. Şiddetli soğuk/Zemherir kürenin altına asıldılar. Eterin (esir) alevi onu sıktı. Meyilli/sarkık yıldızlar (el-kevâkibü’l-mâile) onları ele geçir­di ve yağmurları yeryüzüne gönderdi. Hava ona katıldı ve onları harekete geçirdi. Yıldızlar ışıklarını yaktılar. Güneş onları gözledi ve büyüyen nefis (nefs-i nâmiye) kuvveti onlar hakkında sevindi. Yeryüzünde büyümeye ve artmaya başlayan ilk şey, bitkilerin suretleridir. Bazı âlimlerin söylediği gibi, yeryüzü bu dönemde üç bin yıl boyunca sadece denizler, dağlar, bitkiler ve ağaçlardan ibaret olarak bu halde kalma­ya devam etti. Orada rüzgârlar esiyor, havaya ait sesler birbirlerine cevap veriyor­lardı. Nefis havada tecelli etmişti; nur ve ışık kuvvetine bağlıydı. Cismânî işleri dü­zenliyor, cansız cisimlere ait tabiatları ve yıldızların ruhanî âlemlerini hava âlemine bitişik olarak oluşturuyordu. Onlar Hz. Âdem’den önce yeryüzünün sakinleridir. Bu şekilde takdir edilmiş olan bu süre tamamlanınca yeni bir devir başladı. Allah, ikinci oluşumun (en-neş'etü’s-sâniye) meydana gelmesini ve İnsanî suretin açığa çıkmasını istedi. Âdem ve Havva’yı topraktan yarattı ve onları niteliği olan (mevsûfe) cennete yerleştirdi. Orası, doğu bölgesindeki Yakut’tur. Onların başlarına gelen geldi. Bu ola­yı yıldızlarla hesap yapmayı bilen İranlı bir adam, başından sonuna dek içinde bu olayların bulunduğu açık bir kitapta anlatmıştır. Şayet bu olay bizim kast ettiğimiz ve murat ettiğimiz gibi olmuşsa onun bir kısmını anlattık. Ancak biz bunun bir kısmı­na işaret edeceğiz. Allah, Âdem’i yaratıp, ölçülü kılıp, ona kendi ruhundan üfleyip, meleklerini ona secde ettirince, Âdem ve Havva’nın ortaya çıkışı hayvanların var edilmesinden, yerin mamur hale getirilmesinden, vakitlerin orada bütün cinsleri ile tamamlanmasından ve çeşitlerinin sona erdirilmesinden sonra oldu. Hayvanların ortaya çıkışı, bitkilerin ortaya çıkıp yeryüzünde yayılması ve büyümesinden sonra oldu. Bitkilerin ilk ortaya çıkışları başak burcunun karşısında ve semânın ortasında; hayvanlarınki boğa burcunun karşısında; Âdem ve Havva’nınki ise doğu toprakla­rında ikizler burcunun karşısında oldu. Bunun için “ikizler” burcuna iki beden sahi­bi anlamı verildi. Başlangıç oğlak burcundan oldu. Bu dönemin sonunda Satürn ge­zegeni ortaya çıktı. Orta nokta çamurdan düzenlendi ve çoğunluğu karanlıktı. Ağır ve sağlam oldu. Dağlar yüksek ve sağlam oldu. Yerin içerisinde ilk oluşan maden, kurşun oldu. Bunun için yeryüzü, Satürn gezegeninden ve onun Allah’ın takdir et­mesi ile bu özellikte olmasından dolayı ağırlığın merkezi ve yoğunlukların karargâhı oldu. Âdem, Havva ve hayvanlar, “Kitap’ta[105] anıldığı kadar bir süre temas ve kaynaş­ma olmaksızın ikamet ettiler. Sonra Allah, konuşma yeteneğine sahip olan Merkür’e ilham etti ve Havva konuştu. Allah Âdem’e bütün isimleri öğretti. Onların hepsini bilmeye başladı ve bitkilerin, madenlerin, hayvanların ve bütün gözle görülen var­lıkların tüm cinslerine, şekillerine, çeşitlerine ve şahıslarına isim vermeye başladı. Sonra o (bilinen) ağaçtan yiyene dek bu şekilde devam ettiler. O ikisi, bir ceza olarak cennetten yeryüzüne indirildiler. Yeryüzünde bilinen bir süre ikamet ettiler. Diğer canlılarla birlikte ağaçların meyvelerinden yiyorlardı. Suların gözlerinden ve nehir­lerden içiyorlardı. Bu, oğlak burcu, boğa burcuna “devir”i[106] teslim edene kadar sürdü. Çünkü bu, dünyanın menfaatine olan şeylerden birisiydi. Yeryüzünün mamur olma­sının sebebi, Satürn gezegeninin evi (beyt) olmasıdır.[107] Satürn, durumu iyi, yolculu­ğu doğru/düzgün, zirveye çıkmış ve ışıkları parlaktı. Bu esnada Âdem ile Havva’nın kavuşmaları ve ilişkiye girmeleri söz konusu oldu. Havva, ondan hamile kaldı. Bu, neslin başlangıcı oldu. Hamilelik hali “Nutfenin Düşme Yeri” adlı risâlemizde açık­ladığımız şekilde gerçekleşti. O ikisinin çocukları çoğalınca Âdem, onların eğitim, terbiye ve ıslahlarını üzerine aldı. Onlara ekip biçmeyi, erkekle dişinin evlenmesini öğretti. Âlemi imar ettiler, hayvanları, onların birbirleriyle olan ilişkilerini ve menfa­atleri gereği talep ettikleri şeyleri gördüler. Davranışlarında onları taklit ettiler. Yüce Allah, Hz. Âdem, kendisi için iyi olacak ve nesli için kurtuluşa vesile olacak şeylerle tevbe edince, onu vahyi ve ilhamı ile destekledi. Yüce Allah’ın istediği kadar bir süre boyunca bu vaziyette ikamet etti. Sonra onu rahmetine taşıdı (vefat ettirdi). Neslin­den ve soyundan onun yerine geçenler onu takip ettiler. Durum bu şekilde devam etti. Âdemoğlu babasıyla Süryanice konuşuyordu. Bazıları “Nebatice konuşuyordu” dedi. Birbirlerinin ne dediklerini, ne kast ettiklerini ve ne istediklerini anlıyorlardı. Her şeyi kendi niteliği ile nitelendirdiler. Ancak harfler onları birbirine bağlamıyor; yazıyla bir araya getirmiyordu. Hz. Âdem, yazma ve heceleme konusunda bilgisi ol­mayan kimselere eşyayı öğrettiği ve tarif ettiği gibi, onlara bu isimleri telkin ve tarif yoluyla belletiyordu. Bunun için okuması ve yazması olmayan kimseye ümmî denir. İnsanlar bu isimleri ve nitelikleri öncekilerden ezberliyorlardı. Boğa burcu, ikizler burcuna devredene kadar durum böyle devam etti. İkizler burcu, Merkür gezegeni­nin evi (beyt), üst kısmın yüksek noktası ve arka kısmın iniş yeri olduğu için yazma ortaya çıktı. O dönemde harfler 24 tane oldu. O, Yunan alfabesidir. Çünkü bu alfabe her burca iki harf taksim etmiş ve 24 harf olmuştur. Bu lafızlar kayıt altına alınmış ve isimler o asrın halkının dilindeki harflerle yazılmıştır.

Ey kardeşim! Bu gerçek hikmeti ve sapasağlam sanatı düşün. Her şey nasıl takdir edilen vaktinde ve uygun zamanda veriliyor. Sesler ve nağmelerden oluşan bu kuv­vetlerin öncelikle göksel âlemlerde nasıl ortaya çıktığına bak. Bu kuvvetler sonra havanın hareketlerinde, sonra bitkilerin hareketlerinde, sonra hayvanların cesetle­rinde, sonra da insan âleminde ortaya çıkmıştır. Hayvandaki ses farklı isimlerle ad­landırılır. Mesela şöyle denir: Atın kişnemesi, eşeğin anırması, köpeğin havlaması, öküzün böğürmesi, aslanın kükremesi, kurbağanın vıraklaması ve diğerleri. İnsana mahsus olan sese gelince, ona kelam ve konuşulan lafız denir. Mesela şöyle denir: Filan kişi Arapça, Farsça, Rumca ve benzerlerini konuşuyor. Bunun şerhini ve açık­lamasını yapacak, ses ve sözü birbirinden ayırt edeceğiz.

Bölüm

Ses ve Söz Arasındaki Farka Dair

Ey kardeşim! Bil ki söz, farklı mahreçlerden ortaya çıkan, anlaşılan anlamlara işaret eden ve farklı/parça harflerden oluşan sestir. Harflerin mahreçlerinin en uzak noktası, boğazın en aşağısıdır. Burası göğsün en üst kısmındadır. Ses, havanın evi olan akciğerdeki bir cisimdir. Büyük insan konumundaki büyük âlemdeki sesin aslı­nın, ay feleğinin altındaki şeylerde bulunan hava ve felekler âlemindeki nefis olması gibi. Bu yüzden küçük âlem olan insanın akciğerinde ve nefsinin kuvvetinde sesin kendisine işaret ettiği anlamlar bulunur. Aynı şekilde ay feleğinin altındaki hareket­ler ve sesler, o üstün seslerin ve düzenli/intizamlı hareketlerin örnekleri ve belirtile­ridir. Onlar ruhlardır, bunlar ise cesetlerdir. Akciğerdeki seslerin aslı, boğaza ulaş­mak için yükselen havadır. Dil onları mahreçlerine göre döndürür. Şayet bu hava, bir araya getirilmiş ayrı harflerle dışarı çıkarsa anlamı kavranır ve haberi bilinir. Şayet harflerin dışında, anlaşılmayan bir şey olarak dışarı çıkarsa anırma, ötme, öksürme ve bunlara benzer şekilde olur. Şayet dil onu, anlaşılan harfler içerisinde bilinen çıkış yerine (mahreç) ulaştırırsa hangi lafızla olursa olsun bu, “söz” ve “konuşma” ola­rak adlandırılır. Bu söz ve konuşma, tabiatın[108] onayına ve yardımına göre; sözlerin mahreçleri konusunda harflerin genişliği ve ifade kolaylığına, tabiatlarının karışımı ve beldelerinin hava ve gıdalarına, doğum yer ve tarihlerinin kendileri için gerekli kıldığı delillerine göre, bu dilin aslının ilk meydana getirilişi esnasında takip ettikleri yıldızlara (gezegenlere), şerî/dinî yönteme, bu asıldan doğan şeylere ve bu çeşitten bölünenlerin durumuna göre farklılık arz eder.

Sonra bil ki, dillerdeki farklılıkların temeli, Âdemoğlu’nun evladının çoğaldığı ve yeryüzünün farklı yönlerine dağıldığı zamana dayanmaktadır. Onlardan her bir top­luluk, yeryüzünün meskûn olan çeyreğindeki iklimlerden bir iklime ve bölgelerden bir bölgeye yerleşti. O memlekete yerleşmeleri esnasında her kavmeyedi yönetici ge­zegenden bir gezegen hükmetti ve onlarla küçüklerinin o sözleşme üzerine yaşadığı, yaşlılarının da o kaideye göre öldüğü bir sözleşme imzaladı.

Sonra bil ki, anlamlı söz, insanlar âlemine mahsustur. O, hangi harflerle yazıl­mışsa onlarla tam bir konuşmadır. Hayvanlar konuşma ve lafzî ibareler yönünden insandan ayrılırlar. Ancak onlar, hayvânî hareketler, cismânî âletler ve bunlara ih­tiyaç duyma yönünden insanlarla ortaktırlar. Çünkü sen hayvanların çoğunu, ba­zen kendisi için bazen de yavruları için sesleriyle zararı uzaklaştırmayı ve faydaları kendine yöneltmeyi ister halde bulursun. Yemeye ihtiyaç duyup engellendiklerinde ve su içmeye ihtiyaç duyup engellendiklerinde hayvanların çığlık atmaları gibi. Yav­rularını ve kendilerinden uzaklaşanları çağırmaları gibi... İnsanı taklit eden benzer kuşlarla maymunların, bütün hareketlerinde ve yaptıklarının çoğunda insanı taklit etmesi gibi...

Hayvan bu şeyler için ve bunlardan dolayı coşmak, ses çıkarmak ve bağırmak istiyorsa bu yaptıklarına İlmî bir anlam yüklenemez; bunlara doğal iradelerdir denir. Hayvanların cesetleri ona göre yaratılmıştır. Onun belli zamanlarda onları seslene­rek çağırması, onlar kendisinden uzaklaştığında ve kendisiyle istediği şey arasına bir vasıta girdiğinde söz konusudur. Sesiyle genel emre işaret etmiş olması zayıf bir ihtimaldir. Onların seslerinde anlam yoktur, onların seslerinden maksat ve kasıtları anlaşılmaz. Tavukların, çoğu zaman ötmeleri gibi... Geceleri ses çıkaranlar da gün­düzleri ses çıkaran da onlardandır. Hayvanların çoğu böyledir. Ancak onların bü­tün bunları yapmaktaki kasıtları, cinslerin birlikte olmaları (ictimâu 'l-cins) ve cinsin cinsi ayakta tutmasıdır. Şahıslardan her birinde bulunan içgüdüsel sıcaklık kuvveti (kuvvetu l-harâreti’l-ğarîziyye) ve hayvânî nefsin hareketinden dolayı sıcaklığı daha fazla, hareketi daha sağlam ve nefsi daha canlı olan her şahsın genel olarak sesi daha gür ve sözü daha devamlı olur. Bunun dışındakiler kendi durumlarına ve yaratılış­larına göre olurlar.

Özetle, hayvânî nefsin hareketiyle ortaya çıkan ses hayvana (canlıya) mahsustur. Canlıların dışındakilerden işitilen seslere ise vurma sesi, düşme sesi, çınlama, ıslık sesi, düdük sesi, şıklatma sesi, vurma sesi ve gıcırtı denir. Düdük sesi, def ve davul çalmak, ayak sesi ve bunlara benzeyen sesler gibi.

Bu örnekler, kendisinden ses ve hissin ancak kendi cinsinden olmayan, onu yük­selten, yerleştiren, ona vuran ve onları birbirine çarptıran bir hareket ettirici ile oldu­ğu, sessiz cisimlerin hareketlerinden meydana gelen şeye ait olan sesler içindir. On­ları hareket ettiren şey, hareketle ses çıkarmak için bu âletlerden edindiğinde insan­da olduğu gibi, ya bilinçli ve kasıtlıdır. Veya, bunu kasıt olmaksızın yapan hayvanda olduğu gibi kasıtsızdır. Hayvanın kapıya sürtünüp kap ve benzerini itmesi gibi. Bu hareket ve itmeden ses meydana gelir. Yahut rüzgârların ve havanın bedenlerdeki, bitkilerdeki ve ağaçlardaki hareketlerinden, onların yapraklarındaki hışırtısından, dallarının sürtünmesinden, havanın onların arasında ilerlemesinden, duvarlar ve binalar arasından geçmesinden, dağların oyuklarına, derelerine ve mağaralarına gir­mesinden uğultu ve ses meydana gelir. Dağların tepelerinden vadilerin içlerine akıp gittiklerinde suların hareketlerinden meydana gelen ses gibi hava hareketlerinin ses­lerinden bahsetmiş olduğumuz ortaya çıkan sesler gibi. Su dolapları, el değirmenleri, su değirmenleri, gemi kürekleri, gemilerin denizdeki hareketleri, fok balığının ka­rada gitmesinin çıkardığı sesler gibi... Her su hareket ettiğinde veya hareket ettirici ona müdahalede bulunduğunda ondan ses ve havanın titreşimi meydana gelir.

Bütün bunlar seslerdir. Bunlardan canlıların cisimlerinden ortaya çıkanlara sesler ve nağmeler denir. Bunlardan havanın hareketinden meydana gelenlerine ötme ve üfleme (zemîr) sesleri denir. Suyun hareketinden meydana gelenlere yansıma (deviyy), çağlama ve dalga sesleri denir. Madeni olan şeylerden, ağaçlardan ve odunlar­dan olanlara düşme, çınlama ve şıklatma ve benzeri sesler denir. İnsandan kaynak­lananlara özetle söz, lafız ve konuşma denir. Detayında ve ayrıntısında pek çok çeşit ve şekilleri vardır. Hatibin sözü, şiir okuma, Kur an okuma ve benzerleri gibi. Bu söz, kendisiyle kast edilen anlama ait kılınır.

Bahsettiğimiz şeylerle, hayvânî sesle İnsanî söz arasındaki fark, havanın hareke­tinden meydana gelen şey ile bitkiler ve madenlerin cisimlerinden ortaya çıkan şey açıklığa kavuşmuştur. Bunu düşünüp aklederek ayırt ettiğinde ve bu konuda aklını kullandığında bu hareketleri görür, bu sesleri, nağmeleri ve karşılıklı cevap vermeyi duyarsın. Böylece, bütün ibarelerin, tümel/küllî nefsin desteklemesiyle tikel/cüzi ne­fislerden kaynaklandığı açığa çıkar.

Bunun gibi arazî-küllî hareketlerin aslı, zâti harekettir. Zâti hareket onların araz­ları, küllî hareket de cevherleridir. Arazlar fanidir; hareket ise bâkîdir. Çünkü araz­ların merkezi alt tarafta (süfli); hareketin yeri ulvî (yüce)dir. Arazın üstün ve üstün olmayanı vardır. Hareketin ise hepsi üstündür. Arazların bazısı canlı, bazısı ölüdür, hareketin hepsi canlıdır. Arazların bazısı konuşan ve nâtık, bir kısmı konuşmayandır. Hareketin hepsi konuşandır. Arazların bazılarının sesleri anlaşılır, bazılarının sesleri de anlaşılmaz. Hareketin bütün sesleri anlaşılır. Arazların seslerinin bazısı (bir anla­ma) delalet eder, bazısı etmez. Hareketin seslerinin ise hepsi delalet eder. Arazların seslerinin anlamları harflerin içerisinde gizlidir. Hareketin ise hepsi anlamdır. Bu seslerin uzmanları, onun anlamlarını keşfedecek ve kast ettiği anlamları kendileri­ne gösterecek birisine ihtiyaç duyarlar. Onlar ise buna ihtiyaç duymazlar. Bunların konuşmaktan canları sıkılır ve usanırlar. Onlarınsa canları sıkılmaz. Bunların çogünlüğünün nağmeleri hoş, sesleri tatlı ve sözleri güzel değildir. Onların hepsi, tatlı melodileri olan hoş nağmelidirler. Bu seslerin bazıları, cehennem ehlinin seslerine benzeyecek zıtlıktadır. Onların anırtıları (eşeğin a-i demesi/zefir-şehîg) köpeklerin uluması, eşeklerin anırması, baykuşun ötmesi ve yırtıcı hayvanların bağırması gibi­dir. Kalplerde vahşilik, nef ret, sığınma ve korkudan başka bir şey meydana getirmez. Nefisler onlardan, benzer seslerden ve ses çıkaranlardan hoşlanmazlar. Sonra bil ki işitilen her ses, kuvvetine, tabiatının saflığına ve katılığına göre ses çıkaran cismin bünyesinden ortaya çıkar. Bu noktada açıklama yapma ve sağlam delil getirme ihti­yacı hissediyoruz. Konuyu apaçık bir açıklamayla anlatacağız.

Bölüm

Sonra bil ki, insanların sözlerinin ve dillerinin farklı olması cesetlerindeki ve bi­leşimlerindeki farklılıklarına göredir. Dillerdeki farklılığın kaynağı, harflerin çıkış yerlerinin farklılığı ve dilin, konuşmacının ilettiği mesajı almaktaki eksikliğidir. Ba­zıları söz bozukluğunun, bileşimin ve karışımın bozuk olmasından kaynaklandığını iddia etmişlerdir. Durum onların iddia ettikleri gibi değildir. Bunun sebebi, harflerin çıkış yerlerinin kuvvet ve zayıflık yönünden farklı olmasıdır. Bu, harfleri çıkış yer­lerinden uzaklaştıran ve saptıran dildeki bir bozukluktur. Şayet karışımın bozuklu­ğundan kaynaklansaydı bütün dil, aynı çıkış yerinden (mahreç) çıkan aynı harften meydana gelir ve fasih konuşmada olduğu gibi karışım sağlıklı olduğu anda normale dönerdi. Karışımın bozukluğundan ses zayıflığı ve bazı tabiatların galip gelmesi söz konusu olurdu. Normal duruma döndüğünde de konuşması daha önce olduğu du­ruma dönerdi. Dil böyle değildir. İnsanlar onun hakkında farklı düşüncelere sahiptir ve kendisinde hata bulunan ve diğerlerinin aksine ölçülü olmaktan uzak olan harfler konusunda hemfikir değildirler. Bu farklılıklar dile (lisan) mahsus olan arazlardır. Ortaya çıkar ve sözü bozar. O, dil sürçmesi (hulsa), kekeleme (fefee), peltek konuş­ma (temteme), mahreç hatası (‘akle), konuşamama(/ıu/c/e), konuşma zorluğu (rutte), bazı harfleri çıkaramama (lüsğa) ve benzeri gibi zorunlu müzmin bir durumdur.

Söz kişiye ağır geldiğinde dilinde sürçme var denir. Arapçanın bazı harfleri Farsçanın bazı harflerine girdirildiğinde dilinde mahreç hatası var denir. Konuşamama ise, konuşma âletinin eksikliği ve lafzı ifade etmekten aciz kalmaktır. Öyle ki kişi söylenen şeyin anlamının çok az bir kısmını anlar. Bu konuşma, hayvanların, ahrazların ve benzerlerinin konuşmalarına yakındır.

Bölüm

Anlamlar Hakkında

Anlamların anlatılmasına gelince; onlar, konuşması tutuk olanların konuşmasın­dan da fasih (açık-seçik) konuşanların konuşmasından da anlaşılır. İnsanların etkili konuşma (belâğat) konusunda birbirlerine karşı üstünlükleri vardır. Haşeviyye’ye, sıradan insanlara (avam), kadınlara ve çocuklara göre belagat güzel ses, tatlı konuş­ma ve duru sözdür.

Sesi her güzel olan ve sözü her duru olan kişi, anlamı gösterme hususunda; gafil nefisten (en-nefsü’s-sâhiye) şüpheyi yok etme konusunda delil ve kanıt getirmede, cahil kimsenin uykudan uyanmasında ve sarhoşu uyarı ve nasihatle sarhoşluktan ayıltmada yeterli değildir. Güzel nağme, duru söz ve benzeri şeylere sahip olanlar bu yeteneklerini şarkı söylemek ve eğlenmek için kullanabilirler.

Bütün bunların sebebi, anlamları hakikat içermese de dünyalık lezzetler, hissi şehvetler ve saçmalık, delilik ve benzeri sözler içeren şeylere muhabbet beslemektir. Bu konuşmalar, hayvanların, delilerin, sarhoşların, çocukların, kadınların ve aklı ol­mayanların seslerine dâhil olan oyalama ve hezeyanlardır.

Anlamların kaynağı, onların hakikatlerinin bilgisini bildirme hususunda anlamın doğruluğuna delil getirilen sözlerdir. Anlamın sınırı, hakikate işaret eden ve menfa­ate yönelten her kelimedir. Onun haberlerdeki varlığı “doğruluk”, sözdeki varlığı ise “hak/gerçek” olur. Haber dörde ayrılır. Haber verme (haber), haber alma (istihbar), emir verme (emr) ve yasaklama (nehy)’dır. Bir grup bunu altıya, bir diğeri de ona ayırmıştır. Aslı ise bu dördüdür. Bunlardan üçünde doğru ve yanlış bulunmaz. Bir tanesinde doğru ve yanlış bulunur ki o da haber vermedir. Haber verme konusunda olumsuz (salibe), olumlu (mûcibe), olanaklı (mümkin) ve imkânsız (mümteni’) ha­ber verme çeşitleri vardır.

Bölüm

Sonra bil ki, bu anlamların hepsinin ve onu takip eden övgü ve yerginin, ona isabet eden doğruluk, yanlışlık, belagat ve düzgün konuşamamanın övgü ve yergi içeren bir isimle isimlendirilmiş olması gerekir. Diğer anlamlardan övgü içeren bir isimle adlandırılan her isim, iki zıt şey arasında meydana gelmiştir: Adalet, zulmün iki aşırı ucu arasında denge kurmaktır. Bilme film) iki durum arasında gerçekleşir: Ya gerekli olmayanı bilmek ya da gerekli olan şeyi bilmemek. Ölçülü olma iki aşırı algı arasında olur: Haddi aşmak (ifrat) ve ortalamanın altında kal­mak (tefrit). Bu örneğe göre anlama, mümkün olmayan şeyi bilme ile mümkün olan şeyi inkâr arasındaki bir ölçüdür. Aynı şekilde akıl, öğrenmekten vaz geçme ile şüpheden uzaklaşma arasında bir ölçüdür. Gayret, cahilce cesaret (tevehhür) ile korkaklık (cübn) arasında bir ölçüdür. Cömertlik (cûd), kısmakla (tagtîr) savur­ganlık arasında bir ölçüdür. Cesaret, atılganlık (ikdam) ile geride kalma (ihcâm) arasında bir ölçüdür. Yönelme ve kararlılık isimlerinden her bir isim, bu örneğe göre gerçekleşir ve onun sahibi bütün övgü sıfatlarını hak eder. Onun karşısında yer alan ise yergiyi hak eder.

Bil ki, ölçülü anlamı istemenin hakikati, anlambilime yönelmek ve ibare şekille­rini taksim etmekle olur. Zira kasd, aşağısındakilerin karşılığını vermeye yetmeyen, üstündekilere de fayda vermeyen şeydir. O, kendisinden eksilen şeyin zayıf oldu­ğu, artan şeyin de israf olduğu ölçülü anlama döner. Aynı şekilde kararlılık, birisi korkaklık, diğeri atılganlık olan iki uçtan birine meyletmemektir. Bunun gibi hayâ, ihmalkârlıkla arsızlık yönleri arasındadır. Bunların tamamı, ölçülü olmaktan kendi kendine artışla azalma arasındaki kısılmaya ve genişliğe, haddi aşmaya (ifrat) ve or­talamanın altında kalmaya (tefrit) döner.

Kim bütün vasıflarda ölçülü olmayı isterse onu iki zıt arasındaki orta halde bu­lur. O ikisinden birisi, altındakini küçük ve eksik olana ulaştırır. Diğeri ise üstündekini olması gerekenden ileriye ve düşmanlığa taşır. İstekte ölçü, konu hakkında zorlamaya, dünyadan ele etek çekip duaya (ibtihâl) ve boyun eğmeye yönelmemek­tir. Hür kişi zayıf olmaz, cömert kişi çıplak kalmaz. Bunun için denmiştir ki: Kana­at sahibi olmak boyun eğmekten iyidir. Siyasette ölçülülük, aşırı çatık kaşlılığa ve dehşet derecede bir dalkavukluğa yönelmemektir. Çatık kaşlılık dostluğa leke sü­rer ve kalpteki muhabbetin saflığını yok eder. Dalkavuk yiğitliğin güzelliğini götü­rür. Bu yüzden denmiştir ki: Dalkavukluğu artan kişinin dostluğu olmaz. Belagatte ölçü, isteğin alt sınırından az olmayan şey, anlamın isabet etmesi ve amaca yönel­mektir. Amaca ulaştıktan sonra konuşmadaki anlamsız söze ihtiyaç duyulmadığını görmüyor musun? Şayet belagat anlamların gayelerine ulaşmak olsaydı, avamı ve havas ehliyle bütün âlem belagat sahibi olurdu. Çünkü hiç kimse yoktur ki kendi­sindeki bir şeyi açıkladığında, maksadını kendisini dinleyene gücünün yettiği ve uzuvlarının ona yardımcı olduğu ölçüde bildirme hususunda amacına ulaşmasın. Belagat, kendisiyle maksat en kolay usuller ve en yakın yollarla, açık bir beyan ve doğru bir sözle bilinsin diye anlamı en veciz söz ve en belagatlı kelamla bildirmeyi başarmaktır. Bir konuda az sözle çok şey anlatma sanatı (îcâz), az lafızla amaçla­rına ulaşmaktır. Sözü gereksiz yere uzatma (itnâb) ise, amaçlarına sözü uzatarak ulaşmaktır. Şu halde belagat, bu iki hal arasındaki orta yoldur ve en yakın yoldan gayeyi anlamayı başarmaktır. Denildi ki: Belâgat, anlaşılan lafızlarla istenilen ay­rım noktalarını bilmektir. Belagat sahibi kimse (beliğ), kendisini dinleyeni yanlış anlamaya düşürmeyen kişidir. Anlayışlı kimse (fehîm), onu anlamak isteyen kişiye konuşmasında ya da yazısında belagati kısarak yanlış anlama imkânı vermeyen kişidir. Anlayışı ve zihninin duruluğuyla, kendisi ile anlamayı mümkün kılacak anlam arasına girmiş olan perdeyi yırtar. Çünkü o, kendisini açıklama yapmaktan ve izah etmekten uzaklaştıran şaibelerden kurtarır. Sözlükte belagat, “Filan filan konularda aşırıya gittin (bâleğte)” şeklinde kullanılır. O belagatten türemiştir. “En ileri noktaya ulaştın (belağtü)” denir. Bunun mastarı “belâgat” kelimesidir. Ben “yetişkinim.” (baliğ) “Sözü ulaştırdım” (belağtü) ve onu filan kişiye bildirdim” yani “Ona haber verdim” denir.

Bil ki, anlamlar, çarşılarda ve yollarda halkın ve avamın ağızlarında konuşulur. Ancak ibareyi güzelleştiren azdır. Manayı kast ederken başka bir şey izah eder ve kast ettiği anlamı açıkladığını zanneder. Anlamlar asıllardır ve nefiste ilk şekillendirilen inançlardır. Lafızlar onların heyûlâsıdır. Anlamlar nefisler, lafızlar da cisimler gibi­dir. Anlamlar ruhlar, harfler de bedenler gibidirler.

Bölüm

Sonra bil ki, madde (heyûlâ) nefsin etkilerini tam bir kabulle kabul ettiği zaman, nefsin fiilleri maksatlı ve onun şeklini aydınlatmak ister halde ortaya çıkar. Eğer heyûlâ nefsi kabul etmekten aciz kalırsa böyle olmaz. Aynı şekilde lafızlar, belagatle anlamları yerine getirmeyi kabul ederse anlamlar anlaşılır ve onların delilleri uzatma ve ayrıntıya girmeden açığa çıkar. Şayet lafızlar yerine getirmeyi kabul etmezse sözü uzatmaya ihtiyaç duyar. Uzatma, belagatin gitmesidir. Kısaltma ise delalet etme ve kanıtın zayıflamasıdır. İnsanlar arasında doğru manayı kalbinden geçiren kimseler vardır ki onlar bu manayı yetersiz lafızla anlatırlar. Onu dönüştürmek istemediği bir anlama çevirirler ki bu, lafızda acziyettir. Lafız, anlamdan kast edilmeyen bir şey olur. Bu anlamın acziyetinden değil, lafzın acziyetinden kaynaklanır. Tabiatın bazı şeyler yapması ve kabul eden heyûlânm (heyûlâ el-kâbile) ondan aciz kalması gibi. Bu durumda mükemmelliği eksilir. Bu tabiatının acziyetinden değil, heyûlânm acziyetinden dolayıdır. Bu sözü düşün. Zira o, hayret uyandıran sırlardan, ince nük­telerden, gizli anlamlardandır ve onda gizli bir maksat vardır.

Ey kardeşim! Senin gaflet içerisinde büyüyen nefsine müracaat etmen, gaflet uy­kundan uyanman gerekir. Söylediğimiz bütün şeylere dikkatle bak, açıkladığımız işaretlerin ve rumuzların hepsini anla. Bizim kötü niyetli olduğumuzu zannetme. Çünkü ilahlığa ait (rubûbiyyet) sırlarını ifşa etmek küfürdür.

Bölüm

Sesleri İşitme Gücünün Nasıl Algılanacağına Dair

Diyoruz ki: Bil ki, sesler, canlıların sesleri ve canlı olmayanların sesleri olmak üzere iki çeşittir. Canlı olmayanların sesleri de doğal ve âlete dayalı sesler olarak iki kısımdır. Doğal sesin örneği taştan, demirden, bakırdan, odundan çıkan sesler­le gök gürültüsü, rüzgâr, su çağıltısı sesleri ve içinde ruh bulunmayan diğer cansız cisimlerin sesleri gibi seslerdir. Alete dayalı olanlar boru, davul, def, kaval, saz teli ve benzerlerinin sesleridir. Canlı sesleri de iki çeşittir: Konuşmaya dayalı sesler ve konuşmaya dayalı olmayan sesler. Konuşmaya dayalı olmayan sesler, konuşamayan diğer canlıların sesleridir. Konuşmaya dayalı sesler ise insanların sesleridir. Onlar da anlama delalet eden ve etmeyen şeklinde iki çeşittir. Anlama delalet etmeyen ses, gülme, ağlama, inleme ve hecesi olmayan seslerdir. Anlama delalet eden ses ise hece­si olan kelam ve sözdür. Bütün bu sesler, cisimlerin çarpışmasından havada meydana gelen akistir. Zira hava aşırı inceliği, cevherinin hafifliği, tabiatlarının saflığı ve par­çalarının hareketlerinin hızlılığı ile bütün cisimlere sirayet eder. Bir cisim diğer bir cisme çarptığında cisimlerdeki bu hava çıkar ve bütün yönlere dağılır. Ondan daha önce bahsettiğimiz şekil meydana gelir ve canlıların kulaklarına ulaşır.

İşitme duyusunun canlıların ve canlı olmayanların seslerini nasıl algıladığına ve onlardan her birini nasıl ayırt ettiğine gelince bu, tatma kuvvetinin yemeklerin tatlarını ayırt etmesi ve konuşma kuvvetinin yediklerinin kendilerine has tatlarını haber vermesi gibidir. Koklama kuvveti de böyledir. Tatmaya gelince o, koklamadan daha etkilidir. İşitme duyusu da böyledir. Sesleri birbirlerinden ayırt etme konusun­da onun kuvvetleri daha ince ve daha üstündür. Dokunma duyusu hepsinden daha yoğundur. Âlimler görme duyusu ve işitme duyusundan hangisinin daha ince ve üs­tün olduğu konusunda ihtilaf etti. Bazıları dedi ki: İşitme duyusu daha üstündür. Bu iddiada olanların delili, kulağın hissedebildiği her şeyin ruhanî olmasıdır. Nefis işit­me yoluyla mekândan ve zamandan münezzeh olan şeyleri idrâk eder. Oysa gözün hissettiği şeylerin hepsi cisme aittir. Çünkü göz ancak içinde bulunduğumuz zaman diliminde hazır olan şeyleri idrâk eder. Bazıları da dedi ki: İşitme duyusu ayırt etme noktasında görme duyusundan daha hassastır. Zira tatmanın, hissetmenin, vezinli sözün, çeşitli nağmelerin güzelliğini; yanlışla doğru, ayakta duranla sürünen arasın­daki farkı; kuş sesinin köpek sesinden, eşek sesinin deve sesinden, dostların sesle­rinin düşmanların seslerinden farkını bilir. Ruhları olmayan cisimlerin seslerinden ortaya çıkan şeyi, farklılıklarına ve sözlerinin şekillerine rağmen insanların seslerini bilir. Her sesin tarzını haber verir ve onu kendisinden ortaya çıktığı şeye ait kılar. Bunlarda ve bunları algılamada görmeye ihtiyaç duymaz. Göz, idrâk ettiği şeylerin çoğunda hata eder. Küçüğü büyük, büyüğü küçük, uzağı yakın, yakını uzak, hareket­li olanı hareketsiz, hareketsiz olanı hareketli görebilir. Bu sözle, işitmenin görmeden daha ince ve daha üstün olduğu açığa çıktı. Söylenen şu söz ne kadar da güzeldir:

Cisimler güneşin gövdesini küçültür.

Küçültme konusunda güneşin bir günahı yoktur, günah göze aittir.[109]

Böyle olunca bünyesi sağlam ve yaradılışı tam bir insanda bulunan beş duyu, büyük insan olan âlemin cismindeki beş tabiata benzerdir. Dokunma duyusu yerin tabiatına benzerdir. Çünkü insan bütün bedeniyle hisseder. Tatma duyusu olan dil, suyun tabiatına benzerdir. Zira dildeki ve ağızdaki ıslaklık ve nem eşyanın tadını algılar. Sözümüz bitince bu konunun yorumunu ve açıklamasını yapacağız. Koklama duyusu havanın tabiatına benzer. Çünkü gizli kuvvet havaya aittir ve o, havayı koklar. Onunla eşyanın kokularını alır. Görme duyusu ateşin tabiatına benzer. Zira onunla ve ışıkla, hissedilen şeyler algılanır. İşitme duyusu, ayırt edici özellikleri, gece-gündüz uğraşıları ve bütün konuşmaları Allah’ı yüceltmek, onu anmak ve kelime-i tevhid söylemek olan meleklerin meskeni olan gök küreye (felek) benzer. Onlar birbir­lerini dinlemekle tat alırlar. O yüce âlemde onlar için aşağı âlemdeki cismânî gıdala­rın makamı vardır. Zira işitme duyusunun bütün hissettiği şeyler ruhanîdir. Bunun için “Bilge Pisagor, bu âlemin tabiatının saflığını, cevherinin saflığını ve feleklerin nağmelerini işitti” denmiştir. O, ud denen bir âlet icat etti. O, beste yapan ilk kişidir. Kendisinden sonra ona uyan ve onun nitelendirdiği şeylerin hakikatleri kendileri­ne açığa çıkan hikmet sahibi kişiler onu doğrulamış, ona uymuş ve onun yolunda ilerlemişlerdir. Hepsi, zamanlarının kendilerine sunduğu şartlar ve onlara tanıdığı imkânlar ölçüsünde buna güç yetirirler.

Bölüm

Sonra her sesin, diğer sesin aksine kendine ait bir ruhanî özelliği vardır. Hava, cevherinin üstünlüğü ve unsurunun inceliğinden dolayı her sesi suretine ve şekline taşır. Birbirlerine karışmamaları için onları muhafaza eder ve onları işitme kuvvetine ulaştırmak için işitme kuvvetinin yanındaki en son noktalarına ulaştırana dek suret­lerine götürür. Bu, size kulak, göz ve kalpler veren yüce ve ilim sahibi olan Allah’ın bir takdiridir. Ne kadar az şükrediyorsunuz. Şayet birisi Havayı bu yüce meziyete ve hafif harekete sevk eden illet nedir? derse biz de deriz ki: Hakkında soru sormayı ge­rektiren bir konuyu sordun. Zira bu sorunun pek çok faydası vardır. Bilmen gerekir ki havanın cismi ince ve üstündür. O iki uç arasında orta yerdedir. Ondan yukarıda olanlar, daha incedir ki onlar ateş ve ışıktır. Ondan aşağıda olanlar daha yoğundur ki onlar su ve topraktır. Hava sudan daha saf, daha ince ve daha üstün bir cevhere ve daha hafif bir harekete sahip olunca ışık ona sirayet eder, onu kendi boyasıyla bo­yar ve ona ruhanî özelliğini verir oldu. Çünkü o, kendisindeki incelikle (letâfet) ona yaklaşmış ve ona benzemiştir. Işık ve aydınlığın aslı ve kaynağı en yüce cevherlerden birisi olunca, onun için nefisler ve ruhlarla ilişki kurmak söz konusu oldu ve onlara sirayet eder oldu. O, kendisiyle ruhların yükseldiği, nefislerin oluş ve bozuluş âlemine indikleri ve cesetlere komşu oldukları merdivendir. Havanın bu üstünlüğü olunca, Yaratıcısının (Bârî) onda yarattığı özelliklerden dolayı sureti tam olan her şeyi muha­faza eder ve kast edilen hale ulaştırana dek korur. Hikmetiyle kudreti büyük oldu ki böylece sanatın kusursuzluğu ve yaradılışın sağlamlığı söz konusu olsun. Bu yüzden duyu sağlam olduğunda ve organ tam olduğunda eşyayı olduğu gibi idrâk eder oldun.

Aynı şekilde koklama duyusu da havanın kokulardan taşıdığı şeyi kabul eder. Hava onları korur ve beliren pek çok çeşit kokuyu kuşatır. Sonra onları koklama duyusuna ulaştırır. Yanında bulunan bütün kokuları ve onlardan yayılanları bildirir. Bunun için denmiştir ki; ruhlar âlemi rahatlık ve güzel koku, nağmeler ve beste­lerdir. Aynı şekilde ışık (nur), cisimlerdeki renkleri korur. Duyu sağlam olduğunda renkler birbirlerine karışmazlar ve kuvvet, kendisinde bulunan şeyle onlara ulaşır. Sonradan ortaya çıkan her duyunun idrâkinde değişim gerekli olur. Bu, havadaki ve ışıktaki değişimden dolayı değil; ancak fıtratın bozukluğu ve bünyenin ıstırabından dolayıdır. Duyu sağlam olduğunda ve ona bildiğinin aksine şeyler geldiğinde, bu ondaki bozukluktan dolayı değildir. Ancak hava ve ışıkta sonradan ortaya çıkan şey dolayısıyladır. Zira hava değişir ve bulanır; ışık kararır. Bundan dolayı göz, güneşin batışından sonra doğuşu esnasında idrâk ettiği şeyleri idrâk edemez. Bunun gibi ku­lak da havanın sakin olduğu ve rüzgârın esmediği vakitte idrâk ettiği sesleri rüzgârın coşkusu ve havanın hareketi esnasında duyamaz.

Bölüm

Sonra ay feleğinin altındaki ince ve yoğun şeylerde değişim ve dönüşüm meydana gelir. Zira ateş dönüşüm geçirir ve hava olur. Hava dönüşüm geçirir ve toprak olur. Toprak dönüşüm geçirir ve su olur. Su dönüşüm geçirir ve hava olur. Hava dönüşüm geçirir ve ışık olur. Ateş başlangıçta havayla ilişki kurar, sonunda ışıkla ilişki kurar.

Havanın başlangıcı suyla; sonu da ateşle bitişiktir. Suyun başlangıcı toprakla bitişik­tir; sonu havayla bitişiktir. Yukarı tarafı ile üstündekilerle; aşağı tarafı ile altındakilerle ilişki kurar ve onlara dönüşür.

Ey kardeşim! Doğal varlıklar içerisinde değişim, dönüşüm, yok oluş ve bir halden diğer hale taşınma hikmetinin nasıl zorunlu olduğuna bak. Bunun sebebi, nefisle­rin kazandıkları şeylerden dolayı ödüllerinin, gizledikleri şeylerden dolayı da cezası olmasıdır. Çünkü ruhlar âleminde değişim, dönüşüm, yok oluş ve taşınma yoktur.

Sonra bil ki, işitme duyusunun âlemdeki insan, diğer canlılar, bitkiler, rüzgarlar, ağaçlar, sesi ve hareketi olan benzer şeylerin seslerinin tamamını idrâk etmesinin keyfiyetinin sayısı üç kısma ayrılır: Birincisi canlı, İkincisi ölü, üçüncüsü canlı ve ölü olmayandır. İnsanın sözü ve hayvanın sesi nefsanî hareket sahibi birer canlıdır. Taş, odun, demir, bakır ve benzerlerinin sesleri ölüdür. Ne ölü, ne canlı olan üçüncü kısmın örneği, havanın birbirine çarptığında çıkardığı sestir. Bundan ıslık ve üfle­me sesleri, suyun, suyolundaki itişme sesi, denizlerin dalgaları, nehirlerin akışları ve ateşin çıtırdama sesi meydana gelir. Bunlara, insan ve hayvana “bir amaca yönelen ve hareketiyle onu elde eden hareket sahibi bir canlı” dendiği gibi canlı denmez. On­lara, taş ve odunun ölü olması gibi ölü de denmez. Çünkü onlar yönelmekle değil de, uyumla hareketlidirler. Zira onlar havanın hareketini bir artırır, bir azaltırlar. Su ve ateş de bunun gibidir. Sonra bu seslerin hepsini bir tek şey birleştirir ki o da onların heyûlâlarıdır. Şayet heyûlâları olmasaydı var olmazlardı.

Canlı cisimlerden ortaya çıktığını insana bildiren seslerin nasıl olduğuna gelince; bu, onların insanın işitme duyusuna ulaşmalarının hızlı ve hafifçe olması yoluyla olur; insan o sesleri anlayan ve kabul eden nefsini, onlardan olduğu şekilde hızlıca haber verir şekilde bulur. Halbuki kendisine ancak düşünme ve idrâk etmeyle ulaşı­labilen suya ait cisimlerden çıkan sesler böyle değildir.

Aynı şekilde insan, medeniyetten uzak vahşi yerlerdeki uzak çöllerde olduğunda canlı seslerine sempati duyar. Köpeğin havlamasını ya da insan sesini duyduğunda fark eder ve nefsi güçlenir. Bilir ki kendisi medeniyete yakın bir yerdedir. Bunun aksine vahşi bir ses işittiğinde nefsi ondan korkar. Aynı şekilde tek başına bir insan fırtınaların esiş seslerini ve vadilerde ilerlemelerini, denizlerin dalgalarını, ağaçla­rın sallanmalarını ve taşların düşmelerini insanlardan uzak bir yerde işittiğinde son derece dehşete düşer. Bu yüzden denmiştir ki çöllerde ve çorak arazilerde kopan, kırılan ve yere kapaklanan dağlar vardır. Onlardan yüksek sesler işitilir. İnsan bu sesi işittiğinde dehşete düşer ve sempati beslemez.

Aynı şekilde denilmiştir ki, her ne kadar hayat ve hareketin maddesi olsalar da ateş, hava ve suyun ölü ve canlı olduğuna hükmedilmez. Bu, onların doğal bir kuv­vet, nefsanî bir hareket ve İlahî bir dileme ile birleşmeleri ile olur. Onların hepsi zâtı ile baş başa kaldığında onlara canlı ve ölü denmez. Ancak onlardan her biri iki yöne sahiptir: Hayata bitişik yön ve ölüye bitişik yön. O, bunların orta yerindedir. Topra­ğın yukarda ve ince olan kısmı suya bitişiktir. O, kendisiyle canlıların hayatının de­vam ettiği bitkilerden çıkardığı ve meydana getirdiği şeylerle hayat sahibidir. Onun diğer yönü, dağlar, kayalar ve killer gibi yoğun olan kısmıdır. Onlar, su kabul etme­yen ve onu hissetmeyen, kendilerinde bitki çıkmayan ve canlıların yararlanmadığı ölülerdir. Suyla bitişik olan yöne “umrân” denir. Sudan uzak olan yere de harap denir. Onun harap olan kısmı, mamur olan yönüne göre ölüme daha benzerdir.

Aynı şekilde suyun iki yönü vardır. Onun yukarı yönü havaya bitişiktir ve hayata daha fazla benzer. Onun aşağı yönü toprağa bitişiktir. Toprağınsa hayatı ve hareketi yoktur. Toprağa bitişik yön ölüme daha fazla benzer. Havaya bitişik yön hayata daha fazla benzer. Havanın aşağı yönü suyla bitişiktir. Toprak ölüme daha benzerdir. Çün­kü su donuk ve ağır olabilir. Donduğunda ölü olur ve ondan kayalar ve katı cisimler meydana gelir. O, ölüme daha fazla benzer. Onun yukarı tarafı ateşe bitişiktir. Ateş, hayata daha fazla benzer.

Aynı şekilde ateşin iki yönü vardır. Onun bir yönü havaya bitişiktir. Diğer yönü ise ışık ve aydınlığa bitişiktir. Zira ateş, kıvılcım çıkardığında havada bu çarpmanın meydana gelmesiyle cisimlerin hapsinden kurtulur. Havayla birlikte ortaya çıktığın­da bitkisel ve hayvânî cisimlerle ilişki kurar. Onları yer, yakar, onların sona ermeleri ile sona erer ve yok olmaları ile yok olur. Ateş yatıştı ve mum söndü denir. Bu yön ölüme daha fazla benzerdir. Onun, sürekli yükselmek isteyen, aydınlığa, nura ve ışı­ğa bitişik bir yönü daha vardır. Bu yön, nurla ilişkisi ve ona benzerliği dolayısıyla hayata daha fazla benzerdir.

Bunun gibi madenlerin sonu bitkilerin başlangıcına bitişiktir. Bitkilerin sonu da hayvanların başlangıcına bitişiktir. Hayvanların sonu insan âleminin başlangıcına, insanın sonu meleklerin mertebelerinin başlangıcına bitişiktir. Bunun gibi toprağın sonu suyun mertebesinin başlangıcına, suyun sonu havanın mertebesinin başına bi­tişiktir. Havanın sonu ateşin mertebesinin başına, ateşin sonu ışığın mertebesinin başlangıcına bitişiktir.

Benzer şekilde meydana gelen sesler bu misale göre gerçekleşir. Taşların sesleri bitkilerin seslerine benzer. Çünkü bakır demirle karıştırıldığında ve araları birleşti­rildiğinde iki dalın çınlaması gibi onun çınlaması olur. Zira dal, insanların yaptığı ve hareket ettirdiği bir bitkidir. Onun açık, konuşan ve nefislerin düşüncelerindeki şeylerden çıkarılmış nağmeleri olur. Zillerin tekrarlayan sesleri ve bakırın çınlaması da böyledir. Madeni olmayan taşlar böyle değildir. Bitkilerin seslerinin yukarı tarafı dalların nağmeleri ve benzerleridir. Onlar hayvan seslerine ve insan kelamına ilave­dir. Diğer aşağı taraf, ölü olan taşların seslerine bitişiktir; yeryüzündeki def ve kazık sesleri gibi...

Madeni taşların seslerinin -ki o söylediğimiz gibi bakır sesi, tınlama ve üflemesi olan şeylerin sesleridirüst kısmı dallar, tamburlar ve benzeri gibi bitki seslerine bitişiktir.

Hayvanların seslerinin alt kısmı bitki sesine bitişiktir. Sesin tahlilinin ve vezni­nin mümkün olmadığı açıklaması olmayan, dilsiz hayvanların anırma sesleri gibi. Sesleri olmayan hayvanlar cansız cisimlere ve ölülere bitişiktirler. Üst kısım insan sözüne bitişiktir. Kuşlardan, bülbüllerden ve hayvanlardan buna benzer sesi güzel olanlardan ortaya çıkan fasih söz gibi.

İnsanın sözünün de iki yönü vardır. Aşağı tarafı hayvanlara bitişiktir. Kekeleme, konuşma tutukluğu çekme, Ahrazlık, pelteklik ve benzeri gibi. Yukarı taraf melek­lerin sözüne bitişiktir. Güzel konuşanların (fuseha) ve beliğ konuşanların (büleğa), nağme sahiplerinin ve bestekârların sözleri gibi. Davud (a.s.)’un, kurrâların (Kuranı özel maharetle okuyan) ve bestekârların mescitlerdeki nağmeleri ile Zebur’un bö­lümlerini (mezamir) okuma buna örnektir. Kiliselerde Tevrat, mescitlerde Kuran okuma, minberlerde hatip, manastırlarda rahip ve benzerlerinin sesleri gibi. Bu ses­lerden her bir sesin işitme duyusunda bir keyfiyeti ve mahiyeti vardır. İnsan sesinin mahiyeti, anlama delalet eden mefhumun maksadıdır. Düşünme kuvveti o konu­da düşünmeye ve anlamını araştırmaya ihtiyaç duyar. Hayvanların sesleri anlaşılır (mefhum) değildir. Ancak düşünme kuvveti onların ancak bir ihtiyaç için ses çı­kardığına; bu sesle yeme, içme ve çiftleşme murat ettiklerine hükmeder. Sesin bu kısımları canlı cisimlere aittir.

Düşünme kuvveti, taşların ve odunun seslerinin bir amaç ve maksat için ortaya çıktığına hükmetmez. İnsan hareketine dayalı alete dayalı bir ses olması durumu hariç... Boru, düdük, ud ve benzerleri gibi. Bunlar sesi çıkarmalarına sebep olan ha­rekete nispet edilir. Boru, kaval, ut, zurna ve benzerleri gibi. Bütün bunlar, geçim ve kazanç elde etmek için çare olarak edindiği zanaatla cüzi nefsin bu bitkisel şekilleri yerine getirdiği insana ait seslerdir.

Rüzgârların esme seslerini, gök gürültüsünü, yukarıdan aşağıya döküldüğünde su çağlamasını, denizlerin dalgalarının çarpışmasını, ağaçların sallanmasını düşünme kuvveti dikkate almaz ve onları düşünmez. Bunlar işitme duyusuna böğürme gibi gelir ve onlara ihtiyaç duymaz. İnsan onlardan sıkılabilir ve onları işitmeye devam etmekten eziyet çekebilir.

Seslerin mahiyetini ve ortaya çıkış keyfiyetlerini, işitme kuvvetinin sesleri nasıl idrâk ettiğini anlatmaktan uzaklaştığımız için, bu duyu ile onun işittiği sesler arasın­daki münasebet, benzerlik, hemcinslik ve uyumdan bahsedelim.

Bölüm

Diyoruz ki: Bil ki, işitme duyusunun taş sesini, madeni cevherleri, bitkiler gibi büyümeyen ve canlı olmayan cisimleri, hayvanların çığlıklarını idrâk etmesi, ken­disiyle işittiği şey arasında maddî yönden ve yeryüzüne ait tabiat yönünden müna­sebetler ve hemcinslikler bulunmasından dolayıdır. Zira insan cismi toprağa meyil­lidir. Onun odun ile bitki ve ağaçlardan ses çıkaran ve hareket eden her şeyi idrâk etmesi, kendisiyle onlar arasındaki uyumdan dolayıdır. Zira insan büyüme, gelişme ve küçükken büyük olma konularında bitkilerle ortaktır.

İnsanın hayvan seslerini idrâk etmesi, bilmesi ve onları haber vermesi kendi­siyle hayvan arasında bir münasebet olduğu zaman gerçekleşir. Zira insan yaşam ve duyu sahibi olma konusunda hayvanlarla ortaktır. Hayvanlar arasında hayvânî nefis, bitkilerle hayvanlar arasındaki büyüyen nefise (en-nefsü’n-nâmiye) göre birbi­rine daha fazla bitişik olarak bulunmaktadır. Zira iman sadece bir yönden bitkilerle ortaktır ki, o da büyümedir. Oysa hayvanlarla pek çok yönden ortaktır ki, bunlar büyüme, şehvet, yeme, içme, evlenme, duyu, acı duyma, tat alma ve hayvânî işler­dir. Denilmiştir ki, her ne kadar arı ve karınca gibi bazı hayvanların düşünme ve ayırt etme kabiliyetleri olsa da, insan konuşma, ayırt etme ve düşünme kuvveti ile hayvandan ayrılır.

İnsanın hava ve ateşin seslerini idrâk etmesi, kendisiyle onlar arasındaki yakınlık­tan dolayıdır. Çünkü o, “Madde ve Sûret Risalesinde açıkladığımız gibi bu ikisinden oluşturulmuştur.

Ey kardeşim! Bil ki, şayet canlı hayvanla ölü maddeler arasında münasebet olma­saydı onların bilgisi az ya da çok elde edilemez ve haberlerine ulaşılamazdı. Şayet birisi “Kendisiyle onlar arasında münasebet olduğu halde küçük çocuk tüm bunların hakikatini niçin bilmiyor?” derse ona şöyle denir: Bu, heyûlânm kabul noktasındaki acizliğinden dolayıdır. Yüce Yaratıcı nın hatasından değildir. “Bu mutlak güç sahibi ve hakkıyla bilen Allah’ın takdiridir.”'[110] Dilediğini itiraz olmaksızın dilediği gibi ve maksat olmaksızın dilediği hükümle yaratır. Onun büyüklüğü sonsuzdur.

Bölüm

Küçükler ve Büyüklerdeki Seslerin Farklılığı Hakkında

Diyoruz ki: Bil ki, sesler cisimlerin birbirlerine çarpmalarından meydana gelir. Yine diyoruz ki: Her iki cisim yumuşakça çarpıştıklarında onlardan ses duyulmaz. Çünkü hava onların aralarından yavaş yavaş çıkar ve ses işitilmez. Ses, çarpışmaları süratli olduğunda, cisimlerin çarpışmalarından meydana gelir. Hava bu esnada sı­kışır hava dalgaları yayılır ve hareketi altı yöne doğru hızlıca dalgalanır. Daha önce izah ettiğimiz gibi ses oluşur ve işitilir. Çok büyük cisimler çarpıştıklarında onların çarpışmalarının sesleri diğerlerininkinden daha büyük olur. Çünkü bunların hava­larının dalgalanması daha çoktur. Miktarları ve şekilleri bir olup cevherleri aynı olan iki cisim birbiriyle çarpıştığında o ikisinin sesleri eşit olur. Şayet o ikisi yumuşak olurlarsa, sesleri ortak yüzeylerden daha yumuşak olur. O ikisi arasındaki ortak hava yumuşaktır. Çeşitli kaplara ve darbukalar gibi içi boş olan sert cisimlere vuruldu­ğunda uzun süre çınlarlar. Çünkü hava onların boğazlarında yankılanır, kenarlarına çarpar ve çevresinde dalgalanır. Onların daha geniş olanlarının sesleri daha büyük­tür. Çünkü hava onun içerisinde dalgalanır ve geçişi esnasında uzak bir mesafeye çarpar. Ciğeri büyük, boğazı ve burun delikleri uzun ve ağzı büyük hayvanların ses­leri yüksek olur. Çünkü onlar çok hava teneffüs ederler ve havayı şiddetle gönde­rirler. Anlattıklarımız sayesinde sesin büyüklüğünün sebebinin, ses çıkaran cismin büyüklüğüne, havanın çarpmasının şiddetine ve farklı yönlerdeki dalgalanmasının çokluğuna göre gerçekleştiği açığa çıkmıştır. Seslerin en büyüğü gök gürültüsü se­sidir. Daha önce geçen “Meteoroloji Risalesinde onun meydana geliş sebebini açık­lamıştık. Rüzgârların seslerine ve şiddetle esmelerine gelince; bu, havanın doğuya, batıya, güneye, kuzeye, yukarıya ve aşağıya dalgalanmasından başka bir şey değildir. Hareketi ve akışı ile dağlara, duvarlara, ağaçlara ve bitkilere çarptığında ve içlerine sokulduğunda bundan ses çeşitleri, patırtı ve farklı farklı tınlamalar meydana gelir. Bütün bunlar, kendisine çarpılan cismin büyüklük ve küçüklüğünden, içinin boş ol­masından ve açıklaması uzayacak olan sebeplerden dolayıdır.

Akışı, meydana gelişi ve cisimlerle çarpışması esnasında suların seslerine gelince; hava, cevherinin inceliği ve unsurunun yayılma özelliği ile onların hepsine girer. Bu seslerin ve ses çeşitlerinin meydana gelişi, rüzgârlar hakkında bahsettiğimiz sebep­lerden dolayıdır.

Ciğerli hayvanların seslerine, ses çeşitlerine ve kısımlarının türlerine gelince; bu, rüzgârlar hakkında bahsettiğimiz sebeplerden; yani boyunlarının uzun ve kısa ol­masından, boğazlarının genişliğinden, gırtlaklarının karışımından, havayı şiddetle teneffüs etmelerinden, ağızlarından ve burun deliklerinden nefesleri kuvvetle gön­dermelerinden dolayıdır. Bütün bunlar, açıklaması uzayacak sebeplerden dolayıdır.

Eşekarıları, çekirge, cırcırböcekleri gibi akciğeri olmayan hayvanların seslerine ge­lince; onlar, iki kanatları ile havayı hızlıca ve çeviklikle hareket ettirirler. Bundan saz telleri ve udlardan meydana geldiği gibi farklı sesler meydana gelir. Onların küçüğü ve büyüğüyle türlerinin farklı, çeşitlerinin ayrı olması gibi inceliklerinden -onların ka­natlarını kast ediyorumyoğunluklarından, uzunluklarından, kısalıklarından, büyük­lüklerinden, küçüklüklerinden ve kanatlarını hareket ettirme hızlarından dolayıdır.

Balık, kaplumbağa ve benzeri dilsiz hayvanlar ise suskundurlar. Çünkü onların ciğerleri ve iki kanatları yoktur, sesleri olmaz.

Demir, bakır, cam, taş ve bunlara benzer madenî cevherlerin seslerine gelince; şüphesiz seslerin farklılığı onların kuruluklarından, sertliklerinden, küçüklük, bü­yüklük, uzunluk, kısalık, genişlik ve darlık gibi ölçülerinin niceliğinden dolayıdır.

Bitkilerin seslerine gelince; onların sesleri de sertlikleri ve gevşekliklerine göre­dir. Daha önce açıkladığımız üzere, yapma âletler yoluyla sanat kullanılarak onlar­dan yapılan âletlerin sesi de böyledir. Aynı şekilde onlardan elde edilen şeylerin du­rumu, madenî cevherlerden ve onların seslerinin ve tınlamalarının farklılığı gibidir. Onlardan davul, boru, def, zurna ve düdük sesi gibi nağme ve ses çeşitlerinin ortaya çıkması şekillerine göre farklılık arz eder. Her ses, kendisinden meydana geldiği cis­me uygun bir şekilde ve kendisinden alınmış olduğu cevherinin saflığı ve kirlenmiş olmasına, cisimlerinin büyüklüğü ve küçüklüğüne, uzunluk ve kısalığına, içlerinin genişliğine ve deliklerinin darlığına, tellerinin incelik ve kalınlığına göre; onu hare­ket ettirenin hareket ettirmesine ve onunla ses çıkarmasına göre ortaya çıkar.

Boru, düdük, zurna ve insanın ağzıyla kullandığı bütün âletler gibi ses çıkarma konusunda insanla hava arasındaki vasıtalar da onlardandır. Ağzı havayı, karın boş­luğundan nefesinin kuvveti ile gönderir.

Davul sesi ve defe vurma gibi âletle insan hareketinden meydana gelen ses ara­sındaki vasıta da onlardandır. Bu âletten ağızla seslenme söz konusu değildir. O, ya­yılarak, uzayarak ve cüzleri birleşerek meydana gelir. Onun durması sesin bir kerede durması ile olur.

İki elin hareketi ile meydana gelen seslerin parçaları arasında sükûnlar ve vur­manın etkisindeki vuruşlar, darbeyi takip eden darbe vardır. "Mûsiki Risalesinde açıkladığımız gibi. Ağaçların ve madenlerin seslerine benzeyen düdük ve boru ses­lerini kast ediyorum. Hareket ettiren onlara vurduğunda onda yansıma ve tınlama meydana gelir. Havada sona erene dek uzamış halde kalır. Eşekarıları ve benzerleri gibi hayvanların seslerinden dolayı sona ermez.

Telli şeylerin sesleri, iki elin dilin ve ritmin hareketine paralel olarak melodili ve vezinli hareketleri ile elde edilen nağme çeşitlerinde kullanılan şeylerdir. Bunun tersi olan sesler, kaz ve kaz cinsinin sesleri ve insanlardan sözü ağır olanların sözleri gibi, tabiatı ağır olan kuşların sesleriyle benzerdir. Bu, hareketin bozuk ve üstün orandan uzak olmasıdır. İnsan heyûlâsımn, orada gerçekleştirilen şeyi kabul etmekten âciz kalması gibi. Maddenin (heyûlâ) acziyeti onu kuvveden fiile çıkarma noktasındadır. Bu, yapan yönünden değil, yapılan şey yönünden bir acizliktir. Ud ustası sanatını ye­rine getirdiği, udun tellerini bağladığı ve mızraplarını yaptığında onu sanat bilmeyen birisi aldığı zaman o kişi güzel bir iş yapamaz ve udu güzel çalamaz. O kişi uddan, onu çalmayı ve sanatını bilen birinin çıkardığı sesi çıkaramaz. Bu durumdan, âletin bozuk olduğu ya da onu yapanın bu işi bilmediği sonucu çıkarılamaz. Ancak çalan kişinin acizliğine hükmedilir. Ud âletini telleri kopuk vaziyette gördüğünde, ustanın sanatlı olan hareketi ona sanatını ortaya çıkarma noktasında yardımcı olmaz. Bu durumda onun bu işi bilmediği sonucu çıkarılmaz. Ancak âletin acizliğine ve eksik­liğine hükmedilir. Eşyanın yapımı üstün orana göre olur ve sanatkârın, sanatındaki kastı sağlamlık ve düzgünlük olursa her iki halde de sanatkâr acziyetten uzaktır.

Eksiklik ve bozukluk heyûlâ yönünden ortaya çıkar. Öğretmenin amacının, öğ­rencisine güzel şeyler öğretmek olması gibi. Öyle ki öğrenci o konuda ustalaşır, hocasının benzeri ve ilminin hafızı olur. Öğrenci öğretmenden ilmi kabul etmez, benzer lafızlar kullanır ve onları asli şeklinden dönüştürürse bu durum öğretmene nispet edilmez. Ancak öğrencinin, hocanın bir şeyden sonra diğerini aşamalı olarak değil de bir seferde öğrettiği şey kavramaktan aciz olduğuna hükmedilir.

Bölüm

Hareketsizlik (Sükûn) ve Hareket Hakkında

Diyoruz ki: Bil ki, hareket, ikinci bir zamanda bir yerden bir yere taşınmadır. Onun zıddı olan hareketsizlik ise iki zaman arasında aynı mekânda durma ve bulunmadır. Hareket hızlı ve yavaş olur. Hızlı hareket, hareket edenin uzun bir mesafeyi kısa bir sürede kat etmesidir. Yavaş hareket ise hareket edenin kısa bir mesafeyi uzun bir za­manda kat etmesidir. Hareketler ve hareket edenler bu örneğe göre değerlendirilir.

Sonra bil ki, hareketler keyfiyet yönünden sekiz çeşide ayrılır. Her iki çeşit, tam­lanan (muzâf) yönünden birbirinin karşıtıdır. Büyük ve küçük, hızlı ve yavaş, ince ve kalın, ağır ve hafif bunlardandır. Seslerden büyük ve küçüğün örneği, büyük ve küçük davulların sesleridir. Zira tören davulunun sesleri bandoya (lehv) oranla bü­yük olur. Ancak kös denilen davula nispetle küçük olur. Kös davulunun sesi gök gü­rültüsüne göre küçük olur. Sesler birbirlerine katılarak büyüklük ve küçüklükleri bu örneğe göre belirlenir. Hareket ve nakaratları arasındaki duruş zamanları diğerlerine kıyasla küçük olur. Bunun örneği, çırpıcıların ezme taşları (medâkk) ve demircilerin demir dövme yerleri (metârih)'dir. Bunlar pirinççilerin ezme taşlarının ve badanacı­ların seslerine oranla hızlıdırlar. Bunlar ise onlara göre yavaştır. Gemicilerin kürek­lerinin sesleriyle kıyaslandıklarında ise onlar hızlıdır. Birbirlerine göre seslerin hızlı ve yavaş oluşu bu örneğe göre belirlenir.

Birbirlerine oranla ince ve kaba sesler, sazın ince telinin (zîr) nağmesinin kalın telin (bam) nağmesine, ikinci telinin üçüncü teline göre çıkardığı ses gibidir. Bunun zıddı ise, sazın üçüncü teline göre kalın telinin sesinin kalın oluşudur. Üçüncü telin ikinci tele, ikinci telin ince tele göre durumu da böyledir. Diğer bir yönden bütün tellerin sesleri, kendisinden aşağıdaki herhangi bir tele oranla kalındır. Birbirlerine kıyasla seslerin keskinliği ve kalınlığı bu örneğe göre belirlenir.

Seslerin yüksek ve hafifi hareketin kuvvetine ve zayıflığına göredir. Bunun örneği sağlıklı olan birisinin sesine kıyasla sağlıklı olmayan birisinin sesidir. Hasta birinin kendisinden daha zayıf ve sağlıksız birine göre sesi, sıhhat durumu, duyularının se­lameti ve uzvunun ölçülü olması oranında insanların en yüksek sesi olur. Kendisinde güçsüzlük, hareket azlığı, görünüş bozukluğu ve diğer bozukluklardan bulunan bir kimsenin sesi, yukarıdaki özelliklerin tersine seslerin en hafifi olur.

Bölüm

Nicelik Yönünden Seslerin Kısımlarını Bilme Hakkında

Diyoruz ki: Sesler nicelik yönünden iki kısımdır: Bitişik (muttasıl) ve ayrı (mun­fasıl) sesler. Ayrı ses, hareketlerin tekrar etme zamanlarıyla hissedilen durma zamanı arasındaki şeydir. Saz tellerinin tekrar etmesi ve tokmakların ritimleri gibi... Seslerden bitişik olana gelince; bundan önceki bölümde açıkladığımız kavalların, neylerin, su çarklarının ve bunlara benzer şeylerin sesleri bunun örneğidir. Ayrı sesler iki kısma ayrılır: Tiz ve kalın sesler. Oyukları ve delikleri daha geniş olan ney ve kavalların sesleri daha kalın olur. Oyukları daha ince olanların sesleri ise daha tiz olur. Aynı şekilde di­ğer yönden, deliğinden üfleme yerine kadar olan kısım daha yakın olanların nağmeleri daha tiz olur. Daha uzak olanların ise daha kalın olur. Bitişik sesler de kalınlık ve tizlik yönünden bu örneğe göre sınıflandırılır. Bunu “Musiki Risâlesi’ nde açıklamıştık.

Seslerin burada açıklayacağımız şeylerden dolayı tabiatlarının, birleşmelerinin (i’tilâf) ve farklılıklarının bilgisine gelince; diyoruz ki: Tiz ve kalın sesler birbirinin zıddıdır. O ikisinin arası te’lifi orana göre birleştiğinde toplanırlar, karışırlar, birleşir­ler, vezinli söz ve birleşik nazım olurlar. Bu esnada dinleyen kişi onlardan lezzet alır, ruhlar onlarla sevinç duyar ve nefisler onlarla rahatlar. Bu oranın dışında olduğunda nefret duyarlar, ayrılırlar ve birleşmezler, dinleyen kişi onlardan lezzet almaz. Aksi­ne, nefret eder ve canı sıkılır. Kalın sesler soğuktur, o ise nemlidir. İki kısma ayrılır: Zararlı ve faydalı sesler. Zararlı sesler, işiten kişiye ulaştığında ona engel olur. Bunlar ölçünün dışındaki seslerdir. Yunanlı bilgeler bununla ilgili bir âlet kullanmışlardır. Bu âleti düşmanla görüşürken kullanıyorlardı. Bu hoş gelen bir ses değildi. Oran­lı ölçülü sesler, sıcak ve karışık bünyeleri (mizâc) ve kuru mide asitlerini düzenler. Bunlar ona tâbidir. Bünyenin bozulmasına yol açan kalın sesler soğuk ve kurudur. Çünkü onlardan, kümes hayvanları gibi küçük hayvanları ve çocukların küçüklerini öldüren bir su gelebilir. Oranlı sesler soğuk ve nemlidir. Tiz sesler ise sıcaktır. Onlar­dan mutedil oranın dışında olanlar bünyeyi bozar ve tabiatı ateşlendirir. Omlardan üstün ve mutedil oranda olanlar bünyeyi düzeltir ve soğukluğu yumuşatır. İlk kısım sıcak ve kurudur. İkinci kısım sıcak ve yumuşaktır.

Hikmet sahipleri bu sesleri, itidal ölçüsünde üstün orana göre kendisi sayesinde tabiatları bildikleri bir ölçü edindiler. Bu ud adı verilen bir âlettir. “Mûsikî Risâlesi”nde onun yapısının keyfiyetini ve nasıl kullanıldığını anlatmıştık.

Bölüm

İnsan ve Hayvanların Tabiatları Yönünden Sesleri Tanımaları ve
Onların Bu Konudaki Farklılıkları Hakkında

Diyoruz ki: Bil ki, bedenlerin mizaçlarının pek çok türü vardır. Hayvanların tabiatlarının da pek çok türü vardır. Her mizaç ve tabiatın, sayısını Yüce Allah’tan başkasının bilemeyeceği farklı nağmeleri ve uyumlu melodileri vardır. Bunun delili, düşündüğün zaman insanlardan her ümmetin tat aldıkları, ferahladıkları, kendile­rinden başkasının tat almadığı ve sevinç duymadığı melodileri, nağmeleri ve sesleri olduğunu bulmandır. Bu, onların dillerinin farklılığı, mizaçlarının ve tabiatlarının ayrılığı ve onlarda ortaya çıkan âdet ve ahlâk dolayısıyladır. Böylece tek dile sahip olanlar arasında, başkalarının onların dillerinden hoşlanmadığı melodilerden, nağ­melerden ve seslerden hoşlanan kavimler ortaya çıkar. Böylece bir dönem bir me­lodiden hoşlanan, başka bir dönem ise ondan hoşlanmayan bir insan bulabilirsin. Böylece onlarla ilgili bu hükmü; yedikleri, içtikleri, dinledikleri, giydikleri şeylerde ve diğer lezzet ve kıymetli eşya çeşitlerinde bulabilirsin. Bütün bunlar onların mizaç­larının farklılığından, âdetlerinde ortaya çıkan farklılıktan, doğum vakitlerinde ve nutfelerinin düşüş yerinde onları elde eden felekî sebepler ve semavî hükümlerden dolayıdır.

Aynı şekilde hayvanların bazı seslerden hoşlandıklarını, onlara alıştıklarını ve onların bulundukları yerlere gittiklerini görürsün. Bazı kuş avcıları ve kuş sesi âleti edinenler ıslık çalarlar ve bazı kuş cinslerinin seslerini taklit ederler. Kuşlar orada toplanırlar, etrafında dönerler ve onların tuzaklarına düşebilirler.

Develerin gece karanlığında işittiklerinde fark ettikleri, yolculuk ve yürüyüş için dinçleştikleri ve yüklerinin kendilerine hafif geldiği, devecilerin kullandıkları hileler ve nağmeler bu şekildedir. Benzer şekilde koyun, davar ve at çobanları suya ulaş­tıklarında farklı kuş sesleri kullanırlar. Onların sütlerini sağarken farklı bir nağme kullanırlar. Bütün bunlar, tabiatlarda gerçekleşen uyum ve doğmuş olanlardaki it­tifaktan dolayıdır. Hayvanların kulakları ölçülü ve güzel seslerden hoşlanır, ruhları alışır ve nefisleri sakinleşir. Ölçülü olmaktan uzak sesler bütün hayvanlar nezdinde bunun aksi bir etki gösterir. Hayvan cinslerinin her bir cinsi, kendi cinsinden olan nağmelere alışır ve onlarla mutlu olur, onlarla bir araya gelir, âdeti olduğu ve alışık olduğu şeyden dolayı onu birleştirir. Dinlemeye alışık olmadığı kendi cinsinin dışın­daki seslerden nefret eder. İnsan sınıflarının bütün milletleri de bu şekildedir.

Seslerin farklılıklarını, açıklamasını, özelliklerini, hareketlerini, ayrı ve bitişik olanlarını anlatmayı bitirdik. Hayvan sesleriyle insan kelamı arasındaki farkı, ağaç­ların ve madenlerin seslerini, onların seslerinin ve ses çıkaranlarının keyfiyetini, on­lardan kasıtlı ve kasıtsız olarak gerçekleşenleri, ateş, hava ve su seslerini, küçük ve büyük, hafif ve yüksek hareketleri anlatmayı tamamladık. Bu seslerin tabiatlarını, zararlarını ve faydalarını, havanın onlara taşınmasının nasıl gerçekleştiğini ve işit­me duyusunun onları nasıl kabul ettiğini, diğer duyuların dışında işitme duyusuna mahsus olmasının nasıl gerçekleştiğini, sesleri idrâk etme noktasında insanla sesler arasındaki vasıta ve münasebetlerin neler olduğunu, bütün bunların sebeplerini, so­nuçlarını, cevherlerini, arazlarını, asıllardaki başlangıçlarını, yukarda bir tek şekilde olmalarını, aşağıda ise birçok şekillerde bulunmalarını, asıllarda ittifak etmelerini, detay ve ayrıntıda (füru) ise ayrılmalarını anlatmayı tamamladık. Kendisinde be­lirdiği cisimlerin şekillerini almalarını, edindikleri âleti, kendisine çağıran ihtiyacı, konulmuş anlamları, içerilen hakikatleri, işiten kişinin kendisine açıklamasını ya­pacak ve tamamlayacak birisine ihtiyaç duymadığı anlamı, işiten kişinin gizliliği ve kapalılığı dolayısıyla onu açıklayacak birisine ihtiyaç duymasını anlatmayı bitirdik.

Bu konuda ihtiyaç duyulan şeylerin çoğunu ele aldığımız için şimdi harfler ve yazılar yönünden dillerin farklılıklarından, onların başlangıcının nasıl olduğundan, köklerinin nereden kaynaklandığından, farklılıklarının ve ölçülerinin sebeplerin­den, her ümmetin kendisine ait bir şekille diğerlerinden farklı ve diğerleri olmak­sızın yeterli olmasından bahsedelim. Bu konuda arzuladığın ve sorduğun şeylere ulaşman için bunu sana iyice açıklayacağız.

Bölüm

Harflerin Başlangıcını Bilme Hakkında

Diyoruz ki: Bil ki, Yüce Allah, insanlığın babası ve kaynağı olan Hz. Âdem’i ya­rattığında konuşma kuvveti, şerefli ruh ve yüce akletme kuvveti ile onu konuşan (nâtık), söz söyleyen (mütekellim), fasih konuşan ve ayırt eden birisi yaptı. Onun görünümünü en üstün görünüm ve şeklini şekillerin en güzeli yaptı. Onun tabiatını yeryüzüne ait (‘ardiyyet) tabiatların en safı, mizacını da kendisinin dışındaki mizaç­ların en dengelisi yaptı. Onu bütün canlıların efendisi, sahibi, yöneticisi ve önderi yaptı. Onu, onların sahibi yaptı, onlara, isteyerek ya da istemeyerek ona itaat ve secde etmeyi zorunlu kıldı. Nitekim Yüce Allah meleklerine şöyle dedi: “Yeryüzünde bir halife yaratacağım”'8 Onu bu nitelikle yaratınca onun katı cisimler (cemâd) gibi ses­siz olması ve konuşamayan hayvanlar gibi susması hikmete uygun değildir. Aksine onun ayakta duran, konuşan, söz söyleyen, öğrenen, anlayan, düşünen ve hikmet sahibi birisi olması gerekir. Çünkü Yüce Allah ona kutsal ruhundan üflemiş, kelime­si[111] [112] ile desteklemiş, ona isimlerin hepsini ve bütün eşyanın özelliklerini öğretmiştir. Ona, onları düşünen ve onların bilgilerini kuşatan bir akıl bahşetmiştir. Madenler, bitkiler ve hayvanlardan oluşan diğer varlıkları, onları idare etmesi, onlardan men­faat elde etmesi, kurtuluşu, geleceği, çoğalması, artması ve afetlerden uzak olması konusunda ona yol göstermesi için meydana getirmiştir. Onlardan her şeyi yerli ye­rine koyması, düzenin sağlanması ve sona ulaşmak için adaleti sağlaması için onları meydana getirmiştir. Büyüğüyle küçüğüyle, iyisiyle kötüsüyle bütün bu şeyleri, isim­lerle anılan farklı şekillerde dokuz alamet içerisinde onun için bir araya getirmiştir. Bu isimler içerisinde birden dokuza kadar olan dokuz sayıda bütün hesapların cüz­lerini ve bütün sırlarıyla sayıları birleştirdiği gibi bütün varlığın isimlerini bir araya getirmiş ve onlara bütün anlamları yüklemiştir. Sayıların yüce âlemdeki varlıkları da bu âlemdeki oranları gibidir. Bu harfler, her türlü kusurlardan uzak ve yüce olan Allah’ın Hz. Âdem’e öğrettiği isimlerdir. Hint ehli bu dokuz sayıyı şu şekilde kullan­maktadır: 1, 2, 3, 4, 5, 6, 7, 8, 9.[113]

O, bu harflerle bütün eşyanın isimlerini ve özelliklerini olduğu gibi biliyordu, şekillerinin ve görünüşlerinin varlığından haberdardı. Çocukları çoğalana dek bu şekilde devam etti ve Süryanice konuştu. Feleği, Hz. Âdem’in ayrılmasından sonra değişim ve dönüşümü gerektirecek şekilde oluşturdu. Onun zamanında kitap telif etme veya kalemle yazma yoktu. Sayıların azlığından dolayı lafızlarla zihinlere yer­leştirme ve kelam ezberleme söz konusu oldu. Çünkü insanlık âleminin yüzeyinde bir evden fazlası yoktu. Onlar arasında konuşma sadece ihtiyaç duydukları şeyler hakkındaydı. Onların geçmişle ilgili sözleri olmadı. Buna ihtiyaç da duymadılar. Kendilerinden öncekilerin kitap ve tomarlarından eser kalıntıları da yoktu. Çünkü meleklerin sözleri yapay cisimlere yazılmaz ve heyûlâları nefsanî cevherlerdir. Bu günün insanlarından herhangi birisinin kendisi ve ev halkının ihtiyaç duydukları her şeyi yazmaya ve evlerindeki her şeyi bir kitaba kaydedip de o kitapta, yanlarında bulunan yiyecekleri, içecekleri ve faydalandıkları şeyleri zikretmeye ihtiyaç duyma­ması gibi. Onların ihtiyacı bunların isimlerini bilmektir. Onlar bunları çocuklarına öğretirler. Çocuklar bunları öğrenirler ve diledikleri lafızlarla kullanırlar.

Sonra öncekiler gitti ve sonrakiler geldi. Kıtalara ayrıldılar, yeryüzünde birbirle­riyle ilişkileri kesildi ve etrafa dağıldılar. İlahî hikmet ve Rabbânî gözetim bu isim­leri, lafızlar ve harfleri, yazma sanatı ile kayıt altına almalarını zorunlu kıldı. Şayet böyle olmasaydı, sonra gelenler öncekilerin kullandıkları ihtiyaç maddelerinden uzaklaşırlardı. Dil onlarla bunlardan ihtiyaç duydukları şeylerin arasını yalanla ayı­rınca kendileriyle birlikte yeryüzünde bulunan kişilerin haberlerini, mekân olarak kendilerinden uzak oldukları için bilmez oldular. Çünkü bir peygamberin (resûl) gönderildiği toplumun, onun kalbindeki her şeyi ezberlemesi mümkün değildir. Durum böyle olunca Yüce Allah yazma sanatını ortaya çıkardı. İnsanlar bu sanatı ilerlettiler, öğrendiler, maharet kazandılar, alıştılar ve benimsediler. Allah onların içinden (selam onlara olsun) nebiler gönderdi. Onların içerisinden sanat icra edecek hikmet sahipleri gönderdi. İnsanların arasında sanatkârlar, öğrenciler, ilim sahipleri ve öğretmenler çoğaldı. Yeryüzü mamur hale getirildi, bazılarının haberleri diğerle­rine intikal etti. Harflerin sayısı yirmi sekiz olana dek harfler artmaya ve yavaş yavaş ortaya çıkmaya, yazma sanatı gelişmeye ve çeşitlenmeye devam etti. Sonra bu sayıda durdu ve bunun üzerine çıkmadı. Zira bu sayı tam sayılardandır. Tam sayılar fazla ve eksik sayılardan daha üstündür. Çünkü bu sayının varlığı kıymetlidir. Onda sayıların basamaklarından sadece bir sayı bulunur. Birler basamağında altı, onlar basamağın­da yirmi sekiz, yüzler basamağında dört yüz doksan altı, binler basamağında sekiz bin yüz yirmi sekiz bulunması gibi. Aynı şekilde bu sayının bir ya da iki kez eşit bir şekilde bölünmesi mümkündür. Arap dilinde yazma sanatı, yazma sanatının sonu ve harflerin sayısının tamamlanması oldu. İslâm şeriatının bütün şeriatların sonuncusu ve selam ona olsun Hz. Muhammed’in nebilerin ve şeriat sahiplerinin sonuncusu olduğu ve kıyametin onun şeriatının üzerine kopacağı gibi.

Bölüm

Sonra bil ki, Arapça hattı ilk ortaya koyan bilge kişi, bu konuda ortaya koyduğu şeyde yüce Allah’ın hikmetinin izleriyle yetindi ve büyük bir hikmet sahibi oldu. Denildi ki hikmet, beşerîn gücü nispetinde ilaha benzemesidir. Bu hikmetin anla­mı, kişinin sanatkârane yaptığı şeylerde hikmetli (hakîm), bildiği şeylerde emin ve işlerinde de haberdar olmasıdır. Onu hikmetin gerektirdiği şekilde, “elif-be-te-se” harflerinin bütün eşyayı kapsayan cümmel harfleri olması için, âleme koydu (dünya âlemine koydu). Yine asıldaki varlıkların sayılarını ve Allah’tan başkasının sayama­yacağı çokluktaki o asıllardan çoğalan ve meydana gelen sayıları âleme koydu.

Büyük âlemde yirmi sekiz olarak sayılan varlıklardan birisi ayın konaklarıdır. Yirmi sekiz konağın on dört tanesi yerin üzerinde, on dört tanesi yerin altındadır. Onlar sağ ve sol konumlardadır. Onların on dört tanesi kuzey burçlarda, on dört tanesi güney burçlardadır.

Bunun gibi insan bedeninde bu sayıya benzer uzuvlar vardır. Çünkü tam dil, Arap dilidir. Fasih söz, Arap sözüdür. Bunun dışındakiler eksiktir. Diller içerisinde Arap dili, canlılar içerisinde insan şekli gibidir. İnsan şeklinin ortaya çıkışı son canlı şekli olduğu gibi Arap dili de insanlığa ait dillerin mükemmeli ve yazma sanatının sonudur. Bu dilden sonra onu oradan kaldıracak, değiştirecek, ona ilave yapacak ve eksiltecek herhangi bir şey ortaya çıkmamıştır. Her ümmet, her iklim, yarımada ve yer içerisinde hat, harf, yazı ve işaret ehli vardır. Onların hepsi bu yirmi sekiz harfi bir araya getirir. Şayet uzama korkusu olmasaydı diller, dilleri yazanlar ve dillerin harflerinin sayısı hakkında söylenmiş pek çok şeye yer verirdik. Süryanice, İbranice, Yunanca, Rumca, Âdemoğlu’nun diğer cinslerinde ve ümmetlerde bu dillerden orta­ya çıkan ve oluşan alt diller gibi.

Sonra bil ki, bütün bu harflerin ve hatların aslı, üçüncüsü olmayan iki hitaptır. O ikisinin arasından, onlardan ve o ikisi sayesinde bu harfler oluşmuş ve son şek­line ulaşmıştır. İnsanlığın Âdem ve Havva (a.s.)’dan meydana gelmesi gibi. Bunun gibi, âlem bir bütün olarak gökler ve içindekilerle, yeryüzü ve üzerindekilerle bir­likte iki cevherden meydana gelmektedir ki, bunlar sâbık (önce gelen) ve tâli (sonra gelen)’dir. Yahut basitve bileşik (mürekkep)’tir ki, o ikisi akıl ve nefis’tir. Yüce Allah o ikisini yoktan var edendir (Mübdi’). O, o ikisinden sonradan ortaya çıkan (hadis) her şeyden uzak olan Birdir ve büyüklüğü ile o ikisinden yücedir (mütealî). Bu, dairenin çapı olan düz çizgi ile dairenin etrafındaki kavisli çizgiye benzer. Harflerin başı düz çizgidir ki o elif(ı)’tir, İkincisi be (o/dir. Ulvî âlemde bunlardan birincinin karşılı­ğı sâbık (önceki)’tır ki, o akıl’dır. İkincinin[114] karşılığı ise nefıs’tir. Zira nefis, akıl’ın altındaki bir mertebedir. O ikisinden, aşağı (süjlî) âlemdeki Âdem ve Havva gibi bütün varlıkların ortaya çıkışı gerçekleşmiştir. O ikisi erkek ve dişi bedenlerdir. Dişi, erkeğin aşağısında tertip edilmiş, o ikisinden de âlem meydana gelmiştir. Yine bü­tün hayvanlar ve bitki şekilleri mevcut sınırlarından ve şekillerinden uzaklaşmazlar. İnsan sureti düz çizginin benzeridir. Hayvanların sureti kavisli çizginin benzeridir. Bitkiler ve hayvanlar insanın altında düzenlenmiştir. Bunun gibi felekler âlemi ve göklerin hareketsizliğinin şekli düzdür ve görüntüsü (suret) tamdır. Onlar düz bir çizgidir. Ay feleğinin altındakiler eğik çizgi konumundadırlar. Aynı şey, bir ve ikiden ortaya çıkan sayılarda da bulunur. Bir, düz çizgi gibidir. İki ise eğik çizgiye benzer. Bu ikisi sayıların aslı ve kaynağıdır. Sayıların artması ve çoğalması bu ikisinden olur.

Bölüm

Sonra bil ki, insan lisanı, bu yirmi sekiz harften her harfin yönüne hareket etti­ğinde bu yönlerden harfleri çıkarır, dili başka harfe yöneltmez ve harfler birbirine karışmaz. Harfi lafızda bulunduğu yerden başka bir yere de yöneltmez. O, harfleri açıklama ve bulundukları yere koyma yönünden doğru bir dil ve fasih bir sözdür. Hangi yazıda olursa olsun ve hangi dilde ittifak edilirse edilsin söz onunla olur. Yaz­manın en doğrusu, en tam olanı ve en güzeli, konumu ve harflerinin birbirleriyle ölçüsü üstün oranlı olandır.

“Musikî Risâlesı’nde bu ilmin bir kısmını açıklamıştık. Burada bunun bir kıs­mı, yazma sanatı ehlinin dillerin mükemmeli olan Arap dili hakkında söyledikleri şeylere delalet etmesi için aynısıyla bahşedilecek. Bizim bütün ilimleri kuşatmanın, diğer dilleri bilmenin ve diğer yazı çeşitlerini öğrenme dışında günümüzde Arapçanın dışında bir dille yazmaya ve ondan başka bir dile ihtiyacımız yoktur. Bu neden­le onların nefislerini arıtmaları ve ahlâklarını düzeltmeleri için bu risâleyi koyduk. Onları, akledilebilir olanlar (makûlât) ve hissedilebilir olanlardan (mahsûsât) diğer malumatlara ve yapılmış şeylere (masnûat) mukaddime, giriş ve yollar yaptık.

Arapça ve onun harfleri ile mükemmel bir şekilde yazmak için onun inişi ile nebilerin kitaplarının sona erdiği yüce Allah’ın kitabını okumaya ihtiyaç duyuluyor ve onda bilinen vakte (kıyamete) kadar olmuş ve olacak olan şeyler haber verilmişse ancak en güzel, en sağlam, en mükemmel ve en yetkin hatlarla yazılması gerekir. Okuyanın yanlış harekelememesi ve okuma esnasında hatayı, yanlışı ve dil sürçme­sini artırmaması için vezinsiz ve ölçüsüz eksik hatlarla yazılması doğru olmaz.

Yazar, usta, mühendis ve basiret sahibi bir kişi Arapçayı doğru yazma konusunda şöyle demiştir: Hattının iyi ve yazısının düzgün olmasını isteyen kişinin kendisi için yazılarını üzerine oturttuğu bir esasının olması gerekir, bunun örneği yazmaya baş­laması ve elif harfini dilediği ölçüde yazmasıdır. Elifin kalınlığını uzunluğuna uygun yapması gerekir ki bu oran sekizde birdir. Elifin uzunluğunu da dairenin çapı kadar yapmalıdır. Sonra diğer harfleri elifin uzunluğuna uygun olarak yerleştirir. Elifin, dairenin çapma uygun olduğu bu daireye bakar ve be harfi ve kardeşlerini uzunluk­larına göre yerleştirir. Elifin uzunluğuna göre onların başları uzunluklarının sekizde birinden fazladır. Şunun gibi: (

Cim (2) ve kardeşlerinin her birinin uzunluğunu elifin yarısından f azla yapar ve onların kavislerini elifin onun çapma uygun olduğu dairenin çevresinin yarısından az yapar. Şunun gibi:

Sonra dal (i) ve zel (•>) harflerinin her birini kavisli dairenin çevresinin dörtte biri kadar yapar. Şunun gibi: (i.i)

Sonra ra (j) ve ze (3) harflerinin her birini dairenin kavisinin dörtte biri yapar. Şunun gibi:

Sonra sin (^) ve şın’ın (ji) her birinin başını, elifin sekizde birinin yukarısında yapar. Bunun uzunluğu, bahsi geçmiş olan dairenin çevresinin yarısından aşağıya doğrudur. Şunun gibi:

Sad (.,=) ve dad’ın (üa) her birinin uzunluğunu elifin sekizde birinin yukarısın­da yapar. Onun uzunluğu, bahsi geçmiş olan dairenin çevresinin yarısının aşağısına doğrudur. Şunun gibi: (^.^)

(l) ve zı’nın (i) her birinin uzunluğunu elifin uzunluğunun yukarısında yapar. Onun alt çıkıntısını ise elifin sekizde bir ölçüsü gibi yapar. Başlarını elifin uzunluğu­nun üzerine çıkarır. Şunun gibi: (Ja.J=)

Ayn (j.) ve ğayn’ın (j-) her birini, bahsedilen dairenin dörtte bir yayı kadar yapar. Onun uzunluğu dairenin yarısının arkasına kadardır. Şunun gibi:

Bu örneğe göre, yazma konusunda bu düsturu kalan harflere uygula!

Bölüm

Sözün Konuşma Sanatı Olması Hakkında

Diyoruz ki: Bütün var edilmiş şeyler (masnuat) bir hikmetine göre sağlam ve dayanıklı bir şekilde var edilmiştir. Söz ve ifade sanatı bunlardandır. Zira sözün en sağlamı, en açık ve en derin anlamlı (beliğ) olanıdır. Derin anlamlı sözün (belagat) en sağlamı ise en akıcı (fasih) olanıdır. Akıcılığın (fesahat) en güzeli, uyumlu bir vezni olandır. Şiirlerden vezinli olanların en doğrusu, münzahif olmayandır. Şiirlerin münzahifî, sakin harfleri harekeli, harekeli harfleri sakin olan, müstevî ise, harfleri­nin yeri değişse de manası eşit olan kelimedir. Bunun örneği tavîl[115], medîd[116] ve basit[117] adını alan vezinlerdir. Bunlar, aruzcuların söylediği gibi sekiz heceden (mekâtı) oluşmaktadır. Tavîlin örneği:

Fe'ûlün/mefaîlün/feulün/mefâ’îlün

İkinci mısra da bu şekildedir. Bu sekiz kısım, on iki sebeb[118] ve sekiz veted’[119]den meydana gelmektedir. Hepsinin toplamı kırk sekiz harf eder. Bunlardan yirmisi sa­kin; yirmi sekizi harekelidir. Onun bir mısrası yirmi dört harftir. Onu sakin, on dör­dü harekelidir. Beytin dörtte biri olan mısranın yarısı on iki harftir. Bunların beşi sakin, yedisi harekelidir. Onun dörtte birinin sakin harflerinin harekeli olanlara ora­nı, yarısının sakin olanlarının harekeli olanlara oranı gibidir. Yarısının sakinlerinin harekeli olanlara oranı, bütün sakin harflerinin harekeli olanlara oranı gibidir.

Vâfir[120] [121] ve kâmil2* kalıplarının hükmü de böyledir. Bu ikisinin her biri altı hece­den oluşur. Bunlar şu şekildedir:

Mufâ'aletün/mufaaletün/mufâ'aletün/mufâ'aletün

Bu şekilde altı kez tekrar eder. Onun harflerinin yarısının sakinlerinin harekeli­lerine oranı, bütün sakin harflerinin bütün harekeli harflerine oranı gibidir. Şiirin bütün beyitleri zihaftan (uzun okunması gereken harfin kısa okunması) uzak ol­duğunda, ister ikili, ister dörtlü, isterse altılı olsun bu örneğe göre bulunur. Onların arasındaki zamanlar da bu şekilde bulunur. Aruz kitaplarında, bu durumun araştır­macılar ve konu hakkında düşünenler için açığa çıkması için daireler ve alametler konulmuştur. Bu giriş, sana açıkladığım şey için delildir.

Diyoruz ki: Bil ki, bu konuşma sanatının ve aklî lafızların içerdiği şeylere vâkıf olmakla, hatalı nefislerin ve heyûlâ denizinde ve tabiatın esaretinde oyalanan, dost ve adet belirlemekle meşgul olan ruhların uyanması söz konusu olur. Yine sanatların en üstünlerinden olan ve kralların ve başkanların meclislerinde vezirlerin ve edebi­yatçıların onunla övündükleri yazma sanatı da, pek çok çeşidi ve alt dallarının çok­luğuyla bunun örneklerindendir. Halkların ayrıldıkları dilleri yazma şekilleri ve telif etme yöntemleri vardır. Hint halkında olduğu gibi... Onların harfleri Âdem (a.s.) ile birlikte cennetten çıkarılmıştır. Bütün varlıkların isimleri bu harflerle bilinir.

Bu dilin harflerinin sayısının dokuz olmasına gelince; bu, daha önce açıkladığı­mız ve işaret ettiğimiz şeylerden dolayıdır. Bu, toplayıcı (haviye) dokuz gezegenin (el-eflâku’t-tis’a) bütün varlıklarla bütünüyle uyum halinde olması dolayısıyladır. Sonra bunun ardından ayrılmışlar ve Hint halkı kendilerinden başka bir halk ol­maksızın bu harfleri kendilerine tahsis etmişlerdir. Çünkü Âdem (a.s.) cennetten indiğinde oradaydı.

Süryanice, bir dildir ve harfleri, yazısı, sanatı ve üzerinde harflerin birleştiği bir oranı vardır. Dillerine uygun, kendilerine mahsus isimleri vardır. Yine Rumca bir dildir, sözlerine ve dillerine uygun farklı bir yazılışı vardır. Yunanlılar, Farslar ve di­ğer milletlerin dil çeşitleri ve ibare farklılıkları da bu şekildedir. Ancak hangi dilde olursa olsun, hangi nakışla bezenirse bezensin, nasıl çoğalıp çeşitlenirse çeşitlensin, bütün harflerin aslı dairenin çapı olan düz çizgidir ve harfler ondan oluşturulmuş­tur. Arapçadaki harflerin ayrılışını düşündüğünde elif harfi gibi bazılarının düz çizgi olduğunu, gâf ve mîm gibi bazılarının yuvarlak olduğunu, “hâ” (c) ve “hı” (j) gibi bazılarının kavisli olduğunu görürsün. Bahsettiğimiz ve bahsetmediğimiz diğer mil­letlerin yazıları bu örneğe göre oluşur. Açıklamanın uzunluğundan dolayı aslolanı ve diğerlerinden ziyade çoğunluk tarafından bilinen meşhur şeyleri anlatmakla ye­tindik.

Bölüm

Sonra bil ki, yazma sanatının iki ucu vardır. Bir ucu sanki başlangıçtır. Diğer ucu ise sonuç gibidir. Birinci uç Hintlilerin günümüze dek kullandıkları dokuz harfle söz ve konuşmadır. Sonuç olan diğer uç ise Arapçanın harfleri olan yirmi sekiz harftir. Bunun dışındakiler bu iki uç arasındadır.

Harflerin örneği, bitmiş, çatallanmış, dallara ayrılmış, yaprakları ve meyveleri ço­ğalmış bir ağaç örneği gibidir. Halklar bu harfleri bölüştüler. Her halk soy olarak or­tak özellik gösterdikleri şeye ve başkanlarının içtihadına göre aldı. Onlar Rablerinin desteklemesi ve ilham etmesi ile onlar hakkında fikirlerine, zihinlerinin ulaştığı so­nuca ve düşüncelerinin gerekli gördüğü şeye göre amel ettiler. Bu harflerin şekillerini aldılar ve bunlarla O nun zâtından olan isimleri söylediler. Bu kişi bilge birisi ise bunu Allah’ın onu desteklemesi ve ilham etmesi ile gerçekleştirdi. Şayet bu kişi gönderilmiş bir nebi ise bunu Allah’ın ona vahiy göndermesi ve büyüklüğünün gizliliğinin arka­sından konuşması ile gerçekleştirdi. Yine meleklerinin diliyle vahyetmesi, bu vahyi farklı bir yazı şekliyle kaydetmesi, önceki dilin dışında farklı bir dille konuşması, bi­rinci dildeki isimleri ikinci dilde silmesi ile gerçekleştirdi. Nebi için bu durum ta­mamlanınca bu yeni dille konuştu, konuşma sanatını geliştirdi, bu dili yazma harfleri ile kayıt altına aldı, önceki dilin şekillerine, benzer şekil ve çizgiler ilave etti. Sonra bunu insanlardan kendisine en yakın ve kendince en üstün olanlara öğretti. Bu dili o, ev halkı ve aşireti kullanmaya başladı. Sonra şehir halkı, daha sonra ülkesi, sonra da içinde bulunduğu kıtadakiler konuşmaya başladı. Sonra dünyaya yayıldı. Bu millet­lerde küçükler bu dille yetişir, büyükler bu dille dostluk kurarlar. Şeriat ve din birinci dilden ikinci dile aktarılır; hükümler, emirler, yasaklar, namaz ve şer’î (dinî-hukukî) hükümler, konuşulan dili ve nebinin kendisine gönderildiği ümmeti değiştirir.

Bilge kişilerden her bilge veya krallardan her kral bir ilmin, bilginin, dinin veya şeriatın bir dilden diğerine aktarılmasını istediğinde, o kişi Allah’ın yardımı ile ve doğum ve başarısının gerektirdiği ölçüde buna hazırlanır. Sonunda amacına ulaşır ve muvaffak olur. Hz. Süleyman’ın gerçekleştirdiği gibi... Allah ona krallık verip onu güçlü ve kudretli kıldığında, devrinin krallarını yenip yöneticilerini zelil ettiğinde bütün dillerdeki ilim ve hikmetleri İbranice’ye nasıl aktarmıştı? Rum kralı da aynı şeyi yapmıştı. O, Yunanlılara galip gelip onları yendiğinde ilim ve hikmetlerini Yunancadan Rum caya aktardı. Yunan kralları da galip geldikleri kişilere böyle yaptılar. Bu yüzden dil farklılaştı, görüşler ve dinler ayrıldı. Durum, açıklaması uzun olan illet ve sebeplerden dolayı böyle oldu. Bütün bunlar felekî işler, göksel hükümler ve ilahi iradeyledir. “Bu, mutlak güç sahibi ve hakkıyla bilen Allah’ın takdiridir.”[122]

Bölüm

Sonra bil ki, her din ve şeriat ehlinin, emir ve nehiy, helal ve haram, hükümler ve kanunlar, söz, yazı, beste ve nağme sanatı içeren bir kitabı vardır. Onların içeri­sinde bunların hepsini bilen bilgili kişiler vardır. Bazıları da bilgi yönünden onların altındadır. Onlardan bazıları yazma sanatını unutmuş, ancak isimleri ve anlamları bilmektedir. İsimlerin harfleri ile konuşurlar ancak şekillerini bilmezler ve onları elleriyle yazmaktan hoşlanmazlar. Onlar araştırarak bir eser telif etmekten de hoş­lanmazlar ve kendilerine telkin edilen her şeyi alırlar. Onların bazılarının da yazı­sının güzel ve bilgisinin az olduğunu görebilirsin. Bunlar düşünmeksizin, yazılmış yazıdan başkasından hoşlanmazlar. Bu kişinin faydası kendisine değil, başkasınadır.

Onlardan bazıları iyi âlim olup unutkanlığı azdır. Onların maksadı, unutma kor­kusuyla ihtiyaç duyduğu şeyleri bilmek ve ihtiyacının gereğini açığa çıkarmaktır. Hz Âdem başlangıçta bu özelliği ile böyle idi. Harflerin isimlerini ezberliyor, lafızla konu­şuyor, anlamla söz söylüyor ve delil getiriyor, ancak elindeki kalemle Allah’ın dilediği şeyleri yazmıyordu. Allah, takdir ettiği vakitte ve kolaylaştırdığı zamanda kendisinden yarattıklarına bir lütuf ve kullarına bir merhamet olarak yazma sanatını açığa çıkarana kadar bu şekilde devam etti. Yaratılmışlar yazma sanatına güç yetiremiyorlardı.

Onlar buna ihtiyaç duyunca o, kendisinin ihtiyaç duymadığı, onların ihtiyacı olan şeyleri onlara öğretti. Burçların birbirine her yaklaşma (kırân) vaktinde ve zamanın her gerekliliğine göre yazma çeşitlerinden bir çeşit; dil, yazı ve ibare türlerinden bir tür ortaya çıkmaya başladı. Bu esnada her halktan ve her dilden söz, nazım, beste ve nağme çeşitleri ile Allah’tan başka kimsenin sayamayacağı pek çok şey ortaya çık­maya başladı.

Sonra bil ki, Arapçayla konuşan ilk kişinin Sam oğlu Ya’rûb olduğu söylendi. Son­ra zamanla genişlemeye, Arapların çoğalmasına ve yeryüzünde yayılmasına bağlı olarak artmaya devam etti. Bu durum, doğumları, yerleri, mizaçları, karakterleri, bedenleri ve iklimlerinde meydana gelen uyuşmalara göredir. Sonunda pek çok ka­bile meydana geldi ve Arap kabilelerinden her bir kabilenin kendisiyle tanındığı bir dili ve onlara nispet edilen bir konuşmaları oldu. Diğerlerinden bunlarla ayırt edilir oldular. Eşyanın isimleri hakkında ihtilaf ettiler. Öyle ki varlıklardan bir tanesinin Arap dilinde onu tanımlayan ve hepsinin ona işaret ettiği pek çok ismi oldu. Bu yüz­den Arapça ilmi büyük ilimlerden birisi oldu. İnsanların bu dili terk etmeleri müm­kün olmadığı, bilakis öğrenmeleri ve onun herhangi bir yönünden cahil kalmamala­rı gerektiği için ona ihtiyaçları oldu. Bu, varlıkları yaratan, onlara isimler ve sıfatlar veren, onlara her kavimde ve her dilde onunla tanındıkları ve kendisine işaret edilen, diğer dildekinden farklı isimler veren Yüce Yaratıcının (Bârı) hikmetindendir.

Şayet Arapçayı düşünür ve dikkate alırsan onun az bilinen şaşırtıcı şeylerden ve şerefli hikmetlerden birisi olduğunu görürsün. Onların ihtiyaç duymadıkları ve bu isimleri bir tek dil ve bir tek şeriat birleştirdiği halde, yiyeceklerinin ve içeceklerinin isimleriyle ilgili sözlerinin çoğunda nasıl ayrılığa düştüklerine bak. Öyle ki, oku­ma bilenler (kurra) onların okunuşlarında ayrılığa düştüler ve rivayetleri hakkında farklılaştılar.

Arapçanın dışındaki dillerde aynı şeyi daha fazla görürsün. O dillerde durum daha da karışıktır. Görüşlerde ve dinlerde de durum bu şekildedir. Öyle ki medc niyetten uzak çöllerde oturan Araplar’dan çoğundan öyleleri vardır ki onların dille­rinde tedavülde olan pek çok ismi geri kalan Arapların çoğu anlamaz. Bu kelimeleri şehirli Araplar ancak açıklama ve izahtan sonra anlar ve onların hangi kökten türetildiklerini bilmeye ihtiyaç duyar. Ancak bundan sonra onun anlamını zihninde canlandırdıktan sonra bu şeyi bu isimle adlandırır. Bütün bunlar açıklaması uzun olan nedenler ve sebeplerden dolayıdır.

Benzer şekilde aynı dinin mensupları da mezhepler, görüşler, dinler ve inançlar konularındaki ayrılıklardan, dillerinin ve ülkelerindeki havanın farklılığından, nesil farklılığından ve dünya yönetimini istedikleri için aralarındaki konularda ayrılığa düşen başkanları, âlimleri ve hocalarından dolayı ihtilaf ettiler. “Muhalefet et meş­hur ol” diye bir atasözü söylenmiştir. Çünkü şayet onların âlimlerinin önde gelenleri arasında ayrılık olmasaydı onların yöneticilikleri söz konusu olmazdı ve aynı yola sahip olurlardı. Zira onların çoğu asıl konularda hemfikirdirler. Farklılık teferruatta­dır. Bunun örneği onların hepsinin Allah’ın birlenmesini ve Yüce Yaratıcının (Bârı) layık olduğu sıfatlarla nitelenmesini kabul etmeleridir. Onlar Nebinin kendilerine gönderilmiş olduğunu kabul ederler, kendilerine gönderilmiş olan Resûl tarafından getirilmiş olan Kitaba (Kuran) sarılırlar ve şeriatın sorumluluklarını kabul ederler. Ancak onlar Resûl’den gelen rivayetlerde ve taşıyıcısı insan olan anlamlarda (me ânı) ihtilaf ettiler. Bunları Resûl’den aldılar ve her alan da kendi lisanıyla aktardı. Çünkü Nebi nin (salla'llâhü aleyhi ve sellem) her topluluğa içinde bulundukları şartlara göre, nefislerinde tasav­vur edebilecekleri ve akıllarının erdiği kadar anlayacakları şekilde konuşması onun mucizelerinden ve üstünlüğündendir. Bu nedenle rivayetler ayrılmış, itikadi mez­hepler çoğalmış ve Resûl’ün (salla'llâhü aleyhi ve sellem) halifesi hakkında ayrılığa düşmüşlerdir. Bu konu günümüze gelinceye kadar ümmet içerisinde en büyük ihtilaf sebeplerinden birisi olmuştur.

Aynı şekilde kelamcılar, tartışmacılar (ehlu'l-münâzara) ve yönetim konusunda rekabete girenler din ve şeriat hakkında Resûl’ün getirmediği ve emretmediği, kendi nefislerinden pek çok şey icat ettiler. Bunları bidat edindiler ve sıradan insanlara şöyle dediler: “Bu Resûl’ün sünneti ve yoludur.” Bu bidatları kendilerine güzel gös­terdiler. Öyle ki, bidat edinmiş oldukları şeylerin hakikat olduğunu ve Nebinin (a.s.) bunu emrettiğini zannettiler. Hükümler ve emirler konusunda kendi görüşleri ve kı­yaslarıyla pek çok şey ortaya çıkardılar. Bunlarla Rablerinin kitabını ve Nebî’lerinin sünnetini terk ettiler, içlerindeki uyarıcılara (ehl-i zikr) karşı büyüklendiler. Oysa onlara, anlamadıkları şeyleri bunlara sormaları emredilmişti.[123] Akıllarının saçma­lamasıyla Allah’ın şeriat işini ve dinî farzları eksik bıraktığını zannettiler. Öyle ki, bunlar bu eksiklikleri kendi bozuk görüşleri, yanlış kıyasları ve batıl içtihatları ile açıklama ihtiyacı duydular ve kendilerine ait bir din icat ederek bidat işlediler. Yüce Allah şöyle derken bu nasıl olur: “Kitapta hiçbir şeyi eksik bırakmadık."[124] “(Sana bu kitabı) her şeyin bir açıklaması (olarak indirdik).”32 Az önce açıkladığımız gibi bun­ları yöneticilik isteği yüzünden yaptılar. Ümmet içerisinde ihtilaf ve çekişme baş­lattılar. Onlar şeriatı yıkıyorlar, ancak cahil kimselere kendilerinin şeriata yardımcı oldukları izlenimi veriyorlar.

Bu sebeplerden dolayı ümmet gruplara bölündü, aralarında ebedi bir düşmanlık ve kin ortaya çıktı, fitnelere ve savaşlara dûçar oldular. Birbirlerinin kanlarını helal gördüler. Âlimlerden doğruyu bilen bazıları nasihat ettiğinde yöneticileri bu konuda konuştu, onları korkuttu ve azap etmekle tehdit etti. Sıradan insanlara yöneldiler ve onlara şöyle dediler: “Bu falan kişidir)’ Onu halkın önüne attılar, ona şeriatın getir­mediği ve aklı başında olan birisinin söylemeyeceği sözleri nispet ettiler. Bu âlim halka işin şeriatta nasıl olduğunu açıklama ve bağlandıkları görüşlerin yanlış olduğu konusunda onları uyarma imkânı bulamadı. Bunun sebebi, alıştıkları, kendisiyle bü­yüdükleri ve sonrakinin öncekinden devraldığı bir milliyetçiliğin halka galip gelmiş olmasıydı.

İdareciler bu durumu fark ettiklerinde âlimler halktan gizlenmişlerdi. Bu gizlen­meyi onlara karşı kullanmaya başladılar. Halkta, bunun iddialarıyla ilgili delillerinin (hüccet) kalmamasından ve onların getirdikleriyle amel edememekten kaynaklan­dığı, âlimlerin susmalarının ve gizlenmelerinin onların iddialarının batıl olduğunu gösterdiği intibaı oluşturdular. Doğrunun, şu anda üzerinde uzlaştığımız şey olduğu­nu iddia ettiler. Bu özellikleri bugün devam etmektedir. İçlerindeki cahil yöneticiler her gün artmakta, ayrılıkları çoğalmaktadır. Delillendirmeleri ve münazaraları ço­ğalmakta, tartışmaları yayılmaktadır. Öyle ki, şeriatın hükümlerini kaldırıyorlar ve tefsirleriyle Allah’ın kitabını olduğunun tersine değiştiriyorlar. Allah’ın buyurduğu gibi: “Kelimeleri yerlerinden kaydırırlar”33 İşlerinin esasında, şeriatı bilmediklerin­den dolayı değiştirmiş olabilirler. Nebi nin (salla'llâhü aleyhi ve sellem) haberlerini, Allah’ın hükümranlı­ğından kaynaklanmayan kendi nefislerinden uydurdukları yorumlarla yorumladılar. Anlamları değiştirdiler, yönetimlerini güçlendirecek ve avam nazarında ilim ehlini kötüleyecek şeylerden istedikleri şeyleri söylediler. Bu, çocuğun babadan, sonra ge­lenin öncekinden, küçüğün büyükten miras aldığı, Allah’ın onların yok olmalarını dilemesine, sönmesine ve geçip gitmesine hükmetmesine kadar devam edecek adet­leridir. Avamın yöneticisi olan bu insanlar tüm belde ve köylerde hakkın düşmanı olmaya devam etmektedirler. Kaç nebi öldürdüler, kaç vasiyi34 inkâr ettiler ve kaç âlimi kovdular! Onlar yaptıklarıyla şeriatların kalkmasına ve önceki zamanlarda bu şeriatların yenilenmesine sebep oldular. Bu durum, Allah’ın şu sözü ile vaadinin ta­mamlanmasına kadar devam etti: “Allah dilerse sizi yok eder ve yerinize yeni bir halk getirir. Bu da Allaha zor gelmez.”35 “Sonuç Allaha karşı gelmekten sakınanlarındır’.’36 “Andolsun, Zikirden (Tevrat’tan) sonra Zebur’da da, ‘Yeryüzüne muhakkak benim iyi 32. Nahl, 16/89.

33.    Nisa, 4/46.

34.    Vasi kelimesinin İsmail! düşüncede özel bir anlamı vardır. Buna göre Vasi, Nâtık adı verilen Resûl un getirdiği şeriatın batını hakikatlerini açıklayacak olan kişidir. Örneğin Hz. Muhammed’in getirmiş olduğu İslâm şeriatının batını hakikatlerini açıklama görevi onun vasisi olan Hz. Ali’ye aittir, (ç.n.) 35. Fâtır, 35/16-17.

36. A’râf, 7/128.

kullarım varis olacaktır’diye yazmıştık. Şüphesiz bunda Allaha kulluk eden bir toplum için yeterince mesaj vardır.”[125]

Bu neden, görüş ve mezhep farklılıklarının sebebidir. Durum böyle olunca doğru­yu isteyen ve kurtulmayı dileyen kişinin, kendisini Rabbine yaklaştıracak, onu ihtilaf denizinden kurtaracak ve ayrılık ehlinin zindanlarından çıkaracak bir şey istemesi gerekir. Onun bu uçurumdan kurtulması, bu uykudan uyanması, bu gafletten kur­tulması ve ölümü yaklaşmadan önce hayatta olduğu günlerin kıymetini bilmesi için yapması gereken şey nedir? Umut geniş bir zaman dilimidir. Amellerin belirli günleri ve sınırlı süreleri vardır. İnsan dünyada Yüce Rabbine yönelmek ve ameliyle ona kar­şılık vermeye hazır olmak üzere yaratılmıştır. Çünkü o, (hükmünü) izin istemeksizin uygular. Şayet yanında azık olursa Yüce Allah’ın dediği gibi onu bulur: “Kendiniz için önden (dünyada iken) ne iyilik hazırlarsanız Allah katında onu bulursunuz.”[126] O, azık­tır. Şayet yanında azığı olmazsa Allah’ın şöyle dediği kimselerden olur: “Keşke dünya­ya döndür ülsek de yapmış olduğumuzdan başkasını yapsak.”[127] Yüce Allah şöyle buyur­maktadır: “Onlar gerçekten kendilerine yazık ettiler”[128] O, bir kavmi azarlayarak onlara şöyle dedi: “Andolsun ki, sizi ilk defa yarattığımız gibi teker teker bize geleceksiniz.”[129] [130] Yani sıfır azıkla... Buyurmuştur ki: “Sizi boşuna yarattığımızı ve bize tekrar döndürülmeyeceğinizi mi sandınız?”41 Yüce Allah yine buyurmuştur ki: “Herkese yaptığının kar­şılığı tam olarak verilir. Allah, onların yaptıklarını en iyi bilendir.”[131] Kuranda Allah’ın, dinleri, şeriatları ve kulluk görevlerini kulun, yaratıcısının rahmetine ulaşmak için tuttuğu ve oraya Allah’ın cennetini ve ona komşu olmayı isteyerek yönelenin yürüdü­ğü yollar ve yöntemler yaptığına işaret eden pek çok âyet vardır.

Eğer kendi iyiliklerinden gafil olur, hedeflerinden yüz çevirir, doğru yolu ve bu yolun yolcusunu, kendisi hakkında ihtilaf olmayan hak dini terk eder, ayrılık ve nifak taraftarlarına ve avamdan yöneticilik isteyenlere katılır, Allah’ın gönderdiği Resûl’üne ve Nebisine benzeyerek Yüce Allah’ın dininde yükselmek ve yöneticilik yapmak isteyen kimseler karşısında söz dizmeyi ve süslü konuşmayı becerirse o kişi, insanlarda bunun dinin ve şeriatın esaslarından bir esas olduğu intibaı uyandırır. Yine o, görüşü, kıyası ve içtihadı ile dini eğriltmiş ve kapalı kısımları kendi hevasına göre açıklamış olur. Bunlara meyletmekten ve onlarla ilişkili olmaktan Allah’a sığınırız. Bunlar o kişinin mahvolmasının, helâkının, Allah’a komşu ve yakın olmak­tan uzaklaşmasını ! ve Allah düşmanı olan şeytanlara yaklaşmasının sebebidir. Yüce Allah’ın dediği gib:: “Kim Rahmani zikretmekten gafil olursa, yanından ayrılmayan bir şeytanı ona musallat ederiz’’[132] Âlimiyle ve diğerleriyle birlikte onların hali böyle olur. Bunu avamın çoğunda görürsün. Onun durumu kötü; sözü, terbiyesi ve lafızları hisli olmaktan uzaktır. Çünkü o, sözüyle helal kıldığında ve aklıyla haram kıldığında bunlara kulluk etmiş olur. Yüce Allah’ın dediği gibi: “Hiç şüphesiz siz ve Allah’tan başka kulluk ettikleriniz cehennem odunusunuz. Siz oraya varacaksınız’.’[133] Yüce Allah buyurmuştur ki: ‘Allah’ın yolundan sapanlar için hesap gününü unutmaları sebebiyle şiddetli bir azap vardır"[134] Ey kardeşim! Senin üzerine düşen, ilim ehline sarılmak ve mahlûkatın kurtuluşu için gönderilmiş olan Resûlullah’ın soyundan gelen Ehl-i Zikr i takip etmektir. Denilmiştir ki: Her sanatı ehlinden isteyin.

Sonra bil ki, Ehl-i Zikir, bazı yönlerden nefse, rûhânî âleminin durumu ve nuranî mekânı hakkında bilmediği şeyleri hatırlatan, onu kazançlı bir alışverişe teşvik eden ve onu doğru işlere yönelten akıldır. Nefis ne zaman akıldan yüz çevirir, ona muhale­fet eder, Rabbinin vasiyetini ve Mevla’sının emrini terk eder, tabiata yönelip onu be­ğenmeye meyleder, yöneticilik ve büyüklük, taassup ve düşmanlık isterse ona bahçe sahibinin uyarısına karşı gelen kötürüm ve kör kişilere isabet eden şeyin bir benzeri isabet eder.

H ikâye

Örnek olsun diye anlatıldığına göre Hint ülkesinde biri kör, diğeri kötürüm iki adam vardı. Yolda arkadaş oldular ve bir bahçeyi geçerek yollarına devam ettiler. Bahçe sahibi o ikisini gördü; onların fakirliklerine ve acizliklerine şahit oldu. Onlara acıyarak dedi ki:

Sizi bu bahçeme davet etsem, ne dersiniz? Oraya yerleşin, size getireceğim şey­lerden yetecek kadarını ihtiyacınız ölçüsünde alın. Meyve ağaçlarını yakmayın ve harap etmeyin.

Dediler ki: Senin bahçene nasıl zarar veririz? Biz gördüğün gibi müzmin ve kötü durumdayız. Birimiz kör, diğerimiz kötürüm. Ağaçların başındaki meyveleri almak için hangi hileye başvurabiliriz?

Bahçe sahibi onlara “Buraya girin” dedi ve onlar da girdiler. Onlara bahçede gö­revli bir bekçinin olduğunu haber verdi ve bekçiye dedi ki: Onları koru, onlara iyi davran ve davranışları iyi olduğu sürece bu bahçenin meyvelerinden ver.

Bekçi “Anladım efendim dedi.”

Bahçe sahibi işine koyuldu. İki dost burada bir süre kaldı. Bekçi onları yeterince besliyordu. Meyveler olgunlaştı, çoğaldı ve güzelleşti. Bir gün kötürüm, köre şöyle dedi: Vay be! Senin iki ayağın sağlam. Bu bahçedeki ağaçlarda da çeşit çeşit meyveler ve cins cins güzellikler var. Bu bekçi bize bu güzelliklerden hiçbir şey getirmiyor. Bunları almanın hilesi nedir?

Kör karşılık verdi: Söylediklerinle beni teşvik ettin. Sen bu güzellikleri ve meyve çeşitlerini görüyor ve ayırt ediyorsun. Bunları almanın hilesi nedir?

Kötürüm, köre şöyle diyene kadar düşünmeye ve kafa yormaya devam ettiler: Vay be! Benim gözüm sağlam ve senin görmediğini görüyorum. Beni omuzuna al da seninle bahçede gezelim. Her iyi bir olgun meyve gördüğümde sana: Beni sağa, sola çevir, yukarı aşağı indir, derim. Onları senin için koparırım, ben de yerim seni de doyururum. Elim meyveye ulaşmazsa düşene kadar ona sopan ile vururum. Sen elinle alırsın. Bunu bekçinin haberi olmadığında yaparız.

Kör dedi ki: Ne güzel söyledin. Ben bunu yarın yapacağım.

Ertesi gün olunca bekçi ihtiyaçlarını gidermeye gitti ve bahçenin kapısını kapattı. Kötürüm, körün boynuna bindi. Kör onu bahçede gezdirdi. O gün güçleri oranında ve kötürümün ulaşabildiği ölçüde bahçeye zarar verdiler. Sonra yerlerine döndüler ve yattılar. Bekçi geldiğinde bahçedeki meyvelerin zarar görmesi dikkatinden kaç­madı. Mahsulünü nahiyenin yöneticilerine hediye etmek istediği belli ağaçlardaki değişim de onun dikkatinden kaçmadı. Zira bu ağaçların başında meyve bulamadı. O ikisine geldi ve sordu: Ben yokken bu bahçeye birisi geldi mi?

Ona dediler ki: Bilmiyoruz. Kör dedi ki: Halimi görüyorsun; ben göremiyorum. Kötürüm de dedi ki: Ben uyuyordum.

Bekçi onlara inandı. Ertesi gün olunca bekçi resmi işleri için gitti. Kalktılar ve ilk gün yaptıklarından daha beterini yaptılar. Bekçi döndü ve ziyanın önceki günden daha fazla olduğunu gördü. Bahçe sahibinin kendisine serzenişte bulunmasından korktu. Bahçe sahibi şöyle derdi: Sen ya meyvelerimi satıyorsun ya da korumuyor­sun. Dedi ki: Bu bahçeye musallat olanı ve bunu bahçeye kimin yaptığını öğrenene kadar ne yapsam?

Ertesi gün olunca o ikisine âdeti olduğu üzere çıkacağı intibaı verdi. Bahçenin duvarlarından birisinin arkasına saklandı. O ikisi kararlaştırmış oldukları kötülüğü yapmak için kalktılar ve yasak olan şeyi yaptılar. Bekçi o ikisini görünce ziyanın o ikisinden kaynaklandığını anladı. Hoşgörülü, merhametli, yumuşak huylu bir adam­dı. Onların yaptıklarını ve yaptıkları şeyin çirkinliğini gördüğünde onlar yerlerine dönene kadar öylece bıraktı. Onlara geldi ve dedi ki: Vay be! Sizin yaptığınıza, bu lü­zumsuzluğunuza ve bahçeye verdiğiniz ziyana karşılık bahçe sahibinin hakkı nedir?

Şaşırdılar. Bekçi dedi ki: Ben sizi gördüm. Sen kötürüm, körün omuzunun üzerindeydin. Seninle birlikte ağacın altına yürüdü. Ona ulaşınca meyveleri elinle aldın. Ulaşamadığına da sopan ile vurdun.

Ondan bunu işittiklerinde onun kendilerini gördüğünü anladılar. Ona dediler ki: Biz bunu yaptık. Bunu bahçe sahibine haber verme. Eline düştük, yalvarıyoruz. Bir daha yapmayız.

Bekçi o ikisinin isteklerini kabul etti ve onlara nasihat etmeye başladı. Dedi ki: Ben efendimin bahçesine zarar ve ziyan vermeden istediğiniz meyve ve sebzelerin hepsini size getiriyorum. Efendimin yasakladığı şeyi sadece helal rızık yemek için yapmıyorum.

Dediler ki: İşittik ve itaat ettik. Bekçi bahçeden uzaklaşana kadar ziyan vermeyi bıraktılar. Bekçi gidince ziyan vermeye daha kötü bir şekilde döndüler. Bekçi döndü ve ziyanlarının izini gördü. Onlara tekrar nasihat etti, vaaz etti ve onları Yüce Allah ile korkuttu. Bu vaazlar onlara etki etmedi ve onları yasakladığı şeyleri yaptılar. Bu gün bahçe sahibi tesadüfen oraya geldi. Bekçi kör ve kötürümün yaptıkları şeylere söyle­yecek bir bahane bulamadı. Bahçe sahibi dedi ki: Kötürümün körün sırtına bindiğini, onunla bahçede dolaştığını ve benim kazancıma zarar verdiklerini tahmin ediyorum.

Bekçi ona dedi ki: Aynen öyle oldu. Ben onları yasakladım, ancak vazgeçmediler.

Bahçe sahibi dedi ki: Onlar işlemiş oldukları kötü fiile karşılık cezayı hak ettiler.

Bahçe sahibi ardından kölelerine ve yardımcılarına kötürüm ve körün şiddetli bir cezaya çarptırılmalarını; onların, vahşi hayvanlara yem olmaları ya da açlık ve susuzluktan ölmeleri için sarılacakları ve sığınacakları birisinin olmadığı bir çöle bırakılmalarını emretti. O ikisine böyle yapıldı. Bahçeden çıkarıldılar; ağaçtan ye­diklerinde Âdem ve Havva’ya (a.s.) yapıldığı gibi çöle atıldılar.

Ey Kardeşim! Bil ki, bu kıssanın yorumu şu şekildedir: Hintli bilgeler bu kıssayı anlattıkları zaman nefsi kötürüme benzettiler. Çünkü o, ancak cismanî bir âlet ile saldırır. Bu âletle itaat ve itaatsizliğe imkân bulur. Cesedi köre benzettiler. Zira o, nefsin yönelttiği şeye boyun eğer ve onun emrettiği şeyleri yerine getirir. Bahçeyi dünya yurduna, meyveyi de dünyadaki şehvetlerin iyi olanlarına benzettiler. Bahçe sahibi Yüce Allah’tır. Bekçiyi iyilikleri gösteren, adalet ve iyilikte bulunmayı emre­den, çirkinlikleri, kötülüğü ve düşmanlığı yasaklayan akla benzettiler. O, nefse na­sihat eder; ona hem dünyada hem de ahirette sulh ve selamete ulaştıracak şeyleri ve gerekli olanları almayı gösterir. Nefis onu kabul etmeyip cismanî şehvetlere ve ken­disiyle cismin sağlıklı olduğu ve dünyada durumu iyi olduğu iyi şeylere ve bedene ait (cirmanî) lezzetlere yöneldiğinde bunlarla nefsinin ölümü ve ahiretinin zarara/ hüsrana uğraması söz konusu olur; bahçede işlemiş olduğu günahlar ve dünyada yaptığı kötülükler onu kuşatır. Şehvetlerin kazanımlarından dolayı nefsin faydala­rından gafil olur, aldanma içerisinde kalır. Sonunda ona Allah’ın çok sert melekleri, zebanileri ve orduları gelir. Onu dünya yurdundan istemese de zorla çıkarırlar. Bu esnada yaptığı kötülüklerden ve kötü ahlâkından dolayı işlemiş olduğu çirkinlikler­den dolayı pişmanlık duyar. Dünya ve ahirette hüsrana uğramıştır. Çünkü bu, apaçık bir hüsrandır. Nefsin ölümü esnasında ona bir ferahlık gelir ve Allah, kazancıyla sakınmış olanları kurtarır. Onlara kötülük dokunmaz, onlar üzülmezler de.

Ey kardeşim! Bu dünya ile aldatılmaktan; geçici ve yok olan, değişen ve bozulan cesetle dostluk kurmaktan sakın. Bunlar geçici günler, önemsiz lezzetler ve kısa sü­relerdir. Gerçeğe ve akla yönel. Bu ikisi seni rabbine götürür ve iyi davranışlara yö­neltir. Öyle ki bu davranışlarla, senin için yüksek bir derecede ve şerefli bir konumda bulunan ve fani cesedinin ihtiyaç duymadığı “me’vâ cenneti” söz konusu olur. Orada ölümü tatmazsın, acı çekmezsin, hastalanmazsın, sevdiklerinden ayrılmak ve dost­lardan uzaklaşmakla imtihan edilmezsin. Sana düşünce gamı, yenilgi zilleti, kabir darlığı, hasret tasası ulaşmaz. Yüce bir yerde (hazîre) ve ünsiyet bahçesinde zorluk­lardan, sıkıntılardan ve zamanın olaylarından emin bir halde olursun. Sadece sevdi­ğini ve etkilendiğini görürsün. Zamana ait musibetlerden ve dünya ehlinin maruz kaldığı kederden, dertten, zorluktan, zahmetten, açlıktan, kıtlıktan, zamanın sıkın­tısından, yöneticinin eziyetinden ve canlıların kıskançlığından emin olursun. Yine din ve mezhep taraftarları arasında var olan düşmanlıklardan, nefretleşmelerden ve lan elleşmelerden uzak olursun. Orada birbirinin kanını dökmek, malını almak ve namusuna leke sürmek helal değildir.

Dünya işlerini düşündüğünde orasının, birbirlerine doğuştan yerleştirilmiş olan doğal düşmanlık besleyen canlı cinslerinin doldurulduğu bir ev gibi olduğunu gö­rürsün. Baykuşla kargaların düşmanlığı ile köpekle kedilerin düşmanlığı gibi. Bunlar birbirlerine hırlarlar ve birbirlerine haset ederler. Aslanların ve köpeklerin galip gel­mesi gibi... Yine krallar ve sultanların onları yendiklerinde ve mallarını aldıklarında altlarındakilere yaptıkları gibi. Köpeklerin kedilere yaptıkları gibi... Öyle ki insan­ların evlerinden yedikleri şeyleri, oradaki huzur ve rahatı, insanların onlara olan muhabbetini ve sadece onlara ikramda bulunmalarını onlardan kıskandıkları için ulaştıklarında ve yapabildiklerinde daima onlara karşı gelirler.

Dünya işleri bu şekildedir. Onun şerli halkı iyilerin düşmanlarıdır. Fakirler zen­ginlerin düşmanıdır, onlar için zorluk temenni ederler. Onların mallarından birine ulaştıklarında onu alırlar ve gasp ederler. Benzer şekilde farklı şeriat sahipleri de bir­birlerini öldürürler ve birbirlerine lanet ederler. Nasibiler,[135] [136] Rafızîler,4S Cebriyye,[137] Kaderiyye,[138] Haricîler,[139]' Eş’arîler[140] ve diğerlerinin yaptıkları gibi. İbranî dininde Aynîler ve Semîler, Süryani dininde Nasturîler ve Yakubîler ve bu ikisi arasında yer alanlar da aynı şekilde ihtilaf içerisindedir. Sabiîler (Mandeanlar) de böyledir. Aynı şekilde dilleri farklı olanlar da birbirlerine yabani davranırlar, onlardan her biri, dil­de olmayan şeyleri yüklerler. Bu düşünüp taşman kişiye gizli değildir.

Sonra bil ki, din mensuplarının arasını birleştirecek, düşmanlıkların arasını bula­cak, nefislerden doğal düşmanlıkları ve kinleri giderecek olan tek şey, onları “takva’’ kelimesi üzerinde birleştiren ve onları Yüce Allah’ın yoluna çağıran “hakkı bilmek”tir. Her şeyden uzak ve yüce olan Allah’ın dediği gibi: “Allah’ın size olan nimetini hatır­layın: Hani siz birbirinize düşman kişiler idiniz de O, gönüllerinizi birleştirmişti ve O’nun nimeti sayesinde kardeş kimseler olmuştunuz’’[141] Yüce Allah, Rasûlüne şöyle buyurdu: “Şayet yeryüzündeki şeyleri tümüyle harcasaydın, sen onların kalplerini uzlaştıramazdın. Fakat Allah onların arasını buldu’’[142] Yüce Allah şöyle buyurdu: “onlar artık köşkler üzerinde karşı karşıya oturan kardeşler olacaklar.”[143] Yine buyurdu ki: “Kendilerine hicret edenleri severler’’[144] Buyurmuştur ki: “De ki: İşte bu benim yolumdur. Ben ve bana uyanlar bilerek Allah’a çağırırız.”[145] Kim kendi nefsinde canını sıkan topluluklardan birisine karşı düşmanlık görürse onun kalbine hak yerleşmemiş ve gönlünde hidayeti harmanlayamamış demektir.

Bölüm

Sonra bil ki, kavmine gönderilmiş olan Nebi (a.s.) zamanındaki din ve şeriat Yüce Allah’tandır. O ikisi hakkında ayrılık, nefret ve düşmanlık olmamıştır. Onun zama­nında inananların görüşleri bir tek görüş olmuştur. Birbirlerine olan muhabbetleri saftır, kirlenmemiştir. İçleri rahattır, dünyayı ikame etme ve kâfirlerle cihat etme ko­nusunda da yardımlaşırlar. Onların kâfirlerle mücadele etmeleri kâfirlere düşman­lıktan dolayı değil, onları hakka yöneltmek, Müslümanların onların tuzaklarından ve yağmalarından uzak olmaları içindir. Şayet kâfirler dini kabul etmezlerse cizye[146] vermeye ikna edilir. Çünkü Müslümanlar onları terk ederlerse onlar emniyet içeri­sinde olmazlar. Onlardan bazı dönemlerde cizye istemezler. Bir atasözünde (mesel) şöyle denmiştir: “Rumlara savaş açılmazsa onlar size savaş açar.” Bu, Müslümanların kâfirlerle savaşmasının sebebidir. Yoksa onların kan dökme, insanları öldürme ve memleketleri yıkma hevesleri yoktur. Buna rağmen sana bildirdiğim şeylerden dola­yı onların içerisinde kâfirlerin bedenlerine bunu zorunlu olarak uygulayanlar vardır. Çünkü savaşın görünen yüzü, merhamet ve acımanın olmadığı kötü işlerdendir. Bu yüzden Allah’ın Rasûlü (salla'llâhü aleyhi ve sellem) müşriklerle savaş yapmak istediğinde onlara, onla­rı uyaracak, sakındıracak, içinde bulundukları durumun yanlışlığını açıklayacak ve onları kendi yanında bulunan hakka davet edecek birisini gönderdi. Ona Allah’ın şu sözü ile emrettiği gibi: “Rabbinin yoluna, hikmetle, güzel öğütle çağır ve onlarla en güzel şekilde mücadele et.”[147] Yüce Allah onlara iyi davranmayı emretti ve şöyle dedi: “Doğru söz söyle”[148] “Onlara güzel söz söyleyin.”[149] Musa’yı ve Harun’u Firavuna gön­derdiğinde Hz. Musa’ya şöyle dedi: “Ona yumuşak söz söyleyin. Belki öğüt alır yahut korkar.”[150] Nebi (a.s.) böyle yaptı.

Kâfirler yüz çevirip büyüklendikleri, “Senin dinini istemiyoruz!’ dedikleri ve Ehl-i Kitaptan olduklarında Peygamber onların cizye vermelerini emretti. Bunu onların üzerinde bizim hâkimiyetimiz sağlandıktan ve onların eziyetlerinin üze­rimizden kalkmasından sonra onlara bir küçük düşürme olması ve içlerinde ina­nanlara karşı galip gelme duygusu yeşertmemeleri için yapın dedi. Bu bir savaş narası ve küçük düşürme gibidir. Eğer cizye vermekten kaçınırlarsa o zaman on­larla savaşmayı emretti. Taraftarlarına onlar savaşa başlamadan başlamamalarını emretti. Onlara galip geldiğinde onlara din ve İslâm’a davet edilmeden öldürülmemelerini emretti. Şayet Müslüman olmazsa cizye vermesi gerekir. Cizyeyi de reddederse öldürülür.

Kâfir beldesini ele geçirdiklerinde ve savaş sona erdiğinde askerlerine yaşlıları, küçük çocukları ve kadınları sadece kendileriyle savaşırlarsa öldürmelerini emretti. Rahibi, keşişi, Mecusi din adamını (şemmâs) piskoposu ve Hıristiyan din adamını (Casilika) öldürmemelerini emretti. Kiliselere hizmet eden kimseleri öldürmeyi de yasakladı. Bütün bunlar, onlara karşı acıma ve merhamettir. Kim reddeder, büyük­lenir ve düşmanlık beslerse onunla savaşmayı emretti. Yüce Allah şöyle dedi: “Ey Peygamber! Kâfirlere ve münafıklara karşı cihat et, onlara karşı sert davran”[151]

Ey kardeşim! Şu merhameti görmüyor musun? O, onlarla savaşı ancak uyarılma­larından, hatırlatılmalarından ve güzel muameleden sonra emrediyor. Bu Allah’ın daha önce bulunmayan sünnetidir ve Allah’ın sünnetinde değişiklik bulamazsın. Yüce Allah’ın dediği gibi: “Senden önce gönderdiğimiz peygamberlerimiz hakkındaki kanun böyledir.”[152] Buyurmuştur ki: “Hiçbir ümmet yoktur ki, aralarında bir uyarıcı gelip geçmiş olmasın.”[153] Kur ân-ı Kerim’de bu anlamda bir çok ayet vardır.

Görüşler ve mezhepler arasında bu ayrılık bulunduğu sürece onlar arasındaki düşmanlık da devam edecek ve savaşın ateşi sönmeyecektir. Çünkü her birisi kendi görüşü ve kıyası ile kendi mezhebinin doğruluğuna ve diğerinin mezhebinin yan­lışlığına delil getiriyor. Yüce Allah’a ve Onun Resûl’üne yalan isnat etme konusunda titiz davranmıyor. Kendisini memnun etmek ve menfaatini öncelemek için o ikisini gücendiriyor. Aynı şekilde sultan, tebaasından ya da şehrinin sakinlerinden birisinin durumunun iyi olduğunu görürse onu ister, kıskanır ve alt etmek için aleyhine delil­ler bulmaya çalışır. Allah’ın kendisine verdiği yöneticilik lütfunun yanında basit ve düşük olan bu amacı elde etmeye; onu fakir, muhtaç, şaşkın ve kederli hale sokmaya çalışır. Belki de onu döver, ondan yapamayacağı şeyi ister ve onu öldürür.

Benzer şekilde bir adamın nazik bir hanımı ya da iyi bir cariyesi olduğunda onu kıskanır, kadın ya da cariyeyi ona karşı kışkırtmanın hayalini kurmaya devam eder. Eğer istediğini elde ederse bu defa evlilik konusunda kadını kandırmaya yö­nelir. Onunla kocası arasında huzursuzluk çıkarıp aralarını ayırana kadar bu ko­nuda kadınla diyalog kurmaya devam eder. Sonunda kadını kendisine alır. Davud Nebi ile Urya b. Hannân’ın (Uriah) hanımı hakkında anlatıldığı gibi. Adamı tabutun önüne nasıl atmıştı da ölmüş ve onun karısıyla evlenmişti. Bu kadının Ümmü Süleym[154] olduğunu da söylediler. Bu konudaki gerçek, arzu ve galip gelen haset idi. Ebû Cehil olarak bilinen Hakim b. Hişam’ın Allah Resûl’üne yaptıkları da böyledir. Onun Allah’ın Resûl’ü olduğunu anlamıştı. Ancak ona hasetten kaynaklanan davra­nışını yöneltti ve onun gönderilmiş Nebi olmasını istemedi.[155] Aynı şekilde Allah’ın Rasûlüne muhalefet eden Ebû Lehep, Kureyş’in bir kısmı ve Abdu’l-Muttalib’in oğulları ona düşmanlık ve kin yönelttiler. Eski günlerdeki ve geçmiş devirlerdeki ön­ceki milletlerin halleri de bu şekilde gerçekleşti. Milletler, bahsettiğimiz bu özelliğini devam ettirmektedir.

Bölüm

Sonra bil ki, ihtilaf iki kısma ayrılır: Övülen ve yerilen ihtilaf. Övülen ihtilaf, kurrânın[156] ihtilaf etmesi ile fükahânın[157], anlamda ihtilaf etmeyip, lafızları yerlerin­den uzaklaştırmadıkları ve değiştirmedikleri sürece, rivayetlerindeki ihtilafları, ken­dilerine bunların şeriat sahibinden olduğunu haber verenlerin doğruluğuna inana­rak takip edenlerin ihtilaflarıdır. Onlar için bu gerçekleşince ihtilafları fayda içerir. Çünkü Araplar içerisinde Arapçanın çoğunda birbirlerine muhalefet eden kimseler vardır.

Yerilen ihtilafa gelince, mezhepler ve görüşlerde meydana gelen farklılıktır. Ay­rılık kalktığında İslâm dini bütün dinlere; Arapça da bütün dillere üstün gelir ve din, Allah’ın dediği gibi bir tane olur: “Allaha ortak koşanlar hoşlanmasalar bile di­nini, bütün dinlere üstün kılmak için, peygamberini hidayetle ve hak dinle gönderen O’dur’.’[158] Nebinin dininin dinlerin tamamından; dilinin diğer dillerden üstün olma­sının sebebi, Kuranın, Yüce Allah’ın indirdiği kitapların[159] en kıymetlisi ve ustalıkla ortaya koyduğu en üstün kitap olmasından dolayıdır. İnsanlardan hiç kimse dilleri­nin farklılığına rağmen, kendi dilleri olan Arapça’yı başka bir dile dönüştüremezler. Çünkü kendisinde bulunan kısalık ve özlülükten dolayı onun başka bir dile aktarıl­ması kesinlikle mümkün değildir. Bu, gizli olan bir durum değildir. İnsanların tek bir kelimede birleşmesi, ancak batıl ehline gerçeği gösteren mücadelecilerin mücadelesi ve dine (nâmûs) hizmet edenlerin, iyiliği emredip yerine getirenlerin, kötülüğü ya­saklayıp ondan uzak duranların olması ile olur. Öyle ki Allah hakkında kınayanların kınamaları onları etkilemez. Allah’ın bizi o zamana ulaştırmasını diliyorum. Bu, Al­lah için kolaydır.

Sonra bil ki, Nebinin (a.s.) dünyadan ayrılmasından sonra insanlar kendi arala­rında yöneticilik ve konum elde etme isteğiyle çekiştikleri için şeriat hakkında ayrılık ortaya çıkmıştır. Onlar arasında nübüvvetin hürmetine leke sürme, Peygamber’in ev halkını (Ehl-i Beyt) öldürme ve vahyi değersizleştirme gibi şeyler; Ziyadoğulları’nın Kerbela’da yaptıkları, Muhammedi şeriatın mensuplarını ve Haşimî kolu içine alan birbirlerini öldürmeye dair fitneler ortaya çıkarak olanlar oldu. Bu yüzden görüşler ve mezhepler çoğaldı. Bir grup “Bunların hepsi Allah’ın kaza ve kaderi ile gerçekleş­ti” dedi. Hayatım üzerine yemin ederim ki bu olay dedikleri gibi olmuştur. Ancak bunu iddia edenlerin amacı kendilerini yaptıkları şeylerden kurtarmaktır. İddiaları­na göre onlar bunları, Rablerinin bilgisi dâhilinde yapmışlardır. Allah onu bildiğinde de onun yapılmasını irade etmiş demektir. Durum böyle olunca bunları yapanlara günah, sorumluluk, kınama ve vebal yoktur.

Bölüm

Bu görüş insanı günah işlemeye ve kötülük yapmaya sevk eder. Bu görüş, büyük günah sahibi olan insanlar hakkında gündeme getirilmiştir. Zira kendi dönemleri­nin sona ermesi ve devletlerinin yıkılmasının ardından onların günahlarının yeryü­zünde ortaya çıkıp yayılmasıyla onlara lanet etme, sövme ve karalamanın çoğaldı­ğını gördüler. Bu ortaya çıkınca, yeryüzünde bu görüşe bağlanan ve bununla onları savunan kimseler ortaya çıktı. Bu olayları işittiği kimseye şöyle diyordu: Sus! Her şey Allah’ın kazası, kaderi ve onlara hükmetmesi ile oldu. Allah’ın hüküm verdiği şeyi yok etmeye de kimsenin gücü yetmez. Bu söz, onların sözlerini, fiillerini, davranış­larını ve yaptıkları kötü eylemleri işittiklerinde sakinleştirici oluyor. Özellikle insan­ların cahillerini ve kadınları, yaptıkları şeyleri yapmaya mecbur oldukları ve bundan uzaklaşmalarının mümkün olmadığı vesvesesine düşürdüler. Bu inancı mezhep yap­tılar ve bu kanıtla kötülük yaptılar. Birisi onların sözüne karşı çıktığında ona şöyle dediler: Sen yüce Allah’ın kazası ve kaderinden sakınılması mümkündür diyen ka­deri inkâr eden (Kaderi)[160] bir kâfirsin. Kaza ve kaderin ne olduğunu bilmediler; bir bilenden öğrenmeyi de istemediler. Bu küçük ve inancı çok olan mezhep doğdu. Günümüzde bunlar avamın çoğunun ve kendisinin farklı olduğunu düşünen bazı inatçıların mezhebidir. Bu konuyu, bu bölümde bahsetmek gerektiği kadar anlattım.

Sonra bil ki, dünyadaki ve dindeki düşmanlığın kaynağı Yüce Allah’ın da dediği gibi hasettir: “Allah onlara fazlından verdi diye insanları haset mi ediyorlar?”[161] Yine Yüce Allah şöyle buyurmuştur: “Haset ettiğinde kasetçinin şerrinden Allaha stğtntrtm.”[162] Haset evleri yıkar, fitneye körükler, nefret, kin, kızgınlık, düşmanlık, zulüm, eziyet ve benzeri şeyleri miras bırakır. Aynı zamanda o, görüş ve mezhep farklılıklarındaki en büyük sebeplerdendir. Zira bir adam bir mezhebe geçtiğinde ve insanlar ona mey­ledip onun görüşlerine rağbet ettiklerinde kendi cinsinden olan başkaları onu görür, onu kıskanırlar; düşüncesiyle meşgul olur, kendisi için onun sahip olduğu fikirleri çürütecek delil ve söz oluşturana dek aklını onun görüşlerine takarlar. Onu kötüle­meye devam eder, ona zulmetmeye çalışır, onun düşüncesinin temelleri ve dayanağı hakkında gürültü koparır. Bu, kendisine Kur ân indirilen şeriat sahibinin doğruluğu­na güvenmelerine rağmen ayrılığın ve mezheplerin çokluğunun sebebi olur.

Onlar için bu durum gerçek olunca onların ayrılığa düşmelerinde menfaat söz konusu oldu. Çünkü Araplar içerisinde Arapçanın önemli bir kısmı hakkında bir­birlerine muhalefet eden pek çok kimse vardır. Yüce Allah bütünü (küll) bildirmeyi ve din ve dünya işlerinden kendisine ihtiyaç hissedilen şeyleri açık bir şekilde dile getirmeyi diledi.

Nebi, (salla'llâhü aleyhi ve sellem) ümmetinden soru soran kişiye kendi diliyle cevap veriyor, onu kendi lisanıyla sorumlu tutuyor ve o dille konuşuyordu. Diğerleriyle ise onların dilleriy­le konuşuyordu. O, onlara gönderilmiş ve onların arasında yaşamıştı. Onları eğitti, doğruya yöneltti, onlar için lafızları kolaylaştırdı, anlamlar koydu ve onlara şefkat­li davrandı. Böylece dini anladılar, ezberi düzgün, dini öğrenmesi sağlam olunca Kur ân’ı hata etmeden, değiştirmeden ve dönüştürmeden düzgün (fasih) bir dille öğ­rendiler. Bu yüzden namazda söylenenler, hacda söylenen telbiye’5 ve giyilen ihram ve yapılan dua etme ve Yüce Allaha yakarmada söylenen şeyler söylenir, bununla Allah dışında bir şey anlaşılmaz.

Sonra bil ki, nebisinin vasiyetini terk eden, onun ardından ayrılığa düşen, kendi görüşüne güvenen, kendisine devlet başkanı seçmek isteyen ve Rasûlden gelen habe­rin, onun vasiyetinin ve işaretinin aksine kendi arasından halife seçen, bu halifenin etrafında birleşmekte bağlayıcı dini metin(nas) ve işaretin aksine kendi menfaatini ve işlerinin düzene girmesini gören ümmetin örneği, Hint hikâyeleri arasında anla­tılan kargalar ile şahinlerin hikâyeleri gibidir. Kargaların kendilerinden bir kralları vardı. Onlara karşı merhametli ve iyilik sahibi idi. Bu karga öldü. Onun ardından ye­rine kimi geçirecekleri hususunda ayrılığa düştüler. Birbirlerini kıskandılar ve arala­rında bir düşmanlık oltaya çıkmasından korktular. Bazıları diğerlerine dedi ki: Gelin görüş alışverişinde bulunalım. İçimizdeki ilim sahiplerini ve üstün nitelikli kişileri toplayalım ve bu iş için kimin ehil olduğu ve içimizden kimin kral olması gerektiği hususunda istişare etmek için bir toplantı düzenleyelim.

Toplandılar, istişare ettiler ve yönetimi kralın babasından ve akrabalarında bir mirasçının elde ettiği inanç ve zannından kaynaklanan korkusuyla dediler ki: İçi­mizde bulunan kralın ailesinden birisini kabul etmeyiz. Bu, bizim için büyük bir eziyet olur. Zira biz, başa geçecek kişiyi kendimiz seçmek, ona bağlanmak ve iyilikte bulunmak istiyoruz.

Onlardan birisi dedi ki: Şayet durum böyle ise size düşen şüpheli şeylerden uzak duran (ehl-i verâ~) ve dindar olan kişilere sarılmaktır. Çünkü şüpheli şeylerden uzak duran ve dindar olan kişiler dünyevî işlere yöneldiklerinde dünyayı istemezler.

“Bunu nasıl bulacağız?” dediler.

Onlara dedi ki: Dolaşın ve bu özellikte olanı arayın. Şayet onu bulursanız başa geçirin.

Onların yakınlarında ihtiyar, bunak, avlanmaktan dolayı güçten düşmüş, bedeni zayıflamış, yiyecek azlığından ve güçten düşmekten dolayı tüyleri dağılmış bir şahin vardı. Kargaların haberi ve yaptıkları toplantı ona ulaştı. Kendisine uğramaları için yuvasında belirgin hale geldi. Bol bol “Lâ ilahe illallah” demeye ve Allah’ı anmaya, tevazu göstermeye ve takvalı davranmaya başladı. Başının üzerinde kuşlar uçmaya başladığında onlara saldırmıyor ve harekete geçmiyordu. Kargalar onu bu halde gö­rünce onun bu davranışları dürüstlük ve dindarlığından dolayı yaptığını zannettiler. Kendi aralarında toplandılar ve dediler ki: Kargaların içerisinde bu şahin gibi dindar ve züht sahibi olanını göremiyoruz. Gelin onu başımıza geçirelim.

Ona geldiler ve niyetlerini bildirdiler. Teklife ilgisiz kaldı ve onlara niyetleriyle ilgili kendisindeki ilgisizliği (zehâdet) gösterdi. O, kabul edene kadar tekliflerinde ısrar ettiler. Onların halifesi ve yöneticisi oldu.

75. “Allahümme lebbeyk”, “Allahım! Emrine hazırım” ifadesine telbiye adı verilir, (ç.n.)

Ona getirdikleri yiyeceklerle ve yaptığı işe karşılık ücret ödemeye başlamalarıyla onlara hakim olup güçlenince, bedeni güçlenip tüyü çıkınca ve sağlığına kavuşunca her gün bir kargaya el koymaya, onların gözlerini çıkarıp beyinlerini yemeye, kalan yerlerini atmaya başladı. Bir müddet orada hüküm sürdü. Ölümü yaklaşınca kendi cinsinden birisine güvendi ve kargaların başına onu geçirdi. Bu ondan daha şiddetli, daha zalim ve daha tahripkâr idi. Kargalar birbirlerine şöyle dediler: Kendimize ne kötü şey yaptık ve hata ettik. Pişman oldular ama pişmanlık onlara fayda vermedi.

Ey kardeşim! Bu hikâye hakkında düşün ve öncekilerin hallerinden ibret al. Bu işaretlerden gafil olma. Muhalefet ve düşmanlık gösterme, muhalefet ehlinin girmiş olduğu şeylere girme, onlarla birlikte helak olma konularında uyanık ol. Yoksa gü­vercini onaylayan saksağanın başına gelenler bugün senin başına da gelir. Biz şimdi o ikisinin arasında geçenleri anlatacağız.

Bölüm

Denilir ki, bir yaban güvercini sürüsü yiyecek bulmak için havada uçuyordu. Sak­sağan onları gördü ve kendi kendine “Niye onlarla beraber değilim? Belki onlar yiye­cek olan bir yere göçüyorlardır?” dedi.

Onların sürüsüne katıldı. Güzel kokulu, mutluluk verici bir yere vardılar. Avcı oraya daha önce varmış, ağlarını kurmuş, kapanlarını yerleştirmiş, oraya bol miktar­da yem atmış ve görülmeyen bir yere gizlenmişti. Güvercinlerin bazıları diğerlerine “Başka bir yere gidelim” dediler. Bazıları ise “Hayır, buraya inelim” dediler. Arala­rında ayrılığa düştüler ve tartıştılar. Sonunda kavga ve dövüş çıkardılar. Sözü edi­len yere varıp bu yemleri görene dek durum bu şekilde devam ettiler. Sürü yemleri almak için kondu. Avcı onların üzerine ağını attı, ağ onların hepsinin üzerine indi. Avcı onları aldı ve hepsini öldürdü. Saksağan da güvercinlerle birlikte öldü.

İçerisinde çekişme ve ayrılık olan yere dikkat et. Şayet senin bulunduğun yerde bunlar olursa oradan çık ve uzaklaş. Senin dışındakilere zulüm ve düşmanlık husu­sunda dikkat et. Şayet bunu yaparsan sana tilkilere komşu olan, onları kaçırıp öl­dürmek ve yiyeceklerini engellemek isteyen kurdun başına gelenler senin başına da gelir.

Bölüm

Hint hikâyelerinde anlatıldığına göre, tilkiler yiyecek bir şeyler bulmak için çık­mışlar. Ölü bir deve görmüşler. Sevinmişler ve demişler ki: Bir süre idare edecek bir şey bulduk. Ancak biz birbirimize düşmekten korkuyoruz. Güçlümüzün zayıf olanları ezmesine müsaade edemeyiz. Bizim, bu rızkı bölüştürme konusunda, her birimize hakkını vermesi ve kendisi de bizden birisi kadar pay alması için bizden daha güçlü birisini bulmamız gerekir. Bunu kabul ettiler.

Onlar bu durumdayken bir kurtla karşılaşmışlar. Demişler ki: Karşımıza çıkan bu kurt güçlü kuvvetlidir. Bir zamanlar onun babası kral idi. Bize karşı iyi davranırdı ve biz de bu konuda ona güvenirdik. Biz bu kurda razı olalım. Bu konuda onunla ko­nuştular ve ona isteklerini bildirdiler. Uzun uğraşlardan sonra kurt onların teklifle­rini kabul etti. Onlara dedi ki: Hoşunuza gidecek bir davranış göreceksiniz. Onların işlerini üstlendi ve o gün deveyi onların arasında adaletle bölüştürdü. Gece olunca kurt kendi kendine düşündü ve dedi ki: Bu devenin bu tilkilere bölüştürülmesinde acizlik ve basiretsizlik var. Bu, Allah’ın bana gönderdiği ve onlara değil de bana tahsis ettiği bir rızıktır. Beni bu rızıkla onları doyurmaya çağıran şey nedir? Allah onlara başka bir şey tahsis eder, ben de bunu kendime ayırırım.

Ertesi gün olduğunda tilki sürüsü acıktı ve kurda gitti. Kurt onlara devenin yarı­sını verdi, önceki gün yaptığı gibi onu bölüştürdü ve dedi ki: Bugünden sonra bana gelmeyin, benim size verecek yiyeceğim yok. Şayet bana gelirseniz benden size kö­tülük dokunur. O an tilkiler belaya bulaştıklarım anladılar. Birbirlerine “Sahibimiz kötü bir günahkâr. Onun bize zulmetmek ve düşmanlık yapmak istediğini görüyo­ruz. Çünkü o kuvvetli. İçimizde ona gücü yetecek ve yiyeceklerimizi kurtarmaya yeltenecek birisinin olmadığı bilinmektedir” dediler. Bazıları dedi ki: Belki o, yiye­ceğimizi zarar görmeyeceği bir yere taşımıştır ve belki de doyduğunda kalanları bize paylaştırır. Bugün doyar, çünkü devenin cüssesi büyük. Karnı doyunca da cömert bir yaradılışa geri döner. Bir atasözünde de denildiği gibi, zayıf kişinin yiğitliği, aç kişinin de ziyafet vermesi söz konusu değildir. Bizim ona geri dönmemiz ve konuş­mamız gerekir.

Sabah olunca tilki sürüsü kurdun yanına geldi ve dediler ki: Ey kıvırcık saçlının babası. Biz birbirimize zulmetmemek için seni başımıza yönetici ve sahibimiz olarak seçtik. Bu yaptığımızla senin adaletini umduk. İlk efendilik gününde aramızda ada­letli davrandın ve yiğitliğin konusunda bizi umutlandırdın. Sonra dün sana geldik ve bize ilk gün verdiğinin yarısını verdin. Sonra senin hakkında bizi bir anda ümitsizlik kapladı. Bizim aleyhimizde kötü söz söyledin. Senin hayırlı birisi olduğunu zanne­derek senden uzaklaştık. Senin hakkında nasıl düşünmüşsek öyle ol. Biz zayıf oldu­ğumuz için bize zulmetmeye yönelme. Biz çok acıktık. Yüce Allah da bize bu rızkı verdi. Ondan sana yetecek kadarını ye, açlığımızı gider ve bize iyilik yap. Allah iyilik yapanların karşılığını verir ve iyilikte bulunanların iyiliğini zayi etmez. Kurt onlara karşı büyüklendi, onları reddetti, onlara daha kötü konuştu ve yanında bulunan bü­tün iyilikler hakkında onları ümitsizliğe şevketti.

Tilkiler bir hile bulamayınca toplandılar ve dediler ki: Şu vefasız açın durumu hakkında ne yapacağız? Durumu aslana bildirme ve ona başlarından geçeni başın­dan sonuna kadar anlatma konusunda görüş birliğine vardılar. Çünkü o, kurttan daha güçlüydü ve bütün yırtıcı hayvanların kralıydı. Aslana, kurdu yok etmesine karşılık ödül olarak bir deve yakalayacaklardı. Sonra bu tilkilerin her birisi kendi rız­kını Rabbinden vadettiği ve bizim üzerimizde iyiliği olduğu gibi istemek için gide­ceklerdi. Bunun için toplandılar ve aslana geldiler. Ona hikâyeyi anlattılar ve kurdu şikâyet ettiler. Aslan kurda kızdı ve onlara yanında yürümelerini emretti. Kurda gel­diler; onu devenin üzerine diz çökmüş bir halde deveyi yerken buldular. Aslan onu yakaladı, parça parça kesip dağıttı. Devenin bedenini tilkilere verdi ve onlardan ay­rıldı. Bu yüzden denildi ki: Hiçbir afet yoktur ki ondan daha büyük bir afet olmasın.

Bölüm

Sonra bil ki, zalim sultanın ömrü kısadır. Çünkü Allah, bütün inatçı zorbaları kıran, bütün asi ve zalimleri yok edendir. O, mazlumun hakkını zalimden alandır. Gücü yüce olan Allah, indirilmiş olan kitaplardan bazılarında şöyle der: “Ey sultan! Ben seni yeryüzünde halifem yaptım, sana benim isimlerimden birini verdim, sana kullarımın sorumluluğunu verdim ve mazlumun hakkını zalimden alman için hük­münü beldelerime ulaştırdım. Sen zalim olduğun, mahlûkatımdan zayıf olanlara ve kullarımdan zavallılara zulmettiğin zaman sen zalim olursun, onlar da mazlum. Ben krallar kralı ve sultanlar sultanıyım. Senden hakkımı alırım. Sonra helak edenlere seni helak etmeleri ve elem verici bir azap içerisinde ebedi kalman için izin veririm.”

Sonra bil ki, şayet sen dünyanın şehvetlerine ve lezzetlerine döner, oradaki iyi ve güzel görünüşlü şeylerle gururlanırsan ve onlar seni kendisinde senin için dönüş yurdunda iyilik ve kurtuluş olan şeylerle uğraşmaktan meşgul ederse, bir yolda yü­rüyen adamın başına gelenlerin senin başına gelmesi yakındır. Bu yol, dağdan inen debisi yüksek bir nehri takip ediyordu. Nehrin üzerinde de insanların karşıdan kar­şıya geçtiği bir köprü vardı. Adam köprünün üzerindeyken suyun akışını izlemeye başladı. O bu haldeyken en iyi balık cinslerinden büyük bir balık gördü. Kendi ken­dine dedi ki: Ben evime bu balıktan daha iyisiyle gidemem. Onu kızartırım, ailemi ve çocuklarımı toplarım. Onu güzelce yeriz. Ancak suyun akıntısının benimle balı­ğın arasını ayırmasından korkuyorum. Sonra şehveti kabardı ve balığı gördüğü için onun yerinde olmayı diledi. Onu yakalama konusunda tabiatı güçlendi. Elbiselerini çıkardı, nefes aldı ve balığı bir eliyle yakalayana kadar suda kaldı. Ona karşı elde ettiği zafere sevindi ve balığın kaçmasından korktuğu için yüzmekle meşgul oldu. Akıntının çokluğundan dolayı su ona galip geldi ve onu bulunduğu yerden sürük­ledi; neredeyse boğuluyordu. Balığın kaçmasını istemedi ve kendisini kurtarmaya çalıştı. Onun kendisini balıkla birlikte kurtarmak istediği bu hali, su onu yerin altın­daki bir çukura döküldüğü büyük bir uçuruma sürükleyene ve oraya dalana kadar devam etti. Nehrin sorumlusu ona geldi. Orada oturuyordu. “Düşen birisinin ancak boğulup öleceği bu yerde ne yapıyorsun?” dedi.

Adam dedi ki: Ben, basit bir lezzet ve aşağılık bir şehvet uğruna içinde kurtuluş ve selamet olan apaçık yolu ve aydınlık yeri bıraktım ve bu helak edici yere düştüm.

Sorumlu ona dedi ki: Elindekini bırakıp kendini kurtarmadın mı?

Dedi ki: Selamete erme ve başarma konusunda nefsime bildirdiğim şey hakkında hırs gösterdim.

Dedi ki: Sen cahilsin. Boğulmaya senden daha layık birisini görmüyorum. Elini adamın başına koydu ve onu boğdu. Ey kardeşim bu örnekleri ve işaretleri düşündü­ğün ve (Allah onları desteklesin) kardeşlerimizi (ihvân) okuduğun zaman, bu senin ve kavmin için hatırlatma olur. Senin ve kardeşlerimizden birisinin bu kıssaya uygun hareket etmesinden Allah’a sığınırız. Ancak Yüce Allah’ın Resûl’üne söylemiş olduğu söze uyanlardan olmayı dileriz: “Sen yine de öğüt ver. Çünkü öğüt inananlara fayda verir.”[163]

Bölüm

Anlatıldığına göre Müslüman olan Hint krallarından birisinin ölümü yaklaşınca o, kendisinden sonra krallığa, ehil olan çocuğunu getirmişti. Kralın ondan başka çocuğu da yoktu. Ona biraz hikmet öğretti, krallık sanatının bir kısmını tarif etti ve ona dedi ki: Ey evladım! Sana Allah’tan sakınmanı ve ona itaat etmeni, ondan kork­manı ve dünya işlerinde ahirette faydasını göreceğin on özelliği gözetmeni vasiyet ediyorum. Birincisi ve en önemlisi Allah’ın birliğini kabul etmek ve gece gündüz dua ve yakarışla ona yönelmektir. İkincisi onun resûllerini dil ile söylemek, doğrulamak ve kabul etmektir. Üçüncüsü Allah katından onlara indirilmiş olan kitapları kabul etmektir. Dördüncüsü şeriatı (nâmûs) korumak ve insanları yönetmektir. Beşincisi Allah için alçakgönüllü olmak ve övünmeyi terk etmektir. Altıncısı zulüm ve eziyeti terk etmektir. Kim Yüce Allah’ın kullarına zulm ederse Yüce Allah onun düşmanı olur. Allah kime düşman olursa şüphesiz o perişandır. Yedincisi kadınlarla karışma­yı, onlarla bir arada bulunmayı ve onların sözünü dinlemeyi terk etmektir. Çünkü kadınlar kendilerini dinleyen erkeklerin akıllarını karıştırırlar. Sekizincisi sarhoş eden şeyler içmeyi terk etmektir. Çünkü onlar aklın düşmanıdır. Akıl ise Allah’ın batınî/görünmeyen halifesidir. Kim Allah’ın halifesine düşmanını musallat ederse Allah onu helak eder, düşmanının girmesi ile birlikte aklını yok eder. Akıl gidince de din de, ilim de, yiğitlik de, edep de, kendi iç âlemine bakma da kalmaz. Kim bu özellikleri yitirirse onun ölümü herkesin faydasına olur. Dokuzuncusu cömertlik, eli açıklık, kişiye karşı yardımseverlik, ister dost, ister düşman olsun diğer insanlara iyilikte bulunmaktır. Bunlar sahibini yücelten özelliklerdir. Onuncusu doğru sözlü olmak, iyi ve kötüye karşı emaneti yerine getirmektir.

Ey evladım! Senin için, dünyada sana fayda sağlayacak ve kendilerinde hayır, iyi­lik, bereket, bolluk ve rızık göreceğin diğer on özellik daha vardır. Birincisi güzel ahlâktır. İkincisi güzel edeptir. Üçüncüsü vaadi yerine getirmek ve söze sadakattir. Dördüncüsü gücü yettiği halde affetmektir. Beşincisi adam seçmek ve hasedi terk etmektir. Altıncısı düşmanın olmaması için gayret göstermendir. Şayet düşmanın olursa senin ona iyilikte bulunman onu cezalandırman anlamına gelir. Allah’ın yar­dımı sana yeter ve onu kontrol altına almayı sana nasip eder. Yedincisi Allah’ın senin yanında bulunan emanetleri konusunda aşırılığı terk etmektir. Sadece seni ona yak­laştıracak olan şeyleri yap. Sekizincisi yiğitliğinin, dünyevî arzularına galip gelme­sidir. Dokuzuncusu dünyanı ahiretine tercih etmemendir. Yüce Allah senin bu dü­şüncede olduğunu bilirse dünyayı sana verir. Şanı yüce olan Allah’ın dünyaya şöyle vah yettiği söylenir: Ey dünya! Kim sana hizmet ederse onu kendi hizmetinde kullan. Kim de bana hizmet ederse ona hizmet et. Onuncusu seni ilgilendirmeyen şeyleri düşünmeyi terk etmendir. Sadece Allah’ın meşgul olmanı istediği şeylerle meşgul ol.

Ey evladım! Senin için, yüce Allah’ın onlarla hükümranlığını düzenlediği on özel­lik daha vardır. Sen de yönetimini onlarla sağla. Birincisi ülkenin insanlarını denet­leyen olmandır. Bu sayede onların büyük ve küçük işlerinden herhangi bir şeyden haberiz olmazsın. Aksine senin bilgin onların bütün işlerini kuşatır. İkincisi yöneti­min altındakiherkese çalışması ölçüsünde mukabele etmendir. Üçüncüsü adaletinin onları kapsıyor olmasıdır. Dördüncüsü onlara zulmetmemendir. Beşincisi maaş ve konum bakımından ilim sahipleri ile cahilleri eşit görmemendir. Altıncısı onlara iyi ve hür kimseleri yönetici atamandır. Onlara köleyi, esnafı ve gayrimeşru çocuğu baş­larına geçirmekten kaçın. Sonra bil ki, senin valilerinin yaptıkları sana aittir. Şayet âdil olurlarsa “Sultan adaletli davrandı” denir. Şayet zulmederlerse “Sultan zulmetti” denir. Yedincisi rey ve danışma ehlinden[164] sana dininde muhalif olanları kullanmamandır. Çünkü o sana nasihat etmez. Şayet sana birincisinde nasihat ederse diğe­rinde aldatır. Sekizincisi vezirinin hem din hem de dünya işlerinde zamanındaki insanların en üst derecesinde ve hayırlı kişilerden (ahyâr) olmasıdır. Denmiştir ki “Kökü olmayanın dalları (fer’) olmaz. Dalları olmayanın da meyvesi olmaz. Meyvesi olmayan her ağaca da ateş gereklidir.” Dokuzuncusu mazlumun hakkını zalimden almak ve kuvvetlinin zayıfa düşmanlık göstermesini engellemektir. Onuncusu hakkı hak sahibine vermek ve onlara yardım etmektir. Bu otuz özelliği tam yaptığında din ve dünya, mülk ve saltanat işlerinin senin için mükemmel olacağını ve âdil bir kral olmayı hak edeceğini umuyorum. Bunlarla yüce Allah katında yüce bir konum ve ahirette iyi bir sonuç elde edersin. Dönüş O’nadır.

Ey kardeşim! Bu vasiyeti iyice düşün, idrâk et ve bu adaletli kralın, oğluna olan şefkatine bak. Kendisi için razı olduğu şeye onun için de nasıl razı oluyor. Hikmet sahibinin de öğrencilerine bu şekilde vasiyet etmesi; nebinin, ümmetine ve kendi­sinden sonra yerine ve hilafetine geçecek olan kişiye böyle nasihat etmesi gerekir. Bu bölümde bahsedilen şeyler, bu kralın kendi halkına vasiyet ettiği şeylerdendi.

Bölüm

Denilir ki, bu kral, kendisinden sonra başa geçirdiği oğluna vasiyetini tamamla­yınca ülkesindeki âlimleri, fazilet ve şeref sahibi kişileri topladı. Onların içerisinde kralın dostları ve vasıta edindiği kişilerden konumu yüksek ve rütbeli kişiler vardı. Onlara şöyle seslendi: “Ey işimin valileri, sırdaşlarım ve arkadaşlarım olan âlimler! Benim için nasihatçi ve itaat edenlerdiniz. Doğru bir niyetle bana olan itaatiniz beni memnun etti. Dillerinizden bana teşekkür, dua ve övgü çıkıyordu. Size karşı ikram sahibiydim, haklarınızı biliyor, size merhametli davranıyor, cemaatinize iyilikte bu­lunuyordum. Siz de bu çocuğa benim size davrandığım gibi davranın. Sonra o toplu­luğa şöyle dedi: Allah’tan sakının ve aralarınızı düzeltin. Valilerinize itaat edin. Ayrı­lıktan, nifak çıkarmaktan, düşmanlıktan, birbirinizle çekişmekten, dinleriniz, görüş­leriniz ve mezhepleriniz hakkında mücadele etmekten sakının. Bunları terk ederse­niz sizin ve nefisleriniz için kurtuluş, birliğinizin korunması, kalplerinizin sükûneti ve beldelerinizin savunması söz konusudur. Böyle olduğunuz sürece düşmanlarınız size tamah edemez. Sizin için hayırlı olan şeyleri terk edip şer olan şeylerle değiştir­diğinizde, işte o zaman düşmanlarınız size tamah eder, beldelerinizi yıkarlar ve bu durumda mallarınız ve canlarınız nafakanız olur. Belki de buna da gücünüz yetmez ve hepiniz yok olursunuz. Birbirinize mezhebi düşmanlık yapmayın ve lanetleşmeyin. Aksi halde hepiniz yok olursunuz. Bilin ki kelimenin bir araya gelmesinde ve ayrılığın terkinde bunlara yönelen için bereket, onlara sığınan için sağlamlık vardır. İnce olan iki dal birleştirildiğinde ve aynı cinsten birkaç kat ilave edildiğinde avuca gelir ve onu kırmak zorlaşır. Bunlar ayrıldığında ise az bir çaba ile kırılırlar. Bana söz verdiğiniz şeyleri ve benimle sizin aranızdaki bu çocuğun işi konusunda size vasiyet ettiklerimi öğrendiniz. Bunları değiştirmekten ve ona karşı verdiğiniz sözü bozmak­tan sakının. Kendisine verilen sözde durulmayan kişi, verdiği sözde durmayandan daha kötü bir halde değildir. Size dinlemek ve itaat etmek düşer. Allah’a yaklaşın ki o da size yaklaşsın. Ondan sakının ki o da sizi sakınsın. Onunla ilgili başladığınız işi tamamlayın ki Allah da işlerinizin en iyisini yerine getirsin ve Onun tasarrufunda olan halinizi güzelleştirsin. Bu sizin mülkünüzdür.” Yardımcısına işaret etti ve çağır­dı. Bu konuda birbirlerine şahitlik ettiler. Allah da onlara şahitlik etti.

Krala ölüm sarhoşluğu geldi, dili tutuldu, canı zayıfladı, alın terledi, oğlu ona sarıldı ve ruhunu teslim etti. Ülkesinin insanları ona üzüldü. Sonra Allah ondan son­raki kimseler hakkında hoşlandığı şeye hükmetti ve onları halden hale soktu. Belki gaflet uykusundan ve cehalet uyuşukluğundan uyanırsın diye sana bunları anlattım. Belki bu risâle sana ve onu anlayan herkese hatırlatma olur. Umulur ki o, hatırlamak isteyene hatırlatma, ibret alan için de ibret olur. Yüce Allah seni, bizi ve mantık sahibi kardeşlerimizi başarılı kılsın. O, kullarına karşı merhametlidir.

“Dil Farklılığının Sebepleri Risâlesi” tamamen sona erdi.

Allah’ın hayır duası ve esenliği Efendimiz Muhammed’e ve onun ailesine olsun.

Aklî Nefsânîlerin/Nefıs ve Akla Dair Olan Şeylerin
(en-Nefsânîyyatu'l-akliyyât) Birinci -İhvân-ı Safâ Risâleleri’nin
Otuz İkinciRisâlesi: Pisagorculara Göre Varlıkların/Mevcutların
Aklî İlkeleri Hakkında[165]

Rahman ve Rahim Olan Allah’ın adıyla!

A

llah’a Hamd ve Onun seçilmiş kullarına selam olsun. “Allah mı daha hayırlıdır yoksa O’na ortak koştukları varlıklar mı?”[166]

Bölüm

Ey kardeş, bil ki, biz dil, konuşma, ses ve hat ve yazı şekillerindeki farklılığın se­beplerini, mezhep, itikat, görüş ve diyanetlerin prensiplerinin şeklini açıklamayı ge­ride bıraktık ve bu risâleyi bitirmekle tâbiî/fızik konular hakkındaki sözü de bitirdik. Kitabımızın başında verdiğimiz söz gereği şimdi de ruhsal ve aklî konularla ilgili üçüncü sınıflandırmaya başlamak ve orada peş peşe bu risâlelerleilgili hususları dile getirmek istiyoruz. Onlardan birisi, mevcutların ilkeleriyle ilgili bu risâledir. Sayı ilmi ve tabiatı hakkında ilk konuşan kimse olan filozof Pisagor’un görüşüne göre söylüyoruz. O şöyle dedi:

Varlıkların (mevcut) tabiatı/doğası, sayının tabiatına göredir. Sayıyı, onun hü­kümlerini, tabiatını, cinslerini, türlerini ve özelliklerini bilen kimse, varlıkların cins ve türlerinin niceliğini de bilebilir. Varlıkların şu an bulundukları nicelikler­deki hikmet nedir ve niçin bundan daha çok veya daha az değildir? Yüce Yaratıcı, mevcutların nedeninin (illet) var edicisi, bütün mahlûkların yaratıcısı, mucidi ve gerçekte her açıdan bir olunca, bütün şeylerin her bakımdan aynı olması da, fark­lı olması da hikmete uygun değildir; aksine bütün şeylerin maddede bir, surette çok olmaları gerekir. Aynı şekilde bütün şeylerin ikili, üçlü, dörtlü, beşli, altılı ve olabildiğince bundan daha fazlası olması da hikmete uygun değildir; aksine daha sağlam ve daha yetkin olan, sayılar ve ölçüler bakımından şu an oldukları şekilde olmalarıdır. Bu, son derece hikmetli ve sağlam bir şeydir. Bazı şeyler ikili, bazı şeyler üçlü, bazı şeyler dörtlü, bazı şeyler beşli, bazı şeyler altılı, bazı şeyler yedili, bazı şeyler sekizli, bazı şeyler dokuzlu, bazı şeyler onlu, bazı şeyler de olabildiğince daha fazladır.

İkili şeylerin örnekleri şunlardır: Madde/heyûlâ ve suret, cevher ve araz, neden ve nedenli, basit ve bileşik, yumuşak ve sert, saydam ve mat, karanlık ve aydınlık, hareketli ve durgun, yüksek ve alçak, sıcak ve soğuk, yaş ve kuru, hafif ve ağır, zararlı ve yararlı, iyi ve kötü, doğru ve yanlış, hak ve batıl, erkek ve dişi. Yüce Allah’ın dediği gibi, özetle her çiftten iki tanedir: “Belki düşünüp ibret alırsınız diye her şeyden bir çift yarattık."[167]

Üçlü şeylerin örnekleri şunlardır: En, boy ve derinlikten oluşan üç boyut; çiz­gi, yüzey ve cisim gibi üç ölçü; geçmiş, şimdi ve gelecek gibi üç zaman; mümkün, imkânsız ve zorunlu gibi üç unsur; matematik, fizik ve metafizik gibi üç konu ve genel olarak bir ortası ve iki ucu olan her konu.

Dörtlü şeyler (Rubâiyye) mesela; sıcaklık, soğukluk, yaşlık ve kuruluktan oluşan dört tabiat-, ateş, hava, su ve topraktan oluşan dört unsur-, safra, kan, balgam ve sevda­dan oluşan dört karışım, ilkbahar, yaz, sonbahar ve kıştan oluşan dört zaman-, doğu, batı, güney ve kuzeyden oluşan dört yön; doğan, batan, yer sütunu ve gök ortası sütunundan oluşan dört sütun; birler, onlar, yüzler ve binlerden oluşan sayı mertebe­leridir. Bu kıyasa göre düşündüğünde beşli, altılı, yedili vs birçok şey bulursun. Müsebbia[168] [169], yedili şeyleri keşfetmeye daldılar, ilginç şeyler keşfettiler, onlara kapıldılar, bunlar dışındaki mevcutlardan habersiz kaldılar. Aynı şekilde Seneviyye' de ikili mevcutları ortaya çıkarma konusunda aşırıya kaçtılar, ilginç şeyler keşfettiler, on­lara kapıldılar ve bunlar dışındaki mevcutlardan habersiz kaldılar. Hıristiyanlar da üçleme ve üçlüler konusunda bu durumdadırlar. Tabiatçılar da dört tabiat ve dörtlü konular hususunda aşırılık gösterdiler. Hürremiyye[170] de aynı şekilde beşli konular hususunda ileri gittiler. Aynı şekilde Hint halkı da dokuzlu sayılar ve sayılanlar ko­nusunda aşırılık gösterdiler.

Pisagorcular her hak sahibine hakkını verdiler. Hatta şöyle dediler: Mevcutlar sa­yının tabiatına göredir. Bununla mevcut şeylerden bazısının iki iki, bazısının üç üç, bazısının dört dört, bazısının beş beş olduğunu ve aynı şekilde gidebildiği yere kadar gittiğini kast ederler.

Dediler ki: Bir, sayının aslı ve kaynağıdır. Sayının azı ve çoğu, çifti ve teki, tamı ve kesirlisi “bir’den oluşur. Yaratıcı nın -isimleri yüce olsunmevcutların nedeni, var edicisi, sıralayanı, sağlamlaştırmışı, tamamlayıcısı ve yetkinleştiricisi olması gibi “bir” de sayının nedenidir. Nitekim “bir”in parçası ve benzeri/misli yoktur. Nitekim Yüce Yaratıcı da böyle olup ortağı, benzeri ve dengi yoktur. Nitekim “bir”, bütün sayı­larda onları kuşatarak bulunur. Aynı şekilde Yaratıcı -övgüsü yüce olsunbütün var­lıklara onları kuşatarak şahittir. Nitekim “bir” her sayı ve miktara kendi adını verir. Aynı şekilde Yaratıcı da -övgüsü yüce olsunher varlığa varlık vermiştir. Nitekim sayının devamlılığı “bir”in devamlılığına bağlıdır. Aynı şekilde varlıkların bekası ve devamlılığı da Yaratıcının bekasına bağlıdır. Nitekim her sayı ve miktarın varlığı da “bir’den sonradır. Yüce Yaratıcının görünen ve görünmeyen her şeyi kuşatarak bilmesi de böyledir.

Dediler ki: Nasıl “bir’in tekrarlanmasından sayının meydana gelişi ve artışı ger­çekleşiyorsa aynı şekilde Yaratıcının varlığının taşmasından yaratıkların meydana gelişi, tamamlanması ve yetkinleşmesi gerçekleşir. “İki”nin “bir”in tekrarlanma­sından meydana gelen ilk sayı olması gibi akıl da Aziz ve Çelil olan Yaratıcının varlığından taşan ilk varlıktır. “Üç”ün “iki’den sonra sıralanması gibi nefis de akıl­dan sonra sıralanır. “Dörd’un “üç”ten sonra sıralanması gibi madde (heyûlâ) de nefisten sonra sıralanır. “Beş”in “dörf’ten sonra sıralanması gibi tabiat da madde (heyûlâ)den sonra sıralanır. “Altı’nın “beş”ten sonra sıralanması gibi cisim de ta­biattan sonra sıralanır. “ Yedi”nin “altı’dan sonra sıralanması gibi felekler de cismin varlığından sonra sıralanır. “Sekiz’m “yedi’den sonra sıralanması gibi unsurlar/ rükünler de felekten sonra sıralanır. “Dokuz”un “sekiz’den sonra sıralanması gibi doğumla meydana gelenler de unsurlardan sonra sıralanır. Dokuzun birler mer­tebesinin sonu olması gibi doğanlar da madenler, bitkiler ve hayvanlardan oluşan bütün mevcutların sonudur. Madenler onlar gibi, bitkiler yüzler gibi, hayvanlar binler gibi, mizaç bir gibidir.

Dediler ki: Bütün sayılar, çift, tek, tam ve kesirlidir. Ruhlar âlemindeki varlıkların mertebeleri daha çok tek sayıların tabiatına benzer. Bedenler âlemindeki varlıkların mertebeleri daha çok çift sayıların tabiatına benzer. Felekler âlemindeki varlıkların mertebeleri daha çok tam sayıların tabiatına benzer. Oluş ve bozuluş âlemindeki var­lıkların mertebeleri ise daha çok kesirli sayıların mertebelerine benzer.

Bölüm

Allah seni ve bizi kendinden bir ruh ile desteklesin, bil ki varlık bekâdan(ebedî olarak ölmeden kalmak) önce, beka tamamdan önce, tamam kemalden/yetkinlikten öncedir. Zira her yetkin tamdır, her tam bâkîdir ve her bâkî mevcuttur. Fakat her mevcut bâkî değildir, her bâkî tam değildir, her tam da yetkin değildir. İsimleri yüce olsun, varlıkların nedeni, var edeni, devam ettiricisi, tamamlayanı ve yetkinleştiricisi olan Yaratıcı, varlığın, sonra bekanın, sonra tamamın, sonra yetkinliğin taştığı ilk feyiz (kaynak)’dir. Biz, özel sayıları anlattığımız risâlede tamam ile yetkin arasındaki farkı açıkladık; Allah dilerse bunu oradan öğren.

Bölüm

Mevcutları hakikatleri üzere öğrenmek için onların ilkeleri hakkında düşünmek isteyen kimsenin önce düşünülür konuların ilkeleri hakkındaki düşünceye dayalı olarak aklını eğitmek ve anlayışını güçlendirmek için duyulur konuların ilkeleri üze­rinde düşünmesi gerekir. Çünkü duyulur konular, yeni başlayanların anlayışına daha yakın ve öğrenciler için daha kolaydır.

Diyoruz ki: Cisim, duyularla algılanan varlıkların birisidir. O, birine madde (heyûlâ), diğerine suret denilen iki düşünülür basit cevherden meydana gelen bir cevherdir. Madde, sureti kabul eden cevher; suret, şeyin kendisiyle bu şey olduğu şeydir. Bunun örneği şudur: Demir; bıçak, kılıç ve testere gibi kendisinden üretilen her şeyin maddesidir. Bıçak ancak belli bir şeklin ismidir. Kılıç ve balta da böyledir. Çünkü demir hepsinde aynıdır. Şekil farklıdır. İsimlerin farklılığı, şekillerin farklılı­ğına bağlıdır. Ahşap da böyledir. O, kapı, yatak ve taht gibi kendisinden yapılan her şeyin maddesidir.

Her madde her sureti kabul etmez. Çünkü ahşap, gömlek şeklini; daire (şukka), taht şeklini; madde, önceki herhangi bir şekli almaz. Çünkü pamuk, daire şeklini; yün, gömlek şeklini almaz. Fakat pamuğun aldığı ilk şekil, yünün şeklidir. Yün şekli vasıtasıyla dairenin şeklini, sonra da gömleğin şeklini alır. Aynı şekilde yemeğin al­dığı ilk şekil, unun şekli, sonra hamurun şekli, sonra da ekmeğin şeklidir.

Madde çeşitli suretleri bu örnekte olduğu gibi kabul eder. Birinci, sıralamada bi­rincidir. İlk maddenin kabul ettiği ilk şey, en, boy ve derinlikten oluşan cismin sure­tidir. Sonra cisim vasıtasıyla daire, üçgen ve dörtgen gibi diğer şekilleri kabul eder. Dört cihete madde denir. Bunların duyuya en yakın olanı, açıkladığımız üzere ahşap, demir ve pamuk gibi üretim maddesidir. Her üreticinin işleyeceği ve üreteceği bir maddeye ihtiyacı vardır. İkincisi, ateş, hava, su ve topraktan oluşan tabiat maddesidir. Bu dört unsur, Ay feleği altındaki tabiatın meydana getirdiği her mevcudun madde­sidir. Üçüncüsü, bütünün maddesi, yani felekleri ve bütün olanları kapsayan mutlak cisimdir. Dördüncüsü, suretin kabul edicisi cevher olan ilk maddedir. Kabul ettiği ilk suret, boy, en ve derinliktir. Bununla mutlak cisim olur. Bu madde, ilk düşünülür ilkelerdendir. Bu madde, nefsin ilk nedenlisi; nefis, aklın ilk nedenlisi; akıl ise Yüce Yaratıcı mn ilk nedenlisidir. Yüce Yaratıcı, en üstün düzen ve tertip üzere her varlığın nedeni, var edicisi, sağlamlaştırmışı, tamamlayıcısı ve yetkinleştiricisidir. Varlıkların ondan başlayan sıralaması, sayıların ikiden önceki birden başlayan sıralaması gibi­dir. Nitekim bunu özel sayıları anlattığımızrisâlede açıkladık. Akıl, Yüce Yaratıcının vasıtasız olarak var ettiği, meydana getirdiği ilk varlıktır. Sonra akıl vasıtasıyla nefsi, sonra da maddeyi var etti. Akıl, Aziz ve Çelil olan Yaratıcıdan taşan, bâkî, tam ve yetkin bir ruhanî cevherdir. Nefis, akıldan taşan, bâkî, tam, ama yetkin olmayan bir ruhanî cevherdir. İlk madde, nefisten taşan, bâkî olduğu halde tam ve yetkin olma­yan bir ruhanî cevherdir.

Bölüm

Bil ki, aklın varlığının nedeni, Aziz ve Çelil olan Yaratıcının varlığı ve kendisinden taştığı feyzidir. Aklın bekasının (kalıcılığının) nedeni, Aziz ve Çelil olan Yaratıcı'nın ona varlık ve ilk olarak taşan feyiz ile yardım etmesidir. Aklın tamlığının nedeni, bu feyiz ve faziletlerin kabul edilmesi ve onun Yüce Yaratıcıdan alınmış olmasıdır. Aklın yetkinliğinin nedeni, bu feyiz ve faziletleri Aziz ve Çelil olan Yaratıcıdan alması se­bebiyle nefse taşırmasıdır. O zaman aklın bekası nefsin varlığının nedeni, aklın tamlığı nefsin bekasının nedeni, onun yetkinliği nefsin tamlığının nedeni, nefsin beka­sı maddenin varlığının nedeni, nefsin tamlığı maddenin bekasının nedenidir. Nefis yetkinleştiği zaman madde tamam olur. Bu, nefsin madde ile ilişkisinde en yüksek amaçtır. Bundan dolayı feleğin dönmesi ve olanların oluşturulması, nefsin faziletleri­ni maddede ortaya çıkarması suretiyle yetkinleşmesi ve maddenin bunu kabul ederek tamamlanması içindir. Bu böyle olmasaydı felek boşuna dönmüş olurdu.

Kardeşim, bil ki akıl, Yüce Yaratıcı mn feyzini ve beka, tamlık ve yetkinlikten olu­şan faziletlerini Aziz ve Çelil olan Yaratıcı’ya yakınlığından ve rûhânîyetinin şid­detinden dolayı zamansız, hareketsiz ve yorgunluk olmadan bir defada kabul eder. Nefis ise varlığını Yaratıcıdan -övgüsü yüce olsun-, akıl vasıtasıyla aldığı için onun mertebesi akıldan aşağı olur ve faziletleri kabul etmede kusurlu olur. Çünkü bazen akıldan hayır ve faziletleri almak için ona doğru yönelir, bazen de bu hayır ve fazi­letlerle yardım etmek için maddeye yönelir. Hayır almak için akla doğru yönelince maddeye bu hayrı vermekten uzak durur. Bu feyizle yardım etmek için maddeye yönelince akıldan ve onun faziletlerini almaktan uzak durur.

Madde nefsin tüm faziletlerini kabul etmede düşük mertebeli ve onun feyzine isteksiz olduğu zaman, nefis ona şiddetli bir şekilde yönelmeye ve onu tam olarak iyileştirme özeni göstermeye ihtiyaç duyar. Dolayısıyla bitkin düşer ve bu konuda ona zorluk ve sıkıntı ilişir. Eğer Aziz ve Çelil olan Yaratıcı, nefsi lütuf ve rahmetiy­le desteklemese ve kurtuluşu için ona yardım etmeseydi o, madde denizinde helak olurdu. Nitekim Yüce Allah şöyle buyurmuştur: “Eğer Allah’ın size lütuf ve merhame­ti olmasaydı içinizden hiçbir kimse asla temize çıkamazdı"' Nefsi desteklemesi ve ona faziletlerini taşırması konusunda akla ne yorgunluk ne de sıkıntı dokunur. Çünkü nefis, kolay kabul eden ruhanî bir cevherdir. Aklın faziletlerini ister ve hayırlarını arzu eder. O bizzât diri, potansiyel olarak (bilkuvve) bilen, doğal olarak eylemde bu­lunan ve arazî (sonradan) olarak güç yetiren ve yapandır.

Madde, zikri yüce Yaratıcıdan uzaklığı sebebiyle düşük mertebeli, faziletlerden mahrum, nefsin feyzine karşı isteksiz, faziletlerini arzu etmeyen, bilgisiz, faydasız, cansız; daha doğrusu sadece kabul edici olan bir şeydir. Bundan dolayı nefse madde­yi yönetirken ve tamamlarken yorgunluk, sıkıntı, zahmet ve bitkinlik dokunur. Nefis ancak akla yöneldiği, onunla irtibat kurduğu ve birleştiği zaman rahat eder. Bunun nasıl olduğunu inşallah daha sonra açıklayacağız.

7. Nûr, 24/21.

Bölüm

İlkelerle İlgili Sorulara Dair

Varlık mevcutlara nasıl sirayet eder? Beka bakilere nasıl sirayet eder? Devam de­vamlılara nasıl sirayet eder? Tamlık tam olanlara nasıl sirayet eder? Yetkinlik yetkin­lere nasıl sirayet eder? Hayat dirilere nasıl sirayet eder? Bilgi bilenlere nasıl sirayet eder? Kudret kudretlilere nasıl sirayet eder? Başkanlık başkanlara nasıl sirayet eder? Rablık erbap sahiplerine[171] nasıl sirayet eder? Çokluk salt birlikten nasıl sirayet eder?

Bazıları dediler ki, denilen (o) şey ne güzeldir:

Ey duyular âlemini aydınlatıcı akıl ile aydınlatan

Sen bütünün başlatıcısısın, asırlar geçse de hâlâ varsın

Âlem zuhurundan önce de senin ilminde hep

Sağlam eser idi kalbin vehmindeki suret gibi

Sonra varlığa çıkardın görenin çıkarması gibi

Bütün olarak ve onları kudretli yaratıcı gibi yarattın

Bölüm

Birlikte Ruhanî ve Cismanî İlkeler ve Mertebelerine Dair

Ey iyilik sever ve merhametli kardeş, -Allah seni ve bizi kendinden bir ruh ile desteklesinbil ki Allah’ın -övgüsü yüce olsunyarattığı ve var ettiği ilk şey tamam­lık, yetkinlik ve fazlın zirvesinde olan basit ve ruhanî bir cevherdir. Onda bütün şey­lerin suretleri vardır ve o faal akıl olarak adlandırılır. Bu cevherden mertebesi daha düşük olan tümel mertebe adlı başka bir cevher taşar. Nefisten de ilk madde adlı baka bir cevher taşar. İlk madde, boy, en ve derinlikten oluşan miktarı kabul eder; bu şekilde mutlak cisim olur. O ikinci maddedir.

Cisim, şekillerin en üstünü olan küre şeklini alır. Bundan, arınmış ve incelmiş olarak, felekler (gezegenler) ve yıldızlar âlemi olur. Çevreleyen felekten Ay feleğinin sonuna kadar ilkten ilke gider. Onlar, iç içe olan dokuz okerdir. Merkeze en yakın olanı Ay feleği; en uzak ve en yüksek olanı çevreleyen felektir. O da yine bütünü ta­şıyan felek diye adlandırılır. O, feleklerin en ince cevherli ve en basit cisimli olanıdır. Sonra onun altında sabit yıldızlar feleği, sonra onun altında Satürn (Zühal) feleği, sonra onun altında Jüpiter (Müşteri) feleği, sonra onun altında Mars (Merih) feleği, sonra onun altında Güneş feleği, sonra onun altında Venüs (Zühre) feleği, sonra onun altında Merkür (Utarit) feleği, sonra onun altında Ay feleği, sonra Ay feleğinin altında ateş, hava, su ve topraktan oluşan dört unsur vardır. Toprak merkezdir ve cisimlerin cevheri en kaba ve cirmi en yoğun olanıdır.

Bu okerler/felekler, şanı yüce Yaratıcılarının istediği ve hikmetinin ince düzenli ve güzel sıralı olmasını gerektirdiği gibi iç içe sıralanınca, felekler dört unsur üzerin­de burçları ve yıldızlarıyla dönünce, gece ve gündüz, kış ve yaz, sıcak ve soğuk peş peşe gelince, bunlar birbirinin içine girince, onların incesiyle kalını, ağırıyla hafi­fi, sıcağıyla soğuğu ve yaşıyla kurusu birbirine karışınca onlardan zaman sürecinde madenler, bitkiler ve hayvanlardan oluşan çeşitli bileşimler meydana gelir. Maden, toprağın bağrında, denizin çukurunda ve dağların içinde çözülmüş buharlar, yükse­len dumanlar, mağara ve çukurlarda birikmiş nemlerden meydana gelen her şeydir. Onda topraklık baskındır. Bitki, yeryüzünde biten her türlü ot, çayır, bakla, ekin ve ağaçtır. Onda su özelliği baskındır. Hayvan, hareket eden, hisseden ve bir yerden başka bir yere bedeniyle intikal eden her cisimdir. Onda hava özelliği baskındır.

Bileşim bakımından madenler unsurlardan, bitkiler madenlerden, hayvanlar bit­kilerden, insan da bütün hayvanlardan üstündür. Onda ateşlik baskındır. İnsanın bile­şiminde daha önce adı geçen basit ve bileşik bütün mevcutların manaları toplanmış­tır. Çünkü insan, katı cismanî beden ve basit ruhanî nefisten meydana gelir. Bundan dolayı filozoflar insanı küçük âlem, âlemi de büyük insan olarak adlandırmışlardır. İnsan kendisini gerçek olarak beden bileşiminin gariplikleri, iskelet yapısının inceliği, nefis güçlerinin onun üzerindeki tasarruf çeşitleri, onda gösterdiği sağlam sanat ve meslekler şeklindeki fiilleri ile tanırsa onda bütün duyulur manaları ona kıyaslama ve tüm âlemlerin bütün düşünülür manalarını onunla kanıtlama gücü hazır hale gelir.

Ey kardeş, Allah seni ve bizi kendinden bir ruh ile desteklesin, varlıkların ha­kikatlerini bilmeye yöneldiğimiz zaman işe önce kendimizi tanımakla başlamamız gerekir. Çünkü onlar bize en yakın şeylerdir. Bundan sonra diğer şeyleri bilmemiz gerekir. Zira bizim kendimizi tanımadan şeylerin hakikatlerini iddia etmemiz çir­kindir.

Bölüm

Ey iyilik sever ve merhametli kardeş Allah seni ve bizi kendinden bir ruh ile des­teklesinbil ki küllî nefis, dahaönce belirttiğimizgibi, ancakövgüsüyüce Yaratıcı’nın izniyle akıldan taşan ruhanî bir güçtür. Onun tıpkı Güneş ışığının bütün hava parça­larına nüfuz etmesi gibi, çevreleyen felekten yeryüzünün merkezine kadar bütün ci­simlere nüfuz eden iki gücü vardır. Onun iki gücünden birisi bilen, diğeri yapandır. O, yapan gücü sayesinde cisimleri kendisine nakşolan suretler, şekiller, görünümler, süs, güzellik ve boya renkleri ile tamamlar ve yetkinleştirir. Bilen güç sayesinde de kuvveden fiile çıkan faziletleri olan hakiki ilimler, güzel huylar, doğru düşünceler, iyi davranışlar, sağlam sanat ve meslekler ile onların zâtını şahsın onların etkilerini cevherinin saflığı ve cisminin inceliği ile kabul etmesi oranında yetkinleştirir.

Bölüm

Ey iyilik sever ve merhametli kardeş Allah seni ve bizi kendinden bir ruh ile des­teklesinbil ki nefsin cevheri yok olmaz, güçleri ortadan kalkmaz, fiilleri kesintiye uğramaz. Çünkü onun akıldan gelen maddesi, onun desteğiyle devamlı ve ondan sürekli feyiz kabul etmesiyle ebedîdir.

Yüce Yaratıcının aklı daima ve ebediyen desteklemesi de böyledir; feyzi sürek­li, aklın onu kabul etmesi devamlıdır. Zira Yüce Yaratıcının faziletleri yok olmaz, lütufları bitmez, feyzi son bulmaz. Çünkü o, hayırların kaynağı, bereketlerin ilkesi, cömertliğin madeni ve her mevcudun sebebidir. Hamd, övgü (sena), şükür ve vergi ona aittir.

Bölüm

Ey iyilik sever ve merhametli kardeş -Allah seni ve bizi kendinden bir ruh ile desteklesinbil ki küllî nefsin mertebesi çevreleyen feleğin üstündedir ve güçleri yönetim, sanat ve hüküm vasıtasıyla feleğin tüm parçalarına, şahıslarına ve feleğin ihtiva ettiği diğer bütün cisimlere yayılır. Onun [nefsin] feleğin her şahsında o şahsa özgü, onu yöneten ve onda fiillerini açığa çıkaran bir gücü vardır. Bu güce o şahsın tikel nefsi adı verilir. Mesela; Satürn’ün cismine ait, onu yöneten ve kendisiyle onun fiillerini açığa çıkaran güç, Satürn’ün nefsi olarak adlandırılır. Aynı şekilde Jüpiter’in cismine ait onu yöneten ve kendisiyle onun fiillerini açığa çıkaran güce Jüpiter’in nefsi denir. Felek cisimlerinden ve şahıslarından herhangi bir yıldıza ve cisme ait ve onları yöneten ve fiillerini açığa çıkaran diğer güçler de bu örnek ve kıyasta olduğu gibi onların nefisleri olarak adlandırılırlar.

Bu, İlahî kitaplarda işaret edilen meleklerin, yüce topluluğun ve Allah’ın ordusu­nun gerçek mahiyetidir. Onlar Allah’ın emrettiği şeylere karşı gelmezler ve kendile­rine emredilen şeyleri yaparlar.

Bu, bilge ve filozofların tikel nefisleri açıklarken âlemi korumakla ve feleklerin dönüşü, yıldızların akışı, devirlerin çevrilişi ve zamanların değişmesi yoluyla yara­tıkları yönetmekle, rükünleri gözetmekle, bitki ve hayvanları yetiştirmekle ve muha­faza etmekle görevli ruhanîler diye adlandırılan felekler ve rükünler âlemi hakkında söylediklerinin gerçek mahiyetidir.

Bölüm

Ey nazik ve merhametli kardeş, Allah seni ve bizi kendinden bir ruh ile destek­lesin, bil ki çevreleyen feleğin üstündeki küllî nefsin Ay feleğinin altındaki bütün cisimlere nüfuz eden özel bir gücü vardır. O bunları yönetir, üzerlerinde tasarrufta bulunur, onlarla fiillerini açığa çıkarır. Onu filozoflar ve tâbipler oluş ve bozuluşun tabiatı olarak, şeriat ise meleklerden bir melek olarak adlandırır. O bir tek nefistir. Onun Ay feleğinden yerin merkezine kadar bütün hayvan, bitki ve maden kısımları­na ve dört unsura yayılmış birçok gücü vardır.

Bu varlıklar içinde bu nefsin ilgili olmadığı, yönetmediği ve kendisinde fiillerini ortaya çıkarmadığı hiçbir cins, tür ve şahıs yoktur. Bu güç, o şahsın tikel nefsi olarak adlandırılır.

Bölüm

Bil ki bu nefsin ateş, hava, su ve toprak unsurlarındaki ilk gücü sıcaklık, so­ğukluk, yaşlık ve kuruluktur. Yine bu güçlerin bu unsurlardaki ilk fiilleri; hare­ket ettirme ve durdurma, soğutma ve ısıtma, eritme ve dondurma, buharlaştırma ve damıtma, karma ve karıştırma, birleştirme ve terkip etme, şekillendirme, res­metme, boyama ve benzerleridir. Bütün bunlar, Yüce Allah’ın izniyle bu güçlerin bu unsurlarda onlara ait felekî şahısların güçleri yardımıyla yaptığı fiiliyle olur. Bunun örneği, onun ateş unsurunu, Güneşin gücünün kendisine sürekli yardım etmesiyle âlemin ısıtılması için hareket ettirmesi; Satürn’ün gücünün kendisine sürekli yardım etmesiyle toprak unsurunu durağanlaştırması; Jüpiter’in gücünün kendisine sürekli yardım etmesiyle akarak su unsurunu çözmesi; Mars’ın gücünün kendisine sürekli yardım etmesiyle hava unsurunu inceltmesi; Venüs’ün gücünün kendisine sürekli yardım etmesiyle yaş buhar unsurunu damıtması; Merkür’ün gücünün kendisine sürekli yardım etmesiyle kuru buhar ve yaş buhar unsurlarını karıştırması ve Ay’ın gücünün kendisine sürekli yardım etmesiyle sıkılmış su un­surunda doğanlara destek vermesidir.

Bölüm

Ey nazik ve merhametli kardeş, Allah seni ve bizi kendinden bir ruh ile destek­lesin, bil ki bu güçlerin yani madenlerin oluşumundaki sıcaklık, soğukluk, yaşlık ve kuruluğun ilk fiili, cıva ve kibrit yapımıdır. Yer cisimlerinin içindeki nemlere ve orada hapsolmuş buharlar, üzerlerine peş peşe yaz sıcağı ve maden sıcaklığı gelince yumuşar, hafifler, bu çukur ve mağaraların tavanlarına yükselir ve ora­larda bir süre yapışmış halde dururlar. Peş peşe kış soğuğu dokununca sertleşir, donar, tekrar bu çukur ve mağaraların en aşağısına damlar, bu bölgenin toprağıyla karışır ve orada uzun bir süre kalırlar. Madenlerin sıcaklığı onları daima pişirme, olgunlaştırma ve arıtma işlevi görür. Bu sıvı nem, içine karışan toprak parçaları, zamanla onun ağırlık ve sertliğinden aldıkları ve sıcaklığın onu pişirmesiyle ağır ıslak cıva haline gelir. Madenlerin altındaki bu toprak parçaları, onlara karışan yağlı nem ve sıcaklığın pişirmesiyle yanıcı kibrite dönüşür. Civa ve kibrit ikinci kez karılıp birbirine karışınca -ki halinde tedbir vardıronların karışımından madenî cevherlerin cins ve türleri meydana gelir. Bunun eriyen cevherlerle ilgili örneği şudur: Civa saf ve kibrit katışıksız olduğunda, ikisi eşit olarak karıştığında, top­rağın suyun nemini emdiği gibi kibrit de cıvanın ıslaklığını emdiğinde, parçaları dengeli olarak birleştiğinde, miktarları birbirine uygun olduğunda, madenin sı­caklığı ikisini mutedil bir şekilde pişirdiğinde ve onlara pişmeden/olgunlaşmadan önce soğukluk ve kuruluk gibi herhangi bir şey dokunmadığında bundan zaman içerisinde saf altın meydana gelir. Eğer bu ikisine pişmeden önce soğuk dokunursa birleşirler ve beyaz gümüş meydana gelir. Eğer onlara aşırı sıcaktan dolayı kuru­luk dokunursa kuru bakıra dönüşür. Kibrit parçaları ile cıva parçaları birleşmeden önce bunlara soğuk vurursa değerli kurşun oluşur. Onlara pişme öncesinde soğuk vurur ve kibrit parçaları daha çok olursa demir meydana gelir. Civa çok, kibrit az ve sıcaklık zayıf olursa onlardan değersiz kara kurşun meydana gelir. Diğer ma­den cevherlerinin cinsleri de onlara dokunan civa ve kibritin çokluğu veya azlığı, pişme öncesinde aşırı sıcaklık veya soğukluk ve dengeyi kaybetme gibi dokunan geçici durumlar sebebiyle bu örneklerde olduğu gibi farklılaşır.

Bölüm

Ey nazik ve merhametli kardeş, Allah seni ve bizi kendinden bir ruh ile des­teklesin, bil ki şanı yüce Yaratıcı bitkisel nefsi yedi etkin güçle destekledi. Bunlar; çeken güç, tutan güç, sindiren güç, iten/atan güç, besleyen güç, şekillendiren güç, büyüten güç. O, bu güçlerin her birisiyle diğer güçle yaptığının aksine bir işi yapar. Bitkiyi oluştururken yaptığı ilk iş, toprak, su, hava ve ateşten oluşan dört unsurun öz sıvılarını çekmesi, onların ince kısımlarını ve içlerindeki her bitki türüne ben­zer parçaları emmesi, sonra akmamaları, çözülmemeleri ve geri dönmemeleri için tutan güç vasıtasıyla onları kendisinde tutması, sonra özüne iletmek üzere onları sindirici güçle sindirmesi, sonra onları itici güçle bölgelerine itmesi, sonra besle­yen güçle beslemesi, sonra büyüten güçle büyütmesi ve çoğaltması, sonra şekillen­diren güç sayesinde şekiller ve renklerle şekillendirmesidir. Bunun örneği şudur: Tıpkı hacamatçının[172] hacamat aletiyle kanı veya ateşin fitil ile yağı çekmesi gibi çeken güç, bitkinin damarları vasıtasıyla toprağın nemini emdiği ve çektiği zaman birleşmenin şiddetinden dolayı onunla birlikte toprak parçaları da çekilir. Bu mad­de bitkinin damarlarında meydana gelince sindiren güç onu olgunlaştırır/pişirir, damarların cismine benzer bir şekle dönüştürür, besleyen güç onları alır, bu organ ve eklemlere ait her şekle şekillendiren gücün uygun gördüğü şeyleri yapıştırır; bü­yüten şey, onun boyutlarını en, boy ve derinlik olarak artırır. Bu maddeden artan, ufalanan ve incelen şeyler, iten güç tarafından bitkinin köklerinde ve dallarında[173] yukarıya itilir, çeken güç tarafından oradakilere çekilir, tutan güç tarafından tekrar aşağı dönerek akmaması için tutulur. Sonra sindiren güç, onu ikinci defa pişirir ve köklerin ve dalların şekline ve ona ait bir maddeye dönüştürür. Boyutlarını en, boy ve derinlik olarak artırır. Sindiren güç, bu maddenin ağır, yumuşak ve ince kısımları dalların yukarısına gönderir, çeken güç oraya çeker, tutan güç de onları tutar. Sonra sindiren güç onları üçüncü defa sindirir; yaprak, çiçek ve tohum ile meyve kapçığının cismine benzetir ve bunların maddesi yapar. Onların boyutla­rını en, boy ve derinlik olarak artırır. Bu maddenin ufalan ve incelen kısımlarını tohum ve meyve için madde yapar ve tutan güç bunları orada tutar. Sonra sindiren güç onları dördüncü defa pişirir, olgunlaştırır, inceltir, incesini kalınından, katisını yumuşağından ayırır; katı ve kalın olanları kabuk ve çekirdeğin cismi için madde yapar ve boyutlarını en, boy ve derinlik olarak artırır. İnce ve ufak olanları öz, to­hum ve meyvenin maddesi haline getirir. Bunlar un, tahin, yağ, pekmez, tat, renk ve kokudur. Hayvan beslenmek için bitki tohumunu yiyince ve bu madde midede hâsıl olunca bu güçlerin ondaki ilk işi, sindiren gücün doğal sıcaklık ile yapması, sonra bağırsakta arıtılması, sonra mide suyunun/kimusun karaciğere çekilmesi, sonra onun ikinci kez pişirilmesi, sonra kan, balgam ve iki acı sudan(mira) oluşan karışımların birbirinden ayrılması, sonra onların kendilerini kabule istidatlı organ ve kaplara itilmesi, sonra kanın organ ve eklemlere dağıtılması, sonra onun her organı kendisine uygun madde ile beslemesi, sonra bütün boyutlarda en, boy ve derinlik olarak büyüme ve artma, sonra cinsel ilişki esnasında erkek hayvanın bü­tün parçalarından kanın özü olan meninin çıkarılması, sonra onun buna istidatlı aletlerle dişinin rahmine nakledilmesidir.

Meninin rahimde meydana gelmesi ve onu insanın bünyesi tamamlanıncaya ve orada şekli olgunlaşıncaya kadar halden hale geçerek dokuz ay idare etmesi esna­sında bu güçlerin insan bedeninin bileşimindeki etkisi konusunu, bunun dışındaki başka bir risâlemizde açıkladık.

İnsan için övgüsü yüce Yaratıcının takdir ettiği belirli süre tamamlandığında ve hisseden hayvânî nefis gücü Allah’ın izniyle onu o mekândan bu dünya alanına naklettiğinde dört yaşın bitimine kadar başka bir yönetim başlar. Sonra duyulur­ların isimlerini açıklayan nâtık (konuşan) güç gelir ve onu on beş yaşın bitimi­ne kadar başka bir şekilde yönetmeye başlar. Sonra duyulurların manalarını ayırt eden akledici güç gelir ve otuz yaşın bitimine kadar onu yönetmeye başlar. Sonra düşünülürlerin manalarını algılayan hikmet gücü gelir ve onu kırk yaşın bitimi­ne kadar yönetmeye başlar. Sonra desteklenmiş melekî güç gelir ve onu elli yaşın bitimine kadar başka bir şekilde yönetmeye başlar. Sonra ahiret için hazırlanmış ve maddeden ayrı kanun/şeriat gücü (el-kuvvetü n-nâmûsiye) gelir ve onu ömrün sonuna kadar başka bir şekilde yönetmeye başlar. Eğer nefis, bedenden ayrılma­dan önce tamamlanır ve yetkinleşirse yükselme (miraç) gücü gelir, onunla Mele-i alaya (yüce topluluğa) ayrılır ve başka bir yönetime başlar. Eğer nefis, bedenden ayrılmadan önce tamamlanmaz ve yetkinleşmezse en aşağı seviyeye düşürülür. Sonra Yüce Allah’ın belirttiği gibi onunla ilgili yönetim baştan başlar. Yüce Allah şöyle buyurmuştur: “Biz insanı en iyi şekilde yarattık, sonra onu en aşağı seviyeye düşürdük. İman edip iyi işler yapanlar bunun dışındadır. Onlar için hiç eksilmeyecek bir mükâfat vardır. O halde bundan sonra seni hesap gününü yalanlamaya sevk eden nedir? Allah en adil hâkim değil midir?”11, “Biz ilkin nasıl yarattıysak bunu yeniden gerçekleştireceğiz. Bu bizim verdiğimiz bir sözdür. Şüphesiz biz her şeyi yapabilecek güçteyiz.”[174] [175] [176] Eksiklikten münezzeh olan Allah yine şöyle buyurmuştur: “Sizden ve­fat ettirilenler de vardır, bildikten sonra bir şey bilmez hale geldiği ömrün en kötü evresine döndürülenler de vardır.”'3

Bir Soru

Eşyanın ilkeleri hakkında düşünen ve konuşan kimsenin ne söyleyeceği ve neye inanacağı düşünülür? Onların tamamı son derece tamam, yetkin ve üstün bir şekilde yaratıldı da sonra bazısı kusurlu ve aşağılık hale mi geldi, yoksa hepsi son derece ku­surlu yaratıldı da sonra arttı, yetkinleşti, tamamlandı ve bazıları diğerlerinden üstün mü oldu, yada bazısı böyle, bazısı öyle midir?

Bölüm

Kardeşim, Allah seni ve bizi kendinden bir ruh ile desteklesin, bil ki, Yüce Allah, varlığı tam, faziletleri yetkin, her şeyi oluşundan önce bilen, onları dilediği zaman var etmeye güç yetiren olduğunda bu faziletleri zâtına hapsedip cömertçe vermemesi ve taşırmaması hikmete uygun değildir. Hikmetin gereği olarak tıpkı Güneşin kay­nağından nurun ve ışığın taşması gibi kendinden cömertlik ve faziletleri taşırdığı ve bu taşma sürekli, art arda ve kesintisiz devam ettiği zaman ilk taşan şey “Faal Akıl” olarak adlandırılır. O, son derece tamam, yetkin ve üstün olan basit bir ruhanî cev­her ve mutlak ışıktır. Tıpkı âlimin aklında bilinenlerin suretlerinin olması gibi onda da bütün şeylerin suretleri vardır.

Faal akıldan mertebesi ondan düşük olan edilgen (münfail) akıl adlı başka bir feyz (güç) taştı. Bu, küllî (tümel) nefis olup tıpkı öğrencinin öğretmenden ilmi alması gibi faal akıldan gelen suret ve faziletleri sıralı ve düzenli olarak alabilen basit bir ruhanî cevherdir.

Aynı şekilde nefisten mertebesi ondan aşağı olan ve ilk madde olarak adlandırı­lan başka bir feyz taştı. O, ruhanî ve nefisten suret ve şekilleri zamanla art arda alan basit bir cevherdir. Maddeyi kabul eden ilk suret en, boy ve derinliktir. Bununla o, ikinci madde denilen mutlak cisim olur. Cismin varlığıyla birlikte taşma durdu ve mertebesinin ruhanî cevherlerden düşük olması, cevherinin katılığı ve ilk nedene uzaklığı sebebiyle ondan, başka bir cevher taşmadı.

Yüce Allah’tan akla, akıldan nefse taşma devam edince nefis cisme yöneldi ve onu cismin kabul edebilme ve cevherinin saflık imkânı ölçüsünde tamamlamak için onda suretler, şekiller ve renkler meydana getirdi. Nefsin cisimde yaptığı ilk suret, bütün şekillerin en üstünü olan küre şekli ve onun en üstün hareket olan dairevî hareketidir. Çevreleyen felekten yerin merkezine kadar onların bazısını bazısının içinde sıraladı. Onlar on bir küredir. Tamamı bir tek âlem ve düzenli olan bir tek tümel sistem oldu. Yeryüzü, çevreleyen feleğe uzaklığı nedeniyle bütün cisimlerin en katisı ve en koyu karanlığıdır. Çevreleyen (muhit) felek ise düşünülür basit cevher olan ilk maddeye yakınlığı sebebiyle bütün cisimlerin en incesi, rûhânîyeti en çok ve ışığı en şeffaf olanıdır. Madde, Aziz ve Çelil olan Yaratıcı ya uzaklığı sebebiyle akıl ve nefisten mertebece daha düşüktür. Madde, basit, ruhanî ve düşünülür bir cevherdir. Bilen ve etkin değil, fakat nefsin etkilerini zamanla kabul edicidir, ondan etkilenen­dir. Nefis; basit, ruhanî, potansiyel olarak (bilkuvve) bilen, tabiî olarak yapan, aklın faziletlerini zamansız olarak kabul eden ve maddede onu zaman içinde hareket ettir­mek suretiyle iş yapan bir cevherdir. Akıl ise basit, nefisten daha basit ve üstün, Yüce Yaratıcı nın desteğini kabul eden, bilfiil bilen ve nefsi zamansız olarak destekleyen ruhanî bir cevherdir. Yüce Yaratıcı, her şeyin var edicisi ve yaratıcısıdır. Var eden, var edilene benzemez. Aynı şekilde yaratan yaratılana ve f ail de mefule hiçbir şekilde ve hiçbir sebeple benzemez. Âlemlerin Rabbi Allah çok yücedir ve merhametlilerin merhametlisidir.

Ey kardeş, sura üflenmeden, “İhmal ettiklerimden dolayı yazıklar olsun bana” demeden ve Mele-i a'/ddan bir tellal “Dikkat, filan kişi mutlu oldu, falan kişi mutsuz oldu” diye seslenmeden önce gaflet ve cehalet uykusundan uyan! Amel defterleri sağından verilen ve dikensiz sedir ağaçları ve dizili muz ağaçları içinde bulunan mut­lulardan olmak için çalış! Amel defterleri solundan verilen, şiddetli sıcak ve kaynar su içinde olan, ne soğuk ne cömert, çok sıcak gölge altında bulunan mutsuzlardan olmamak için çalış! Allah’ın sağlam ipine yapış, kovulmuş şeytandan uzak dur. Böy­lece Allah’ın nimet verdiği kimselerden olman, öfkeyi hak eden ve sapan kimseler­den olmaman umulur.

Ey nazik ve merhametli kardeş, Allah seni ve tüm kardeşlerimizi mantıklı olmaya muvaffak kılsın. O, kullara şefkatlidir.

Pisagorculara göre “ Varlıkların Aklî İlkeleri Risalesi’[177] sona erdi. Bunu “İhvân-ı Safa ’ya Göre Aklî İlkeler Risalesi”[178] takip edecektir.

Aklî Nefsânîlerin/Nefis ve Akla Dair Olan Şeylerin
(en-Nefsânîyyatu’l-akliyyât) İkinci -İhvân-ı Safâ Risâleleri’nin
Otuz ÜçüncüRisâlesi: İhvân-ı Safâ’ya Göre
Aklî İlkeler Hakkında1 [179]

Rahman ve Rahim Olan Allah’ın adıyla!

A

llah’a Hamd ve O’nun seçilmiş kullarına selam olsun. “Allah mı daha hayırlıdır yoksa O’na ortak koştukları varlıklar mı?”[180]

Bölüm

Kardeşim, Allah seni ve bizi kendinden bir ruh ile desteklesin, bil ki, filozoflar, âlimler ve bilgeler varlıkların ilkeleri konusunda olanların/kâinatın esaslarını araş­tırdılar. Onlardan bir topluluğun aklına, diğer topluluğun aklına gelenden başka bir şey geldi. Zira, Düalist (Senevi) bir topluluğun aklına ikili konular gelir; Hıristiyan bir topluluğun aklına üçlü konular gelir; tabiatçı bir topluluğun aklına dörtlü ko­nular gelir; Hurremî bir topluluğun aklına beşli konular gelir; başka bir topluluğun aklına altılı konular gelir; bir diğer topluluğun aklına yedili konular gelir; müzikçi olan bir başka topluluğun aklına sekizli konular gelir; Hintli olan bir diğer toplulu­ğun aklına dokuzlu konular gelir. Her topluluk, aklına geleni uzun uzadıya anlattı, ona aşık oldu ve diğerlerine yabancı kaldı. Pisagorcu filozoflar ise herkese hakkını verdi. Nitekim şöyle dediler: Varlıklar, bu risâlede bir kısmını açıklayacağımız üze­re, sayıların tabiatına göredir. Bu, -Allah kendilerine yardım etsinkardeşlerimizin görüşüdür ve eşyayı/şeyleri yerli yerine koymada ve doğal mecraya ve ilahi düzene göre hakkıyla sıralamada onların düşüncesine uygundur.

Bölüm

Pisagorcuların “Varlıklar(Mevcûdât) Sayıların Tabiatına Göredir”
Şeklindeki Görüşü Hakkında

Kardeşim, Allah seni ve bizi kendinden bir ruh ile desteklesin, bil ki, Pisagor, Harranlı bir filozof ve Allah’ı birleyen (muvahhit) bir insandı. Sayı ilmi ve sayının çıkış şekli üzerinde düşünmeye büyük önem veriyor ve sayı, sayının özellikleri, dereceleri ve düzeni hakkında çok araştırma yapıyordu. Şöyle diyordu: Sayı bilgi­sinde ve onun “iki’den önce gelen “bir’iden doğuş şeklinde Allah Azze ve Celle’nin birliğinin bilgisi vardır. Sayıların özelliklerinin bilgisi ve onların sıra ve düzeninin şeklinde Yüce Yaratıcı nın var ettiklerinin bilgisi ve yarattıklarının ilmi ile onların düzen ve sırasının şekli vardır. Sayı ilmi nefse yerleşmiş olup açığa çıkması ve de­lilsiz olarak bilinmesi için birazcık düşünmeye ve küçük bir hatırlamaya ihtiyaç vardır.

Bölüm

Varlıkların mertebeleri ve yaratılanların düzeni hakkındadır. Onlar, birden peş peşe gelen tekil sayıların mertebelerine/sıralarına uygundurlar. Bütün bire muhtaç­tır. İhvân’a göre bir ve ondan sonrakiler başkasına muhtaçtır; o sayan kimsedir.

Bölüm

Ey kardeşim, Allah seni ve bizi kendinden bir ruh ile desteklesin, bil ki övgüsü yüce olan Allah, varlıkları var ettiğinde ve mahlûkları yarattığında, tıpkı birden ge­len sayıların sıraları gibi, çokluklarının onun birliğine, sıra ve düzenlerinin yarat­madaki hikmetinin sağlamlığına delalet etmesi için onları varlıkta düzen ve sıraya soktu. Aynı şekilde bu, onların yaratıcıları ve var edicilerine olan nispetlerinin sayı­ların ikiden önce gelen ve onların aslı, ilkesi ve kaynağı olan bire nispeti gibi olması içindir. Nitekim bunu “Aritmetik Risalesinde açıkladık. Övgüsü yüce olan Yaratıcı, hakikatte her açıdan ve bütün manalar itibariyle bir olunca yaratılan ve var edilen şeyin gerçekte bir olması caiz/mümkün olmaz. Bilakis onun [yaratılanın] çoğalan, ikili ve çift olan bir olması gerekir. Çünkü övgüsü yüce olan Yaratıcı nın bir tek fiil ile nedenlerin nedeni olan fiiline bitişik bir tek meful olarak başladığı ilk şey, gerçekte bir olmayıp içinde ikilik vardır. Bundan dolayı şöyle dediler: O, ikili ve çift şeyler var etti ve yarattı; onları varlıkların kanunları ve olanların esasları kıldı. Bu yüzden filozof bilgeler bunların madde ve suret olduğunu söylemişlerdir. Onlardan bazıları ışık ve karanlık, bazıları cevher ve araz, bazıları iyilik ve kötülük, bazıları ispat ve nefıy, bazıları îcâb/olumlama ve selb/olumsuzlama, bazıları ruhanî ve cismanî, ba­zıları levh ve kalem, bazıları feyiz ve akıl, bazıları sevgi ve üstünlük, bazıları hareket ve durgunluk, bazıları varlık ve yokluk, bazıları nefis ve ruh, bazıları oluş ve bozu­luş, bazıları dünya ve ahiret, bazıları neden ve nedenli, bazıları mebde/başlangıç ve meâd/son, bazıları tutma ve yayma olduğunu söylemişlerdir.

Buna göre hareketli ve durgun, zahir ve batın, yüksek ve alçak, dışarı ve içeri, ince ve kalın, sıcak ve soğuk, yaş ve kuru, artan ve eksilen, donuk ve büyüyen, konuşan ve suskun, erkek ve dişi gibi her ikili çiftten çift veya zıt tabiatlı birçok şey var edilir.

Yine bu şekilde hayvan ve bitkilerden oluşan varlıkların hayat ve ölüm, uyku ve uyanıklık, hastalık ve sağlık, acı ve haz, yoksulluk ve refah, neşe ve keder, üzüntü ve sevinç, düzenlilik ve bozukluk, zarar ve fayda, hayır ve şer, mutluluk ve mutsuzluk, geri kalma ve ilerleme gibi halleriyle ilgili işler var edilir.

3. Risâletul-arismatik.

Aynı şekilde emir ve nehiy, vaat ve tehdit, teşvik ve korkutma, itaat ve günah iş­leme, övme ve yerme, ceza ve sevap, helal ve haram, hadler ve hükümler, doğru ve yanlış, güzel ve çirkin, doğru söz ve yalan, hak ve batıl gibi kanun koyma ve şeriatla ilgili konuların hükümleri var edilir.

Topluca her ikili çiftle ilgili ikili, çift ve zıt konular bu konulara göre var edilir.

Ey kardeşim, bil ki var edilen bütün konuların/işlerin tamamen ikili ve çift olması hikmete uygun olmayınca bir kısmını inşallah bu bölümden sonra anlatacağımız gibi, onların bazısını üçlü, bazısını dörtlü, bazısını beşli, bazısını altılı, bazısını yedili ve olabildiğince daha fazla yaptı.

Ey kardeşim, bil ki, bütün mevcutlar, ne az ne çok, sadece iki çeşittir: Tümeller ve tikeller. Tümeller, düzenleri korunmuş, ayanları sabit dokuz mertebedir. Bunlar do­kuz fert gibidir: Birincisi, bir ve tek olan övgüsü yüce Yaratıcıdır; sonra iki gücü olan akıldır; sonra dört lakaplı nefistir; sonra dört izafetli ilk maddedir; sonra beş isimli tabiattır; sonra altı yönü bulunan cisimdir; sonra yedi yöneticisi bulunan felektir; sonra sekiz karışımlı unsurlardır; sonra dokuz türü bulunan oluşmuş şeylerdir.

Bölüm

Bil ki, övgüsü yüce olan Yaratıcı, birin bütün sayılardan önce olması gibi varlık­ların ilkidir. Birin sayıların kaynağı olması gibi, Yaratıcı da varlıkların var edicisi­dir. İkinin sayıların ilki olması ve sayıların birden başlayarak sıralanması gibi akıl da Yüce Üstün Yaratıcı nın var ettiği ve yarattığı ilk mevcuttur. Onun bir doğal, bir de kazanılmış olanı vardır; bu onun mevcutlar içindeki derecesini gösterir. Üçün ikiden sonra gelmesi gibi nefis de varlık sıralamasında akıldan sonra gelir. Onun türleri, mevcutlardaki derecesine delalet etmesi için bitkisel, hayvânî ve nâtık (ko­nuşan) olmak üzere üç tanedir. Sonra övgüsü yüce olan Yaratıcı, üçten sonra dördün sıralanması gibi maddeyi/heyûlâyı yarattı. Bundan dolayı maddenin mevcutlardaki mertebesine delalet etmesi için dört çeşit olduğu söylenir: Üretimin maddesi, tabi­atın maddesi, bütünün maddesi ve ilk madde. Dörtten sonra beşin sıralanması gibi maddeden sonra tabiat sıralanır. Bundan dolayı tabiatın beş tane olduğu söylenir: Birisi feleğin tabiatıdır, dördü feleğin altındadır. Beşten sonra altının sıralanması gibi tabiattan sonra cisim sıralanır. Bundan dolayı cismin altı yönü vardır. Altıdan sonra yedinin sıralanması gibi cisimden sonra felek sıralanır. Bundan dolayı feleğin duru­mu varlıklar içindeki mertebesine işaret edecek şekilde yedi yönetici yıldız üzerinde cereyan eder. Yediden sonra sekizin sıralanması gibi sonra feleğin içinde unsurlar sıralanır. Bundan dolayı onların sekiz karışıma sahip olduğu söylenir: Toprak soğuk ve kurudur; su soğuk ve yaştır; hava sıcak ve yaştır; ateş sıcak ve kurudur. Bu durum, bu sekiz niteliğin onların mevcutlar içindeki derecesine delalet etmesi için böyledir. Sonra tümel varlıklar içindeki derecelerine işaret edecek şekilde dokuzun birler mer­tebesinin sonuncusu olması gibi tümünün sonuncusu olan ve dokuz türden oluşan üç cinsli doğanlar (müvelledât) doğar. Onlar anneler konumundaki dört unsurdan doğmuş “olanlar’dır. Bunlar madenler, bitkiler ve hayvanlardır. Madenler üç çeşittir: Kara boya ve göz taşı gibi erimeyen ve yanmayan topraklı şeyler; altın, gümüş ve bakır gibi eriyen fakat yanmayan taşlar; kibrit ve zift gibi eriyen ve yanan sıvı şeyler. Hayvanlar üç çeşittir: Bazıları doğurur ve dünyaya getirir; bazıları yumurtlar ve ku­luçkaya yatar; bazıları kokuşmuş şeylerin içinde teşekkül eder. Bitkiler de üç çeşittir: Bazıları ağaçlar gibi dikilir; bazıları tohumlar gibi ekilir; bazıları otlar ve çayır gibi biter.

Bu anlattıklarımızdan tümel varlıkların belirttiğimiz ve açıkladığımız bu dokuz mertebe olduğu açıklığa kavuşmuştur. Tikel konular daha önce anlattığımız bu tü­mellerin kapsamına girer. Üçlü varlıklara gelince; madde, suret ve bu ikisinden mey­dana gelen bileşik; cevherler, arazlar ve bu ikisinden meydana gelen bileşik; ruhanî, cismanî ve bu ikisinden meydana gelen bileşik; çizgiler, yüzeyler ve cisimlerden olu­şan üç miktar; boy, en ve derinlikten oluşan üç boyut; geçmiş, şimdi ve gelecekten oluşan üç zaman; orta, ortanın altı ve ortanın üstü şeklinde üç hareket; tam, fazla ve eksik sayıdan oluşan üç sayı; mümkün, zorunlu ve imkânsızdan oluşan üç un­sur; evtâd, zevâil ve vetedi[181] izleyenler şeklindeki taksimler; madenler, bitkiler ve hayvanlar şeklindeki üç oluşanlar; genel olarak ortası veya iki ucu olan her şey üçlü varlıklardandır.

Sayılardan olan dört, üçü takip edince dörtlü şeylerin varlıkta üçlülere ait olma­sı gerekir. Övgüsü yüce olan Yaratıcı, dörtlü şeylerin varlıkta onları takip etmesini sağladı. Ateş, hava, su ve topraktan oluşan dört unsur; soğukluk, kuruluk, yaşlık ve sıcaklıktan oluşan dört tabiat; safra, sevda, kan ve balgamdan oluşan dört karışım; doğu rüzgârı, batı rüzgârı, kuzey rüzgârı ve güney rüzgârından oluşan dört rüzgâr; doğu, batı, kuzey ve güneyden oluşan dört yön; doğan, batan, dördüncü ve onuncudan oluşan dört kazık/evtad; ilkbahar, yaz, sonbahar ve kıştan oluşan dört zaman; ömrün çocukluk dönemi, gençlik dönemi, orta yaşlılık dönemi ve yaşlılık dönemin­den oluşan dört dönemi; birler, onlar, yüzler ve binlerden oluşan dört sayı mertebesi bunlardandır.

Aynı şekilde düşündüğünde dörtlüler, beşliler, altılılar, yedililer, sekizliler, dokuz­lular, onlulardan birçoğunu ve yüzler, binler, on binler, yüz binler ve milyonlar gibi olabildiğince daha fazlasını bulur.

Özetle, övgüsü yüce olan Yaratıcı, var olan her bir sayıyı mevcutlardan bir cins ve bu sayıya uygun, daha az veya daha çok olarak yaratmıştır. Biz, söylediklerimize delil ve anlattıklarımıza dair bir gerçeklik olması için bunların bir kısmını açıklayacağız.

Varlıklara ait altılılara gelince; onların ilki, feleklerin tabiatı, burçların kısımları ve yıldızların hallerinde bulunur. Şöyle ki burçlar on iki olup bunların altısı erkek, altısı dişidir. Altısı geceyle ilgili, altısı gündüzle ilgilidir. Altısı kuzeyle, altısı güneyle ilgilidir. Altısı doğru doğar, altısı eğri doğar. Altısı gündüz doğar, altısı gece doğar. Altısı yerin üstünde görünür, altısı görünmez; onlar yerin altındadır.

Yıldızlara/gezegenlere ait altı haller; onların zirvelerinde, düşüğünde, yükseğin­de, inişinde, menzilinin başıyla birlikte veya kuyruğuyla birlikte olmasıdır. Onlar altı haldir.

Diğer altıya gelince; bunlar onların bitişik, karşılıklı, dörtgen, üçgen, altıgen veya birbirine bakmayan düşmüşler (sevâkıt) olmalarıdır.

Feleğin altındaki konulardan olan altılılar, cisimlere nispet edilen altı yön, sanca[182], zira (arşın), mikyal (tahıl ölçeği) ve rıtıl[183] [184] gibi ölçü miktarları için konulmuş diğer altı; bütün bunlar altı nın fiiliyle olur. Çünkü o, ilk tam sayıdır.

Mevcut konulardan olan yedilileri anlatmaktan vazgeçtik. Çünkü ilim ehlinden bir topluluk onlara ilgi gösterdiler ve onları uzun uzadıya anlattılar. Bunlar ilim eh­linin elinde bilinmekte ve bulunmaktadır.

Sekizlilere gelince; onların bir kısmını “Müzik Risâlesi”}nde anlattık; tekrarlama­ya gerek yoktur.

Aynı şekilde dokuzlu konulara Hintlilerden bir topluluk tutkunluk gösterdiler ve bunları çokça anlattılar. Yine ilim ehlinden Keyyal diye bilinen birisi, bunlara ilgi duydu ve ilim ehlinin elinde bulunan meşhur bir kitabında çokça anlattı. Biz de bunların bir kısmını bazı risâlelerimizde ve bu risâlenin daha önce geçen bir bö­lümünde anlattık. Tümel varlıkların ne az ne çok, sadece dokuz mertebe olduğunu söyledik. Bütün topluluklar arasında birlerin dokuzunun konulmuş (vaz’î) konula­rın mertebelerinin insan yapımı değil, aksine eksiklikten münezzeh ve övülen bilge Yaratıcının yapımı olan tabiî konulara mutabık olması için konulduğu hususunda mutabakat vardır.

Beşli varlıklar; Satürn, Jüpiter, Mars, Venüs ve Merkür’den oluşan şaşkın beş geze­gendir. Şaşkın denmesinin sebebi, dönme ve doğrusal ilerleme özelliklerinin bulun­masıdır. Güneş ve Ay’da dönme ve doğrusal ilerleme özellikleri yoktur.

Beş doğal cisim; bunlar feleğin cismi ve onun dışında ateş, hava, toprak ve sudan oluşan dört unsurdur.

Beş hayvan cinsi; insan, kuş, seyahat eden, iki ayaklı ve dört ayaklı yürüyen ve karnı üzerinde hareket edendir.

Tam yaratılışlı hayvanlarda bulunan beş duyu; işitme, görme, koklama, tatma ve dokunmadır.

Bitkilerde bulunan beş parça; kök, damar, yaprak, çiçek ve meyvedir.

Öklit’in kitabında zikredilen beş üstün şekil; dört üçgen yüzeyi olan ateş şekli, dörtgen yüzeyleri olan toprak şekli, sekiz üçgen şekli olan su şekli, on üçgen temeli olan hava şekli, on iki beşgen temeli olan felek şeklidir.

Beş üstün müzik oranı; benzer ve parça, benzer ve parçalar, kat, kat ve parça, kat ve parçalardır.

Beş kararlılık ve direnç sahibi (ülul-azm) peygamber; Nuh, İbrahim, Musa, İsa ve Muhammed’dir -Allah ona ve ailesine salât etsin, onlara da salât ve selam olsun-,

İsimleri bütün dillerde sayı ile anılan beş gün; Arapça el-Ehad (Pazar), el-İsneyn (Pazartesi), es-Sülesâ (Salı), el-Erbiâ (Çarşamba), el-Hamîs (Perşembe)’dir. Farsçada da benzer şekilde Yekşenbe (birinci gün), Doşenbe (ikinci gün), Seşenbe (üçüncü gün), Çeharşenbe (dördüncü gün), pencşenbe (beşinci gün)’dür.

Yılın bütün günlerinden Eyarmah ayının sonundaki Farsça adlandırılan beş üs­tün gün; Hendgâh, Sehdgâh, Sefidgâh, Hemiştergâh ve Seturestgâh’tır.

Bu varlıkların bu özel sayılara uygun olmasında, tercihe şayan aklı, ince kav­rayışı ve zekâsı olan kimse için Allah’ın yaratıklarının kendisine yakın olanları ve kullarının iyisi olan meleklerinin bulunduğuna işaret vardır. Bu önceki varlıklarla onlara işaret edilir. Onları âlemin korunması için yarattı, onları göklerinin sakin­leri, feleklerinin yöneticileri, yıldızlarının yürütücüleri, yeryüzü bitkilerinin yetiş­tiricileri ve hayvanlarının hamileri kıldı. Onlar içinde kendisiyle Âdemoğullarının peygamberleri arasında elçilik yapanlar vardır. Onlardan vahiy ve nübüvvetler ge­lir. Onlar göklerden bereketler indirirler, Âdemoğullarının amellerini ve ruhlarını çıkarırlar. Şeriat hükümlerinin birçoğunda, beş vakit namaz, beş zekât, beş temiz­lik ve imanın beş şartı gibi geleneklerinin farzlarında onlara işaret eder. İslâm’ı beş esas üzerine kurdu. Nübüvvet evinin halkına mensup fazıllar beş tanedir. Nübüv­vet minberinin basamakları beş tanedir. Haccın farzları beştir. Mina ve Arafat’ta­ki sayılı günler beş tanedir. Kuran surelerinin başlarında kullanılan harfler beş tanedir.

Bütün bu beşliler, her biri beş binden elli bine, beş yüz bine ve daha da fazlasına kadar olmakla birlikte beş meleğe delalet ve işarettirler. Allah, Kur an surelerinin bazı ayetlerinde onlara işaret ederek mesela şöyle buyurmuştur: “Melekler ve Ruh inerler.”[185], “Biz ancak Rabbinin emriyle ineriz.”[186] Yine Yüce Allah’ın sözü: “Bizim her birimiz için bilinen bir makam vardır. Şüphesiz biz orada sıra sıra dururuz ve Allah’ı tespih ederiz.”[187] [188] Peygamber (a.s.) şu sözüyle beş üstün meleğe işaret etmiştir: “Cebrail (a.s.) bana Mikail’den, İsrafil’den, Levh’ten, Kalem’den söz nakletti.” Anlattıklarımızla Pisagorcu filozofların “Varlıklar/mevcutlar, sayının tabiatına göredir” sözünün ne anlama geldiği açıklığa kavuştu.

Bölüm

Âlemin Dizilişi ve Küre Şeklinde Oluşu Hakkında

Ey kardeşim, bil ki, Yüce Yaratıcı varlıkları var ettiğinde ve mahlûkları yarattı­ğında eksiklikten münezzeh ve yüce Allah, “Her biri bir felekte yüzerler”11 sözünde belirttiği gibi onları sıraladı, düzenledi ve tümünü her yönden çevreleyen bir tek feleğin içinde topladı:

Bölüm

Bil ki, çevreleyen felek küre şeklinde, dairevî ve içi boştur. Diğer felekler onun içinde tıpkı yumurtave soğan halkaları gibi birbirlerini çevreleyerek dönerler. Onlar on bir okerdir/felektir. Güneş, feleğin ortasındadır. Beş tanesi onun feleğinin üstün­de, beş tanesi de altındadır. Onun [Güneş] feleğinin üstünde olanlar Mars feleği, sonra Jüpiter feleği, sonra Satürn feleği, sonra sabit gezegenler, sonra çevreleyen fe­lektir. Onun feleğinin altındakiler Venüs feleği, sonra Merkür feleği, sonra Ay feleği, sonra hava feleği, sonra merkez olan yer feleğidir. Bunun içi boş değildir, fakat mağa­raların, oyukların ve çukurların çokluğu sebebiyle sallanır. Gezegenler, Metisti [nin astronomi ile ilgili kitabın]’de geometrik bir kıyasla açıklandığı gibi dolu ve dönen kürelerdir.

Ey kardeş bil ki, övgüsü yüce olan Yaratıcı, âlemi küre şeklinde yarattı. Çünkü bu şekil, üçgen, dörtgen, koni ve diğerlerinden oluşan beş şeklin en üstünü, en geniş alanlısı, en hızlı hareket edeni, afetlerden en uzak olanıdır. Onun kısımları birbirine eşittir ve merkezi ortasındadır. Kendi yerinde dönebilir ve başkasına yalnızca bir tek noktada ve birbirine yakın parçalarda dokunur. Hem dairevî hem de doğrusal hare­ket edebilir. Bu özellik ve nitelikler başkasında bulunamaz. Feleğin geri kalan kısmı denizlere ayrılır ve onların tatlı/tuzlu sularıyla karışır. Sonra buhar meydana gelir ve havaya yükselir. Birleşir, yoğunlaşır ve bulut haline gelir. Rüzgârlar onları dağ başla­rına, bozkırlara ve çöllere sürükler. Orada yağmur yağar, vadiler ve nehirler oluşur ve baştan dönerek denizlere doğru akar. Geçen yıl olduğu gibi onlardan buharlar, bulutlar ve dönen dolap olur. “İşte bu, Aziz ve Âlim olan Allah’ın takdiridir.”[189] Bitki, hayvan ve madenler de aynı hükme tâbidir. Onlar bu unsurlardan oluşurlar, meyda­na gelirler, tamamlanırlar ve yetkinleşirler. Sonra bozulurlar, çürürler ve başlangıçta olduğu gibi toprak olurlar. Sonra Yüce Allah onlardan dilediklerini inşa eder. Onu ilk başladığı gibi bir kez daha dönen bir dolap olarak tekrarlar. Böylece baktığında, düşündüğünde ve dikkat ettiğinde ağaçların meyvelerinin, bitkilerin tahıl, tohum ve yapraklarının daire, küre veya dönmeye elverişli koni şeklinde olduğunu görürsün. Aynı şekilde hayvan bedenlerindeki delikler daireviliğe oldukça yakındır. Yine in­sanların kapları, sanatkârların aletleri, değirmen taşları, dolapları, iğneleri, testileri, tasları, tencereleri, kadehleri, çanakları, yüzükleri, şapkaları, sarıkları, takıları ve taç­ları dönmeye daha yakındır.

Ey kardeş, bunu bil, üzerinde düşün! Allah, eşyanın hakikatlerini bilme konu­sunda sana lütfü ve ihsanıyla yardım etsin. Son Peygambere, yükümlü/kâim vasiye, onun çocuklarına, oğullarına, yol gösterici imamların babaları ve müminlerin ve muvahhitlerin âmirleri olan ehl-i beytine salât ve selam etsin. Allah bize yeter. O ne güzel vekildir!

“Aklî İlkeler Risâlesi” sona erdi. Bunu filozofların “Âlem büyük bir insandır” şek­lindeki görüşünün manası hakkındaki risâle takip ediyor.

Aklî Nefsânîlerin/Nefıs ve Akla Dair Olan Şeylerin
(en-Nefsânîyyatul-akliyyâf) Üçüncü -İhvân-ı Safâ Risâleleri’nin
Otuz DördüncüRisâlesi: Filozofların “Âlem Büyük Bir İnsandır”
Şeklindeki Görüşünün Manası Hakkında[190]

Rahman ve Rahim Olan Allah’ın Adıyla!

A

llah’a Hamd ve O nun seçilmiş kullarına selam olsun. “Allah mı daha hayırlıdır yoksa O’na ortak koştukları varlıklar mı?”[191]

Bölüm

Ey nazik ve merhametli kardeş, Allah seni ve bizi katından bir ruh ile desteklesin, bil ki, biz aklî ilkelerin mertebelerini İhvân-ı Safaya göre anlatmayı bitirdik ve ora­da varlığın bekadan, bekanın tamamlıktan, tamamlığın yetkinlikten önce geldiğini doyurucu şekilde açıkladık. Şimdi bu risâlede filozofların “Âlem büyük bir insandır” şeklindeki görüşünün manasını anlatmak istiyor ve diyoruz ki:

Bil ki, filozofların “Âlem büyük bir insandır” şeklindeki görüşü ve “İnsan küçük bir âlemdir” görüşünün asıl mahiyetini tam olarak öğrenebilmen için onun manası­nı açıklamamız gerekir. Bu şu anlama gelir: Âlemin (de) bedeni ve nefsi vardır. Onlar bununla çevreleyen feleği ve diğer varlıklardan ihtiva ettiği cevher ve arazları kast ederler. Bütün basit, bileşik ve doğan parçalarıyla onun cismi, bedeninin tüm değişik suretli ve farklı şekilli organlarıyla bir tek insanın veya bir tek hayvanın cismi/bedeni konumundadır. Cisminin parçalarına sirayet eden, varlıkların cinslerini, türlerini ve şahıslarını hareket ettiren ve yöneten bütün güçleriyle onun nefsi, bedeninin bütün organlarına ve eklemlerine sirayet eden, vücudunun her bir organını ve duyusunu hareket ettiren ve yöneten bir tek insanın veya bir tek hayvanın nefsi konumundadır. Nitekim Yüce Allah şöyle buuyurmuştur: “Sizin yaratılmanız ve yeniden diriltilmeniz ancak bir tek nefis gibidir.”[192] Biz risâlelerimizde “tümel cisim” (el-Cismu’l-küllî) der­ken bununla bütün âlemin cismini kast ederiz. “Tümel akıl” (el-Aklu’l-küllî) derken bununla tümel nefsi destekleyen ilahi gücü kast ederiz. “Tümel tabiat” (et-Tabîatu’lkülliyye) derken bununla bütün cisimlere nüfuz eden, onları hareket ettiren ve yöne­ten, onlarda fiil ve etkilerini açığa çıkaran tümel nefis gücünü kast ederiz. “Madde” (heyûlâ) derken bununla boy, en ve derinliği olan ve mutlak cismi mutlak cisim ya­pan cevheri kast ederiz. “Basit cisimler” (el-Ecsâmu’l-basîte) derken bununla felek­leri, gezegenleri ve ateş, hava, su ve topraktan oluşan dört unsuru kast ederiz. “Basit nefisler” (el-Enfüsü’l-basîte) derken bununla bu cisimleri hareket ettiren, yöneten ve onlara sirayet eden tümel nefsin güçlerini kast ederiz. Biz bu risâlelerimizde bu güç­leri ruhanî melekler diye adlandırıyoruz. “Doğan cisimler” (el-Ecsâmu’l-müvellede) derken bununla hayvanlar, bitkiler ve madenleri kast ederiz. “Hayvânî, bitkisel ve madenî nefisler” derken bunlarla bu doğan cisimleri hareket ettiren ve yöneten, on­lara sirayet eden ve onlarda fiillerini açığa çıkaran basit nefis güçlerini kast ederiz. “Tikel cisimler” (el-Ecsâmu’l-cüziyye) derken bununla hayvan, bitki ve maden şa­hıslarını ve insanların ve onlar dışında hayvanların elinde yapılmış başka eserleri kast ederiz. “Hareketli tikel nefisler” (el-Enfüsu'l-cüziyyetil-müteharrike) derken bu­nunla, tikel cisimlere sirayet eden, onları hareket ettiren ve yöneten, Ay feleğinin altındaki tek tek bütün şahıslarda fiillerini açığa çıkaran hayvânî, bitkisel ve madenî nefislerin güçlerini kast ederiz. Böylece âlemin ve ondaki bütün cisimlerle işlerinin suret farklılığına, şekil çeşitliliğine ve araz değişikliğine rağmen bütün değişik suretli parçalarıyla, çeşitli şekillerdeki eklemleriyle ve farklı görünümlü arazlarıyla bir tek insan veya hayvan bedeni konumunda olduğu açıklığa kavuşmuştur. Âlemin nefsi­nin güçlerinin kendi cisminin bütün parçalarına sirayet etmesi, bir insanın nefsinin güçlerinin bedeninin tüm parçalarına ve eklemlerine sirayet etmesi gibidir.

Bölüm

Ey nazik ve merhametli kardeş, Allah seni ve bizi kendinden bir ruh ile destekle­sin, bil ki büyük insan adını verdiğimiz âlemin parçalarında ve işlerinin cereyanında küçük bir insan olan âlemin[193] hükümlerinin cereyanına delalet eden misaller ve teş­bihler vardır. Bu örneklerin bir kısmını öğrencilerin kavrayışına daha yakın olması için anlatmak istiyoruz. Âlemin hükmünü ve işlerinin âlemde esasları bulunan var­lıklarının ayrıntılarındaki cereyanını anlamak isteyen kimse [bilsin ki] bu esaslar onları damarları, dalları ve yaprakları bulunan, altında renkli, tatlı ve kokulu çiçek ve meyveleri olan bir tek ağaç gibi toplayan bir esasta/kökte sona erinceye kadar kendilerinden önceki başka esaslardandır. Bir diğer açıdan, âlemde dalları köklerin­den, kökleri de bir tek kökte son buluncaya kadar başka köklerden olan varlıkların hükmü, altında eklenenin cinsi diye adlandırılan türler bulunan cinsler cinsiyle aynı hükümdedir. Onların altında eklenenin türleri adlı türler, bu türlerin altında ise su­ret, şekil, görünüm ve arazları farklı ve sayısını Aziz ve Çelil olan Allah’tan başka kimsenin bilmediği çok sayıda şahıs vardır. Başka bir açıdan bu cins, tür ve şahıs varlıkları, cinsler cinsiyle birlikte halkaları/şubeleri, halklarının boyları, boylarının kolları, kollarının sülaleleri, sülalelerinin aşiretleri ve akrabaları olan bir kabile gibi­dir. Bir başka şekilde, âlemin tüm varlıkları içindeki konumu, içinde çok sayıda farz­lar, farzlarının çeşitli sünnetleri, sünnetlerinin farklı hükümleri, hükümlerin değişik hadleri bulunan bir tek şeriat gibidir. Bütün bunları bağlılarının değişik mezhepleri olan aynı din bir araya getirir. Her mezhep bağlısının farklı görüşleri ve her görü­şün de çok çeşitli söylemleri (kavil) vardır. Başka bir açıdan, âlemin ve feleklerinin birleşimi, gezegenlerinin hareketlerinin farklılığı, unsurlarının birbirine dönüşme­si, değişik şekildeki varlıkların farklılaşmasının doğuşu, bitki türlerinin ve maden cevherleri çeşitlerinin değişiklik göstermesi, tümel nefsin güçlerinin bu cisimlere nüfuz etmesi, onları hareket ettirmesi ve yönetmesi gibi işlerinin durumu, içinde değişik şekillerde âlet ve edevatları, bunlarla yaptığı çeşitli fiil ve hareketleri, muhte­lif suret, şekil ve görünümlü ürünleri bulunan bir tek sanatkâra ait dükkân gibidir. Onun nefsinin gücü bütününe sirayet eder ve onlar üzerindeki hükmü tek tek her birine uygun şekilde cereyan eder. Başka bir açıdan, âlemdeki cismanî varlıkların hükümleri şekil, araz ve tümel nefse yararlarının farklılığına rağmen içinde odalar ve depolar bulan bir evin hükmü gibidir. Bu depolarda ev sahibinin aletleri, kapları ve eşyaları; ailesi, hizmetçileri ve uşakları bulunur. Orada ve onlar hakkında tamamen onun hükmü geçerlidir. Onun onları yönetmesi, Rabbânî siyasetin ve İlahî gözetimin gerektirdiği en sağlam şekilde düzenlenmiştir. Başka bir açıdan, büyük insan olan, tümel, basit, doğan, bileşik ve tikel cisimlerdeki, birbirleriyle ilişkideki ve birbirlerini kuşatmadaki işleri feleklerinin bileşiminden, gezegenlerinin düzeninden, cisimleri­nin ölçüsünden, unsurlarının sıralamasından ve onların değişiminden, madenleri­nin yerleşikliğinden ve onların cevherlerinin farklığından, bitkilerinin türlerinden ve onların köklerinin sabitliğinden, hayvanlarının hareketlerinden ve onların geçim için yaptıkları tasarruftan ve tümel nefsin güçlerinin baştan sona sirayet etmesinden olan âlem, çevresinde surlar bulunan bir şehir gibidir. Onların içinde mahalleler, haneler ve sahalar; bunların içinde caddeler, yollar ve çarşılar, aralarında konaklar ve binalar, bunların içinde odalar ve depolar ve oralarda hepsine bir tek efendinin sahip olduğu mallar, eşyalar, ev eşyaları, aletler ve ihtiyaç maddeleri vardır. Onun bu şe­hirde ordusu, tebaası, uşakları, hizmetçileri, maiyeti ve tabileri vardır. Onun hükmü ordu komutanları, şehrin ileri gelenleri ve ülkesinin ağaları üzerinde geçerlidir. Bu komutan, eşraf ve ağaların hükmü de kendi tebaaları üzerinde geçerlidir. Tebaaları­nın hükmü de onlar dışındakiler vb üzerinde geçerlidir. O kral bu şehri ve halkını, küçüğünün büyüğünün, başının sonunun tek tek hepsinin işlerini gözeterek en iyi şekilde yönetir ve hiçbirini ihmal etmez.

Aynı şekilde tümel nefsin âlemin felekler, gezegenler, unsurlar, doğanlar, bileşik­ler ve insanların elindeki ürünlerden oluşan bütün parçalarındaki hükmü, o kralın bu şehir üzerindeki hükmü gibidir. Böylece onun hükmü basit cins, tür ve şahıs ne­fislerine onları çevirme, cisimsel varlıkları ve onların cins, tür ve şahıslarını küçük ve büyük, ilk ve son, zahir ve batın hepsini hareket ettirme ve yönetme bakımından sirayet eder.

Sonra bil ki, tümel nefis, cinslerin cinsi; basit nefisler, onların türleri; onların al­tındaki nefisler, türlerin türü; tikel nefisler, şahıslar gibidir. Bazısının bazısı altında sıralanması, sayının sıralanması gibidir. Tümel nefis bir gibi, basit nefis birler hanesi gibi, cinse ait olanlar onlar hanesi gibi, türe ait olanlar yüzler hanesi gibi, şahıslara ait tikel nefisler binler hanesi gibidir. Bunlar cisimlerin tikellerini yönetmekle ilgile­nir. Türle ilgili nefisler bunları destekler, cinsle ilgili nefisler türsel olanları destekler, basit nefisler cinsle ilgili olanları destekler, âlemin nefsi olan tümel nefis basit nefis­leri destekler, tümel akıl tümel nefsi destekler, övgüsü yüce olan Yaratıcı tümel aklı destekler. O, bunların tümünü onlara karışmadan ve içli dışlı olmadan yaratır ve yönetir. En iyi yaratıcı olan Allah yücedir.

Sonra ey kardeş bil ki, nasıl o şehirde adamlar, kadınlar, yaşlılar, gençler, çocuk­lar, aralarında iyiler, kötüler, âlimler, cahiller, ıslah eden, bozan ve tabiatları, huyları, düşünceleri, davranışları ve âdetleri değişik olan topluluklar varsa, aynı şekilde bu büyük âlemde de halleri farklı, çok sayıda basit, tümel ve tikel nefisler vardır: Bazıları bilen, iyi ve erdemli nefisler; bazıları bilen, kötü ve erdemsiz nefisler; bazıları cahil ve kötü nefisler; bazıları da cahil, ama kötü olmayan nefislerdir.

Bilen, iyi ve erdemli nefisler; meleklerin cinsleri, müminlerin salihleri, cinlerin ve insanların âlimleridir. Bilen ve kötü nefisler; şeytanların asileri, cinlerin sihirbaz­ları, insanların firavun ve deccallarıdır. Cahil ve kötü nefisler; açgözlü yırtıcıların nefisleri ve insanların cahilleri ve şerlileridir. Kötü olmayan cahil nefisler, koyun ve güvercin gibi bazı selim (temiz ve sakin tâbiatlı) hayvanların nefisleridir.

Bölüm

Bazı hayvanların bedenleri nefisleri/ruhları için hapishane ve zindan, bazıları üzerinde geçtikleri sırat, bazıları diriltilecekleri güne kadar kalacakları berzah, bazı­ları üzerinde durdukları a>raftır. Biz bu manaları başka bir risâlede açıkladık. O şehir halkının nasıl orada mescitleri, kiliseleri ve havraları; ilim ve din adamlarının mec­lisleri, cemaatleri, bayramları ve namazları varsa, aynı şekilde feleklerin uzayında ve göklerin sahasında Yüce Allah’ın belirttiği gibi, meleklerin toplanmaları, tespihleri ve duaları vardır: “Gece gündüz ara vermeden tespih ederler.”[194] Yine Yüce Allah bu­yurur ki: “Melekleri de Rablerini hamd ile tespih edip yücelterek Arşın etrafını kuşat­mış halde görürsün.”[195] Nasıl bu şehirde halkı için zabıtalar ve yardımcılar bulunan hapishaneler ve zindanlar varsa, aynı şekilde büyük âlemde kötü nefisler için de sert ve katı meleklerin bulunduğu cehennem, ateş ve alev vardır. Bu, oluş ve bozuluş âlemidir.

Sonra ey kardeş bil ki, oluş ve bozuluş âlemine gelen her nefis, hapse giren her­kesin mahpus olmadığı gibi, orada mahpus değildir. Bilakis hapse bazen esirleri kurtarmak isteyen kimsenin Rum ülkesine girmesi gibi, mahpusları oradan çıkar­mak için girer. Nebevi nefisler, oluş ve bozuluş âlemine ancak maddeye batmış ve cismânî şehvetlerin esiri olmuş tabiat hapishanesindeki bu mahpus nefisleri kurtar­mak için gelmişlerdir. Mahpusun hapse kendisini kurtarmak için giren kimseye tâbi olduğunda çıkması ve kurtulması gibi, şeriat, sünnet ve metotlarında peygamberlere uyan kimse de bir süre sonra da olsa kurtuluşa erer, cehennemden uzak olur, oluş ve bozuluş âleminden çıkar, kurtuluş ve necata kavuşur. Peygamber (s.a.v.)’den riva­yet edildiğine göre o şöyle demiştir: “Ümmetimin dünya yurdunda samimi (ihlâslı) olarak ‘La ilahe illallah’ diyenlerinden her topluluk ateşe girdikten sonra orada hiç kimse kalmayıncaya kadar birbiri ardı sıra ateşten çıkmaya devam edecektir” Yüce Allah’ın şu sözü de böyledir: “İçinizden oraya girmeyecek hiç kimse yoktur. Bu, Rabbinin kesinleşmiş hükmüdür. Sonra sakınanları kurtaracak ve zalimleri orada diz üstü çökmüş vaziyette bırakacağız.”[196] [197] O şehirde halkı için meydanlar, nehirler, bostanlar, nefislerin gezeceği meclisler ve neşe, sevinç, haz ve mutluluk bulunduğu gibi, felek­ler uzayında ve gökler alanında oranın halkı için genişli, cennetler, gezinti, reyhan, nimet ve hoşnutluk vardır. Nitekim cennetlerin tasvirleri Tevrat, İncil ve Kuranda anlatılmıştır.

Ey kardeş, bu irşat ve tembihleri anla ve gaflet ve cehalet uykusundan uyan! Ha­berde rivayet edildiğine göre, şehitlerin ruhları gündüzleri bahçelerde ağaçlarının tepelerinde, nehirlerinde ve çiçeklerinde dolaşan; geceleri arşın altında asılı kandil­lere sığınan yeşil kuşların kucaklarındadır. Yüce Allah’ın bu konudaki sözü şöyledir: “ Allah yolunda öldürülenleri sakın ölü zannetme. Bilakis onlar diridirler ve şimdi hep­si Rableri katında nimetlere nail olmakta, Allah’ın kendilerine lütfettiği mükâfatın se­vinç ve mutluluğunu yaşamaktadırlar. Şehit olmayıp hayatta kalan, dolayısıyla henüz kendilerine kavuşmamış müminlere şu müjdeyi ulaştırmak için de can atmaktadırlar: Burada müminler için ne korku ne de hüzün vardır. Aksine Allah’ın lütfettiği mükâfat ve sayısız nimet vardır. Allah müminlerin mükâfatını zayi etmez.”s

O şehir halkının orada nasıl zanaatkârları, ücretli ve rızkı verilen işçileri, ölçü ve tartılarla alışveriş yapan satıcıları, tacirleri, zulüm ve husumetleri, kadı ve adilleri, fıkıh, hükümler, yargıları ve kararları, kadıların her yedi günde bir hüküm vermek için görünme ve oturma gelenekleri varsa, tümel nefsin tikel nefislere hükmü de aynı şekilde gerçekleşir. Her yedi bin yılda bir, tikel nefisler tümel nefislere arz edi­lir; tümel nefis aralarında hak ile hüküm vermek için öne çıkar. “Hiç kimseye zerre kadar bile haksızlık yapılmayacaktır. Bir hardal tanesi ağırlığınca da olsa dünyada yapılan dünyada yapılan iyi-kötü her işi tartıya koyacağız. Hesap görmede bizim gibisi yoktur.”[198]

Peygamber (s.a.v.)’den rivayet edildiğine göre o şöyle buyurmuştur: “Dünyanın ömrü yedi bin yıldır. Ben onun son bin yılında gönderildim.” Yine buyurmuştur ki: “Benden sonra peygamber yoktur.” Bu sürenin sonunda kıyamet kopar. Yüce Allah bu sü-'^ye şu sözüyle işaret etmiştir: “Rabbin insanları onların sulblerinden varlık ala­nına çıkarırken onlara: Ben sizin Rabbiniz değil miyim, diye sordu. Onlar da kendileri hakkında şahitlik ederek: Elbette Rabbimizsin, biz buna tanıklık ederiz, diyerek karşılık verdiler. İşte bu, kıyamet günü; bizim bundan haberimiz yoktu, dememeniz içindir.”[199] Bu hitap, “sözleşme (misak) günü” idi. O ilk arz günüdür. Kıyamet günü ise araların­da yedi günlük süre bulunan ikinci arz günüdür. Yüce Allah’ın dediği gibi, her gün bin yıl gibidir: “Rabbin katında her gün sizin saydığınız bin yıl gibidir.”" Yüce Allah bu güne şu sözüyle işaret etmiştir: “O gün her toplumun içinden ayetlerimizi yalan sayan kimseleri ayrı bir grup olarak toplayacağız. Onlar sevk edileceklerdir.”[200] [201] Yine buyurmuştur ki: “ ilah peygamberleri topladığı gün şöyle der: Nasıl karşılandınız? Brim bilgimiz yokgHi şeyleri en iyi bilen sensin.”[202] Yine buyurmuştur ki: “Yeryü­zünde kaç yıl kaldım^? Dediler ki: Bir veya birkaç gün; sayanlara sor.”[203]

Hüküm günü kadıların oturduğu, adillerin getirildiği, şahitlerin çağrıldığı, on­ların basımlarla birlikte toplandığı, belgelerin çıkarıldığı ve hükmün verildiği gibi, mahpusların arz edildiği gün de yönetici çıkar, yardımcıları getirir, mahpusları çı­karırlar, onlardan bir topluluğun suçsuzluğu açıklığa kavuşur ve serbest bırakılırlar. Bir topluluğa hadler uygulanır ve salıverilirler. Bir topluluk da ikinci arz gününe kadar hapiste kalır. Nefislerin arz günü de böyledir. Yönetici çıkar, divanları çıkarır, kitabı getirir, vekilleri arz için çağırır, hak edenlerin rızıkları verilir, bir topluluğa çok verilirken, bir topluluğa azaltılır; bir topluluk yerinde kalırken, bir topluluk düşer. Hesap günü tümel nefsin tikel nefisler hakkındaki hükmü de böyledir. Çünkü Yüce Allah, dünya hükümlerini ve işlerin cereyanını örnekverdi ve kıyametin hallerine ve işlerinin cereyanına bunlarla işaret etti. Ey basiret sahipleri düşünün ve ey akıl sa­hipleri kesin olarak inanın! “Sizin sahip olduklarınız biter; ama Allah’ın sahip olduk­ları bâkîdir/bitmez.”[204] Allah tartı, ölçü ve sayıyı ancak hesap günü zikretti. Çünkü insanlar arasındaki adalet ancak tartı, ölçü, sayı ve arşın ile ölçme ile ortaya çıkar. Eşyanın miktarları bütün bu tartı ve benzerleri ile bilinir. Bundan dolayı o şöyle bu­yurmuştur: “Kıyamet günü çok hassas teraziler kurarız.”[205] Fakat “Teraziler kurarız.” dememiştir. Eğer asılsız kuruntuya kapılan bir kimse Peygamber (s.a.v.)’in insanlara kıyamet günü için vaat ettiği şeyin, iyi ve kötü amellerin tartılması olduğunu düşü­nüyorsa bilsin ki, tartıya ancak bir şeyin miktarını benzeriyle karşılaştırarak, artırıla­rak veya eksiltilerek ölçmek için ihtiyaç duyulur. Kaldı ki bunlar (iyi ve kötü ameller) sabit olmayan ve açıklığa kavuşmayan arazlardır; onlar nasıl tartılacak? Bu mana arazlarda yaygındır. Onlarda şiirin düzgününü, fazlasını ve eksiğini bilmedeki ölçü olan aruzun benzeri bir ölçü geçerlidir. Şiir bir çeşit arazdır. Zamanın düzgünlük, fazlalık ve eksiklik gibi ölçüleri “bankan”[206] ve “usturlap” gibi aletlerle bilinir. Zaman da bir çeşit arazdır. Uzunluk, kısalık, uzaklık, yakınlık, büyüklük ve küçüklüğün bi­linmesine yarayan “zira” gibi ölçüler de arazdırlar. Düzgünlük ve eğrilik, cetvel ve pergel gibi şeylerle bilinir. Bunlar da arazdır. Ağırlık, hafiflik, fazlalık ve eksiklik, gram/sance ve rıtıl[207] gibi şeylerle bilinir. Bütün bunlar da arazdır. Onu, iyi ve kötü amellerin iyilik ve kötülüğün miktarını bilmeye yarayan tartısının olduğunu zanne­den kimse inkâr eder. Amelleri ölçme şeklini bilen bir topluluk vardır. Bu onların sanatıdır. Belirttiğimiz bu tartılardan her biri için de bunu sanat edinmiş olan bir topluluk vardır. Değerli kardeşlerimiz de bu sanatın erbabıdır. Diğer kardeşlerimizi buna davet ediyoruz.

Risâle bitti. (Bundan sonra diğer nüshalarda bulunmayan bir fazlalık vardır. Belki bunlar diğer risâlelerden eklenmiştir.)

Bölüm

Ey nazik ve. merhametli kardeş, Allah seni ve bizi kendinden bir ruhla destekle­sin, bil ki âlem, bütünüyle on bir tabakaya ayrılan bir tek küredir. Onların dokuzu, küre şeklinde, içi boş ve şeffaf feleklerdir. Gezegenleri de yine küre şeklinde, dairevî, aydınlatıcı ve döngüsel hareketlidir. Çevreleyen felek, içinde bulundurduğu tüm fe­lek ve gezegenlerle birlikte yeryüzünün etrafında her yirmi dört saatte bir döner. Aynı şekilde her gezegen/yıldız, kendine özgü ve dönen bir feleğin içinde belli bir zamanda döngüsel bir hareketle döner. “Yıldızlara Giriş Risâlesi”nde[208], “Gök ve Âlem Risâlesi”nde[209] ve “Dönüşler ve Küreler Risâlesi”nde[210] anlattığımız gibi, bir defa dö­nünce İkinciye başlar. Ay feleğinin altında biri ateş ve hava, diğeri su ve toprak olan iki küre vardır. Her biri küre şeklindedir ve sonları başlarına bitişik çevreleyenlerdir. Bunun açıklaması şöyledir: Ateşin baş tarafı Ay feleğine, sonu şiddetli soğuğun tabi­atına bitişiktir. Şiddetli soğuğun sonu, “Yüce Etkiler Risâlesi”nde[211] belirttiğimiz gibi su ve toprağa bitişiktir ve onları kuşatır. Yeryüzü ise bütün dağları ve denizleriyle bir tek küredir. Dağların ve denizlerin şekli yeryüzü düzleminde dikkate alınıp düşünül­düğünde her birinin dairenin çevresinden bir yay parçasıymış gibi olduğu anlaşılır. Deniz şekillerinden her birisi küresel cismin yüzeyinden bir kabuk gibidir.

Bölüm

Olanların halleri aynı şekilde dikkate alınıp düşünüldüğünde çoğunun küre şek­linde ve dairevî olduğu anlaşılır. Ağaçların, yapraklarının, bitki tohumlarının ve çi­çeklerinin çoğu küre şeklinde ve yuvarlaktır. “Geometri/Hendese Risâlesi”nde açıkla­dığımız gibi, insanların ürettikleri şeylerin çoğu da böyledir. Onların halleri de aynı şekilde zamanın kıştan ilkbahara, ilkbahardan yaza, yazdan sonbahara, sonbahardan da kışa dönmesinde olduğu gibi, başlarının sonlarına doğru eğilmesiyle dairevîdir. “Madde/Heyûlâ Risâlesi”nde açıkladığımız gibi, gece ile gündüzün yer küresi etrafın­da dönmesi de böyledir.

Nehir ve deniz sularının, bulut ve yağmurların dönmesi konusundaki hüküm de böyledir. Onlar dönen dolap gibidirler. Bulutlar, deniz ve nehirlerden yükselen buhardan doğar; rüzgârlar onları bozkırlara ve dağların tepelerine sürükler ve ora­da yağmur yağar. Seller vadi ve nehirlerde toplanır ve tekrar denizlere gider; sonra ikinci kez yükselir. Bu, Güçlü ve Bilen [Allah]’ın takdiridir. Bitkinin hali, toprak, su, ateş ve havadan oluşumu, dolap gibi dönerek ederek tekrar oraya dönmesi de böy­ledir. Bitki başlar, yetişir, tamamlanır ve yetkinleşir. Nihayet en yüksek gayesine ve son noktasına ulaşınca çürümek ve bozulmak suretiyle teşekkül ettiği şeylere döner. Bunun açıklaması şöyledir: Bitki, damarları vasıtasıyla unsurların ince kısımlarını emer. Ondan hayvanın beslenmek için yediği yaprak ve meyve meydana gelir; vü­cudunun bazı kısımlarında et ve kana, bazı kısımlarında posa ve gübreye dönüşür. O da bitkinin beslenmesi için köklerine gelir ve ondan ikinci defa tohum ve meyve olur. Aynı şekilde hayvan onu yer. Onların bu hali düşünülürse sanki dönen bir do­lap gibi olduğu görülür.

Hayvanların bedenleri tamamen toprağa döner, çürür ve toprak olur. Ondan ikinci kez bitki ve daha önce açıkladığımız gibi bitkiden de hayvan meydana gelir. Bu iyice düşünülürse sanki dönen bir dolapmış gibi olduğu görülür. İnsanların halleri düşünülürse onlar da tamamen dolap gibi dönerler. İnsanın oluşumu nutfeden/meniden (sperma) başlar, sonra gelişir, büyür, tamamlanır ve ondan da nutfe üreyecek hale ulaşır. Şehvetin meydana gelmesi ve benzerinin üremesi için dönüş çıktığı yerde sona erer. Başlangıçta gücünün eksik ve bünyesinin zayıf olması da böyledir. Sonra yükselir, olgunluk çağına erişinceye kadar artar, sonrabaşlangıçta olduğu gibi ve Ek­siklikten Münezzeh Olan Allah’ın belirttiği gibi, ömrün en rezil derecesine düşecek şekilde çökmeye ve eksilmeye başlar: “İmdi, gerçek şu ki, Biz insanı balçığın özünden yaratıyoruz, ve sonra onu döl suyu damlası halinde (rahimde) özel bir koruma altında tutuyoruz; sonra bu döl suyu damlasından döllenmiş hücreyi yaratıyoruz; sonra bu döllenmiş hücreden de cenini ve ceninden kemikleri yaratıyoruz; ve sonra da kemik­lere et giydirip onu yepyeni bir yaratık halinde var edip ortaya çıkarıyoruz: öyleyse, yaratanların en iyisi, en ustası olarak Allah ne yücedir! Ve bütün bunlardan sonra, kaçınılmaz olarak (hepiniz) ölümü t adıyorsunuz.[212] Yine Eksiklikten Münezzeh Olan buyurmuştur ki: “Ey İnsanlar! Ölümden sonra kalkış (olgusun)dan şüphedeyseniz, o zaman, (hatırlayın ki,) Biz, gerçekten de sizi(n her birinizi) topraktan, sonra bir döl suyu damlasından, sonra döllenmiş hücreden, sonra (temel unsurları ve istidatlarıyla) tamamlanmış ama (bütün öğeleriyle) henüz tamamlanmamış bir ceninden yarattık ki, size (menşeinizi böylece) açıklayalım. Ve (doğmasını) dilediğimizin, (annesinin) rahminde (Bizce) belirlenmiş bir süre için kalmasını sağlarız; sonra sizi çocuk olarak dünyaya getirir ve (yaşamanıza imkan veririz); böylece (bazılarınız) olgunluk çağma erişir; öyle ki, kiminize (daha çocukluk çağında) ölüm tattırılırken, kiminiz de yaşlı­lığın öyle düşkün çağlarına eriştirilir ki, bildiğini bilmez olur. Ve (sen, ey insanoğlu, ölümden sonra kalkıştan şüphe ediyorsan, düşün ki:) bir bakıyorsun yeryüzü kupkuru; ama ona su indirdiğimizde, (bir de bakıyorsun) canlanıp kabarmış ve her türden güzel ekinler ortaya koymuş!”[213]

Bölüm

Ey kardeş, Allah seni ve bizi kendinden bir ruhla desteklesin, bil ki Ay feleğinin altındaki bu varlıkların varlıkta ve bekada da düzen ve sıraları vardır. Sayının ve feleklerin sıralanmasında olduğu gibi bazısı bazısının altında sıralanmıştır ve son­ları başlarına bitişiktir. Bunun açıklaması şöyledir: Âlemin parçaları birbirini kuşa­tacak şekilde sıralanır; onlar on bir küredir, bunların dokuzu felekler âlemindedir, başı çevreleyen felekten başlar, sonu Ay feleğinin sonuna kadardır. “Gök ve Âlem Risâlesi’nde açıkladığımız gibi, onların sonları başlarına bitişiktir. Onların ikisi Ay feleğinin altındadır; bunlar ateş ve hava küresi ile su ve toprak küresidir. Onlar dört tabiata ayrılırlar: İlki esirdir. O, Ay feleğinin altında yanan ateştir. Onun altında akıcı bir cisim olan hava vardır. Onun altında zemherir ve aşırı soğuk vardır. Onun altın­da nem denilen aşırı su vardır. Onun altında aşırı kuru olan toprak vardır. “Oluş ve Bozuluş Risâlesi”nde açıkladığımız gibi, bu dört unsurun tümelleri merkezlerinde korunur, sonları başlarına bitişiktir ve tikelleri birbirine dönüşür.

Onların olanları, tikelleri olup bunlar madenler, bitkiler ve hayvanlardır. Felekle­rin ve unsurların sıralanışında olduğu gibi, onların düzeni ve başları sonlarına bitişik olan sıralanışı vardır. Bunun açıklaması şöyledir: Madenlerin başları toprağa, sonları bitkiye bitişiktir. Bitkinin sonu hayvana, hayvanın sonu ise insana bitişiktir. İnsanın sonu meleklere bitişiktir. “Ruhanî Konular Risâlesi’nde açıkladığımız gibi, melekle­rin de aynı şekilde başları sonlarına bitişik olan birtakım mertebe ve makamları var­dır. Bu bölümde madenler, bitkiler ve hayvanlar gibi dört unsurdan oluşan şeyleri/ kâinatı anlatacağız. Diyoruz ki: Madenler düşünüldüğünde bunların ya alçı gibi top­rağı takip eden şeylerden olduğunu ya da tuz gibi suyu takip eden şeylerden olduğu­nu görürsün. Alçı, yağmur alan, sonra katılaşan ve alçı haline gelen kumlu topraktır. Tuz ise tuzlu toprak ile karışan, katılaşan ve tuz haline gelen sudur. Madenlerin son­ları bitkiyi takip eden şeylerdendir. Onlar, mantar gibi şeylerdir. Olanların bu cinsi maden gibi toprakta oluşur, sonra bitkilerin bittiği gibi yağmurlu ilkbahar günlerin­de nemli yerlerde biter. Fakat onun meyvesi ve yaprağı yoktur. Madenî cevherlerin teşekkül ettiği gibi ve onların şeklinde toprakta teşekkül eder. Bir açıdan madenlere, başka bir açıdan bitkilere benzer.

Diğer madenî cevher türleri, bu iki sınır yani alçı ile mantar arasındadır. Biz onla­rın türlerini, cinslerini, özelliklerini ve yararlarını bir risâlede açıkladık.

Bitkiye gelince; diyorum ki “Madenler Risâlesi’nde açıkladığımız gibi, olanların bu cinsinin başı madene, sonu hayvana bitişiktir. Bu şöyle açıklanır: Bitkisel merte­benin ilki ve en düşüğü toprağı takip edenlerdendir. O yeşil gübredir. O, toprak, kaya ve taşlar üzerinde keçeleşen tozdan başka bir şey değildir. Sonra ona yağmurların ıslaklığı ve gecelerin nemi dokunur. Sabahları sanki ekin ve ot bitkisiymiş gibi yeşil olur. Gün ortasında ona güneşin sıcağı dokununca döner, sonra yarından itibaren gece ıslaklığının ve tatlı rüzgârın etkisiyle öyle olur. Mantar ve yeşil gübre araların­daki yakınlaşmadan dolayı ancak ilkbahar günlerinde komşu bölgelerde biter. Çün­kü bu onun bitkisel madenidir; o da madenî bitkidir.

Bölüm

Hurma, hayvânî mertebeyi izleyen en son bitkisel mertebedir. Hurma, hayvânî/ hayvan tabiatlı bir bitkidir. Çünkü cismi bitki olsa da onun bazı fiilleri ve halleri bit­kinin hallerinden farklıdır. Bu şöyle açıklanabilir: Etkin güç, edilgen güçten ayrıdır. Bunun delili, onun erkek şahıslarının dişi şahıslarından farklı olmasıdır. Hayvan­larda olduğu gibi erkek şahısları dişilerini döller. Ama diğer bitkilerdeki etkin/fâil güç, “Bitki Risâlesi”nde açıkladığımız gibi, edilgeninden şahıs olarak değil, bilfiil/ gerçekten ayrıdır.

Aynı şekilde hurmanın başı kesildiğinde kurur, büyümesi ve gelişimi durur ve ölür. Bu durum hayvanlarda da böyledir. Bu itibar, hurmanın cisim bakımından bit­ki, nefis bakımından hayvan olduğunu açıklar. Çünkü onun fiilleri hayvânî nefsin fiilleri; cisminin şekli ise bitki şeklindedir.

Bitkide fiili hayvânî nefsin fiili gibi olan başka bir tür daha vardır. Fakat onun cismi bitkisel cisimdir. Bu, yerde kökleri olmayan bir bitki (kesıısa)dir. Şöyle ki: Bu bitki türünün, diğer bitkilerde olduğu gibi, yere sabit bir kökü yoktur. Onlar gibi yaprakları da yoktur, bilakis ağaçlara, ekinlere ve dikenlere sarar, onların nemlerini emer ve ağaç yaprakları ve bitki dalları üzerinde sürünen ve onları yiyen kurtçuğun yaptığı gibi beslenir. Bu tür, bitkiyle beslenir. Bedeni bitkiye benzese de nefsinin fiili hayvan fiili gibidir. Bu anlattıklarımızdan bitki mertebesinin sonunun hayva­nın ilk mertebesine bitişik olduğu anlaşılmıştır. Bitkinin diğer mertebeleri bu ikisi arasındadır.

Bölüm

Ey kardeş bil ki, daha önce açıkladığımız gibi nasıl bitkinin başı madenin sonuna, madenin başı da toprak ve suya bitişikse aynı şekilde hayvanların ilk mertebesi bit­kilerin son mertebesine bitişiktir.

Hayvanların en düşüğü ve eksiği, sadece bir tek duyusu olanıdır. Bu salyangoz­dur. O, boru/helezon içindeki bir kurtçuktur. Bu boru, deniz ve ırmak kenarlarında­ki kayalar üzerinde biter. Bu kurtçuk, şahsının yarısını bu borunun içinden çıkarır ve bedenini besleyecek madde aramak üzere sağa sola yayılır. Bir ıslaklık ve yumuşak­lık hissettiği zaman ona doğru yayılır; sertlik ve katılık hissettiğinde ise büzülür ve cismine zarar verecek veya bedenini bozacak şeylerden sakınmak için bu borunun içine girer. Onda işitme, görme, koklama ve tatma duyuları yoktur; sadece dokunma duyusu vardır. Çamurda, denizlerin çukurlarında ve nehirlerin derinliklerinde olu­şan kurtçukların çoğunun işitme, görme, tatma ve koklama duyuları yoktur. Çünkü İlahî hikmet, hayvanlara yararı çekme ve zararı gidermede ihtiyaç duymadıkları hiç­bir organı vermez. Eğer onlara ihtiyaç duymadıkları şeyleri verseydi bu, devamlılık­larını korumada onlara vebal olurdu. Bu tür, bitkisel hayvandır. Çünkü bedeni bazı bitkilerin bittiği gibi biter ve ayakta dik durur. O, onu iradî olarak hareket ettirme­sinden dolayı hayvânî, bir tek duyudan başka duyusunun olmamasından dolayı da hayvanlıkta hayvanların en eksik mertebelisidir.

Bitki bu duyuya ortaktır. Bitkinin sadece dokunma duyusu vardır. Bunun delili, onun köklerini kayalara ve kuru yerlere doğru salmaktan uzak durup nemli yerlerde nehre doğru salmasıdır. Onun bitmesi dar yere rastlayınca genişlik ve ferahlık arayı­şıyla ondan meyleder ve sapar. Eğer üstünde yukarı doğru çıkmasını engelleyen bir tavan varsa ve onun için bir tarafta bir delik bırakılmışsa uzadığında doğacağı bu yöne doğru meyleder. Bu fiiller, onun duyu ve temyizinin ihtiyacı kadar olduğunu gösterir. Bitkide acı duyma hissi yoktur. Bunun sebebi, bitkiye acı duygusu vermenin İlahî hikmete uygun olmamasıdır. O, hayvanda olduğunun aksine ona itme gücü vermemiştir. Hayvana acı duyma özelliği verildiği için aynı zamanda gerek kaçarak ve uzaklaşarak, gerek kaçınarak, gerekse engelleyerek itme/defetme gücü verilmiştir. Bu anlattıklarımızdan bitkiyi takip eden hayvanlık mertebesinin keyfiyeti açıklığa kavuşmuştur.

İnsanı izleyen hayvanlık mertebesinin şeklini bir tek açıdan değil, fakat birkaç açıdan anlatmak ve açıklamak istiyoruz. İnsanlık mertebesi erdemlerin ve iyi haslet­lerin kaynağıdır. Ona sadece bir tek hayvan türü değil, birçok hayvan türü sahiptir. İnsanlık mertebesine bazıları maymunda olduğu gibi vücut şekli itibariyle, bazıla­rı atta ve evcil (insi) kuşta olduğu gibi nefsanî huylarıyla, filde olduğu gibi zekâda, papağan ve bülbül gibi sesi, ezgisi ve nağmesi çok olan kuşlarda olduğu gibi zekâ itibariyle yakındır. İnce işçilik yapan balansı vs de böyledir. İnsan faydalandığı veya evcilleştirdiği halde nefsinde üstünlük ve insan nefsine yakınlık olmayan hiçbir hay­van yoktur. Beden şeklinin insan bedenine yakınlığı sebebiyle maymunun nefsi in­san nefsinin fiillerini taklit eder. Bu onda açıkça bellidir.

Asil at, huylarını yüceliği sebebiyle kralların bineği olma derecesine yükselmiş­tir. Hatta o, edebinin güzelliğinden dolayı kralın veya taşıyıcısının yanında olduğu sürece idrar yapmaz ve dışkı çıkarmaz. Bununla birlikte o, yiğit adamda olduğu gibi heyecanlıyken zeki ve ileri görüşlü, dürtüldüğünde ve yaralıyken sabırlıdır. Nitekim şair onu şu sözüyle tasvir etmiştir:

Tayım bana yaralanmaktan şikâyet edince

Farklı dürtüldüğü sırada, ilerle, dedim ona

Özrünü kabul etmediğimi görünce

Gemi ortadan ısırdı ve kızdı

Fil, zekâsıyla konuşmayı anlar ve tıpkı emir ve yasağa muhatap olan akıllı adamın itaat etmesi gibi, emir ve yasağa uyar. Bu hayvanlar, kendilerinden İnsanî erdemlerin tecelli etmesi nedeniyle insanlık mertebesini izleyen hayvanlık mertebesinin sonun­dadırlar.

Geriye kalan hayvanlar bu ikisi arasındadır. İnsanlık mertebesini izleyen hayvan­lık mertebelerini anlatmayı bitirdiğimize göre hayvanlığı izleyen ilk insanlık merte­besini anlatmamız gerekir.

Bölüm

Ey kardeşim bil ki, hayvanlığı izleyen en düşük insanlık mertebesi, hissedilirler­den başka işleri bilmeyen, cismanî olanlar dışındaki hayırları tanımayan, bedenleri iyileştirmekten başka bir şey istemeyen, dünyadan başkasına rağbet göstermeyen, mümkün olmadığını bildikleri halde orada kalmaktan başka bir şeyi temenni etme­yen, hayvanlar gibi yeme ve içme dışında bir hazzı arzulamayan, domuzlar ve eşek­ler gibi cinsel ilişki ve evlilikten başka bir konuda yarışmayan, karınca gibi ihtiyaç duymadığı şeyleri toplayarak ve saksağan gibi kullanmadığı şeyleri saklayarak dünya hayatının yararı olan malları toplamaktan başka bir şeye tamah etmeyen ve leş üze­rindeki köpekler gibi dünya kırıntısı için boğuşarak tavus gibi elbise boyamaktan başka süs bilmeyen kimselerin mertebesidir. Bedenleri insan şeklinde olsa da nefis­lerinin fiilleri hayvani ve bitkisel nefislerin fiilleri gibidir.

Bölüm

Ey kardeş, sana öğretileni bil ve sana tevdi edilene göre davran. Ey nazik ve mer­hametli kardeş, Allah seni kovulmuş şeytanın vesveselerinden korusun ve seni, bizi ve tüm kardeşlerimizi yüce ihsanıyla başarılı kılsın.

Filozofların “Âlem büyük insandır” şeklindeki görüşünün anlamı hakkındaki risâle bitti. Bunu “Akıl ve Makûl Risalesi” takip etmektedir.

Aklî Nefsânîlerin/Nefıs ve Akla Dair Olan Şeylerin
(en-Nefsânîyyatu’l-akliyyât) Dördüncü -İhvân-ı Safâ Risâleleri’nin
Otuz BeşinciRisâlesi: Akıl ve Ma’kûl/Akledilir Hakkında[214]

Rahman ve Rahim Olan Allah’ın Adıyla!

H

amd Allah’a, selam O’nun seçilmiş kulları üzerine olsun. “Allah mı daha hayır­lıdır, yoksa O’na ortak koştukları varlıklar mı?”[215]

Ey kardeş, Allah seni ve bizleri kendi katından bir ruhla desteklesin, bilmiş ol ki, bilgelerin (hukemâ)[216] [217] “Âlem büyük insandır” sözünün izahını bitirdik ve [bununla ilgili olarak] kıymetli kardeşlerimizin âdetlerine göre örnekler, işaretler ve teşbihler naklettik. Daha önce aklî ilkelerden söz ettik ve orada varlıkların (mevcudat) yara ­tılışını ve yaratılmışların nasıl oluştuğunu açıkladık Aynı şekilde “Duyu ve Duyulur Şeyler Risâlesi”ndei duyulurların (mahsûsât) hepsinin cisimsel ârazlar olduklarını ve tümünün cisimsel maddede bulunduklarını, nefsin onları kavramasının duyula­rın kendilerine ait duyu güçleri aracılığıyla olduğunu, duyuların hepsinin bedensel araçlar olduklarını, duyumun (his) da bu duyuların duyulurlara doğrudan maruz kalmalarında duyuların durumunun değişimi olduğunu, duyumsamanın (ihsâs) ise duyumsama gücünün sözkonusu durumların değişiminin bilincinde olması oldu­ğunu açıklamıştık. “Akıl ve Akledilir” isimli bu risâlede ise şunu anlatmak ve açıkla­mak istiyoruz ki: Bütün akledilirler, nefsin bizzât maddede (heyûlâ) duyular yoluyla müşahede ettikten sonra, kendinde gördüğü ve kendi cevherinde gözden geçirdiği ruhanî suretlerdir. Sonra nefis gaflet ve cehalet uykusundan uyanır, basiret gözüyle akim nuruna bakar, onun ışığıyla aydınlanır ve onun güzelliğiyle güzelleşir.

Ey kardeşim bilmiş ol ki, akıl, ortak bir isim olup iki anlamda kullanılır: Bun­lardan biri filozofların, kendisini Aziz ve Çelil olan Yaratıcının yarattığı ilk varlık olarak gösterdikleri bir şey olup basit, ruhanî ve tüm eşyayı ruhanî bir şekilde kuşa­tan cevherdir. Diğer anlamı ise insanların çoğunluğunun, kendisini, fiili, tefekkür, düşünme (reviyye), konuşma, ayrıştırma, sanatlar vb olan İnsanî nefsin güçlerinden bir güç olarak gösterdikleri şeydir. Biz de bu güç hakkında konuşmak, kısımlarını açıklamak, fiilleri ile bilinenlerin (ma lûmât) suretlerini kendinde ve cevherinde na­sıl kavradığını betimlemek istiyoruz.

Ey kardeşim, bilmiş ol ki; söz konusu ettiğimiz akıl, İnsanî nefsin güçlerinden biri olduğu kadar küllî nefsin güçlerinden de biridir. Küllî nefis de Aziz ve Çelil olan Ya­ratandan taşan ilk feyiz olan küllî akıldan taşan bir feyizdir. Bunların hepsi ilk var­lıklar olarak isimlendirilir. Öncelikle varlıkların kısımlarını, “mevcûd”un manasını, “vücûd” ve “adern’in anlamını ve bunları bilmeye götüren yolları anlatmamız gerekir.

Ey kardeşim, bilmiş ol ki, “mevcûd” (bulunan/bilinen)[218] sözcüğü “ve-ce-de” (bul­du), “ye-ci-du” (buluyor), “vicdânen” (bulmak), “vâcidun” (bulan) ve “mevcûdun’dan (bulunan) türemiştir. Bulunan/bilinen (mevcûd), bulanı/bileni (vâcid) gerektirir; çünkü ikisi de isim tamlaması (muzaf) cinsindendir. Muzafın cinsinin anlamını da “Mantık Ri sille si” nde[219] açıkladık.

Bilmiş ol ki, her bulan/bilen insan -bir şey bulursa/bilirseonun bu buluşu/bilişi şu üç yoldan biri dışında değildir: “Duyu Risalesinde[220] [221] açıkladığımız gibi bu, ya duyu organı güçlerinden biriyle olur; ya düşünce (fikr), düşünme, ayrıştırma, anla­ma, doğru vehim, temiz zihin gibi aklî güçlerden biriyle olur; ya da kanıtlama yolu olan “Burhanlar Risâlest’nde1* açıkladığımız üzere zorunlu burhân yoluyla olur. Bun­lardan başka, insanı bilinenlere götüren yol yoktur.

“Yokluk (‘adem)”un anlamına gelince, o, bu üç yoldan her bir çeşidiyle karşılık bulur: Ve denilir ki; “yokluk”, duyunun kavramasından, aklın tasavvurundan ve ken­disi üzerine kanıt getirilmekten yoksundur. Fakat övgüsü yüce olan Yaradan’ın eş­yayı bilmesi ise bu üç yolla olmayıp aksine bunların hepsinden daha üstün ve daha yücedir. Zira tüm eksiklerden beri olan Yaratan için “eşyayı bulan (vâcid)” denmez, aksine “var eden (mûcid)”, “sonradan yaratan (muhdis)”, “yaratan (muhteri’)”, “yok­tan var eden (mubdi’)”, “varlığı sürdüren (mubqi)”, “tamamlayan (mütemmim)” ve “olgunlaştıran (mükemmil)” denir.

Ey kardeşim, bilmiş ol ki, insanın Aziz ve Çelil olan Yaratıcı yı bilmesi ve O nu bulması, biri genel diğeri özel olan iki yoldan biriyle olur: Genel olanı, bütün yaratıl­mışların O nun hüviyetine[222] yönelik doğasındaki içgüdüsel bilgidir. Şöyle ki: âlim ve cahil, iyi ve kötü, mümin ve kâfir bütün insanların tamamı felaketler anında Allah’a sığınırlar, ondan yağmur isterler ve ona yalvarırlar; hatta hayvanlar bile kuraklık zamanlarında yağmur istemek için başlarını göğe doğru kaldırır. İşte onlardaki bu ilim, O’nun hüviyetine yönelik olan bilgilerine işaret eder.

Özel bilgiye gelince bu, O’nun nitelikleriyle, soyutlanmasıyla (tecrîd), beri olu­şuyla (tenzih) ve birliğiyle [bilinmesi] olup bu [bilgi], burhân yoluyladır ve nebiler, evliyalar, bilgeler, hayırlılar ve iyiler gibi insanların erdemlilerine özgüdür. Nitekim Allah onları tasvir etmiş ve indirdiği Kuranda şöyle buyurmuştur: “Allah, onların nitelendirdiği şeylerden uzaktır, yücedir. Ancak Allah’ın ihlâslı kulları bunlar gibi değildir’’[223] İşte bu, zorunlu bir bilgidir.

Ey kardeşim, bilmiş ol ki; tüm eksikliklerden beri ve yüce olan Yaratıcının var ettiği bütün varlıklar, var edilişleri hangi yolla olursa olsun, cevherler, ârazlar veya bu ikisinin birleşimi; madde/heyûla, suret veya bu ikisinin birleşimi; sebepler, sebepliler veya her ikisine işaret edilenler; cisimsel, ruhanî veya ikisiyle ilgili; basit, bileşik veya her ikisi olmaktan başka bir şey değillerdir. Bu kısımlar bütün varlıkları içeriyorlarsa şayet, çoğu âlimlerin anlamlarının hakikatine vâkıf olma konusunda içinde kaybol­dukları bu kapalı sözcüklerin anlamlarını açıklamaya ihtiyaç duyarız.

Ey kardeşim, bilesin ki; Aziz ve Çelil olan Yaratıcı, bütün varlıkları, suretler ve di­ğer görünenleri, Yaratıcı nın kendisine bol bol verdiği ve var ettiği ilk varlık olan akla akıtmıştır ki, bu akıl basit ve ruhanî bir cevher olup içinde bütün varlıkların suretleri yığılma ve sıkışma olmaksızın bulunur; tıpkı ortaya çıkmadan ve maddeye (heyûlâ) geçmeden önce sanatçının zihninde (nefis) yapıtların suretlerinin bulunması gibi. Küllî akıl da, güneşin ışıklarını havaya yayması gibi, bu suretleri küllî nefse bir de­fada ve zamansız olarak akıtır. Ayın güneşin ışığını bazen alması ve havaya bazen akıtması gibi, nefis de bu suretleri bazen alır ve heyûlâya bazen akıtır. Havanın ayın ışığını zaman zaman ve parça parça alması gibi [veya] öğrencinin hocadan azar azar alması gibi, madde/heyûlâ da bu suretleri küllî nefisten zamanla ve tedrici olarak azar azar alır.

Ey kardeşim, bilmiş ol ki; tıpkı ikiden önce olan “bir’den ortaya çıkma ve düzen bakımından sayıların tekleri ve çiftleriyle birbirlerini izlemeleri gibi, tüm varlıkların suretleri de ilk sebepten -ki o da Aziz ve Çelil olan Yaradandırortaya çıkmaları (hudûs) ve [varlıklarını] sürdürmelerinde birbirlerini izlerler. Sonra bil ki; tıpkı söz­cüklerle, sayıları birbirlerinden ayırmak gibi, tüm bu sözcükler de, ilişkilendirmeleri birbirinden ayırmak için kendileriyle suretlere işaret edilen takma isim ve işaretler­dir. Şöyle ki: Tıpkı bir sayının bazen yarım, bazen iki kat, bazen üçte bir, bazen dörtte bir, bazen de birbirleriyle ilişkilendirmek için başka şekilde adlandırılması gibi, bir suret de bazen heyûlâ, bazen cevhersel, bazen ârızî, bazen basit, bazen bileşik, bazen ruhanî, bazen cisimsel, bazen sebep, bazen sebepli vb sözcüklerle adlandırılır. Yine örneğin, gömlek, duyumla algılanan yapay cisimsel varlıklardan biridir ve mahiyeti onun kumaşta bir suret olması, kumaşın da onun için heyûlâ olmasıdır. Kumaşın mahiyeti de onun eğrilmiş iplikte bir suret olması, eğrilmiş ipliğin de onun için mad­de (heyûlâ) olmasıdır. Eğrilmiş ipliğin mahiyeti ise onun pamukta bir suret olması, pamuğun da onun için heyûlâ olmasıdır. Pamuğun da mahiyeti onun bitkilerde bir suret olması ve bitkilerin de onun için heyûlâ olmasıdır. Bitkilerin de mahiyeti onla­rın ateş, hava, su ve toprak gibi doğal cisimlerde bir suret olmasıdır. Bunların her biri de “Oluş ve Bozuluş Risâlesı’nde11 açıkladığımız üzere mutlak cisimde bir surettir. Mutlak cisim de “Heyûlâ Risâlesi”nde12 açıkladığımız üzere ilk heyûlâda bir suret­tir. İlk heyûlâ da küllî nefistsen taşan ruhanî bir surettir. Küllî nefis de “Aklî İlkeler Risâlesı’nde13 açıkladığımız üzere, Aziz ve Çelil olan Yaratıcının var ettiği ilk varlık olan küllî akıldan taşan ruhanî bir surettir. Öyleyse bu örneklerle sana açıklanmış oldu ki, tıpkı sayıların tekleri ve çiftleriyle ikiden önce olan “bif’den ortaya çıkma­larıyla ilişkili olması gibi, bütün varlıklar da birbirleriyle ilişkili suretler olup, ortaya çıkmaları ve varlıklarını sürdürmeleri ilk Yaratıcıya (Mubdiu’l-Evvel) -ki o da Aziz ve Çelil olan Allah’tırvarıncaya kadar birbirini takip eder. Ey kardeşim, bil ki; tüm bu suretlerin her biri, bir şey için oluşturucu (mukavvim) ya da onun için cevhersel iken başka bir şey için tamamlayıcı (mütemmim) veya onun için sonradan olan bir şey (ârıcî)dir. İkisinin arasındaki fark şudur: Bir şey için oluşturucu cevhersel suret [olan], eğer heyûlâdan (madde) ayrılırsa, o şeyin varlığı ortadan kalkar. Tamamlayıcı ârızî suret ise heyûlâdan ayrılırsa heyûlânm varlığı ortadan kalkmaz. Bunun örneği şudur: Dikim, gömleğin kendisi için oluşturucu surettir, onun için cevherseldir, çün­kü kumaş dikimle gömlek olur ve [bu arada dikim] kumaş için tamamlayıcıdır, onda sonradan (ârızî) olur. Bunun izahı şöyledir: Şayet dikim, kumaştan ayrılırsa gömle­ğin varlığı ortadan kalkar, kumaşın varlığı ortadan kalkmaz. Aynı şekilde dokuma, kumaşta bir suret olup onun için cevhersel ve oluşturucu iken eğrilmiş ip için ârızî olup onun için tamamlayıcıdır. Dolayısıyla eğer kumaşın sureti -ki o da dokumadırgiderse kumaşın varlığı ortadan kalkar fakat eğrilmiş ipin varlığı ortadan kalkmaz. Aynı şekilde eğrilmiş ipteki eğirme, eğrilmiş ipin kendisi için cevhersel-oluşturucu suret iken pamuğun kendisi için tamamlayıcı-ârızîdir. Şayet eğrilmiş ip eğrilmişliğinden çözdürülürse14 pamuğun varlığı ortadan kalkar. Aynı şekilde ditme ve birleş­tirmenin15 sureti pamukta cevhersel olup onun için oluşturucu iken bitkilerde ârızî olup onun için tamamlayıcıdır. Şayet ditme ve birleştirme ortadan kalkarsa pamu­ğun varlığı ortadan kalkar fakat bitkisel cismin varlığı ortadan kalkmaz. Aynı şekilde eğer bitkilerin sureti ortadan kalkarsa ya toprak ya ateş ya su ya da havaya dönüşür. Eğer ateş söndürülürse havaya dönüşür, hava da fiziksel (tâbiî) cisimlerden biridir.

İşte bu kural üzere eğer dört unsurun suretlerinden biri [bu unsurların birinden] ayrılırsa o unsurun var oluşu ortadan kalkar, fakat onun cisim olması ortadan kalk­maz. Ve eğer cisimsel suret ilk heyûlâdan çıkarsa heyûlânm basit akledilir bir cevher olması ortadan kalkmaz. Heyûlâ (madde) ortadan kalkarsa nefis ortadan kalkmaz. Nefis ortadan kalkarsa akıl ortadan kalkmaz. Akıl ortadan kalkarsa İlk Yaratıcı -ki o da Aziz ve Çelil olan Allah’tırortadan kalkmaz.

Bunun sayılardaki örneği şöyledir: “On”, dokuzun üstündeki sırada bulunan bir surettir, eğer ondan “bir” çıkarılırsa “on”un sureti ortadan kalkar fakat dokuzun su11. Risâletü l-kevn ve’l-fesâd.

12.    Risâletü l-heyûlâ.

13.    Risâletül-mebâdi’l-akliyye.

14.    Neksu’l-ğazli: İkinci defa eğirmek için yapısını bozmak.

15.    ez-Zi’biru: Bununla kast edilen ditme ve toplamadır. [Sözlüklerde “zi’biru”, dokumanın üzerine çıkan tüy ve yün anlamındadır. Örn. Bkz. İbrahim Mustafa ve diğerleri, el-Mu'cemu’l-vasît, Çağrı yay., İstanbul, reti ortadan kalkmaz. Eğer dokuzdan “bir” çıkarılırsa dokuzun sureti ortadan kalkar fakat sekizin sureti ortadan kalkmaz. Bu kurala göre sayıların sureti ilk sayı olan ikiye varıncaya kadar birer birer azaltılır. Şayet ikiden “bir” alınırsa ikinin sureti de ortadan kalkar. İkiden önce olan “bir’e gelince oı dan bir şey çıkarmak mümkün de­ğildir, çünkü onun sureti kendindendir; o, sayıların aslı ve kaynağıdır; birleştirmeyle (terkib) sayılar ondan çıktığı gibi çözümlemeyle (tahlil) de sayılar ona döner.

Bu örnekle tüm varlıkların farklı suretler olduğu anlaşılmıştır. O suretler, eşya­nın dış varlıklarıdır. Sayıların “bir’den birbirlerinin ardı sıra gelmeleri gibi, onlar da ortaya çıkış ve varlıklarını sürdürmelerinde birbirlerinin ardı sıra gelirler. Onların hepsi kaynakları olan Allah’tan gelmişlerdir, dönecekleri yer de O’dur. Nitekim Allah Kuranda Nebisinin diliyle şöyle demiştir: “Hepinizin dönüşü Allahadır"'6, “Bütün işler Allaha döndürülür”'7 Yine Yüce Allah ş' yle buyurmuştur: “Başlangıçta ilk ya­ratmayı nasıl yaptıysak onu yine yapacağız”[224] [225] [226] İzah ettiğimiz üzere, tıpkı sayıların “bir’e doğru çözülmeleri ve tıpkı temelde ondan oluşmaları gibi, aynı şekilde varlık­ların hepsinin gideceği ve varacağı yer bir ve tek lan Allah’tır.

Bölüm

Ey kardeşim, bil ki, bütün varlıklar cisimsel ve ruhanî olmak üzere iki çeşittir. Cisimsel olanı duyularla kavranandır. Ruhanî olanı ise akılla kavranan ve düşünceyle tasavvur edilendir.

Cisimsel olanları üç çeşittir: Bunlar göksel cisimler, fiziksel unsurlar ve oluşturulmuş-türemişlerdir.

Ruhanî olanlar da üç çeşittir: Bunlardan [birincisi] her sureti kabul eden, akledilir, edilgin, basit cevher olan ilk heyûlâdır. İkinci i bilici, etkin, basit cevher olan nefstir. Üçüncüsü de eşyanın hakikatini kavrayan, basit bir cevher olan akıldır.

Aziz ve Çelil olan Yaradan ise ne cisimsel ne de ruhanî olarak nitelenmez, aksine O, bunların hepsinin sebebidir; tıpkı “bir”in çift ve tekle nitelenmeyip aksine onun sayıların çiftlerinin ve teklerinin hepsinin sebebi olması gibi.

Bil ki; bütün varlıklar sebepler ve sebeplilerdir. Öncelikle cisimsel sebepleri an­latmakla başlayalım, çünkü bunlar öğrenim görenlerin anlamasına en yakın, ruhanî sebepler ve sebepliler üzerine düşünmeye başlayanlar için en kolay olandır.

Bil ki; cisimsel varlıkların her birinin dört sebebi vardır: Fâil (etken) sebep, şekilsel (sûrî) sebep, tamamlayıcı (temâmî) sebep ve maddesel (heyûlânî) sebep. Buna taht örnek olarak verilir: Bu [taht], cisimsel varlıklardan biri olup kendisinin dört sebebi vardır: Fâil sebebi marangoz, madde el ebebi odun, şekilsel sebebi kare, ta­mamlayıcı sebebi i e üzerine oturmaktır. Benzer eklide bıçağın fail sebebi demirci, madde el sebebi demir, sûrî ebebi üzerinde bulunduğu şekil, tamamlayıcı sebebi ise et, ip ve başka şeylerin kendisiyle kesilmesi için olmasıdır. Bu kurala göre düşünülür­se mevcut cisimlerin her biri için bu dört sebep bulunur.

Mutlak cisme gelince onun maddesel sebebi uzunluk, genişlik ve derinliği ka­bul eden ve bunlarla cisim olan basit cevherdir. Onun etkin/fâil sebebi ise Aziz ve Çelil olan Yaradandır. Onun şekilsel/sûrî sebebi akıldır çünkü uzunluk, genişlik ve derinlik aklî suretlerdir. Onun tamamlayıcı sebebi nefistir; çünkü madde/heyûlâ ne­fis için yaratılmış ve amacını gerçekleştirmesi için onun içine konulmuştur. “İlkeler Risalesinde açıkladığımız üzere, maddenin nefisle bağlantısındaki en yüce gaye, nefsin maddeyi tamamlaması ve mükemmel hale getirmesi için onda faaliyet göster­mesi ve sanatını icra etmesidir.

Ruhanî, basit cevher olan ilk heyûlânm ise üç sebebi vardır: Fail sebebi aziz ve çelil olan Yaradandır, sûrî sebebi akıldır, gaye sebebi de nefstir.

Nefsin ise iki sebebi vardır: Bunlar Aziz ve Çelil olan Yaratıcı ve akıldır. Yaratıcı, nefsin yaratıcı (muhteri’) etkin/fâil sebebi; şekilsel/sûrî sebebi ise faziletler, hayır ve feyiz gibi Aziz ve Çelil olan Yaratıcıdan kabul ettiği şeylerden kendisine akmış olan akıldır.

Aklın ise bir sebebi yani fâil sebebi vardır ki o da kendisine bir defada ve zamansız olarak varlık, olgunluk, kalıcılık ve kemal akıtan Aziz ve çelil olan Yaratıcıdır.

[Buradaki] etkin/fâil sebeple, Allah’ın vasıtasız olarak maddeyi yoktan var et­mesini (ibda’) kast ediyoruz. Bu akıl, Allah’ın, Kuranda Peygamberi Muhammed (s.a.v.)’in diliyle işaret ettiği şu âyetidir: “Emrimiz ancak bir tek emirdir. Göz kırp­ması gibidir.”'9 veya daha yakındır. Ve yine Allah buna şu sözüyle işaret etmiştir: “Sana ruh hakkında soru soruyorlar. De ki: “Ruh, Rabbimin bileceği bir şeydir. Size pek az ilim verilmiştir”[227] [228] [229] Ve şöyle de buyurmuştur: “Dikkat edin, yaratmak (halk) da, emretmek (emr) de yalnız O’na mahsustur. Âlemlerin Rabbi olan Allah’ın şanı yücedir’.’2' Buradaki yaratma (halk) cisimsel işlerdir, emretme (emr) de ruhanî cev­herlerdir.

Ey kardeşim, bil ki; ilim ehlilin çoğu varlıkların sadece iki çeşit olduğunu sanırlar: Bunların biri aziz ve çelil olan Yaratıcıdır. Diğeri ise cisim ve cisme ilişen ârazlardır. Bu [ilim ehli] için soyut suretler ve ruhanî cevherler diye bir seçenek söz konusu de­ğildir. Bu yüzden onlar, insanların kendi tercihleriyle ellerinden açığa çıkan fiilleri, yapıtları, ilimleri, hikmetleri ve hayvanlardan açığa çıkan doğal fiilleri, özel bir ka­nıtla et ve kandan bir araya gelmiş cisme ve zanlarınca hayat, kudret, ilim ve benzeri gibi canlı ârazlara dayandırmışlardır. [Fakat] bedenle birlikte olup onu hareket etti­ren, belirgin kılan ve eylemde bulunmasını sağlayan başka bir cevherin olduğunun bilincine varamamışlardır.

Ateşin hayvan ve bitki cisimlerini yakması, karınlarındaki besinlerin dışkı ve gübreye dönüşmesi ve sevinç gibi, onların tabiatlarında görülen ve cisimlerde ortaya çıktığı halde hayvana nispet edemedikleri doğal fiilleri övgüsü yüce olan Yaratıcı ya nispet ettiler. Onlardan bazıları tüm eksikliklerden beri olan Yaradan’ı bunlardan tenzih edip uzak tutmuşlar ve bunları şans ve rastlantıya bağlamışlardır. Bazıları da bunları doğaya bağlamışlar ama doğanın ne olduğunu bilmemişlerdir. Onlardan ba-

zıları ise bunları devam edip giden sebeplerle açıklamışlardır. Bu konuda aralarında açıklaması uzun sürecek çekişme ve zıtlaşmalar ortaya çıkmıştır.

Fakat ilimde derinleşen seçkinler ve bilgeler ise, işte onlar nefislerinin saflığı ve akıllarının ışığı sayesinde, kendisinin gücüyle bilici, şefkatiyle cisimlerde akıcı ve düşünmesiyle onlarda etkin olan cisimsel olmayan başka bir cevherin de olduğu­nu görmüşlerdir. Bu [cevher], Allah’ın askeri ve yaratılmışların özüdür; onlar doğal fiilleri buna dayandırmışlar ve hikmet, siyaset ve tedbirle ilişkili olanlar hariç, tüm eksikliklerden beri olan Yaratıcıyı bu [fiillerden] tenzih etmişlerdir.

Ey kardeşim, bil ki; ruhanî cevheri bilen bilgeler bunun bilgisine cisim ve ona ili­şen ârazların durumunu anladıktan sonra ulaşmışlardır. Şöyle ki; cisim, cisim olmak bakımından fail ve hareket ettirici olmayıp aksine heyûlâ edilgindir, suretleri ve ken­disine ilişen ârazları kabul edendir. Aynı şekilde cisme ilişen ârazların da kendilerine ait bir fiili yoktur, çünkü onun durumu cisimden daha eksiktir, öyleyse onun varlığı ancak cisim aracılığıyla söz konusu olur.

Kendilerinin cisme ilişik ârazlar olduğunu ve bununla söz konusu fiilleri yap­tıklarını -ki karışıklık burada ortaya çıkmaktadırsandıkları hayat, kudret, ilim ve benzeri şeylere gelince, bunlar cisimsel ârazlar değil aksine bazı cisimlerde nefsin kendilerine ilişmesiyle bulunup, nefsin kendilerinden ayrılmasıyla kaybolan ruhanî ârazlardır. Bu değerlendirmeyle hayvânî cisimlerde cisimsel olmayan başka cevher­lerin de bulunduğu açıklık kazanmıştır. Bunlar bazısında görünüp bazısında görün­meyen [hayat, kudret ve ilim gibi] bu işaretleri cisimlerde etkin kılan ve kendisine “nefisler” (nüfûs) denilen [şeylerdir]. Şayet onlar, kendisini destekleyen başka bir durumla nefislerin birinin diğerine göre üstün olduğunu ve (üstün olduklarına) ha­yır ve fazilet akıttıklarını görürlerse, onun nefis cevherinden daha şerefli ve üstün bir cevher olduğunu bilirler ve ona da “akıl” derler. Akıl, kendisiyle olgunlaşması için nefsine yerleşmiş olup onun yöneticisi, yaratıcısı, yapıcısı, bilgesi (hakîm) olup, onu tüm eksik niteliklerden uzaklaştırınca, o zaman bu değerlendirmeyle onların, özellikleri ve açıklaması daha önce geçen bu ruhanî varlıkların mertebeleriyle ilgili söyledikleri ve betimledikleri şey doğru olur ki [bu mertebeler] şunlardır: İlk heyûlâ (madde), nefis, akıl, övgüsü yüce olan Yaratıcı.

Ey kardeşim, bil ki, anlattıklarımızla şu durum açıklığa kavuşmuştur: Küllî nefis, ruhanî bir cevher olup filozofların işaret ettikleri şekilde akıldan taşmıştır. O, tıpkı madde/heyûlâ gib akıl için konu (mevzu) olmuştur (akıl onun içinde yer almıştır). Akıl, küllî nefsi olgunlaştırmak için onun üzerine suretler, faziletler ve iyilikler akıtır ve küllî nefsin cismi bu şekilde tamamlamak için kendisine işlenmiş suret ve şekil­lerle cismin şekillendirici/suretlendirici yapıcısı gibi olur.

Bil ki; tıpkı küllî cismin kendisinde tüm şekillerin bulunduğu bir şekil olması gibi küllî nefis de kendisinde tüm suretlerin bulunduğu bir surettir. Şu farkla ki, nefis zarif, canlı, bilici ve etkin bir ruhanî cevher olduğu için onun kendisindeki suretler yığılmaz ve sıkışmaz.

Fakat İlkeler Risâlesi’nde (Risâletul-mebâdî) açıkladığımız üzere cisim; katı, yo­ğun, ölü, cahil, edilgin bir cevher olduğundan dolayı onda şekiller yığılır ve sıkışır.

Bölüm

Bilesin ki; nefis kendinde cevherdir, fakat onun cisimle ârızî olarak bulunması bir amaç içindir. Amaç da failin vehminden önce gelen bir iştir, fail ona ulaşınca fiil biter.

Bölüm

Öyleyse küllî nefis ile küllî aklı anlatmayı bitirdiysek artık İnsanî nefsi anlatmak isteriz; zira o küllî nefsin güçlerinden biridir. Ayrıca İnsanî aklı da anlatacağız; zira o da küllî nefsin güçlerinden biridir. Nefsin fiilleri ve güçlerini de anlatacağız, çünkü nefis ruhanî bir cevherdir.

Şayet ruhanî cevher duyularla kavranmıyorsa ve sadece kendisinden ortaya çı­kan fiiller ve amellerle -güçlere görebiliniyorsa, güçlerinin sayısını anlatmaya ve fiillerinin bölümlerini, yapıtlarının olağanüstülüklerini, ilimlerinin ilginçliklerini, ahlâkının zarifliklerini ve görüşlerinin farklılıklarını betimlemeye ihtiyaç duyarız.

Ey kardeşim, bil ki; İnsanî nefsin, sayısını ancak övgüsü yüce olan Allah’ın bil­diği birçok gücü vardır ve her güçle onun için bedenin organlarından birinde di­ğer organdan farklı olan bir fiili vardır. Bununla ilgili bir bölümü “Bedenin Yapısı Risâlesı’nde[230], bir kısmını “Duyu ve Duyulur Risâlesİnde[231], bir kısmını da “İnsan Küçük Âlemdir Risalesinde[232] açıklamıştık. Orada, nefse getirdikleri hislerinin bil­gileriyle ilgili olarak, duyu güçlerinin nefse olan oranının, her birini ülkesinin bir bölgesinden, o bölgelerden bilgiler getirmesi için sorumlu tutan kralın habercilere olan oranı gibi olduğunu anlatmıştık. Yine orada İnsanî nefsin başkaca beş gücü­nün olduğunu, onların İnsanî nefse olan oranının, [kralın] arkadaşlarının krala olan oranı gibi olduğunu anlatmıştık. [Nefse ait] bu güçler, düşünme gücü (el-kuvvetu'lmüfekkire), hayal gücü (el-kuvvetu l-mütehayyile), hafıza gücü (el-kuvvetu l-hâftza), konuşma gücü (el-kuvvetu n-nâtıka) ve yapıcı güçtür (el-kuvvetus-sânia).

Bil ki; bu güçlerin arasından yeri beynin ortası olan düşünme gücü, krala benzer. Diğerleri kendisi için askerler, yardımcılar, hizmetçiler ve vatandaşlar gibidir. Onlar bedenin organlarında gerçekleştirdikleri hareketler ve açığa çıkardıkları yapıtlar ve eylemler konusunda düşünme gücünün emir ve yasağıyla hareket ederler. Düşünme gücünün diğer güçlerin yerleri arasındaki yeri, bedenin en şerefli organında ve en özel konumundadır; tıpkı kralın evinin, kralın ülkesinin şehirlerinin en şereflisinde, bu şehrin en yüce yerinde ve o şehrin de en şerefli mevkisinde bulunması gibi.

Ey kardeşim, bil ki; bu beş gücün fiilleri, diğer güçlerin fiillerinden daha şerefli ve daha kıymetlidir. “Duyu ve Duyulur Risâlesı’nde [şunu] açıklamıştık: Yeri beynin önünde olan hayal gücünün, duyulurların bilgilerini kendinde toplamakla, düşünme gücüne olan oranı, harita sahibinin krala olan oranı gibidir. Yeri beynin arkası olan hafıza gücünün düşünme gücüne olan oranı, koruyucu haznedarın, kralın emanet­lerine olan oranı gibidir. Geldiği yer dil olan konuşma gücünün düşünme gücüne olan oranı, hâcip[233] ve tercümanın krala olan oranı gibidir. Gerçekleştiği yer iki el ve parmaklar olan yapıcı gücün düşünme gücüne olan oranı, ülkesinin yönetimi ko­nusunda tayin edilmiş vezirin ve vatandaşlarının yönetimi konusunda yardımcının krala olan oranı gibidir.

Bölüm

Düşünme Gücünün Kendiliğinden Üstlendiği Fiiller Hakkında

Ey kardeşim, bil ki; hayal gücü duyulurların görüntülerini (resm), duyu organı gücünden aldıktan sonra düşünme gücüne ulaştırır ve duyulurlar da duyuların ken­dilerini görmesinden gizlenirse, bu görüntüler nefsin düşüncesindeki ruhanî suretler biçiminde şekillenerek kalırlar. Böylece nefsin cevheri, kendisindeki bu şekillenmiş görüntüler için heyûlâ/madde gibi, şekillenmiş bu görüntüler de nefsin cevherinde suret gibi olurlar.

Bu konudaki örnek şöyledir: Bir insan, ülkelerin birinin şehrine girdiği, sokak­larında ve mahallelerinde dolaştığı, sokaklarını gözden geçirdiği, ahalisini gördüğü, durumlarına baktığı, sözlerini işittiği, özelliklerini bildiğinde ve sonra da oradan ayrılıp duyularının onları görmesi ortadan kalktığında, o kişi bu şehri ve onda gör­düklerini her düşündüğünde, onu bir müddet sonra hatırlasa da, orada bulunduğu zamanki görmesinde olduğu gibi, sanki onu açıkça görüyormuşçasına hayal eder. Bu düşünce nefsin kendisine dönük bakışlarından başka bir şey değildir. İnsanın bu şehri ve orada gördüğü varlıkların suretlerini hayal etmesi, yüzük taşının [yani mührün] şeklinin mühürlenmiş mumda iz bırakması gibi, onun nefsinin cevherinde iz bırakan bu varlıkların suretlerini hayal etmesinden başka bir şey değildir. Duyu organlarının ilk kullanımından nefsin bedeni kullanmayı bırakması olan ölüm anın­da kendisini terk ettiği vakte kadar diğer duyulurların durumu bu kural üzere olur.

Ey kardeşim, bil ki; duyulurların görüntüleri nefsin cevherinde oluştuğunda, nefisteki düşünme gücünün ilk fiili, [bu] görüntülerin anlamını, niceliklerini, ni­teliklerini, özelliklerini, faydalarını ve zararlarını bilmek için [bu] görüntüleri tek tek düşünmesidir. Bu anlamlarla ilim ortaya çıkınca, hafıza gücü hatırlama vakti­ne kadar onları [kendinde] tutar. Ve insan kendi muhatabına malumatları hakkın­da bilgi vermek ve kendisine soru sorana tasavvurları ve bildikleri hakkında cevap vermek istediğinde, bu durumda, tıpkı kralın başkalarıyla konuşurken kendi yerine mâbeyncisinden ve tercümanından yardım istemesi gibi, düşünme gücü de baş­kasına cevap vermede kendi yerine konuşma gücünden yardım ister. Bu düşünme gücünün, hafızaya alınmış malumatları konusunda daha başka fiilleri de vardır ki bunların bir kısmını “Mantık Risâlesi'nde, başka bir kısmını “Musiki Risâlesi”nde, diğer bir kısmını da “İnsan Küçük Âlemdir Risâlesf’nde, her risâlenin konuyla ilgisi oranında anlattık. Çünkü bütün ilimler tek bir cisimsel kitapçıkta bir araya getirile­mez. Fakat nefis, çeşitli ilimleri, çok sayıda sanatları, farklı ahlâkları ve birbirinden ayrı görüşleri [bünyesinde] toplayabilir, çünkü o ruhanî bir kitapçık olup onda ma-

İtimatların suretleri, cisimsel heyûlâda sıkıştığı gibi sıkışmaz. Bunun örneği şudur: Siyah ve beyaz aynı yerde ve aynı zamanda; tatlılık ve acılık, tadı olan bir cisimde; daire ve kare de aynı cisimsel şekilde; ve bunlara benzer zıt suretler ve ârazlar bir arada bulunmaz. Çünkü bunlar eğer aynı cinsten ise biri diğerini bozar. Fakat nefis cevherinde suretler sıkışmaz, aksine hepsi bir tek noktada bir arada bulunur. Tıp­kı çizgilerin dairenin merkezindeki bir tek noktada bir araya gelmelerinde olduğu gibi ve yine tıpkı farklı cinslerine rağmen, bütün görünenlerin şeklinin bir aynada ve gözdeki bir nokta olan göz bebeğinde bir araya gelmeleri gibi. Nitekim bunları “Duyu ve D uyulurlar Risalesinde açıkladık, oradan öğrenilebilir.

Bölüm

Konuşma Gücüne Özgü Fiillere Dair

Biz şöyle diyoruz: Bil ki düşünen güç cevap ve hitapta kendisinden yardım iste­diğinde konuşan gücün yapacağı iş; sözlük harflerinden “konuşma” (kelâm) denen değişik nitelikteki ezgilerle lafızlar meydana getirmek, sonra bu lafızların, düşünen güçte şekillenen manaları içine almasını sağlamak ve onları dillerdeki çeşitli seslerle havaya çıkarması ve yakındaki dinleyicilerin kulaklarına nakletmesi için anlatan/ifadelendiren güce göndermektir. Böylece farklı şekil ve özellikteki harflerden bir araya getirilmiş bu sözcükler farklı organlardan bir araya gelmiş bedenler gibi olurken, bu sözcüklere yüklenmiş anlamlar da o (bedenlerin) ruhları gibi olur. Çünkü anlamı ol­mayan her sözcük, ruhu olmayan beden konumundadır. Kendisini ifade edecek söz­cüğü olmayan nefsin düşüncesindeki her anlam da bedeni olmayan ruh konumunda­dır. “Duyu ve Duyulur Risalesinde havanın, seslerin suretlerini taşımasının ve kendi­sine ait durumuyla onu koruyup kulağa iletmesinin ve sevk etmesinin nasıl olduğunu açıklamıştık. Ayrıca şunu da anlatmıştık: Sesler, ancak kulaklar payını alıp sonra [ses] bitene kadar havada bulunurken, “yazma” denin “yapma gücü (el-kuvvetu s-smâiyye)” aracılığıyla onu kayıt altına almasıyla ilahi hikmet işler. Şöyle ki; düşünme gücü, konuşmanın akıcı bir cisim olmasından dolayı havada sürekli olarak kalmadığını gördüğünde başka bir çare bulur ve yapma gücünden yardım alır: [Yapma gücü bu yardımı şöyle gerçekleştirir:] Sözlü harflerin anlamlarına benzeyen yazınsal harfleri kalemle işler, sonra yazılı kitap haline gelinceye kadar kitabın sayfalarını bir araya getirir ve sonra onu levhaların yüzlerine ve sayfaların içine koyar ki geçip gitmişler­den gelip geçenlere yarar sağlayan faydalı bir ilim, öncekilerden sonrakilere bir eser ve [şu an] bulunmayanlardan bulunanlara -veya tersinebir hitap olarak kalsın. İşte bu, yüce Allah’ın insanlara olan büyük bir nimetidir: Nitekim yüce Allah, Kitab’ında şöyle buyurmuştur: “Oku! Senin Rabbin en cömert olandır. O, kalemle yazmayı öğre­tendir, insana bilmediğini öğretendir”[234] Sonra bil ki; yapma gücünün, sayısını ancak yüce Allah’ın bildiği birçok fiilleri vardır. Bunun bir kısmını “Sanatlar Risâlest’nde anlattık. Aynı şekilde konuşma gücünün, sayısını ancak Aziz ve Çelil olan Allah’ın bildiği çokça dilleri, farklı sözcükleri ve değişik tonları vardır. Bunların bir kısmını “Dillerin Çeşitliliği Risalesinde[235], bir kısmını da “Musiki Risalesinde anlattık.

Sonra bil ki; düşünme gücünün, içinde diğer güçlerin fiillerinin barındığı çok ça fiilleri vardır. Şöyle ki; düşünme gücünün fiilleri iki çeşittir: Bunlardan biri sa­dece kendisine özgüdür, diğeri ise diğer güçler ile ortaklık içerisindedir. Nitekim bu fiillerin içerisinden [örneğin] sanatların hepsi, düşünme gücüyle yapma gücü arasında ortaktır. Dillerin konuşma ve ifadeleri, düşünme gücüyle konuşma gücü arasında ortaktır. Ezberlenmiş malumatların görüntülerini elde etmek, düşünme gü­cüyle hafıza gücü arasında ortaktır. Fakat düşünme gücünün kendisine özgü fiilleri ise düşünce (fikr), düşünme (reviyye), tasavvur, değerlendirme (i’tibâr), birleştirme (terkîb), çözümleme (tahlil), derleme (cem') ve kıyaslamadır. Ve [yine] onun ince görüş (firâset), kontrol etme (zecr), kehanette bulunma/tahmin (tekehhün), içe ses doğması (havâtır), ilham, vahyi kabul etme ve rüyalarda gösterme [gibi fiilleri] de vardır. Bunların ayrıntıları ise şöyledir: Düşünceyle, gizli saklı olanı ilimlerle ortaya çıkarmak; düşünmeyle kuralların işletilmesi ve gücün kontrolünü sağlamak; tasav­vurla eşyanın hakikatinin kavranması; değerlendirme ve ibret almayla daha önce geçmiş zamandaki işlerin bilgisi; birleştirmeyle bütün sanatların ortaya konması; çözümlemeyle basit cevherlerin ve ilkelerin bilgisi; derlemeyle türlerin ve çeşitlerin bilgisi; kıyaslamayla, gizli şeylerin zaman ve mekân ile kavranması; fırasetle gizli işler gibi [varlıkların] tabiatlarda olan şeyin bilgisi; kontrolle, günlük işlerin bilgi­si; kehanette bulunmayla, göksel nedenler aracılığıyla oluşanların bilgisi; rüyalarla, ikaz ve müjdelerin bilgisi; içe doğan sesler, ilham ve vahyi kabul etmeyle, kanunların konulmasının, ilahi kitapların tedvininin ve kendisine ancak fizik dünyanın kirlerin­den arınmışların -ki bunlar ruhanî olan ehl-i beyttirdokunabildiği saklı (meknûn) tevillerinin bilgisi [anlaşılır],

“Kanun Risâlesı’nde[236], kanunların konulmasının ve İlahî kitapları tedvin etme­nin insanın kendisine Rabbânî destekle ulaştığı yüce mertebe olduğunu ve bunun insan eliyle yapılan en şerefli sanat olduğunu açıklamıştık. Kendilerine Tevrat, İncil, Zebur ve Kuran verilen peygamberlerin şeriatı bunun örneğidir.

Ey kardeşim, bil ki; şanı yüce olan Yaradan tüm duyulur cisimsel işleri aklî rûhânîyetlere misaller ve delil olarak kılmış ve duyu yollarını, nefsin kendisine ulaş­masında en yüce gaye olan aklî işlerin bilgisine ulaşan yol ve basamaklar yapmıştır.

Ey kardeşim, istenenlerin en faziletlisine ve gayelerin en şereflisine -ki bunlar aklî işlerdirulaşmak istiyorsan duyulur işlerin bilgisi için çalış, çünkü sen bunun­la aklî işlere erişebilirsin. Bunun bir kısmını “Tabiiyyât Risale si" nde[237] açıklamıştık. Sonra bil ki, duyulur cisimsel işlerin bilgisi, nefsin yoksunluğu ve ihtiyacın fazlalı­ğıdır; ruhanî akledilir işlerin bilgisi de nefsin zenginliği ve bolluğudur. Yani nefis cisimsel işlerin bilgisi hususunda, cisimsel işleri kendileri aracılığıyla kavramak için bedene, onun duyularına ve organlarına muhtaçtır. Cisimsel işleri duyulardan be­den aracılığıyla aldıktan sonra, ruhanî işleri bilmesi hususunda ise nefsin kendisi ve cevheri, kendisine yeterdir. Nefis cisimsel işleri elde ettiğinde, artık bedene ve beden yoluyla öğrenmeye ihtiyaç duymaz.

Ey kardeşim, ömrün bitişi, zamanın geçişi, bedenin şeklinin (heykel) bozuluşu ve varlığının ortadan kalkışından önce, ebedi zenginliği bu beden ve araçlarıyla bunlar sana imkân tanıdığı süreceisteme konusunda çabala. Nefsini, olgunluktan kaybettiğini bedenle tamamlamak için, bedene muhtaç olacak ve ihtiyaç duyacak şekilde bırakma hususunda büsbütün uyanık davran. [Aksi taktirde] “Ah, keşke/ (dünyaya) döndürülsek de yaptıklarımızdan başkasını yapsak?"[238] diyenlerden olur ve onların diriltilecekleri güne kadar berzahta kalırsın. Ve nefis; dalgın, umursamaz, gafil ve cisimsel hazlar, fiziksel süsler ve âlemlerin Rabbinin yerdiği yerilmiş olan bu dünya hayatındaki rahatlıkların verdiği aldanma gibi cisimsel şehvetlere meyyal olduğu sürece, onlar için “ne zaman diriltileceklerini bilmeleri"[239] nereden [müm­kün olsun ki]. (Ki âlemlerin Rabbi bu dünyayı yererek) şöyle buyurmuştur: “Dünya hayatı ancak bir oyun, bir eğlence, bir süs, aranızda karşılıklı bir övünme, çok mal ve evlat sahibi olma yarışından ibarettir. Tıpkı bir yağmur gibidir ki, bitirdiği ziraatçıların hoşuna gider.", “ Dünya hayatı, aldanış metaından başka bir şey değildir.”[240] Allah, Kârun kıssasında şöyle buyurmuştur: “Karun, ziyneti ve görkemi içerisinde kavminin karşısına çıktı. Dünya hayatını arzu edenler, “Keşke Karun’a verilen (servet) gibi bizim de (servetimiz) olsaydı. Şüphesiz o büyük bir servet sahibidir" dediler."[241] Sonra Allah, yüce mertebelerdeki en şerefli emri bilen âlim rabbanilerin sözlerini şöyle anlatmış­tır: “Yazıklar olsun size! İman edenlere göre Allah’ın mükâfatı daha üstündür."[242] Bu­nunla onlar “İşte gerçek hayat odur. Keşke bilselerdi!"[243] [ayetiyle] nitelenen ahiret di­yarını anlatmak istemişlerdir. Bununla da tamamı ruh, güzel kokular(reyhan), selam (tahiyyât) ve razı olmaların (rıdvân) yer aldığı ruhlar âlemi kast edilmiştir.

Sonra Allah, bu akledilir işlerden sadece duyulurları anlayanları yermiş ve şöyle demiştir: “Dünya hayatına razı olup onunla yetinerek tatmin olan kimseler ile ayetle­rimizden gafil olanlar."[244] [Bununla] bedenden ayrıldıktan sonra, en hayırlı nefislerin kendisine yükseldikleri ahiret işi, nimet diyarı ve selam diyarı anlatılmak istenmiştir. Tıpkı Allah’ın Kitabında anlattığı gibi: “Güzel sözler ancak O’na yükselir.”[245] yani mü­minin ruhu, “Salih ameli de güzel sözler yükseltir.”[246] yani bu konuda onu teşvik eder ve gayretini/himmetini oraya yükseltir. Orada “Allah’ın mağfireti"[247] rahatlık/huzur, hoşnutluk vardır. Daha bunun dışında dünyayı yerme ve ondan uzak durma hak­kında Kur an’da zikredilen başka ayetler ve Hz. Peygamberden nakledilen hadisler vardır. Aynı şekilde bilgelerin şiir olarak bu konuya işaretleri de vardır:

Nefsini terbiye et ve onun faziletlerini tamamla

Çünkü sen bedenle değil nefs ile insansın

Dolayısıyla bu alçak dünyanın süslerine aldanmamaksın, güzel düşüncelere uy­malı, nefsini eğiğtmelisin. Allah seni de kıymetli kardeşlerimizi de başarılı kılsın, bizi doğru yola iletsin, O, kullarına çok şefkatlidir.

“Akıl ve Akdedilir Risâlesi (Risâletu’l-akl ve’l-makûl)” bitti. Bunu “Dönüşler ve Kü­reler Risâlesi (Risâletu 'l-edvâr ve’l-ekvâr)" izlemektedir.

Aklî Nefsânîlerin/Nefis ve Akla Dair Olan Şeylerin
(en-Nefsânîyyatu'l-akliyyat) Beşinci -İhvân-ı Safâ Risâleleri’nin
Otuz AltıncıRisâlesi: Devirler ve Küresel Dönüşler
(Edvâr ve Ekvâr1) Hakkında[248] [249]

Rahman ve Rahim Olan Allah’ın Adıyla!

A

llah’a hamd ve O’nun seçkin kullarına selam olsun, “Allah mı yahut onların O’na ortak koştukları mı daha hayırlıdır?”[250]

Allah, seni ve bizi katından bir ruh ile desteklesin, bil ki, “Akıl ve Makûl Risâlesi”ni[251] bitirdik; orada nefislerin cevherlerinin gerçek mahiyeti ve edilgen akıl­da (el-aklu’l-münfail) akılla bilinen şeylerin (ma’kûlât) sûretlerinin nasıl bir araya geldiği hakkında bilgi verdik. Bundan önce, “Tabiatın Mahiyeti Risâlesi”nde[252], ulvî (yüce) felekî şahısların, oluş ve bozuluş âlemi olan ay feleği altında bulunan süfli (alt­ta bulunan) şahıslar üzerindeki etkileri hakkında açıklamalarda bulunduk. Orada, ilk dönem bilginlerin (kudemâ) yıldızların râhâniyâtı hakkındaki sözlerinin anlam­larını açıkladık. Kânun (namus) koyucunun, meleklerin cinsleri; onların kuvvetle­rinin âleme nasıl nüfuz ettiği ve fiillerinin, o âlemdeki cisimlerde ortaya çıkışına (zuhûr) dair bilgi verdik. Bu risâlede ise, felekî şahısların devirleri/dönmeleri (edvar), küresel dönüşleri (ekvâr) ve konjonksiyonları/yakın ilişkileri (kırânât) hakkında açıklamalarda bulunmak istiyor ve diyoruz ki:

Felek ve şahısları, oluş ve bozuluş âlemini oluşturan dört unsur (erkân) etrafında çokça döner/devreder, bunların sayısını ise ancak Yüce Allah bilir. Devirleri için de küresel dönüş (kevr) söz konusudur. Yıldızların dönüşü ve bu dönüşün küresel olu­şunda yakın ilişkiler (kırân) vardır. Oluş ve bozuluş âleminde meydana gelen her dö­nüş, dönüşün küresel oluşu ve bu oluşumdaki yakın ilişkide, cinslerinin sayısını an­cak Allah Teâlâ’nın bildiği (kozmik, astronomik) olaylar cereyan eder. Bu konudan özlü, kısa ve kalan kısmına da örnek olacak kadar bahsetmek istiyor ve diyoruz ki:

Bil ki, beş tür devir (dönüş) vardır: Birincisi, seyyar (gezegen) yıldızların ken­dilerini döndüren feleklerdeki devirleri; İkincisi, döndüren feleklerin merkezlerinin kendilerini taşıyan feleklerdeki devirleri; üçüncüsü, onları taşıyan[253] feleklerin burç­lar feleğindeki devirleri; dördüncüsü, sabit yıldızların burçlar feleğindeki devirleri; beşincisi de, kuşatıcı felekîn (el-feleku'l-muhît) bir bütün olarak unsurlar (erkân) et­rafındaki devirleridir. Ekvâr ise, onların başladıkları yere bir kez daha dönmeleri ve devirlerine tekrar başlamalarıdır.

Kırânât (konjonksiyonlar) ise onların, burçların derece ve dakikalarındaki (ince detaylarındaki) birleşmeleridir. Bu da altı cins, yüz yirmi türlüdür: Yirmi bir kırân ikili, otuz kırân üçlü, otuz beş kırân dörtlü, yirmi bir kırân beşli, otuz bir kırân altılı, bir kırân da yedili; toplamı yüz yirmi tür kırân olup bunlar da üç yüz altmış derecede madrubdur. Toplamı kırk üç bin iki yüz şahsî kırândır.

Binlerin devirleri dört türlüdür: Birincisi, yedi bin sene; İkincisi, on iki bin sene; üçüncüsü, elli bir bin sene; dördüncüsü, üç yüz bin altmış senedir.

Sonra bil ki, bu devir ve kırânların/birleşmelerin bir kısmı uzun bir zaman di­liminde bir kez, bir kısmı da kısa bir zaman diliminde bir kez cereyan eder. Uzun bir zamanda cereyan eden devirlerden biri de, burçlar feleğindeki sabit yıldızların devridir. Bu da, otuz altı bin senede bir kez gerçekleşir. Kısa bir zamanda cereyan eden devirlerden biri de, Kuşatıcı feleğin bir bütün olarak dört unsur (rükün) etra­fında her yirmi dört saatte bir dönmesidir. Bu konuda Yüce Allah şöyle buyurur: “Ve (görmüyorlar ki,) geceyi ve gündüzü, güneşi ve ayı -hepsi de uzayda dolaşan (o gök cisimlerini)yaratan O’dur!”[254] Diğer devirler (in süresi) de bu ikisinin arasındadır. Kıranlardan biri, üç yüz altmış bin senede bir kez gerçekleşir. Bu, seyyar yıldızların tümünün, hami burcunun ilk dakikasında, bir sonraki toplanmalarına kadar onla­rın merkezinde toplanmasıdır. Bu devir, Sindhind’in(?) Zîc’inde[255] “büyük âlemin günlerinden bir günün dengi” şeklinde isimlendirilir. Kıranlardan biri de, her ay bir kez gerçekleşir. Bu, ay’ın seyyar yıldızlarından her biri ile toplanmasıdır. Kıranların diğerleri ise, bu iki vakit arasındadır.

Kısa devirlerden biri, her on dört günde bir kez gerçekleşir. Bu, ay kendisini ta­şıyan feleğinde iken, döndürme (tedvir) işini yapan feleğin merkezinin devridir. Bir diğeri, her yirmi yedi gün yedi buçuk saatte bir kez gerçekleşir. Bu, ayın burçlar fele­ğindeki devirleridir. Kısa devirlerden biri de, ayın menzillerinden biri olan Cevzehr feleğinin devirleridir. Yirmi bir senede bir, on sekiz yıl yedi ay on dokuz günde bir kez gerçekleşen bu devir ise, Merkür’ün kendini döndüren felekteki devirleridir. Bir diğeri de, üç yüz altmış beş ve çeyrek günde bir kez gerçekleşir. Bu, Güneş, Venüs ve Merkür’ün burçlar feleğindeki devirleridir. Bir diğeri de, üç yüz yetmiş sekiz günde bir kez gerçekleşir. Bu, Satürn’ün kendini döndüren felekteki devirleridir. Bir diğeri de, her üç yüz doksan dokuz günde bir kez gerçekleşir. Bu da, Jüpiter’in kendini döndüren felekteki devirleridir. Bir diğeri de, beş yüz altmış dört günde bir kez ger­çekleşir. Bu, Venüs’ün kendini döndüren felekteki devirleridir. Bir diğeri de, her se­kiz yüz yetmiş günde bir kez gerçekleşir. Bu, Mars’ın burçlar feleğindeki devirleridir. Bir diğeri de, her beş yüz seksen yedi günde bir kez gerçekleşir. Bu, Mars’ın kendini döndüren felekteki devirleridir. Bir diğeri de, dört bin üç yüz otuz dört günde bir kez gerçekleşir. Bu, Jüpiter’in merkezinin burçlar feleğindeki devirleridir. Bir diğeri de, on bin yedi yüz kırk bir günde bir kez gerçekleşir. Bu da, Satürn’ün merkezinin burçlar feleğindeki devirleridir. Tüm bunların toplamı on dört türdür.

Zamanı kısa kırânlara gelince: Bunların biri, yüz on altı günde bir kez gerçek­leşir; bu, Merkür’ün Güneş ile kırâmdır. Bir diğeri, üç yüz seksen bir günde bir kez gerçekleşir; bu, Güneş, Venüs ve Merkür’ün Satürn ile birlikte olmasıdır. Bir diğeri, üç yüz doksan günde bir kez gerçekleşir; bu, Jüpiter, Venüs, Merkür ve Güneş’in birleşmesi/yakınlaşmasıdır. Bir diğeri de, yedi yüz seksen beş günde iki kez gerçekleşir; bu, Venüs’ün Güneş ile beraber birleşmesidir. Bir diğeri, yedi yüz seksen günde bir kez gerçekleşir; bu, Güneş’in Mars ile beraber olmasıdır. Bir diğeri de, takriben iki buçuk senede bir kez gerçekleşir; bu, Mars’ın Satürn ve Jüpiter ile beraber olmasıdır. Bir diğeri de, yaklaşık her yirmi yılda bir kez gerçekleşir; bu da, Jüpiter ve Satürn’ün birleşmesidir.

Zamanı uzun kırânlara gelince: Bunların birinin devri iki yüz kırk senede bir kez yeniden başlamaktadır; bu, Satürn ve Jüpiter’in, tek bir üçgen içinde, on iki kırânı tamamlamasıdır. Bir diğeri, her dokuz yüz altmış senede bir kez gerçekleşir; bu, Sa­türn ve Jüpiter’in, dört üçgen içinde, kırk sekiz kırânı tamamlamasıdır. Bir diğeri, üç bin sekiz yüz kırk senede bir kez gerçekleşir; bu, Satürn ve Jüpiter’in, üçgenler için­de, kırânları tamamlamasıdır. Bunun açıklaması uzundur, bizi konumuzun dışına çıkarır.

Feleklerin devirlerinin nasıl olduğunu; (o feleklerin) yıldızlarının burçlarında devirler ve binler şeklinde meydana gelen kırânlarının sayısını; yeniden başlangıç noktasına gelme sayılarını (kevr) bitirdik. (Şimdi aynı konunun), ay feleğinin altında “oluş ve bozuluş âlemi’ nde meydana gelen olaylarla alakalı olarak bir kısım bilgi ver­mek istiyor ve diyoruz ki: “Semâ ve Âlem Risâlesi”nde, kuşatıcı feleği, Yüce Allah’ın izni ile etkin ve tümel aklın desteği ile tümel nefsin döndürdüğünü açıklamıştık. “Aklî İlkeler Risâlesı’nde[256] (de), nefis ve aklın Yüce Yaratıcının meydana getirdiği iki varlık (emr) olduğunu, O’nun onların yaratıcısı, sebebi (illet), varlıklarının bağışla­yıcısı (müsebbit) olup dilediği gibi onları tamamlayacağını açıklamıştık. Âlemlerim Rabbi olan Allah ne yücedir'.

Sonra bil ki, oluş ve bozuluş âleminde meydana gelen tüm olaylar (havadis) fe­leklerin küresel hareketlerine (devir) tâbi olup -Yüce Allah’ın izni ileyıldızlarının hareketinden, onların burçlardaki seyrinden, birbiri ile birleşme ve kavuşmasından (kırân ve ittisal) meydan gelir. Bu olayların bir kısmı tüm insanlar için açık ve nettir; bir kısmına ise kapalı ve gizli olup bunlar hakkında bilgi elde etmek için düşünüp taşınmaya ve değerlendirme yapıp ibret almaya ihtiyaç vardır.

Sonra bil ki, bu âlemde hızlı bir şekilde meydana gelen, varlık süresi kısa olan, ça­buk yok olan her bir yeni olay (hadis), felekte hızlı bir şekilde, kısa zamanda ve yakın bir tekrar içindeki hareketten meydana gelir. Bu âlemde yavaş bir şekilde meydana gelen, varlık süresi uzun olan, yavaş yok olan her bir olay, felekte yavaş bir şekilde, uzun zamanda, uzak bir tekrar içindeki hareketten kaynaklanır. Bu bölümde, bir kısmına “Madenlerin Yaratılması Risâlesı”nde, bir kısmına “Bitki Risalesinde, bir kısmına da “Hayvan Risalesinde değindiğimiz bu (konu hakkında) uzun bir açıkla­maya ihtiyaç duyuyoruz. Bu risâlede, (bu konuya dair) doğru bilginin açıklanması, gerçeğin ortaya konması ve araştıranlara bu konunun gerçek mahiyetine ilişkin sırla­rın açıklanması için biraz değinmek istiyoruz. Sonra yüce şahısların düşük seviyede­ki kişiler üzerindeki etkilerini anlatacağız. Kuşatıcı feleğin bütün olarak -her yirmi dört saatte bir kezunsurlar etrafındaki dönüşleri, bu hızlı, zamanı kısa ve tekrarı yakın hareketlerdendir. Yüce Allah bu konuda “ Ve (görmüyorlar ki,) geceyi ve gün­düzü, güneşi ve ayı -hepsi de uzayda dolaşan (o gök cisimlerini)yaratan O’durİ'0 buyurmaktadır. Bu (hareket), bizim içinde bulunduğumuz bu âlemde gece ve gün­düzün oluşmasına sebeptir.

Bu hareketler (sebebiyle) herhangi bir akıllıya gizli kalmayan olaylardan biri, hayvanların çoğunluğunun gece uyuması ve gündüz uyanık olmasıdır. Bu feleğin dünyaya doğru dönüşü ile beraber güneşin doğması, gökyüzünün onun nuruyla parlaması, yeryüzünün ışığıyla aydınlanması ile canlıların çoğunluğu uykularından uyanırlar, durgunluklarından sonra harekete geçerler, dilsizlik ve sessizlikten sonra terennüme başlarlar, nasiplerini kazanmak için (yeryüzüne) dağılırlar, mezhepleri­ne göre hareket ederler. Bitkilerin çoğunluğu da yapraklarını açarlar ve hoş koku­larını tatlı esintilerle yayarlar. İnsanlar isteklerinin (peşinden) giderler, ihtiyaçları için çalışırlar. Güneş battığında gökyüzü ve yeryüzü kararır, hayvanların çoğunluğu kabuğuna çekilir, yayıldıkarı alanlardan yurtlarına ve yuvalarına dönerler. İnsanlar çarşılardan ve çalışma mekânlarından evlerine çekilirler. İşlerine dağılıp çalıştıktan sonra üzerlerine uyku, uyuşukluk ve tembellik basar; hareketten sonra durgunluğa, kargaşadan sonra huzura kavuşurlar. Düşünen bir kimse, bu âlemin gündüz içinde bulunduğu durumu düşündüğünde, onu uyanık, hareketli ve hassas bir canlı olarak; gece içinde bulunduğu durumu düşündüğünde ise onu, huzur ve durgunluk ile uyu­yan, ölü yahut cansız (bir varlık) olarak niteler.

Sonra bil ki, felekteki bu hareket aynı şekilde korunarak devam ettikçe hayvanlar­da görülen bu haller de devam eder; bu hareket durduğunda ise bu nizam ve düzen (tertip) son bulur. Yüce Allah’ın buyurduğu gibi, bu hareket O’nun yaratılmış varlıkla­ra bahşettiği büyük nimetlerden biridir: “De ki: Düşündünüz mü hiç, eğer Allah üze­rinizde geceyi ta kıyamet gününe kadar aralıksız devam ettirse, Allah’tan başka size bir ışık getirecek ilah kimdir? Hâlâ işitmeyecek misiniz?”11, “Deki: Söyleyin bakalım, eğer Allah üzerinizde gündüzü ta kıyamet gününe kadar aralıksız devam ettirse, Allah’tan başka, istirahat edeceğiniz geceyi size getirecek ilah kimdir? Hâlâ görmeyecek misiniz?”[257] [258] [259]

Bu süre içinde, bu hareket sebebiyle meydana gelenlerden biri de, yeşil gübre gibi bazı eksik bitkilerin varlık kazanmasıdır. (Bu bitki) gecenin nemi ve esintilerin tatlı kokularıyla doymuş olarak sabah erkenden meydana gelir; üzerine güneş doğup gün ortasına gelindiğinde de kurur. Sonra yarın da aynısı gerçekleşir. Bu (olayla) özellikle bahar günlerinde birçok yerde karşılaşırsın.

Belirtilen bu süre içinde, bu hareket sebebiyle meydana gelenlerden biri de, kurt­çuklar, tahtakurusu, çöp, gübre, hayvan tersi, leş ve benzeri pisliklerden beslenen pi­reler gibi yaratılışça eksik, bünyesi zayıf bazı hayvanlardır. Bunlar, güneşten aldıkları ufak bir sıcak veya havadan kaptıkları ufak bir soğuk ile yok olurlar.

Kısacası, her yirmi dört saatte bir devri yeniden başlayan bu tür bir hareketten kaynaklanan yaratılışça eksik, bünyesi zayıf -bitki, hayvanher tekil varlığın varlığı bir seneden fazla sürmez. Çünkü ya yazın güneşin harareti yahut kışın soğuğu onu yok eder. Bunun sebebini “Hayvan ve Bitki Risâlest’nde açıklamıştık.

Felekteki bu hareket aynı şekilde korunarak devam ettikçe, ondan kaynaklanan varlıkların şekleri (suret) ve bu âlemdeki olaylar maddede varlığını sürdürür; fe­lek ne zaman durursa o zaman düzen (nizam) bozulur, oluş (ve bozuluş) biter. Bu, tümel (külli) nefis en uzak hedefine ulaşınca gerçekleşecektir; çünkü hedef, hayal gücünün/kanaatin (vehm) öngördüğü sonuçtur. Özne/fâil fiilini, oraya ulaşmak için gerçekleştirir; ona ulaşınca da fiil biter.

Bölüm

Ey kardeşim! Bil ki, “Yeniden Dirilme ve Kıyamet Risâlest’nde açıkladığımız gibi, feleğin dönmesi (deverân) astronomik eylemlerin en kıymetlisi ve en şereflisidir; bunları yapanın (fâil) amacı da, amaçların en kıymetlisi ve en şereflisidir. Hızlı, kısa zamanlı, kısa zamanda yenilenen hareketlerden biri, her ay iki kere gerçekleşir. Bu, her on dört günde bir gerçekleşen ve ay’ı döndüren feleğin merkezinin taşıyıcı felek­teki hareketidir. Bu süre içinde ay, dünyanın merkezine doğru, görünen yüzeyi (vech) nurla dolmuş olarak döner. El-Mecisti’deki bilgiyi kavramış olan ilim sahipleri, söy­lediğimizin gerçek olduğunu bilir. Bu âlemdeki belirtilen hareketi şu olay ve oluşlar takip eder: Eşyadaki hızlı büyüme ve artış, canlılardan, bitkilerden ve madenlerden meydana gelen başlangıç halindeki varlıkların süratli gelişmesi nehirlerin kabarması, rutubet ve ıslaklıktaki artış. Tecrübe sahipleri, ufukları gözetleyen ve tefekkür eden ve varlıkların hallerini değerlendiren bilginler bunları bilir. Bu merkez, ayın ikinci yarısında taşıyıcı felekte bir kez daha döner. Fakat ay ışık saçan yüzünü yeryüzünün merkezinden Merkür feleğine doğru çevirir, ay kendini taşıyan felekte bu müddet içinde bir kez daha döner. Bu âlemde belirtilen hareketten, bu süre içinde, gelişme evresindeki varlıklarda solma, zayıflama, eksilme; tohumu meyve olarak olgunlaşan bitki ve meyve gibi varlıklarda da olgunluk ve kuruma meydana gelir. Bunun doğru olduğunu yukarıda niteliklerini saydığımız ilim ehli bilir. Bu hareket sebebiyle, bu süre içinde tuz, yermantarı ve benzeri bazı madenî cevherler meydana gelir.

Ey kardeşim! Bil ki, “Madenler Risâlesi”nde açıklandığı üzere, yermantarı madenî bir bitki, tuz ise bitkisel bir madendir. Bu hareket sebebiyle, bu süre içinde ayrıca yeşillikler gibi bazı bitkilerin oluşumu tamamlanır, olgunlaşır ve onlardan faydalanılır. Bu süre içinde, -bir dekuşlar, ipek böceği, eşekarısı gibi bazı hay­vanların oluşumu tamamlanır. Bunların çoğunluğunun yaratılışı on dört günde tamamlanır; yirmibir gün sonra (yumurtalarından) çıkarlar, yirmi sekiz günde de olgunlaşıp ayrılırlar.

Bu süre, ayın büyüme gününden çıkış gününe kadar, içinde bulunduğu burçtan göç ve sefer evi (beyt) olan dokuzuncu burca yolculuğunun miktarıdır. Bu süre içinde hayvanlar bir halden diğer bir hale geçerler. Felekteki bu hareket aynı şekil­de korunarak devam ettikçe kainattaki şekiller (suret) bu âlemde maddede mevcut olmaya devam ederler. Yüce Allah şu buyruğu ile buna işaret etmiştir: "Ayın do­laşımı için de konak yerleri (evreler) belirledik. Nihayet o, eğrilmiş kuru hurma dalı gibi olur.'"[260]

Ey kardeşim! Bil ki, bu hareketten meydana gelen hayvan ve bitki tüm varlıkların bir kısmının varlık süreleri uzun, bir kısmininki kısadır. Varlık süresi uzun olanın (ömrü) yüz yirmi ayı geçmez, kısa olanınki ise bundan daha azdır.

Maddede bir süre mevcut olan bu türün tekil varlıklarının varlık sürelerinin son bulmasının sebebi, ayın, bir devri yirmi sekiz menzile bölünmüş burçlar fele­ğindeki hareketinin meydana gelmesinin de sebebidir. Bu ay herhangi bir burç ve herhangi bir menzilde iken kuşların kuluçka zamanıdır. Ay bu menzilden yirmi menzil ötede olduğu gün, yavrunun (yumurtasından) çıktığı gündür. Bu burçtan da dokuz burç sonra, (ay) feleği iki yüz kırk derece kateder. Onun kuluçkanın baş­ladığı günün derecesine dönmesi için, dokuz menzili ve yüz yirmi derecesi kalır. Bu oluş, dünyadaki tâbiî ömrüne yeniden başlar. Her bir derece için bir ay (söz konusudur), bu (onun için) tâbiî ömürdür. Bu süreden önce yok olamanın yahut bundan fazla yaşamanın farklı sebep, illet ve gayeleri vardır ki, onların açıklaması uzun sürer.

Bu açıklamadan anlaşılacağı üzere, ay feleğinin altındaki tüm varlıklar için felekî şahıslardan bir şahsın hareketi söz konusudur. Bunların devirlerine yeniden başla­maları için uzun veya kısa, bilinen bir süreleri vardır. Tüm bu varlıkların varlıkları -yukarıda zikrettiğimiz, ayın hareketi sebebiyle varlık kazanan varlıklar örneğinde olduğu gibionların hareketleri ile olur.

Zikredeceğimiz başka bir örnek de insanın durumu hakkında olacaktır. İnsan veya dokuz ayda doğuran bazı canlıların cinsinden birinin rahmine spermin düştü­ğü saatte güneş, mutlaka bir felekte, bir burçta ve bir derecededir. (Hamilelik) doku­zuncu ayın başına ulaştığında güneş sekiz burç katetmiş, üçlü burçların tabiatlarını da iki defa tamamlamış, yolculuk ve nakil evi olan dokuzuncu burcun evveline ulaş­mış olur. Bu aşamada, (yeni) doğan bir yerden diğer bir yere, bir durumdan diğer bir duruma geçer. Güneş, nutfenin düştüğü günden bu (doğum) gü(nü)ne kadar, burç­lar feleğinde iki yüz kırk derece kat etmiştir ve spermin düştüğü gündeki dereceye ulaşabilmesi için önünde yüz yirmi derece yol daha vardır. Bu türe ait şahısların/ varlıkların varlıklarının son bulması ve madde (âlemindeki) tâbiî ömürleri için her bir derece bir yıl sayılır; bu sürenin uzaması veya kısalması, farklı sebep ve illetlere dayanır. Bu kıyasa dayanarak, canlı cinsinden tüm (yeni) doğanlar bu şekilde de­ğerlendirilir. (Maddî) bir varlığın doğumu ve tâbiî olarak varlık kazanması, felekî şahıslardan birinin hareketleri sebebiyle, on altı gün, yirmi bir gün, kırk gün, dört ay, beş, altı, yedi, dokuz, on ay, bir yıl veya iki sene sürer. Onun var olmasını gerektiren ve felekte taşman bu şahıs/varlık, dönüşün bir kısmını bu türün tâbiî doğumundan önce tamamlar. Bu türün tâbiî ömrünün süresi, ister burçlar ister dereceler, ister da­kikalar, saatler veya günler olsun, bu hareket halindeki varlığın felekteki seyrinin bir tam devreyi tamamlaması için kalan süre kadar olur. Zira -daha önce zikrettiğimiz gibiyaratılışça eksik, bünyesi zayıf bazı canlıların varlıklarının sebebi, meydana gelmelerinin illeti bu şekilde yirmi dört saat içinde tekrar başlayan harekettir. Varlı­ğının süresi ve tâbiî ömrü dokuz günden fâzla olan türün şahısları daha uzun veya kısa yaşarlarsa, bu başka sebeplere dayanır. Böylece onların yaratılışının tamamlan­ması ve şeklinin olgunlaşması, felekte on altı saat yani sekiz burç katedecek kadar bir sürede tamamlanır. Dokuzuncu burç doğmaya başladığında bu canlılar, kalkar, harekete geçer, kendi varlığının maddede devam etmesi için gerekli olan azık ve gı­dasını aramaya çıkar veya devrin tamamlamasına kadar dokuz saat bekler. Bu dün­yada -her saat için bir gün olmak üzeredokuz günlük (yeni bir) ömür başlar; sonra yok olur ve başkası oluşur. Diğer varlıklar (eşhâs) akış halinde iken bu tür (de bu şekilde) varlığını sürdürür.

Ey kardeşim! Bil ki, ay feleğinin altındaki canlı, bitki ve maden türünden her varlığın -oluş ve ortaya çıkış vaktinden ortadan kalkma ve yok olma zamanına ka­darbiraz zamanı vardır. Bu felekî şahıslardan birinin devirlerinden bir devirdir. Bunun açıklaması şudur: Bu âlemdeki her varlığın dört farklı durumu vardır: Birin­cisi, varlığının oluşmasının başlangıcı; İkincisi, çoğalma, büyüme, bir sonuca (niha­yet) yükselmesi; üçüncüsü, duraklaması, aşağıya düşüşü ve eksilmesi; dördüncüsü, ölmesi, yok olmasıdır. Bunun sebebi/illeti şudur: Felekteki her şahsın ona özgü dai­resel hareketi vardır, onun yörüngesindeki hareketinin (de) dört hali bulunmaktadır: (1) Hadîd noktasından[261] yükselmek, (2) Evce[262] yükselmek, (3) Evc’den düşmek, (4) Hadîde düşmek. El-Mecisti’deki bilgilere sahip olanlar dediğimizin doğru olduğunu anlarlar.

Hızlı, zamanı kısa, tekrarı yakın hareketlerden biri, her dört ayda bir kez ger­çekleşir. Bu, Merkür’ün, kendisini döndüren felekteki -bazen doğrusal (ileriye doğru), bazen ters yönde (geriye doğru), bazen doğuya, bazen batıya doğru, bazen yörüngeden sapmış, bazen zirvesine yükselen, bazen hadîd’ine düşen, bazen bir derecede denge halinde duran hareketidir. Bu süre içinde, bu âlemde, bu hareket sebebiyle “Bitki Risalesinde açıkladığımız gibi, susam, darı/mısır, arpa ve benze­ri gibi bazı bitkiler meydana gelmekte ve tamamlanmaktadır. Yine bazı madenî cevherlerin oluşumları, sanatla tamamlandıkları gibi son şekillerini alırlar. Cam üretenler, kimya sanatını icra edenler ve madenler konusunda uzman kimseler de­diğimizin ne anlama geldiğini bilirler. Aynı zamanda bu süre içinde bu âlemde, bu hareket sebebiyle “Hayvanlar Risalesinde açıkladığımız gibi, yırtıcı, vahşi hayvan­lar, ceylan ve bir kısım koyunlar gibi bazı hayvanların yaratılışları ve doğumları tamamlanır.

Bu süre içinde bu âlemde, bu hareket sebebiyle oluşanlardan biri (de), Merkür’ün dönerken durumlarının farklılaşması sırasında bazı insanlarda meydana gelen ve astrologların insanların doğum tarihleri hakkında belirttikleri bir takım olaylardır. Bunun açıklaması şudur: Merkür (Utarid) normal seyrinden geri kalınca (veya doğ­rusal olmayan hareketi sırasında)[263] bazı insanlarda ve özellikle de çocuklarda hasta­lıklar, illetler ve ağrılar ortaya çıkar. Bazı kâtip/yazıcı, işçi, vali, divan memuru ve ve­zirlerin başına gelen, görevden alınma (azl), tutuklanma ve haciz; bazı sanatkârlarda ortaya çıkan ağırlık (atâlet) ve tembellik; bazı tüccarların karşılaştıkları batma, yok olma; bazı insanlarda görülen tutuklanma, gizlenme ve zorluk da bu alaylardandır. Merkürün doğrusal hareketi ve gelişi (teşrif) sırasında (da) kurtuluş, selamet, galibi­yet, dostluk, dinçlik ve durumların düzgünlüğü (istikâmet) meydana gelir. Durması ve dönmesi sırasında (da) hayret, şüpheler, zannlar, endişe, duraklama, geri dur­ma, makamdan düşme, izzetin solması, mertebelerin eksilmesi gibi durumlar orta­ya çıkar. Bütün bunlar, feleğin asıl maddesindeki şeklini ve katmanlarının (tabaka) durumlarını -kendi cinslerinin tabakalarını bilmeyigerekli kılan sebebe göredir. Bunların detayını ise ancak astronomi bilginleri bilir.

Her kez bir kere vuku bulan, hızlı, kısa zamanlı, yakın zamanlı yenilenen hareket­lerden biri de, Güneş’in kendini döndüren felekteki hareketi, Venüsün ve Merkür’ün burçlar feleğindeki hareketidir. Bu hareket bazen kuzey, bazen güney, bazen doğu istikametinde, bazen zikzaklı (muavvec), bazen ateşe ait olanda, bazen toprağa ait olanda, bazen havaya ait olanda, bazen suya ait olanda, bazen yükselerek, bazen dü­şerek, bazen evlerinde, bazen uygunsuz şartlarda, bazen şanslı halinde, bazen şanssız iken, bazen doğarken, bazen batarken, bazen en uzak noktasında (eve), bazen en yakın noktasında (hadid), bazen hızlı, bazen yavaş, bazen ayın menzillerinin başın­da, bazen sonunda, bazen sağa doğru, bazen sola doğru, bazen doğuya, bazen batıya doğru, bazen görülmeye uygun, bazen düşer vaziyette, bazen boş, bazen çirkin, ba­zen burçlar bölgesinin oniki menzilinden dört ana menzilde (evtâd), bazen menzil­lere yakın, bazen bunlardan kaymış olarak, bazen ters dönmüş burçlarda, bazen sâbit burçlarda, bazen ceset sahiplerinde vb şekil ve işaretlerde olur.

Bölüm

Ey kardeşim! Bil ki, bu süre içinde bu hareketten ve bu yıldızların hallerinden, bu âlemde çeşitli ilimler/sanatlar (fünun), farklı haller ve sayısını ancak Allah’ın bi­lebileceği varlıklar (eşya) meydana gelir. Fakat burada, geriye kalanlara işaret (delil) olması için bunların sadece bir kısmını belirteceğiz. Önce zamanı, onun hallerini, çeyrek dilimlerini ve havanın değişimlerini anlatarak başlıyoruz. Bu şöyledir: Güneş, felekte irtifa kazanarak, oğlak burcunun başlangıcındaki hareketiyle güneyden kuze­ye, en yakın noktadan en uzak noktaya doğru yükselmeye başlayınca, Bu durumda tabiat, Aziz ve Çelil olan Allah’ın izniyle, yağmurlardan (kaynaklanan) çeşitli rutu betleri toprak ile çekme, onu ağaçların ve bitkilerin lifleriyle köklerinin ve budanmış dallarının içine alma ve tutucu kuvvetle tutma konusunda ona yardım etmeye başlar. Güneş, Balık burcunun sonuna ulaşıncaya kadar onun bu azimli alışkanlığı devam eder. O, dörtlü dilimin çeyreği olan koç burcundan ilk dakikada indiğinde iklimler­de gece ve gündüz birbirine eşit, zaman mutedil, hava güzel olur, meltem rüzgarı es­meye, karlar erimeye, nehirler akmaya, ırmaklar taşmaya, pınarlar (coşkun şekilde) kaynamaya, rutubet ağaçların en ince yapraklarına kadar yükselmeye, çayır çimen büyümeye, ekinler uzamaya, otlar büyümeğe, çiçekler parıldamaya, ağaçlar yap­raklanmaya, çiçekler açmaya, yeryüzü yeşermeye, vahşi hayvanlar ve sürüngenler oluşmaya, koyunlar (ve sığırlar) doğurmaya, bol bol süt vermeye, ahırlarından çıkıp meraya yayılmaya, bedevi hayatı güzelleşmeye, şehir ahalisi yaylalara çıkmak iste­meye, dünya süsünü takınmaya, insan ve hayvanlar en güzel esintilerle rahatlamaya, yeryüzü -seyredenler içinsüslenip genç bir cariyeye dönmeye başlar. Dünyanın ve hayvan ve bitki gibi ahalisinin bu durumu Güneş İkizler burcunun (Cevza) sonuna yani en yakın noktaya ulaşana kadar devam eder. Güneş, Yengeç burcunun başlan­gıcına indiğinde, tüm iklimlerde gündüzün uzaması ve gecenin kısalması son bulur; gündüz kısalmaya, gece uzmaya başlar; bahar biter, yaz girer; sıcaklık şiddetlenir, hava ısınır, sam yelleri esmeye başlar, sular çekilir, meralar kurur, ekinler olgunlaşır, hasat ve ürünü devşirme vakti gelir, toprak münbit olur, tarlalar çoğalır, hayvanla­rın göğüsleri sütle dolar, hayvanlar besili hale gelir, insanların (bitkisel) ürünlerden azıkları, kuşların (tahıldan) yemleri, hayvanların samanları artar. Dünya, vurgunu (âşığı) çok, tam, eksiksiz, bolluk içindeki bir damada döner. Onun ve ahalisinin bu özellikleri, Güneş Başak burcunun sonu ve Terazi burcunun başlangıcına ulaşana kadar son bulmaz. Güneş Terazi'nin başlangıcına inince, gece ve gündüz bir kez daha birbirine eşit hale gelir. Sonra geceler-gündüzlerin aleyhine olmak üzereuzamaya başlar. Yaz biter, güz girer. Hava soğur, kuzey rüzgarları esmeye başlar, zaman deği­şir, sular çekilir, nehirlerde su azalır, pınarlar zayıflar, otlar kurur, meyveler dökülür, harmanlar dövülür, insanlar hasat toplamaya başlar, yeryüzü süslerinden uzaklaşır, kısa uykular biter, haşarat hücrelerine çekilirler, kuşlar ve yaban hayvanları sıcak topraklara göç ederler. İnsanlar kışlık azıklarını hazırlarlar ve evlerine kapanırlar, soğuktan korunmak için deriden ve kaba kumaştan elbiseler giyerler. Hava değişir. Dünya gençliği kalmamış yaşlı bir câriyeye benzer bir hal alır.

Güneş, Yay burcunun sonuna ve Oğlak burcunun başına ulaştığında gecenin uzunluğu ve gündüzün kısalığı son bulur. Sonra gündüz geceden daha uzun olma­ya başlar. Güz biter, kış girer. Soğuk şiddetlenir, hava sertleşir, ağaçların yaprakları dökülür, bitkilerin çoğu ölür, hayvanların en güzelleri, soğuğun şiddeti ve rutubetin çokluğundan ötürü, toprağın altına ve dağlarda mağaralara girerler. Bulutlar ortaya çıkar ve çoğalır. Hava kararır. Zaman asık suratlı olur. Hayvanlar zayıflar. Bedenle­rin kuvvetleri azalır. Soğuk insanları serbest hareketten alıkor. Hayvanların ve zayıf insanların hayatlarının büyük kısmı tatsızlaşır. Dünya kendisine ölümün yaklaştığı kocamış bir ihtiyara benzer bir hal alır.

Hızlı, kısa zamanlı, sıkça yenilenen hareketleren biri, yaklaşık her on üç ayda bir kez gerçekleşir. Bu, Venüs’ün hacminin ve Jüpiter’in kendilerini döndüren felekler­deki hareketleridir. Bu süre içinde, bu ikisinin hareket ve hallerinin farklılıkları se­bebiyle, meydana gelen olaylardan (bir kısmı) ise şunlardır: İhtiyar, güçsüz, çiftçi, ağalar, eşraf, kadılar, güvenilir kişiler, âlimler, tâcirler gibi bir kısım insanları kuruluk ve soğukluk istila eder. Doğumu sırasında, bu iki yıldızdan birinin kendini istila et­tiği insanlar da -daha önce açıkladığımız üzere, Merkür burcundan olanlarda ortaya çıkan şeylerbunlarda da görülür. Bu iki yıldızın hareket ve hallerinden dolayı hay­van, bitki, madenlerin bir çoğuna -içinde bu cins (olaylara) değindiğimiz risâlelerde nasıl olduğunu açıkladığımızarazlar ve sebepler ortaya çıkar.

Kısa zamanlı, sıkça yenilenen hareketlerden biri, Zühre’nin -beş yüz seksen dört günde bir kezkendini döndüren felekteki hareketi ve Marsın, yedi yüz seksen gün­de bir kendini döndüren felekteki hareketidir. Oluş ve bozuluş âleminde, bu iki yıl­dızın hareketlerine bağlı olarak bu âlemde, bazı insan gruplarının başına-daha önce açıkladığımız üzere, Merkür burcundan olanların başına gelenler gelir. Bu âlemde başına Merkürde bulunanların başına gelenlerin geldiği insan grupları şunlardır: Kadınlar, kadınsı hareket eden (erkek)ler, lezzet ve eğlence düşkünleri, eğlendiren­ler, gençlerden Mars burcundan olanlar (hiddetli, ahmak ve kavgacı kişiler), hile­bazlar, başıbozuklar, askerler, silah sahipleri, binek hayvanlarının bakıcıları (seyis).

Kısa zamanlı, sıkça yenilenen hızlı hareketlerden biri de, Jüpiter feleğinin -dört bin üç yüz otuz dört günde bir kezkendini taşıyıcı felekteki hareketidir. Oluş ve bozuluş âleminde, bu hareket sebebiyle meydana gelenler(den) bazıları şunlardır: Bazı beldelerin havalarının -bozulduktan sonraılıman hale gelmesi, bazı yörelerin -harap olmasından sonraimar edilmesi, bazı madenlerin oluşumu, bazı bitkilerin oluşması, bazı ürünlerin bol olması, bazı canlıların hallerinin düzelmesi, bazı şehir­lerdeki ucuzluk, (bazı) kavimlere nimetlerin yeniden verilmesi ve bu âlemde buna benzer iyi ve hayırlı (olaylar).

Kısa zamanlı, sıkça yenilenen hızlı hareketlerden biri de, yirmi beş senede bir kez gerçekleşir. Bu, Merih’in on iki burçta on iki dönüş gerçekleştirmesidir. (Bu hareket sebebiyle) meydana gelenler olaydan (bazıları şunlardır): Bazı madenlerin olgun­laşması, bazı bitkilerin süratli ortaya çıkması, bazı canlıların kuvvetlerinin artması, bazı insan ve ümmetlerin devlet kurmaları, bazı sultanların kuvvetlerinin artması, bazı asilerin isyanı, ülke yöneticilerinin yenilenmesi ve bu âlemde Mars’ın gücünün etkisi ve ortaya çıkması ile (gerçekleşen) buna benzer olaylar. Bundan ve bundaki maksat, kâinatın işlerinin düzene sokulmasıdır, amaç ise, onun olgunluğa erişmesi ve tamamlanmasıdır. Fakat bazen, savaşların ve kargaşaların ortaya çıkması ve saldı­rı gerçekleştirmek için didinmek gibi bozucu sebepler de meydana gelir. Buna göre bazı ülkeler tahrip edilir, bir kavmin devleti yok olur, onlara bahşedilen nimetler el­den gider; fakat sonuç, iyi bir şekilde biter. Özetle, bu hareket sırasında ortaya çıkan bozgun/bozulma, âlemin geri kalanının düzelmesi için meydana gelenden çok daha az bir şeydir. Bunun örneği, -yukarıda açıkladığımız gibigüneşin, gece ve gündü­zün gerçekleşmesi için doğma ve batma hareketi; yaz ve kışın gerçekleşmesi için de burçlarda seyretmesidir. Fakat bazen güneşin aşırı kızması sebebiyle şiddetli bir ısı meydana gelir, tabiatın bir kastı veya hikmete (dayalı) bir yardım olmadanbu ısı bazı bitkileri yok eder ve zayıf bünyeli bazı hayvanları öldürür.

Böylece yağmurdan maksat, toprakların, otlakların, otların dirilmesi; yahut can­lıların azığı olması için ekinlerin ve meyvelerin sulanmasıdır. (Bununla beraber) bazen yağmur, ekinleri yok ve meyveleri heder eder. Bazen sel, bazı ülkeleri tahrip eder. Fakat bu tahribat, ülkenin, hayvanların ve bitkilerin çoğunluğunun iyiliği için meydana gelen olaylara göre çok az bir şeydir.

Böylece Mars, Satürn ve Kuyruklu yıldızın bıraktığı etkinin sonucu budur. Onla­rın belaları olarak anlatılanlar, bu hareketler sebebiyle âlemde vuku bulan faydanın yanında küçük bir zarardır.

Ey kardeşim! Sonra bil ki, yıldızlar hakkındaki yargıların doğruluğunu kabul eden veya onlar hakkında konuşanların çoğu zanneder ki, Mars, Satürn ve Kuyruklu yıl­dız tamamen bela/sıkıntı ve uğursuzluk; Venüs, Ay ve Jüpiter ise tamamen mutluluk sebebidir. Halbuki durum zannedildiği gibi değildir. Çünkü bazen bu âlemde onlar­dan yayılan fâzla güç/enerji sebebiyle -aşırı rutubet ve soğukluk gibibozucu etkiler meydana gelir. Mesela âfetlerin büyük çoğunluğu, Mars ve Satürn’den kaynaklandığı gibi, aynı zamanda Güneşin sıcaklığının, Satürn’ün soğukluğunun, Mars’ın kurulu­ğunun, Venüs’ün ve Ay’ın rutubetinin aşırı olmasından kaynaklanır.

Kısa zamanlı, sıkça yenilenen hızlı hareketlerden biri de, Satürn’ü döndüren fele­ğin burçlar feleği ile temsil edilen taşıyıcı felekteki beş bin yedi yüz kırk bir günde bir kez gerçekleşen hareketidir. Bu hareketten, bu süre içinde rastık taşı (antimon), arse­nik (zırnık), demir gibi bazı madenlerin oluşması, zeytin ve ceviz gibi bazı bitkilerin meyve verir hale gelmesi, insanın olgunluğunun zirvesine ulaşması, bazı beldelerin imarı, bazı şehir ve köylerin yeniden kurulması, krallığın bir kavimden diğerine geç­mesi ve benzeri olaylar meydan gelir.

Uzun zamanlı, tekrarı uzun süren yavaş hareketlerden biri, sabit yıldızların burç­lar feleğindeki otuz altı bin senede bir kez gerçekleşen hareketidir. Onlar seyyar yıl­dızların en uzak noktaları (evc)’dır. Bu yıldızların en yakın noktaları (hadid) da onla­rın menzilleridir. Bu müddet içinde, bu oluş bozuluş âleminde, bu hareketten, ima­retin yeryüzünün bir bölgesinden diğer bir bölgesine taşınması, karaların denizlere ve denizlerin de dağlara dönüşmesi gibi olaylar neşet eder. Bunun nasıl olduğunu, “Madenler Risâlesı’nde açıkladık. (Burada) devirler (sebebiyle gerçekleşen) olayla­rın açıklamasını bitirdik. Şimdi de onların kavuşmaları (kırânları) bin yıllık süreleri hakkında bilgi vermek istiyoruz.

Bölüm

Biz diyoruz ki: Bil ki, astronomların (müneccim) hakkında kanıt getirdiği olu­şumlar (kâinat) yedi türdür: Birincisi, kendisi hakkında -yaklaşık bin yılda bir kez gerçekleşenbüyükkavuşumlarla (kırân) kanıt getirdiğimiz milletler ve devletlerdir. İkincisi, krallığın bir ümmetten diğer bir ümmete yahut bir beldeden diğer bir belde­ye yahut bir hanedandan diğer bir hanedana geçmesidir. Bu olaylar hakkında, iki yüz kırk yılda bir kez gerçekleşen kavuşumlarla kanıt getirilir. Üçüncüsü, kendisi hakkın­da, yaklaşık yirmi yılda bir kez gerçekleşen kavuşumlarla (kırân) kanıt getirdiğimiz krallık tahtındaki şahısların değişmesi ve bu olaylar sebebiyle ortaya çıkan savaşlar ve kargaşalardır. Dördüncüsü, pahalıhk-ucuzluk, verimlilik-kuraklık, veba (salgın)ölüm, kıtlık, hastalıklar-illetler, terslikler, selamet gibi, her yıl gerçekleşen olaylardır. Beşincisi, kendisi hakkında, takvimlerin tarihlendirdikleri (saydıkları) âlemin yaşı ile kanıt getirdiğimiz olaylardır. Altıncısı, takvimlerin tarihlendirdikleri birleşme (içtimâ) ve gelecek olayların vakitleri ile kanıt getirilen ay ay ve gün gün (kayıt altı­na alman) sıradan olaylardır. İnsanların teker teker doğum tarihlerinin, yaşlarının değişimine göre, doğdukları zamanın aslına ve yaşlarının ilerlemesine göre feleğin şekli ve yıldızların konumunun gerektirdiği yargılar (altıncı tür/dendir. Yedincisi, gizlemek, çalmak ve gizliyi dışarı çıkarmak gibi, tikel olaylardan gizliler hakkında kanıt getirmektir. Doğuş vakti ve soruya konu olma ile meselelere kanıt bulmak da bu kısma dahildir.

Sonra bil ki, sabit yıldızlar, seyyar yıldızların en uzak noktaları ve burçlarındaki menzilleri ve dereceleri her üç bin yılda (bir) yer değiştirir. Her dokuz bin senede bir, feleğin çeyrek dilimlerinin birinden öbürüne geçerler. Her otuz altı bin yılda on iki burçta tek bir devre dönerler. Bu sebepten dolayı yıldızların ışıkları yeryüzünün farklı bölgelerine farklı düşmekte, beldelerin havaları birbirinden farklı olmaktadır. Gece ve gündüz, yaz ve kış ya denge ve eşitlik ya fazlalık ve eksiklik ya sıcaklık ve soğuklukta aşırılık ve aralarında denge ile ard arda farklılaşmaktadır. Bunlar, yer­yüzünün (çeşitli) bölgelerinin hallerinin farklı olmasının, beldelerin ve mıntıkaların havalarının değişmesinin, özellik açısından bir halden başka bir hale dönüşmesinin sebep ve illetleri olmaktadır. el-Mecisti ve kavuşumların (kırân) hükümleri konu­sunda uzman olanlar, dediğimizin gerçek olduğunu bilirler. Bu sebep ve illetlerle beraber (bu olaylar da) krallık ve devletler yok olmakta, (devlet) bir kavimden diğer bir kavme intikal etmekte ve imaret bölgeden bölgeye değişim göstermektedir. Tüm bunlar, (belirli) zaman ve vakitte gerçekleşen kavuşumların (kırân), bin senede bir kez; yirmi iki bin senede bir kez veya otuz altı bin senede bir kez (gerçekleşen) ka­vuşumlar ve devirler yönünden, hükümlerinin gerektirdiği (şekilde gerçekleşir). Ka­vuşumların (bir kısmı) felaketlerin kuvvetine, zamanın bozuk olmasına, insanların dengeden ayrılmalarına, vahyin kesilmesine, âlimlerin azalmasına, iyilerin ölümü­ne, sultanların zorbalığına, insanların ahlâklarının bozulmasına, eylemlerinin kötü­lüklere (yol açmasına) ve görüşlerinin farklılaşmalarına işaret eder. Bu kavuşumların sonu belirene kadar, semadan yağmur şeklinde bereketlerin inmesine engel olunur; (böylece) yeryüzü arınmaz, bitkiler kurur, hayvanlar (susuzluktan) kırılır, şehirler ve beldeler tahrip olur, kavuşumların (kırân) (bir kısmı da) bahtın kuvvetine, zamanın dengeli oluşuna, unsurları (rükunlar) tabiatlarının tam olarak belirmesine, -Allah’ın selamı üzerlerine olsunpeygamberlerin vahyi ve yalana ihtimali olmayan haberi getirmelerine, peygamberlerin çokluğuna, sultanların adaletine, semadan yağmur­la rahmet (inmesine), yeryüzünün ve bitkilerin arınmasına, hayvanların çokça do­ğurmasına, beldelerin mamur olmasına, çokça şehir ve köy yapılmasına işaret eder. Tüm bunlar, kullarının iyi ve kötü amellerine göre, onların eylemlerinin bir karşılığı olmak üzere Yaratanlarının emriyle meydana gelir. Ey kardeş! Gaflet ve cehalet uy­kusundan uyan! Bil ve dikkat et ki, duyularınla hissettiğin ve, kendisi cehennem olan bu âleminin ötesinde başka bir âlem ve başka olgular daha vardır. Bunlar da, ruhlar âlemi, meleklerin, dairesel hareket sahibi olanların, bu âlemi korumakla görevli olan ruhanîlerin mekânı ve mertebeleridir. Allah seni, bizi ve tüm kardeşlerimizi doğruya uaştırsın. O, kullarına karşı çok mehametlidir.

“Devirler ve Küresel Dönüşler” (Edvâr ve ekvâr) Risâlesi (burada) bitti, bunu “Aşkın Mahiyeti Risâlesi” takip edecektir.



[1] Nahl, 16/78.

[2] Âlâk, 96/5.

[3] Âl-i imrân, 3/79.

[4] Ankebût, 29/69.

[5] Çeviren: Yrd. Doç. Dr. Ömer Bozkurt, Mardin Artuklu Üniversitesi İlahiyat Bilimleri Fakültesi İslâm Fel­sefesi Anabilim Dalı Öğretim Üyesi.

[6] el-Meşime: Çocuğun [anne karnındaki] yeri olup doğumda kendisiyle birlikte çıkar.

[7] Âl-i İmrân, 3/168.

[8] Hadîd, 57/20.

[9] Rûm, 30/7.

[10] Enfâl, 6/8.

[11] A’lâ, 87/17.

[12] Yûsuf, 12/57.

[13] Ankebût, 29/64.

[14] lâhâ, 20/55.

[15] Vakıa, 56/61.

[16] Kâf, 50/22.

[17] Hicr, 15/99.

[18] Ankebût, 29/57.

[19] Fecr 89/27, 28.

[20] Merinde “el-Cesedaniyye” geçmektedir. Oysa bu ifade anlatılmak istenene ters düşmektedir. Bunun yerine “er-Rûhânîyye” olması daha uygundur, (ç.n.)

[21] Melekût: Saltanat, büyüklük, Allah’ın mülkü ve hükümranlık gibi anlamlara gelir. Bu kelime, ruhlar, ne­fisler ve harikulade şeylere özgü gayb âlemini ifade etmek için kullanılır. Buradaki anlamı da budur. Sufiler ise zahir âlem söz konusu olunca melek, bâtın âlem söz konusu olunca melekût kelimesini kullanırlar, (ç.n.)

[22] Ankebût, 29/57.

[23] Enbiyâ, 21/90.

[24] Bakara, 2/223.

[25] Cuma, 62/6.

[26] Yusuf, 12/101.

[27] Şuarâ, 26/80-86.

[28] Tin, 95/4-6.

[29] Ehlinin Şefaati (şefaati ehliha): Yani İlahî kanunların yönetiminin ehline ait şefaat.

[30] Hûdî: Yâıudi.

[31] Câsiye, 45/23.

[32] A’râf, 7/27.

[33] Eş-Şekûr: Allah’ın isimlerinden olup; kulların az miktardaki amellerini yanında büyüten ve karşılığını onlara kat kat geri veren demektir. O nun kullarına şükranı, onlara olan mağfiretidir.

[34] Çeviren: Doç. Dr. Murat Demirkol (Yıldırım Beyazıt Üniversitesi İlahiyat Fakültesi İslâm Felsefesi Ana- bilim Dalı Öğretim Üyesi); Kâmuran Göktaş (Mardin Artuklu Üniversitesi İlahiyat Bilimleri Fakültesi İslâm Felsefesi Anabilim Dalı Öğretim Üyesi). Bu risâlenin, 52.-63. sayfaları K. Göktaş, 63.-83. sayfaları M. Demir­kol tarafından çevrilmiştir.

[35] Nemi, 27/59.

[36] Bu başlık metnin orijinalinde olmayıp mütercim tarafından konunun anlaşılmasına yardımcı olması için eklenmiştir.

[37] Risâletu l-Ahlâk.

[38] Risâletu l-Mebâdi.

[39] Risâletu l-Mebâdî.

[40] Risâletü Meskati’n-Nutfe.

[41] Risâletü Nüşûi’l-Enfüsi’l-Cüz'iyye.

[42] Risâletü l-Bahsi ve l-Kıyâme.

[43] Risâletü l-Kevni ve’l-Fesâd.

[44] Risâletü Hikmeti’l-Mevt.

[45] Risâletü Terkibi'l-Cesed.

[46] Risâletü l- Hâssi ve’l-Mahsûs.

[47] Risâletü el-İnsânü Âlemun Sağirun.

[48] Nahl, 16/78.

[49] Kasas, 28/14.

[50] Risâletu l-Hayevân.

[51] Hümeze, 104/6-9.

[52] Nebe, 78/23-26.

[53] Nisa, 4/56.

[54] Bu başlık metnin orijinalinde olmayıp mütercim tarafindan konunun anlaşılmasına yardımcı olması için eklenmiştir.

[55] Risâletün-Nâmûs.

[56] Risâletü l-Mü’minin.

[57] Nisâ, 4/56.

[58] Kıyame, 75/22-23.

[59] Rad, 13/23.

[60] Nahl, 16/22.

[61] Mürselât, 77/30.

[62] Araf, 7/24.

[63] Araf, 7/25.

[64] A’râf, 7/168.

[65] Enam,6/38.

[66] Parantez içindeki ifadeler İhvân-ı Safâ’ya aittir, (ç.n.)

[67] A’râf, 7/46.

37. Nûr, 24/37.

38. Secde, 32/16.

39. Bakara, 2/96.

[71] Nahl, 16/50.

[72] Mu minûn, 23/57.

[73] Münafıktın, 63/4.

[74] Kabirde insanları sorguya çekecek olan melekler.

[75] Vakıa, 56/15-18.

[76] Vakıa, 56/28-31.

[77] Rahman, 54/55.

[78] Secde, 32/17.

[79] Zuhruf, 43/71.

[80] Kıyamet, 75/22-23.

[81] Muhammed, 47/15.

[82] İsrâ, 17/65.

[83] Zuhruf, 43/67.

[84] A’lâ, 87/13.

[85] A’râf, 7/53.

[86] Nebe, 78/40.

[87] Enam, 6/28.

[88] A’râf, 7/38.

[89] Şuarâ, 26/94.

[90] Enam, 6/112.

[91] Nas 114/4-6.

[92] Mü r.ıinûn, 23/100.

[93] Secde, 32/17.

[94] Metinde “lügât/diller” kelimesi yanlışlıkla “lezzât/lezzetler” olarak çıkmıştır, (y.h.n.)

[95] Çeviren: Yrd. Doç. Dr. Ali Avcu, Cumhuriyet Üniversitesi İlahiyat Fakültesi İslâm Mezhepleri Tarihi Ana- bilim Dalı Öğretim Üyesi.

2. Nemi, 27/59.

[97] Ortaçağ İslâm âlimleri genellikle evrendeki varlığın cevher ve arazdan oluştuğunu öne sürmüşlerdir. Cevher maddenin hakiki özünü oluştururken, araz o maddeye dışardan dâhil olan ve cevherin farklı bir yapıya dönüşmesine sebebiyet veren bütün haricî unsurlardır. Arazların varlığı cevherin varlığına bağlıdır. Cevherin ortadan kalkması ile arazlar da yok olur. Bu noktada İslâm âlimleri arasında farklı cevher ve araz tanımları ve tasnifleri yapıldığına da işaret etmek gerekmektedir. Örneğin İbnu 1-Arabî tek cevherin Allah olduğundan hareketle evrendeki her şeyin araz olduğunu öne sürmüştür, (ç.n.)

[98] Vâkı’a, 56/62.

[99] Çevreleyen kürelerin sayısı Ortaçağ İslâm âlimlerine göre sekiz tanedir. Bunlardan yedi tanesi yedi ge­zegende bulunur. Sekizincisi ise en yüksektedir ve sabit yıldızlarda bulunur. Buna burçlar kuşağı adı verilir, (ç.n.)

[100] Haşeviyye: İslâm Mezhepleri Tarihinde metnin zahirine bağlı kalıp, tevil ve yorumdan kaçınan gruplar için kullanılan bir kavramdır. Genellikle bu kavramla, ayetlerin ve hadislerin yorumunu yapmaktan şiddetle kaçman hadis taraftarları kast edilmiştir, (ç.n.)

[101] Hicr, 15/22.

[102] Târik, 86/6.

[103] Hindistan yöresinde yetişen büyük bir ağaç.

[104] Metinde işitme (sem) kelimesi geçse de metnin siyak ve sibakından burada kast edilenin koklama duyusu olduğu anlaşılmaktadır.

[105] Kur anı ya da genel olarak kutsal kitapları kast etmektedir, (ç.n.)

[106] Devri tarih algısı, İsmâilî düşüncenin en temel özelliklerinden birisidir. İhvan da bu tarih algısına paralel olarak devirlerden oluşan bir tarih inşa etmeye çalışmıştır, (ç.n.)

[107] Beyt: Ev anlamına gelen bu kelime, astrolojik hesaplamaları kolaylaştırmak için ekliptiğin otuzar derecelik on iki kısma bölünmesi sonucu elde edilen her bir kısma verilen addır, (ç.n.)

[108] Tabiat kelimesini burada “doğa” anlamında değil de, “dört tabiat”ta olduğu gibi âlemin ve evrenin var edilmesinde önemli bir yeri olan kuvvetlerden birisi olarak algılamak gerekmektedir, (ç.n.)

[109] Yani aslında küçülen güneş değildir, aksine göz onu küçük görmektedir. Dolayısıyla küçülme güneşten değil, onu küçük olarak algılayan gözden kaynaklandığı için bu günah göze aittir, (y.h.n.)

17. Yâsîn, 36/38.

[111] Bakara, 2/30.

[112] İsmâilî düşüncede “Kelime” bildiğimiz anlamının dışında özel bir içeriğe kavuşturulmuştur. Buna göre kelime, her şeyi yoktan var eden Mübdi’ (Allah) ile yoktan var edilen ilk varlık olan Mübda’ arasındaki sebe­bin ya da illetin adıdır. Bu illete İsmâilî düşüncede ibda, kelime ya da emr adları verilmiştir, (ç.n.)

[113] Muhtemelen İhvan kendi yazdığı metinde Hint alfabesindeki birden dokuza kadar olan sayıları orijinal haliyle yazmışken daha sonra risaleleri yeniden yazanlar bu dokuz sayıyı Arapça olarak vermişlerdir. Eserin günümüzdeki neşirlerinde de bu sayılar Arapça olarak verilmiştir, (ç.n.)

[114] Matbu metinlerde bu kelime tâmm ) şeklinde okunmuştur. Ancak biz metnin akışına uygun olarak bu kelimeyi sânî ) şeklinde okuduk. İki kelimenin yazımı birbirine benzediği için sânî/iki kelimesi­nin tâm/tamam şeklinde okunduğunu düşünmekteyiz. Zira tâm şeklinde okuduğumuzda anlam bütünlüğü kaybolacaktır, (ç.n.)

[115] Tavîl veya bahr-ı tavîl, şiirde Feûlün/mefâîlün/feûlün/mefâîlün ölçüsünde bir vezin çeşididir, (y.h.n.)

[116] Medîd veya bahr-ı medîd, şiirde fâilâtün/fâilün/fâilâtün/fâilün ölçüsünde bir vezin çeşididir, (y.h.n.)

[117] Basît, veya bahr-ı basît, şiirde müstefilün/fâilün/müstefilün/fâilün ölçüsünde bir vezin çeşididir, (y.h.n.)

[118] Sebeb, harekeli bir harf ile sakin bir harften veya iki harekeli harften meydana gelen parçanın adıdır., (ç.n.)

[119] Veted: Aruz vezninde bir “tef’ile’nin üç harflik kısmına denir, (y.h.n.)

[120] Bahr-ı Râbf adı verilen aruz vezninin adıdır. Ölçüsü, müfâaletün/müfâaletün/müfâaletün’dür. (y.h.n.)

[121] Kâmil de aruz kalıplarından birisidir. Ölçüsü, mütefâilün/mütefâilün/mütefâilün’dür. (y.h.n.)

[122] Yâsîn, 36/38.

[123] İhvan burada bir Kuran ayetine işaret etmektedir. Bu ayette Yüce Allah şöyle buyurmaktadır: “Şayet bil­miyorsanız zikir ehline sorun.” Bkz. Enbiyâ, 21/7.

[124] Enam, 6/38.

[125] Enbiyâ, 21/105-106.

[126] Müzemmil, 73/20.

[127] A’râf, 7/53.

[128] A’râf, 7/53.

[129] Enam, 6/94.

[130] Mu minûn, 23/115.

[131] Zümer, 39/70.

[132] Zuhruf, 43/36.

[133] Enbiyâ, 21/98.

[134] Sâd, 38/26.

[135] Nâsıbîler, en geniş anlamıyla Şiîler’in, kendilerine karşı çıkan ve düşmanlık besleyen diğer fırkalara verdikleri bir isimdir. Genellikle Haricîler ve Ehl-i Sünnet kast edilir, (ç.n.)

[136] Genellikle Şia, İsnâ Aşeriyye ya da İmâmiyye kavramları ile eş anlamlı olarak kullanılmış bir kavram­dır. Yazar muhtemelen bu kavramla İmâmiyye Şiası’nın kast ediyor olmalıdır, (ç.n.)

[137] Kaderi inkar ederek insanın özgür iradesine karşı çıkanlara verilen bir addır. Bunlara göre insan rüzgârın önünde savrulan bir yaprak gibidir. Bu nedenle özgür bir iradesi yoktur, (ç.n.)

[138] Mu’tezile mezhebi ile özdeşleşmiş olan fırkanın adıdır. Bunlar Cebriye’nin tam zıddına, insanın özgür iradesine aşırı vurgu yapmaları ile bilinirler, (ç.n.)

[139] İslâm’da ortaya çıkan ilk mezhep olan Haricîler kendilerinin dışındakileri kafir olarak görüp diğer Müslümanlara fazla yaşam hakkı tanımamış fanatik bir gruptur, (ç.n.)

[140] Ehl-i Sünnet’in inanç mezheplerinden birisi olan Eş’arîlik, aklı ve naklî uzlaştırmaya çalışmış mutedil bir mezheptir, (ç.n.)

[141] Âl-iİmran, 3/103.

[142] Enfal, 8/63.

[143] Hicr, 15/47.

[144] Haşr, 59/9.

[145] Yûsuf, 12/108.

[146] İslâm topraklarında yaşayan Müslüman olmayan kişilerden alınan bir vergidir, (ç.n.)

[147] Nahl, 16/125.

[148] Ahzab, 33/70.

[149] Nisa, 4/5.

[150] Tâhâ, 20/44.

[151] Tevbe, 9/73.

[152] İsrâ, 17/77.

[153] Fâtır, 35/24.

[154] Dinler tarihi kaynakları bu kadının Bathsheba olduğunu belirtmektedir, (ç.n.)

[155] Metinde olumsuzluk edatı bulunmasa da anlamdan hareketle metnin “istemedi” şeklinde çevrilmesi­nin daha doğru olacağını düşünmekteyiz, (ç.n.)

[156] Kurrâ: Kuranı usul ve tecvidine göre okuyan kişiye verilen addır, (ç.n.)

[157] Fukahâ/fakîh: İslâm hukuk bilgini demektir, (ç.n.)

[158] Tevbe, 9/33.

[159] Metinde Kuran kelimesi geçmektedir. Ancak biz anlam bütünlüğü açısından “kitaplar” kelimesini tercih ettik, (ç.n.)

[160] Burada Kaderi kelimesi ile kaderci anlayışa karşı özgür iradeye ve akla aşırı değer veren ve vurgu yapan Mu’tezile mezhebi kast edilmiştir, (ç.n.)

[161] Nisa, 4/54.

[162] Felâk, 113/5.

[163] Zâriyât, 51/55.

[164] Ehl-i sünnet mensupları kast edilmektedir, (ç.n.)

[165] Çeviri: Doç. Dr. Murat Demirkol, Yıldırım Beyazıt Üniversitesi İlahiyat Fakültesi Öğretim Üyesi.

[166] Nemi, 27/59.

[167] Zâriyât, 51/49.

[168] Müsebbia veya Sebe'ıyye: Şeriati anlatanların(nutekâ) Âdem, Nuh, İbrahim, Musa, İsa, Muhammed ve bunların yedincisi Muhammed Mehdi olmak üzere yedi tane olduğunu iddia eden bir Gulat(aşırı) Şia fır­kasıdır. Şeriati anlatanların her ikisi arasında yedişer imam vardır. Her şeraitte mutlaka kendilerine uyulan yedi şahsın olması gerekir. (Bu fırkanın farklıtanımları ve görüşleri için bk. Bağdadî, Mezhepler Arasındaki Farklar( tercüme, E.Ruhi Fığlalı), Ankara 1991, 177-179; Fığlalı, “Sebe’iyye”, Türkiye Diyanet Vakfı İslâm An­siklopedisi, I, 133-134). (ç.n.)

[169] Seneviyye/Düalistler: Kurucusu Mani’ye nispetle Mani mezhebi. O, Zerdüştîlik dinini tasdik etmek ve varlıkta biri aydınlık, iyilik ve gündüzün tanrısı; diğeri karanlık, kötülük ve gecenin tanrısı olan iki tanrının bulunduğu konusunda onunla aymgörüşü paylaşmak üzere gelen bir Fars dinidir. (Bk. Mustafa Sinanoğlu, “Seneviyye”, Türkiye Diyanet Vakfı İslâm Ansiklopedisi, XXXVI, 521-522).

[170] Hürremiyye: Mezdek tarafından kurulan ve dini harekete ve aşırı Şia’nın tesiriyle gelişen İran kaynaklı Arap aleyhtarı değişik fırkalara verilen isim. Aynı zamanda bunlar, Ermenistan ve Azerbaycan dağlarında Abbasî hilafetine karşı ayaklanan ve ülkede korku yaratan mubahcı/ibahî bir topluluktur. Kadınların ve malların mubah/helal olduğuna davet eden mezhepleri yayılmıştır. Nihayet Mutasım’ın ordusu miladî 836 yılında onları ortadan kaldırmıştır(Bk. AlievSaleh Muhammedoğlu, “Hürremiyye”, Türkiye Diyanet Vakfi İslâm Ansiklopedisi, XVIII, 500-501).

[171] Bağlama göre “erbap sahipleri” değil de “rabler” olması gerekir; ama metinde zevi’l-erbab ibaresi yer al­maktadır. (ç.n.)

[172] Vücuttan kan alma yoluyla yapılan bir tür tedavi işlemini yapan kişiye hacamatçı denir, (ç.n.)

[173] Metinde dallar anlamına gelen üç kelime: kudban, furu’ ve ağsan birlikte peş peşe kullanılmış olup aynı şeyi kast etmektedirler, (ç.n.)

[174] Tin, 95/4-8.

[175] Enbiyâ, 21/104.

[176] Hac, 22/5; benzeri: Nahl, 16/70.

[177] Risâletü Mebâdii'l-mevcûdât’il-akliyye.

[178] Risâletü Mebâdii’l-akliyye alâ reyi İhvânis-safâ.

[179] Çeviri: Doç. Dr. Murat Demirkol, Yıldırım Beyazıt Üniversitesi İlahiyat Fakültesi Öğretim Üyesi.

[180] Nemi, 27/59.

[181] Veted, kazık demek olup, evtad onun çoğuludur. Zevail, kaybolup giden anlamındaki zailin çoğuludur. Evtâd: Burçlar bölgesindeki on iki menzilden dört ana menzildir.

Zevâil: Yıldızlar demektir.

[182] Sanca: Terazi ayarı demektir. Kelime olarak, İspanyol çalparası anlamına da gelmektedir. Çalpara, Ak- denizde yaşayıp ağları keserek balıkçılara zarar veren çağanoz cinsinden bir yengeçtir. (Bkz. İlhan Ayverdi, Misalli Büyük Türkçe Sözlük, I, 522). (y.h.n.)

[183] Ratl/rıtıl: Ağırlık birimi. Ülkelere göre değişiklik arz eder. 2.566, 3202,449.28 gr. olarak değerlendiren f arklı Arap ülkeleri vardır, (y.h.n.)

[184] Risâletul-mûsikî.

[185] Kadir, 97/4.

[186] Meryem, 19/64.

[187] Saffat, 37/164-166.

[188] Yâsîn, 36/40.

[189] Yâsîn, 36/38.

[190] Çeviri: Doç. Dr. Murat Demirkol, Yıldırım Beyazıt Üniversitesi İlahiyat Fakültesi Öğretim Üyesi.

[191] Nemi, 27/59.

[192] Lokman, 31/28.

[193] Metır.de bu ifâdeler olmakla birlikte anlatılan konuya uygun ifâde şöyle olmalıdır: “Küçük bir âlem olan insanın”, (ç.n.)

[194] Enbiyâ, 21/20.

[195] Zümer, 39/75.

[196] Meryem, 19/71-72.

[197] Âl-iİmrân, 3/169-171.

[198] Enbiyâ, 21/47.

[199] A’râf, 7/172-173.

[200] Hac, 22/47.

[201] Nemi, 27/83.

[202] Maide, 5/109.

[203] Mü’minûn, 23/112-113.

[204] Nahl, 16/96.

[205] Enbiyâ, 21/47.

[206] Ne tür bir ölçü aleti olduğunu sözlükte bulamadık, (ç.n.)

[207] Bunlar daha önce açıklandı, (ç.n.)

[208] Risâletü medhali’n-nücûm.

[209] Risâletüs-semâi vel-âlem.

[210] Risâletü’l-edvâr vel-ekvâr.

[211] Risâletü’l-âsâru’l-ulvîyye.

[212] Muminûn, 23/12-15.

[213] Hac, 22/5.

[214] Çeviri: Yrd. Doç. Dr. Ömer Bozkurt, Mardin Artuklu Üniversitesi Öğretim Üyesi.

[215] Nemi, 27/59.

[216] “Hakim” sözcüğü her ne kadar yaygın bir biçimde “filozof” şeklinde çevriliyorsa da -ki daha önce tara­fımızdan çevrilen risâlede biz de bu şekilde çevirdik- bu sözcüğün “bilge” olarak çevrilmesinin daha uygun olacağına karar verdik. Zira “filozof” sözcüğü “hakim” sözcüğünden ayrı olarak metinde geçmektedir, (ç.n.)

[217] Risâletu’l-hâss ve’l-mahsûs.

[218] “Mevcûd” sözcüğünün yaygın anlamı “varlık” veya “var olan’dır. Ancak burada kelimenin sözlük manası­na dikkatçekilmiş ve “adem” yani “yokluk” veya “yoksunluk” sözcüğünün zıddı anlamda kullanılmıştır. An­latımın geliş vegidişidegözönüne alındığında burada “mevcûd” sözcüğünü bilgi ile ilgili olarak değerlendir­mek gerekir. Kelimeyi “bilinen” bir şey olarak “bulunan” şeklinde çevirmek daha uygun düşmektedir, (ç.n.)

[219] Risâletu’l-mantık.

[220] Risâletu’l-hâss.

[221] Risâletu’l-berahîn.

[222] “Hüviyet" kavramının birçok anlamı olup kimi zaman bir varlığın özünü, kimi zaman da bir varlığın zihin dışındaki varlığını ifade eder. Ancak burada “Allah’ın hüviyeti’ nden kast edilen, genel manada Allah’ın varlık ve birliğidir, (ç.n.)

[223] Saffât, 37/159-160.

[224] Ma ide, 5/48.

[225] Bakara, 2/210.

[226] Enbiyâ, 21/104.

[227] Kamer, 54/50.

[228] İsrâ, 17/85.

[229] A’râf, 7/54.

[230] Risâletü terkîbi’l-cesed.

[231] Risâletul-hâss vel-mahsûs.

[232] Risâletu’l-insân âlemun sağirun.

[233] Hâcip: Eskiden saraylarda h izmet gören üst düzey görevli; padişahı veya sarayın ileri gelenlerini dışa karşı koruyan, örten, saklayan kimse; mabeyinci, (ç.n.)

[234] Alâk, 96/3-5.

[235] Risâletu ihtilâfi’l-luğât.

[236] Risâletü n-nâmûs.

[237] Risâletu’t-tabiiyye.

[238] Metinde iki ayetin bazı kısımları birleştirilerek verilmiştir. Bkz. Enam, 6/27 ile A’râf, 7/53. (ç.n.)

[239] Nahl, 16/21 veNeml,27/65. ayetlere telmih yapılmıştır, (ç.n.)

[240] Hadîd, 57/20.

[241] Kasas, 28/79.

[242] Kasas, 28/80.

[243] Ankebut, 29/64.

[244] Yunus, 10/7.

[245] Fâtır, 35/10.

[246] Fâtır, 35/10.

[247] Hadîd, 57/20.

[248] Aslında “Ekvâr", felek ve yıldızların başladıkları yere bir kez daha dönmeleri ve devirlerine tekrar başlama­larıdır. (y.h.n.)

[249] Çeviri: Yrd. Doç. Dr. M. Fâtih Demirci, Bolu Üniversitesi İlahiyat Fakültesi.

[250] Nemi, 27/59.

[251] Risâletü l-akli ve’l-ma kül.

[252] Risâletü mâhiyeti’t-tabiâti.

[253] Taşıyan(Hâmile): Yeryüzünü şamil, cüzî feleklerdir; merkezleri âlemin merkezinin dışındadır. Taşıyan Feleğin iki dış bükey düzlemi (satıh) diğer bir feleğin iki dış bükey düzlemine -ikisinin arasında ortak olup eve olarak adlandırılan- bir noktada temas eder. İki içbükey düzlemi de diğerinin iki içbükey düzlemine -ilk noktanın tam karşısında bulunan ve hadîd olarak adlandırılan- noktada temas eder, (ç.n.)

[254] Enbiyâ, 21/33.

[255] Zîc, astronomik takvim demektir. Yıldızların hareketlerinin durumları hakkında bilgi veren kitaplara da bu ad verilir. Bu bilgi ile de takvim yapılır, (y.h.n.)

[256] Risâletu l-mebâdii'l-akliyye.

[257] Enb'vâ, 21/33.

[258] Fasas28/71.

[259] Kasas 28/72.

[260] Yasin, 36/39.

[261] Hadîd noktası: Ay yörüngesinin yer yüzüne en yakın noktası, (y.h.n.)

[262] Eve: Bir gök cisminin özellikle de ayın yörüngesinin yer yüzüne en uzak noktası, (y.h.n.)

[263] Burada anlamın doğru olması için olumsuz bir kelime olması gerekmektedir. Metinde verilen kelime buna uygun düşmediğinden tercüme bağlama uygun olarak yapılmıştır, (y.h.n.)


Önceki Yazı
« Prev Post
Sonraki Yazı
Next Post »

Benzer Yazılar

Yorumlar