İhvân-ı Safâ Risâleleri 4
| |
Bölüm
Bütün
Varlıkların İki Türünün Olması Hakkında
Sonra
bil ki, bütün varlıklar iki kısımdır: Küllî/tümel olanlar ve cüz’î/tikel olanlar.
Küllî varlıklar varlık bakımından sürekli ve ebedîdirler. Çünkü “Aklî
ilkeler Risalesinde açıkladığımız gibi, bu varlıklar, düzen bakımından en
üstün ve en yetkin olandan başlayarak en aşağı ve en noksan olana doğru
dizilirler.
Tikel/cüz’î
varlıklar ise yetkinleşmeye yönelmiş olarak sürekli oluşum halindedirler.
Çünkü oluşum, varlığı en noksan olanın, varlığı en yetkin olana yönelmesi ve
durumları en aşağı olanın, durumları en üstün ve en yetkin olana doğru
ilerlemesi ile başlar.
Sonra
bil ki, insan iki cevherden oluşan cüz’î bir varlıktır. Bu cevherlerden biri bu
cismânî bedendir, diğeri ise rûhânî nefistir. Beden bakımından en noksan
durumu, sağlam bir bedene dönüşmeye yönelmiş olarak nutfe durumudur.
Nefis bakımından en noksan ve en aşağı durumu ise hiçbir şey bilmeyen basit
durumudur. Nitekim Yüce Allah şöyle buyurur: "... ve Allah, sizi
annelerinizin karnından hiç bir şey bilmezken çıkardı.”[1]
İşte
nefsin bu durumları, kuvve halinde bulunan bütün faziletlerin fiil haline çıkmasıyla
yetkinleşir. Bu ise insanın mümin, doğru, âlim, Rabbânî, hakîm, filozof ve
muhakkik olarak dönüşmesidir. Nitekim Yüce Allah şöyle buyurur: “O insana
bilmediğini öğretti.”[2]
“Rabbaniler olunuz.”[3]
Sonra
bil ki, her bir mükemmel fiilin hikmet sahibi bir öznenin/fâilinin olması aklî
zorunluluktur. Her hikmet sahibi fâilin bu fiilinin bir maksadı olması gerekir.
Maksat ise nefsin kavrayışının ulaştığı gayedir. Fâil bu gayeye ulaştığında ise
fiil durur.
Sonra
bil ki, feleklerin devirleri mükemmel bir fiildir. O halde bu fiilin fâili hikmet
sahibidir. Öyleyse feleklerin devirlerinin bir amacı vardır. Felekler kesin
olarak maksadına ulaştığında ise onların devirlerinin durması için fiil
kesilir.
Cisimlere
gelince, onların en faziletlisi kendisinden en faziletli fiillerin çıktığı cisimlerdir.
Nefislerin en yücesi ise kendisinden bilginin taştığı ve bilgisizliğin yok
olduğu nefislerdir.
Sonra
bil ki, insanların yediği en lezzetli şey baldır. İnsanların giydiği en rahat
elbise ise ipektir. Eğer bunların failleri ipek böceği ve arı olsaydı bu
durumda cisimlerin en küçüğü fiil bakımından en üstünü olurdu. Hâlbuki cismin
kesinlikle bir fiilinin olmadığına daha önce delil getirilmişti.
Gayet
iyi biliyorsun ki, ziraat ve ağaç, tahıl ve meyve elde etmek içindir. Her
ikisine ilişkin maksat ise hasattır. [Fakat] bu maksadın tam olarak ortaya
çıkması, ürünün gayeye uygun olarak olgunlaşmasından sonradır. [Çünkü ziraat
yapmada ve ağaç dikmedeki] amaç ürün elde etmektir. Tahılın hasadı ve meyvenin
koparılması ise onların ölümüdür.
O
halde [tahıl ve meyve gibi canlılardan] ürün elde etme amacı ancak ölümlerinden
sonra gerçekleşir. Çünkü ziraatın hasat edilmesinden önce tahıl yetkinleşmez ve
kökleşmezse hasattan sonra ondan tam olarak faydalanılmaz. Aynı şekilde meyve
tam olarak olgunlaşıp kıvama gelmezse ondan istenilen fayda tam olarak elde edilemez.
Öyleyse
İnsanî nefsin durumu da bu şekildedir. Eğer onun sûreti kesin bilgi ve cevheri
güzel ahlâk ile yetkinleşmezse ceninin rahimde yaratılışı tamamlanmadığında ve
orada sûreti yetkinleşmediğinde dünya hayatından tam olarak faydalanamayacağı
gibi, nefis bedenden ayrıldıktan sonraki hayatında herhangi bir fayda elde edemez
ve zâtı bakımından hiçbir şekilde müstakil olamaz, ahiret nimetlerinden tam ve
yetkin olarak lezzet alamaz.
İşte
nefsin durumu bu şekildedir. Çünkü nasıl ki [rahimden] ayrılma ceninin doğumu
ise, aynı şekilde bedenin ölümü de nefsin doğumudur. O halde ey kardeşim!
Gaflet uykusundan ve cehalet uyuşukluğundan uyan. Çünkü bütün bunlardan maksat
[nefsin] bilfiil melek olmasıdır. Öyleyse büyük bir çaba sarf et, sırtını
sağlam bir iple kuvvetlendir ve Allah’ın ipine sımsıkı bir şekilde sarıl. "Bizim
dâvamız uğrunda üstün gayret gösterenleri, Bize varan yollara mutlaka
yöneltiriz: Allah, kuşkusuz, iyilik yapanlarla beraberdir.”[4]
O halde dosdoğru yola yönelmek için gayret göster. Çünkü bu yol bütün yollar
içinde, gerçek mutluluğu ve ebediliği elde etmek, güzel kokular, huriler ve
hizmetçiler (gılmân) gibi [cennet] nimetlerinden lezzet almak için en
yüce amaca en yakın yoldur. Allah seni, bizi ve bütün kardeşlerimizi doğru
yolda başarılı kılsın. Şüphesiz O, kulları için çok bağışlayandır. Kıyamet
gününde Allah’ın selamı Hz. Muhammed’in (salla'llâhü aleyhi ve sellem) ve onun
yüce ailesinin üzerine olsun.
"İnsanın
Güç Yetirebilirliği Risalesi [burada] tamamlandı.
Bu
risâleyi “Ölüm ve Yaşamın Hikmeti” isimli risâle takip etmektedir.
Tabîî-Cismânî
Şeylerin {el-Cismâniyyâtu t-tabîiyyât)
On Beşinci -İhvân-ı Safâ Risâleleri’nin YirmidokuzuncuRisâlesi:
Ölümün ve Hayatın Hikmetine Dair[5]
Rahman
ve Rahim Olan Allah’ın Adıyla!
H |
amd
Allaha, selam O'nun seçilmiş kullarına olsun. “Allah mı daha hayırlıdır
yoksa O’na ortak koştukları varlıklar mı?”1
Bölüm
Ey
iyiliksever ve merhamet sahibi kardeşim! Allah seni ve bizi kendinden bir ruhla
desteklesin. Bil ki:
Öğrenim
konusunda insanın gücünün nerede son bulduğunu açıkladıktan sonra Peygambere
ait (nebevi) şeriatın kanunlarından ve gerçek hikmetle ilgili (hikemi) ilimlerden
ne kast edildiğini izah ettik ki bu da, sadece nefsin terbiye edilmesi ve
insanların Yüce Allah’a davet edilmesidir. Bu risâlede ise ölüm ve hayatın
hikmetinin mahiyeti ile onların var olmalarındaki hikmetin ne olduğunu
açıklamak istiyor ve diyoruz ki: Bil ki, bütün gerçek (hakiki) ilimlerin
başlangıcı, insanın nefsini bilmesiyle ilgilidir. Zira insan, birbirinden
farklı iki cevherin ve bunların içine giren arâzların bir araya gelmiş
toplamıdır; (bu iki cevherden) biri şu cismânî beden, diğeri ise rûhânî
nefistir. İnsanın küçük bir âlem olduğunu anlattığımız risâlede açıkladığımız
üzere, nefis cevheri beden cevherinden daha üstündür. [Bu yüzden] insanın nefis
cevherini ve onun durumlarını (hallerini) bilmesi, cisim cevherini ve bunun
hallerini bilmesinden daha üstündür. Yine biz, cismin mahiyeti ve buna özgü
niteliklerini Madde Risalesi (Risâletu l-heyulâ) ile “Duyu ve
Duyulur Şeyler Risalesinde açıklamıştık. Burada ise nefis ilmi (psikoloji)
ve onun halleri hakkında konuşmak istiyor ve diyoruz ki:
“Bilimsel
Sanatlar Risalesinde açıkladığımız üzere, insanın
bilinenleri (malumat) araştırması ve bilmesi dokuz yolla olur. “Kategoriler
Risalesinde açıkladığımıza göre bunlar, “O mudur?”, “O nedir?”, “O
nasıldır?”, “O kaç tanedir?”, “O nerededir?” “O ne zamandır?”, “Neden odur?”,
“O kimdir?” (sorularıdır).
Sonra,
bu araştırma (sorularından) bir kısmını insanın tikel/cüz’î nefsiyle ilgili
olarak sormak istiyor ve diyoruz ki: O (insanın cüz’î nefsi) nedir, o nasıldır,
bu bedenle birlikte kaç tanedir, bedene ilişmeden önce neredeydi, bedenden
ayrıldığında durumu nasıl olacaktır, bedene neden ilişmiş ve bundaki amacı
nedir?
Bil
ki; biz daha önce (insanın cüz’î nefsinin) mahiyetini Akıl ve Akledilirler
Risalesi'nde; miktarını, Âlem Büyük İnsandır Risâlesi’nde-,
bedenlere ilişmeden önce cüz’î nefsin nerede olduğunu Spermin [Rahme]
Düşmesi Risalesi'nde; bedenden ayrıldığında nerede olacağını Yeniden
Dirilme ve Kıyamet Risâlesi'nde açıklamıştık. "Ölümün Hikmeti"
başlıklı bu risalede ise biz, (insanın cüz’î nefsinin) bedenle birlikteliğinin
nasıl olduğunu, neden cisme iliştirildiğini ve ondan neden ayrıldığını
açıklamak istiyoruz.
Cüz’î
nefislerin, tümel/küllî nefisten, ay feleği altındaki cüz’î cisimlerde ortaya
çıkmış kuvvetler olduğunu göz önünde tutarsak, öncelikle başlı başına âlemin
nefsi olan küllî nefisten söz etmemiz ve onun niçin küllî cisme -ki o kuşatıcı
felek’in en uzak noktasından yer merkezinin sonuna kadar olan âlemin
bütünüdüriliştirildiğini Allah’ın yardımıyla açıklamamız gerekir.
Bölüm
Burada
Açıklandığına Göre Küllî Nefsin, Küllî Cisme
İlişmesindeki Gayeye Dair
Deriz
ki: Varlıkların tümü biri diğerinin altında olmak üzere mertebe mertebe olup;
sayılar ve düzeninin ikiden önceki bire bağlanması gibi, Yüce Yaratıcı olan İlk
İllet’le varlığa bağlanınca, Aklî İlkeler Risalesinde açıkladığımız
üzere, nefis de varlıklardan birisi olarak, mertebesi aklın altında, mutlak
cismin ise üstünde olmuştur. Cisim, doğal olarak, şekillerden, suretlerden,
nakışlardan ve hayattan yoksundur fakat onları kabul edicidir. Nefis ise
bizzât diri, potansiyel olarak bilici, doğal olarak etkindir. Nefsin, hikmetin
bir çeşidiyle uğraşmayıp (ondan) boş kalmaya, tamamlanmayı kabul etmesine
rağmen cisim olmaya, işlevsiz ve eksik kalmaya terk edilmesi, İlâhî hikmet ve Rabbânî
takdir gereği değildir. Nefsin, faal akıl gibi kendisinin mertebesinin üstünde
olan varlıklar üzerinde otorite/tahakküm kurması da söz konusu değildir. Nefis,
hikmet gereği mutlak cisme yönelir. Çünkü (cisim) rütbece kendisinden daha
aşağıdadır. Nefis, hareket ettirme, şekil ve suret verme, nakış ve boyamayla,
cismi bunlarla tamamlamak için; ve yine nefis, hikmet ve sanat gibi,
potansiyelinde bulunan şeyleri fiiliyata, ortaya ve belirgin hale çıkararak
(cismi) olgunlaştırmak için Yüce Yaratıcı nın hikmetine benzeyerekonda
tasarrufta bulunur. Çünkü Yüce Yaratıcı, parça (cüz) için bütün (küll) görünür
hale gelsin, parça da bütünü müşahede etsin, potansiyel durumdaki hikmet ve
sanat fiiliyata dökülsün ve belirgin olsun diye, oluşturmasından ve hatta yokluktan
sonra varlığa çıkarmasından önce sadece varlıkları bilmekle yetinmedi.
Bundan
dolayı küllî nefis, mutlak küllî cisme -ki o kuşatıcı feleğin en uç noktasından
yerin merkezinin sonuna kadar olan âlemin toplamıdıriliştirilmiştir. Küllî
nefis, (mutlak küllî cisim olarak nitelenen âlemin) bütün feleklerine,
unsurlarına, türemişlerine (müvelledât) girmiştir ve Yüce Allah’ın
izniyle bunları yönetir ve hareket ettirir.
Bölüm
Küllî
Nefsin Küllî Cisme Girmesine Dair
Fy
kardeşim, Allah seni ve bizi kendinden bir ruhla desteklesin, bil ki;
felekî-küllî nefsin güçleri, cismânî âlemin tamamı olan küllî cisme aktığı
zaman, kuşatıcı feleğin en üst noktasından başlayarak âlemin merkezine doğru
yönelir; âlemin merkezinin sonuna ulaşıncaya kadar da feleklere, yıldızlara,
dört unsura ve zamansal vakitlere ki bunların hepsi burada (cismânî âlemde)
toplanmıştıraşamalı olarak girer. Bu durum, hayvanlar, bitkiler ve madenlerden
ibaret olan ay feleğinin altındaki oluşan ve bozulan cüz’î cisimlerin
oluşmasına neden olur. Çünkü o, yani sözü edilen güçler, her zaman en üst amacı
olan gayesinin en uzak sınırına yükselip, kuşatıcı [feleğe] doğru dönerek
meyledince; erdemli cisimlerden olan küllî insanın cüz’î nefislerinin yeniden
dirilmesine sebep olur. Bu, açıklamamızı gerektiren genel bir ifadedir. Bununla
birlikte ölümün bir hikmet olduğunu da açıklayacağız.
Bil
ki; bütün canlılar ölümden hoşlan mayıp hayatı severler. Ama bundan dolayı
birçok akıllı kimse, ölümün hak olduğunu ve bunda bir hikmetin bulunduğunu söyler,
ama bu hikmeti bilmez. Onlar Yüce Allah’ın şu sözünü de delil getirirler: “O, ölümü
ve hayatı hanginizin amelinin daha iyi olduğunu denemek için yarattı’^
(Fakat) onlar Allah’ın sözünün anlamını da, ondan ne kast edildiğini de
bilmezler. Sonra onlar bu gerçeği kabul etmekle birlikte, hepsi hayatı sever ve
ölümden hoşlanmazlar. Sonra da, yaşam şartları zorlaştığında hayatı kötülerler
ve iyice çekilmez hale gelince de ölümü isterler. (İşte bundan dolayı) ölümün
ve hayatın ne olduğunu, ölümün neden kötü görüldüğünü, hayatın ise neden
sevildiğini ve bu ikisinin yaratılışındaki hikmetin ne olduğunu açıklama
ihtiyacı duyduk.
Bölüm
Ölüm
ve Hayattan İbret Almaya Dair
Bil
ki; akıllı ve bilgili biri, bu bedenin bileşimi, yapısındaki olağanüstülüğü ve
sanatındaki mükemmelliği düşünürse, onun; olgunluğun, hikmetin, doğruluğun ve
harikuladeliğin doruğunda olduğunu görür. Nitekim (bedendeki bu mükemmellik), Anatomi
Kitabı (Kitâbu’t-leşrîh) ve Uzuvların Faydaları Kitabı (Kitabu menafıi’la’dâ)’nda
(bedenin) uzuvlarının birarada bulunuşunun acayiplikleri, bileşikliğinin
ilginçlikleri, eklemlerinin güzel düzeni, bedenin uzuvları ve kemiklerinin
üzerine yayılıp onlarla bütünleşen, eklemlerine sağlamca yapışan, yapısının
çevresine yayılan ve bundan duyu ve şuur için ince yumuşak yapıların ortaya
çıktığı sinirlerin düzenliliğinin; çıkış yeri ciğerin derinlikleri olan ve etin
içine yayılan, bedenin uçlarına doğru kanının varış yeri olan toplardamarların
yayılışının; çıkış yeri kalp olan, bedenin derinliklerine yayılan ve nabızla
bedenin uçlarına ulaşan atardamarların yayılışının ve bir kısmı bir kısmının
üstünde olan bedenin yapısının tabakalarının nasıl olduğu gibi konularla
zikredilmiştir. Yine “Bedenin Bileşimi Risâlesi”nde, fayda sağlamak ya
da zararı dışlamak amacıyla farklı gayeler için tahsis edilmiş damarları
3. Mülk,
67/2.
ve
(insanın) spermden başlayarak rahimde tamamlanmasını, çocukluk günlerindeki
büyümesini, gençlik zamanlarında olgunluğa erişmesini ve orta yaşlı döneminde
olgunlaşmasını açıklamıştık.
Sonra
yaşlılık dönemi üzerine ve gücünün kaybolup güzel yapısının değiştiği, gittiği
ve eksildiği, sonra da ölümle tahrip olduğu, bundan sonra da şişmek, çürümek ve
bozulmak suretiyle değiştiği, sonra toprakta nasıl yok olduğu ve bittiğini
düşünüp bundaki hikmet yönünün ne olduğunu bilmeyince, [insan] tereddütte
kalır, şüpheye düşer ve doğrudan sapar. Bundan dolayı bu risâlede ölüm ve
hayattan bahsetmeyi ve bu ikisinin yaradılış ve oluşumundaki hikmetlerin ne
olduğunu açıklamayı gerekli gördük.
Bil
ki; zeki ve akıllı biri, rahmin yaratılışını, plasentanın (meşîmet)[6]
durumunu, ceninin spermden oluşmasını, bu yerin (yani rahmin) keyfiyetini ve
burada yaradılışın tamamlanması ve suretin olgunlaşması için uygun ortamı
sağlayan şeyleri ve [mekân] genişliğinin hazırlanışım düşündüğü zaman, bütün
bunların doğrulukta hikmetin doruğunda ve sanatın mükemmelliğinde olduğunu
görür. Bundan hayrete düşenler akıl sahipleridir.
Sonra
(insan) doğum halini, rahimde nasıl döndürüldüğünü, plasentanın yırtılışını, o
tendonların kopuşunu, cenini orada tutan o bağların kesildiğini, orada ceninin
beraberinde bulunan (ve orası için) tahsis edilmiş kan ve sıvıların nasıl
aktığını ve annenin sıkıntı ve meşakkat gibi karşılaştığı şeyleri düşündüğü
zaman aklı dehşete düşüren, basiret ve akıl sahiplerini hayrette bırakan şeyi
görür.
Fakat
ceninin bu âlemin ferahlığı, güzel kokusu ve ışığının parlaklığı gibi durumlara
nakledilmesi ve çocuğun yaşam zevki ile dünya nimetlerini tatma gibi ömrünün
geleceğinde yapacağı ameller göz önüne alındığında; Allah onu, tasarruf ve
değişim gibi bu dünyanın hallerine izafeten dar, karanlık, yetersiz haldeki bu
mekândan kurtardığı ve takdir ettiğinde, [insan] oradan çıkışta bulunan hikmet
ve isabeti görür.
Ey
kardeş, işte bu şekilde nefsin bedenle olan durumunun, ceninin rahimdeki durumu
gibi olduğunu; onun ölümden sonraki halinin de çocuğun doğumdan sonraki
durumuna benzediğini bilmek için düşünmen/ibret alman gerekir. Çünkü bedenin
ölümü, nefsin doğumudur. Aynı şekilde çocuğun doğumu, onun rahimden çıkmasından
başka bir şey değildir. Benzer biçimde nefsin doğumu da onun bedenden
ayrılmasından başka bir şey değildir.
Bölüm
Hayatın
Mahiyetine Dair
Deriz
ki; bil ki, ölüm ve hayat bedensel ve nefsânî olmak üzere iki türlüdür. Bedensel
hayat, nefsin bedeni kullanmasından başka bir şey değildir. Bedensel ölüm ise
nefsin bedeni kullanmayı bırakmasından başka bir şey değildir. Tıpkı
uyanıklığın nefsin duyuları kullanmasından, uykunun da nefsin duyuları
kullanmayı terk etmesinden başka bir şey olmaması gibi.
Nefse
gelince, onun hayatı kendisi için zâtidir. Şöyle ki: O, cevheriyle bilfiil diridir,
potansiyel olarak/bilkuvve bilicidir, doğal olarak cisimlerde, şekillerde,
nakışlarda ve suretlerde etkindir. Onun ölümü, cevherini bilmemesi, zâtının
bilgisinden gafil olmasıdır. Şüphesiz bu ona madde denizinin derinliklerine
aşırı bir şekilde dalmasından, cisimlerin dipsizliklerinde oldukça
ilerlemesinden ve cismanî şehvetlere şiddetle aldanmasından dolayı ârız olur.
İnsanların çoğu nefislerinin cevherini bilmemelerinden ve ebedi hayatlarından
gafil olmalarından dolayı, sadece bu sonlu, alçak, bedensel dünya hayatını
bilirler: “Dünya hayatı aldatıcı metadan başka bir şey değildir’’[7]
“Dünya hayatı ancak oyun, eğlence, süs, aranızda böbürlenme, mal ve evlatla
üstünlük taslamadır.”[8]
Onlar,
dünyada bâkî kalmayı isterler ve orada ebedileşmeyi temenni ederler. Yüce
Allah’ın buyurduğu gibi, “Onlar ahir etten gafil kalarak dünya hayatının
sadece dışını biliyorlar.”[9]
Yine,
Allah şöyle buyurmuştur: “Onlar dünya hayatının sunduklarını istiyorlar. Allah
ise ahireti diler.”[10]
“Ahiret daha hayırlı ve daha kalıcıdır’’[11]
[12]
[13]
Allah
şöyle buyurmuştur: “Ahiret sakınan kişi için daha hayırlıdır"'0
Ve
yine Allah şöyle buyurmuştur: “Şüphesiz ahiret yurdunda hayat vardır. Keşke
bilmiş olsalardı’’11
Dünya
hayatını isteyenleri yeren birçok ayet vardır. Dünya hayatı, beden hayatıdır.
Onlar ahiret hayatından habersizdirler ki, ahiret hayatı gerçekte nefis
hayatıdır, bu hayat ebedi ve daimidir. Ancak cismin hayatının mahiyetine
gelince biz şunları deriz:
Bil
ki; beden, cevheri itibariyle ölüdür. Onun hayatı, nefsin kendisine yakınlık
kurması nedeniyle ârızîdir. Tıpkı havanın cevheri itibariyle karanlık olması ve
parlaklığının güneş, ay ve yıldızların ışığının onu aydınlatmasıyla
(gerçekleşmesi) gibi. Bedenin cevheri itibariyle ölü olmasının delili, nefsin
ondan ayrıldıktan sonraki halinden, nasıl değiştiğinden, bozulduğundan, yok
olduğundan ve başlangıçta olduğu gibi toprağa dönmesinden anlaşılmaktadır: “Sizi
ondan yarattık ve ona döndüreceğiz.”[14]
Bölüm
Cüz’î
Nefsin Cüz’î Bedene İlişmesinin Gayesine Dair
Deriz
ki; bil ki, cüz’î nefs, riyazetler/eğitimler aracılığıyla olgunlaşmak ve
hikmet, sanatlar ve faziletler gibi cevherinde bulunanları, cüz’î maddeyi
tamamlamak ve yine onu olgunlaştırmak amacıyla kuvve sınırından fiil noktasına
çıkartmak maksadıyla (cüz’i bedene) iliştirilir. Böylece bu parça (tikel/cüz),
bütüne (tümel/küll) benzer ki bu (benzeme) de cüz’î nefsin yönetim, idare ve
güzel ahlâk, doğru görüşler, temiz ameller ve hakiki bilgilerle arınmayı
öğrenmesidir. Böylece parçanın bütüne benzemesi, “insanın takati ölçüşünce
ilahına benzemesidir” şeklindeki hikmet tanımında söylenen şey gibi olur.
İnsanî
nefis bu gayesinin sınırının en üstüne ulaşıp faziletleri ortaya çıkarmakla
olgunlaşıp beden tahrip olduğunda, bu nefis bedenden ayrıldıktan sonra; et,
kan, oluş ve bozuluşu kabul eden dört unsurdan meydana gelen bu bedenden daha
şerefli ve yüce olan başka bir hale ve başka bir yaratılışa nakledilir. Yüce
Allah’ın buyurduğu gibi: “Sizi bilmediğiniz bir şekilde yaratmamız''[15]
Sonra
Allah, ahiret yaratılışını yaratır. Nefsin bedenden ayrıldıktan sonra nakledildiği
bu durum; rahimdeki bedenin halinin, bu dünyanın ferahlığı, güzel kokusu ve
bağırsaklar, plasenta ve rahim karanlığı şeklindeki üç karanlığa oranla,
ışığının parlaklığı gibi doğumdan sonra nakledildiği hal gibi olan bir duruma
benzer.
Sonra
bil ki nefis, nakledildiği bu durumu ancak bedenden ayrıldıktan sonra hisseder;
tıpkı ceninin bu dünyanın durumunu ancak doğumdan sonra hissetmesi gibi. Bundan
dolayı, Hz. Peygamber (salla'llâhü aleyhi ve sellem) şöyle buyurmuştur: “İnsanlar
uykudadır, öldükleri zaman uyanırlar, onların uykusu ölümden sonraki şeye dair
habersiz olmalarıdır."
Nefsin
bedeni terk etmesi olan ölüm sarhoşluğu (sekretu'l-mevt) gerçekten geldiğinde,
kendisiyle vadedildikleri hakikat ayan olur. Nitekim Yüce Allah şöyle buyurmuştur:
“Böylece örtüyü senden kaldırdık ve senin gözün bugün keskinleşti”'[16]
Allah,
Peygamber (s.a.v.)’ine de şöyle buyurmuştur: “Sana yakın gelinceye kadar
Rabbine kulluk et”'[17]
(Yakînden)
maksat, bedenden ayrılıştan sonraki ölümdür. Ve yine Yüce Allah şöyle
buyurmuştur: “Her nefs ölümü tadacaktır, sonra bize döndürüleceksiniz.”'[18]
Öyleyse
ölüm bir hikmettir. Çünkü Rahman ve Rahim olan Rabbine dönüş ancak ölümden
sonradır. Allah’ın ve Resûl’ünün vaat ettiğine nefsin ulaşması ancak bedenden
ayrılmasından sonradır: “Ey mutmain olmuş nefis! Rabbin senden sen de Rabbinden
razı olmuş bir şekilde Rabbine dön"'[19]
Dolayısıyla ölüm Yüce Allah’tan kullarına bir hikmet ve hediyedir. Dahası
ruhanî[20]
hayatın bitmemesinin/bekasının sebebi ve bedenin yok oluşunun nedeni ölümdür.
Bölüm
Ölümün
Hikmeti Hakkında
Bil
ki; her oluş ve yaratılışın bir ilki ve başlangıcı vardır; yine onun erişeceği
bir sonu ve gayesi vardır ve onun gayesinin devşirilecekbir meyvesi vardır.
İşte spermin (rahme) düşmesi de yeni başlayan bir oluştur ve onun gayesi
kendisinde sona erdiği doğumdur. Doğum da yeni başlayan bir oluştur ve onun
gayesi ise kendisinde sona < rdiği ölümdür. Nasıl ki, çocuk ancak doğumdan
sonra tat aldığı için, spermin (rahme) düşmesinin meyvesi ancak doğumdan sonra
oluyorsa; aynı şekilde nefis de bedenden ayrıldıktan sonra tat almaya başlar.
Çünkü bedenin ölümü nefsin doğumudur; o da ruhtur. Şöyle ki; bedenin ölümü
nefsin ondan ayrılmasından başka bir şey değildir; tıpkı ceninin doğmasının,
rahimden ayrılmasından başka bir şey olmaması gibi. Öyleyse doğum bir hikmet
olduğu gibi ölüm de bir hikmettir. Nasıl ki, cenin, ı ahimdeki biçimi
tamamlanıp oradaki yaradılışı olgunlaştığında, rahimden faydalanamaz, aksine
doğumdan sonra dünya hayatında (bir şeylerden) faydalanırsa aynı şekilde nefis
de bedenle birlikte oluşuyla biçimini olgunlaştırıp faziletlerini tamamladığında,
bedenden ayrıldıktan sonra ahiret hayatında (bir şeylerden) faydalanır. Öyle
ise ölüm bir hikmettir. Zira ebedi kalma ancak ölümün gerçekleşmesiyle kolaylaşır.
Ölüm, ebedi hayatın sebebidir. Dünya hayatı da hakikatte ölümün sebebidir.
Çünkü insan bu dünyaya dâhil olmadıkça onun için ölüm söz konusu olamaz. İnsan
var oluyorsa, hayatı ölümü için sebeptir, ölümü de sonsuza dek olan bâkî
hayatın sebebidir.
Ey
kardeşim, bil ki; nefsin bedenle oluşunun durumu; öğrenmek, terbiye görmek ve
alıştırma yapmak için okulda bulunan çocuğun durumu gibidir. Çocuk bunu öğrenip
hakkıyla yaptığında, (onun bu durumu) okulu bitirip okulda elde ettiklerinden
faydalandığı durumdan başka bir şeydir. Çünkü o, kendisinden istenileni
tamamlamış ve geriye ikram ve mükâfatlar kalmıştır. Bedenle birlikte olduğu halde
kendisinden istenileni hakkıyla yaptığı zaman, nefsin bedenle olan durumu da
böyledir. Dolayısıyla [nefsin] ayrılmaktan başka bir yolu yoktur. Yine nasıl ki
çocuk okulda kendinden istenileni hakkıyla yaptığı zaman, yazı kâğıdı, divit,
mürekkep, kalem ve okul kıyafetini taşımaya ihtiyaç duymazsa -çünkü o, Kuran,
haberler, şiirler, nahiv, dil vb çocukların okulda ezberlediğinden [müteşekkil
olan] ilmi, zihnine kaydetmeyi sağlamak için bunlardan (bir şeyler) kazanmış,
bunları okumuş ve bitirmiştirnefsin bedenle olan durumu da işte böyledir: Nefs
duyular aracılığıyla duyulurlara ait işleri, tefekkür ve düşünme yoluyla da
akledilirlere ait işleri hakkıyla yerine getirdiği zaman, oluş ve bozuluş gibi
bu âlemin işlerinin hakikatini bilir; bundan sonra duyulardan hareketle gizli
olan durumların bilgisine götüren kanıtlar olarak (kabul edilen) matematik
yoluyla yükselir ve bunlarla ilgili alıştırmalar yapıp onları hakkıyla bilir;
kendisine âleminin, başladığı ve vardığı yerinin durumu apaçık olur;
öncekilerden Allah’ın sünneti üzere giden ve semanın melekûtuna[21],
feleklerin ferahlık ve genişliğine yükselen hemcinslerinin durumlarını basiret
gözüyle görür. Bu durumda nefis buraya yükselmenin ve hemcinslerine katılmanın
özlemini çeker, fakat bu durum onun için ancak bu ağır bedeni terk etmesi ve
ondan ayrılmasıyla mümkün olur ki bu da ölümdür. Şayet ölüm olmasaydı oraya
ulaşmak engellenmiş olurdu. Öyleyse ölüm, Aziz ve Çelil olan Allah’tan basiret
sahibi özgür nefisler için bir hikmet, nimet, rahmet, ikram ve lütuftur.
Bölüm
Ölümün
Başka Bir Hikmetine Dair
Ey
kardeşim, bil ki; beden bir gemi gibi, nefis ise denizci gibidir; sâlih
(iyi/yararlı) ameller de tüccarın malları ve mülkleri gibidir. Dünya bir deniz
gibi, yaşamın günleri bir geçit gibi, ölüm de kendisine yönelinen sahil gibi,
ahiret yurdu ise tüccarın şehri gibidir. Cennet kazançtır; Yüce Allah ise
layığını veren bir sultan gibidir. Nasıl ki bir tacir, denizi boydan boya geçip
mallarını ve mülklerini teslim ettiği zaman, kendisi gemiden çıkmadığında, o
tacirin şehre girmesi mümkün olmuyor ve mallarının kazancından mahrum
kalıyorsa; bedenle birlikte olan nefsin durumu da böyledir: O da dünya
hayatını sâlih amellerle kat ettiği, âdil bir seyir çizdiği, güzel ahlâkla
ahlâklandığı, doğru görüşlere inandığı ve duyulurların durumuna bakıp onları
doğru bir bilgiyle bildiği, akledilirlerin hakikatlerini araştırıp ve
onlarıyerliyerinde yaptığı, ömrünün sonuna ulaştığı ve beden tahrip olduğu
zaman, artık bedenin ölümü demek olan ayrılıktan başka bir yol ve çözüm yoktur.
Şayet ölüm olmasaydı, nefsin sema melekûtuna yükselmesi, meleklerin zümresine
girmesi ve cennete ulaşması mümkün olmaz ve böylece nefis Yüce Allah’a ve
ahiret diyarının nimetlerine kavuşmaktan mahrum kalırdı; tıpkı ceninin
plasentada kalıp oradan çıkamaması halinde bu âlemi gerçek manada müşahede etmekten
mahrum kalması gibi. Öyleyse ölüm bir hikmet, rahmet ve nimettir. Çünkü biz,
Rabbimize ancak bu cisimden çıktıktan ve bedenlerimizden ayrıldıktan sonra
ulaşabiliriz. “Her nefis ölümü tadacaktır. Sonunda bize döndürüleceksiniz.”[22]
[23]
Bölüm
Ölümün
Hikmetine Dair
Bil
ki; dünya bir meydan gibi, bedenler başıboş at gibi, hayırlar konusunda öne
geçen nefisler at binicileri gibi, Yüce Allah ise layığını veren cömert bir
sultan gibidir. Nasıl ki öne geçen binici sultanın kapısına ulaştığında,
atından inmiyor ve [dolayısıyla] sultanın huzuruna çıkması mümkün olmuyor ve
böylece ödülden, güzel mallardan ve ikramdan mahrum kalıyorsa; dünya hayatının
günlerini hayırlarda öne geçerek bitirdikleri zaman, hayırlar ve salih ameller
konusunda öne geçen nefislerin durumu da böyledir. Nitekim Yüce Allah onları
şöyle övmüştür: “Muhakkak ki onlar hayırda yarışıyorlar ve bize boyun eğerek
ümit ve korku içinde dua ediyorlardı”2'
Ömür
bitip, beden tahrip olduğu ve ihtiyarladığı, nefis de filizlenip olgunlaştığında,
eğer (nefis) bedenden ayrılmazsa, semanın melekûtuna ulaşması mümkün olmaz.
Çünkü bu bozulup değişen ağır beden, o şerefli yüce mekâna layık değildir.
Aksine işlediği hayırların karşılığını görmek için buraya yükselebilen,
nefstir. Öyleyse ölüm bir hikmet ve rahmettir.
Yine,
dünya bir tarladır, kadınların rahimleri de Yüce Allah’ın “Kadınlarınız
sizin tarlanızdır.”[24]
(ayetinde) buyurduğu üzere bir tarla gibidir. Sperm, tohum gibi; doğum
filizlenme gibi; gençlik günleri büyüme gibi; yetişkinlik dönemleri olgunlaşma gibi;
ihtiyarlık zamanları da çoraklık ve kuruluk gibidir. Bu hallerden sonra hasat
gerekir ki bu da ölüm, sırat ve ahirettir; tıpkı harman yeri gibi: Nasıl ki
harman yeri her ı insten ekinleri toplayıp, onları dövüyor, ayıklıyor; kabuğu,
yaprağı, samanı, taneyi ve ürünü birbirinden ayırıyor; canlılara yiyecek, ateşe
de odun yapıyorsa; tıpkı bunu gibi, her dinden önceki ve sonraki ümmetler
ahirette toplanır, sırlar açığa çıkar; Allah kötüyü iyiden ayırır ve kötülerin
bir kısmını diğerinin üstüne yığıp hepsini toplayarak onları cehenneme koyar.
Allah, sakınanları ise başarılarından dolayı kurtarır; onlara kötülük dokunmaz
ve onlar üzülmezler.
Bunların
hepsi ölümden sonra Yüce Allah’tan dostları için bir hikmet, rahmet ve
nimettir. Bundan dolayı Allah’ın dostları ölümü isterler. Nitekim Yüce Allah,
hak etmedikleri halde kendisini onlardan sananları şöyle azarlamıştır: “De
ki; Ey Yahudiler! Bütün insanlar değil de sadece kendinizin Allah’ın dostları
olduğunuzu iddia ediyorsanız, bunda da samimi iseniz haydi ölümü isteyin
(bakalım)'’’[25]
Bu
âyetler, Yüce Allah’ın dostlarının bir alametine işaret etmektedir ki, [bu da]
onların ölümden sonra Rablerine kavuşacaklarını bildikleri için ölümü
istemeleridir. Öyleyse ölüm bir hikmet ve nimettir.
Bölüm
Yine
Ölümün Hikmetine Dair
Ey
kardeşim, bil ki; Bedenin Bileşimi Risâlesi’nde açıkladığımız üzere,
nefisler zanaatkârlar gibi, bedenler dükkânlar gibi, bedenin organları da
âletler gibidir. Sonra bil ki; zanaatkârlar mesleklerde çalışırlar; mal
kazanmak ve zenginliği elde etmek için işin zorluğunu yüklenirler. Onlardan
biri zenginleşince dükkânı ve aletleri bırakır ve işten kurtulur. Nefislerin
durumu da böyledir: Nefis, bedenle bir arada bulunduğu halde ahiret azığı
olarak kendisinden isteneni yerli yerinde yapınca, bedene ihtiyaç duymaz ve
yalnız başına kalır. Şayet kendisinden beden alınmamış olsaydı, bu, nefsin
gök/sema melekûtuna yükselmesine ve melekler zümresine katılmasına, felekler
âleminde dolaşmasına, göklerin boşluğunun genişliğinde yolculuk yapmasına ve
güzel kokuları koklamasına zarar verir ve engel olurdu. Öyleyse ölüm, Yüce
Allah’tan salih kulları için bir hikmet ve nimettir.
Çok
dürüst olan Hz. Yusuf (a.s.) şöyle demiştir: “Ey göklerin ve yerin
yaratıcısı olan Rabbim, bana mülk verdin ve olayların tevilini öğrettin. Sen
benim dünyada ve ahirette dostumsun. Beni Müslüman olarak öldür ve beni
sâlihler arasına kat.”[26]
Onun
(a.s.), sâlihlerle buluşmanın ancak ölümden sonra olduğunu bildiği için ölümü “Beni
Müslüman olarak öldür” sözüyle istediğini görmüyor musun? Öyleyse ölüm bir
hikmet ve nimettir.
Rahmanın
Dostu Hz. İbrahim (a.s.) da şöyle demiştir: “Beni yaratan ve doğru yolu
gösteren O’dur. Beni yediren ve içiren Odur. Hastalandığım zaman bana şifa
veren O’dur; benim canımı alacak, sonra beni diriltecek O’dur. Hesap günü
hatalarımı bağışlayacağını umduğum O’dur. Rabbim! Bana hikmet nasip eyle, beni
sâlihlerin arasına kat; bana sonra gelecekler için de iyilikle anılmayı nasip
eyle! Beni naim cennetlerine mirasçı eyle.”[27]
Öyleyse
cennete mirasçı olmak yalnızca ölümden sonra mümkün olacağı için ölüm bir
hikmettir.
Sonra
bil ki; nefse Allah’tan gelen şeref, özellikle nefse ulaşır, bedene değil.
Çünkü beden toprakta yok olur; sâlihlere/iyilere katılacak olan onun nefsidir.
Bölüm
Nefsin
Kuvveden Fiile Çıkmasının Keyfiyetine Dair
Deriz
ki: Allah burhânım aydınlatsın, bilki; çocukların nefisleri bilkuvve/potansiyel
olarak akıllıdır (âkil), ergenlerin nefisleri bilfiil akıllıdır, akıllı olan
nefsler bilkuvve âlimdir, âlimlerin nefisleri de bilfiil âlimdir. Yine
âlimlerin nefisleri bilkuvve felsefîdir, filozofların nefisleri de bilfiil
bilge (hakîm)’dir. Seçkin bilgeler bilkuvve melektir, nefisleri bedenlerinden
ayrıldığında ise bilfiil melek olurlar. Öyleyse ölüm bir hikmet ve rahmettir.
Ey
kardeşim, bil ki; madenler bitkinin cisimlerine dönüşür, bitki cisimleri hayvanın
cisimlerine dönüşür ve en şerefli hayvan insandır. Bitkinin sureti derinliğe
giden girift bir yoldur. Hayvânî nefis onu geçer ve ondan kurtulur. Hayvanın
sureti yüzeye yayılmış bir yoldur. İnsanî nefis onu geçer ve ondan kurtulur.
İnsanın sureti doğru ve dik bir çizgi gibi cennet ile ateş -ki o da cehennemin
sonlarıdırarasında dosdoğru bir yoldur. Dolayısıyla hangi nefis onu geçerse
cehennemden kurtulur ve meleklerin sureti olan cennete girer; aksi takdirde
aşağılıkların en aşağısına geri gönderilir. Nitekim Yüce Allah şöyle
buyurmaktadır: “Şüphesiz biz insanı en güzel biçimde yarattık. Sonra onu
aşağıların aşağısına indirdik. Ancak iman edenler ve salih amel işleyenler için
eksilmeyen devamlı bir ecir vardır”[28]
Ey
kardeşim, bu konuya bak ve onun hakkında iyice düşün, çünkü sen büyük bir
tehlike üzeresin. Sen cennet kapısının yakınına ulaştın, şayet bedenden ayrılmadan
önce nefsini düşünüp, sâlih/iyi ameller, doğru görüşler, güzel ahlâk ve hakîkî
ilimlerle hazırlık yapıp azığını temin ettiysen, senden ricam şudur: Oluş ve
bozuluş âlemi olan derin ateşten kendini kurtar; felekler âlemine, göklerin
genişliğine, daimi, bâkî ve ebedi âleme yükselerek, nebiler, sıddîkler,
şehitler ve sâlihlerle -ki bunlar ne güzel dostlardırberaber nimet ve mutluluk
içinde cennete ulaş. Bu Allah’tan bir ikramdır!
Bölüm
Yönetimlerin
Gayesine Dair
Bil
ki; beden yönetilen, nefis ise yönetendir. Hangi nefis bedeninin yönetiminde
geıektiği gibi riyazet yaparsa; aile, hizmetçiler ve köleleri yönetebilir. Kim
ailesini . h I ıl bir biçimde yönetirse, bir kabileyi yönetebilir. Kim bir
kabileyi gerektiği gibi yönetirse, şehrin tüm halkını yönetebilir. Kim şehir
halkını gerektiği gibi yönetirse, ıl.ılıî kanunları yönetebilir. Kim ilahi kanunları
yönetirse, yaptığı iyiliğin karşılığını । >ı ada görmesi
için felekler âlemine, göklerin genişliğine ve daimi âleme yükselebilir.
Öyleyse ölüm bir hikmettir.
b.y
kardeşim, şayet ilahi kanunların yönetimi düzeyinde değilsen onda ustaki ş ki,
belki ehlinin şefaatiyle[29]
cehennemden kurtulur ve onların yardımıyla sema ıı ıclekûtuna ulaşır, Allah’ın
rahmeti, ikramı ve rahmetinin genişliği sayesinde cennele girersin. Ey
kardeşim, Allah seni doğruda başarılı kılsın; seni ve ülkede bulunan
kardeşlerimizi doğru düşünceye erdirsin; Allah merhametlidir, cömerttir.
Bölüm
Bedenin
Kusurları ve Eksiklikleri
Ey
kardeşim, bil ki; "Bedenin Bileşimi Risâlesi”, "İnsan Küçük
Âlemdir Risâlesi” ve "Duyu ve Duyulur Risâlesi”nde, bedenle bir arada
bulunduğu halde nefsin hikmet, ilimler ve kazançlar elde ettiğini; sanatları,
yönetimleri, idareyi, otorite sahibi olmayı ve insanın gücü ölçüsünde ilahına
benzemeyi başarabilmek için riyazet yaptığını açıklamıştık. Bu beden bu nefis
için dünya ile ahiret arasında uzanan bir yol olduğu için, şayet nefs kurtuluşa
erenlerin yolunu tutup bu yolu geçer ve onun afetlerinden korunursa, bundan
sonraki diğer şeyler ona kolay gelir.
Bu
bedenin kusurlarından birisi, nefsin kenefte/tuvalette tutsak biri gibi olmasıdır.
Çünkü kenef aslında bu bedenin kendisidir. Beden; kir, idrar, dışkı, sümük,
tükürük, kan, irin, salya, kötü kokulu ter, kötü ağız kokusu ve (diğer) iğrenç
kokular gibi her türlü pisliğin kaynağıdır. Kenefte pislik adına her ne varsa
bedenden çıkar ve onda oluşur. Onun başlangıcı pis bir sperm, sonu kötü kokan
bir ceset, bu iki durumun arası ise pislikle (el-aziret) doludur. Nefis
ise sürekli bedeni temizleme, yıkama, arındırma, tedavi etme, ayıplarını ötme;
sıcak, soğuk, açlık, susuzluk, çarpma, darbe alma ve sayısı bilinmeyen ârızî
sıkıntılardan onu koruma üzeredir.
Özetle,
dünyada ne kadar kötü koku, necaset, pislik ve leş varsa hepsi bedenden
kaynaklanır. Diğer açıdan diyoruz ki, bedenle birlikte bulunan nefsin örneği,
sabah akşam puta tapan putperest gibidir. Şöyle ki; nefs, ilim öğrenmeyi, Aziz
ve Çelil olan Allah’a kulluğu, bedenden ayrıldıktan sonraki hayatı konusunda
düşünmeyi, onun için hazırlık yapmayı ve dünyadan ahirete yolculuğu için azık
hazırlamayı bırakır; yeme, içme, giyim, barınma, binek vb dünya hayatının süsleri
gibi bedene uygun olan şeylerle meşgul olursa, puta tapan bir Yahudi[30]
gibi olur ki, Yüce Allah şöyle buyurmuştur: “Hevâ ve hevesini tanrı edinen
ve Allah’ın (kendi katındaki) bir bilgiye göre saptırdığı, kulağını ve kalbini
mühürlediği, gözünün üstüne de perde çektiği kimseyi gördün mü? Şimdi onu
Allah’tan başka kim doğru yola eriştirebilir? Hâlâ ibret almayacak mısınız?’’[31]
Bir
açıdan da şöyle deriz: Beden Yüce Allah’tan habersiz bir kâfir gibidir; Onu
bilmez, kendisini yaratan ve rızıklandıranın kim olduğunu anlamaz.
Başka
bir açıdan beden, kendi heveslerine davet eden ve işlerin kendi isteğine göre
olmasını isteyen bir bidat sahibi gibidir.
Diğer
açıdan beden, neticeleri düşünmeyen aceleci bir cahil gibidir. Yine o, düşmanlığı
gizleyip sadakati göstererek nefsin düşmanı gibidir. Yine o vesvesenin çokluğundan
dolayı bir şeytan gibidir. Yine o, düşmanlığa çağıran iblis gibidir. Yine
beden, nefsin omuzlarında taşıdığı tabuttaki bir ölü gibidir; vah o nefse ki,
bedeni toprağa gömünceye kadar ondan yana rahata kavuşamaz. Aynı şekilde beden,
bakanların gözleriyle güneşin ışığı arasında bir bulut gibidir; çünkü
karanlıklar bedenin karışım malzemesidir, bakışı aklın ışığından alıkoyar.
Beden, (bir yandan) emeller yağdırırken, (diğer yandan) belirlenmiş olanları
unutturur. Ve yine şerefi ve cevherinin şerefiyle; oluş ve bozuluşun altında
olan bu âlemdeki gurbetliğiyle; bu bedenin afetleri ve maddesinin
bozgunculuğuyla olan imtihanıyla bu cüz’î nefsin örneği, şu gurbeti yaşayan
tecrübeli ve hikmet sahibi adamın örneği gibidir: (Bu adam), ahmak ve günahkâr,
cahil ve kötü huylu, kötü tabiatlı; sürekli kendisinden güzel yiyecekler,
lezzetli içecekler, abartılı elbiseler, süslü mekânlar, kötü şehvetler isteyen
bir kadının aşkıyla imtihan edilmektedir. Bu hikmet sahibi kişi, kadına olan
sevgisinin baskısının şiddeti ve onunla olan birlikteliğinin belasının
büyüklüğünden dolayı, tüm gücünü onun durumunu düzeltmeye, tüm ilgisini onun
halini idare etmeye harcamış ve ta ki kendisinin durumunu, halinin
düzeltilmesini, çıktığı beldesini, beraber büyüdüğü akrabalarını, başlangıçta
içinde bulunduğu nimetini unutmuş ve sanki isyankâr ve açık bir düşman olan
şeytana bağlanmıştır. Bu şeytan Yüce Allah’ın şu sözünde söylediğidir: “Ey
Âdemoğulları! Şeytan, ana-babanızı cennetten çıkardığı gibi sizi de
aldatmasın...”[32]
O halde, Âdem’i cennetten çıkaran iblis budur.
Sonra
şunu bil ki; nefsin cevheri semavî bir cevherdir; onun âlemi ruhanî bir
âlemdir. Nefis bizzâtihi diridir; varlığını ve bekasının unsurlarını sürdürme
hususunda bedenin ihtiyaç duyduğu yeme, içme, giyinme, barınma vb şeylere
muhtaç değildir. İnsanın bu dünya arazlarından ihtiyaç duyduğu her şey;
durumunu düzeltmek, varlığını sürdürmek, ona fayda sağlamak ve zararı ondan
def etmek amacıyla bozulan ve dönüşen bu beden içindir. (Bununla birlikte)
beden bir an bile tek bir durum üzere durmaz.
Sonra
şunu da bil ki; bu nefis belirlenmiş olan vakte kadar bu bedenle birlikte
olduğu müddetçe, bu bedenin işlerini düzeltmek için tasasının çokluğuyla
kusurlu olacak; insanın dünya hayatı boyunca muhtaç olduğu şeyler ile mal, mülk
ve ev eşv.im elde etmek için yorucu meslekler ve
sıkıntılı işlerin sorumluluğu hususundaki ilgisinin şiddetiyle mutsuz
kalacaktır.
Sonra
şunu da bilesin ki; nefis bu bedenle ilişkili olduğu sürece, bu bedenden
ayrılması dışında ona rahat yoktur. Tıpkı o ahmak ve günahkâr kadına âşık
olmakla imtihan edilen o hikmet sahibi adam gibi. Bu adam için o kadından
ayrılmaktan ve onun sevgi ve aşkını unutmaktan başka imtihan edildiği şeyden
ona rahat yoklu ı. O halde ölüm, bedenlerin yok oluşundan sonra, iyilerin
nefsleri için bir hikmet, ı .ıh met ve nimettir. Ölüm ancak bir nimet ve
mutluluktur. Dünya hayatı ise aldatıcı mutadan başka bir şey değildir.
I
lüznü bizden gideren Allah’a hamd olsun. Gerçekten Rabbimiz affedicidir,
şükürdür.[33]
Allah seni, bizi ve bütün kardeşlerimizi doğru olana muvaffak kılsın. Şüphesiz
O, kullarına çok merhametlidir, çok şefkatlidir.
Hayatın
ve ölümün mahiyeti hakkındaki on beşinci risâle tamamlandı. Bunu, I hızlar
Risalesi (Risâletu ’l-lezzât) takip edecektir.
Tabîî-Cismânî
Şeylerin (el-Cismâniyyâtü’t-tabîiyyât') On Altıncı
-İhvân-ı Safâ Risâleleri’nin OtuzuncuRisâlesi:
Lezzetlerin Nitelikleri, Hayatın ve Ölümün Hikmeti ile
Bunların Mahiyetlerine Dair1 [34]
Rahman
ve Rahim Olan Allah’ın Adıyla!
H |
amd
Allah’a ve selam O’nun seçilmiş kullarının üzerine olsun. "Allah mı
daha hayırlıdır yoksa O’na ortak koştukları varlıklar mı?”[35]
Bölüm
Lezzet
ve Elem, Keder ve Sevinç, Neşe ve Üzüntü, Dinginlik ve
Yorgunluk Gibi Durumların Mahiyetleri Hakkında[36]
Ey
kardeşim, bil ki -Allah seni ve bizi kendi katından bir ruh ile
desteklesinölümün ve hayatın hikmetine ve bunların mahiyetlerine ilişkin
açıklamalarımızı [bir önceki risâlede] tamamladık. [O risâlede] ölümün ve
hayatın oluş ve bozuluş âleminde varlığa gelmelerinin hikmetinin ne olduğunu,
canlıların nefislerinin ölümü sevmemelerinin ve hayatı ise sevmelerinin
sebebinin ne olduğunu açıklamıştık. Bu risâlede ise lezzet ve elem, keder ve
sevinç, neşe ve üzüntü, dinginlik ve yorgunluk gibi durumların mahiyetlerini
ele almak istiyoruz. Burada bütün bunların birbirine zıt ya da benzer durumlar
olduğunu açıklayacağız.
Ey
kardeşim, bil ki -Allah seni ve bizi kendi katından bir ruh ile desteklesinlezzet
ve elem cismânî ve rûhânî olmak üzere iki çeşittir. Bunların benzerleri olan
diğer durumlar da bu şekildedir.
Cismânî
lezzetler, canlı nefislerin elemlerin bitiminde hissettiği rahatlıktır. Herhangi
bir sebeple canlı nefislerin ifrat ve tefrit (ziyade ve noksan) yönlerine
meylederek itidalden sapmasıyla hissettiği elemler ise Allah’tan başka hiç
kimsenin sayısını bilemeyeceği kadar çoktur. Fakat biz, elem ve lezzetin
mahiyetini ve nasıl meydana geldiklerini öğrenmen için bunlardan sadece bir
kısmını ele alacağız.
Yeme
ve içme lezzetinin mahiyeti bunlardandır. Bu konuda biz deriz ki; midesi ve
taşlığı olan canlıların midelerindeki ısının durumu fitille tutuşturulan
kandilin ateşi gibidir. Kandil yağı bittiği zaman kandildeki ateşin fitili
yakmasında olduğu gibi, midedeki gıda bittiği zaman, [yani gıda] mide sıvısında
tutuşup yok olduğu zaman midedeki sinir dokuları da yanar. İşte bu durumda söz
konusu nefisler acı hisseder. Onların bedenleri ise midede kaybolan gıdaya
bedel ve karşılık olarak yeni gıda elde etme isteğiyle harekete geçer. Bu
istekler mideye ulaştığında ise, midedeki söz konusu ısı onları pişirmek için
yakmaya başlar. Böylece midedeki bu yangın dinmiş olur ve bu durumda söz konusu
canlılar huzur ve lezzet bulurlar. Yemenin lezzeti ise bu ısının yanmasına ve
sönmesine göre değişir.
Karaciğer
ısısının artmasından kaynaklanan susuzluğa ilişkin durum da bu şekildedir. Bu
durumda canlı, tâbiî ihtiyacını tam olarak alıncaya kadar yeme ve içme lezzetini
aramaya devam eder. Tabiî ihtiyacını tam olarak aldığında ise lezzet sona erer
ve teskin olur. Hatta eğer ihtiyaç miktarından daha fazla yenilir ve içilirse
söz konusu bu lezzet acıya dönüşür. Bu durumda canlı, yediklerini sindirip
hazmedinceye kadar ve bedenin organlarına ulaştırdığı bu gıdaların çözülüp
yerine yenisini almaya hazır oluncaya kadar yemeyi ve içmeyi bırakır. Çünkü
canlı, göz açıp kapayıncaya kadar olsun bir an bile durmaksızın her zaman bir
eritme ve sıvılaştırma halindedir. Basiret sahibi doktorlar ve tabiat
bilginleri bu söylediklerimizin hakikatini ve tavsif ettiklerimizin doğruluğunu
bilirler.
Canlıların
cinsel ilişkide bulunmaktan aldığı lezzete gelince: Kandan süzülen ve meni
olarak isimlendirilen madde canlıların bedeninde çoğaldığında ve kendisine
tahsis esilmiş yerlerde biriktiğinde [söz konusu bu yerlerde] ağırlaşma ve
uzama meydana gelir. Bu durum, tıpkı idrarın mesanede ve dışkının bağırsakta
birikmesi sonucu [canlılarda] bunların dışarı atılma isteğinin oluşması
gibidir. İşte meniye ilişkin durum da aynen bu şekildedir. İlâhî hikmet ve
Rabbânî inâyet (yardım), erkeklerin tabiatında kendi cinsinden olan kadınlarla
bir araya gelmek için bir şehvet yaratmıştır. Aynı şekilde kadınların
tabiatında da kendilerinden üreme ve doğumun meydana gelmesi için erkeklerle
bir araya gelme [şehveti] yaratılmıştır. Çünkü açıklaması oldukça uzun olan
sebeplerden dolayı oluş ve bozuluş âleminde şahısların varlıkları ebedî
olmadığından, neslin sürekliliği ancak şahısların sürekliliğiyle ve suretin
sürekliliği ise ancak maddenin sürekliliğiyle mümkündür. Biz bu sebeplerin bir
kısmını "Yeniden Diriliş ve Kıyamet Risalesinde bir kısmını ise "İlletler
ve İlletliler Risalesinde incelemiştik. O halde bu meni [nutfe] eril
canlıların bedeninden çıktığı zaman tabiatındaki ağırlık hafifler ve bu
durumda söz konusu canlılar rahat ve lezzet bulur.
Canlıların
sükûnet, dinginlik ve uyku durumlarında aldıkları rûhânî lezzetlere gelince;
bunun sebebi ise canlıların bedenlerindeki mizacı ısıtan ve organların hareketli
kas ve sinirlerindeki rutubeti kurutan harekettir. Bu durumda bedenler hareket
etmekten zayıf düşerler. Canlılar sakin, rahat ve dingin olduğunda ise
bedenleri soğur ve böylece sükûnetten soğukluk, soğukluktan da rutubet meydana
gelir. Bu durumda ise sinirler ve bu sinirler ile kasları harekete geçiren
kirişler yumuşar ve hareket kolaylaşır. Nitekim bedenlerin, yüklerini ve
ağırlıklarını bırakmaları duru-
4. Risâletü l-Bahsi ve l-Kıyâmet.
5. Risâletü'l-'İlelive’l-Malûlât. nı
unda buldukları rahatlığın durumu da bu şekildedir. Çünkü aşırı hareket ve
ağırlık bedenlerin mizacını fazlaca ısıtır ve onların itidalden sapmalarına
sebep olur.
(kınlıların
sıcaklık ve soğukluk esnasında buldukları lezzet ve rahatlığa gelince; bunun
sebebi ise şudur: sıcaklık canlıların bedeninde sürekli olduğu zaman bedenin
mizacını fazlaca ısıtır ve böylece itidalden sapmalarına sebep olur. Bu durum
ise onlara acı verir. İşte bu durumda canlılar, gölge serinliği ve soğuk
ortamlar gibi sıcaklığın zıddı olan yerlere ihtiyaç duyarlar. Eğer canlılar
uzun süre soğuk ortamlarda kalırlarsa, bu kez canlıların bedenindeki soğukluk
aşırı bir noktaya varır ki bu durum ise mizacın başka bir yönden itidalden
sapmasına sebep olur. Bu kez ise canlılar sıcaklık, güneş ve ateş gibi
soğukluğun zıddı olan şeylere ihtiyaç duyarlar.
Bütün
bu anlattıklarımızdan ortaya çıkan sonuç şudur: canlılar sürekli olarak ya
sıcaklıktan duydukları acıdan onun zıddı olan soğukluğa kavuşmakla ya da tam
tersine; soğukluktan duyduğu acıdan onun zıddı olan sıcaklığa kavuşmakla rahat
bulurlar. Aynı şekilde bütün bu anlattıklarımızdan şu sonuç da ortaya
çıkmıştır ki, cismânî lezzetler ancak acıların ortadan kalkmasıyla meydana
gelir. Bu acılar ise [canlıların mizacının] ya artma veya eksilme şeklinde iki
taraftan birine doğru itidalden sapmasıyla, ya sıcaklıktan soğukluğa veya
soğukluktan sıcaklığa, ya hareketlilikten hareketsizliğe veya hareketsizlikten
hareketliliğe, ya açlık ve susuzluktan tokluk ve suya kanmışlığa veya tokluk ve
suya kanmışlıktan açlık ve susuzluğa geçmesiyle olur. İşte bu örnek ve kıyasa
göre diğer bütün cismânî lezzetler ve acıların durumu tespit edilebilir. O
halde nefsin, varlıklardaki güzelliklere bakmak, hoş sesleri dinlemek, temiz
kokuları koklamak ve [pürüzsüz] yüzeylere dokunmakla aldığı lezzetlerin tamamı,
bu gibi şeylerin onun mizacına uygun olmasından dolayıdır. Nefsin acı duyması
ise, onun mizacına muhalif durumların varlığından dolayıdır. Öyleyse algı,
algılayanın mizacını itidalden saptıran her algılanabilir şeyden acı duyar ve
ondan hoşlanmazken, algılayanı itidale ve tâbiî mizaca geri getiren her
algılanabilir şeyden ise lezzet alır, onu sever ve ondan hoşlanır.
O
halde, ey kardeşim, bütün bu söylediklerimizi düşündüğün zaman, bu cismânî acı
ve lezzetlerin canlıların bedenlerindeki mizacın itidalden çıkması ve tekrar
itidale dönmesiyle olduğunu bilir ve kavrarsın. Çünkü bu acılar canlıları,
bedenlerini ve şekillerini kendilerine ilişebilecek afetlerden korumaya teşvik
ederken; bu lezzetler ise, onların menfaatlerine olacak şeyleri istemeye ve
zararlarına olabilecek şeylerden de uzak durmaya teşvik eder. Zira söz konusu
bu bedenler “ölü bedenler” olduğu zaman, ne kendilerine zarar verebilecek
şeylerden uzak durmaya, ne kendilerine fayda sağlayacak şeyleri istemeye ne de
kendilerini yok edecek veya mizaçlarını itidalden saptıracak şeylerden
sakınmaya güç yetirebilirler. “Bedenler kendilerine zarar verecek şeylerden
uzak durmaya ve kendilerine fayda verecek şeyleri ise istemeye güç
yetiremezler” şeklinde tavsif ettiğimiz sözümüzün doğru ve hakikat olduğunun
delili ise, nefislerin bedenlerden ayrılmasından sonra gördüğümüz bedenlerin
durumudur. Zira bu durumda ölünün cesedi, bütün açıklığıyla tehlikelere maruz
kalmıştır.
O
halde canlıların, [mutlu olmalarına sebep olan bir şeyin] var olması, fayda
vermesi ve sevimliliği esnasında; yavrularına karşı şefkat ve merhamet
duymaları esnasında; kendilerine ilişen üzüntü ve kuşkulardan kurtulmaları
esnasında veya kendilerine ilişen bir zararın ortadan kalkması esnasında
buldukları lezzet, sevinç ve mutluluk nefislerin belirli bir vakte kadar
bedenleri korumaları için birer teşviktir.
Canlıların
yaratılışlarına yerleştirilen şehvetlere gelince, biz bunların sebeplerinin
bir kısmını “Ahlâk Risalesinde[37]
[38]
anlatmıştık. Fakat burada ihtiyaç duyduğumuz kadarını yine ele alacağız. Şöyle
ki; her bir bedenin tabiatına ve her bir mizacın yaratılışına yerleştirilmiş
ve söz konusu bu tabiata ve mizaca uygun düşen şehvetler vardır. Yani, mesela,
etobur hayvanlar zaruret ve etin yokluğu durumları dışında otlarla beslenmeyi
istemezler. Aynı şekilde, kuşlar ve otobur hayvanlar da et yemeği istemezler ve
etten bir lezzet de almazlar. İşte, insanın durumu da bu şekildedir. Zira
insan, tabiatına ve mizacına uygun olmayan şeyleri ya da zamanla alışkanlık
kazanmadığı şeyleri istemez ve yemez. Hasta olan kişinin, kendisine zarar
veren şeyleri istemesinin ise izahı oldukça uzun olan başka sebepleri vardır.
Öyleyse
ortaya çıkmıştır ki, açlık ve susuzluk, insanın yiyeceğe ve içeceğe olan ihtiyacından
dolayıdır. Lezzet ise bunların yeteri miktarda alınması ve şehvet de bunların
insanın mizacına ve tabiatına uygun olmasından dolayıdır. O halde, “Lezzetler
ve Elemler" olarak isimlendirdiğimiz bu risâlede canlıların
nefislerinin ölümden hoşlanmayıp hayattan hoşlanmalarının sebebini incelemek
istiyoruz. Bu konuda biz deriz ki:
Bilki,
canlıların hayatı sevmelerinin, ancak ölümü ise sevmemelerinin iki sebebi
vardır. Birincisi, ağrılar ve acıların canlıların nefislerine ilişmesidir.
İkincisi ise, canlıların tabiatında sürekli var olmaya ilişkin bir isteğin ve
gelip geçici olmaya ilişkin bir isteksizliğin olmasıdır. Şöyle ki: Yüce Allah’ın
bütün varlıkların illeti ve bütün oluşumların sebebi olması, ki biz bunu “İlkeler
Risalesinde? açıklamıştık, ve Allah Teâla'nın varlığının ebedî olması,
yaratılmışların yaratılışında da sürekli var olmaya ilişkin bir isteğin ve
sürekliliğin zıddı olan gelip geçici olmaya ilişkin ise bir isteksizliğin
meydana gelmesine sebep olmuştur.
Sonra,
bil ki, küllî/tümel ve cüz’î/tikel olmak üzere iki tür varlık vardır. Küllî varlıklar
en yetkin olandan başlar ve sonra [yetkinlik bakımından azalarak] aşağıya doğru
devam eder. Bunlar dokuz mertebedir. Bu mertebelerin ilki ve en üstün olanı,
söz konusu bu mertebelerin tamamının illeti olan Yüce Allah’dır. Sonra
sırasıyla akıl, nefis, tabiat, ilk madde (el-heyûldl-ûlâ), mutlak cisim,
felek, dört unsur ve en son olarak ise hayvan, bitki ve madenler
(el-müvellidâtu's-selâsetü) gelir. Biz bunları “İlkeler Risalesi ’nde[39]
açıklamıştık.
Tikel/Cüz’î
varlıklar ise en az yetkin olan durumdan başlar ve [yetkinlik bakımından
artarak] en üstün olanda sona erinceye kadar yukarıya doğru devam eder. Biz bu
durumları “Nutfenin Düştüğü Yer Risalesinde[40],
“Cüzî Nefislerin Meydana Gelmesi Risâlesı’nde[41]
[42],
“Yeniden Diriliş ve Kıyamet Risâlesı’nde11 ve “Oluş ve Bozuluş
Risâlesi”nde[43]
incelemiştik. Bu durumları öğrenmek isteyen kimse, söz konusu risalelere
müracaat edebilir. Zira bu durumda söylediğimiz şeylerin doğru olduğunu ve
açıkladığımız şeylerin gerçek olduğunu öğrenecektir.
Bölüm
Elemlerin
ve Rahatsızlıkların Kâinattaki (Âlem)
Nefisler İçinde Sadece Canlıların Nefislerine İlişmesinin
Sebebinin Ne Olduğu Hakkında
Bu
konuda biz deriz ki, lezzet ve acıların mahiyetini ve nefislerin bunları nasıl
duyumsadığını açıkladığımıza göre, bu bölümde cüz’î nefislerin canlıların
bedenleriyle olan irtibatının, acıların ve rahatsızlıkların kâinattaki (âlem)
bitkisel nefisler ve diğer varlıkların nefisleri içince sadece canlıların
nefislerine ilişmesinin sebebinin ve hikmetinin ne olduğunu incelemek
istiyoruz.
Şimdi,
bil ki, canlıların nefisleri cüz’î şeylerden olduğuna göre cüz’î nefislerin en
tam ve en yetkin duruma ulaşmaları ancak cüz’î bedenlerle bitişmesiyle mümkün
olabilir. Bu, canlıların bedenleridir. Bedenler ise tam olmadan ve nefisleri
yetkinleşmeden önce bozucu afetlere maruz kalırlar. Fakat bedenler kendileri
için bozucu olan bu şeylere karşı kendilerini savunma gücüne sahip değildirler.
Çünkü bedenlerin cevheri [bu şeylere karşı] âciz, bilgisiz, etkisiz, eksik ve
edilgen bir durumdadır. İşte İlâhî hikmet canlıların bedenlerini bozan bu
şeylere ilişkin acıların ve rahatsızlıkların onların nefislerine de ulaşmasını
sağladı. Böylece bu acılar ve rahatsızlıklar nefisleri, bedenlerini bozan bu
şeylere karşı dikkatli olmaya, onları bu yok edici afetlerden korumaya,
bedenler tamamlanıncaya ve nefisler de yetkinleşinceye kadar onları bu yok
edici ilişenlerden korumaya çağırırlar. Sonra nefisler istese de istemese de
doğal olan ölüm gelir. Tıpkı cenin veya baba istese de istemese de vakti
geldiğinde doğumun doğal olarak meydana gelmesi gibi. Çünkü bedenin ölümü
nefsin doğumudur. Biz bunu “Ölümün Hikmeti Risâlesi”[44]nde
açıkladık. Eğer bedenleri bozan bu şeylerden kaynaklanan acılar nefislere de
ilişmeseydi nefisler onları ihmal eder ve afetlere maruz kalmaya terk ederdi.
Bu durumda bedenlerin birçoğu tamamlanmadan ve nefisleri de yetkinleşmeden
bozulurdu.
İşte,
İnsanî nefsin meydana gelmesi, tamamlanması ve yetkinleşmesi hikmet eserleriyle
dolu olan bu beden aracılığı olmaksızın mümkün değildir. Biz bunu “Bedenlerin
Oluşumu Risâlesi”nde[45]
ve “Duyu ve Duyulur Şeyler Risâlesi”nde[46]
açıklamıştık. Aynı şekilde bu durumu “İnsan Küçük Âlemdir Risâlesi’nde[47]
de açıklamıştık. Böylece İlâhî hikmet insan bedenlerini nefisleriyle irtibatlı
bir duruma getirdi. Şöyle ki: İnsanî nefsin, hayatının başlangıcından sonuna
kadar bedenin aracılığı olmaksızın duyulur şeylerin hakikatlerini bilmesi,
akledilir anlamları tasavvur etmesi, herhangi bir sınaî iş yapmaya güç
yetirmesi ve temiz ahlâk ve amellerle ahlâklanması mümkün değildir. Nitekim
Yüce Allah şöyle buyurmuştur: Siz, hiçbir şey bilmez durumda iken Allah, sizi
annelerinizin karnından çıkardı.”[48]
[49]
[Yüce
Allah bir başka ayette ise] şöyle buyurur: “Musa olgunluk çağına ulaşıp gelişimini
tamamlayınca, biz ona hikmet ve ilim verdik.”'8
Eğer
beden için bozucu olan şeylerden kaynaklanan acılar nefse ilişmeseydi; mesela,
insan derin bir uykuya daldığı zaman ellerini ve ayaklarını uzatsa böylece
elleri ve ayakları yakınında bulunan bir ateşe girse ve yansa, bu durumda insan
uykusundan uyanıncaya kadar bu ateşi hissetmezdi. Böylece o, elsiz ve ayaksız
kalırdı ve hayatı boyunca yürüyecek ayaklardan ve işlerini yapacak ellerden
yoksun kalırdı. İşte bu kıyasa göre diğer canlıların nefislerinin durumu da bu
şekildedir. Zira eğer bedenler için bozucu olan şeylerden kaynaklanan acılar bu
canlıların da nefislerine ilişmeseydi, nefisleri onları ihmal eder ve onları
âfetlere ve tehlikelere maruz kalmış bir şekilde terk ederlerdi. Aynı şekilde
canlıların, küçüklerine karşı şefkat ve yavrularına karşı merhamet hissi
olmasaydı, onları [tehlikelere maruz kalmış bir şekilde] terk eder ve ihmal
ederlerdi ve böylece onların eğitilmesi için herhangi bir zorluğa
katlanmazlardı. Bu durumda bunların tamamı yetkinleşmeden yok olur ve bunun
sürekliliği ise neslin kesilmesine ve suretin maddeden tamamen silinmesine
sebep olurdu. Bu konuda hikmet ehlinden bazısına şöyle sormuşlar:
“Çocuklarından hangisini daha çok seversin?” Onlar ise şu şekilde cevap
vermişler: “Büyüyünceye kadar küçük olanı, iyileşinceye kadar hasta olanı, geri
dönünceye kadar yanımda olmayanı.” O halde hikmetin gereği olarak nefisler,
bedenlerini yok olmaktan korumak ve onları kendilerine ilişen afetlerden ve
acılardan korumak için söz konusu bu acıları hissederler.
Bölüm
Elemlerin
ve Lezzetlerin Mahiyeti ve Nasıl Olduğu Hakkında
Bu
konuda biz deriz ki, canlıların bedenlerini yok olmaktan koruyan ve onları
korumaya teşvik eden lezzetler ve acılar cismânî ve rûhânî olmak üzere iki
çeşittir. Cismânî lezzetler nefsin, acıların bitiminde bulduğu lezzetlerdir.
Cismânî acılar ise nefsin, sayılamayacak kadar çok olan herhangi bir sebeple
bedenin mizacının tâbiî itidalden artma ya da eksilme yönünde sapmasıyla
hissettiği acılardır. Bu acıların bir örneği, midenin içinde yiyecek kalmadığı
zaman nefsin hissettiği acıdır. Şöyle ki: Midedeki yemeği pişiren doğal ısı,
midede yiyecek kalmadığı zaman da ısıtmaya devam eder. Midede ısıtmaya devam
ettiğinde ise midenin sağlığı için gerekli olan midenin içindeki rutubet yok
olur. Bu rutubet yok olduğunda ise midenin cirmi bozuluşa uğrar. İşte nefis bu
acıyı hissettiği zaman bedenin bu bozuluştan kurtulması, kendisinin de bu
elemden kurtulması için bedeni kuvvet [yiyecek] bulmaya teşvik eder. Yeni
yiyecek mideye ulaştığında ise midenin cirmini yakan bu ateş yeniden bu
yiyeceği ı s ı (11 laya başlar ve midenin cirmindeki bu yanma sona erer. Böylece
nefis rahat bulur. İşte bu rahat lezzet olarak isimlendirilir. Susuzluğun
durumu da bu şekildedir. Zira susuzluk da karaciğerin cirmini yakan ısıdır. Su
içmeksizin bu ısı dinmez. Böylece nefis bu ısının yanması esnasında acı,
dinmesi esnasında ise rahatlık hisseder. İşte hu iki durum (arkadaş) canlıların
nefislerini, yok olanların yerine yenisinin gelmesi u, in bedenlerinin ihtiyacı
olan maddeleri bulmaya teşvik eder. Çünkü dâhili ve haricî sebeplerle beden
sürekli bir eritme ve sıvılaştırma halindedir. Eğer açlık ve susuzluk
esnasında nefislere acılar ve rahatsızlıklar ilişmeseydi bedenlerini yiyecek
bulmaya teşvik etmezlerdi. Bu durumda bedenlerdeki sürekli eritme [sistemi]
onların bedenlerini tamamlanmadan ve yetkinleşmeden yok ederdi. O halde açıkça
ortaya çıkmıştır ki acı ve lezzetler nefisleri, bedenleri korumaya teşvik
ederler. Çünkü, daha önce açıkladığımız gibi, bedenlerin salahiyeti nefsin de
selahiyetidir. Canlıların neI islerinin besinleri alma esnasında buldukları bu
lezzet bitkilerin nefisleri için de söz konusudur. Bu lezzet bitkileri,
topraktan rutubeti alıp en uçtaki dallarına kadar ulaşt ırmaları için teşvik
eder. Eğer bu rutubeti bulamazlarsa cisimleri kurur ve bu durum ise onların
ölümleri demektir. Ancak söz konusu besinin olmaması durumunda, canlıların
nefislerinin aksine, bitkilerin nefislerine herhangi bir acı ilişmez. İşte
bundan dolayı bitkiler, canlıların aksine, gıda talebiyle bir mekândan başka
bir mekâna intikal etmedikleri gibi onların acıdan kaçmaları da söz konusu değildir.
Çünkü İlâhî hikmet i n gereği, bitkiler için herhangi bir acı ve bu acıdan
kurtuluş yolu takdir edilmemiştir.
Ancak
diğer canlıların nefislerine gelince, [İlâhî hikmetin gereği] onların bedenleri
için bozucu olan şeylerden kurtuluş yolları takdir edilmiştir. "Canlılar
Risalesi’'nde[50]
açıkladığımız gibi, söz konusu bu acı onları bu kurtuluş yollarına ya gıda
talebiyle, ya acıdan kaçmakla ya da sakınmayla teşvik edici kılınmıştır.
Aynı
şekilde intikam lezzeti de acının bitiminde ortaya çıkar. Şöyle ki: Öfke kalbin
içinde tutuşan bir ateş ve hararettir. O, acı vererek öfkenin oluşmasına sebep
olana karşı bir intikam arzusudur. İşte kişi, intikam alma duygusuna
ulaştığında söz konusu bu hararet teskin olur ve onun ateşi de söner. Fakat
eğer kişi bu duyguya ulaşamazsa bu durumda öfke üzüntü ve musibete dönüşür.
Mesela, bir kişinin yakını başkası tarafından öldürülürse, bu durum kişinin
kâtile karşı kuvvetli bir arzuyla öfkesinin ateşini tutuşturur. Kişi kâtili
öldürdüğünde ise öfkesinin ateşi diner. Eğer kâtil kendiliğinden ölürse bu
durumda söz konusu öfke yine üzüntü ve musibete dönüşür. Çünkü bu durumda
kişinin ölüden intikam alması mümkün değildir. İşte bu kıyasa göre diğer bütün
arzular bedenlerde tutuşan birer ateş gibidirler ve nefs bunların acılarını
hisseder.
Sonra
bil ki, bütün bedenler bilkuvve olarak cansız birer ateştirler. Onlara bilfiil
bir ateş isabet ettiğinde ise bu bedenler bilfiil ateşe dönüşürler. Bunun
delili ise, bütün bedenlerin ateşte tutuşmasının mümkün olmasıdır. Eğer
bedenler bilkuvve olarak ateş olmamış olsalardı, o zaman ateşe atıldıklarında
yanmazlardı. Aynı şekilde bedenin bütün yiyecekleri ve giyecekleri de ateş,
hava, su ve topraktan oluşan birer cansız ateş hükmündedirler. Nefislerin
bedenlerden ayrılmasından sonra da bedenler yeniden bu maddelere [ateş, hava,
su ve toprak] dönüşürler. İşte bu sebepten dolayı Allah’ın Resûlü şöyle
buyurmuştur: “Cehennem ehli [ateşten] yaratılmışlardır, ateşten yer ve onun
[tabakaları arasında] dönerler.”
İşte
bu, bütün bedenlerin, bedenlerle birlikte olan şeylerin ve tamamı cansız birer
ateş hükmünde olan maddelerin durumudur. Bunlar tutuştuğunda kalpleri de yakarlar.
Nitekim Yüce Allah bu konuda şöyle buyurur: “O, Allah’ın, yüreklere işleyen
tutuşturulmuş bir ateşidir. Onlar, bu ateşin içinde uzatılmış sütunlara
bağlanmış haldeyken o ateş, üzerlerine kapatılmıştın’[51]
Ümitler
çoktur, vakit ise kısadır. “(Azgınlar) orada çağlar boyu kalırlar. Orada bir
serinlik ya da (susuzluk giderici) bir içecek tatmazlar. Ancak (dünyada
yaptıklarına) uygun karşılık olarak, kaynar su ve irin tadarlar’’[52]
Bütün bunlar anlattıklarımıza işaret etmektedir. “Onların derileri yanıp
döküldükçe, azabı tatmaları için onların derilerini yenileyeceğiz.”[53]
Bölüm
[İnanmayanların
Kimler Olduğu ve Küfrün Ne Olduğu Hakkında][54]
Ey
kardeşim, bil ki, şanı yüce olan Allah Kur an ın birçok ayetinde inananları övmüş
inanmayanları ise yermiştir. Çünkü bu ikisi birbirinden oldukça uzak olan iki
durumdur. Bunlardan birisi hayrın ve İnsanî faziletlerin tamamını kendisinde
toplamıştır ki, bu imandır. Diğeri ise bunun zıddı olan küfürdür. Küfür ise
bütün kötülükleri kendisinde toplamıştır. Biz “İlahi Kanun (Nâmûs)
Risâlesi”nde[55]
ve “Müminler Risâlesi”nde[56]
“îman nedir ve mümin kime denir?” sözümüzün anlamını açıklamıştık. Bu bölümde
ise gerçek anlamda inanmayanların kim olduğunun bilinmesi için küfrün ne
olduğunu anlatacağız. Bu konuda biz deriz ki:
Bil
ki, Arapçada küfür, örtü demektir. O, beden cihetinden nefse ilişen bir şeydir.
Şöyle ki; nefis bilgisizlik bakımından sürekli bir durumda olduğu zaman onun
maddesi zâtını örter ve bu durumda nefsin cevherine ilişkin bilgisi ortadan
kaybolur, nefis başlangıcını unutur ve yeniden dirilişindeki durumunu
hatırlamaz. Böylece bilgisizliği öyle bir noktaya varır ki, nefis, bedenden
ayrı bir varlığının olduğunu bilemez. Hatta ilimlere ilişkin basiretleri
bağlanmış birçok kimsenin zannettikleri ve söyledikleri gibi, nefis, bir cisim
olduğunu zanneder. Bu kişiler şöyle derler: Şüphesiz ki insan, en, boy ve
derinliğe sahip olan, et ve kandan oluşan bu bedenden ibarettir. Bu kişiler,
bedenle birlikte başka bir cevherin var olduğunu, bu cevherin bedenin hareket
ettirici kuvvesi olduğunu, bu hareket ettiricinin ise nefis ve nefsin fiilleri
olduğunu kavrayamazlar.
O
halde her kim nefsin cevherini bilemezse rûhânî şeylere ilişkin hiçbir şey bilemez
ve bunları tasavvur edemez. Bu kişiler maddenin derinliklerinde ve cehaletin
karanlıklarında boğulduklarından, nefsin varlığına ilişkin bir şey
işittiklerinde hemen bunu inkar ederler. Bunlar cehenneme ilişkin bir şey
işittikleri zaman bunu ancak yapay/sûni bir şey olarak tasavvur ederler. Şöyle
ki; bu kişiler cehennemi, kazılmış, büyük, geniş, tutuşan ve yanan ateşle dolu
bir çukur zannederler ve Allah Teâlâ’nın da meleklere, bu çukuru kast ederek ve
inanmayanlara öfkelenerek onları yakalamalarını ve bu çukura atmalarını
emrettiğini zannederler. Sonra [onlara göre] inanmayanların bedenleri her
yandığında ve böylece kömür ve küle dönüştüğünde, rutubet ve kan, ilk defa
tutuştuğu gibi yeniden tutuşsun diye, onların bedenlerine her defasında iade
edilir. İşte onlara göre sonsuza kadar [inanmayanların] durumu bu şekildedir.
Bu kişiler [görüşlerine] Yüce Allah’ın şu ayetini delil getiriler: “Onların
derileri yanıp döküldükçe, azabı tatmaları için onların derilerini
yenileyeceğiz.”[57]
Bunlar ne Allah Teâlâ’nın bu ayetinin anlamını idrâk edebildiler ne
de Allah’ın kitabım tevil edebildiler. Bunlar Allah Teâlâ’nın çokça bağışlayan
(ğafûr), merhamet eden (rahim), şefkatli (hannân), ihsan
eden (mennân), esirgeyen (raûf) ve kullarını çok seven (vedûd)
olduğunu ve Allah’ın güzel isimlerinden bunlara benzer isimlerini duydukları ve
bu isimler hakkında düşündükleri zaman onların akılları, kinlerinden ve
yaratılışlarındaki rahmetin azlığından dolayı inandıkları şeyleri inkâr eder.
İşte bu durumda onlar, peygamberlerin getirdiklerine ilişkin hayrete ve şüpheye
düşüyorlar. Çünkü onlar, ne cehennemin nasıl olduğuna ve cehennem ehlinin
azabına ilişkin bir bilgi sahibidirler, ne peygamberlerin getirdikleri
kitapları te’vîl etmeyi biliyorlar, ne de onların işaretlerinin, rumûzlarınm ve
sırlarının inceliklerinin anlamlarını idrak ediyorlar.
Aynı
şekilde bu kişiler cennete, cennetin nimetlerine, cennet ehlinin mutluluk ve
lezzetlerine ilişkin bir şey duydukları zaman, bu şeyleri ancak cismânî şeyler
olarak tasavvur ediyorlar. Yani bu şeyleri, içinde çeşit çeşit meyvelere sahip
çeşit çeşit ağaçlar bulunan bostanlar, aralarında nehirlerin aktığı saraylar ve
bu saraylardaki huriler, gılmanlar (erkek hizmetçiler), vildanlar (çocuklar) ve
mürdanlar (yüzünde tüy bitmemiş gençler) olarak ve bu dünyadaki yapılara ve
dünya ehlinin nimetlerine benzer bir şekilde tasavvur ediyorlar. Bu kişiler,
cennet ehlinin Allah’ın yakınında olduklarını duydu'darı zaman ise; mesela
Allah Teâlâ’nın “Yüzler vardır ki, o gün ışıl ışılparıldayacaktır. Rablerine
bakacaklardır’[58]
ayetini sanki onların muktedir bir hükümdarın yanında, doğruluk meclisinde
bulunmaları ve âlemlerin Rabbini ziyaret etmeleri, O’nu görmeleri ve O’na
bakmaları şeklinde anlıyorlar. Yüce Allah’ın “Melekler de her kapıdan
onların yanma varacaklardır”[59]
ayetini ise sanki, melekler hediyeler ve armağanlarla onları ziyaret
edeceklermiş gibi tasavvur ederler. Yine onlar, bunlara benzer olarak cennet
ehline ilişkin yapılan bütün nitelemeleri; mesela şarap içmeleri, bâkîrelerle
müjdelenmeleri, ölmeyen diriler, yaşlanmayan gençler olmaları, hiç hasta
olmayıp hep sağlıklı olmaları, acıkmamaları, susamamaları, yedikleri ve
içtikleri halde büyük ve küçük abdest yapmamaları ve bunlara benzer olarak,
oluş ve bozuluş halinde olan tâbiî cisimlere ilişmeyen, ancak rûhânî şeylere
ilişebilen bütün sıfatları da bu şekilde anlarlar.
İşte
bu kişiler, bu konularda düşündükleri zaman cennetin durumu, onun nimetleri ve
cennet ehlinin durumları ile ilgili inandıkları şeyler hakkında da tereddüte
düşerler. Yine bu kişiler peygamberlerin cennetin nasıl olduğuna, cennet
ehlinin nimetlerine ve durumlarına ilişkin naklettiklerinden ve cennete
ilişkin kısa nitelemelerinden de şüphe ederler. Böylece cennete ve cennet
ehline ilişkin bilgiler onların zihninden çıkıp da onlar için örtülü bir hale
geldiğinde kalpleri ile inkâr ederler. Eğer bu kişiler [kalpleriyle inkâr
ettiklerini] dilleri ile açığa vurmuyorlarsa, bu, kılıçtan geçirilme ve
çarmıha gerilme korkusundandır. Nitekim Yüce Allah bu konuda şöyle buyurur: “Ahirete
inanmayanlar var ya, onların kalpleri inkarcı, kendileri de böbürlenen
kimselerdir.”[60]
İşte
küfrün, dalaletin, cehaletin ve basiret körlüğünün hakikati budur. Çünkü onlar
konuştukları ve açıklama yaptıkları zaman ayetlerin ve haberlerin zahirlerine
iman etmezler. Allah’ın kelamını ve nebevi haberlerin sırlarının hakikatini
araştırmazlar. Bunların hepsi aklın reddedemeyeceği kadar gerçek ve doğrudur.
Bu zalimler ve inanmayanlar bunu anlamazlar. Ey kardeşim, Allah bizi ve seni
küfürden, iki yüzlülükten (nifak), günah işlemekten (fısk) ve
isyandan korusun. Seni ve bizi iman ve bağışlanma ile rızıklandırsın. Şüphesiz
O, kullarına karşı pek merhametli ve bağışlayıcıdır.
Bölüm
Sonra
şüphe etmeden kesin olarak bil ki cehennem, Ay feleğinin altında yer alan
oluş ve bozuluş âlemi; cennet, ruhlar âlemi ve gökler alanı;
cehennemlikler, âlemdeki diğer mevcutlar değil de acı ve ağrılara maruz kalan
hayvânî bedenlerle ilgili nefisler; cennetlikler ise felekler âleminde ve
gökler alanında bulunan, huzur ve mutluluk içinde olan,
acı ve ağrıdan uzak melekî nefislerdir. Bunun delili, Yüce Allah’ın şu sözüdür:
“Üç kola ayrılmış gölgeye gidin!”[61]
Bu, Ay feleği altında eni, boyu ve derinliği olan cisimlere bitişik nefislere
işaret eder. Çünkü bu nefisler orada Âdem (a.s.)’in kıssasında anlatılan suçu
işlemişlerdir:
“Denildi
ki: Oradan birbirinize düşman olarak inin. Yeryüzünde sizin için belli bir
vakte kadar bir yerleşme ve yararlanma vardır.”[62]
Yine
buyurulmuştur ki: “Orada (yani yeryüzünde) yaşarsınız, orada ölürsünüz ve
(sura üflendiği zaman) oradan çıkarılırsınız”[63]
Cehennemin
kesinlikle yedi tabaka olduğu söylendi. Çünkü Ay feleğinin altındaki cisimler
yedi türdür. Onların dördü, dört unsur denilen değişen analar, yani ateş, hava,
su ve topraktır. Üçü, olup bozulan ürünler/müvelletler, yani madenler, bitkiler
ve hayvanlardır.
Sonra
bil ki, bu nefisler felekler âlemi olan cennetten çıkarıldıkları zaman Ay feleği
altındaki yeryüzüne, oluş ve bozuluş âlemine atılırlar. Onlar bu bedenlerin
derinliğinde otururlar, oluş ve bozuluşu kabul eden maddedenizinebatarlar, bu
üreyenler mabetlerine dalarlar, orada parçalanırlar. Nitekim Yüce Allah şöyle
buyurmuştur:
“Onları
yeryüzünde gruplara ayırdık. Onların kimisi iyi iken kimisi böyle değildir’[64]
Yine
şöyle buyurmuştur: “Yeryüzünde bulunan hiçbir hayvan ve iki kanadıyla uçan
hiçbir kuş yoktur ki onlar da sizin gibi topluluklar olmasın’’[65]
Ancak
onun yedi kapısının olduğunu ve her bir kapının bölünmüş bir parçasının
bulunduğunu söyledi. Çünkü oluş ve bozuluş âleminde akıp giden her şey bu yedi
gezegenin delilleriyle gerçekleşir. Ancak onun üzerinde on dokuz (şey) olduğunu
söyledi. Çünkü onların delilleri oluş ve bozuluş âleminde ancak bu on iki
burçta seyretmeleriyle görünür. Onların tamamı on dokuz olur. Dünyanın
hallerinin dönüşü, bu bedenlerin doğumlarında onun hükümlerini gerektirenlerin
gerektirdiği şeyler, onlara delalet edici durumdaki isabet eden acılar,
ağrılar, hastalıklar, rahatsızlıklar, üzüntüler, açlık ve susuzluk, sıcaklık ve
soğukluk, fakirlik ve zenginlik, zillet ve kulluk, kederler, üzüntüler,
felaketler, yaşıtların düşmanlığı, komşuların kıskançlığı, sultanın zulmü,
şeytanın vesvesesi, zamanın afetleri, kardeşlerin musibetleri, ölüm korkusu,
Kuranda ölüm sonrası için zikredilen tehdit ve buna benzer sayısız diğer
musibetler onlarla olur. Bunlar, bu bedenlerle birlikte oldukları müddetçe
kendilerine bağlı nefislerdir.
Akıllı
ve zeki kişi yenilenen nefislerin durumunu, onlara bu bedenler vasıtasıyla
ilişen sıkıntı ve musibetleri ve maruz kaldıkları acı, ağrı ve belaları
düşündüğünde; cennet ve felekler âleminin halkı ve göklerin sakinleri olan
nefislerin halleri üzerinde tefekkür ettiğinde; onların ölmeyen diriler,
yaşlanmayan gençler, yoksullaşmayan zenginler, birbirini kıskanmayan komşular,
tahtlara kurulmuş, karşılıklı oturan, nimetlerden yararlanan ve zevk alan,
orada ebedî olarak kalan, korkudan emin olan, üzülmeyen, rahatlık, huzur ve
hoşnutluk içinde olan kardeşler olduklarını işittiğinde nefsi oradakilere ilgi
duyar ve buradaki âlemde bir zahid gibi davranır.
Baş
gözüyle oluş ve bozuluş âleminde bedenine türünün fertlerinden eziyet görerek
her baktığında Allaha sığındı ve Ondan dünya halkıyla ortaklıktan kurtuluşu
istedi. Akıl gözüyle felekler âleminde nefsine, türünün fertlerine ve içinde
bulundukları huzur ve rahata her baktığında oraya ulaşmayı temenni etti ve
doğru sözlü Yusuf ve İbrahim (a.s.)’ın istediği Rabbinden onlara katılmayı
istedi. O zaman Peygamber (s.a.v.)’in dediği gibi, dünya ona zindan olur: “Dünya
müminin zindanı, kâfirin cennetidir.” O zaman Yüce Allah’ın tasvir ettiği
gibi marifetler sahibiolan A’râf ehlinden olur: “İki taraf arasında bir
perde vardır. A’râf üzerinde herkesi simalarından tanıyan adamlar vardır ki
bunlar henüz cennete giremedikleri halde (girmeyi) umarak cennet ehline, selam
size, diye seslenirler. Gözleri cehennemlikler (yani oluş ve bozuluş âlemindeki
dünya halkı)[66]
tarafına çevrilince de: ‘Ey Rabbimiz, bizi zalimler topluluğu ile birlikte
bulundurma!” derler.”[67]
Yüce Allah A’râf üzerindeki bu adamları şu sözüyle övmüştür: “Onlar ne
ticaret ne de alışverişin kendilerini Allah’ı anmaktan, namaz kılmaktan ve
zekât vermekten alıkoyamadığı insanlardır."*[68]
Yine buyurmuştur ki: “Vücutları yataklardan uzak kalır.”*[69]
Bunlar kendilerine ölümden sonraki mutlak varlık, daimi beka, rahatlık, huzur
ve tamamı cehennem ve ateş olan acı, ağrı ve hastalıklardan kurtuluş belli
olduğu için Allah’ın ölümü temenni eden dostlarıdır.
Bizim
anlattıklarımızı bilmeyen kimse, tamamı cismânî şehvetler ve hayvânî lezzetlere
ait bedensel acılar olan bu dünya dışında, Allah’ın kitabında peygamberlerinin
diliyle açıkladıklarını düşünmez. O, Yüce Allah’ın kendilerini nitelediği gibi,
ondan başkasını istemez, onunla birlikte ebedî olarak kalmaktan başka bir şeyi
temenni etmez: “Onlardan her biri bin sene yaşamayı arzular. Oysa
yaşatılması azabı ondan uzaklaştırmaz.”*[70]
Bunlar, cehennem ateşinden kurtulan nefisler için geçerli uhrevî işaretler olan
hakikî sıfatlar ve gizli sırlardan mahrum kalan kâfirlerdir. Ey kardeş, Allah
bizi ve seni korusun ve melekler zümresine girmekle ödüllendirsin.
Bölüm
Lezzet
ve Acıları Aynı Zamanda Birlikte Bulmanın Şekli Hakkında
Diyoruz
ki: Bil ki, insan çeşitli sebeplerle çoğu vakit cismânî ve ruhanî acı ve lezzetten
uzak değildir. Bunun örneği âşıktır. O, maşûkunun hıyanet içinde olduğunu
görür, onu görmek kendisini sevindirir ve söylendiği gibi, bundan zevk alır,
ancak hıyaneti onu üzer ve acı verir:
“Güzelliği
ile eylemlerini karşılaştırdım
İyilik
kötülüğü karşılamıyor.”
Hoşuna
giden, fakat sahilde oturanlara mahsus tuzlu küçük balık ve yılan balığı gibi
eziyet verici ve iğrenç kokulu bir yemeği yiyen kimse gibi, o da, onu yemekten
hoşlanır, fakat kokusu ona eziyet verir. Yerici şiir beyitlerinin
seslendirilmesi gibi tatlı bir ezgi ve güzel bir şarkı dinleyen bir kimse gibi
ki tatlı ezgiyi dinlemekten zevk alır, aynı zamanda hiciv onu kederlendirir.
Kendisine miras bırakan bir murisin ölümünü işiten bir kimse gibi, ölüm
haberine üzülürken geride bıraktıklarından dolayı sevinir. Kaşındıran uyuz
hastalığına yakalanmış bir kimse gibi, ondan hem zevk alır hem de acı çeker;
iki zıt acı ve aralarında bir rahatlık (hisseder). Yorucu bir iş ve zor bir
sanat icra eden kimse gibi ki o sayede çok sevap ve bol mükâfat umar. O, yorucu
işinden acı duyar, umduğu sevaptan dolayı zevk ve sevinç hisseder. Söyleyenin
dediği gibi, diğer cismânî acılar ve lezzetler de böyledir:
“Kim
günleri harcayarak azaltırsa
Onların
bir kısmı sevindirse de bir kısmı üzer.”
Gözünün
acısı ve azı dişinin ağrısı geçen kimse gibi ki, o aynı anda hem acı hem
rahatlık hisseder. Hem iyi hem kötü huyu olan kimse gibi ki o, aynı anda
birisinden huzur, diğerinden acı duyar. Uzun zaman ortadan kaybolmuş bir
arkadaşı olan ve başına kötü bir hal geldiği haber verilen bir kimse gibi ki,
arkadaşını görmek onu sevindirirken kötü hali onu üzer. İki ayağından birini
soğuk suya, diğerini kaynar suya ve ellerinden birini ılık suya sokan kimse
gibi ki o, aynı anda hem lezzet hem acı hisseder. Karşılığını umduğu iyi bir
iş ve cezasından korktuğu kötü bir iş yapan kimse gibi ki, o aynı anda hem zevk
alır hem de acı duyar. İnsanın halleri bu örneklerdeki gibi
değerlendirildiğinde ya ona eziyet veren bir acı ya da kendisini terk eden
acıdan kurtulup rahatlama meydana gelir. Bir insan aynı anda hem haz hem acı
duyar, hem ceza hem mükâfat görür.
Bu
işaretleri zikretmemizin ve bu örnekleri ortaya koymamızın sebebi, nefis ilmi/
psikoloji hakkında konuşan ve onun cevherinin mahiyetini ve kişileşme şeklini
araştıran kimselerin çoğunun onların birbirinden farklı çok sayıda şahıslar
olduklarını düşünmeleridir. Nefsin çok sayıda şahıslar olduğunu zanneden
kimsenin görüşünü destekleyen şeylerin çoğu onun haller, fiiller, huylar,
görüşler ve eylemlerinde ortaya çıkan farklılık ve bazılarının acı çekmesi ve
bazılarının lezzet almasıdır. O bu itibarla onların bileşik cismanî şahıslarda
olduğu gibi birbirinden ayrı ve farklı çok sayıda şahıslar olduklarına
hükmeder. Sonra görüşünü, sanki basitin ne anlama geldiğini bilmiyormuş gibi
onların basit cevherler olduklarını söylemek suretiyle çürütür. Biz onların
cinslere ve türlere ayrılan, cismanî cinsler, türler ve şahıslarla
sınırlanmalarına göre ferdileşen bir tek nefis olduğunu bildirdik. Çünkü o,
kendi zâtında çoğalmış, ayrı ve farklıdır. Fiillerinin farklılaşması, cins, tür
ve şahıs olarak farklı bedenleri kullanmalarına bağlıdır. Nitekim “Bedenin
Terkibi Risalesinde, aynı insanın nefsinin fiillerindeki farklılığın
sebebinin organ şekillerinin ve eklem çeşitlerinin farklı olması ve insan
nefsinin bir tek nefis olması olduğunu açıkladık. İlim erbabının çoğu, bir tek
insanın şehevî/şehvetli, gazabî/öfke ve nâtıka/konuşma özelliğine sahip olmak
üzere üç tane nefsinin olduğunu zannetmiştir. Biz bu isimlerin çeşitli fiilleri
dikkate alınarak tek bir verildiğini açıkladık. Çünkü bedende beslenme ve
büyüme meydana getirdiği zaman bitkisel ve şehevî olarak; his ve hareket
meydana getirdiği zaman hayvânî ve gazabî olarak; konuşma, temyiz, düşünme ve
tefekkür meydana getirdiği zaman da natıka olarak adlandırılır. Bu, aynı adamın
hepsini de iyi yapması ve bilmesi halinde hem demirci hem marangoz hem de bina
ustası olarak adlandırılmasına benzer.
Bölüm
Biz
diyoruz ki: Cismânî acı ve lezzetleri zikretmeyi bitirince; “Hisseden ve
Hissedilen Risalesinde açıkladığımız gibi, bütün bunların itidalden
uzaklaşan mizaçların tekrar itidale dönmesi esnasında nefsin idrâk ettiği bir
rahatlık olduğunu ve acıların, nefsin kendisini bozan şeylerle karşılaşması
durumunda bedenin mizacının veya herhangi bir organın değişmesi ve doğal
dengeden çıkmasını hissetmesi olduğunu açıklayınca ve yine hayvanın ölümden
hoşlanmama sebebini ve acı ve ağrıların tüm âlemdeki diğer tikel nefislere
değil de hayvânî nefse ulaşma sebebinin ne olduğunu açıklayınca bu bölümde
nefsin soyut haldeyken idrâk ettiği ruhanî lezzetlerin ve nebevi şeriatın sevap
ve ceza ile ilgili olarak anlattığı üzere bedende bulunmayıp sadece nefse
mahsus olan acıların neler olduğunu anlatmak istiyoruz.
Diyoruz
ki: Allah seni doğru yola iletsin, bil ki, lezzetler doğal şehevî, duyusal
hayvânî, düşünsel İnsanî ve ruhsal melekî olmak üzere dört çeşittir. Doğal
şehevî lezzetler, nefsin yiyecek ve içecek gibi besinleri alma esnasında
hissettiği şeylerdir. Hayvânî lezzetler de aynı şekilde iki çeşittir: Birisi,
nefsin uyum halinde hissettiği lezzettir ki cima buna örnektir. Diğeri, nefsin
intikam anında hissettiği lezzet olup öfkeliyken kabaran şehvet buna örnektir.
Fikrî lezzet, nefsin bilinenlerin manalarını tasavvur ettiği ve mevcutların
hakikatlerini bildiği esnada aldığı bazdır. Ruhsal melekî lezzet ise nefsin
bedenden ayrıldıktan sonra huzur ve mutluluk içinde idrâk ettiği rahatlık ve
bazdır.
Şehevî
lezzet, insan, hayvan ve bitkide ortaktır. Duyusal hayvânî lezzet, bitkiler
hariç, insan ile hayvan arasında ortaktır. Fikrî lezzet, hayvan hariç, insan
ile melekler arasında ortaktır. Ruhsal melekî nefis ise cisimlerden ayrılmış ve
madde denizinden kurtulmuş nefislere özgüdür.
Daha
önce “Hayvanın Ölümden Hoşlanmaması Risalesinde söylediğimiz gibi,
bitkisel nefislerde haz ve acı yoktur. Aynı şekilde daha önce açıklandığı gibi,
melekî nefislerde de haz ve acı yoktur. Fakat Yüce Allah’ın buyurduğu gibi,
onlarda korku ve endişe vardır: “Onlar üstlerinde bulunan Rablerinden
korkarlar”[71]
[72]
Yine Yüce Allah buyurmuştur ki: “Onlar Rablerinden korktukları için
sakınırlar”4' Hayvânî nefislerde hem lezzet hem acı hissi
vardır. Fakat lezzetleri tamamen cismanîdir. İnsanî nefislerde hem cismanî hem
de ruhanî lezzet ve acılar birlikte vardır. Bundan dolayı biz hakikatleriyle
açıklığa kavuşması için onları tek tek açıklama gereği duyuyoruz.
Diyoruz
ki: Bil ki, İnsanî nefsin hissettiği bütün lezzetler iki çeşittir: Bazısı doğrudan
hissettiği lezzetler, bazısı da beden vasıtasıyla hissettiği lezzetlerdir.
Bunlar yedi çeşittir: Birincisi, güzel renkler, şekiller, resimler, tasvirler,
doğal ve sınaî boyalardan bakma yoluyla idrâk edilenlerdir. İkincisi, sesler,
ezgiler, şarkılar, övgü, senâ ve benzeri şeylerden işitme yoluyla idrâk
edilenlerdir. Üçüncüsü, arzularına uygun yiyeceklerden tatma yoluyla idrâk
edilenlerdir. Dördüncüsü, bedeninin karışımlarını güçlendiren dokunulur
şeylerdir. Beşincisi karışımlarının mizacına elverişli koklanan şeylerdir.
Altıncısı cima lezzetidir. Yedincisi intikam lezzetidir.
Bunlar,
nefsin beden aracılığıyla iki defa hissettiği lezzetlerdir: Birisi duyuların
onlara doğrudan temas etmesi anında, diğeri daha sonra onları hatırlaması anında
meydana gelir. Buna örnek, kişinin güzel bir yüz ve dünya güzelliklerine ait
bir ziynet gördüğünde nefsin sevinç ve lezzet hissetmesidir. Bu güzellikler
gözün görüşünden kaybolunca nefsin fikrinde onlara ait resimler şekil olarak
kalır. Zâtına her göz attığında ve cevherine her baktığında düşüncesinde bu
şekilli resimleri görür, onlarla sevinir, haz duyar ve bu resimlerin iz
bıraktığı duyulurları hatırlar. Bu duruın diğer duyulurlar için de geçerlidir.
Nefis onları hatırladığında bedenin katılımı olmaksızın onlardan zevk alır ve
sevinç hisseder. Bunların zıddı olan acılar da aynı hükme tâbidir. Çünkü insan
korkunç bir görüntü veya çirkin bir şekil gördüğünde ya da ürkütücü bir ses
işittiğinde onları görmek ve işitmek ona hem o anda hem de kaybolduktan sonra
onları hatırladığı ve düşündüğü zaman acı verir. Bu görme ve düşünme, nefsin
kendi özüne göz atışından, cevherine bakışından ve yüzük kaşının mühürlü mumda
iz bırakması gibi zâtında iz bırakan bu duyulurların resimlerini görmesinden
başka bir şey değildir. Bu lezzet ve acılar eğer nefse bedenin aracılığı
olmadan ulaşmıyorsa onları duyulurların hislerin doğrudan temasından uzaklaşmasından
sonra hisseder. Bu, nefsin duyulurlardan ayrılış ve kayboluşundan sonra lezzet
alması gibi bedenden ayrıldıktan sonra da haz aldığına işaret eder.
Bölüm
Ruhsal
Lezzetler Hakkında
Biz
diyoruz ki: Nefsin tek başına hissettiği lezzetler iki çeşittir: Birincisi,
bedenden ayrıyken hissettiği lezzet; İkincisi, onunla birlikteyken hissettiği
lezzettir. Bedenden ayrıyken hissettiği lezzetler iki çeşittir: Birisi, daha
önce açıkladığımız gibi, ona dışarıdan gelen lezzet, diğeri, kendi zâtından
olan lezzettir. Bedenle bir aradayken hissettiği lezzetler dört çeşittir:
Birincisi, duyulurlar ve yiyecekler gibi mevcutların hakikatlerini birlikte
tasavvur ettiği sırada hissettiği lezzet, sevinç ve mutluluktur. İkincisi,
doğru düşüncelerini ve övülen görüşlerini kabul ettiği anda hissettiği lezzettir.
Üçüncüsü, güzel huylarının ve iyi âdetlerinin çekiciliği anında hissettiği
lezzettir. Dördüncüsü, temiz davranışlarının ve iyi eylemlerinin anıldığı
sırada hissettiği lezzettir. Bu lezzetler insan ile melekler arasında ortaktır.
Bunların zıddı olan acılar ise bundan sonraki bölümde açıklayacağımız gibi
insan ile şeytan arasında ortaktır.
Nefislere
inançları, bilgileri, bilgisizlikleri, huyları ve davranışları konusunda ilişen
lezzet ve acıya gelince: Bilki, insanın fiil ve davranışları kötü ve çirkin
olduğunda, Yüce Allah’ın münafıkları nitelerken buyurduğu gibi, onun nefsi
daima güvenilmez, korkak, muzdarip ve acılı olur: “Onlar her gürültüyü kendi
aleyhlerine sanırlar. Onlar düşmandır. Onlardan sakın. Allah onları kahretsin”[73]
Onların fiil ve davranışları iyi ve güzel olduğunda nefisleri ebediyen sakin,
huzurlu ve rahat olur.
Aynı
şekilde insanın ahlâkı güzel, karakteri düzgün, davranışı iyi ve ilişkileri
tatlı olursa onun nefsi daima kalplerde sevimli ve belalardan korunmuş olur.
Eğer ahlâkı kötü, tabiatı vahşi, meyli yırtıcı olursa ona arkadaşlık eden daima
dertli, kendisi ise cehalet ve bela içinde olur. Görüşler ve düşünceler de aynı
hükme tâbidir. Hatta bazıları, aşağıdaki şiirde ifade edildiği gibi, kabul
edenlerinin nefislerine acı verir, onları şaşkına döndürür ve şüpheye düşürür:
“Baksana
ben otuz yıldır
Sürekli
hasretler içinde gidip gelmekteyim.”
Tıpkı
Rabbini Yahud ilerin öldürdüğüne inanan kimse gibi. İmamının, düşmanlarının
korkusundan saklandığına inanan kimse gibi. Âlemlerin Rabbinin bir halk
yarattığına ve onlara düşmanca davrandığına inanan kimse gibi ki o, İblis ve
ordusudur. Âlemlerin Rabbinin kâfir ve itaatsiz/âsi kullarına karşı kin,
nefret ve öfke dolu olduğuna inanan kimse gibi. Âlemin düzensiz olduğuna, onun
yönetici ve yaratıcısının âlemin işini içinde istek ve iradeye aykırı şeyler
olacak şekilde ihmal ettiğine inanan kimse gibi. Bağışlayan, merhamet eden,
seven, iyilik yapan, güzel davranan, şefkatli, lütufkâr, cömert, kerîm ve güzel
olan Âlemlerin Rabbinin meleklere kâfirleri ve asileri yakalayıp ateş çukuruna
atmalarını emrettiğini ve derileri yanıp kömür ve kül oldukça azabı tatmaları
için onlara yeniden ıslaklık ve hayat verdiğini düşünen kimse gibi. Cennette
bakirelerle yatacağına, onlardan zevk alacağına, bekâreti bozacağına ve
bekâretin tekrar geleceğine inanan kimse gibi. Cennette şarap içeceğine ve
Yaratıcısının kendi sakisi olacağına inanan kimse gibi. Cennette yanında hazır
olacak kızartılmış kuşlar arzu ettiğinde, bunların kendisine derhal sağlanacağına,
sonra bunlardan doyuncaya kadar yiyeceğine ve ardından onların hayattayken
uçtukları gibi tekrar uçacaklarına inanan kimse gibi. İnsanın öldüğü zaman
nefsinin ve varlığının ortadan kalktığına inanan kimse gibi. Gökler harap
olmadıkça ve kitap tomarının dürüldüğü gibi dürülmedikçe cenneti beklemeyen
kimse gibi. Kıyamette yıldızların düşüp saçılacağına inanan kimse gibi.
İnsanın amellerinin terazinin iki kefesi gibi kefelere konulacağına inanan
kimse gibi. Kabirde Münker ve Nekir’in[74]
ölünün cesedine soru soracağına inanan kimse gibi. Cehennemde ejderhaların,
yılanların ve zehirli yılanların fâsıkları/günahkârları yiyeceğine, bundan
sonra onların tekrar dirileceğine ve inananlarının nefislerine acı çektiren
benzeri inançlara inanan kimse gibi. Peygamberlerin (a.s), cennet,
cennetliklere özgü nimetler, cehennem azabı, ceza ve kıyamet hallerine dair
anlattıklarının hepsi haktır, doğrudur ve şüpheden uzaktır. Fakat durum, bu
zalim ve kâfirlerin inandığı gibi değildir. Aksine durum, bundan başka olup onu
Allah’tan ve ilimde derinleşenlerden başkası bilemez.
Ama
âlemin hikmetli, kudretli, halim, cömert, kerem sahibi, merhametli ve bağışlayan
Yaratıcısı olduğuna, onun kendi âlemini en güzel düzenle ortaya koyduğuna,
yarattıkların idaresini en sağlam şekilde düzenlediğine, onda hiçbir bozukluk
bırakmadığına, yerde ve gökte hiçbir şeyin ona gizli kalmadığına, Rahmanın
yaratmasında hiçbir aykırılığın görülmediğine inanan, böyle olduğunu düşünen
ve bilen kimsenin nefsi daima sakin, huzurlu, acılardan, bozuk görüşlerden,
asılsız inançların rahatsızlıklarından ve yığılmış cehalet karanlıklarının
vahşetinden uzaktır. O, nefsinden yana rahat, halk da ondan yana rahattır. Bir
bakıma güvendedir. Kimsenin kötülüğünü istemez, kendisini onlardan üstün
görmez, onlardan hak istemez, cefa sebebiyle onlardan şikâyetçi olmaz, onlara
hiçbir eziyeti dokunmaz. Bunlar, değerli kardeşlerinin sıfatlarıdır.
Kardeşim,
sırlarını ve inançlarını öğrenmek için onlarla arkadaşlığa rağbet etmek,
metotlarına uymak, yaşam tarzlarını takip etmek, ahlâklarıyla bezenmek, ilim ve
siyasetleri üzerinde düşünmek; konuşma ve sözlerini dinlemek için meclislerine
katılmak; içerdiği manaları anlamaya muvaffak olmak, nefsini gaflet ve cehalet
uykusundan uyandırmak, basiret gözünü açmak, âlimler ve mesut kimseler gibi
yaşamak ve göklerin melekûtuna yükselmek için bu risâlelerimizi okumak ister
misin?
Bölüm
Sonra
bil ki, biraz önce açıkladığımız gibi, bazı düşünce ve inançlar, sahiplerinin
nefislerine acı verip eziyet ederken, bazıları da sevinç, mutluluk ve lezzet
verir. Fakat biz konunun açıklık kazanması için bir örnek vereceğiz.
Hikâye
Anlattıklarına
göre, nimet sahibi (varlıklı) ve dindar bir adam ve bu adamın da sarhoş gezen
bir oğlu vardı. Adam onun bu durumundan hoşlanmıyordu. Ona bir gün dedi ki:
Oğlum, sarhoşluğu bırakırsan sana malımın mülkümün yarısını vereceğim, seni
ayrı bir eve yerleştireceğim, seni nimet sahiplerinin kızlarından güzel bir
kızla evlendireceğim.
Oğlu
dedi ki: Baba, o zaman ne olacak?
Babası
dedi ki: Hayatta olduğun sürece neşeli, mutlu ve zevkli yaşarsın.
Oğlu
dedi ki: Maksat buysa o şu an benim için gerçekleşmiş durumda.
Babası
ona dedi ki: Bu nasıl olur?
Dedi
ki: Ben sarhoş olduğum zaman nefsimde sevinç, neşe ve haz hissediyorum. Öyle ki
Kisranın bütün saltanatının bana ait olduğunu sanıyorum, nefsimde öyle bir
ululuk ve ihtişam hayal ediyorum ki mesela serçeyi deve kadar görüyorum.
Babası
ona şöyle dedi: Fakat ayıldığında bunun gerçek olmadığını görüyorsun.
Dedi
ki: O zaman dönüp sarhoş oluncaya kadar tekrar içiyorum, bunun benzerini yine
görüyorum.
Nefsin
bedenden ayrıldıktan sonra bekasına inananların lezzetlerini bulması da buna
benzer. Çünkü dünyada yaşamaktan amaç, Yüce Allah’ın: “Allah’tan onların
ummadığı şeyleri umarsınız.” diye buyurmasında olduğu gibi lezzet, sevinç,
mutluluk ve ölümden sonra rahatlıktan başka bir şey değilse o, bundan önce ve
yine “Ölümün Hikmeti Risâlesi”nde açıkladığımız gibi nefsin bedenden
ayrılmasından başka bir şey olmayan ölümden sonra vardır. Bu inanç dünyada
onların lezzetlerinden hiçbir şeyi eksiltmez.
Ama
onun faniliğine inananlar, ya dünya halkının mutlularından ya da mutsuzlarından
olurlar. Eğer mutlularından iseler bu görüş ve inanç, nefislerine acı ve eziyet
verir. Çünkü onlar ölümü ve faniliği düşündükçe hayatları zehir olur, nefislerini
üzüntü kaplar ve dünyadaki lezzetleri azalır. Çünkü onlar onun yok ve fani
olacağına inanırlar, bunun dışında bir şey ummaz ve beklemezler. Nefsin
faniliğine inananlar, dünya halkının mutsuzlarından iseler dünyada ömürleri
boyunca keder ve üzüntü içinde yaşarlar. Sonunda hasret ve felaket içinde
ölürler.
Sonra
bil ki, inananlarının nefislerine acı ve eziyet veren düşük inançlar ve bozuk
görüşler sayılamayacak ve nitelikleri açıklanamayacak kadar çoktur. Fakat biz
bilmen, tutunman ve dışındakilerden kaçınman için onların övülenlerini zikredeceğiz.
Biz “Kanunlar Risalesinde, “İhvân-ı Safanm İnançları Risalesinde, “İmanın
Mahiyeti ve “Allah’ın Kendilerine Cennet Vaat Ettiği Araştırmacı Müminlerin Hasletleri
Risalesinde bunların bir kısmını anlattık. Elli bir (51) risalede onların
yolunu, ahlâkını, düşüncelerini, ilimlerini, amellerini, niteliklerini ve
hallerinin şeklini açıkladık. Fakat burada onları derli toplu ve veciz bir
şekilde ifade edeceğiz. Şöyle ki: akıllı insan âlemin hikmetli, ezelî, diri,
âlim, işleri sağlam bir şekilde düzene sokan, mevcutları mükemmel bir şekilde
sıralayan bir Yaratıcısının olduğuna inanır. Âleminin işlerinden küçük büyük
hiçbir şey ona gizli kalmaz. O, onları mevcutlardan her birine uygun bir
şekilde ve onlardan meydana gelen yeteneklere göre bilir ve yönetir. Onun
âlemi, felekler, burçlar, yıldızlar, unsurlar ve doğanlardan oluşan bütün
yaratıklarıyla bir tek insan ve bir tek hayvan hükmündedir. Meleklerinin güçlerinin
gök tabakalarına ve felekler uzayına yayılması, bir tek insan nefsinin bütün
bedenine ve eklemlerine yayılması gibidir. Bu, yorumunu açıkladığımız ve bütün
risâlelerimizde anlattığımız özlü sözdür. Fakat öğrencilerin diğer ilim ve
sanatları ısrarla istedikleri gibi daha başlangıçta bu önemli işe bakarken onu
mutlaka ısrarla istemeleri gerekir. İşin sonunda onun hakikatini bilirler ve
doğruluğunu anlarlar.
Bölüm
Sonra
bil ki, öğrencilerin her sanatın başlangıcında onu taklit yoluyla bilmelerinden
önce esaslarını araştırmak üzere ikrar ve inançlarının sebebi, bunun ancak o
alanda uzmanlaştıktan, onu araştırıp keşfettikten sonra açıklığa kavuşacak
olmasıdır.
Bil
ki, her sanatta orta derecede olanların, bunun araştırma ve keşfinin kendilerine
burhânlarla mümkün olması sebebiyle taklide razı olmamaları gibi, peygamberlerin
(a.s) kitaplarını ve içlerindeki gizli sırları, işaretleri ve üstün ilimleri
ikrar edenlerin de aynı şekilde davranmaları gerekir. İlimlerde orta derecede
olanlar, çocuklar, kadınlar ve zayıf akıllılar gibi taklide razı olmazlar,
aksine onların bunu araştırmaları, sırları ve işaretleri ortaya çıkarmaları
gerekir. Çünkü peygamberlerin (a.s) cennet meclislerini ve cennetliklerin
lezzetlerini anlatmaktaki maksadı, inanmaksızın sadece dil ile ikrar değildir;
aynı şekilde onlara gösterecek araştırma olmaksızın sadece inanmak da değildir.
Bilakis maksat, rağbet ve talebin sağlanması için onları hakikatleriyle
tasavvur etmektir. Çünkü insan arzu etmediği şeyi talep etmez; araştırmadığı
şeyi arzu etmez; tasavvur etmediği şeyi araştırmaz; gizli ve kayıp şeyi de
güzelliklerin etkili anlatımı dışındaki bir yolla tasavvur etmez. Bundan dolayı
Kur an cennetin güzellikleri, cennetliklerin sevinci ve nimetlerinin
lezzetlerini çokça anlatmıştır. Bazen de onları Yüce Allah’ın şu sözünde
olduğu gibi kavmin gücü ölçüsünde cismanî vasıflar olarak anlatmıştır: “Cevherlerle
işlenmiş tahtlar üzerinde karşılıklı olarak oturup yaslanırlar. Çevrelerinde
tarifsiz güzellikte bir kaynaktan doldurulmuş testiler, ibrikler ve kadehlerle
ölümsüz gençler dolaşır”[75]
Bunu -bu şeylerin cennette cismanî halde bulunması anlamında değil, aksine
ruhanî şeyler olarak bulunması anlamındazihinlerinin kabul edeceği ölçüde
anlattı ve açıkladı: “Hiçbir gözün görmediği, hiçbir kulağın işitmediği ve
hiçbir beşerin hatırına gelmeyen şey” Yine Yüce Allah buyurdu ki: “Düzgün
kiraz ağacı, meyveleri salkım salkım dizili muz ağaçları, uzamış gölgeler ve
çağlayarak akan sular”[76]
Ve buna benzer cismanî şeylerin vasıfları.
Bazen
onları, Yüce Allah’ın şu sözü gibi, orta derecedekilerin kavrayacağı şekilde
ruhanî vasıflarla tasvir eder: “Güçlü ve Yüce Allah’ın huzurunda hak
meclisindedirler”[77]
Yine buyurur ki: “Yaptıklarına karşılık onlar için ne mutluluklar
saklandığını kimse bilmez.”[78]
Yine buyurur ki: “Orada canlarının istediği, gözlerinin hoşlandığı her şey
vardır.”[79]
Yine buyurur ki: “Ogün bazı yüzler ışıl ışıl parıldayacak, Rablerine
bakacaklardır.”[80]
Doğal cisimlere uygun olmayan benzer ruhsal nitelikler vardır.
Bazen
de onları Yüce Allah’ın sözünde olduğu gibi, cisimsellik ile ruhsallık arası
vasıflarla tasvir eder: “Muttakilere vaat olunan cennetin durumu şöyledir:
İçinde bozulmayan sudan ırmaklar, tadı değişmeyen sütten ırmaklar, içenlere
lezzet veren şaraptan ırmaklar ve süzme baldan ırmaklar vardır. Orada onlar
için her çeşit meyve bulunur.”[81]
Kardeşim,
O’nun bunları teşbih ve temsil yoluyla kolay tasavvur ettirmek için “cennetin
durumu şöyledir” dediğini görmüyor musun? Çünkü onların tasviri hakikatleriyle
sınırlıdır. O, her insan topluluğuna akıllarına ve bilgi ve kavrayıştaki mertebelerine
göre hitap etmiştir. Çünkü peygamberlerin (a.s) daveti seçkinleri, avamı ve
bunlar arasındaki insan sınıflarını kapsayacak şekildedir. Mesih (a.s.),
cennetleri ve cennetliklerin nimetlerini tasvir ederken cismanî olmayan
vasıflar kullanmıştır. Yaptığı bir tavsiyede Havarilere şöyle demiştir: “Eğer
benim yaptıklarımı ve size söylediklerimi yaparsanız yarın göğün melekûtunda
Babamızın yanında benimle birlikte olursunuz ve O’nun meleklerinin arşı
etrafında O’nu hamd ile teşbih ve takdis ettiklerini görürsünüz. Siz orada yeme
içme olmaksızın bütün lezzetleri tadarsınız.” Mesih (a.s.) sembol kullanmadan
açıkladı. Çünkü onun muhatapları, Tevrat’ın, peygamberler (a.s.) ve
filozofların kitaplarının eğittiği bir topluluktu. İşaret ve tembihlere
ihtiyaçları yoktu, aksine onların suretlerini kabule hazır ve istidatlı idiler.
Peygamberlerin
efendisi ve elçilerin sonuncusu (salla'llâhü aleyhi ve sellem) ise çöl
halkından ilimlerle eğitilmemiş, yeniden diriliş ve haşrı ikrar etmemiş,
felekler ve ahiretin melekûtu olan göktekilere ve cennetliklere ait nimetlerin
bilgisi bir yana, dünya melekûtunun nimetlerini dahi bilmeyen ümmî bir kavme
gönderilmişti. O, kitabında cennetleri kavmin kavrayışına yaklaştırmak,
tasavvurlarını kolaylaştırmak ve nefislerini bunlara teşvik etmek için daha
çok cisimsel olarak tasvir etti. Biz İlahî kitapların sırlarını araştırmakla
meşgul olduk, risâlelerimizin çoğunda nebevî vahiylerin sırlarının anlamını
açıkladık, rumuzlar, işaretler ve şer’î kuralların birçoğunu ortaya çıkardık.
Çünkü bizim muhataplarımız; âlim, fazıl, İhvân-ı Safâ ile içli dışlı, ilimde
derinleşmiş, İlahî kitapların sırlarına ve peygamberlerin (a.s.) işaretlerine
yakın felsefî riyazetlerle yetişmiş bir topluluktur.
Ey
kardeş, eğer onlardan biri olmak istersen erdemli, değerli, ilimleri felsefî,
edepleri nebevi, yaşantıları melekî, lezzetleri ruhanî ve gayretleri İlahî olan
kardeş ve dostların arkadaşlığına gel! Senin için bedenlerin menfaatini sağlama
ve senden onların zararlarını uzaklaştırmadan başka bir şey istemeyen
şeytanların kardeşleriyle arkadaş olmayı bırak! Kardeşim, O’nun şu sözüyle
işaret ettiği kimselerden olmak için birbirinin dostu olan, iyiliği emredip
kötülükten alıkoyan müminlerden ol: “Şüphesiz benim kullarım üzerinde senin
hiçbir otoriten yoktur”5' Yine Yüce Allah onları şu sözüyle
methetmiştir: “O gün, sakınanlar dışındaki dostlar birbirlerine düşman
kesilirler.”[82]
[83]
Nefsin
bedenden ayrı ve bedenle birlikteyken tattığı cismânî lezzetler ve acıları
anlatmayı bitirdikten sonra bedenden ayrıldıktan sonra (dünyada) işlediği
kötülük, irfan ve inkâra karşılık ceza ve ödülü olan lezzet ve acıları anlatmak
istiyoruz. Bunlar nebevi şeriatta sevap, ceza ve acıklı azap olarak ifade
edilmiştir.
Bölüm
Acıların
Kötü Nefislere Bedenlerini Terk Ettikten Sonra
Nasıl Ulaştığına ve Onların Nasıl İblis Ordusu ve
Şeytanlar Topluluğundan Olduklarına Dair
Biz
diyoruz ki: Bil ki, akıllı insan şeriatın emir ve yasaklarını, tehdit ve
engellerini işitip de sonra onun kurallarını yerine getirmediğinde ve
hükümlerine uymadığında veya felsefî ilimleri işittiği halde gereklerini
yapmadığında, nefsiyle ilgilenmeyi ihmal ettiğinde, bedenden ayrıldıktan
sonraki maslahatları üzerinde düşünmekten yüz çevirdiğinde, aksine daha çok bu
bedenini iyileştirmeye önem verdiğinde ve onun terbiyesiyle ilgilendiğinde,
gece gündüz bedenine yarayacak yiyecek, içecek, elbise, binek, mesken, mal, ev
eşyası ve dünya süsü tedarikiyle meşgul olduğunda, bedensel şehvetlere
daldığında, maddî lezzetlere battığında, bunlar dışındaki şeyleri
düşünmediğinde ve önemsemediğinde, burada bırakılmayacağını kesin bildiği halde
dünyada ebedî kalmayı temenni ettiğinde, bütün ömrünü ölünceye kadar oyun ve
eğlenceyle geçirdiğinde, sonra ona gerçekten nefsin bedeni terk etmesi demek
olan ölüm sarhoşluğu -ki o, doğal ve maddî bedenler ve cisimler âlemine giren
herkesin içmek zorunda olduğu bir şerbettiristemeden, zorla geldiğinde, nefsi
bedensiz kaldığında, cisimsel lezzetler almasını sağlayan duyu organlarından
mahrum kaldığında, onları uzun süre alışkanlık haline getirdiğinde, gayretine
oraya düşüş yerleştiğinde, onlara bu beden ve organlarından başkasıyla yol
bulamadığında, o zaman gözleri çıkarılan, kulakları sağırlaştırılan, elleri
felç olan, ayakları kesilen, dili konuşamaz hale getirilen, burun delikleri
tıkanan, kalbi köreltilen, dostları, kardeşleri ve komşuları tarafından terk
edilen, arkadaşlarının cefasına uğrayan, düşmanları tarafından mağlup edilen,
çekemeyenler tarafından alaya alınan kimse gibi bunlardan alıkonulduğunda,
bedeninde azap çeken ruhtan başka bir şey kalmadığında, o artık ne hayattan tat
alan bir diri ne de azaptan kurtulmuş bir ölüdür. Nitekim Yüce Allah şöyle
buyurmuştur: “Orada ne ölür ne de yaşar”[84]
O zaman bu nefisler alıştıkları bu duyulurların lezzetleri sebebiyle ellerinden
kaçırdıkları şeyleri arama yolundaki çabaları yüzünden kendilerini kaybederler.
Oraya ulaşmaları da geri dönmeleri de engellenmiştir. O zaman gayretle şunu der
ve temenni ederler: “Şimdi bizim şefaatçilerimiz var mı ki bize şefaat
etsinler ya da geri döndürülmemiz mümkün mü ki yapmış olduğumuz amellerden
başkasını yapalım.”[85]
“Keşke toprak olsaydım'.”[86]
Sonra Yüce Allah şöyle der: “(Dünyaya) geri gönderilseler yine kendilerine
yasak edilen şeylere döneceklerdir.”[87]
O zaman hasret ve pişmanlık içinde, zâtıyla acı çeken, kötü alışkanlıklarından
dolayı azap gören, Ay feleği altında bilgisizliklerinin körlüğü içinde
cisimlerin karanlık çukurunda dolaşan, madde denizine batan, türünün geçmiş
ümmetlerdeki fertleriyle, şeytanın kardeşleri ve İblisin askerleriyle birlikte,
oluş ve bozuluş âleminde kendini kaybetmiş kimseler olarak kalırlar. Nitekim
Yüce Allah bunu şöyle ifade etmiştir: “Her ümmet (topluluk) girdikçe
yoldaşlarına lanet eder”[88]
Ayetin sonuna kadar. Onlar, türlerinin tabiatlarındaki bu duyulur
şehvetlere varıncaya kadar vesveseyle bedenleşmiş nefislerinden olan
fertlerine cehennemde ebediyen sapmış ve saptırmış olarak bağlıdırlar. Nitekim
Yüce Allah şöyle buyurmuştur: “Artık onlar ve azgınlar oraya tepetaklak
atılırlar”[89]
Bu, acıklı ceza ve azaptır; kötü, cahil, hakikatlerden ve dinî ilimlerden gafil
olan nefislerin karşılığıdır.
Bölüm
Şeytanların
ve Tüm İblis Ordusunun Mahiyeti Hakkında
Bil
ki, bedenleşmiş iyi nefisler, bilkuvve melektirler. Onlar bedenlerini terk ettiklerinde
bilfiil melek olurlar. Nitekim biz bunu “Araştırmacı Müminlerin Sıfatları
Risâlesi" ile “Yeniden Diriliş Risâlesi’nde açıkladık.
Bedenleşmiş kötü nefisler bilkuvve şeytandırlar. Bedenlerini terk ettikleri
zaman bilfiil şeytan olurlar. Bu bilfiil şeytanî nefisler, bilkuvve şeytanî
nefislere onları fiil haline çıkarmak için vesvese verirler. Nitekim Yüce Allah
şöyle buyurmuştur: “İnsan ve cin şeytanları aldatmak için birbirlerine
yaldızlı sözler fısıldarlar.”[90]
İnsan ve cin şeytanları, bedenleşmiş ve bedenlerle ünsiyet kurmuş kötü
nefislerdir. Cin şeytanları, cisimlerden ayrı ve göze görünmeyen kötü
nefislerdir. Bu ayrık nefislerin bedenleşmiş nefislere verdikleri vesvese, yeme
içme şehveti güçlü, fakat olgunlaşmasını sağlayan sindirici sıcaklığı zayıf
olan kimse gibidir. O iştahlıdır ama yiyecekten tat almaz. O zaman çabası, onlara
bakmak ve böylece organının zayıflığı ve gücün fiilinin geçersizliği sebebiyle
ondan zevk almak için yemeği ve yiyenleri seyretmekten ibaret olur. Yine o,
cinsel organı cimadan aciz olan ve tabiatını güçlendirip organını uyarmak için
bu işi yapmaya gayret edenleri seyreden kimseye benzer.
Bu,
hissi lezzetleri alacak organı bulunmayan ayrık nefislerin hükmüdür. Onlar
sever ve türünün bu organa bilfiil sahip olan fertlerine vesvese verir. Nefret
eden kötü nefislerin vesvesesi de böyledir. Onlar bedenlerinden ayrıldıklarında
cinslerinin öldürme, husumet ve düşmanlıklara varıncaya kadar vesveseyle
bedenleşmiş öfkeli ve kötü nefislerine yapışırlar. Yüce Allah bu nefislere şu
sözüyle işaret etmiştir: “İnsanların kalplerine vesvese sokan, pusuya
çekilen cin ve insan şeytanlarının şerrinden..”[91]
Kardeşim,
Yüce Allah’ın belirttiği gibi, ahireti bilmeyen, bedenlerle meşgul olan, ölüm
sonrasından habersiz, belli vaktin gününe kadar ertelenmiş olan dünyalıların
durumu da böyledir: “Onların ardında yeniden dirilecekleri güne kadar (süren)
bir berzah vardır.”[92]
Nitekim bunu “Yeniden Diriliş ve Kıyamet Risâlesı’nde açıkladık. Oraya
müracaat et.
Kötü
nefislere, cennetleri olan bedenlerinden ayrıldıktan sonra ulaşan ruhanî
acıları zikrettikten sonra, iyi ve erdemli nefislerin zindanları olan
bedenlerinden ayrıldıktan sonra tattıkları ruhanî lezzetleri anlatmak
istiyoruz. Nitekim bunu “Hayatın ve Ölümün Sevimsizliği Risalesinde
açıkladık.
Sonra
ey kardeşim, bil ki, iyi ve erdemli melekî nefislerin bedenlerini terk ettikten
sonra tattıkları lezzet, rahatlık, sevinç, mutluluk ve nimetler, şeriatta sevap
ve ceza ile ifade edilir. Tasvir, onların hakikatleriyle sınırlıdır. Ruhanî,
ebedî ve daimi oldukları için insan onların künhüne dair bilgiyi kavrayamaz.
Yüce Allah şöyle buyurmuştur: “Onlar için yaptıklarına karşılık olarak ne
mutluluklar saklandığını kimse bilemez”[93]
Peygamber (a.s.) da şöyle buyurmuştur: “Orada hiçbir gözün
görmediği, hiçbir kulağın işitmediği ve hiçbir insanın aklına gelmeyen
lezzetler, huzur ve rahatlık vardır”
Fakat
onların bir kısmına bu konuda dost İhvân’ın âdetine uyarak düşünenlerin
kavrayışına yaklaşması ve isteyenlerin zihninde tasavvur edilmesi için hayalî
bir şekilde işaret edecek; rumuz, işaret ve tembihe benzer bir örnek
vereceğiz.
Diyoruz
ki: Bil ki geçmiş zamanlarda kral çocuklarından olan zarif, güzel yüzlü,
sağlam bünyeli, tam suretli, güzel ahlâklı, iyi davranışlı ve mutedil bir
yaşantısı olan bir genç vardı. Akrabaları içinde kral kızlarından olan güzel
bir cariyeye âşık oldu, sonra kral çocuklarının şanına yakışır biçimde onunla
evlendi ve gerdeğe girdi. Onunla saltanatının ihtişamı, krallığının nimetleri,
gençliğinin tadı, nimetinin sevinci içinde hiçbir tehlikeli hadiseyle
karşılaşmadan güvenli ve huzurlu bir şekilde uzun bir süre yaşadı. Sonra zaman,
onları ölümle birbirinden ayırdı. Düşmanının kendisine üstün gelmesiyle gençlik
krallığını terk etti. Ülkesinden gurbete düştü, yeryüzünde garipler gibi yolculuk
etti. Yoksullaştı, yaşlandı, düşkün oldu, bedeni zayıf düştü, gücü kayboldu,
gözü görmez, kulağı duymaz oldu, aç, susuz ve çıplak kaldı. Maruz kaldığı bela,
sıkıntı ve musibetten dolayı ölmek istedi. Bir harabeye girdi, orada çöplük ve
külün yumuşaklığı üzerinde uyuyarak dinlendi. Orada rahatlık buldu ve uyudu.
Rüyasında kendisini çocukluğundaki görünüşü üzere yeni yetme bir genç olarak
gördü. Bedeninin gücü, nefsinin dinçliği ve gençlik günleri kendisine geri
döndü. Sanki krallık tahtında, saltanatının ihtişamında, dünyevî nimetlerde ve
o günlerinin sevinci içindeydi. Çünkü o cariye, kendisine âşık olup evlendiği
günkü güzellik ve görünümünde idi. Onu şehvetle kucakladı, sarıldı ve
başlangıçta idrâk ettiği gibi ondan zevk aldı. İkisi birlikte kral tahtına
oturmuş, rüzgâr kendilerine nereye isterlerse oraya götürüyordu. Duyduğu zevk
ve sevinçten dolayı uykusunda sarsıldı, hareketlendi ve uyandı. O zaman
harabede, çöplükte olduğunu, etrafında köpeklerin kendisine havladığını [fark
etti].
Ey
kardeş, nefsinin bu rüyadaki hali, hissettiği lezzet, sevinç ve mutluluk ile
keder, üzüntü, sıkıntı, bela ve musibetlerden uyandığı zamanki hali arasında
nasıl bir fark görüyorsun? İyi nefislerin hali ve bedenlerle birlikte oluşları
ile bedenlere ait sıkıntı, üzüntü, keder ve musibetler yanında ayrıca lezzet,
sevinç ve mutluluktan ayrılmaları arasındaki fark da böyledir. Allah bizi, seni
ve kardeşlerimizi oluş ve bozuluş âlemi cehenneminin ateşinin acısından
korusun; seni ve bizi göklerin melekûtuna ait ruhlar ve felekler âlemine özgü
cennet nimetlerine kavuştursun ve yakın meleklere, peygamberlere, sıddıklara,
şehitlere ve iyi kullara komşu eylesin.
“Acılar
ve Lezzetler Risalesi” sona erdi. Bunu dillerin[94]
farklılığının sebeplerinin açıklanmasıyla ilgili risâle takip edecektir.
Tabîî-Cismânî
Şeylerin (el-Cismâniyyâtut-tabîiyyât)
On Yedinci -İhvân-ı Safâ Risâleleri’nin Otuz BirinciRisâlesi:
Dillerin, Yazı Şekillerinin ve İbarelerin Farklı
Olmasının Sebeplerine Dair1 [95]
Esirgeyen
ve Bağışlayan Allah’ın Adıyla!
A |
llah’a
hamdolsun! Seçkin kullarına da selam olsun! “Allah mı daha hayırlıdır yoksa
O’na ortak koştukları varlıklar mı?”1
Bölüm
Ey
iyiliksever, merhametli kardeşim! Allah seni ve bizi katından bir ruhla desteklesin!
Cismanî ve ruhanî lezzet ve acılardan ve canlının ölümden hoşlanmamasının
sebeplerinden bahsetmeyi sonlandırdığımız için tabiat risâlelerinin sonuncusu
olan bu risâlede dil farklılıklarının sebeplerinin izahını yapmak istiyoruz.
Diyoruz ki: Dillerin, sözlerin, seslerin, hat ve kitabelerin farklılıklarının
sebeplerini; mezheplerin ilkeleri ile düşünce ve dinî inançların nasıllığını;
onların oluşumlarının, ilkelerinin, ortaya çıkışının, kökenlerinin,
yapılarının, gelişimlerinin, sayılarının, kendi aralarındaki görüş ve yöntem
farklılaşmalarının aslını; bir asırdan diğerine ve bir milletten diğerine
onlardan bir kavmin silinip yerine bir diğerinin geçmesini anlamak, ancak
bahsettiğimiz bütün bu işlerin kendisinden kaynaklandığı asıl şeyi açıklayıp
izah ettikten sonra olur. Yine bu aslın karışımının ve öğelerinin,
başlangıçtaki hareketinin ve zâtıyla var olmasının nasıl gerçekleştiğini; onun
diğer cisimlerdeki kanallarının ve kaynaklarının farklılığını; duyu
organlarınca kolayca algılanmasını, cinslerde yayılmasını ve duyuları
aydınlatmasını izah ettikten sonra olur. Sürat ve intikal etmeyle sonradan
olmasının özelliğini, hareket ve ayrılıkla ortaya çıkmasını, yokluk ve helak
olmayla ortadan kalkmasını, insanlar âlemindeki varlığının nasıl olduğunu,
başlangıçta bu âlemde nasıl bulunduğunu, kendisinin dışındaki diğer canlılarda
ve canlı olmayan varlıklarda nasıl olduğunu, işitme duyusuna bir bütün olarak
ulaşmasını, onu kimin taşıdığını ve taşımanın nasıl olduğunu, taşımanın gerçekleştiği
duyu organına ulaştıran sebebin ne olduğunu, onu bu duyunun dışındaki duyuların
idrâk edememesinin sebebinin ne olduğunu, insanın bu duyunun anlaşılan ve
anlaşılamayan özelliklerini delille (burhân) nasıl anladığını izah
ettikten sonra olur. [96]
Bunlar
dikkatli/derin (dakik) bir incelemeye ihtiyaç duyduğumuz ve hakkındaki
haberlerin son derece gizemli olduğu karmaşık konulardır. Bu risâlede, bu ilme
giriş ve mukaddime olması için, başarabildiğimiz ölçüde, bunların bir kısmını
özetlemek istiyoruz. Bunu, geriye kalan kısmın anlaşılmasını kolaylaştırması,
anlamayı sağlayan en veciz söz olması ve kendisiyle bilmenin kolaylaştığı en
açık delil olması için, okuyucusunu şüpheye düşüren bir uzatma ve nakledeni
sıkan ayrıntı olmaksızın yapmak istiyoruz. Buradan hareketle onun ilkeleri
hakkındaki aslı ve ilmi açıklamakla başlıyoruz.
Diyoruz
ki:Bil ki, hikmetin heyûlâsı şeklin iradesi (iradetü’l-hey’et) ile
birliktelik arz eder. Çünkü bu heyûlâ bütün eşyayı kabul eder. O semavî bir
madde, felekî bir kuvvet ve yüce (ulvî) sebeplere, ruhanî cevherlere ve nefsanî
şahıslara bitişik aklî bir kuvvettir. Gezegenlerle bağ kurar, hareketli
yıldızlara bitişir, doğan yıldızlarla doğar, parlak ışıklarla parıldar. Onları
hayırlı emanetler ve bereket anahtarları yapar. Bu, başlangıçtaki nizama halel
gelmeksizin, ulaşma ve sona ermenin tamlığında eksiklik olmaksızın onlarda
birleşme ve ayrılığın, ihtilaf ve birlikteliğin birbirini takip etmesi ve art
arda gelmesi iledir. Bütün yaratılmışların (mükevvenât) bu yapıcı maddesi (elmâddu
l-faile) ancak duyuların incelikleri (letâif) ile idrâk edilebilir
ve dokunmakla elde edilebilir. Bu nasıl bu şekilde olmasın? O, maddesinin
hayret vericiliği bitmeyen ve maddelerinin kemiyeti yok olmayan bir sebeptir.
Diyoruz
ki: Ey kardeşim! Bil ki marifetin ve ilmin, yükselmesi zor bir derecesi ve sonu
gelmeyen bir mesafesi vardır. Bu, ariflerin derecesidir ve canlıya ait
(hayvânî) duyuların yardımıyla (inayet) ve maddî (cirmanî) yolla
onların etkilerini görebilen ve haberlerini anlayabilen kalp gözü açık
kimselerin makamıdır. Zira onların etkileri ruhanî, kaynakları nefsanîdir.
Bundan bilgelere (hukemâ) bitişik olan kuvvet ortaya çıkar. Bu ise nebilere
(a.s.) gökyüzünden vahiyle inen kutsal ruhtur. Ona âlimlerin güveni vardır.
İhtilafı çok, uzlaşıdan uzak, kanunları farklı ve ölçüleri değişik pek çok şey
meydana gelebilir.
Böylece
duyular, bunlardan yeryüzü mekânında ve aşağı merkezde meydana gelen şeylerin
bilgisini idrâk etmekte yetersiz kalır. Heyûlânm sebeplerinden olan beşerî
duyular, onların idrâkine ulaşmaktan aciz kalır. Eşyanın kaynağı bu misale
uygun olduğunda başlangıcı da bu tertiple olur. İnsanlık âleminde bilmenin (marifet)
maddesi olan kuvvet de sezgi ile olur. Yaratılmış cisimde varmayı (bülûğ)
imkânsız kılan ve ulaşmayı azaltan ihtimalin sebebi olur. İsteği azaltan, amaca
ulaşmadan önce tükenen ve bu sebebin bilgisini elde etmeyi sınırlandıran,
İnsanî hayatın sebebi olan zamansal bir madde olur. İş bizim açıkladığımız
gibi olduğunda akıllı kimsenin ilk yöneleceği ve niyet edeceği, üstün nitelikli
(fâzıl) kişinin ilk güveneceği ve arayacağı şey, sezgisinin rıza
göstereceği, kendi cevherini kabul etmeye yardımcı olacak, kalan ömründe onu
kabul edecek, düşüncesini harekete geçirecek ve basiretini artıracak şeyi
bilmek olacaktır. Sezgisi olmayanın bilgisi olmaz. Bilgisi olmayanın da cevheri
olmaz. Cevheri olmayanın ise varışı olmaz. Varışı olmayanın kalacak yeri (mekarr)
olmaz. Kalacak yeri olmayanın varlığı olmaz. Varlığı olmayan ise yok
hükmündedir.
Bölüm
Sonra
bil ki, bütün bileşik cisimlerin birliğinden maksat, bu cisimlerin zâtını gerekli
kılan, ilkelerini inşa eden, keyfiyetini belirleyen sebebin, başlangıçtaki
kaynağının nasıl olduğunun, sonunda akıbetin nereye varacağının; karışımın (telif)
bir araya gelmesinin, ince olanın yoğun olanla ittifakının, bileşimlerin
birleşmesinin nasıl olacağının; toplanmış olanın (müctema) ayrılmasının
nasıl olacağının, birleşmiş olanın nasıl münferit kalacağının, bağlı olanın
nasıl ayrılacağının, tek başına olanın nasıl birleşeceğinin, varlığının nasıl
yok olacağının; varlığının sıhhatinden, sözünün selametinden ve bağının sağlamlığından
sonra parçalarının (cüzlerinin) nasıl sona ereceğinin bilgisidir. Sen bu
bilgiyi bilir, tasavvur eder, ayırt eder ve düşünürsen senin için aşikâr olur.
Bu konuda sana hislerin yardım eder, kendi nefsinin cevherini kabul etmeyi
bilmeye ulaştırır ve sağlam bir şekilde düşünürsen senin için karışım ve
bileşimin keyfiyeti, o ikisiyle ve o ikisinin maddelerini doğru bilmekle ince
ve yoğunun birleşmesi açığa çıkar. O ikisinden birisi yere ait (arzî) bir
madde ve cisme ait bir kuvvettir. Diğeri ise ruhanî bir şekil ve meleklere ait
bir arzudur. Yukarda olanın aşağıda olanla birleşmesi ve ince olanın yoğun
olanla bağ kurması ne enteresan ve zarif bir hikâyedir. Bu konuda hikmet
sahiplerinin aklı karıştı ve akıllı kimselerin zihinleri bulandı. Yollar
kapandı, alametler silindi ve yol göstericiler işe yaramadı. Zira bu âlemde,
âlimle cahili birbirine yaklaştıracak ve cevherle taşı aynı yerde toplayacak
hikmet ve basiret sahibi kişiler inkâr edilmektedir. Allah ancak işlemiş olduğu
günahına ve ayaklarının cürmüne ceza olmak üzere âlimi cahille cezalandırmayı
istemiş ya da taşın cevhere bir perde, korunak, örtü ve elinin altındaki bir
kılıf olması için cevheri taşla birleştirmiş ve o ikisini aynı mekânda
bulundurmuştur; yoksa âlimle cahil onun nezdinde aynı makamda olduğu için
değil. Aynı şekilde taş ve cevher, cismânî suret ve maddî heyûlâ yönünden
heyûlânm gölgesinde zıt konumda olduklarında, o ikisi kendilerine cevherin
gölgesinde bitişen aydınlık sevgileri ve yüce mertebeleri bilmezler. Bunlarla
bilgini/âlimi kast ediyorum. Taş bundan uzaktır, ona âlim denmez.
Hal
böyle olunca, birleşmeyi gerektiren bu sebebin varlığı bilindiği için şüphe ve
inkâr yok olur. Talebe bu sebebi bilmeyi istediğinde ve onların bir arada
varlığı söz konusu olduktan sonra, o ikisinin ayrılmasının ortaya çıkması,
ikisinden birinin tamamen varlığını devam ettirirken diğerinin yokluğu ve
ayrılması zorunlu olur. Bunu anladığında senin için cisim ile araz[97]
arasındaki fark açığa çıkar. Bu konudaki maksat ve gayeyi de anlarsın. Bu
konuda sana yardımcı olacak ve sana açıkladığım şeyi anlamanı sağlayacak,
konuyla ilgili bir özeti sana açıklayacağım. Bunu bitirince seslerin oluşumu ve
dil farklılıklarına; hat, yazım, lafız ve ibarelerin ilkelerine, harf ve
kitapların oluşturulmasına; nereden çıkarıldıklarına ve nelerden ihdas
edildiklerine, nerede bulunduklarına döneceğiz. Allah başarılı kılandır.
Bölüm
Sonra
bil ki, nefsânî kuvvet, âlemin tamamı olan cisim oluştuktan sonra onda ortaya
çıkmaksızın insanlık bahçesindeki mabedin içerisinde hareketsiz bir şekilde
gizlenince, onda yüce kuvvetin ortaya çıkması ve onu aydınlatması, Yaratıcının
(Bârî) düzenlemesine göre düzenli hale gelmesi söz konusu oldu. Allah’ın dediği
gibi: “Yemin olsun ki birinci yaratılışı biliyorsunuz.”[98]
Birinci yaratılış başlangıç vaktindeki oluştur. Faziletler ve hayırlarla
dolduğunda ve ona (Allah’ın nurundan) feyizler (ifâda} ulaştığında
düşünce ve hayal etme gücüne sahip oldu. Düşündü ve hayal etti. Sonra da baktı.
Cömert ve ihsan sahibi, yönetici ve kıymet bilen, faydalı birisi olmak istedi.
Bu konuda onun hayal ettiği hayal ve örnek aldığı örnek kendisine belirdi.
Âlemin cisminde ortaya çıkma ve onunla bağ kurma gerçekleşti. Allah Teâlâ onu
orada sağlamlaştırdı ve âlemi onun cesedi yaptı. Onu zannettiğinin tam tersi
olarak gösterdi. Allah’ın felekleri döndüğünde, mülkleri harekete geçtiğinde,
yıldızları parladığında ve esrarengiz yapısı ortaya çıktığında onun temsilcisi
olduğu varlığı âlem temsil etmeye başladı. Onu yavaş yavaş kuvveden fiile ve
akledilir olandan hissedilir olana çevirdi. Sonra bütün varlıklar (mevcûdât)
ve diğer var edilmiş olanlar (masnuât) âlemde ortaya çıkıp var
edildiklerinde onlar hakkında tek kategoride özetlenebilecek, üç farklı yönden
ihtilaf ve soru ortaya çıktı. Düzenlenmiş olan bu ilk düzenlemenin (tertîb)
ilki, öncelikle nefiste kuvve ve akledilebilir aklî işler halinde idi. O,
bileşik cisimlerin (mürekkebât) ve varlıkların (mevcûdât) basit
özlerinin (a’yân) düzenli suretidir. İkincisi hissedilebilir işlerdir ki
kesin delil (burhân) onların sebebini ister ve anlamlarını açıklar. Onları
araştıran ve onlar hakkında soran kişi, bunların keyfiyetinin bilgisine ve daha
sonra cismânî âlemde hissedilir oluşlarına, ileri derecede nefsânî soyutlamayla
akledilebilir düzeyde ulaşır.
Konunun
ayrıntısında şöyle deriz: Aklî suret, “küllî nefs’rn “küllîakl”ıkabul etmesi
ve ona yakın olmasından dolayı “küllî akl”ın “küllî nefs”teki etkileridir.
Küllî Nefs’in kabul ettiği şeyler, oluşum bakımından nitelik konumundan cismanî
boyuta çıkan aydınlatıcı ışıklardır. Zira bunlar, duyulur durumlara
(varıncaya) kadar son derece basit ve soyut idiler. Bunlar, duyuların doğrudan
algıladığı ve onlardaki özel bir kuvvetten dolayı kendilerinden etkilendiği,
maddede (heyûlâ) bulunan bir surettir.
Kesin
delillerle kanıtlanmış işlere gelince, onlar ancak ilim maddeleri ve akıl sağlığı
ile idrâk edilebilecek şeylerdir. Onlar, akılların onları kabul etmeye,
zihinlerin onların doğruluğunu anlamaya ve onları idrâk etmeye sarılmaya mecbur
ettiği, kaynağı İlahî işler ve melekî şahıslardan olan işlerdir. Geometri
kitaplarında ve ehlinin söylemiş olduğu sağlam delile dayalı ifadelerde
açıklandığı üzere, eşyanın şekilleri çevresiyle birlikte, ancak düzenlenmiş
herhangi bir şekil yahut örnek gösterilen herhangi bir örnekle dairesel olarak
çevrelenir, ölçüsü ancak bu yolla idrâk edilir ve çapı ancak böyle görülür.
Nitekim Öklid kitabında şöyle demiştir: Cisim, yüzey ya da çizgi olsun,
herhangi bir gölgenin ve sonun ölçüsü daima onda var olması ve yok olmaması
mümkündür. Bu, tarif olmadan duyuların asla algılayamayacağı ve
düşüncelerin/zanların(evhâm) kesinlikle tasavvur edemeyeceği bir hikmettir.
öklid
aynı şekilde kitabının giriş kısmında burhândan bahsetmiş ve şöyle demiştir:
Burhân, haberin doğruluğu hakkındaki delillerin en önde geleni (öncülü)’dir.
“Tamamlık”
ise “bilinen”! (malûm), bahsettiğimiz şeylerin hepsiyle bilmektir. Öklid dedi
ki: Nokta, parçası olmayan şeydir. Çizgi (hat), genişliği olmayan uzunluktur.
Çizginin iki ucu iki noktadır. Doğru çizgi, aynı nokta üzerinde iki
ucunun iki noktasından her birinin karşısındaki konumdur. Bu, noktanın ancak
kesin kanıtla gerçekleşecek ve tecrübeyle bilinecek düşünceye dayah(vehmî) bir
şey olduğunu gösterir. Öyleyse kanıtlanan şeyleri (el-umûru'l-müberhene)
duyuların algılayamayacağı ve düşüncenin/zannın (vehm) tasavvur edemeyeceği
açığa çıkmıştır. Ancak zorunlu delil (burhân) ve kesin delil onları
aklın idrâk etmesini zorunlu kılar. Çünkü, tartı ve arşının duyuların ölçüsü
olması gibi, burhân da aklın ölçüsüdür. Söylediğimizi anla ve tasvir ettiğimiz
şeyi algıla. Bu konuda fikir yürüt, aklını çalıştır. Sen bununla maksadına
erer, istediğin ve talep ettiğin şeye ulaşırsın.
Bölüm
Feleki
Sesleri Bilme Hakkında
Diyoruz
ki: Bil ki, sesler cevherlerden türemiş arazlardır. Cevherler ise iki türlüdür:
Yüce (üstün) ve ince (latîj) olan şeylere “ulvî cevherler” denildi.
Değeri düşük ve yoğun olan şeylere ise “süfli cevherler” denildi. Sesler,
ortaya çıkışları cevherlerden kaynaklanan arazlardır. Arazların ortaya çıkışı
ancak onları harekete geçiren bir hareket ettiriciden (muharrik)
kaynaklanır. Bazen bu hareket ettirici (arazları harekete geçirerek) sesi
çıkarır ve orada bulunanların kulaklarına ulaştırır. Bazen de arazları
sakinleştirir ve ses biter. Durum böyle olunca hareketin aslının nefis olduğu
kesin delil ile kanıtlanmış olur. Ses, onun hareketinden ve kuvvetlerinin
cisimlerdeki hareketinden etkilenir.
Küreler
(eflâk) döndüğü, gezegenler ve yıldızlar hareketli olduğu için onların
seslerinin ve nağmelerinin olması zorunlu olmuştur. Kendi nizamları içerisinde
eşit, tamamlanmış ve mükemmel şekilleri korunmuş olduğu için onların
hareketlerinin ayrı, seslerinin bitişik, paylarının ölçülü, nağmelerinin haz
verici, melodilerinin eşsiz, konuşmalarının dinleyenlerin nefislerini yatıştırıcı
nitelikte Allah’ı teşbih etmek, yüceltmek, ululamak ve kelime-i tevhid olması,
meleklerin ve onlardan önceki ve onlardan üstün olan nefislerin gözlerinin
onların üzerinde olması zorunlu oldu. Bu hareket ve sesler, onlardan dolayı
âlemlerinin kalıcı (bâkî) olduğuna hükmedilen çağların ve zamanların
ölçeğidirler. Tatlı seslerin, sevindirici melodilerin ve güzel nağmelerin
bedenler âleminde onları işitenlerin nefislerini ferahlatması ve bunlardan hoş
olanları işitmeyi arzulatması gibi... Yakında olunca sevindirmesi, nefislerden
kederleri uzaklaştırması ve kaygıyı gidermesi gibi... Onlar sayesinde bu nağme
ve hareketlerin arasını ayıran sakinlik ortaya çıkar. Bu esnada zamanın ölçeği
ve tartısı; aralarındaki uyumdan dolayı felekî şahısların ve melekî seslerin
hareketinin taklidi olur. O, bunların hepsinin aslı, bu da kolları (fürû )
olur. Nefisler oluş ve bozuluş (kevn ü fesâd) âleminde bunları işitmiştir.
Onlar vasıtasıyla, orada cennet ferahlığı ve reyhan bahçesi bulunan felekler
âlemini ve nefislerin lezzetlerini düşünür.
Onların
vaziyetlerin en güzeli, lezzetlerin en iyisi, şekillerin en tamamlanmışı ve sevinçlerin
en devamlısı olduklarını bilir. Çünkü o nağmeler ve sesler, bu melodilerin
katbekat fazlası ve en iyisidir. Çünkü onlar, düzenleme olarak en iyisi,
harmanlama açısından en gerçeği, düzen olarak en iyisi, nizam olarak en
sağlamı, cevher olarak en safı ve hareketlerinin uyumluluğu karışım açısından
en doğru olanıdır.
Oluş
ve bozuluş âlemindeki tikel/cüz’î nefis, felekler âlemini hayal edip açıkladığımız
şeyin hakikatini kesin bir şekilde idrâk ettiği zaman, oraya yükselmeyi, kendi
cinsinin çocuklarına katılmayı, gökkürenin (feleğin) avlusuna (hazîre) ve
insanlık bahçesine ulaşmayı arzular.
Bizim
için feleğin beşinci tabiat olduğu açığa çıkınca, onun Ay feleğinin
altındaki bu cisimlere bütün özelliklerinde zıt/muhalif olmadığı da açığa
çıkar. Zira onların bir kısmı ateş gibi ışıklıdır ki onlar yıldızlardır.
Onlardan aynanın yüzü gibi yüzü parlak olanlar vardır ki o, Ay’ın cismidir.
Onlardan hava gibi aydınlık ve karanlığı kabul edenler vardır ki onlar, Ay’ın
ve Merkür’ün feleğidir. Bütün bunlar felekî cisimlerin ortaklık ettiği tâbiî
cisimlerin özellikleridir. Her ne kadar beşinci tabiat olsa da feleğin, bütün
nitelikleri yönünden tâbiî cisimlere muhalif olmadığı, bilakis bazı yönlerden
muhalif olduğu açığa çıkmıştır. Zira felek, sıcak ve soğuk, nemli ve kuru
değildir. Zira o, sertlik yönünden yakuttan daha sert, billurdan daha şeffaf,
aynadan daha ağırdır. Onun parçaları birbirine temas eder, gıcırdar, sürtünür
ve bakırın çınladığı gibi çınlar. Onun nağmesi ve seslerinde düzenli bir uyum
ve vezinli bir melodi ortaya çıkar. Musiki Risalesinde bu açıklamadan
daha fazlasını izah etmiş ve konuyla ilgili yapı sanatından ve yay
kullanımından delil getirmiştik. Bu sanatların erbabının kullandığı oranlar en
doğru ve en üstün oran olur. Çünkü bunlar ruhanî oranlardır.
Bölüm
Sonra
bil ki, şayet feleklerin şekillerinin hareketlerinin sesleri ve nağmeleri olmasaydı,
meleklerin de konuşması, Allah’ı anması ve yüceltmesi olmazdı. Bu durumda onlar
canlı değil, ölü olurlardı. Çünkü susmak ölüler için daha evladır. Taşların birbirine
sürtünmesiyle iki taş arasında havada bir çınlama ortaya çıkar. Şayet felek ve
içindekilerin kelamı, sesi ve konuşması olmasaydı feleğin aşağısında olan şey
ona benzerdi ve meydana gelen şey hareketsiz ve sakin olurdu.
Bu
durum başlangıçtaki asıldan (kaynaklanmış) olunca, aşağısındaki şeylerin de ona
uygun olması zorunluluk arz eder. Çünkü felek, onlardan daha yukardadır. Zira
felek etken, bunlar ise edilgendir. O ikisinden hangisi konuşmaya, hareket etmeye,
kelama, Allah’ı anmaya, onu ululamaya, yüceltmeye ve kelimeyi tevhit getirmeye
daha layıktır: Göklerin ve feleklerin halkı mı, yoksa insanlar, hayvanlar ve
bitkiler âleminden oluşan yeryüzü halkı mı? Hangisi kulağa, gözlere, zihinlere,
düşüncelere, zekâlara, zikirlere, ilme ve akla daha layıktır: Gökyüzü halkı
mı, yoksa yeryüzü halkı mı? Gökyüzü halkı, yeryüzündekiler için Allah’ı anan ve
Allah’tan bağışlanma dileyenlerdir. Allah’ı anmayı ihmal etmezler. Güzel
melodilerle, udların nağmasinden, yay oyuğunun, tamburların, geniş
meydanlardaki mezmurların âhengi ve ayaklı boruların nağmelerinden daha tatlı
nağmelerle Allah’ı yüceltme konusunda sessiz kalmazlar. Bu nağmeler ve melodiler,
ruhlar âleminin sevinci bulunan bu basit nefisleri ve cevheri, nefisler âlemi
ve canlılar evi olan felekler âleminin cevherinden daha üstün ve ince olan
göğün en son katının üzerindeki tayfların yerini hatırlatır, öyle ki, onun
bütün nimetleri cennetin katlarındaki ferahlık ve güzel kokudur. Bunun için
oluş ve bozuluş âlemindeki cüzi nefisler, İncil kıraati, Kuran tilaveti, davudi
melodiler ve meclislerde kurrâların melodileri gibi, güzel sesleri ve tatlı
nağmeleri işittiklerinde feleklerin şekillerini ve göklerin yerini hatırlar ve
oradaki şeylere istek (şevk) duyarlar. Bunun için bilgeler şöyle demiştir: Varlıklar
(mevcudat) ve bilinenler (malûmat), kendilerinin sebebi olan ilk varlıkların
hallerini taklit ederler. Felekî şahıslar, oluş ve bozuluş âlemindeki bu
şahısların sebepleri ve aletleridir. Onların hareketleri bunların
hareketlerinin sebebidir. “Bunların hareketleri onların hareketlerini taklit
eder” ifadesi de hikmet sahiplerinin sözüdür. Bunların seslerinin ve nağmelerinin,
kendisine kaynaklık eden şeyi taklit ediyor olması zorunludur. Çocukların,
oyunlarında babalarının ve annelerinin seslerini ve hareketlerini taklit
etmeleri gibi... Onlar babalarının ve annelerinin davranışlarını taklit
ederler. Aynı şekilde öğrenciler öğretmenlerinin davranışlarını taklit ederler.
İnsanlardan aklı başında ve ilim sahibi olanların çoğu, felekî şahısların,
onların düzenli hareketlerinin ve üstün orana göre vezinli seslerinin, Ay
feleğinin altındaki canlıların varlıklarının başlangıcı ve onların hareketlerinin
bunların hareketlerinin sebebi olduğunu bilirler. "Aklî İlkeler
Risâlesi”nde açıkladığımız gibi nefisler âleminin varlığı cisimler
âleminden öncedir. Oluş ve bozuluş âleminde sesi olan hareketler, cisimler ve
konuşan canlılar bulununca bu, gökler âleminde konuşan şahısların ve hareketli
ince (latîf) varlıkların bulunduğuna işaret eder. Bu hareketlerin, nefislerini
ferahlatan ve onlara kendilerinden yukarıdakileri arzulatan uyumlu nağmeleri
vardır. Çocukların tabiatlarında babalarının ve annelerinin hallerini arzulama
bulunması; öğrenenlerin ve öğrencilerin tabiatlarında hocalara karşı bir arzu
bulunması; askerlerin ve hizmetlilerin tabiatlarında kralların ve başkanların
hallerine karşı bir arzu bulunması; akıllı ve faziletli kimselerin tabiatlarında
meleklerin hallerine ve onlara benzemeye karşı bir arzu bulunması gibi...
nitekim bir felsefe tanımında şöyle denilmiştir: “Felsefe, insanın gücü
nispetinde ilaha benzemesidir”.
Denildiğine
göre Pisagor, cevherinin saflığını ve kalbinin zekâsını feleklerin hareketlerinin
nağmelerinden ve yıldızların hareketlerinin seslerinden almıştır. Düşüncesinin
iyiliğini de musiki nağmelerinin seslerinden ve melodilerinin kurallarından
elde etmiştir. O, bu ilimden ilk bahseden ve bilgelerden bu sırrı ilk aktaran kişidir.
Sonra Nikomahos, Batlamyus, Öklit ve diğer bilgeler bu konuda tasarrufta
bulundular ve gerektiği gibi en sağlam bilgileri verdiler.
"Musiki
Risalesi’nde bu konudan bahsetmiş ve konuya
delalet eden şeyleri açıklamıştık. Zikrettiğimiz şeylerle açığa çıkmış ve
açıkladığımız şeylerle onaylanmıştır ki, gökler (semavât), çevresiyle birlikte
meskûn bir haldedir. Onun sâkinleri sesler ve nağmelerdir. Canlı ve canlı
olmayan cisimlerin hareketlerinden meydana gelen arazlar olan sesler, nağmeler
ve hareketler, bu âlemde o seslerin açığa çıkmasına bağlı olarak ortaya ve
açığa çıkar.
Aynı
şekilde bu cüz’î hareketler o küllî hareketlere tâbi olur. Bunlar eksik birer
hareket; onlar ise tam birer harekettir. Bunlar geçici (fani) birer hareket;
onlar ise gerçek birer bâkî harekettirler. O hareketlerin, seslerin ve
nağmelerin hepsi anlamlı (mefhum); bu hareketler ise anlamsızdır. Onlar
eşittir; bunlar ise eşit değildir.
Bunun
sebebi, onların maddesinin (heyûlâ) saflığı, bunların maddesinin ise
bulanıklığıdır. Bunların heyûlâsı geçici ve bozuktur; onlarınki ise bâkî ve
sağlamdır. Onların hareketleri nefsânî zamanların ölçüleridir; bunlarınki ise
zamansal vakitlerin ölçüleridir. Bunlar bileşiktir; onlar ise basittir.
Bunların içlerinde farklılık ve değişim vardır; onlarda ise farklılık ve
değişim yoktur. Bu âlemde lezzetli nağmeler ve güzel seslerin varlığı azdır ve
çoğu zaman sayılıdır. Krallara ve büyük kişilere mahsustur. Onlar bunun için
mücadele ederler. Nefislerdeki şerefi ve büyüklüğünden dolayı bunlara sahip olmayanlar
bunları çoğaltırlar. Bunun için cüzi nefisler iyi bir nağme ve güzel bir ses
işittiklerinde ondan etkilenir, ona özlem duyar, azlığından ve zıddı olan kötü
seslerin çokluğundan dolayı ona kulak kabartırlar. Aynı şekilde onların eğilimi
azlığından ve zıtlarının çokluğundan dolayı güzel suretlere ve tatlı şahıslaradır.
Zira bunlar az, bunların zıtları ise çoktur. Bunun için rekabet fazlalığından
ve varlığının azlığından dolayı güzel şeyler istenmekte ve sevilmektedir.
Bu
ulvî (yüce) olanların tamamı rahatlık, güzel koku, lezzetli nağmeler, iyi melodiler
ve güzel suretlerdir. Orası hurilerin ve genç erkek hizmetçilerin (vildân)
meskenidir; rahatsız edici şaibelerden ve kötü ahlâktan uzak sevinç ve
hayırdır. Bunun için denmiştir ki oraya ancak davranışları güzel ve amelleri
iyi olanlar ulaşabilir. Bunlar kişiye, oraya yükselmesi ve o üstün, şerefli ve
mükemmel âleme dahil olması için yardımcı olur. Bunun için denmiştir ki “güzel
ses, rızıkta artış demektir.” Yine denmiştir ki, sesin yumuşaklığı süreçli/periyotlu
şeyin (zamaniyet) yarısıdır.
Bölüm
Sonra
bil ki, çevreleyen küreden (felekü’l-muhît)[99]
ay feleğinin sonuna kadar, yüksek sesler, coşkulu melodiler, tatlı nağmeler,
farklı lehçeler ve tamamı Allah’ı anmak, Allah’ın tekliğini ifade eden özel cüm\e(
kelime-i tevhit), Allah’ı yüceltme ve ona şükretme ile konuşan oluşturulmuş
hareketler vardır. Bu açıklamayla, felekî seslerin ve semavî hareketlerin
bilgisi senin için açığa çıkmıştır. Şimdi yeryüzüne ait sesler ve süflî
nağmeleri açıklayacağız.
Bölüm
Yeryüzüne
Ait Seslerin Asıllarını Bilme Hakkında
Diyoruz
ki: Bil ki, seslerin aslı varlıkların çarpışmasından ve cisimlerin hareketlerinden
ortaya çıkan şeydir. Ses, cisimler birbirlerine çarptıklarında havada oluşan
bir dalgalanmadır (gar’). Bu iki cisim arasında “ses” adı verilen, hangi
hareketle harekete geçmişse, hangi cisme çarpmışsa ve neden meydana gelmişse
onunla arazî bir hareket meydana gelir. Bu sesler, canlıya ait (hayvânî) ve
cansıza ait (gayri hayvânî) olmak üzere iki kısma ayrılır. Canlıya ait olanlar
da kısımlara ayrılır ve canlının cinslerindeki ve seslerindeki ayrılığın
farklılığına göre (farklı) cinslere ayrılır. Allah’ın izniyle bunun
açıklamasını yerinde yapacağız. Canlı olmayan sesler de aynı şekilde iki kısma
ayrılır ve onların iki çeşidi bulunur. Bunlar doğal ve yapay seslerdir. Doğal
sesler, gök gürültüsü, rüzgâr ve şimşek sesleri ya da cansız cisimler (cemâdât)
gibi ruhu olmayan cisimlerin sesleridir. Demir, taş, odun ve benzeri şeylerin
sesleri gibi. Yapay şeyler ise insan yapısı cisimlerdir. Davul, zurna, düdük,
saz ve darbuka sesi gibi... Birbirlerine çarpma ya da birbirlerine karışma
olmaksızın bunların hiçbirinde, doğal ya da yapay, herhangi bir ses ortaya
çıkmaz ve hareketleri işitilmez. Eğer neyzen neyi üflemeseydi, sazende sazın
telini hareket ettirmeseydi, darbukacı darbukadaki taşı oynatmasaydı bunların
sesi olmayacak ve ses duyulmayacaktı.
Gök
gürültüsünün sesine gelince, Haşeviyye[100]
onun bulutu taşıyan, hareket ettiren ve sağa sola ayıran melekten
kaynaklandığını söylemiştir. Melekler gök gürültüsünün sağında ve kuzeyinde
Allah’ı anmakta, gök gürültüsü sustuğunda da susmaktadırlar. Bu büyük
hezeyandan sana sığınırım Allah’ım. Bu Haşeviyye grubunun âlimleri nezdinde
bundan daha büyük bir basiretsizlik, akıl kıtlığı ve tam bir cehalet yoktur.
Astronomi
bildiğini iddia eden başka kimseler, gök gürültüsünün bulutların çarpışmasından
ve sislerin bir araya gelmesinden meydana geldiğini söylemişlerdir. Bu hatadır.
Zira bulut buhara bağlı bir cisimdir. Buhar yeryüzünden latif bir halde yükselir.
Sonra birbiriyle kaynaşarak yoğunlaşır ve o, sesi olmayan bir cisimdir.
Diğerleri
ise gök gürültüsünün, bulutu yakan bir rüzgâr olduğunu söylediler. Rüzgâr
bulutu yakınca onu ayırır ve parçalar; o ikisinin arasından ses meydana gelmez.
Geriye
doğru söz kaldı. O da buharın, havanın bulutunda tutunana dek inceliğiyle
yükselmesidir. O, nemli ve kuru olmak üzere iki çeşittir. Bunlar
toplandıklarında, yoğunlaştıklarında, karıştıklarında ve birbirlerine
bağlandıklarında nemli buhar, yoğunluğunun kuvveti ve nemliliğinin şiddeti ile
kuru buhar ile bağlanır. Bu buharın ancak çok zor bir geçidi olur. Kuvvetiyle
toplanır ve inceliğiyle havayı yakar. Azlığı ve çokluğu ölçüsünde ondan bu ses
meydana gelir. Yükselmek isteyip de bir geçit bulamamış olabilir. Kuru buhar
geri dönmüş, alçalmak istemiş ve ateş çıkarmış ya da ondan şiddetli bir ateş
çıkmış olabilir. Yıldırım olarak adlandırılan budur. Şişkin kırba (çamur
kap)’dan meydana gelen ses gibi... Kırbanın üzerine yüksekten ağır bir taş
düşüp onu yardığında ve içindeki hava bir kerede çıktığında, ondan şiddetli bir
ses meydana gelir ki o ses yıldırım (saika) olarak adlandırılır. Bu
sesi, buranın yakınındakiler duyar. Bu buhar değişebilir ve bulutun içinde
dönen bir rüzgâr olur. Oradan çıkmak ister de ondan ses ve gurultu işitilir.
Hayvanların ve insanların karınlarından, karında bulunan yiyeceklerden dolayı
meydana gelen yellenme sesinin işitilmesi gibi.
Bölüm
Sonra
bil ki, şayet ilahi gözetim, Rabbânî siyaset, Yüce Allah’ın rüzgâr küreyi bulut
kürenin yukarısında, yeryüzünden ihtiyaç ölçüsünde bir uzaklıkta yapmakla yaratıklarına
rahmeti ve kullarına şefkati olmasaydı; yine parçalandığında yukarı çıkmaya
istekli olmasını bulutun bir özelliği yapmasaydı, hareketinin yukarıya doğru
olmasını havadaki gökkuşağının bir özelliği yapmasaydı, tüm bunlar olmasaydı
gök gürültüsünün sesleri ve şimşeğin parıltısı canlıların kulaklarına ve
gözlerine zarar verir, onları helak ederdi. Nitekim bu durum zaman zaman
olmaktadır. Zira bulutlar toplanıp birbirlerini ittiklerinde sıkışırlar ve
yeryüzünün yakınına gelirler. Bundan gök gürültüsü meydana gelir ve bulutlar
alt tarafından parçalanır. Bundan da havada gökkuşağı ve yeryüzünde de düşük
itişme/basınç (tedâfuj meydana gelir. Bundan “yıldırım” adı verilen şiddetli
bir ses ortaya çıkar. Bu mekâna yakın olan canlıların çoğunu öldürür ve bazı
gevşek cisimleri yakabilir. Çünkü o, latif bir ateştir. Katı cisimlere
gelince, onlardaki etkisi azdır. “Meteoroloji Risâlesi”nde bunun bir
kısmını açıklamıştık. Şayet konumuzdan uzaklaşma durumu olmasaydı bu meseleyi
tam ve mükemmel bir şekilde açıklardık.
Sonra
bil ki, aklen canlının ancak sebeplerin temas etmesi veya cisimlerin birlikteliğinden
meydana gelmesi gibi sesler de ancak cisimlerde bulunur ve cisimler hareket olmadan
ses çıkarmaz.
Sonra,
sesler sonradan olmuş (hadis) arazlardır. Cevherler onları taşıyan cisimlerdir.
Şayet iddiacının ya da itirazcının birisi derse ki: Cisimlerin dışında ve
cisimlerin hareketinin dışında da sesler bulunmaktadır. Zira bir konuşmacı
dağın eteğinde konuşsa ya da bir kuyu ya da nehrin içinden bağırsa ona cevap
veren kişi onun sözünün benzeri ile karşılık verir. Konuşmacı, cevabını cisim
ve cismin hareketi olmaksızın işitir. Aynı şey, yavrulama ve nikâhlanma
olmaksızın meydana gelen canlılarda da görülebilir. Sirke kurdu, hurma güvesi
ve çürüme, nem ve benzeri şeylerden oluşan canlılar gibi. Bil ki durum bu
itirazcı ve bu iddiacının dediği gibi değildir. O, bunları ve onların
kendisinden olmalarını ve kendisinden kaynaklanmalarını gerektiren sebepleri
bilmemektedir. Gördüğü varlıklar hakkında da hata etmiştir. Edindiği bilgi ile
tanıması (marifet) kıt olmuştur. O, dağdan ve kuyudan ses işittiğinde onun
kendisine kendi cevabı ile cevap verdiğini ve kendi sözü ile karşılık verdiğini
zannetti. Ya görmediği bir canlıdan ve belirleyemediği bir şeyden duydu ya da
dağ onun cevabı ile konuştu ve kuyunun dibi sözüne cevap verdi. Bu aklı olmayan
ve marifete sahip olmayan kişinin kuruntusudur. Onun işittiği ses, kendi sesi
ve havada kendisinden ortaya çıkan harekettir. Zira o, dağın tepesinden ve
kuyunun dibinden duvara doğru bağırdı. Konuşanın boğazından kürevî bir şekil ve
arza ait bir nakış çıktı. Hava onu, o yere ulaştırana dek götürür. Onu, delip
geçmesini ve yayılmasını engelleyen şeye çarptırır ve geri döner. Ondan bu ses
duyulur ki ona yankı denir. Bunun açıklamasını yerinde gerektiği şekilde
yapacağız.
Bölüm
Bil
ki, ses sahiplerinin seslerindeki asılları bilmek, sıcaklık, soğukluk, nemlilik
ve kuruluktan ibaret olan dört unsuru, bilinen dört rüknü, onların birbirlerine
dönüşümlerini, zaman ve mekânlarda birbirlerine karışmalarını ve onlardan
arazilerde ve madenlerde olanı bilmekle olur. Kim düşüncesi, basiretinin
etkisi, düşüncesinin kalitesi ve gözü keskinliği ile bunu araştırırsa dört rüknün
doğu, batı, kuzey ve güneyden oluşan dört yönünün olduğunu bilir. Bu yönlerin
de dört kazığı/direği (evtâd) vardır. Bunlar doğan, batan, yer altındaki
direk (kazık) ve semanın ortasındaki direk (kazık)’tır. Bu dört sebep, tek
sebebe dönen dört sınırı (hudûd) temsil etmektedir. Bu sınırları bilmek
için bir topluluk vardır. Onlara bunlardan sorduğunda sana öğretirler; onlara
yöneldiğinde sana doğru yolu gösterirler. Bu rükünlerin dönüşümünden oluşan
kâinatın dört çeşidi vardır:
Hava
olayları, havaya ait değişimler ve rüzgârlar, yağmurlar, gök gürültüsü, şimşek,
kar, ay ve güneşin etrafında görülen halkalar (hâlât), bulutlar, kuyruklu
yıldızlar, şafağın kızıllaşması ve ufukta ortaya çıkan aydınlık gibi havada
meydana gelen şeyler onlardandır.
Yerin
içerisinde olanlar onlardandır. Orada sıkışmış buhar, yoğunlaşmış hava, meydana
gelen depremler, sarsıntılar, ay tutulması ve çökmeler ile tabiatın yerin içerisinde
gerçekleştirdiği şeylerle buharıyla ısıttığı ve ateşiyle pişirdiği sıvı, katı,
olgun ya da bozuk olan şeyler gibi... Altın, gümüş, bakır, demir, kurşun, cıva,
kükürt, neft, tuz, şap, kara boya madenleri ile erimiş ve donmuş diğer madenî
varlıklar gibi. Bu, faydası çok olan marifet ilmidir. “Madenler Risâlesı’nde
bir kısmını izah etmiştik.
Yeryüzünün
yüzeyinde “büyüyen/artan (nâmiye)” adı verilen varlıklar onlardandır. O iki
çeşittir: Potansiyel (bilkuvve) büyüyenler ki onlar bitkilerdir. Hayatla
büyüyenler ki onlar canlıların hepsidir. Bütün canlıların oluşumu iki türlüdür:
Doğurma ve var etme/yaratma (tekvin). Doğurma, canlı cisimlerin
birbirleriyle temas kurmasından meydana gelir. Canlılarla ilgili risâlemizde,
tabiatların birbirleriyle karışmasına temas etmeksizin bu konudan (yani
bunların oluşumundan) bahsetmiştik. O (oluşturucu sebep), ilk nikâh
(birleşme)’tır ve aslolan da budur. Tabiatlar karıştığında ve birbirleriyle
doğal bir birleşme (nikâh) ile birleştiklerinde, bir etki ile harekete geçen
kuvvet (el-kuvvetu l-münfaile), harekete geçiren kuvvetten (elkuvvetu'l-fâile)
o mekândaki maddeden ve bu zamanda görünen (hey et) şeylerden kabul etmesi
kolay olanları ölçüşünce alır. O ikisinin arasında canlı meydana gelir. Bunun
delili, içinde tek tabiat bulunan cisimlerde canlı meydana gelmemesi ve diğer
katı cisimlerde, hava onlara karışmaktan kaçındığı için canlı bulunmamasıdır.
Havanın girmediği hiçbir yerde canlı bulunmaz. Hava, unsurların kuvvetlerini
bir araya getirir, onların aralarını birleştirir, onları karışım ve katışım
hareketiyle hareket ettirir, onlara nemlilik, çürüme, sirkeleşme ve bileşme
özellikleri kazandırır. Sıcaklık meydana gelir ve bu mekân aşılanarak havadan
çürümeyi kabul eder. Unsur unsurla birleşir, iki kuvvet birbirine karışır.
Erkek konumunda kuru, sıcak buhar; dişi konumunda soğuk, nemli buhar oluşur. O
ikisinin birleşmesi nikâh gibidir. O ikisinin arasından canlı meydana gelir.
Yüce Allah bunu Kur anda zikretmiş ve şöyle demiştir: “Rüzgârları aşılayıcı
olarak gönderdik''[101]
Buradaki rüzgârlar harekete geçiren (fâile)’dir. Dilcilerin uzlaştıklarına
göre, Arapçada bu kelime (melâkıh) esasen ceninler hakkında kullanılır. Burada
değişim ve dönüşüm söz konusudur. Anlam anlaşıldığında Arap bir şeyi diğer
şeyle değiştirir, dönüştürür ve öne alır. Kendisine konuşulan kişi, konuşanı
anlar. Onun anlamının ceninler olduğunun delili, dildeki “toprağı aşıladı (lekaha)
ve hurma aşılıdır (lâkıha)" ifadeleridir. Lâkıhanın çoğulu
levâkıh’tır. Burada özne/etkin (fâil) kalıbında olan lafız tümleç/edilgen (mef’ül)
lafzına dönüştürülmüştür. Yüce Allah’ın dediği gibi: ‘'Atılmış bir sudan
(mâin dâfiq) (yaratıldı)"[102]
Aslında o, “medfûk” şeklindedir. Çünkü ism-i fâil olan rubâi (kökü dört harfli
fiilin) kalıbı “muf’il” şeklindedir. İsm-i mef’ül olan sülasi ise “fa'îl”
veznindedir. Fâil vezni bazen fâil, bazen de meful olabilir. Anlam buna işaret
ediyor. Senin aslında mef’ül kalıbının verdiği anlamı kast etmek için fâil
kalıbı kullanarak şöyle demen gibi: Katil (katil), yaralı (cerîh)
ve saralı (sari’). Bazen de fâil kalıbıyla eylemi yapanı kast edersin.
Mesela, Kerim (kerîm), merhametli (rahim) ve ilim sahibi (alîm)
kelimeleriböyledir.
Aynı
şekilde bunu tabiatın işleyişinde bulursun. Rüzgârlar ağaç ve diğerlerinin
aşılayıcısıdır. Öyleyse bunun karışma ve katışmayla nasıl olduğu açığa çıkmış,
karışmamış olandan meydan gelmesi geçersiz (bâtıl) olmuştur. “Doğal nikâh”
sözümüz mecaz anlamındadır. Onunla unsurların birbirlerine karışmalarını kast
etmekteyiz. Nikâh olmaksızın canlının olmayacağına ve araza ait bir sesin ancak
bir cevherden olabileceğine delil getirmiştik. Şimdi sesler konusundaki prensibe
(asi) dönüyoruz.
Bölüm
Şimdi
bil ki, sesler iki çeşittir: Anlaşılan (mefhûme) ve anlaşılmayan (gayr-ı
mefhûme). Anlaşılan sesler, canlı sesleridir. Anlaşılmayan sesler, taş, kuru
çamur parçası ve diğer madeni şeyler gibi diğer cisimlerin sesleridir. Aynı
şekilde canlılar da iki çeşittir: Konuşan (mantıkiyye) ve konuşmayan (gayr-ı
mantıkiyye). Konuşmayan canlılar, konuşmayan canlıların sesleridir. O, sesler
olarak adlandırılan nağmelerdir. Konuşma olarak adlandırılmaz. Çünkü konuşma
ancak bir çıkış yerinden çıkan seslerde olur. Harflerin sıfatından çıktığında
harflerle kesilmesi mümkündür. Şiiri, tertibi ve vezni doğru dile imkân tanır.
Ehli arasında bilinen bir dille, anlaşılır bir şekilde ortaya çıkar. Bu
konuşmayla, hayvanlara değil de insanlara mahsus olan emir, yasak, alma, verme,
satma, satın alma, vekil tayin etme ve buna benzer işler gerçekleşir. Bu, ses
ve konuşma arasındaki farktır.
Seslerin
diğer canlılardan çıkmasına gelince o, akciğerden göğse doğrudur. Sonra boğaza,
ardından ağza gelir. Sonra canlının büyüklüğüne, akciğerinin kuvvetine ve
çenesinin genişliğine göre ağızdan şekil çıkar. Gırtlak her genişlediğinde, iki
çene aralandığında ve akciğer büyüdüğünde kuvvetinin ve zayıflığının ölçüsüne
göre bu canlının sesi artar.
Eşek
arıları, çekirgeler, ağustos böceği, orak kuşu ve benzeri gibi akciğeri olmayan
canlıdan meydana gelen sese gelince, bunlar havayı iki kanadına yayarak, ağzını
açarak alır ve hava çarpar. Ondan sese benzeyen vızıltı ve çınlama ortaya
çıkar.
Yılanlar,
tırtıllar ve bunlar gibi hareket eden şeyler gibi dilsiz hayvanların akciğerleri
yoktur. Akciğerleri olmayanların da sesleri yoktur.
İnsan
canlısının sesleri iki çeşittir: Delâlet eden(bir anlamı gösteren) ve delalet
etmeyen sesler. Delalet etmeyen ses, hecesi olmayan ve anlam içeren ayırt edici
harfler kullanılmayan sestir. Ağlama, gülme, öksürme, inleme ve benzeri şeyler
gibi... Delalet edene gelince o, bulunduğu herhangi bir dilde ve söylendiği
herhangi bir lafızda hecesi bulunan kelam ve söz gibi şeylerdir.
Anlaşılanı
ve anlaşılmayanı, canlısı ve cansızıyla bütün bu sesler, cisimlerin çarpışmaları
ve hayvanların boğazlarını sıkmalarıyla havada meydana gelen sestir. Zira hava
aşırı inceliği, cevherinin saflığı ve parçalarının hareketinin sürati dolayısıyla
bütün cisimlere girer, onlarda ilerler, içlerine ulaşır ve onları birbirlerine
doğru hareket ettirir. Cisim cisme çarptığında bu hava o ikisinin arasından
ayrılarak bütün yönlere doğru itişir ve dalgalanır. Onun hareketinden, cama
üflendiğinde cam macununun genişlemesi gibi genişleyen bir kürevî şekil meydana
gelir. Bu şekil her genişlediğinde bu sesin kuvveti, sona erene dek azalmaya
devam eder. Bunun örneği, geniş bir yerde bulunan durgun bir suya taş atmandır.
Bu suda, taşın düştüğü yerde daire meydana gelir, suyun yüzeyine doğru
genişlemeye ve diğer yönlere doğru dalgalanmaya devam eder. Her genişlediğinde
hareketi zayıflar ve sonunda yok olur gider. Bu yerde veya burasının yakınında
bulunan bir canlı bu sesi işitir. Havada cereyan eden bu dalgalanma onun
kulağına ulaşır ve kulağının içine girer. İki kulağın derinliklerinde yerleşmiş
olan hava, beynin nihayetinde sona eren bu dalgalanma ve hareketle işitme
kuvvetine göre hareket eder. Sonra çıkışı olmaksızın durur. Onu beyne götürür,
beyin de onu kalbe götürür. Kalp, bu duyunun kendisine ulaştırdığı mesajı
anlar. Şayet mana içeren anlamlı bir ses ise marifet ona yönelir. Anlamsız ize
bu ses konusunda cevherinin saflığına uyması gerekir. Hangi cevherden ortaya
çıkmıştır ve hangi hareketten kaynaklanmaktadır? O, bunu sesin mahiyetinden,
dalganın, sedanın ve işitme duyusuna ulaşan hareketin keyfiyetinden çıkarır.
Bunun örneği tas çınlamasıdır. İnsan bunu işittiğinde şöyle der: “Bu tas
çınlamasıdır”. Ona ya bir canlı tarafından ya da kasıt ve maksat olmaksızın bir
şeyin düşmesi neticesinde, isabet eden başka bir şeyin çarpmasından meydana
gelmiştir.
Demir,
altın, gümüş ve benzerlerinin sesleri de böyledir. Bunların sesleri ortaya
çıktığında, cevherlerinin farklılığına ve tabiatlarının sertlik, gevşeklik,
yumuşaklık ve kuruluk yönünden başkalığına göre farklılık oluşturur. Bu konunun
örneği, hayvanların sesleridir. Her nefesi kuvvetli ve ciğeri sağlam olanın
sesi, hareketinin şiddetinden dolayı daha büyük ve havadaki mesafesi daha uzak
olur.
Benzer
şekilde daha sert ve daha kuru madeni cevherlerden olanlar daha çok çınlar ve
daha çok ses çıkarır. Ses çıkarması için yapılmış olmasında ittifak edildiğinde
ki, çıngırak ve darbukada olduğu gibi,bundan maksat, surlarda ve sınırlarda
yapılmış kalelerde ses ve gürültü çıkarmak olduğundan, onların sesleri ve çınlamaları
havada bu kapların genişliği ve darlığı ölçüşünce kalır. Bakırın sesi, kuruluğu,
sertliği ve sıcaklığının kuvveti dolayısıyla hafif ve saftır. Kurşundan,
bakırdan yapıldığı gibi akustik ve ses çıkaran aletler yapılması mümkün
değildir. Demir, bakıra karıştırılırsa onun ses ve gürültü çıkarması söz konusu
olur. Altının, kendi tabiatını andıran kendine mahsus bir sesi vardır ve çok az
akustiği vardır. Onun sıcaklığı ölçülü, tabiatı yumuşak ve tabiatının cüzleri eşit
bir haldedir. Gümüş bundan farklıdır. O, altından daha şeffaftır, çalındığında
sesi ondan daha güzeldir. Aynı şekilde kurşunun bakır ve demir gibi sesi
yoktur. Bu, kurşunda yeryüzüne ait (arzî) cüzlerin fazla olmasından ve cisminin
yoğunluğundan dolayıdır. Sesi, taş sesi ile o ikisinin arasında bir sesi
andırır. Bu örneklerden hareketle insanın ölçülü konuşması bulunabilir. Ölçülü
ses, aslan sesi, at kişnemesi, eşek anırması ve benzeri sesler gibi sınırı
aşacak yükseklikte olmamalıdır. Balığın susması gibi sessiz de olmamalıdır.
Canlıların çoğunun seslerinin hafifliği gibi hafif de olmamalıdır. Ancak o,
bunların arasında orta yerde olmalıdır.
Kim,
havada kalıp bekleyen uzun bir sesi olmasını istiyorsa bunu bilerek yapsın ve
havayı biriktirmeye çalışsın. Buna, gönderdiği havanın içinde biriktirdiğine
denk gelmesine kadar devam etsin. Eziyet ve elem çekse de, bunu yapmakla
istediği şeyi elde eder. Altının tabiatının ölçülü olması gibi, tabiatı
genişlediği için sesi genişler ve ölçülü olur. Cevherlerin en üstünü ateşte
eriyendir. Aynı şekilde insan da hayat süren hareketli canlıların en
şereflisidir.
Bitkilerin
de sesleri vardır. Sertliği daha çok ve bir arada bulunması daha fazla olan
bitkiler onlardandır. Onların diğer sesler gibi tabiatları yoktur. Dokunulduğunda
ses çıkarırlar. Sâc ağacı[103],
abanoz ve benzerleri gibi. İncir ve firavun inciri kütükleri ve benzerleri
gibi, sıcaklığı az olan bir cisme girmiş olanların sesleri az olur.
Dokunulduğunda ve bir cisimle hareket ettirildiğinde hareket ettirenin hareketinin
kuvvetinden ve bu sesin ses çıkarandan kaynaklanmasından dolayı ses havada
ortaya çıkar. O, tabiat olarak böyle yaratılmış/şekil verilmiş (mecbûlun
aleyh) değildir. Kuvvetine göre bu ortaya çıkan sesin havada insan ve diğer
canlıların kulaklarıyla ilişki kurması söz konusudur. İnsan kütük, demir, su
ve rüzgârın sesini duyduğunda onların her birinin sesleri hakkında konuşma
imkânı bulur ve onları kendisinden kaynaklandığı ve ortaya çıktığı şeye nispet
eder. Hayvan bunu yapamaz. O, insanın konuşma ve açıklama kuvvetiyle
işittiklerini izah etmesi gibi izah edip açıklayamaz. Bu sayede insanın diğer
canlılara üstünlüğü ortaya çıkar. Aynı durum koklama[104]
duyusunda cereyan eder. O, bu duyusu sayesinde havayla ilişki kurar. Kendisinde
bulunan bu duyuyla bütün kokulardan haber verir ve onları ait oldukları koku
sınıfına ait kılar. Aynı şekilde cisimlere dokunduğu ve duyu, cismin nemli ve
kuru, sıcak ve soğuk, yumuşak ve sert ve benzeri olduğunu anladığı vakit, bunu
dokunma duyusu haber verir. Görme duyusuna gelince o, hissedilen şeyleri (mahsûsât)
bilme konusunda diğer duyulara ihtiyaç duyar. Çünkü onun hissetti-
gi
şeyler onu aldatmış olabilir. Onunla diğeri arasındaki mesafenin uzaklığından
dolayı büyük bir şeyi küçük olarak görmen; geniş bir alanda küçük olanı büyük
olarak görmen; düz olanı eğri olarak görmen gibi. Sudaki gemi küreği ve benzeri
şeyler gibi...
Bölüm
Sonra
bil ki, bütün duyuların karar kıldığı ve sonuçta vardığı yer kalptir. Yanında
da sığınağı vardır. Bütün duyulayıcıların kendileri için yapılmış özel duyuları
vardır. Onu aşmaz ve ondan başkasına dokunmazlar. Göz, görmeye, kulak işitmeye,
ağız tatmaya ve burun koklamaya tahsis edilmiştir. Bu duyulardan her biri,
hissettiği varlıkları kalbe götürür. Onlar vasıtasıyla kalp duyusu anlaşılır.
Sonra,
sen duyulardan bir şeyi algılayıp onu kabul ettiğinde kalp duyusunun kuvveti,
onu algılaması için kalbe iletir. Şayet kalp duyusunun kuvveti olmasaydı bu
duyular geçersiz/işlevsiz olurdu. Doğuştan görme özürlü bir kimsenin gökyüzünü
ve onun hangi yönde bulunduğunu tasavvur etmesinin mümkün olmaması gibi...
Çünkü o, yönü görmez ve görme duyusu onu kendisiyle uyumlu olan kalp duyusuna
iletir. Çünkü görme duyusu, hissettiği varlıkların etkilerini kendisiyle uyumlu
olan ve kendisine iletilenleri koruyan aklî kuvvete iletir. Bunun için Yüce
Allah şöyle buyurmuştur: “Gerçekte gözler kör olmaz. Ancak kalp gözleri kör
olur."" “Duyu ve Duyum" adlı risâlemizde burada
açıkladıklarımızın dışında bazı şeyler açıklamıştık.
Sonra
bil ki, bedendeki kalp, insan suretinde tasarlanmıştır. Çünkü o, canlı bedenindeki
en üstün organdır. Zira onun, dışardaki görme duyusunun göremediği şeyleri
kendisiyle gördüğü gözü (basiret) vardır. Yine onun kendisiyle sesleri
algıladığı ve algıladığı şeyleri işitme duyusuna ilettiği kulakları vardır.
Onun dokunma duyusu vardır. Bununla, âşığın, âşık olduğu kişinin sarılmasına ve
yapışmasına arzu duyması gibi hissettiği şeyleri kaybettiğinde onlara özlem
duyar.
Aynı
şekilde doğuştan görme engelli olan bir kimse kalbiyle eşyanın şeklini tasavvur
edemez. Çünkü görme duyusu kalbe ait olan duyuya bir şey iletemez. Bu duyu boş,
bozuk ve kapısı kapalı olarak kalır. Bu kapıyı hiç kimse çalmaz ki, görme
engellide bu duyuyla bir tanıma/bilme (marifet) meydana gelsin. Bu duyuların
her birinin, bizzât algıladıkları ve arazla algıladıkları şeyler vardır. Onlar
arazla algıladıkları şeylerde hata yapmazlar. Bunun örneği gözdür. Ona bizzât
görünen şeyler nurlar, ışıklar ve aydınlıklardır. Ancak onların renkleri
algılaması nur ve ışığın aracılığı ile olur. Diğer cisimler ve onların
yüzeyleri, şekilleri, konumları, uzaklıkları ve hareketleri ise renklerin
aracılığı iledir. Çünkü rengi olmayan hiçbir cisim kesinlikle algılanmaz.
Bizzât algılanan şeylerde ise, onunla göz arasında algılama konusunda aracı yoktur.
Çünkü göz, ışık ve nuru algılamada başka bir şeye ihtiyaç duymaz. Karanlığın
algılanmasında da durum aynıdır. Gözle renklere bakma arasında bir tane aracı
bulunur ki o da ışıktır/nurdur. Kendisiyle cisimlerin nasıllığını ve
sebeplerini algılaması arasında nur ve renkler olur. Onunla bakış arasındaki
vasıtalar çoğaldıkça hata ihtimali artar ve duyu, o konuda bakışını
doğrulayacak ve haberini doğrulayacak diğer bir
11.
Hac, 22/46.
delile
ihtiyaç duyar. Serap görme böyledir. Göz, suyun renginden beyazını ve ışıktan
da parıltısını alır. O konuda bakış aldanır ve bakmayla bakılan şey arasına,
durumun bu şekilde olduğuna dair hüküm verme konusunda uzaklık girer. Böylece
gördüğü şeyi su zanneder fakat yanma geldiğinde (suya ait) bir şey bulamaz.
Suya dalmış kayık küreği de bunun gibidir. Göz onu eğri görür. Zira o ikisi
arasında diğer bir aracı vardır ki o da sudur. Suda bulunan eşyaların durumu bu
şekildedir. Göz onu olduğu gibi algılayamaz. Uzak bir şeyin hali de böyledir.
Onunla göz arasındaki aracılar çoktur ve bunlar da ışık ve havadır.
Uzaklaştıkça küçülür ve gözden kaybolup yok olur.
İşitme
duyusuna gelince o, yalan söylemez, ancak nadiren yanılır. Zira onunla
algıladığı varlıklar arasında sadece bir tek aracı vardır ki o da havadır. Onun
hatası havanın sertliğinden ve yumuşaklığından kaynaklanır. Zira bazen rüzgâr
sert ve hava aşırı hareketli olabilir. Ses çıkaran, kulaklara yakın bir yerde
ses çıkarır ve bu, havanın şiddetinden ve coşkusundan dolayı işitilmez. Bu
sesin hareketi, havanın hareketinin şiddeti ve coşkusu karşısında yetersiz
kalır ve işitme duyusuna ulaşması azalır. Hava sakin olduğunda, bu
dalgalanmanın ve havada meydana gelen hareketin duyuyla bağlantı kurması
mümkün olan bir yerde olduğu zaman bu ses duyuya ulaşır. Şayet mesafe uzak olursa
duyu sesi işitemez, bu hareket son bulur ve duyuya ulaşmadan biter.
Koklama
duyusu da böyledir. Bu duyu, havanın sertliği, yumuşaklığı, sakinliği ve
hareketine göre eşyaları idrâk eder. Zira hava sert olduğunda farklı yönlerde
bulunan kokular azalır ve bunların havadaki hızı yavaşlar. Hava berrak, yumuşak
ve mesafe yakın olduğunda o, hazırda var olan kokularla bağlantı kurar. Uzak
olduğunda bu kokular farklı yönlere dağılır ve onlardan hiçbir şey algılanamaz.
Havanın sesleri ve kokuları kabul etmesine gelince, Allah’ın yardımı ile ben
sana bunu izah edeceğim.
Bölüm
Sonra
bil ki, bütün cevherlerin çeşitleri, unsurları ve bileşimleri farklı ve ayrıdır.
Bütün maddesel (heyûlâni) cevherlerin cevherleri daha latif/ince, rûhânî
yönleri daha fazla ve yetkileri (özellikleri/hâssiyyet) daha büyüktür. Onlar,
şekil almazlar, arazları taşımak için diğerlerinden daha hızlı davranır ve
onları daha kolay kabul ederler. Bunun örneği, tuzlu sudan daha latif/ince ve
daha saf bir cevhere sahip olduğu için yemekleri ve boyaları daha çok kabul
eden tatlı sudur. Canlının daha çok karışıma ve katışıma, daha fazla fayda ve
yarara sahip olması; bu sayede cisimlerin hayatı, hayvan ve bitkinin maddesi
olması gerekir.
Işık
havadan daha latif olduğu için, onun renkleri ve şekilleri kabul etmesi daha
hızlı bir hareketle, daha rûhânî ve basit, yayılması daha ince olur.
Bunun
gibi nefsin cevheri, rûhânî yönden nur ve ışığın cevherinden daha latif ve daha
şiddetlidir. Bunun delili, onun diğer hissedilen ve akledilen varlıkların
etkilerinin hepsini kabul etmesidir. Bu iki sebepten dolayı insan hayal gücü (el-kuvvetu
lmütehayyile) ile duyu organlarıyla güç yetiremediği şeyleri hayal ve
düşünmeye güç yetirir oldu. Çünkü hayal kuvveti rûhânîdir, duyu organları ise
cismânîdir; duyu organları, algılanabilen diğer varlıkları cismânî
cevherlerinde dışarıdan algılar. Hayal gücü ise onları zâtında hayal ve
tasavvur eder. Söylediğimiz şeyin delili beşerî sanatkârların yaptıklarıdır.
Zira bütün sanatkârlar, başlıyor, düşünüyor, hayal ediyor ve yapılmış bir şekli
dışarıdan bir şeye ihtiyaç olmaksızın zihinlerinde şekillendiriyorlar.
Nefislerindeki şeyi fiil olarak açığa çıkarmak istediklerinde, bir mekânda ve
bir zamanda maddeyi (heyûlâ) destekliyorlar. Orada zâtında tasavvur edilmiş
olan şey âlet/edevat ve hareketlerle tasavvur ediliyor. Zira bütün canlılar
görmezler; arazî renkleri ve cevherden kaynaklanan cisimleri hayal edemezler.
Onları işitmez, tasavvur edemez, söze dayalı sesleri hayal edemez ve konuşulan
lafızları düşünemezler. Ancak bileşimi doğru ve duyuları sağlıklı olan bir
insan, bir sözü anladığında tanımlandığı zaman anlamı hayal etmesi mümkün
olur. Konuşmaktan maksat sözü iletmektir. Her sözün anlamı yoktur, dinleyene ve
konuşana fayda sağlamaz. Bütün anlamların bir lafız ve bir dilde açıklanması
mümkün değildir. Onları bilmek de mümkün değildir. Nefislerinde olanı
açıklamaktan hoşlanmayan bütün konuşan canlılar; yok olmuş insanlar ve susan
cansız cisimler gibidirler.
Bölüm
Sonra
bil ki, sözdeki anlamlar ruhlara benzer. O anlamların lafızları kendileri için
cesettir. Ruhlar ancak cesetler yoluyla canlandırılır. Söz iki çeşittir:
Faydalı ve faydasız. Fayda, bilinmeyen bir şeyi haber verme yönüyle ilgili
olarak gerçekleşir. Bilinmeyen (meçhul), kendisinden haber verilendir. Haber,
(bir anlama) delâlet eden ve delalet etmeyen olmak üzere iki çeşittir. Haber,
görülmediği, zaman geçtiği ve söyleyen kişiden işitilmiş olduğu açıklandığı
için, onu söyleyen kişiyi doğrulamanın ve yalanlamanın olanaklı olduğu her
sözdür. Filan şehrin, ahalisiyle birlikte mamur vaziyette olduğunu ve ölmüş
olan falan kişinin, filan işlerin ve açıklamaların sahibi olduğunu haber veren
kişi gibi. Bahsettiği şehrin durumu görülmediği ve ölü hâlihazırda yaşamadığı
için bunu işiten kimsenin söyleneni doğrulaması ve yalanlaması mümkündür.
Aynı
şekilde haber verme üç kısımdır: Ya içinde bulunduğumuz zamandan öncesiyle; ya
görülenin dışıyla; ya da zaman ve mekânda var olanla alakalıdır. Bunun
denenmesi (ve ifadesi/imtihan), oldu (kâne), olacak (yekûnu) ve
olan (kâin) iledir. Oldu, geçmiş zaman içindir. Olacak gelecek zaman
içindir. Olan, şu anda var olan içindir. Bütün bu kısımlara (önerme yapılırken)
olumluluk (mucibe), olumsuzluk (salibe), konu (mevzu) ve
yüklem (mahmûl) işin içine girer. Bunlar haberin kısımlarıdır. Haber
aynı şekilde zorunlu (vâcib), câiz/mümkün ve imkânsız (mümteni)
şeklindeki üç anlamın dışında değildir. Zorunlu ve imkânsız, doğruluk ve
yanlışlık durumlarına bir şeyin kanıt olmasına gereke kalmadan bilinen
şeylerdir. Bunun örneği, bir adamın “Yeryüzü akımdadır, gökyüzü de üstümdedir”
diyen kişiyi duymasıdır. O, söylenenin doğruluğundan şüphe etmez ve buna delil
getirmeye ihtiyaç duymaz. Bu -doğru bir söz olsa bileyanlışlığına delil
getirilmeye ihtiyaçsız da değildir. Bu cümleden bir fayda (anlamlı bir haber)
meydana gelmez. Aynı şekilde bunu söyleyenin sözünde ve bunu işitmekte de
fayda yoktur. Bu, konuşan bakımından bir üstünlük sayılmayıp; belki onun
hezeyanına işarettir.
Aynı
şekilde bir kimse şöyle diyen birini işitse: “Ben dağı taşıdım, ateşe daldım ve
denizin üzerinde ağaç bitmiş olduğunu gördüm.” Bu kişinin yalancılığında ve
sözünün yanlışlığında da şüphe yoktur. Bu, haberin imkânsız (mümteni7)
kısmıdır.
“Caiz/mümkün’e
gelince, onun doğru ve yanlış olması için delil istenmesi gerekir. Bunda fayda
vardır. Bu delille dinleyen faydalanır ve soran kişi delili sorar. Kendisiyle
hakikati bilmeye götüren anlam, haber verme esnasında doğru ve yanlış olması
mümkün olan şeydir. Yine o, bir kimse kendisine doğru ve yanlışı kesin olarak
ulaştırdığında onun doğruluğundan veya yanlışlığından emin olmaktır. Bilir ki
bu, akıl sahiplerinin incelemelerinin doğruladığı bir hakikattir. Şehrin mamur
olduğunu haber veren kişinin ya da haber veren kişinin tanımladığı şekliyle
ölünün halinin bilgisi gibi. Haberin doğruluğu daha önce birisinden
öğrenilmişse haber verenin yalancılığı olumsuz olur. İrfan sahipleri nezdinde
bulunup akılların hüküm verdiği ve kesin kanıtların (berâhîn) kanıtladığı
şeyler de bunun gibidir. Onlar ortada olmayanı/görmedikleri şeyi (gâib),
görüleni biliyormuşçasına biliyorlar. Getirdikleri delil ve kesin kanıt örnek
gibi olur. Çünkü örnek, haber verilenin şekli ve sıfatlarıyla haberin anlamına
delil getirilen şeydir. Bunu bil.
Bölüm
Sesin
Aslını ve İnsanlar ve Hayvanlar Yaratılmadan Önce
Ay Feleğinin Altındaki Başlangıçtaki Cisimleri Bilmeye Dair
Yüce
Allah’a güvenerek diyoruz ki: Allah dilemesiyle gökleri yarattı, sanatıyla onu
sağlamlaştırdı, hikmetiyle düzenledi, yeri onun altına döşek yaptı, havayı
yerle gök arasına bir ferahlık olarak yaratıp sonra onu yeryüzünün sağma ve
kuzeyine gönderdi, denizleri yayıp onları hareket ettirdi ve dalgalandırdı bu
durumda hava cesetlere sirayet etmiş ruhlar gibi oldu. Bu risâlenin başında
bahsedildiği gibi havayı dört yöne dağılmak, denizleri toprakla karıştırmak ve
tabiatlarını birbirlerine girdirmek üzere bu haliyle var etti. Havanın
hareketiyle ses çeşitleri meydana gelir. İnce ses, çınlama, dağların birbirine
cevap vermesi, deniz dalgalarının sesleri, çöllerde ve çorak arazilerde
rüzgârların esmesi... Madenler, meydana gelecekleri özel yerlerde oluştular.
Buharlar birleştiler, çiğler yükseldiler ve bulutlar üst üste yığıldılar. Hava
kürenin sonuna yükseldiler. Şiddetli soğuk/Zemherir kürenin altına asıldılar.
Eterin (esir) alevi onu sıktı. Meyilli/sarkık yıldızlar (el-kevâkibü’l-mâile)
onları ele geçirdi ve yağmurları yeryüzüne gönderdi. Hava ona katıldı ve
onları harekete geçirdi. Yıldızlar ışıklarını yaktılar. Güneş onları gözledi ve
büyüyen nefis (nefs-i nâmiye) kuvveti onlar hakkında sevindi. Yeryüzünde
büyümeye ve artmaya başlayan ilk şey, bitkilerin suretleridir. Bazı âlimlerin
söylediği gibi, yeryüzü bu dönemde üç bin yıl boyunca sadece denizler, dağlar,
bitkiler ve ağaçlardan ibaret olarak bu halde kalmaya devam etti. Orada
rüzgârlar esiyor, havaya ait sesler birbirlerine cevap veriyorlardı. Nefis
havada tecelli etmişti; nur ve ışık kuvvetine bağlıydı. Cismânî işleri düzenliyor,
cansız cisimlere ait tabiatları ve yıldızların ruhanî âlemlerini hava âlemine
bitişik olarak oluşturuyordu. Onlar Hz. Âdem’den önce yeryüzünün sakinleridir.
Bu şekilde takdir edilmiş olan bu süre tamamlanınca yeni bir devir başladı.
Allah, ikinci oluşumun (en-neş'etü’s-sâniye) meydana gelmesini ve İnsanî
suretin açığa çıkmasını istedi. Âdem ve Havva’yı topraktan yarattı ve onları
niteliği olan (mevsûfe) cennete yerleştirdi. Orası, doğu bölgesindeki
Yakut’tur. Onların başlarına gelen geldi. Bu olayı yıldızlarla hesap yapmayı
bilen İranlı bir adam, başından sonuna dek içinde bu olayların bulunduğu açık
bir kitapta anlatmıştır. Şayet bu olay bizim kast ettiğimiz ve murat ettiğimiz
gibi olmuşsa onun bir kısmını anlattık. Ancak biz bunun bir kısmına işaret
edeceğiz. Allah, Âdem’i yaratıp, ölçülü kılıp, ona kendi ruhundan üfleyip,
meleklerini ona secde ettirince, Âdem ve Havva’nın ortaya çıkışı hayvanların
var edilmesinden, yerin mamur hale getirilmesinden, vakitlerin orada bütün
cinsleri ile tamamlanmasından ve çeşitlerinin sona erdirilmesinden sonra oldu.
Hayvanların ortaya çıkışı, bitkilerin ortaya çıkıp yeryüzünde yayılması ve
büyümesinden sonra oldu. Bitkilerin ilk ortaya çıkışları başak burcunun
karşısında ve semânın ortasında; hayvanlarınki boğa burcunun karşısında; Âdem
ve Havva’nınki ise doğu topraklarında ikizler burcunun karşısında oldu. Bunun
için “ikizler” burcuna iki beden sahibi anlamı verildi. Başlangıç oğlak
burcundan oldu. Bu dönemin sonunda Satürn gezegeni ortaya çıktı. Orta nokta
çamurdan düzenlendi ve çoğunluğu karanlıktı. Ağır ve sağlam oldu. Dağlar yüksek
ve sağlam oldu. Yerin içerisinde ilk oluşan maden, kurşun oldu. Bunun için
yeryüzü, Satürn gezegeninden ve onun Allah’ın takdir etmesi ile bu özellikte
olmasından dolayı ağırlığın merkezi ve yoğunlukların karargâhı oldu. Âdem,
Havva ve hayvanlar, “Kitap’ta[105]
anıldığı kadar bir süre temas ve kaynaşma olmaksızın ikamet ettiler. Sonra
Allah, konuşma yeteneğine sahip olan Merkür’e ilham etti ve Havva konuştu.
Allah Âdem’e bütün isimleri öğretti. Onların hepsini bilmeye başladı ve
bitkilerin, madenlerin, hayvanların ve bütün gözle görülen varlıkların tüm
cinslerine, şekillerine, çeşitlerine ve şahıslarına isim vermeye başladı. Sonra
o (bilinen) ağaçtan yiyene dek bu şekilde devam ettiler. O ikisi, bir ceza
olarak cennetten yeryüzüne indirildiler. Yeryüzünde bilinen bir süre ikamet
ettiler. Diğer canlılarla birlikte ağaçların meyvelerinden yiyorlardı. Suların
gözlerinden ve nehirlerden içiyorlardı. Bu, oğlak burcu, boğa burcuna “devir”i[106]
teslim edene kadar sürdü. Çünkü bu, dünyanın menfaatine olan şeylerden
birisiydi. Yeryüzünün mamur olmasının sebebi, Satürn gezegeninin evi (beyt)
olmasıdır.[107]
Satürn, durumu iyi, yolculuğu doğru/düzgün, zirveye çıkmış ve ışıkları
parlaktı. Bu esnada Âdem ile Havva’nın kavuşmaları ve ilişkiye girmeleri söz
konusu oldu. Havva, ondan hamile kaldı. Bu, neslin başlangıcı oldu. Hamilelik
hali “Nutfenin Düşme Yeri” adlı risâlemizde açıkladığımız şekilde gerçekleşti.
O ikisinin çocukları çoğalınca Âdem, onların eğitim, terbiye ve ıslahlarını
üzerine aldı. Onlara ekip biçmeyi, erkekle dişinin evlenmesini öğretti. Âlemi
imar ettiler, hayvanları, onların birbirleriyle olan ilişkilerini ve menfaatleri
gereği talep ettikleri şeyleri gördüler. Davranışlarında onları taklit ettiler.
Yüce Allah, Hz. Âdem, kendisi için iyi olacak ve nesli için kurtuluşa vesile
olacak şeylerle tevbe edince, onu vahyi ve ilhamı ile destekledi. Yüce Allah’ın
istediği kadar bir süre boyunca bu vaziyette ikamet etti. Sonra onu rahmetine
taşıdı (vefat ettirdi). Neslinden ve soyundan onun yerine geçenler onu takip
ettiler. Durum bu şekilde devam etti. Âdemoğlu babasıyla Süryanice konuşuyordu.
Bazıları “Nebatice konuşuyordu” dedi. Birbirlerinin ne dediklerini, ne kast
ettiklerini ve ne istediklerini anlıyorlardı. Her şeyi kendi niteliği ile
nitelendirdiler. Ancak harfler onları birbirine bağlamıyor; yazıyla bir araya
getirmiyordu. Hz. Âdem, yazma ve heceleme konusunda bilgisi olmayan kimselere
eşyayı öğrettiği ve tarif ettiği gibi, onlara bu isimleri telkin ve tarif
yoluyla belletiyordu. Bunun için okuması ve yazması olmayan kimseye ümmî
denir. İnsanlar bu isimleri ve nitelikleri öncekilerden ezberliyorlardı. Boğa
burcu, ikizler burcuna devredene kadar durum böyle devam etti. İkizler burcu,
Merkür gezegeninin evi (beyt), üst kısmın yüksek noktası ve arka kısmın iniş
yeri olduğu için yazma ortaya çıktı. O dönemde harfler 24 tane oldu. O, Yunan
alfabesidir. Çünkü bu alfabe her burca iki harf taksim etmiş ve 24 harf
olmuştur. Bu lafızlar kayıt altına alınmış ve isimler o asrın halkının
dilindeki harflerle yazılmıştır.
Ey
kardeşim! Bu gerçek hikmeti ve sapasağlam sanatı düşün. Her şey nasıl takdir
edilen vaktinde ve uygun zamanda veriliyor. Sesler ve nağmelerden oluşan bu kuvvetlerin
öncelikle göksel âlemlerde nasıl ortaya çıktığına bak. Bu kuvvetler sonra
havanın hareketlerinde, sonra bitkilerin hareketlerinde, sonra hayvanların
cesetlerinde, sonra da insan âleminde ortaya çıkmıştır. Hayvandaki ses farklı
isimlerle adlandırılır. Mesela şöyle denir: Atın kişnemesi, eşeğin anırması,
köpeğin havlaması, öküzün böğürmesi, aslanın kükremesi, kurbağanın vıraklaması
ve diğerleri. İnsana mahsus olan sese gelince, ona kelam ve konuşulan lafız
denir. Mesela şöyle denir: Filan kişi Arapça, Farsça, Rumca ve benzerlerini
konuşuyor. Bunun şerhini ve açıklamasını yapacak, ses ve sözü birbirinden
ayırt edeceğiz.
Bölüm
Ses
ve Söz Arasındaki Farka Dair
Ey
kardeşim! Bil ki söz, farklı mahreçlerden ortaya çıkan, anlaşılan anlamlara
işaret eden ve farklı/parça harflerden oluşan sestir. Harflerin mahreçlerinin
en uzak noktası, boğazın en aşağısıdır. Burası göğsün en üst kısmındadır. Ses,
havanın evi olan akciğerdeki bir cisimdir. Büyük insan konumundaki büyük
âlemdeki sesin aslının, ay feleğinin altındaki şeylerde bulunan hava ve
felekler âlemindeki nefis olması gibi. Bu yüzden küçük âlem olan insanın
akciğerinde ve nefsinin kuvvetinde sesin kendisine işaret ettiği anlamlar
bulunur. Aynı şekilde ay feleğinin altındaki hareketler ve sesler, o üstün
seslerin ve düzenli/intizamlı hareketlerin örnekleri ve belirtileridir. Onlar
ruhlardır, bunlar ise cesetlerdir. Akciğerdeki seslerin aslı, boğaza ulaşmak
için yükselen havadır. Dil onları mahreçlerine göre döndürür. Şayet bu hava,
bir araya getirilmiş ayrı harflerle dışarı çıkarsa anlamı kavranır ve haberi
bilinir. Şayet harflerin dışında, anlaşılmayan bir şey olarak dışarı çıkarsa
anırma, ötme, öksürme ve bunlara benzer şekilde olur. Şayet dil onu, anlaşılan
harfler içerisinde bilinen çıkış yerine (mahreç) ulaştırırsa hangi
lafızla olursa olsun bu, “söz” ve “konuşma” olarak adlandırılır. Bu söz ve
konuşma, tabiatın[108]
onayına ve yardımına göre; sözlerin mahreçleri konusunda harflerin genişliği ve
ifade kolaylığına, tabiatlarının karışımı ve beldelerinin hava ve gıdalarına,
doğum yer ve tarihlerinin kendileri için gerekli kıldığı delillerine göre, bu
dilin aslının ilk meydana getirilişi esnasında takip ettikleri yıldızlara
(gezegenlere), şerî/dinî yönteme, bu asıldan doğan şeylere ve bu çeşitten
bölünenlerin durumuna göre farklılık arz eder.
Sonra
bil ki, dillerdeki farklılıkların temeli, Âdemoğlu’nun evladının çoğaldığı ve
yeryüzünün farklı yönlerine dağıldığı zamana dayanmaktadır. Onlardan her bir
topluluk, yeryüzünün meskûn olan çeyreğindeki iklimlerden bir iklime ve
bölgelerden bir bölgeye yerleşti. O memlekete yerleşmeleri esnasında her
kavmeyedi yönetici gezegenden bir gezegen hükmetti ve onlarla küçüklerinin o
sözleşme üzerine yaşadığı, yaşlılarının da o kaideye göre öldüğü bir sözleşme
imzaladı.
Sonra
bil ki, anlamlı söz, insanlar âlemine mahsustur. O, hangi harflerle yazılmışsa
onlarla tam bir konuşmadır. Hayvanlar konuşma ve lafzî ibareler yönünden
insandan ayrılırlar. Ancak onlar, hayvânî hareketler, cismânî âletler ve
bunlara ihtiyaç duyma yönünden insanlarla ortaktırlar. Çünkü sen hayvanların
çoğunu, bazen kendisi için bazen de yavruları için sesleriyle zararı
uzaklaştırmayı ve faydaları kendine yöneltmeyi ister halde bulursun. Yemeye
ihtiyaç duyup engellendiklerinde ve su içmeye ihtiyaç duyup engellendiklerinde
hayvanların çığlık atmaları gibi. Yavrularını ve kendilerinden uzaklaşanları
çağırmaları gibi... İnsanı taklit eden benzer kuşlarla maymunların, bütün
hareketlerinde ve yaptıklarının çoğunda insanı taklit etmesi gibi...
Hayvan
bu şeyler için ve bunlardan dolayı coşmak, ses çıkarmak ve bağırmak istiyorsa
bu yaptıklarına İlmî bir anlam yüklenemez; bunlara doğal iradelerdir denir.
Hayvanların cesetleri ona göre yaratılmıştır. Onun belli zamanlarda onları
seslenerek çağırması, onlar kendisinden uzaklaştığında ve kendisiyle istediği
şey arasına bir vasıta girdiğinde söz konusudur. Sesiyle genel emre işaret
etmiş olması zayıf bir ihtimaldir. Onların seslerinde anlam yoktur, onların
seslerinden maksat ve kasıtları anlaşılmaz. Tavukların, çoğu zaman ötmeleri
gibi... Geceleri ses çıkaranlar da gündüzleri ses çıkaran da onlardandır.
Hayvanların çoğu böyledir. Ancak onların bütün bunları yapmaktaki kasıtları,
cinslerin birlikte olmaları (ictimâu 'l-cins) ve cinsin cinsi ayakta
tutmasıdır. Şahıslardan her birinde bulunan içgüdüsel sıcaklık kuvveti (kuvvetu
l-harâreti’l-ğarîziyye) ve hayvânî nefsin hareketinden dolayı sıcaklığı
daha fazla, hareketi daha sağlam ve nefsi daha canlı olan her şahsın genel
olarak sesi daha gür ve sözü daha devamlı olur. Bunun dışındakiler kendi
durumlarına ve yaratılışlarına göre olurlar.
Özetle,
hayvânî nefsin hareketiyle ortaya çıkan ses hayvana (canlıya) mahsustur.
Canlıların dışındakilerden işitilen seslere ise vurma sesi, düşme sesi,
çınlama, ıslık sesi, düdük sesi, şıklatma sesi, vurma sesi ve gıcırtı denir.
Düdük sesi, def ve davul çalmak, ayak sesi ve bunlara benzeyen sesler gibi.
Bu
örnekler, kendisinden ses ve hissin ancak kendi cinsinden olmayan, onu yükselten,
yerleştiren, ona vuran ve onları birbirine çarptıran bir hareket ettirici ile
olduğu, sessiz cisimlerin hareketlerinden meydana gelen şeye ait olan sesler
içindir. Onları hareket ettiren şey, hareketle ses çıkarmak için bu âletlerden
edindiğinde insanda olduğu gibi, ya bilinçli ve kasıtlıdır. Veya, bunu kasıt
olmaksızın yapan hayvanda olduğu gibi kasıtsızdır. Hayvanın kapıya sürtünüp kap
ve benzerini itmesi gibi. Bu hareket ve itmeden ses meydana gelir. Yahut
rüzgârların ve havanın bedenlerdeki, bitkilerdeki ve ağaçlardaki
hareketlerinden, onların yapraklarındaki hışırtısından, dallarının
sürtünmesinden, havanın onların arasında ilerlemesinden, duvarlar ve binalar
arasından geçmesinden, dağların oyuklarına, derelerine ve mağaralarına girmesinden
uğultu ve ses meydana gelir. Dağların tepelerinden vadilerin içlerine akıp
gittiklerinde suların hareketlerinden meydana gelen ses gibi hava
hareketlerinin seslerinden bahsetmiş olduğumuz ortaya çıkan sesler gibi. Su
dolapları, el değirmenleri, su değirmenleri, gemi kürekleri, gemilerin
denizdeki hareketleri, fok balığının karada gitmesinin çıkardığı sesler
gibi... Her su hareket ettiğinde veya hareket ettirici ona müdahalede
bulunduğunda ondan ses ve havanın titreşimi meydana gelir.
Bütün
bunlar seslerdir. Bunlardan canlıların cisimlerinden ortaya çıkanlara sesler ve
nağmeler denir. Bunlardan havanın hareketinden meydana gelenlerine ötme ve
üfleme (zemîr) sesleri denir. Suyun hareketinden meydana gelenlere
yansıma (deviyy), çağlama ve dalga sesleri denir. Madeni olan şeylerden,
ağaçlardan ve odunlardan olanlara düşme, çınlama ve şıklatma ve benzeri sesler
denir. İnsandan kaynaklananlara özetle söz, lafız ve konuşma denir. Detayında
ve ayrıntısında pek çok çeşit ve şekilleri vardır. Hatibin sözü, şiir okuma,
Kur an okuma ve benzerleri gibi. Bu söz, kendisiyle kast edilen anlama ait
kılınır.
Bahsettiğimiz
şeylerle, hayvânî sesle İnsanî söz arasındaki fark, havanın hareketinden
meydana gelen şey ile bitkiler ve madenlerin cisimlerinden ortaya çıkan şey
açıklığa kavuşmuştur. Bunu düşünüp aklederek ayırt ettiğinde ve bu konuda
aklını kullandığında bu hareketleri görür, bu sesleri, nağmeleri ve karşılıklı
cevap vermeyi duyarsın. Böylece, bütün ibarelerin, tümel/küllî nefsin
desteklemesiyle tikel/cüzi nefislerden kaynaklandığı açığa çıkar.
Bunun
gibi arazî-küllî hareketlerin aslı, zâti harekettir. Zâti hareket onların arazları,
küllî hareket de cevherleridir. Arazlar fanidir; hareket ise bâkîdir. Çünkü
arazların merkezi alt tarafta (süfli); hareketin yeri ulvî (yüce)dir.
Arazın üstün ve üstün olmayanı vardır. Hareketin ise hepsi üstündür. Arazların
bazısı canlı, bazısı ölüdür, hareketin hepsi canlıdır. Arazların bazısı konuşan
ve nâtık, bir kısmı konuşmayandır. Hareketin hepsi konuşandır. Arazların
bazılarının sesleri anlaşılır, bazılarının sesleri de anlaşılmaz. Hareketin
bütün sesleri anlaşılır. Arazların seslerinin bazısı (bir anlama) delalet
eder, bazısı etmez. Hareketin seslerinin ise hepsi delalet eder. Arazların
seslerinin anlamları harflerin içerisinde gizlidir. Hareketin ise hepsi
anlamdır. Bu seslerin uzmanları, onun anlamlarını keşfedecek ve kast ettiği
anlamları kendilerine gösterecek birisine ihtiyaç duyarlar. Onlar ise buna
ihtiyaç duymazlar. Bunların konuşmaktan canları sıkılır ve usanırlar. Onlarınsa
canları sıkılmaz. Bunların çogünlüğünün nağmeleri hoş, sesleri tatlı ve sözleri
güzel değildir. Onların hepsi, tatlı melodileri olan hoş nağmelidirler. Bu
seslerin bazıları, cehennem ehlinin seslerine benzeyecek zıtlıktadır. Onların
anırtıları (eşeğin a-i demesi/zefir-şehîg) köpeklerin uluması, eşeklerin
anırması, baykuşun ötmesi ve yırtıcı hayvanların bağırması gibidir. Kalplerde
vahşilik, nef ret, sığınma ve korkudan başka bir şey meydana getirmez. Nefisler
onlardan, benzer seslerden ve ses çıkaranlardan hoşlanmazlar. Sonra bil ki
işitilen her ses, kuvvetine, tabiatının saflığına ve katılığına göre ses
çıkaran cismin bünyesinden ortaya çıkar. Bu noktada açıklama yapma ve sağlam
delil getirme ihtiyacı hissediyoruz. Konuyu apaçık bir açıklamayla
anlatacağız.
Bölüm
Sonra
bil ki, insanların sözlerinin ve dillerinin farklı olması cesetlerindeki ve bileşimlerindeki
farklılıklarına göredir. Dillerdeki farklılığın kaynağı, harflerin çıkış
yerlerinin farklılığı ve dilin, konuşmacının ilettiği mesajı almaktaki
eksikliğidir. Bazıları söz bozukluğunun, bileşimin ve karışımın bozuk
olmasından kaynaklandığını iddia etmişlerdir. Durum onların iddia ettikleri
gibi değildir. Bunun sebebi, harflerin çıkış yerlerinin kuvvet ve zayıflık
yönünden farklı olmasıdır. Bu, harfleri çıkış yerlerinden uzaklaştıran ve
saptıran dildeki bir bozukluktur. Şayet karışımın bozukluğundan kaynaklansaydı
bütün dil, aynı çıkış yerinden (mahreç) çıkan aynı harften meydana gelir ve fasih
konuşmada olduğu gibi karışım sağlıklı olduğu anda normale dönerdi. Karışımın
bozukluğundan ses zayıflığı ve bazı tabiatların galip gelmesi söz konusu
olurdu. Normal duruma döndüğünde de konuşması daha önce olduğu duruma dönerdi.
Dil böyle değildir. İnsanlar onun hakkında farklı düşüncelere sahiptir ve
kendisinde hata bulunan ve diğerlerinin aksine ölçülü olmaktan uzak olan
harfler konusunda hemfikir değildirler. Bu farklılıklar dile (lisan) mahsus
olan arazlardır. Ortaya çıkar ve sözü bozar. O, dil sürçmesi (hulsa),
kekeleme (fefee), peltek konuşma (temteme), mahreç hatası (‘akle),
konuşamama(/ıu/c/e), konuşma zorluğu (rutte), bazı harfleri çıkaramama (lüsğa)
ve benzeri gibi zorunlu müzmin bir durumdur.
Söz
kişiye ağır geldiğinde dilinde sürçme var denir. Arapçanın bazı harfleri
Farsçanın bazı harflerine girdirildiğinde dilinde mahreç hatası var denir.
Konuşamama ise, konuşma âletinin eksikliği ve lafzı ifade etmekten aciz
kalmaktır. Öyle ki kişi söylenen şeyin anlamının çok az bir kısmını anlar. Bu konuşma,
hayvanların, ahrazların ve benzerlerinin konuşmalarına yakındır.
Bölüm
Anlamlar
Hakkında
Anlamların
anlatılmasına gelince; onlar, konuşması tutuk olanların konuşmasından da fasih
(açık-seçik) konuşanların konuşmasından da anlaşılır. İnsanların etkili konuşma
(belâğat) konusunda birbirlerine karşı üstünlükleri vardır. Haşeviyye’ye,
sıradan insanlara (avam), kadınlara ve çocuklara göre belagat güzel ses, tatlı
konuşma ve duru sözdür.
Sesi
her güzel olan ve sözü her duru olan kişi, anlamı gösterme hususunda; gafil
nefisten (en-nefsü’s-sâhiye) şüpheyi yok etme konusunda delil ve kanıt
getirmede, cahil kimsenin uykudan uyanmasında ve sarhoşu uyarı ve nasihatle
sarhoşluktan ayıltmada yeterli değildir. Güzel nağme, duru söz ve benzeri
şeylere sahip olanlar bu yeteneklerini şarkı söylemek ve eğlenmek için
kullanabilirler.
Bütün
bunların sebebi, anlamları hakikat içermese de dünyalık lezzetler, hissi
şehvetler ve saçmalık, delilik ve benzeri sözler içeren şeylere muhabbet
beslemektir. Bu konuşmalar, hayvanların, delilerin, sarhoşların, çocukların,
kadınların ve aklı olmayanların seslerine dâhil olan oyalama ve hezeyanlardır.
Anlamların
kaynağı, onların hakikatlerinin bilgisini bildirme hususunda anlamın
doğruluğuna delil getirilen sözlerdir. Anlamın sınırı, hakikate işaret eden ve
menfaate yönelten her kelimedir. Onun haberlerdeki varlığı “doğruluk”, sözdeki
varlığı ise “hak/gerçek” olur. Haber dörde ayrılır. Haber verme (haber), haber
alma (istihbar), emir verme (emr) ve yasaklama (nehy)’dır. Bir grup bunu
altıya, bir diğeri de ona ayırmıştır. Aslı ise bu dördüdür. Bunlardan üçünde
doğru ve yanlış bulunmaz. Bir tanesinde doğru ve yanlış bulunur ki o da haber
vermedir. Haber verme konusunda olumsuz (salibe), olumlu (mûcibe),
olanaklı (mümkin) ve imkânsız (mümteni’) haber verme çeşitleri vardır.
Bölüm
Sonra
bil ki, bu anlamların hepsinin ve onu takip eden övgü ve yerginin, ona isabet
eden doğruluk, yanlışlık, belagat ve düzgün konuşamamanın övgü ve yergi içeren
bir isimle isimlendirilmiş olması gerekir. Diğer anlamlardan övgü içeren bir
isimle adlandırılan her isim, iki zıt şey arasında meydana gelmiştir: Adalet,
zulmün iki aşırı ucu arasında denge kurmaktır. Bilme film) iki durum arasında
gerçekleşir: Ya gerekli olmayanı bilmek ya da gerekli olan şeyi bilmemek.
Ölçülü olma iki aşırı algı arasında olur: Haddi aşmak (ifrat) ve ortalamanın
altında kalmak (tefrit). Bu örneğe göre anlama, mümkün olmayan şeyi bilme ile
mümkün olan şeyi inkâr arasındaki bir ölçüdür. Aynı şekilde akıl, öğrenmekten
vaz geçme ile şüpheden uzaklaşma arasında bir ölçüdür. Gayret, cahilce cesaret
(tevehhür) ile korkaklık (cübn) arasında bir ölçüdür. Cömertlik (cûd),
kısmakla (tagtîr) savurganlık arasında bir ölçüdür. Cesaret, atılganlık
(ikdam) ile geride kalma (ihcâm) arasında bir ölçüdür. Yönelme ve
kararlılık isimlerinden her bir isim, bu örneğe göre gerçekleşir ve onun sahibi
bütün övgü sıfatlarını hak eder. Onun karşısında yer alan ise yergiyi hak eder.
Bil
ki, ölçülü anlamı istemenin hakikati, anlambilime yönelmek ve ibare şekillerini
taksim etmekle olur. Zira kasd, aşağısındakilerin karşılığını vermeye
yetmeyen, üstündekilere de fayda vermeyen şeydir. O, kendisinden eksilen şeyin
zayıf olduğu, artan şeyin de israf olduğu ölçülü anlama döner. Aynı şekilde
kararlılık, birisi korkaklık, diğeri atılganlık olan iki uçtan birine
meyletmemektir. Bunun gibi hayâ, ihmalkârlıkla arsızlık yönleri arasındadır.
Bunların tamamı, ölçülü olmaktan kendi kendine artışla azalma arasındaki
kısılmaya ve genişliğe, haddi aşmaya (ifrat) ve ortalamanın altında kalmaya
(tefrit) döner.
Kim
bütün vasıflarda ölçülü olmayı isterse onu iki zıt arasındaki orta halde bulur.
O ikisinden birisi, altındakini küçük ve eksik olana ulaştırır. Diğeri ise
üstündekini olması gerekenden ileriye ve düşmanlığa taşır. İstekte ölçü, konu
hakkında zorlamaya, dünyadan ele etek çekip duaya (ibtihâl) ve boyun
eğmeye yönelmemektir. Hür kişi zayıf olmaz, cömert kişi çıplak kalmaz. Bunun
için denmiştir ki: Kanaat sahibi olmak boyun eğmekten iyidir. Siyasette
ölçülülük, aşırı çatık kaşlılığa ve dehşet derecede bir dalkavukluğa
yönelmemektir. Çatık kaşlılık dostluğa leke sürer ve kalpteki muhabbetin
saflığını yok eder. Dalkavuk yiğitliğin güzelliğini götürür. Bu yüzden
denmiştir ki: Dalkavukluğu artan kişinin dostluğu olmaz. Belagatte ölçü,
isteğin alt sınırından az olmayan şey, anlamın isabet etmesi ve amaca yönelmektir.
Amaca ulaştıktan sonra konuşmadaki anlamsız söze ihtiyaç duyulmadığını görmüyor
musun? Şayet belagat anlamların gayelerine ulaşmak olsaydı, avamı ve havas
ehliyle bütün âlem belagat sahibi olurdu. Çünkü hiç kimse yoktur ki kendisindeki
bir şeyi açıkladığında, maksadını kendisini dinleyene gücünün yettiği ve
uzuvlarının ona yardımcı olduğu ölçüde bildirme hususunda amacına ulaşmasın.
Belagat, kendisiyle maksat en kolay usuller ve en yakın yollarla, açık bir
beyan ve doğru bir sözle bilinsin diye anlamı en veciz söz ve en belagatlı
kelamla bildirmeyi başarmaktır. Bir konuda az sözle çok şey anlatma sanatı
(îcâz), az lafızla amaçlarına ulaşmaktır. Sözü gereksiz yere uzatma (itnâb)
ise, amaçlarına sözü uzatarak ulaşmaktır. Şu halde belagat, bu iki hal
arasındaki orta yoldur ve en yakın yoldan gayeyi anlamayı başarmaktır. Denildi
ki: Belâgat, anlaşılan lafızlarla istenilen ayrım noktalarını bilmektir.
Belagat sahibi kimse (beliğ), kendisini dinleyeni yanlış anlamaya düşürmeyen
kişidir. Anlayışlı kimse (fehîm), onu anlamak isteyen kişiye konuşmasında ya da
yazısında belagati kısarak yanlış anlama imkânı vermeyen kişidir. Anlayışı ve
zihninin duruluğuyla, kendisi ile anlamayı mümkün kılacak anlam arasına girmiş
olan perdeyi yırtar. Çünkü o, kendisini açıklama yapmaktan ve izah etmekten
uzaklaştıran şaibelerden kurtarır. Sözlükte belagat, “Filan filan konularda
aşırıya gittin (bâleğte)” şeklinde kullanılır. O belagatten türemiştir.
“En ileri noktaya ulaştın (belağtü)” denir. Bunun mastarı “belâgat”
kelimesidir. Ben “yetişkinim.” (baliğ) “Sözü ulaştırdım” (belağtü)
ve onu filan kişiye bildirdim” yani “Ona haber verdim” denir.
Bil
ki, anlamlar, çarşılarda ve yollarda halkın ve avamın ağızlarında konuşulur.
Ancak ibareyi güzelleştiren azdır. Manayı kast ederken başka bir şey izah eder
ve kast ettiği anlamı açıkladığını zanneder. Anlamlar asıllardır ve nefiste ilk
şekillendirilen inançlardır. Lafızlar onların heyûlâsıdır. Anlamlar nefisler,
lafızlar da cisimler gibidir. Anlamlar ruhlar, harfler de bedenler gibidirler.
Bölüm
Sonra
bil ki, madde (heyûlâ) nefsin etkilerini tam bir kabulle kabul ettiği zaman,
nefsin fiilleri maksatlı ve onun şeklini aydınlatmak ister halde ortaya çıkar. Eğer
heyûlâ nefsi kabul etmekten aciz kalırsa böyle olmaz. Aynı şekilde lafızlar,
belagatle anlamları yerine getirmeyi kabul ederse anlamlar anlaşılır ve onların
delilleri uzatma ve ayrıntıya girmeden açığa çıkar. Şayet lafızlar yerine
getirmeyi kabul etmezse sözü uzatmaya ihtiyaç duyar. Uzatma, belagatin
gitmesidir. Kısaltma ise delalet etme ve kanıtın zayıflamasıdır. İnsanlar
arasında doğru manayı kalbinden geçiren kimseler vardır ki onlar bu manayı
yetersiz lafızla anlatırlar. Onu dönüştürmek istemediği bir anlama çevirirler
ki bu, lafızda acziyettir. Lafız, anlamdan kast edilmeyen bir şey olur. Bu
anlamın acziyetinden değil, lafzın acziyetinden kaynaklanır. Tabiatın bazı
şeyler yapması ve kabul eden heyûlânm (heyûlâ el-kâbile) ondan aciz kalması
gibi. Bu durumda mükemmelliği eksilir. Bu tabiatının acziyetinden değil,
heyûlânm acziyetinden dolayıdır. Bu sözü düşün. Zira o, hayret uyandıran
sırlardan, ince nüktelerden, gizli anlamlardandır ve onda gizli bir maksat
vardır.
Ey
kardeşim! Senin gaflet içerisinde büyüyen nefsine müracaat etmen, gaflet uykundan
uyanman gerekir. Söylediğimiz bütün şeylere dikkatle bak, açıkladığımız
işaretlerin ve rumuzların hepsini anla. Bizim kötü niyetli olduğumuzu zannetme.
Çünkü ilahlığa ait (rubûbiyyet) sırlarını ifşa etmek küfürdür.
Bölüm
Sesleri
İşitme Gücünün Nasıl Algılanacağına Dair
Diyoruz
ki: Bil ki, sesler, canlıların sesleri ve canlı olmayanların sesleri olmak
üzere iki çeşittir. Canlı olmayanların sesleri de doğal ve âlete dayalı sesler
olarak iki kısımdır. Doğal sesin örneği taştan, demirden, bakırdan, odundan
çıkan seslerle gök gürültüsü, rüzgâr, su çağıltısı sesleri ve içinde ruh
bulunmayan diğer cansız cisimlerin sesleri gibi seslerdir. Alete dayalı olanlar
boru, davul, def, kaval, saz teli ve benzerlerinin sesleridir. Canlı sesleri de
iki çeşittir: Konuşmaya dayalı sesler ve konuşmaya dayalı olmayan sesler.
Konuşmaya dayalı olmayan sesler, konuşamayan diğer canlıların sesleridir.
Konuşmaya dayalı sesler ise insanların sesleridir. Onlar da anlama delalet eden
ve etmeyen şeklinde iki çeşittir. Anlama delalet etmeyen ses, gülme, ağlama,
inleme ve hecesi olmayan seslerdir. Anlama delalet eden ses ise hecesi olan
kelam ve sözdür. Bütün bu sesler, cisimlerin çarpışmasından havada meydana
gelen akistir. Zira hava aşırı inceliği, cevherinin hafifliği, tabiatlarının
saflığı ve parçalarının hareketlerinin hızlılığı ile bütün cisimlere sirayet
eder. Bir cisim diğer bir cisme çarptığında cisimlerdeki bu hava çıkar ve bütün
yönlere dağılır. Ondan daha önce bahsettiğimiz şekil meydana gelir ve
canlıların kulaklarına ulaşır.
İşitme
duyusunun canlıların ve canlı olmayanların seslerini nasıl algıladığına ve
onlardan her birini nasıl ayırt ettiğine gelince bu, tatma kuvvetinin
yemeklerin tatlarını ayırt etmesi ve konuşma kuvvetinin yediklerinin
kendilerine has tatlarını haber vermesi gibidir. Koklama kuvveti de böyledir.
Tatmaya gelince o, koklamadan daha etkilidir. İşitme duyusu da böyledir.
Sesleri birbirlerinden ayırt etme konusunda onun kuvvetleri daha ince ve daha
üstündür. Dokunma duyusu hepsinden daha yoğundur. Âlimler görme duyusu ve
işitme duyusundan hangisinin daha ince ve üstün olduğu konusunda ihtilaf etti.
Bazıları dedi ki: İşitme duyusu daha üstündür. Bu iddiada olanların delili,
kulağın hissedebildiği her şeyin ruhanî olmasıdır. Nefis işitme yoluyla
mekândan ve zamandan münezzeh olan şeyleri idrâk eder. Oysa gözün hissettiği
şeylerin hepsi cisme aittir. Çünkü göz ancak içinde bulunduğumuz zaman
diliminde hazır olan şeyleri idrâk eder. Bazıları da dedi ki: İşitme duyusu
ayırt etme noktasında görme duyusundan daha hassastır. Zira tatmanın,
hissetmenin, vezinli sözün, çeşitli nağmelerin güzelliğini; yanlışla doğru,
ayakta duranla sürünen arasındaki farkı; kuş sesinin köpek sesinden, eşek
sesinin deve sesinden, dostların seslerinin düşmanların seslerinden farkını
bilir. Ruhları olmayan cisimlerin seslerinden ortaya çıkan şeyi,
farklılıklarına ve sözlerinin şekillerine rağmen insanların seslerini bilir.
Her sesin tarzını haber verir ve onu kendisinden ortaya çıktığı şeye ait kılar.
Bunlarda ve bunları algılamada görmeye ihtiyaç duymaz. Göz, idrâk ettiği
şeylerin çoğunda hata eder. Küçüğü büyük, büyüğü küçük, uzağı yakın, yakını
uzak, hareketli olanı hareketsiz, hareketsiz olanı hareketli görebilir. Bu
sözle, işitmenin görmeden daha ince ve daha üstün olduğu açığa çıktı. Söylenen
şu söz ne kadar da güzeldir:
Cisimler
güneşin gövdesini küçültür.
Küçültme
konusunda güneşin bir günahı yoktur, günah göze aittir.[109]
Böyle
olunca bünyesi sağlam ve yaradılışı tam bir insanda bulunan beş duyu, büyük
insan olan âlemin cismindeki beş tabiata benzerdir. Dokunma duyusu yerin
tabiatına benzerdir. Çünkü insan bütün bedeniyle hisseder. Tatma duyusu olan
dil, suyun tabiatına benzerdir. Zira dildeki ve ağızdaki ıslaklık ve nem
eşyanın tadını algılar. Sözümüz bitince bu konunun yorumunu ve açıklamasını
yapacağız. Koklama duyusu havanın tabiatına benzer. Çünkü gizli kuvvet havaya
aittir ve o, havayı koklar. Onunla eşyanın kokularını alır. Görme duyusu ateşin
tabiatına benzer. Zira onunla ve ışıkla, hissedilen şeyler algılanır. İşitme
duyusu, ayırt edici özellikleri, gece-gündüz uğraşıları ve bütün konuşmaları
Allah’ı yüceltmek, onu anmak ve kelime-i tevhid söylemek olan meleklerin
meskeni olan gök küreye (felek) benzer. Onlar birbirlerini dinlemekle tat
alırlar. O yüce âlemde onlar için aşağı âlemdeki cismânî gıdaların makamı
vardır. Zira işitme duyusunun bütün hissettiği şeyler ruhanîdir. Bunun için
“Bilge Pisagor, bu âlemin tabiatının saflığını, cevherinin saflığını ve
feleklerin nağmelerini işitti” denmiştir. O, ud denen bir âlet icat etti. O,
beste yapan ilk kişidir. Kendisinden sonra ona uyan ve onun nitelendirdiği
şeylerin hakikatleri kendilerine açığa çıkan hikmet sahibi kişiler onu
doğrulamış, ona uymuş ve onun yolunda ilerlemişlerdir. Hepsi, zamanlarının
kendilerine sunduğu şartlar ve onlara tanıdığı imkânlar ölçüsünde buna güç
yetirirler.
Bölüm
Sonra
her sesin, diğer sesin aksine kendine ait bir ruhanî özelliği vardır. Hava,
cevherinin üstünlüğü ve unsurunun inceliğinden dolayı her sesi suretine ve
şekline taşır. Birbirlerine karışmamaları için onları muhafaza eder ve onları
işitme kuvvetine ulaştırmak için işitme kuvvetinin yanındaki en son noktalarına
ulaştırana dek suretlerine götürür. Bu, size kulak, göz ve kalpler veren yüce
ve ilim sahibi olan Allah’ın bir takdiridir. Ne kadar az şükrediyorsunuz. Şayet
birisi Havayı bu yüce meziyete ve hafif harekete sevk eden illet nedir? derse
biz de deriz ki: Hakkında soru sormayı gerektiren bir konuyu sordun. Zira bu
sorunun pek çok faydası vardır. Bilmen gerekir ki havanın cismi ince ve
üstündür. O iki uç arasında orta yerdedir. Ondan yukarıda olanlar, daha incedir
ki onlar ateş ve ışıktır. Ondan aşağıda olanlar daha yoğundur ki onlar su ve
topraktır. Hava sudan daha saf, daha ince ve daha üstün bir cevhere ve daha
hafif bir harekete sahip olunca ışık ona sirayet eder, onu kendi boyasıyla boyar
ve ona ruhanî özelliğini verir oldu. Çünkü o, kendisindeki incelikle (letâfet)
ona yaklaşmış ve ona benzemiştir. Işık ve aydınlığın aslı ve kaynağı en yüce
cevherlerden birisi olunca, onun için nefisler ve ruhlarla ilişki kurmak söz
konusu oldu ve onlara sirayet eder oldu. O, kendisiyle ruhların yükseldiği,
nefislerin oluş ve bozuluş âlemine indikleri ve cesetlere komşu oldukları
merdivendir. Havanın bu üstünlüğü olunca, Yaratıcısının (Bârî) onda
yarattığı özelliklerden dolayı sureti tam olan her şeyi muhafaza eder ve kast
edilen hale ulaştırana dek korur. Hikmetiyle kudreti büyük oldu ki böylece
sanatın kusursuzluğu ve yaradılışın sağlamlığı söz konusu olsun. Bu yüzden duyu
sağlam olduğunda ve organ tam olduğunda eşyayı olduğu gibi idrâk eder oldun.
Aynı
şekilde koklama duyusu da havanın kokulardan taşıdığı şeyi kabul eder. Hava
onları korur ve beliren pek çok çeşit kokuyu kuşatır. Sonra onları koklama duyusuna
ulaştırır. Yanında bulunan bütün kokuları ve onlardan yayılanları bildirir.
Bunun için denmiştir ki; ruhlar âlemi rahatlık ve güzel koku, nağmeler ve bestelerdir.
Aynı şekilde ışık (nur), cisimlerdeki renkleri korur. Duyu sağlam olduğunda
renkler birbirlerine karışmazlar ve kuvvet, kendisinde bulunan şeyle onlara
ulaşır. Sonradan ortaya çıkan her duyunun idrâkinde değişim gerekli olur. Bu,
havadaki ve ışıktaki değişimden dolayı değil; ancak fıtratın bozukluğu ve
bünyenin ıstırabından dolayıdır. Duyu sağlam olduğunda ve ona bildiğinin aksine
şeyler geldiğinde, bu ondaki bozukluktan dolayı değildir. Ancak hava ve ışıkta
sonradan ortaya çıkan şey dolayısıyladır. Zira hava değişir ve bulanır; ışık
kararır. Bundan dolayı göz, güneşin batışından sonra doğuşu esnasında idrâk
ettiği şeyleri idrâk edemez. Bunun gibi kulak da havanın sakin olduğu ve
rüzgârın esmediği vakitte idrâk ettiği sesleri rüzgârın coşkusu ve havanın
hareketi esnasında duyamaz.
Bölüm
Sonra
ay feleğinin altındaki ince ve yoğun şeylerde değişim ve dönüşüm meydana gelir.
Zira ateş dönüşüm geçirir ve hava olur. Hava dönüşüm geçirir ve toprak olur.
Toprak dönüşüm geçirir ve su olur. Su dönüşüm geçirir ve hava olur. Hava
dönüşüm geçirir ve ışık olur. Ateş başlangıçta havayla ilişki kurar, sonunda
ışıkla ilişki kurar.
Havanın
başlangıcı suyla; sonu da ateşle bitişiktir. Suyun başlangıcı toprakla bitişiktir;
sonu havayla bitişiktir. Yukarı tarafı ile üstündekilerle; aşağı tarafı ile
altındakilerle ilişki kurar ve onlara dönüşür.
Ey
kardeşim! Doğal varlıklar içerisinde değişim, dönüşüm, yok oluş ve bir halden
diğer hale taşınma hikmetinin nasıl zorunlu olduğuna bak. Bunun sebebi, nefislerin
kazandıkları şeylerden dolayı ödüllerinin, gizledikleri şeylerden dolayı da
cezası olmasıdır. Çünkü ruhlar âleminde değişim, dönüşüm, yok oluş ve taşınma
yoktur.
Sonra
bil ki, işitme duyusunun âlemdeki insan, diğer canlılar, bitkiler, rüzgarlar,
ağaçlar, sesi ve hareketi olan benzer şeylerin seslerinin tamamını idrâk
etmesinin keyfiyetinin sayısı üç kısma ayrılır: Birincisi canlı, İkincisi ölü,
üçüncüsü canlı ve ölü olmayandır. İnsanın sözü ve hayvanın sesi nefsanî hareket
sahibi birer canlıdır. Taş, odun, demir, bakır ve benzerlerinin sesleri ölüdür.
Ne ölü, ne canlı olan üçüncü kısmın örneği, havanın birbirine çarptığında
çıkardığı sestir. Bundan ıslık ve üfleme sesleri, suyun, suyolundaki itişme
sesi, denizlerin dalgaları, nehirlerin akışları ve ateşin çıtırdama sesi
meydana gelir. Bunlara, insan ve hayvana “bir amaca yönelen ve hareketiyle onu
elde eden hareket sahibi bir canlı” dendiği gibi canlı denmez. Onlara, taş ve
odunun ölü olması gibi ölü de denmez. Çünkü onlar yönelmekle değil de, uyumla
hareketlidirler. Zira onlar havanın hareketini bir artırır, bir azaltırlar. Su
ve ateş de bunun gibidir. Sonra bu seslerin hepsini bir tek şey birleştirir ki
o da onların heyûlâlarıdır. Şayet heyûlâları olmasaydı var olmazlardı.
Canlı
cisimlerden ortaya çıktığını insana bildiren seslerin nasıl olduğuna gelince;
bu, onların insanın işitme duyusuna ulaşmalarının hızlı ve hafifçe olması
yoluyla olur; insan o sesleri anlayan ve kabul eden nefsini, onlardan olduğu
şekilde hızlıca haber verir şekilde bulur. Halbuki kendisine ancak düşünme ve
idrâk etmeyle ulaşılabilen suya ait cisimlerden çıkan sesler böyle değildir.
Aynı
şekilde insan, medeniyetten uzak vahşi yerlerdeki uzak çöllerde olduğunda canlı
seslerine sempati duyar. Köpeğin havlamasını ya da insan sesini duyduğunda fark
eder ve nefsi güçlenir. Bilir ki kendisi medeniyete yakın bir yerdedir. Bunun
aksine vahşi bir ses işittiğinde nefsi ondan korkar. Aynı şekilde tek başına
bir insan fırtınaların esiş seslerini ve vadilerde ilerlemelerini, denizlerin
dalgalarını, ağaçların sallanmalarını ve taşların düşmelerini insanlardan uzak
bir yerde işittiğinde son derece dehşete düşer. Bu yüzden denmiştir ki çöllerde
ve çorak arazilerde kopan, kırılan ve yere kapaklanan dağlar vardır. Onlardan
yüksek sesler işitilir. İnsan bu sesi işittiğinde dehşete düşer ve sempati
beslemez.
Aynı
şekilde denilmiştir ki, her ne kadar hayat ve hareketin maddesi olsalar da
ateş, hava ve suyun ölü ve canlı olduğuna hükmedilmez. Bu, onların doğal bir
kuvvet, nefsanî bir hareket ve İlahî bir dileme ile birleşmeleri ile olur.
Onların hepsi zâtı ile baş başa kaldığında onlara canlı ve ölü denmez. Ancak
onlardan her biri iki yöne sahiptir: Hayata bitişik yön ve ölüye bitişik yön.
O, bunların orta yerindedir. Toprağın yukarda ve ince olan kısmı suya
bitişiktir. O, kendisiyle canlıların hayatının devam ettiği bitkilerden
çıkardığı ve meydana getirdiği şeylerle hayat sahibidir. Onun diğer yönü,
dağlar, kayalar ve killer gibi yoğun olan kısmıdır. Onlar, su kabul etmeyen ve
onu hissetmeyen, kendilerinde bitki çıkmayan ve canlıların yararlanmadığı
ölülerdir. Suyla bitişik olan yöne “umrân” denir. Sudan uzak olan yere de harap
denir. Onun harap olan kısmı, mamur olan yönüne göre ölüme daha benzerdir.
Aynı
şekilde suyun iki yönü vardır. Onun yukarı yönü havaya bitişiktir ve hayata
daha fazla benzer. Onun aşağı yönü toprağa bitişiktir. Toprağınsa hayatı ve hareketi
yoktur. Toprağa bitişik yön ölüme daha fazla benzer. Havaya bitişik yön hayata
daha fazla benzer. Havanın aşağı yönü suyla bitişiktir. Toprak ölüme daha
benzerdir. Çünkü su donuk ve ağır olabilir. Donduğunda ölü olur ve ondan
kayalar ve katı cisimler meydana gelir. O, ölüme daha fazla benzer. Onun yukarı
tarafı ateşe bitişiktir. Ateş, hayata daha fazla benzer.
Aynı
şekilde ateşin iki yönü vardır. Onun bir yönü havaya bitişiktir. Diğer yönü ise
ışık ve aydınlığa bitişiktir. Zira ateş, kıvılcım çıkardığında havada bu
çarpmanın meydana gelmesiyle cisimlerin hapsinden kurtulur. Havayla birlikte
ortaya çıktığında bitkisel ve hayvânî cisimlerle ilişki kurar. Onları yer,
yakar, onların sona ermeleri ile sona erer ve yok olmaları ile yok olur. Ateş
yatıştı ve mum söndü denir. Bu yön ölüme daha fazla benzerdir. Onun, sürekli
yükselmek isteyen, aydınlığa, nura ve ışığa bitişik bir yönü daha vardır. Bu
yön, nurla ilişkisi ve ona benzerliği dolayısıyla hayata daha fazla benzerdir.
Bunun
gibi madenlerin sonu bitkilerin başlangıcına bitişiktir. Bitkilerin sonu da
hayvanların başlangıcına bitişiktir. Hayvanların sonu insan âleminin
başlangıcına, insanın sonu meleklerin mertebelerinin başlangıcına bitişiktir.
Bunun gibi toprağın sonu suyun mertebesinin başlangıcına, suyun sonu havanın
mertebesinin başına bitişiktir. Havanın sonu ateşin mertebesinin başına,
ateşin sonu ışığın mertebesinin başlangıcına bitişiktir.
Benzer
şekilde meydana gelen sesler bu misale göre gerçekleşir. Taşların sesleri
bitkilerin seslerine benzer. Çünkü bakır demirle karıştırıldığında ve araları
birleştirildiğinde iki dalın çınlaması gibi onun çınlaması olur. Zira dal,
insanların yaptığı ve hareket ettirdiği bir bitkidir. Onun açık, konuşan ve
nefislerin düşüncelerindeki şeylerden çıkarılmış nağmeleri olur. Zillerin
tekrarlayan sesleri ve bakırın çınlaması da böyledir. Madeni olmayan taşlar
böyle değildir. Bitkilerin seslerinin yukarı tarafı dalların nağmeleri ve
benzerleridir. Onlar hayvan seslerine ve insan kelamına ilavedir. Diğer aşağı
taraf, ölü olan taşların seslerine bitişiktir; yeryüzündeki def ve kazık
sesleri gibi...
Madeni
taşların seslerinin -ki o söylediğimiz gibi bakır sesi, tınlama ve üflemesi
olan şeylerin sesleridirüst kısmı dallar, tamburlar ve benzeri gibi bitki
seslerine bitişiktir.
Hayvanların
seslerinin alt kısmı bitki sesine bitişiktir. Sesin tahlilinin ve vezninin
mümkün olmadığı açıklaması olmayan, dilsiz hayvanların anırma sesleri gibi.
Sesleri olmayan hayvanlar cansız cisimlere ve ölülere bitişiktirler. Üst kısım
insan sözüne bitişiktir. Kuşlardan, bülbüllerden ve hayvanlardan buna benzer
sesi güzel olanlardan ortaya çıkan fasih söz gibi.
İnsanın
sözünün de iki yönü vardır. Aşağı tarafı hayvanlara bitişiktir. Kekeleme,
konuşma tutukluğu çekme, Ahrazlık, pelteklik ve benzeri gibi. Yukarı taraf
meleklerin sözüne bitişiktir. Güzel konuşanların (fuseha) ve beliğ
konuşanların (büleğa), nağme sahiplerinin ve bestekârların sözleri gibi.
Davud (a.s.)’un, kurrâların (Kuranı özel maharetle okuyan) ve bestekârların
mescitlerdeki nağmeleri ile Zebur’un bölümlerini (mezamir) okuma buna
örnektir. Kiliselerde Tevrat, mescitlerde Kuran okuma, minberlerde hatip,
manastırlarda rahip ve benzerlerinin sesleri gibi. Bu seslerden her bir sesin
işitme duyusunda bir keyfiyeti ve mahiyeti vardır. İnsan sesinin mahiyeti,
anlama delalet eden mefhumun maksadıdır. Düşünme kuvveti o konuda düşünmeye ve
anlamını araştırmaya ihtiyaç duyar. Hayvanların sesleri anlaşılır (mefhum)
değildir. Ancak düşünme kuvveti onların ancak bir ihtiyaç için ses çıkardığına;
bu sesle yeme, içme ve çiftleşme murat ettiklerine hükmeder. Sesin bu kısımları
canlı cisimlere aittir.
Düşünme
kuvveti, taşların ve odunun seslerinin bir amaç ve maksat için ortaya çıktığına
hükmetmez. İnsan hareketine dayalı alete dayalı bir ses olması durumu hariç...
Boru, düdük, ud ve benzerleri gibi. Bunlar sesi çıkarmalarına sebep olan harekete
nispet edilir. Boru, kaval, ut, zurna ve benzerleri gibi. Bütün bunlar, geçim
ve kazanç elde etmek için çare olarak edindiği zanaatla cüzi nefsin bu bitkisel
şekilleri yerine getirdiği insana ait seslerdir.
Rüzgârların
esme seslerini, gök gürültüsünü, yukarıdan aşağıya döküldüğünde su çağlamasını,
denizlerin dalgalarının çarpışmasını, ağaçların sallanmasını düşünme kuvveti
dikkate almaz ve onları düşünmez. Bunlar işitme duyusuna böğürme gibi gelir ve
onlara ihtiyaç duymaz. İnsan onlardan sıkılabilir ve onları işitmeye devam
etmekten eziyet çekebilir.
Seslerin
mahiyetini ve ortaya çıkış keyfiyetlerini, işitme kuvvetinin sesleri nasıl
idrâk ettiğini anlatmaktan uzaklaştığımız için, bu duyu ile onun işittiği
sesler arasındaki münasebet, benzerlik, hemcinslik ve uyumdan bahsedelim.
Bölüm
Diyoruz
ki: Bil ki, işitme duyusunun taş sesini, madeni cevherleri, bitkiler gibi
büyümeyen ve canlı olmayan cisimleri, hayvanların çığlıklarını idrâk etmesi,
kendisiyle işittiği şey arasında maddî yönden ve yeryüzüne ait tabiat yönünden
münasebetler ve hemcinslikler bulunmasından dolayıdır. Zira insan cismi
toprağa meyillidir. Onun odun ile bitki ve ağaçlardan ses çıkaran ve hareket
eden her şeyi idrâk etmesi, kendisiyle onlar arasındaki uyumdan dolayıdır. Zira
insan büyüme, gelişme ve küçükken büyük olma konularında bitkilerle ortaktır.
İnsanın
hayvan seslerini idrâk etmesi, bilmesi ve onları haber vermesi kendisiyle hayvan
arasında bir münasebet olduğu zaman gerçekleşir. Zira insan yaşam ve duyu
sahibi olma konusunda hayvanlarla ortaktır. Hayvanlar arasında hayvânî nefis,
bitkilerle hayvanlar arasındaki büyüyen nefise (en-nefsü’n-nâmiye) göre
birbirine daha fazla bitişik olarak bulunmaktadır. Zira iman sadece bir yönden
bitkilerle ortaktır ki, o da büyümedir. Oysa hayvanlarla pek çok yönden
ortaktır ki, bunlar büyüme, şehvet, yeme, içme, evlenme, duyu, acı duyma, tat
alma ve hayvânî işlerdir. Denilmiştir ki, her ne kadar arı ve karınca gibi
bazı hayvanların düşünme ve ayırt etme kabiliyetleri olsa da, insan konuşma,
ayırt etme ve düşünme kuvveti ile hayvandan ayrılır.
İnsanın
hava ve ateşin seslerini idrâk etmesi, kendisiyle onlar arasındaki yakınlıktan
dolayıdır. Çünkü o, “Madde ve Sûret Risalesinde açıkladığımız gibi bu
ikisinden oluşturulmuştur.
Ey
kardeşim! Bil ki, şayet canlı hayvanla ölü maddeler arasında münasebet olmasaydı
onların bilgisi az ya da çok elde edilemez ve haberlerine ulaşılamazdı. Şayet
birisi “Kendisiyle onlar arasında münasebet olduğu halde küçük çocuk tüm
bunların hakikatini niçin bilmiyor?” derse ona şöyle denir: Bu, heyûlânm kabul
noktasındaki acizliğinden dolayıdır. Yüce Yaratıcı nın hatasından değildir. “Bu
mutlak güç sahibi ve hakkıyla bilen Allah’ın takdiridir.”'[110]
Dilediğini itiraz olmaksızın dilediği gibi ve maksat olmaksızın dilediği
hükümle yaratır. Onun büyüklüğü sonsuzdur.
Bölüm
Küçükler
ve Büyüklerdeki Seslerin Farklılığı Hakkında
Diyoruz
ki: Bil ki, sesler cisimlerin birbirlerine çarpmalarından meydana gelir. Yine
diyoruz ki: Her iki cisim yumuşakça çarpıştıklarında onlardan ses duyulmaz.
Çünkü hava onların aralarından yavaş yavaş çıkar ve ses işitilmez. Ses,
çarpışmaları süratli olduğunda, cisimlerin çarpışmalarından meydana gelir. Hava
bu esnada sıkışır hava dalgaları yayılır ve hareketi altı yöne doğru hızlıca
dalgalanır. Daha önce izah ettiğimiz gibi ses oluşur ve işitilir. Çok büyük
cisimler çarpıştıklarında onların çarpışmalarının sesleri diğerlerininkinden
daha büyük olur. Çünkü bunların havalarının dalgalanması daha çoktur.
Miktarları ve şekilleri bir olup cevherleri aynı olan iki cisim birbiriyle
çarpıştığında o ikisinin sesleri eşit olur. Şayet o ikisi yumuşak olurlarsa,
sesleri ortak yüzeylerden daha yumuşak olur. O ikisi arasındaki ortak hava
yumuşaktır. Çeşitli kaplara ve darbukalar gibi içi boş olan sert cisimlere
vurulduğunda uzun süre çınlarlar. Çünkü hava onların boğazlarında yankılanır,
kenarlarına çarpar ve çevresinde dalgalanır. Onların daha geniş olanlarının
sesleri daha büyüktür. Çünkü hava onun içerisinde dalgalanır ve geçişi
esnasında uzak bir mesafeye çarpar. Ciğeri büyük, boğazı ve burun delikleri
uzun ve ağzı büyük hayvanların sesleri yüksek olur. Çünkü onlar çok hava
teneffüs ederler ve havayı şiddetle gönderirler. Anlattıklarımız sayesinde
sesin büyüklüğünün sebebinin, ses çıkaran cismin büyüklüğüne, havanın
çarpmasının şiddetine ve farklı yönlerdeki dalgalanmasının çokluğuna göre
gerçekleştiği açığa çıkmıştır. Seslerin en büyüğü gök gürültüsü sesidir. Daha
önce geçen “Meteoroloji Risalesinde onun meydana geliş sebebini açıklamıştık.
Rüzgârların seslerine ve şiddetle esmelerine gelince; bu, havanın doğuya,
batıya, güneye, kuzeye, yukarıya ve aşağıya dalgalanmasından başka bir şey
değildir. Hareketi ve akışı ile dağlara, duvarlara, ağaçlara ve bitkilere
çarptığında ve içlerine sokulduğunda bundan ses çeşitleri, patırtı ve farklı
farklı tınlamalar meydana gelir. Bütün bunlar, kendisine çarpılan cismin
büyüklük ve küçüklüğünden, içinin boş olmasından ve açıklaması uzayacak olan
sebeplerden dolayıdır.
Akışı,
meydana gelişi ve cisimlerle çarpışması esnasında suların seslerine gelince;
hava, cevherinin inceliği ve unsurunun yayılma özelliği ile onların hepsine
girer. Bu seslerin ve ses çeşitlerinin meydana gelişi, rüzgârlar hakkında
bahsettiğimiz sebeplerden dolayıdır.
Ciğerli
hayvanların seslerine, ses çeşitlerine ve kısımlarının türlerine gelince; bu,
rüzgârlar hakkında bahsettiğimiz sebeplerden; yani boyunlarının uzun ve kısa olmasından,
boğazlarının genişliğinden, gırtlaklarının karışımından, havayı şiddetle
teneffüs etmelerinden, ağızlarından ve burun deliklerinden nefesleri kuvvetle
göndermelerinden dolayıdır. Bütün bunlar, açıklaması uzayacak sebeplerden
dolayıdır.
Eşekarıları,
çekirge, cırcırböcekleri gibi akciğeri olmayan hayvanların seslerine gelince;
onlar, iki kanatları ile havayı hızlıca ve çeviklikle hareket ettirirler.
Bundan saz telleri ve udlardan meydana geldiği gibi farklı sesler meydana
gelir. Onların küçüğü ve büyüğüyle türlerinin farklı, çeşitlerinin ayrı olması
gibi inceliklerinden -onların kanatlarını kast ediyorumyoğunluklarından,
uzunluklarından, kısalıklarından, büyüklüklerinden, küçüklüklerinden ve
kanatlarını hareket ettirme hızlarından dolayıdır.
Balık,
kaplumbağa ve benzeri dilsiz hayvanlar ise suskundurlar. Çünkü onların
ciğerleri ve iki kanatları yoktur, sesleri olmaz.
Demir,
bakır, cam, taş ve bunlara benzer madenî cevherlerin seslerine gelince;
şüphesiz seslerin farklılığı onların kuruluklarından, sertliklerinden,
küçüklük, büyüklük, uzunluk, kısalık, genişlik ve darlık gibi ölçülerinin
niceliğinden dolayıdır.
Bitkilerin
seslerine gelince; onların sesleri de sertlikleri ve gevşekliklerine göredir.
Daha önce açıkladığımız üzere, yapma âletler yoluyla sanat kullanılarak onlardan
yapılan âletlerin sesi de böyledir. Aynı şekilde onlardan elde edilen şeylerin
durumu, madenî cevherlerden ve onların seslerinin ve tınlamalarının farklılığı
gibidir. Onlardan davul, boru, def, zurna ve düdük sesi gibi nağme ve ses
çeşitlerinin ortaya çıkması şekillerine göre farklılık arz eder. Her ses,
kendisinden meydana geldiği cisme uygun bir şekilde ve kendisinden alınmış
olduğu cevherinin saflığı ve kirlenmiş olmasına, cisimlerinin büyüklüğü ve
küçüklüğüne, uzunluk ve kısalığına, içlerinin genişliğine ve deliklerinin
darlığına, tellerinin incelik ve kalınlığına göre; onu hareket ettirenin
hareket ettirmesine ve onunla ses çıkarmasına göre ortaya çıkar.
Boru,
düdük, zurna ve insanın ağzıyla kullandığı bütün âletler gibi ses çıkarma
konusunda insanla hava arasındaki vasıtalar da onlardandır. Ağzı havayı, karın
boşluğundan nefesinin kuvveti ile gönderir.
Davul
sesi ve defe vurma gibi âletle insan hareketinden meydana gelen ses arasındaki
vasıta da onlardandır. Bu âletten ağızla seslenme söz konusu değildir. O, yayılarak,
uzayarak ve cüzleri birleşerek meydana gelir. Onun durması sesin bir kerede
durması ile olur.
İki
elin hareketi ile meydana gelen seslerin parçaları arasında sükûnlar ve vurmanın
etkisindeki vuruşlar, darbeyi takip eden darbe vardır. "Mûsiki
Risalesinde açıkladığımız gibi. Ağaçların ve madenlerin seslerine benzeyen
düdük ve boru seslerini kast ediyorum. Hareket ettiren onlara vurduğunda onda
yansıma ve tınlama meydana gelir. Havada sona erene dek uzamış halde kalır.
Eşekarıları ve benzerleri gibi hayvanların seslerinden dolayı sona ermez.
Telli
şeylerin sesleri, iki elin dilin ve ritmin hareketine paralel olarak melodili
ve vezinli hareketleri ile elde edilen nağme çeşitlerinde kullanılan şeylerdir.
Bunun tersi olan sesler, kaz ve kaz cinsinin sesleri ve insanlardan sözü ağır
olanların sözleri gibi, tabiatı ağır olan kuşların sesleriyle benzerdir. Bu,
hareketin bozuk ve üstün orandan uzak olmasıdır. İnsan heyûlâsımn, orada
gerçekleştirilen şeyi kabul etmekten âciz kalması gibi. Maddenin (heyûlâ)
acziyeti onu kuvveden fiile çıkarma noktasındadır. Bu, yapan yönünden değil,
yapılan şey yönünden bir acizliktir. Ud ustası sanatını yerine getirdiği, udun
tellerini bağladığı ve mızraplarını yaptığında onu sanat bilmeyen birisi aldığı
zaman o kişi güzel bir iş yapamaz ve udu güzel çalamaz. O kişi uddan, onu
çalmayı ve sanatını bilen birinin çıkardığı sesi çıkaramaz. Bu durumdan, âletin
bozuk olduğu ya da onu yapanın bu işi bilmediği sonucu çıkarılamaz. Ancak çalan
kişinin acizliğine hükmedilir. Ud âletini telleri kopuk vaziyette gördüğünde,
ustanın sanatlı olan hareketi ona sanatını ortaya çıkarma noktasında yardımcı
olmaz. Bu durumda onun bu işi bilmediği sonucu çıkarılmaz. Ancak âletin
acizliğine ve eksikliğine hükmedilir. Eşyanın yapımı üstün orana göre olur ve
sanatkârın, sanatındaki kastı sağlamlık ve düzgünlük olursa her iki halde de
sanatkâr acziyetten uzaktır.
Eksiklik
ve bozukluk heyûlâ yönünden ortaya çıkar. Öğretmenin amacının, öğrencisine
güzel şeyler öğretmek olması gibi. Öyle ki öğrenci o konuda ustalaşır,
hocasının benzeri ve ilminin hafızı olur. Öğrenci öğretmenden ilmi kabul etmez,
benzer lafızlar kullanır ve onları asli şeklinden dönüştürürse bu durum
öğretmene nispet edilmez. Ancak öğrencinin, hocanın bir şeyden sonra diğerini
aşamalı olarak değil de bir seferde öğrettiği şey kavramaktan aciz olduğuna
hükmedilir.
Bölüm
Hareketsizlik
(Sükûn) ve Hareket Hakkında
Diyoruz
ki: Bil ki, hareket, ikinci bir zamanda bir yerden bir yere taşınmadır. Onun
zıddı olan hareketsizlik ise iki zaman arasında aynı mekânda durma ve
bulunmadır. Hareket hızlı ve yavaş olur. Hızlı hareket, hareket edenin uzun bir
mesafeyi kısa bir sürede kat etmesidir. Yavaş hareket ise hareket edenin kısa
bir mesafeyi uzun bir zamanda kat etmesidir. Hareketler ve hareket edenler bu
örneğe göre değerlendirilir.
Sonra
bil ki, hareketler keyfiyet yönünden sekiz çeşide ayrılır. Her iki çeşit, tamlanan
(muzâf) yönünden birbirinin karşıtıdır. Büyük ve küçük, hızlı ve yavaş,
ince ve kalın, ağır ve hafif bunlardandır. Seslerden büyük ve küçüğün örneği,
büyük ve küçük davulların sesleridir. Zira tören davulunun sesleri bandoya (lehv)
oranla büyük olur. Ancak kös denilen davula nispetle küçük olur. Kös davulunun
sesi gök gürültüsüne göre küçük olur. Sesler birbirlerine katılarak büyüklük
ve küçüklükleri bu örneğe göre belirlenir. Hareket ve nakaratları arasındaki
duruş zamanları diğerlerine kıyasla küçük olur. Bunun örneği, çırpıcıların ezme
taşları (medâkk) ve demircilerin demir dövme yerleri (metârih)'dir.
Bunlar pirinççilerin ezme taşlarının ve badanacıların seslerine oranla
hızlıdırlar. Bunlar ise onlara göre yavaştır. Gemicilerin küreklerinin
sesleriyle kıyaslandıklarında ise onlar hızlıdır. Birbirlerine göre seslerin
hızlı ve yavaş oluşu bu örneğe göre belirlenir.
Birbirlerine
oranla ince ve kaba sesler, sazın ince telinin (zîr) nağmesinin kalın telin (bam)
nağmesine, ikinci telinin üçüncü teline göre çıkardığı ses gibidir. Bunun zıddı
ise, sazın üçüncü teline göre kalın telinin sesinin kalın oluşudur. Üçüncü
telin ikinci tele, ikinci telin ince tele göre durumu da böyledir. Diğer bir
yönden bütün tellerin sesleri, kendisinden aşağıdaki herhangi bir tele oranla
kalındır. Birbirlerine kıyasla seslerin keskinliği ve kalınlığı bu örneğe göre
belirlenir.
Seslerin
yüksek ve hafifi hareketin kuvvetine ve zayıflığına göredir. Bunun örneği
sağlıklı olan birisinin sesine kıyasla sağlıklı olmayan birisinin sesidir.
Hasta birinin kendisinden daha zayıf ve sağlıksız birine göre sesi, sıhhat
durumu, duyularının selameti ve uzvunun ölçülü olması oranında insanların en
yüksek sesi olur. Kendisinde güçsüzlük, hareket azlığı, görünüş bozukluğu ve
diğer bozukluklardan bulunan bir kimsenin sesi, yukarıdaki özelliklerin tersine
seslerin en hafifi olur.
Bölüm
Nicelik
Yönünden Seslerin Kısımlarını Bilme Hakkında
Diyoruz
ki: Sesler nicelik yönünden iki kısımdır: Bitişik (muttasıl) ve ayrı (munfasıl)
sesler. Ayrı ses, hareketlerin tekrar etme zamanlarıyla hissedilen durma zamanı
arasındaki şeydir. Saz tellerinin tekrar etmesi ve tokmakların ritimleri
gibi... Seslerden bitişik olana gelince; bundan önceki bölümde açıkladığımız
kavalların, neylerin, su çarklarının ve bunlara benzer şeylerin sesleri bunun
örneğidir. Ayrı sesler iki kısma ayrılır: Tiz ve kalın sesler. Oyukları ve
delikleri daha geniş olan ney ve kavalların sesleri daha kalın olur. Oyukları
daha ince olanların sesleri ise daha tiz olur. Aynı şekilde diğer yönden,
deliğinden üfleme yerine kadar olan kısım daha yakın olanların nağmeleri daha
tiz olur. Daha uzak olanların ise daha kalın olur. Bitişik sesler de kalınlık
ve tizlik yönünden bu örneğe göre sınıflandırılır. Bunu “Musiki Risâlesi’
nde açıklamıştık.
Seslerin
burada açıklayacağımız şeylerden dolayı tabiatlarının, birleşmelerinin
(i’tilâf) ve farklılıklarının bilgisine gelince; diyoruz ki: Tiz ve kalın
sesler birbirinin zıddıdır. O ikisinin arası te’lifi orana göre birleştiğinde
toplanırlar, karışırlar, birleşirler, vezinli söz ve birleşik nazım olurlar.
Bu esnada dinleyen kişi onlardan lezzet alır, ruhlar onlarla sevinç duyar ve
nefisler onlarla rahatlar. Bu oranın dışında olduğunda nefret duyarlar,
ayrılırlar ve birleşmezler, dinleyen kişi onlardan lezzet almaz. Aksine,
nefret eder ve canı sıkılır. Kalın sesler soğuktur, o ise nemlidir. İki kısma
ayrılır: Zararlı ve faydalı sesler. Zararlı sesler, işiten kişiye ulaştığında
ona engel olur. Bunlar ölçünün dışındaki seslerdir. Yunanlı bilgeler bununla
ilgili bir âlet kullanmışlardır. Bu âleti düşmanla görüşürken kullanıyorlardı.
Bu hoş gelen bir ses değildi. Oranlı ölçülü sesler, sıcak ve karışık bünyeleri
(mizâc) ve kuru mide asitlerini düzenler. Bunlar ona tâbidir. Bünyenin
bozulmasına yol açan kalın sesler soğuk ve kurudur. Çünkü onlardan, kümes
hayvanları gibi küçük hayvanları ve çocukların küçüklerini öldüren bir su
gelebilir. Oranlı sesler soğuk ve nemlidir. Tiz sesler ise sıcaktır. Onlardan
mutedil oranın dışında olanlar bünyeyi bozar ve tabiatı ateşlendirir. Omlardan
üstün ve mutedil oranda olanlar bünyeyi düzeltir ve soğukluğu yumuşatır. İlk
kısım sıcak ve kurudur. İkinci kısım sıcak ve yumuşaktır.
Hikmet
sahipleri bu sesleri, itidal ölçüsünde üstün orana göre kendisi sayesinde
tabiatları bildikleri bir ölçü edindiler. Bu ud adı verilen bir âlettir. “Mûsikî
Risâlesi”nde onun yapısının keyfiyetini ve nasıl kullanıldığını anlatmıştık.
Bölüm
İnsan
ve Hayvanların Tabiatları Yönünden Sesleri Tanımaları ve
Onların Bu Konudaki Farklılıkları Hakkında
Diyoruz
ki: Bil ki, bedenlerin mizaçlarının pek çok türü vardır. Hayvanların
tabiatlarının da pek çok türü vardır. Her mizaç ve tabiatın, sayısını Yüce
Allah’tan başkasının bilemeyeceği farklı nağmeleri ve uyumlu melodileri vardır.
Bunun delili, düşündüğün zaman insanlardan her ümmetin tat aldıkları,
ferahladıkları, kendilerinden başkasının tat almadığı ve sevinç duymadığı
melodileri, nağmeleri ve sesleri olduğunu bulmandır. Bu, onların dillerinin
farklılığı, mizaçlarının ve tabiatlarının ayrılığı ve onlarda ortaya çıkan âdet
ve ahlâk dolayısıyladır. Böylece tek dile sahip olanlar arasında, başkalarının
onların dillerinden hoşlanmadığı melodilerden, nağmelerden ve seslerden
hoşlanan kavimler ortaya çıkar. Böylece bir dönem bir melodiden hoşlanan,
başka bir dönem ise ondan hoşlanmayan bir insan bulabilirsin. Böylece onlarla
ilgili bu hükmü; yedikleri, içtikleri, dinledikleri, giydikleri şeylerde ve
diğer lezzet ve kıymetli eşya çeşitlerinde bulabilirsin. Bütün bunlar onların
mizaçlarının farklılığından, âdetlerinde ortaya çıkan farklılıktan, doğum
vakitlerinde ve nutfelerinin düşüş yerinde onları elde eden felekî sebepler ve
semavî hükümlerden dolayıdır.
Aynı
şekilde hayvanların bazı seslerden hoşlandıklarını, onlara alıştıklarını ve
onların bulundukları yerlere gittiklerini görürsün. Bazı kuş avcıları ve kuş
sesi âleti edinenler ıslık çalarlar ve bazı kuş cinslerinin seslerini taklit ederler.
Kuşlar orada toplanırlar, etrafında dönerler ve onların tuzaklarına
düşebilirler.
Develerin
gece karanlığında işittiklerinde fark ettikleri, yolculuk ve yürüyüş için
dinçleştikleri ve yüklerinin kendilerine hafif geldiği, devecilerin
kullandıkları hileler ve nağmeler bu şekildedir. Benzer şekilde koyun, davar ve
at çobanları suya ulaştıklarında farklı kuş sesleri kullanırlar. Onların
sütlerini sağarken farklı bir nağme kullanırlar. Bütün bunlar, tabiatlarda
gerçekleşen uyum ve doğmuş olanlardaki ittifaktan dolayıdır. Hayvanların
kulakları ölçülü ve güzel seslerden hoşlanır, ruhları alışır ve nefisleri
sakinleşir. Ölçülü olmaktan uzak sesler bütün hayvanlar nezdinde bunun aksi bir
etki gösterir. Hayvan cinslerinin her bir cinsi, kendi cinsinden olan nağmelere
alışır ve onlarla mutlu olur, onlarla bir araya gelir, âdeti olduğu ve alışık
olduğu şeyden dolayı onu birleştirir. Dinlemeye alışık olmadığı kendi cinsinin
dışındaki seslerden nefret eder. İnsan sınıflarının bütün milletleri de bu
şekildedir.
Seslerin
farklılıklarını, açıklamasını, özelliklerini, hareketlerini, ayrı ve bitişik
olanlarını anlatmayı bitirdik. Hayvan sesleriyle insan kelamı arasındaki farkı,
ağaçların ve madenlerin seslerini, onların seslerinin ve ses çıkaranlarının
keyfiyetini, onlardan kasıtlı ve kasıtsız olarak gerçekleşenleri, ateş, hava
ve su seslerini, küçük ve büyük, hafif ve yüksek hareketleri anlatmayı
tamamladık. Bu seslerin tabiatlarını, zararlarını ve faydalarını, havanın
onlara taşınmasının nasıl gerçekleştiğini ve işitme duyusunun onları nasıl
kabul ettiğini, diğer duyuların dışında işitme duyusuna mahsus olmasının nasıl
gerçekleştiğini, sesleri idrâk etme noktasında insanla sesler arasındaki vasıta
ve münasebetlerin neler olduğunu, bütün bunların sebeplerini, sonuçlarını,
cevherlerini, arazlarını, asıllardaki başlangıçlarını, yukarda bir tek şekilde
olmalarını, aşağıda ise birçok şekillerde bulunmalarını, asıllarda ittifak
etmelerini, detay ve ayrıntıda (füru) ise ayrılmalarını anlatmayı tamamladık.
Kendisinde belirdiği cisimlerin şekillerini almalarını, edindikleri âleti,
kendisine çağıran ihtiyacı, konulmuş anlamları, içerilen hakikatleri, işiten
kişinin kendisine açıklamasını yapacak ve tamamlayacak birisine ihtiyaç
duymadığı anlamı, işiten kişinin gizliliği ve kapalılığı dolayısıyla onu
açıklayacak birisine ihtiyaç duymasını anlatmayı bitirdik.
Bu
konuda ihtiyaç duyulan şeylerin çoğunu ele aldığımız için şimdi harfler ve
yazılar yönünden dillerin farklılıklarından, onların başlangıcının nasıl
olduğundan, köklerinin nereden kaynaklandığından, farklılıklarının ve
ölçülerinin sebeplerinden, her ümmetin kendisine ait bir şekille diğerlerinden
farklı ve diğerleri olmaksızın yeterli olmasından bahsedelim. Bu konuda
arzuladığın ve sorduğun şeylere ulaşman için bunu sana iyice açıklayacağız.
Bölüm
Harflerin
Başlangıcını Bilme Hakkında
Diyoruz
ki: Bil ki, Yüce Allah, insanlığın babası ve kaynağı olan Hz. Âdem’i yarattığında
konuşma kuvveti, şerefli ruh ve yüce akletme kuvveti ile onu konuşan (nâtık),
söz söyleyen (mütekellim), fasih konuşan ve ayırt eden birisi yaptı.
Onun görünümünü en üstün görünüm ve şeklini şekillerin en güzeli yaptı. Onun
tabiatını yeryüzüne ait (‘ardiyyet) tabiatların en safı, mizacını da
kendisinin dışındaki mizaçların en dengelisi yaptı. Onu bütün canlıların
efendisi, sahibi, yöneticisi ve önderi yaptı. Onu, onların sahibi yaptı,
onlara, isteyerek ya da istemeyerek ona itaat ve secde etmeyi zorunlu kıldı.
Nitekim Yüce Allah meleklerine şöyle dedi: “Yeryüzünde bir halife
yaratacağım”'8 Onu bu nitelikle yaratınca onun katı cisimler (cemâd)
gibi sessiz olması ve konuşamayan hayvanlar gibi susması hikmete uygun
değildir. Aksine onun ayakta duran, konuşan, söz söyleyen, öğrenen, anlayan,
düşünen ve hikmet sahibi birisi olması gerekir. Çünkü Yüce Allah ona kutsal
ruhundan üflemiş, kelimesi[111]
[112]
ile desteklemiş, ona isimlerin hepsini ve bütün eşyanın özelliklerini
öğretmiştir. Ona, onları düşünen ve onların bilgilerini kuşatan bir akıl
bahşetmiştir. Madenler, bitkiler ve hayvanlardan oluşan diğer varlıkları,
onları idare etmesi, onlardan menfaat elde etmesi, kurtuluşu, geleceği,
çoğalması, artması ve afetlerden uzak olması konusunda ona yol göstermesi için
meydana getirmiştir. Onlardan her şeyi yerli yerine koyması, düzenin
sağlanması ve sona ulaşmak için adaleti sağlaması için onları meydana
getirmiştir. Büyüğüyle küçüğüyle, iyisiyle kötüsüyle bütün bu şeyleri, isimlerle
anılan farklı şekillerde dokuz alamet içerisinde onun için bir araya
getirmiştir. Bu isimler içerisinde birden dokuza kadar olan dokuz sayıda bütün
hesapların cüzlerini ve bütün sırlarıyla sayıları birleştirdiği gibi bütün
varlığın isimlerini bir araya getirmiş ve onlara bütün anlamları yüklemiştir.
Sayıların yüce âlemdeki varlıkları da bu âlemdeki oranları gibidir. Bu harfler,
her türlü kusurlardan uzak ve yüce olan Allah’ın Hz. Âdem’e öğrettiği
isimlerdir. Hint ehli bu dokuz sayıyı şu şekilde kullanmaktadır: 1, 2, 3, 4,
5, 6, 7, 8, 9.[113]
O,
bu harflerle bütün eşyanın isimlerini ve özelliklerini olduğu gibi biliyordu,
şekillerinin ve görünüşlerinin varlığından haberdardı. Çocukları çoğalana dek
bu şekilde devam etti ve Süryanice konuştu. Feleği, Hz. Âdem’in ayrılmasından
sonra değişim ve dönüşümü gerektirecek şekilde oluşturdu. Onun zamanında kitap
telif etme veya kalemle yazma yoktu. Sayıların azlığından dolayı lafızlarla
zihinlere yerleştirme ve kelam ezberleme söz konusu oldu. Çünkü insanlık
âleminin yüzeyinde bir evden fazlası yoktu. Onlar arasında konuşma sadece
ihtiyaç duydukları şeyler hakkındaydı. Onların geçmişle ilgili sözleri olmadı.
Buna ihtiyaç da duymadılar. Kendilerinden öncekilerin kitap ve tomarlarından
eser kalıntıları da yoktu. Çünkü meleklerin sözleri yapay cisimlere yazılmaz ve
heyûlâları nefsanî cevherlerdir. Bu günün insanlarından herhangi birisinin
kendisi ve ev halkının ihtiyaç duydukları her şeyi yazmaya ve evlerindeki her
şeyi bir kitaba kaydedip de o kitapta, yanlarında bulunan yiyecekleri,
içecekleri ve faydalandıkları şeyleri zikretmeye ihtiyaç duymaması gibi.
Onların ihtiyacı bunların isimlerini bilmektir. Onlar bunları çocuklarına
öğretirler. Çocuklar bunları öğrenirler ve diledikleri lafızlarla kullanırlar.
Sonra
öncekiler gitti ve sonrakiler geldi. Kıtalara ayrıldılar, yeryüzünde birbirleriyle
ilişkileri kesildi ve etrafa dağıldılar. İlahî hikmet ve Rabbânî gözetim bu
isimleri, lafızlar ve harfleri, yazma sanatı ile kayıt altına almalarını
zorunlu kıldı. Şayet böyle olmasaydı, sonra gelenler öncekilerin kullandıkları
ihtiyaç maddelerinden uzaklaşırlardı. Dil onlarla bunlardan ihtiyaç duydukları
şeylerin arasını yalanla ayırınca kendileriyle birlikte yeryüzünde bulunan
kişilerin haberlerini, mekân olarak kendilerinden uzak oldukları için bilmez
oldular. Çünkü bir peygamberin (resûl) gönderildiği toplumun, onun
kalbindeki her şeyi ezberlemesi mümkün değildir. Durum böyle olunca Yüce Allah
yazma sanatını ortaya çıkardı. İnsanlar bu sanatı ilerlettiler, öğrendiler,
maharet kazandılar, alıştılar ve benimsediler. Allah onların içinden (selam
onlara olsun) nebiler gönderdi. Onların içerisinden sanat icra edecek hikmet
sahipleri gönderdi. İnsanların arasında sanatkârlar, öğrenciler, ilim sahipleri
ve öğretmenler çoğaldı. Yeryüzü mamur hale getirildi, bazılarının haberleri
diğerlerine intikal etti. Harflerin sayısı yirmi sekiz olana dek harfler
artmaya ve yavaş yavaş ortaya çıkmaya, yazma sanatı gelişmeye ve çeşitlenmeye
devam etti. Sonra bu sayıda durdu ve bunun üzerine çıkmadı. Zira bu sayı tam
sayılardandır. Tam sayılar fazla ve eksik sayılardan daha üstündür. Çünkü bu
sayının varlığı kıymetlidir. Onda sayıların basamaklarından sadece bir sayı
bulunur. Birler basamağında altı, onlar basamağında yirmi sekiz, yüzler
basamağında dört yüz doksan altı, binler basamağında sekiz bin yüz yirmi sekiz
bulunması gibi. Aynı şekilde bu sayının bir ya da iki kez eşit bir şekilde
bölünmesi mümkündür. Arap dilinde yazma sanatı, yazma sanatının sonu ve
harflerin sayısının tamamlanması oldu. İslâm şeriatının bütün şeriatların
sonuncusu ve selam ona olsun Hz. Muhammed’in nebilerin ve şeriat sahiplerinin
sonuncusu olduğu ve kıyametin onun şeriatının üzerine kopacağı gibi.
Bölüm
Sonra
bil ki, Arapça hattı ilk ortaya koyan bilge kişi, bu konuda ortaya koyduğu
şeyde yüce Allah’ın hikmetinin izleriyle yetindi ve büyük bir hikmet sahibi
oldu. Denildi ki hikmet, beşerîn gücü nispetinde ilaha benzemesidir. Bu
hikmetin anlamı, kişinin sanatkârane yaptığı şeylerde hikmetli (hakîm),
bildiği şeylerde emin ve işlerinde de haberdar olmasıdır. Onu hikmetin
gerektirdiği şekilde, “elif-be-te-se” harflerinin bütün eşyayı kapsayan cümmel
harfleri olması için, âleme koydu (dünya âlemine koydu). Yine asıldaki
varlıkların sayılarını ve Allah’tan başkasının sayamayacağı çokluktaki o
asıllardan çoğalan ve meydana gelen sayıları âleme koydu.
Büyük
âlemde yirmi sekiz olarak sayılan varlıklardan birisi ayın konaklarıdır. Yirmi
sekiz konağın on dört tanesi yerin üzerinde, on dört tanesi yerin altındadır.
Onlar sağ ve sol konumlardadır. Onların on dört tanesi kuzey burçlarda, on dört
tanesi güney burçlardadır.
Bunun
gibi insan bedeninde bu sayıya benzer uzuvlar vardır. Çünkü tam dil, Arap
dilidir. Fasih söz, Arap sözüdür. Bunun dışındakiler eksiktir. Diller
içerisinde Arap dili, canlılar içerisinde insan şekli gibidir. İnsan şeklinin
ortaya çıkışı son canlı şekli olduğu gibi Arap dili de insanlığa ait dillerin mükemmeli
ve yazma sanatının sonudur. Bu dilden sonra onu oradan kaldıracak,
değiştirecek, ona ilave yapacak ve eksiltecek herhangi bir şey ortaya
çıkmamıştır. Her ümmet, her iklim, yarımada ve yer içerisinde hat, harf, yazı
ve işaret ehli vardır. Onların hepsi bu yirmi sekiz harfi bir araya getirir.
Şayet uzama korkusu olmasaydı diller, dilleri yazanlar ve dillerin harflerinin
sayısı hakkında söylenmiş pek çok şeye yer verirdik. Süryanice, İbranice,
Yunanca, Rumca, Âdemoğlu’nun diğer cinslerinde ve ümmetlerde bu dillerden ortaya
çıkan ve oluşan alt diller gibi.
Sonra
bil ki, bütün bu harflerin ve hatların aslı, üçüncüsü olmayan iki hitaptır. O
ikisinin arasından, onlardan ve o ikisi sayesinde bu harfler oluşmuş ve son şekline
ulaşmıştır. İnsanlığın Âdem ve Havva (a.s.)’dan meydana gelmesi gibi. Bunun
gibi, âlem bir bütün olarak gökler ve içindekilerle, yeryüzü ve üzerindekilerle
birlikte iki cevherden meydana gelmektedir ki, bunlar sâbık (önce gelen) ve
tâli (sonra gelen)’dir. Yahut basitve bileşik (mürekkep)’tir ki, o ikisi akıl
ve nefis’tir. Yüce Allah o ikisini yoktan var edendir (Mübdi’). O, o ikisinden
sonradan ortaya çıkan (hadis) her şeyden uzak olan Birdir ve büyüklüğü
ile o ikisinden yücedir (mütealî). Bu, dairenin çapı olan düz çizgi ile
dairenin etrafındaki kavisli çizgiye benzer. Harflerin başı düz çizgidir ki o
elif(ı)’tir, İkincisi be (o/dir. Ulvî âlemde bunlardan birincinin karşılığı
sâbık (önceki)’tır ki, o akıl’dır. İkincinin[114]
karşılığı ise nefıs’tir. Zira nefis, akıl’ın altındaki bir mertebedir. O
ikisinden, aşağı (süjlî) âlemdeki Âdem ve Havva gibi bütün varlıkların
ortaya çıkışı gerçekleşmiştir. O ikisi erkek ve dişi bedenlerdir. Dişi, erkeğin
aşağısında tertip edilmiş, o ikisinden de âlem meydana gelmiştir. Yine bütün
hayvanlar ve bitki şekilleri mevcut sınırlarından ve şekillerinden
uzaklaşmazlar. İnsan sureti düz çizginin benzeridir. Hayvanların sureti kavisli
çizginin benzeridir. Bitkiler ve hayvanlar insanın altında düzenlenmiştir.
Bunun gibi felekler âlemi ve göklerin hareketsizliğinin şekli düzdür ve
görüntüsü (suret) tamdır. Onlar düz bir çizgidir. Ay feleğinin altındakiler
eğik çizgi konumundadırlar. Aynı şey, bir ve ikiden ortaya çıkan sayılarda da
bulunur. Bir, düz çizgi gibidir. İki ise eğik çizgiye benzer. Bu ikisi
sayıların aslı ve kaynağıdır. Sayıların artması ve çoğalması bu ikisinden olur.
Bölüm
Sonra
bil ki, insan lisanı, bu yirmi sekiz harften her harfin yönüne hareket ettiğinde
bu yönlerden harfleri çıkarır, dili başka harfe yöneltmez ve harfler birbirine
karışmaz. Harfi lafızda bulunduğu yerden başka bir yere de yöneltmez. O,
harfleri açıklama ve bulundukları yere koyma yönünden doğru bir dil ve fasih
bir sözdür. Hangi yazıda olursa olsun ve hangi dilde ittifak edilirse edilsin
söz onunla olur. Yazmanın en doğrusu, en tam olanı ve en güzeli, konumu ve
harflerinin birbirleriyle ölçüsü üstün oranlı olandır.
“Musikî
Risâlesı’nde bu ilmin bir kısmını açıklamıştık.
Burada bunun bir kısmı, yazma sanatı ehlinin dillerin mükemmeli olan Arap dili
hakkında söyledikleri şeylere delalet etmesi için aynısıyla bahşedilecek. Bizim
bütün ilimleri kuşatmanın, diğer dilleri bilmenin ve diğer yazı çeşitlerini
öğrenme dışında günümüzde Arapçanın dışında bir dille yazmaya ve ondan başka
bir dile ihtiyacımız yoktur. Bu nedenle onların nefislerini arıtmaları ve
ahlâklarını düzeltmeleri için bu risâleyi koyduk. Onları, akledilebilir olanlar
(makûlât) ve hissedilebilir olanlardan (mahsûsât) diğer malumatlara ve
yapılmış şeylere (masnûat) mukaddime, giriş ve yollar yaptık.
Arapça
ve onun harfleri ile mükemmel bir şekilde yazmak için onun inişi ile nebilerin
kitaplarının sona erdiği yüce Allah’ın kitabını okumaya ihtiyaç duyuluyor ve
onda bilinen vakte (kıyamete) kadar olmuş ve olacak olan şeyler haber
verilmişse ancak en güzel, en sağlam, en mükemmel ve en yetkin hatlarla
yazılması gerekir. Okuyanın yanlış harekelememesi ve okuma esnasında hatayı,
yanlışı ve dil sürçmesini artırmaması için vezinsiz ve ölçüsüz eksik hatlarla
yazılması doğru olmaz.
Yazar,
usta, mühendis ve basiret sahibi bir kişi Arapçayı doğru yazma konusunda şöyle
demiştir: Hattının iyi ve yazısının düzgün olmasını isteyen kişinin kendisi
için yazılarını üzerine oturttuğu bir esasının olması gerekir, bunun örneği
yazmaya başlaması ve elif harfini dilediği ölçüde yazmasıdır. Elifin kalınlığını
uzunluğuna uygun yapması gerekir ki bu oran sekizde birdir. Elifin uzunluğunu
da dairenin çapı kadar yapmalıdır. Sonra diğer harfleri elifin uzunluğuna uygun
olarak yerleştirir. Elifin, dairenin çapma uygun olduğu bu daireye bakar ve be
harfi ve kardeşlerini uzunluklarına göre yerleştirir. Elifin uzunluğuna göre
onların başları uzunluklarının sekizde birinden fazladır. Şunun gibi: (
Cim
(2) ve kardeşlerinin her birinin uzunluğunu elifin yarısından f azla
yapar ve onların kavislerini elifin onun çapma uygun olduğu dairenin çevresinin
yarısından az yapar. Şunun gibi:
Sonra
dal (i) ve zel (•>) harflerinin her birini kavisli dairenin çevresinin
dörtte biri kadar yapar. Şunun gibi: (i.i)
Sonra
ra (j) ve ze (3) harflerinin her birini dairenin kavisinin dörtte biri yapar.
Şunun gibi:
Sonra
sin (^) ve şın’ın (ji) her birinin başını, elifin sekizde birinin yukarısında
yapar. Bunun uzunluğu, bahsi geçmiş olan dairenin çevresinin yarısından aşağıya
doğrudur. Şunun gibi:
Sad
(.,=) ve dad’ın (üa) her birinin uzunluğunu elifin sekizde birinin
yukarısında yapar. Onun uzunluğu, bahsi geçmiş olan dairenin çevresinin
yarısının aşağısına doğrudur. Şunun gibi: (^.^)
Tı
(l) ve zı’nın (i) her birinin uzunluğunu
elifin uzunluğunun yukarısında yapar. Onun alt çıkıntısını ise elifin sekizde
bir ölçüsü gibi yapar. Başlarını elifin uzunluğunun üzerine çıkarır. Şunun
gibi: (Ja.J=)
Ayn
(j.) ve ğayn’ın (j-) her birini, bahsedilen dairenin dörtte bir yayı kadar
yapar. Onun uzunluğu dairenin yarısının arkasına kadardır. Şunun gibi:
Bu
örneğe göre, yazma konusunda bu düsturu kalan harflere uygula!
Bölüm
Sözün
Konuşma Sanatı Olması Hakkında
Diyoruz
ki: Bütün var edilmiş şeyler (masnuat) bir hikmetine göre sağlam ve
dayanıklı bir şekilde var edilmiştir. Söz ve ifade sanatı bunlardandır. Zira
sözün en sağlamı, en açık ve en derin anlamlı (beliğ) olanıdır. Derin
anlamlı sözün (belagat) en sağlamı ise en akıcı (fasih) olanıdır.
Akıcılığın (fesahat) en güzeli, uyumlu bir vezni olandır. Şiirlerden
vezinli olanların en doğrusu, münzahif olmayandır. Şiirlerin münzahifî,
sakin harfleri harekeli, harekeli harfleri sakin olan, müstevî ise, harflerinin
yeri değişse de manası eşit olan kelimedir. Bunun örneği tavîl[115],
medîd[116]
ve basit[117]
adını alan vezinlerdir. Bunlar, aruzcuların söylediği gibi sekiz heceden (mekâtı)
oluşmaktadır. Tavîlin örneği:
Fe'ûlün/mefaîlün/feulün/mefâ’îlün
İkinci
mısra da bu şekildedir. Bu sekiz kısım, on iki sebeb[118]
ve sekiz veted’[119]den
meydana gelmektedir. Hepsinin toplamı kırk sekiz harf eder. Bunlardan yirmisi
sakin; yirmi sekizi harekelidir. Onun bir mısrası yirmi dört harftir. Onu
sakin, on dördü harekelidir. Beytin dörtte biri olan mısranın yarısı on iki
harftir. Bunların beşi sakin, yedisi harekelidir. Onun dörtte birinin sakin
harflerinin harekeli olanlara oranı, yarısının sakin olanlarının harekeli
olanlara oranı gibidir. Yarısının sakinlerinin harekeli olanlara oranı, bütün
sakin harflerinin harekeli olanlara oranı gibidir.
Vâfir[120]
[121]
ve kâmil2* kalıplarının hükmü de böyledir. Bu ikisinin her
biri altı heceden oluşur. Bunlar şu şekildedir:
Mufâ'aletün/mufaaletün/mufâ'aletün/mufâ'aletün
Bu
şekilde altı kez tekrar eder. Onun harflerinin yarısının sakinlerinin harekelilerine
oranı, bütün sakin harflerinin bütün harekeli harflerine oranı gibidir. Şiirin
bütün beyitleri zihaftan (uzun okunması gereken harfin kısa okunması) uzak olduğunda,
ister ikili, ister dörtlü, isterse altılı olsun bu örneğe göre bulunur. Onların
arasındaki zamanlar da bu şekilde bulunur. Aruz kitaplarında, bu durumun
araştırmacılar ve konu hakkında düşünenler için açığa çıkması için daireler ve
alametler konulmuştur. Bu giriş, sana açıkladığım şey için delildir.
Diyoruz
ki: Bil ki, bu konuşma sanatının ve aklî lafızların içerdiği şeylere vâkıf
olmakla, hatalı nefislerin ve heyûlâ denizinde ve tabiatın esaretinde oyalanan,
dost ve adet belirlemekle meşgul olan ruhların uyanması söz konusu olur. Yine
sanatların en üstünlerinden olan ve kralların ve başkanların meclislerinde
vezirlerin ve edebiyatçıların onunla övündükleri yazma sanatı da, pek çok çeşidi
ve alt dallarının çokluğuyla bunun örneklerindendir. Halkların ayrıldıkları
dilleri yazma şekilleri ve telif etme yöntemleri vardır. Hint halkında olduğu
gibi... Onların harfleri Âdem (a.s.) ile birlikte cennetten çıkarılmıştır.
Bütün varlıkların isimleri bu harflerle bilinir.
Bu
dilin harflerinin sayısının dokuz olmasına gelince; bu, daha önce açıkladığımız
ve işaret ettiğimiz şeylerden dolayıdır. Bu, toplayıcı (haviye) dokuz
gezegenin (el-eflâku’t-tis’a) bütün varlıklarla bütünüyle uyum halinde
olması dolayısıyladır. Sonra bunun ardından ayrılmışlar ve Hint halkı
kendilerinden başka bir halk olmaksızın bu harfleri kendilerine tahsis
etmişlerdir. Çünkü Âdem (a.s.) cennetten indiğinde oradaydı.
Süryanice,
bir dildir ve harfleri, yazısı, sanatı ve üzerinde harflerin birleştiği bir
oranı vardır. Dillerine uygun, kendilerine mahsus isimleri vardır. Yine Rumca
bir dildir, sözlerine ve dillerine uygun farklı bir yazılışı vardır.
Yunanlılar, Farslar ve diğer milletlerin dil çeşitleri ve ibare farklılıkları
da bu şekildedir. Ancak hangi dilde olursa olsun, hangi nakışla bezenirse
bezensin, nasıl çoğalıp çeşitlenirse çeşitlensin, bütün harflerin aslı dairenin
çapı olan düz çizgidir ve harfler ondan oluşturulmuştur. Arapçadaki harflerin
ayrılışını düşündüğünde elif harfi gibi bazılarının düz çizgi olduğunu, gâf ve
mîm gibi bazılarının yuvarlak olduğunu, “hâ” (c) ve “hı” (j) gibi
bazılarının kavisli olduğunu görürsün. Bahsettiğimiz ve bahsetmediğimiz diğer
milletlerin yazıları bu örneğe göre oluşur. Açıklamanın uzunluğundan dolayı
aslolanı ve diğerlerinden ziyade çoğunluk tarafından bilinen meşhur şeyleri
anlatmakla yetindik.
Bölüm
Sonra
bil ki, yazma sanatının iki ucu vardır. Bir ucu sanki başlangıçtır. Diğer ucu
ise sonuç gibidir. Birinci uç Hintlilerin günümüze dek kullandıkları dokuz
harfle söz ve konuşmadır. Sonuç olan diğer uç ise Arapçanın harfleri olan yirmi
sekiz harftir. Bunun dışındakiler bu iki uç arasındadır.
Harflerin
örneği, bitmiş, çatallanmış, dallara ayrılmış, yaprakları ve meyveleri çoğalmış
bir ağaç örneği gibidir. Halklar bu harfleri bölüştüler. Her halk soy olarak ortak
özellik gösterdikleri şeye ve başkanlarının içtihadına göre aldı. Onlar
Rablerinin desteklemesi ve ilham etmesi ile onlar hakkında fikirlerine,
zihinlerinin ulaştığı sonuca ve düşüncelerinin gerekli gördüğü şeye göre amel
ettiler. Bu harflerin şekillerini aldılar ve bunlarla O nun zâtından olan
isimleri söylediler. Bu kişi bilge birisi ise bunu Allah’ın onu desteklemesi ve
ilham etmesi ile gerçekleştirdi. Şayet bu kişi gönderilmiş bir nebi ise bunu
Allah’ın ona vahiy göndermesi ve büyüklüğünün gizliliğinin arkasından
konuşması ile gerçekleştirdi. Yine meleklerinin diliyle vahyetmesi, bu vahyi
farklı bir yazı şekliyle kaydetmesi, önceki dilin dışında farklı bir dille
konuşması, birinci dildeki isimleri ikinci dilde silmesi ile gerçekleştirdi.
Nebi için bu durum tamamlanınca bu yeni dille konuştu, konuşma sanatını
geliştirdi, bu dili yazma harfleri ile kayıt altına aldı, önceki dilin
şekillerine, benzer şekil ve çizgiler ilave etti. Sonra bunu insanlardan
kendisine en yakın ve kendince en üstün olanlara öğretti. Bu dili o, ev halkı
ve aşireti kullanmaya başladı. Sonra şehir halkı, daha sonra ülkesi, sonra da
içinde bulunduğu kıtadakiler konuşmaya başladı. Sonra dünyaya yayıldı. Bu
milletlerde küçükler bu dille yetişir, büyükler bu dille dostluk kurarlar.
Şeriat ve din birinci dilden ikinci dile aktarılır; hükümler, emirler,
yasaklar, namaz ve şer’î (dinî-hukukî) hükümler, konuşulan dili ve nebinin
kendisine gönderildiği ümmeti değiştirir.
Bilge
kişilerden her bilge veya krallardan her kral bir ilmin, bilginin, dinin veya
şeriatın bir dilden diğerine aktarılmasını istediğinde, o kişi Allah’ın yardımı
ile ve doğum ve başarısının gerektirdiği ölçüde buna hazırlanır. Sonunda amacına
ulaşır ve muvaffak olur. Hz. Süleyman’ın gerçekleştirdiği gibi... Allah ona
krallık verip onu güçlü ve kudretli kıldığında, devrinin krallarını yenip
yöneticilerini zelil ettiğinde bütün dillerdeki ilim ve hikmetleri İbranice’ye
nasıl aktarmıştı? Rum kralı da aynı şeyi yapmıştı. O, Yunanlılara galip gelip
onları yendiğinde ilim ve hikmetlerini Yunancadan Rum caya aktardı. Yunan
kralları da galip geldikleri kişilere böyle yaptılar. Bu yüzden dil
farklılaştı, görüşler ve dinler ayrıldı. Durum, açıklaması uzun olan illet ve
sebeplerden dolayı böyle oldu. Bütün bunlar felekî işler, göksel hükümler ve
ilahi iradeyledir. “Bu, mutlak güç sahibi ve hakkıyla bilen Allah’ın
takdiridir.”[122]
Bölüm
Sonra
bil ki, her din ve şeriat ehlinin, emir ve nehiy, helal ve haram, hükümler ve
kanunlar, söz, yazı, beste ve nağme sanatı içeren bir kitabı vardır. Onların
içerisinde bunların hepsini bilen bilgili kişiler vardır. Bazıları da bilgi
yönünden onların altındadır. Onlardan bazıları yazma sanatını unutmuş, ancak
isimleri ve anlamları bilmektedir. İsimlerin harfleri ile konuşurlar ancak
şekillerini bilmezler ve onları elleriyle yazmaktan hoşlanmazlar. Onlar
araştırarak bir eser telif etmekten de hoşlanmazlar ve kendilerine telkin
edilen her şeyi alırlar. Onların bazılarının da yazısının güzel ve bilgisinin
az olduğunu görebilirsin. Bunlar düşünmeksizin, yazılmış yazıdan başkasından
hoşlanmazlar. Bu kişinin faydası kendisine değil, başkasınadır.
Onlardan
bazıları iyi âlim olup unutkanlığı azdır. Onların maksadı, unutma korkusuyla
ihtiyaç duyduğu şeyleri bilmek ve ihtiyacının gereğini açığa çıkarmaktır. Hz
Âdem başlangıçta bu özelliği ile böyle idi. Harflerin isimlerini ezberliyor,
lafızla konuşuyor, anlamla söz söylüyor ve delil getiriyor, ancak elindeki
kalemle Allah’ın dilediği şeyleri yazmıyordu. Allah, takdir ettiği vakitte ve
kolaylaştırdığı zamanda kendisinden yarattıklarına bir lütuf ve kullarına bir
merhamet olarak yazma sanatını açığa çıkarana kadar bu şekilde devam etti.
Yaratılmışlar yazma sanatına güç yetiremiyorlardı.
Onlar
buna ihtiyaç duyunca o, kendisinin ihtiyaç duymadığı, onların ihtiyacı olan
şeyleri onlara öğretti. Burçların birbirine her yaklaşma (kırân)
vaktinde ve zamanın her gerekliliğine göre yazma çeşitlerinden bir çeşit; dil,
yazı ve ibare türlerinden bir tür ortaya çıkmaya başladı. Bu esnada her halktan
ve her dilden söz, nazım, beste ve nağme çeşitleri ile Allah’tan başka kimsenin
sayamayacağı pek çok şey ortaya çıkmaya başladı.
Sonra
bil ki, Arapçayla konuşan ilk kişinin Sam oğlu Ya’rûb olduğu söylendi. Sonra
zamanla genişlemeye, Arapların çoğalmasına ve yeryüzünde yayılmasına bağlı
olarak artmaya devam etti. Bu durum, doğumları, yerleri, mizaçları,
karakterleri, bedenleri ve iklimlerinde meydana gelen uyuşmalara göredir.
Sonunda pek çok kabile meydana geldi ve Arap kabilelerinden her bir kabilenin
kendisiyle tanındığı bir dili ve onlara nispet edilen bir konuşmaları oldu.
Diğerlerinden bunlarla ayırt edilir oldular. Eşyanın isimleri hakkında ihtilaf
ettiler. Öyle ki varlıklardan bir tanesinin Arap dilinde onu tanımlayan ve
hepsinin ona işaret ettiği pek çok ismi oldu. Bu yüzden Arapça ilmi büyük
ilimlerden birisi oldu. İnsanların bu dili terk etmeleri mümkün olmadığı,
bilakis öğrenmeleri ve onun herhangi bir yönünden cahil kalmamaları gerektiği
için ona ihtiyaçları oldu. Bu, varlıkları yaratan, onlara isimler ve sıfatlar
veren, onlara her kavimde ve her dilde onunla tanındıkları ve kendisine işaret
edilen, diğer dildekinden farklı isimler veren Yüce Yaratıcının (Bârı)
hikmetindendir.
Şayet
Arapçayı düşünür ve dikkate alırsan onun az bilinen şaşırtıcı şeylerden ve
şerefli hikmetlerden birisi olduğunu görürsün. Onların ihtiyaç duymadıkları ve
bu isimleri bir tek dil ve bir tek şeriat birleştirdiği halde, yiyeceklerinin
ve içeceklerinin isimleriyle ilgili sözlerinin çoğunda nasıl ayrılığa
düştüklerine bak. Öyle ki, okuma bilenler (kurra) onların okunuşlarında
ayrılığa düştüler ve rivayetleri hakkında farklılaştılar.
Arapçanın
dışındaki dillerde aynı şeyi daha fazla görürsün. O dillerde durum daha da karışıktır.
Görüşlerde ve dinlerde de durum bu şekildedir. Öyle ki medc niyetten uzak
çöllerde oturan Araplar’dan çoğundan öyleleri vardır ki onların dillerinde
tedavülde olan pek çok ismi geri kalan Arapların çoğu anlamaz. Bu kelimeleri
şehirli Araplar ancak açıklama ve izahtan sonra anlar ve onların hangi kökten
türetildiklerini bilmeye ihtiyaç duyar. Ancak bundan sonra onun anlamını
zihninde canlandırdıktan sonra bu şeyi bu isimle adlandırır. Bütün bunlar
açıklaması uzun olan nedenler ve sebeplerden dolayıdır.
Benzer
şekilde aynı dinin mensupları da mezhepler, görüşler, dinler ve inançlar
konularındaki ayrılıklardan, dillerinin ve ülkelerindeki havanın
farklılığından, nesil farklılığından ve dünya yönetimini istedikleri için
aralarındaki konularda ayrılığa düşen başkanları, âlimleri ve hocalarından
dolayı ihtilaf ettiler. “Muhalefet et meşhur ol” diye bir atasözü
söylenmiştir. Çünkü şayet onların âlimlerinin önde gelenleri arasında ayrılık
olmasaydı onların yöneticilikleri söz konusu olmazdı ve aynı yola sahip
olurlardı. Zira onların çoğu asıl konularda hemfikirdirler. Farklılık
teferruattadır. Bunun örneği onların hepsinin Allah’ın birlenmesini ve Yüce
Yaratıcının (Bârı) layık olduğu sıfatlarla nitelenmesini kabul
etmeleridir. Onlar Nebinin kendilerine gönderilmiş olduğunu kabul ederler,
kendilerine gönderilmiş olan Resûl tarafından getirilmiş olan Kitaba (Kuran)
sarılırlar ve şeriatın sorumluluklarını kabul ederler. Ancak onlar Resûl’den
gelen rivayetlerde ve taşıyıcısı insan olan anlamlarda (me ânı) ihtilaf
ettiler. Bunları Resûl’den aldılar ve her alan da kendi lisanıyla aktardı.
Çünkü Nebi nin (salla'llâhü aleyhi ve sellem) her topluluğa içinde bulundukları
şartlara göre, nefislerinde tasavvur edebilecekleri ve akıllarının erdiği
kadar anlayacakları şekilde konuşması onun mucizelerinden ve üstünlüğündendir.
Bu nedenle rivayetler ayrılmış, itikadi mezhepler çoğalmış ve Resûl’ün (salla'llâhü
aleyhi ve sellem) halifesi hakkında ayrılığa düşmüşlerdir. Bu konu günümüze
gelinceye kadar ümmet içerisinde en büyük ihtilaf sebeplerinden birisi
olmuştur.
Aynı
şekilde kelamcılar, tartışmacılar (ehlu'l-münâzara) ve yönetim konusunda
rekabete girenler din ve şeriat hakkında Resûl’ün getirmediği ve emretmediği,
kendi nefislerinden pek çok şey icat ettiler. Bunları bidat edindiler ve
sıradan insanlara şöyle dediler: “Bu Resûl’ün sünneti ve yoludur.” Bu bidatları
kendilerine güzel gösterdiler. Öyle ki, bidat edinmiş oldukları şeylerin
hakikat olduğunu ve Nebinin (a.s.) bunu emrettiğini zannettiler. Hükümler ve
emirler konusunda kendi görüşleri ve kıyaslarıyla pek çok şey ortaya
çıkardılar. Bunlarla Rablerinin kitabını ve Nebî’lerinin sünnetini terk
ettiler, içlerindeki uyarıcılara (ehl-i zikr) karşı büyüklendiler. Oysa
onlara, anlamadıkları şeyleri bunlara sormaları emredilmişti.[123]
Akıllarının saçmalamasıyla Allah’ın şeriat işini ve dinî farzları eksik
bıraktığını zannettiler. Öyle ki, bunlar bu eksiklikleri kendi bozuk görüşleri,
yanlış kıyasları ve batıl içtihatları ile açıklama ihtiyacı duydular ve
kendilerine ait bir din icat ederek bidat işlediler. Yüce Allah şöyle derken bu
nasıl olur: “Kitapta hiçbir şeyi eksik bırakmadık."[124]
“(Sana bu kitabı) her şeyin bir açıklaması (olarak indirdik).”32
Az önce açıkladığımız gibi bunları yöneticilik isteği yüzünden yaptılar. Ümmet
içerisinde ihtilaf ve çekişme başlattılar. Onlar şeriatı yıkıyorlar, ancak
cahil kimselere kendilerinin şeriata yardımcı oldukları izlenimi veriyorlar.
Bu
sebeplerden dolayı ümmet gruplara bölündü, aralarında ebedi bir düşmanlık ve
kin ortaya çıktı, fitnelere ve savaşlara dûçar oldular. Birbirlerinin kanlarını
helal gördüler. Âlimlerden doğruyu bilen bazıları nasihat ettiğinde
yöneticileri bu konuda konuştu, onları korkuttu ve azap etmekle tehdit etti.
Sıradan insanlara yöneldiler ve onlara şöyle dediler: “Bu falan kişidir)’
Onu halkın önüne attılar, ona şeriatın getirmediği ve aklı başında olan
birisinin söylemeyeceği sözleri nispet ettiler. Bu âlim halka işin şeriatta
nasıl olduğunu açıklama ve bağlandıkları görüşlerin yanlış olduğu konusunda
onları uyarma imkânı bulamadı. Bunun sebebi, alıştıkları, kendisiyle büyüdükleri
ve sonrakinin öncekinden devraldığı bir milliyetçiliğin halka galip gelmiş
olmasıydı.
İdareciler
bu durumu fark ettiklerinde âlimler halktan gizlenmişlerdi. Bu gizlenmeyi
onlara karşı kullanmaya başladılar. Halkta, bunun iddialarıyla ilgili
delillerinin (hüccet) kalmamasından ve onların getirdikleriyle amel
edememekten kaynaklandığı, âlimlerin susmalarının ve gizlenmelerinin onların
iddialarının batıl olduğunu gösterdiği intibaı oluşturdular. Doğrunun, şu anda
üzerinde uzlaştığımız şey olduğunu iddia ettiler. Bu özellikleri bugün devam
etmektedir. İçlerindeki cahil yöneticiler her gün artmakta, ayrılıkları
çoğalmaktadır. Delillendirmeleri ve münazaraları çoğalmakta, tartışmaları yayılmaktadır.
Öyle ki, şeriatın hükümlerini kaldırıyorlar ve tefsirleriyle Allah’ın kitabını
olduğunun tersine değiştiriyorlar. Allah’ın buyurduğu gibi: “Kelimeleri
yerlerinden kaydırırlar”33 İşlerinin esasında, şeriatı
bilmediklerinden dolayı değiştirmiş olabilirler. Nebi nin (salla'llâhü aleyhi
ve sellem) haberlerini, Allah’ın hükümranlığından kaynaklanmayan kendi
nefislerinden uydurdukları yorumlarla yorumladılar. Anlamları değiştirdiler,
yönetimlerini güçlendirecek ve avam nazarında ilim ehlini kötüleyecek şeylerden
istedikleri şeyleri söylediler. Bu, çocuğun babadan, sonra gelenin öncekinden,
küçüğün büyükten miras aldığı, Allah’ın onların yok olmalarını dilemesine,
sönmesine ve geçip gitmesine hükmetmesine kadar devam edecek adetleridir.
Avamın yöneticisi olan bu insanlar tüm belde ve köylerde hakkın düşmanı olmaya
devam etmektedirler. Kaç nebi öldürdüler, kaç vasiyi34 inkâr ettiler
ve kaç âlimi kovdular! Onlar yaptıklarıyla şeriatların kalkmasına ve önceki
zamanlarda bu şeriatların yenilenmesine sebep oldular. Bu durum, Allah’ın şu
sözü ile vaadinin tamamlanmasına kadar devam etti: “Allah dilerse sizi yok
eder ve yerinize yeni bir halk getirir. Bu da Allaha zor gelmez.”35
“Sonuç Allaha karşı gelmekten sakınanlarındır’.’36 “Andolsun,
Zikirden (Tevrat’tan) sonra Zebur’da da, ‘Yeryüzüne muhakkak benim iyi 32.
Nahl, 16/89.
33. Nisa,
4/46.
34. Vasi
kelimesinin İsmail! düşüncede özel bir anlamı vardır. Buna göre Vasi, Nâtık adı
verilen Resûl un getirdiği şeriatın batını hakikatlerini açıklayacak olan
kişidir. Örneğin Hz. Muhammed’in getirmiş olduğu İslâm şeriatının batını
hakikatlerini açıklama görevi onun vasisi olan Hz. Ali’ye aittir, (ç.n.) 35.
Fâtır, 35/16-17.
36.
A’râf, 7/128.
kullarım
varis olacaktır’diye yazmıştık. Şüphesiz bunda Allaha kulluk eden bir toplum
için yeterince mesaj vardır.”[125]
Bu
neden, görüş ve mezhep farklılıklarının sebebidir. Durum böyle olunca doğruyu
isteyen ve kurtulmayı dileyen kişinin, kendisini Rabbine yaklaştıracak, onu
ihtilaf denizinden kurtaracak ve ayrılık ehlinin zindanlarından çıkaracak bir
şey istemesi gerekir. Onun bu uçurumdan kurtulması, bu uykudan uyanması, bu
gafletten kurtulması ve ölümü yaklaşmadan önce hayatta olduğu günlerin
kıymetini bilmesi için yapması gereken şey nedir? Umut geniş bir zaman
dilimidir. Amellerin belirli günleri ve sınırlı süreleri vardır. İnsan dünyada
Yüce Rabbine yönelmek ve ameliyle ona karşılık vermeye hazır olmak üzere
yaratılmıştır. Çünkü o, (hükmünü) izin istemeksizin uygular. Şayet yanında azık
olursa Yüce Allah’ın dediği gibi onu bulur: “Kendiniz için önden (dünyada
iken) ne iyilik hazırlarsanız Allah katında onu bulursunuz.”[126]
O, azıktır. Şayet yanında azığı olmazsa Allah’ın şöyle dediği kimselerden
olur: “Keşke dünyaya döndür ülsek de yapmış olduğumuzdan başkasını yapsak.”[127]
Yüce Allah şöyle buyurmaktadır: “Onlar gerçekten kendilerine yazık ettiler”[128]
O, bir kavmi azarlayarak onlara şöyle dedi: “Andolsun ki, sizi ilk defa
yarattığımız gibi teker teker bize geleceksiniz.”[129]
[130]
Yani sıfır azıkla... Buyurmuştur ki: “Sizi boşuna yarattığımızı ve
bize tekrar döndürülmeyeceğinizi mi sandınız?”41 Yüce Allah yine
buyurmuştur ki: “Herkese yaptığının karşılığı tam olarak verilir. Allah,
onların yaptıklarını en iyi bilendir.”[131]
Kuranda Allah’ın, dinleri, şeriatları ve kulluk görevlerini kulun, yaratıcısının
rahmetine ulaşmak için tuttuğu ve oraya Allah’ın cennetini ve ona komşu olmayı
isteyerek yönelenin yürüdüğü yollar ve yöntemler yaptığına işaret eden pek çok
âyet vardır.
Eğer
kendi iyiliklerinden gafil olur, hedeflerinden yüz çevirir, doğru yolu ve bu
yolun yolcusunu, kendisi hakkında ihtilaf olmayan hak dini terk eder, ayrılık
ve nifak taraftarlarına ve avamdan yöneticilik isteyenlere katılır, Allah’ın
gönderdiği Resûl’üne ve Nebisine benzeyerek Yüce Allah’ın dininde yükselmek ve
yöneticilik yapmak isteyen kimseler karşısında söz dizmeyi ve süslü konuşmayı
becerirse o kişi, insanlarda bunun dinin ve şeriatın esaslarından bir esas
olduğu intibaı uyandırır. Yine o, görüşü, kıyası ve içtihadı ile dini eğriltmiş
ve kapalı kısımları kendi hevasına göre açıklamış olur. Bunlara meyletmekten ve
onlarla ilişkili olmaktan Allah’a sığınırız. Bunlar o kişinin mahvolmasının,
helâkının, Allah’a komşu ve yakın olmaktan uzaklaşmasını ! ve Allah düşmanı
olan şeytanlara yaklaşmasının sebebidir. Yüce Allah’ın dediği gib:: “Kim
Rahmani zikretmekten gafil olursa, yanından ayrılmayan bir şeytanı ona musallat
ederiz’’[132]
Âlimiyle ve diğerleriyle birlikte onların hali böyle olur. Bunu avamın çoğunda
görürsün. Onun durumu kötü; sözü, terbiyesi ve lafızları hisli olmaktan uzaktır.
Çünkü o, sözüyle helal kıldığında ve aklıyla haram kıldığında bunlara kulluk
etmiş olur. Yüce Allah’ın dediği gibi: “Hiç şüphesiz siz ve Allah’tan başka
kulluk ettikleriniz cehennem odunusunuz. Siz oraya varacaksınız’.’[133]
Yüce Allah buyurmuştur ki: ‘Allah’ın yolundan sapanlar için hesap gününü
unutmaları sebebiyle şiddetli bir azap vardır"[134]
Ey kardeşim! Senin üzerine düşen, ilim ehline sarılmak ve mahlûkatın kurtuluşu
için gönderilmiş olan Resûlullah’ın soyundan gelen Ehl-i Zikr i takip
etmektir. Denilmiştir ki: Her sanatı ehlinden isteyin.
Sonra
bil ki, Ehl-i Zikir, bazı yönlerden nefse, rûhânî âleminin durumu ve nuranî
mekânı hakkında bilmediği şeyleri hatırlatan, onu kazançlı bir alışverişe
teşvik eden ve onu doğru işlere yönelten akıldır. Nefis ne zaman akıldan yüz
çevirir, ona muhalefet eder, Rabbinin vasiyetini ve Mevla’sının emrini terk
eder, tabiata yönelip onu beğenmeye meyleder, yöneticilik ve büyüklük, taassup
ve düşmanlık isterse ona bahçe sahibinin uyarısına karşı gelen kötürüm ve kör
kişilere isabet eden şeyin bir benzeri isabet eder.
H
ikâye
Örnek
olsun diye anlatıldığına göre Hint ülkesinde biri kör, diğeri kötürüm iki adam
vardı. Yolda arkadaş oldular ve bir bahçeyi geçerek yollarına devam ettiler.
Bahçe sahibi o ikisini gördü; onların fakirliklerine ve acizliklerine şahit
oldu. Onlara acıyarak dedi ki:
Sizi
bu bahçeme davet etsem, ne dersiniz? Oraya yerleşin, size getireceğim şeylerden
yetecek kadarını ihtiyacınız ölçüsünde alın. Meyve ağaçlarını yakmayın ve harap
etmeyin.
Dediler
ki: Senin bahçene nasıl zarar veririz? Biz gördüğün gibi müzmin ve kötü
durumdayız. Birimiz kör, diğerimiz kötürüm. Ağaçların başındaki meyveleri almak
için hangi hileye başvurabiliriz?
Bahçe
sahibi onlara “Buraya girin” dedi ve onlar da girdiler. Onlara bahçede görevli
bir bekçinin olduğunu haber verdi ve bekçiye dedi ki: Onları koru, onlara iyi
davran ve davranışları iyi olduğu sürece bu bahçenin meyvelerinden ver.
Bekçi
“Anladım efendim dedi.”
Bahçe
sahibi işine koyuldu. İki dost burada bir süre kaldı. Bekçi onları yeterince
besliyordu. Meyveler olgunlaştı, çoğaldı ve güzelleşti. Bir gün kötürüm, köre
şöyle dedi: Vay be! Senin iki ayağın sağlam. Bu bahçedeki ağaçlarda da çeşit
çeşit meyveler ve cins cins güzellikler var. Bu bekçi bize bu güzelliklerden
hiçbir şey getirmiyor. Bunları almanın hilesi nedir?
Kör
karşılık verdi: Söylediklerinle beni teşvik ettin. Sen bu güzellikleri ve meyve
çeşitlerini görüyor ve ayırt ediyorsun. Bunları almanın hilesi nedir?
Kötürüm,
köre şöyle diyene kadar düşünmeye ve kafa yormaya devam ettiler: Vay be! Benim
gözüm sağlam ve senin görmediğini görüyorum. Beni omuzuna al da seninle bahçede
gezelim. Her iyi bir olgun meyve gördüğümde sana: Beni sağa, sola çevir, yukarı
aşağı indir, derim. Onları senin için koparırım, ben de yerim seni de
doyururum. Elim meyveye ulaşmazsa düşene kadar ona sopan ile vururum. Sen
elinle alırsın. Bunu bekçinin haberi olmadığında yaparız.
Kör
dedi ki: Ne güzel söyledin. Ben bunu yarın yapacağım.
Ertesi
gün olunca bekçi ihtiyaçlarını gidermeye gitti ve bahçenin kapısını kapattı.
Kötürüm, körün boynuna bindi. Kör onu bahçede gezdirdi. O gün güçleri oranında
ve kötürümün ulaşabildiği ölçüde bahçeye zarar verdiler. Sonra yerlerine
döndüler ve yattılar. Bekçi geldiğinde bahçedeki meyvelerin zarar görmesi
dikkatinden kaçmadı. Mahsulünü nahiyenin yöneticilerine hediye etmek istediği
belli ağaçlardaki değişim de onun dikkatinden kaçmadı. Zira bu ağaçların
başında meyve bulamadı. O ikisine geldi ve sordu: Ben yokken bu bahçeye birisi
geldi mi?
Ona
dediler ki: Bilmiyoruz. Kör dedi ki: Halimi görüyorsun; ben göremiyorum.
Kötürüm de dedi ki: Ben uyuyordum.
Bekçi
onlara inandı. Ertesi gün olunca bekçi resmi işleri için gitti. Kalktılar ve
ilk gün yaptıklarından daha beterini yaptılar. Bekçi döndü ve ziyanın önceki
günden daha fazla olduğunu gördü. Bahçe sahibinin kendisine serzenişte
bulunmasından korktu. Bahçe sahibi şöyle derdi: Sen ya meyvelerimi satıyorsun
ya da korumuyorsun. Dedi ki: Bu bahçeye musallat olanı ve bunu bahçeye kimin
yaptığını öğrenene kadar ne yapsam?
Ertesi
gün olunca o ikisine âdeti olduğu üzere çıkacağı intibaı verdi. Bahçenin
duvarlarından birisinin arkasına saklandı. O ikisi kararlaştırmış oldukları
kötülüğü yapmak için kalktılar ve yasak olan şeyi yaptılar. Bekçi o ikisini
görünce ziyanın o ikisinden kaynaklandığını anladı. Hoşgörülü, merhametli,
yumuşak huylu bir adamdı. Onların yaptıklarını ve yaptıkları şeyin
çirkinliğini gördüğünde onlar yerlerine dönene kadar öylece bıraktı. Onlara
geldi ve dedi ki: Vay be! Sizin yaptığınıza, bu lüzumsuzluğunuza ve bahçeye
verdiğiniz ziyana karşılık bahçe sahibinin hakkı nedir?
Şaşırdılar.
Bekçi dedi ki: Ben sizi gördüm. Sen kötürüm, körün omuzunun üzerindeydin.
Seninle birlikte ağacın altına yürüdü. Ona ulaşınca meyveleri elinle aldın.
Ulaşamadığına da sopan ile vurdun.
Ondan
bunu işittiklerinde onun kendilerini gördüğünü anladılar. Ona dediler ki: Biz
bunu yaptık. Bunu bahçe sahibine haber verme. Eline düştük, yalvarıyoruz. Bir
daha yapmayız.
Bekçi
o ikisinin isteklerini kabul etti ve onlara nasihat etmeye başladı. Dedi ki:
Ben efendimin bahçesine zarar ve ziyan vermeden istediğiniz meyve ve sebzelerin
hepsini size getiriyorum. Efendimin yasakladığı şeyi sadece helal rızık yemek
için yapmıyorum.
Dediler
ki: İşittik ve itaat ettik. Bekçi bahçeden uzaklaşana kadar ziyan vermeyi
bıraktılar. Bekçi gidince ziyan vermeye daha kötü bir şekilde döndüler. Bekçi
döndü ve ziyanlarının izini gördü. Onlara tekrar nasihat etti, vaaz etti ve
onları Yüce Allah ile korkuttu. Bu vaazlar onlara etki etmedi ve onları
yasakladığı şeyleri yaptılar. Bu gün bahçe sahibi tesadüfen oraya geldi. Bekçi
kör ve kötürümün yaptıkları şeylere söyleyecek bir bahane bulamadı. Bahçe
sahibi dedi ki: Kötürümün körün sırtına bindiğini, onunla bahçede dolaştığını
ve benim kazancıma zarar verdiklerini tahmin ediyorum.
Bekçi
ona dedi ki: Aynen öyle oldu. Ben onları yasakladım, ancak vazgeçmediler.
Bahçe
sahibi dedi ki: Onlar işlemiş oldukları kötü fiile karşılık cezayı hak ettiler.
Bahçe
sahibi ardından kölelerine ve yardımcılarına kötürüm ve körün şiddetli bir
cezaya çarptırılmalarını; onların, vahşi hayvanlara yem olmaları ya da açlık ve
susuzluktan ölmeleri için sarılacakları ve sığınacakları birisinin olmadığı bir
çöle bırakılmalarını emretti. O ikisine böyle yapıldı. Bahçeden çıkarıldılar;
ağaçtan yediklerinde Âdem ve Havva’ya (a.s.) yapıldığı gibi çöle atıldılar.
Ey
Kardeşim! Bil ki, bu kıssanın yorumu şu şekildedir: Hintli bilgeler bu kıssayı
anlattıkları zaman nefsi kötürüme benzettiler. Çünkü o, ancak cismanî bir âlet
ile saldırır. Bu âletle itaat ve itaatsizliğe imkân bulur. Cesedi köre
benzettiler. Zira o, nefsin yönelttiği şeye boyun eğer ve onun emrettiği
şeyleri yerine getirir. Bahçeyi dünya yurduna, meyveyi de dünyadaki şehvetlerin
iyi olanlarına benzettiler. Bahçe sahibi Yüce Allah’tır. Bekçiyi iyilikleri
gösteren, adalet ve iyilikte bulunmayı emreden, çirkinlikleri, kötülüğü ve
düşmanlığı yasaklayan akla benzettiler. O, nefse nasihat eder; ona hem dünyada
hem de ahirette sulh ve selamete ulaştıracak şeyleri ve gerekli olanları almayı
gösterir. Nefis onu kabul etmeyip cismanî şehvetlere ve kendisiyle cismin
sağlıklı olduğu ve dünyada durumu iyi olduğu iyi şeylere ve bedene ait (cirmanî)
lezzetlere yöneldiğinde bunlarla nefsinin ölümü ve ahiretinin zarara/ hüsrana
uğraması söz konusu olur; bahçede işlemiş olduğu günahlar ve dünyada yaptığı
kötülükler onu kuşatır. Şehvetlerin kazanımlarından dolayı nefsin faydalarından
gafil olur, aldanma içerisinde kalır. Sonunda ona Allah’ın çok sert melekleri,
zebanileri ve orduları gelir. Onu dünya yurdundan istemese de zorla çıkarırlar.
Bu esnada yaptığı kötülüklerden ve kötü ahlâkından dolayı işlemiş olduğu
çirkinliklerden dolayı pişmanlık duyar. Dünya ve ahirette hüsrana uğramıştır.
Çünkü bu, apaçık bir hüsrandır. Nefsin ölümü esnasında ona bir ferahlık gelir
ve Allah, kazancıyla sakınmış olanları kurtarır. Onlara kötülük dokunmaz, onlar
üzülmezler de.
Ey
kardeşim! Bu dünya ile aldatılmaktan; geçici ve yok olan, değişen ve bozulan
cesetle dostluk kurmaktan sakın. Bunlar geçici günler, önemsiz lezzetler ve
kısa sürelerdir. Gerçeğe ve akla yönel. Bu ikisi seni rabbine götürür ve iyi
davranışlara yöneltir. Öyle ki bu davranışlarla, senin için yüksek bir
derecede ve şerefli bir konumda bulunan ve fani cesedinin ihtiyaç duymadığı
“me’vâ cenneti” söz konusu olur. Orada ölümü tatmazsın, acı çekmezsin,
hastalanmazsın, sevdiklerinden ayrılmak ve dostlardan uzaklaşmakla imtihan
edilmezsin. Sana düşünce gamı, yenilgi zilleti, kabir darlığı, hasret tasası
ulaşmaz. Yüce bir yerde (hazîre) ve ünsiyet bahçesinde zorluklardan,
sıkıntılardan ve zamanın olaylarından emin bir halde olursun. Sadece sevdiğini
ve etkilendiğini görürsün. Zamana ait musibetlerden ve dünya ehlinin maruz
kaldığı kederden, dertten, zorluktan, zahmetten, açlıktan, kıtlıktan, zamanın
sıkıntısından, yöneticinin eziyetinden ve canlıların kıskançlığından emin
olursun. Yine din ve mezhep taraftarları arasında var olan düşmanlıklardan,
nefretleşmelerden ve lan elleşmelerden uzak olursun. Orada birbirinin kanını
dökmek, malını almak ve namusuna leke sürmek helal değildir.
Dünya
işlerini düşündüğünde orasının, birbirlerine doğuştan yerleştirilmiş olan doğal
düşmanlık besleyen canlı cinslerinin doldurulduğu bir ev gibi olduğunu görürsün.
Baykuşla kargaların düşmanlığı ile köpekle kedilerin düşmanlığı gibi. Bunlar
birbirlerine hırlarlar ve birbirlerine haset ederler. Aslanların ve köpeklerin
galip gelmesi gibi... Yine krallar ve sultanların onları yendiklerinde ve
mallarını aldıklarında altlarındakilere yaptıkları gibi. Köpeklerin kedilere
yaptıkları gibi... Öyle ki insanların evlerinden yedikleri şeyleri, oradaki
huzur ve rahatı, insanların onlara olan muhabbetini ve sadece onlara ikramda
bulunmalarını onlardan kıskandıkları için ulaştıklarında ve yapabildiklerinde
daima onlara karşı gelirler.
Dünya
işleri bu şekildedir. Onun şerli halkı iyilerin düşmanlarıdır. Fakirler zenginlerin
düşmanıdır, onlar için zorluk temenni ederler. Onların mallarından birine
ulaştıklarında onu alırlar ve gasp ederler. Benzer şekilde farklı şeriat
sahipleri de birbirlerini öldürürler ve birbirlerine lanet ederler. Nasibiler,[135]
[136]
Rafızîler,4S Cebriyye,[137]
Kaderiyye,[138]
Haricîler,[139]'
Eş’arîler[140]
ve diğerlerinin yaptıkları gibi. İbranî dininde Aynîler ve Semîler,
Süryani dininde Nasturîler ve Yakubîler ve bu ikisi arasında yer
alanlar da aynı şekilde ihtilaf içerisindedir. Sabiîler (Mandeanlar) de
böyledir. Aynı şekilde dilleri farklı olanlar da birbirlerine yabani
davranırlar, onlardan her biri, dilde olmayan şeyleri yüklerler. Bu düşünüp
taşman kişiye gizli değildir.
Sonra
bil ki, din mensuplarının arasını birleştirecek, düşmanlıkların arasını bulacak,
nefislerden doğal düşmanlıkları ve kinleri giderecek olan tek şey, onları
“takva’’ kelimesi üzerinde birleştiren ve onları Yüce Allah’ın yoluna çağıran
“hakkı bilmek”tir. Her şeyden uzak ve yüce olan Allah’ın dediği gibi: “Allah’ın
size olan nimetini hatırlayın: Hani siz birbirinize düşman kişiler idiniz de
O, gönüllerinizi birleştirmişti ve O’nun nimeti sayesinde kardeş kimseler
olmuştunuz’’[141]
Yüce Allah, Rasûlüne şöyle buyurdu: “Şayet yeryüzündeki şeyleri tümüyle
harcasaydın, sen onların kalplerini uzlaştıramazdın. Fakat Allah onların
arasını buldu’’[142]
Yüce Allah şöyle buyurdu: “onlar artık köşkler üzerinde karşı karşıya oturan
kardeşler olacaklar.”[143]
Yine buyurdu ki: “Kendilerine hicret edenleri severler’’[144]
Buyurmuştur ki: “De ki: İşte bu benim yolumdur. Ben ve bana uyanlar bilerek
Allah’a çağırırız.”[145]
Kim kendi nefsinde canını sıkan topluluklardan birisine karşı düşmanlık görürse
onun kalbine hak yerleşmemiş ve gönlünde hidayeti harmanlayamamış demektir.
Bölüm
Sonra
bil ki, kavmine gönderilmiş olan Nebi (a.s.) zamanındaki din ve şeriat Yüce
Allah’tandır. O ikisi hakkında ayrılık, nefret ve düşmanlık olmamıştır. Onun
zamanında inananların görüşleri bir tek görüş olmuştur. Birbirlerine olan
muhabbetleri saftır, kirlenmemiştir. İçleri rahattır, dünyayı ikame etme ve
kâfirlerle cihat etme konusunda da yardımlaşırlar. Onların kâfirlerle mücadele
etmeleri kâfirlere düşmanlıktan dolayı değil, onları hakka yöneltmek,
Müslümanların onların tuzaklarından ve yağmalarından uzak olmaları içindir.
Şayet kâfirler dini kabul etmezlerse cizye[146]
vermeye ikna edilir. Çünkü Müslümanlar onları terk ederlerse onlar
emniyet içerisinde olmazlar. Onlardan bazı dönemlerde cizye istemezler. Bir
atasözünde (mesel) şöyle denmiştir: “Rumlara savaş açılmazsa onlar size
savaş açar.” Bu, Müslümanların kâfirlerle savaşmasının sebebidir. Yoksa onların
kan dökme, insanları öldürme ve memleketleri yıkma hevesleri yoktur. Buna
rağmen sana bildirdiğim şeylerden dolayı onların içerisinde kâfirlerin
bedenlerine bunu zorunlu olarak uygulayanlar vardır. Çünkü savaşın görünen
yüzü, merhamet ve acımanın olmadığı kötü işlerdendir. Bu yüzden Allah’ın Rasûlü
(salla'llâhü aleyhi ve sellem) müşriklerle savaş yapmak istediğinde onlara,
onları uyaracak, sakındıracak, içinde bulundukları durumun yanlışlığını
açıklayacak ve onları kendi yanında bulunan hakka davet edecek birisini
gönderdi. Ona Allah’ın şu sözü ile emrettiği gibi: “Rabbinin yoluna,
hikmetle, güzel öğütle çağır ve onlarla en güzel şekilde mücadele et.”[147]
Yüce Allah onlara iyi davranmayı emretti ve şöyle dedi: “Doğru söz söyle”[148]
“Onlara güzel söz söyleyin.”[149]
Musa’yı ve Harun’u Firavuna gönderdiğinde Hz. Musa’ya şöyle dedi: “Ona
yumuşak söz söyleyin. Belki öğüt alır yahut korkar.”[150]
Nebi (a.s.) böyle yaptı.
Kâfirler
yüz çevirip büyüklendikleri, “Senin dinini istemiyoruz!’ dedikleri ve
Ehl-i Kitaptan olduklarında Peygamber onların cizye vermelerini emretti. Bunu
onların üzerinde bizim hâkimiyetimiz sağlandıktan ve onların eziyetlerinin üzerimizden
kalkmasından sonra onlara bir küçük düşürme olması ve içlerinde inananlara
karşı galip gelme duygusu yeşertmemeleri için yapın dedi. Bu bir savaş narası
ve küçük düşürme gibidir. Eğer cizye vermekten kaçınırlarsa o zaman onlarla
savaşmayı emretti. Taraftarlarına onlar savaşa başlamadan başlamamalarını
emretti. Onlara galip geldiğinde onlara din ve İslâm’a davet edilmeden
öldürülmemelerini emretti. Şayet Müslüman olmazsa cizye vermesi gerekir.
Cizyeyi de reddederse öldürülür.
Kâfir
beldesini ele geçirdiklerinde ve savaş sona erdiğinde askerlerine yaşlıları,
küçük çocukları ve kadınları sadece kendileriyle savaşırlarsa öldürmelerini
emretti. Rahibi, keşişi, Mecusi din adamını (şemmâs) piskoposu ve
Hıristiyan din adamını (Casilika) öldürmemelerini emretti. Kiliselere
hizmet eden kimseleri öldürmeyi de yasakladı. Bütün bunlar, onlara karşı acıma
ve merhamettir. Kim reddeder, büyüklenir ve düşmanlık beslerse onunla
savaşmayı emretti. Yüce Allah şöyle dedi: “Ey Peygamber! Kâfirlere ve münafıklara
karşı cihat et, onlara karşı sert davran”[151]
Ey
kardeşim! Şu merhameti görmüyor musun? O, onlarla savaşı ancak uyarılmalarından,
hatırlatılmalarından ve güzel muameleden sonra emrediyor. Bu Allah’ın daha önce
bulunmayan sünnetidir ve Allah’ın sünnetinde değişiklik bulamazsın. Yüce
Allah’ın dediği gibi: “Senden önce gönderdiğimiz peygamberlerimiz hakkındaki
kanun böyledir.”[152]
Buyurmuştur ki: “Hiçbir ümmet yoktur ki, aralarında bir uyarıcı gelip geçmiş
olmasın.”[153]
Kur ân-ı Kerim’de bu anlamda bir çok ayet vardır.
Görüşler
ve mezhepler arasında bu ayrılık bulunduğu sürece onlar arasındaki düşmanlık da
devam edecek ve savaşın ateşi sönmeyecektir. Çünkü her birisi kendi görüşü ve
kıyası ile kendi mezhebinin doğruluğuna ve diğerinin mezhebinin yanlışlığına
delil getiriyor. Yüce Allah’a ve Onun Resûl’üne yalan isnat etme konusunda
titiz davranmıyor. Kendisini memnun etmek ve menfaatini öncelemek için o
ikisini gücendiriyor. Aynı şekilde sultan, tebaasından ya da şehrinin
sakinlerinden birisinin durumunun iyi olduğunu görürse onu ister, kıskanır ve
alt etmek için aleyhine deliller bulmaya çalışır. Allah’ın kendisine verdiği
yöneticilik lütfunun yanında basit ve düşük olan bu amacı elde etmeye; onu
fakir, muhtaç, şaşkın ve kederli hale sokmaya çalışır. Belki de onu döver,
ondan yapamayacağı şeyi ister ve onu öldürür.
Benzer
şekilde bir adamın nazik bir hanımı ya da iyi bir cariyesi olduğunda onu
kıskanır, kadın ya da cariyeyi ona karşı kışkırtmanın hayalini kurmaya devam
eder. Eğer istediğini elde ederse bu defa evlilik konusunda kadını kandırmaya
yönelir. Onunla kocası arasında huzursuzluk çıkarıp aralarını ayırana kadar bu
konuda kadınla diyalog kurmaya devam eder. Sonunda kadını kendisine alır.
Davud Nebi ile Urya b. Hannân’ın (Uriah) hanımı hakkında anlatıldığı gibi.
Adamı tabutun önüne nasıl atmıştı da ölmüş ve onun karısıyla evlenmişti. Bu
kadının Ümmü Süleym[154]
olduğunu da söylediler. Bu konudaki gerçek, arzu ve galip gelen haset idi. Ebû
Cehil olarak bilinen Hakim b. Hişam’ın Allah Resûl’üne yaptıkları da böyledir.
Onun Allah’ın Resûl’ü olduğunu anlamıştı. Ancak ona hasetten kaynaklanan davranışını
yöneltti ve onun gönderilmiş Nebi olmasını istemedi.[155]
Aynı şekilde Allah’ın Rasûlüne muhalefet eden Ebû Lehep, Kureyş’in bir kısmı ve
Abdu’l-Muttalib’in oğulları ona düşmanlık ve kin yönelttiler. Eski günlerdeki
ve geçmiş devirlerdeki önceki milletlerin halleri de bu şekilde gerçekleşti.
Milletler, bahsettiğimiz bu özelliğini devam ettirmektedir.
Bölüm
Sonra
bil ki, ihtilaf iki kısma ayrılır: Övülen ve yerilen ihtilaf. Övülen ihtilaf,
kurrânın[156]
ihtilaf etmesi ile fükahânın[157],
anlamda ihtilaf etmeyip, lafızları yerlerinden uzaklaştırmadıkları ve
değiştirmedikleri sürece, rivayetlerindeki ihtilafları, kendilerine bunların
şeriat sahibinden olduğunu haber verenlerin doğruluğuna inanarak takip
edenlerin ihtilaflarıdır. Onlar için bu gerçekleşince ihtilafları fayda içerir.
Çünkü Araplar içerisinde Arapçanın çoğunda birbirlerine muhalefet eden kimseler
vardır.
Yerilen
ihtilafa gelince, mezhepler ve görüşlerde meydana gelen farklılıktır. Ayrılık
kalktığında İslâm dini bütün dinlere; Arapça da bütün dillere üstün gelir ve
din, Allah’ın dediği gibi bir tane olur: “Allaha ortak koşanlar
hoşlanmasalar bile dinini, bütün dinlere üstün kılmak için, peygamberini
hidayetle ve hak dinle gönderen O’dur’.’[158]
Nebinin dininin dinlerin tamamından; dilinin diğer dillerden üstün olmasının
sebebi, Kuranın, Yüce Allah’ın indirdiği kitapların[159]
en kıymetlisi ve ustalıkla ortaya koyduğu en üstün kitap olmasından dolayıdır.
İnsanlardan hiç kimse dillerinin farklılığına rağmen, kendi dilleri olan
Arapça’yı başka bir dile dönüştüremezler. Çünkü kendisinde bulunan kısalık ve
özlülükten dolayı onun başka bir dile aktarılması kesinlikle mümkün değildir.
Bu, gizli olan bir durum değildir. İnsanların tek bir kelimede birleşmesi,
ancak batıl ehline gerçeği gösteren mücadelecilerin mücadelesi ve dine (nâmûs)
hizmet edenlerin, iyiliği emredip yerine getirenlerin, kötülüğü yasaklayıp
ondan uzak duranların olması ile olur. Öyle ki Allah hakkında kınayanların
kınamaları onları etkilemez. Allah’ın bizi o zamana ulaştırmasını diliyorum.
Bu, Allah için kolaydır.
Sonra
bil ki, Nebinin (a.s.) dünyadan ayrılmasından sonra insanlar kendi aralarında
yöneticilik ve konum elde etme isteğiyle çekiştikleri için şeriat hakkında
ayrılık ortaya çıkmıştır. Onlar arasında nübüvvetin hürmetine leke sürme,
Peygamber’in ev halkını (Ehl-i Beyt) öldürme ve vahyi değersizleştirme
gibi şeyler; Ziyadoğulları’nın Kerbela’da yaptıkları, Muhammedi şeriatın
mensuplarını ve Haşimî kolu içine alan birbirlerini öldürmeye dair fitneler
ortaya çıkarak olanlar oldu. Bu yüzden görüşler ve mezhepler çoğaldı. Bir grup
“Bunların hepsi Allah’ın kaza ve kaderi ile gerçekleşti” dedi. Hayatım üzerine
yemin ederim ki bu olay dedikleri gibi olmuştur. Ancak bunu iddia edenlerin
amacı kendilerini yaptıkları şeylerden kurtarmaktır. İddialarına göre onlar
bunları, Rablerinin bilgisi dâhilinde yapmışlardır. Allah onu bildiğinde de
onun yapılmasını irade etmiş demektir. Durum böyle olunca bunları yapanlara
günah, sorumluluk, kınama ve vebal yoktur.
Bölüm
Bu
görüş insanı günah işlemeye ve kötülük yapmaya sevk eder. Bu görüş, büyük günah
sahibi olan insanlar hakkında gündeme getirilmiştir. Zira kendi dönemlerinin
sona ermesi ve devletlerinin yıkılmasının ardından onların günahlarının yeryüzünde
ortaya çıkıp yayılmasıyla onlara lanet etme, sövme ve karalamanın çoğaldığını
gördüler. Bu ortaya çıkınca, yeryüzünde bu görüşe bağlanan ve bununla onları
savunan kimseler ortaya çıktı. Bu olayları işittiği kimseye şöyle diyordu: Sus!
Her şey Allah’ın kazası, kaderi ve onlara hükmetmesi ile oldu. Allah’ın hüküm
verdiği şeyi yok etmeye de kimsenin gücü yetmez. Bu söz, onların sözlerini,
fiillerini, davranışlarını ve yaptıkları kötü eylemleri işittiklerinde
sakinleştirici oluyor. Özellikle insanların cahillerini ve kadınları,
yaptıkları şeyleri yapmaya mecbur oldukları ve bundan uzaklaşmalarının mümkün
olmadığı vesvesesine düşürdüler. Bu inancı mezhep yaptılar ve bu kanıtla
kötülük yaptılar. Birisi onların sözüne karşı çıktığında ona şöyle dediler: Sen
yüce Allah’ın kazası ve kaderinden sakınılması mümkündür diyen kaderi inkâr
eden (Kaderi)[160]
bir kâfirsin. Kaza ve kaderin ne olduğunu bilmediler; bir bilenden öğrenmeyi de
istemediler. Bu küçük ve inancı çok olan mezhep doğdu. Günümüzde bunlar avamın
çoğunun ve kendisinin farklı olduğunu düşünen bazı inatçıların mezhebidir. Bu
konuyu, bu bölümde bahsetmek gerektiği kadar anlattım.
Sonra
bil ki, dünyadaki ve dindeki düşmanlığın kaynağı Yüce Allah’ın da dediği gibi
hasettir: “Allah onlara fazlından verdi diye insanları haset mi ediyorlar?”[161]
Yine Yüce Allah şöyle buyurmuştur: “Haset ettiğinde kasetçinin şerrinden
Allaha stğtntrtm.”[162]
Haset evleri yıkar, fitneye körükler, nefret, kin, kızgınlık,
düşmanlık, zulüm, eziyet ve benzeri şeyleri miras bırakır. Aynı zamanda o,
görüş ve mezhep farklılıklarındaki en büyük sebeplerdendir. Zira bir adam bir
mezhebe geçtiğinde ve insanlar ona meyledip onun görüşlerine rağbet
ettiklerinde kendi cinsinden olan başkaları onu görür, onu kıskanırlar;
düşüncesiyle meşgul olur, kendisi için onun sahip olduğu fikirleri çürütecek
delil ve söz oluşturana dek aklını onun görüşlerine takarlar. Onu kötülemeye
devam eder, ona zulmetmeye çalışır, onun düşüncesinin temelleri ve dayanağı
hakkında gürültü koparır. Bu, kendisine Kur ân indirilen şeriat sahibinin
doğruluğuna güvenmelerine rağmen ayrılığın ve mezheplerin çokluğunun sebebi
olur.
Onlar
için bu durum gerçek olunca onların ayrılığa düşmelerinde menfaat söz konusu
oldu. Çünkü Araplar içerisinde Arapçanın önemli bir kısmı hakkında birbirlerine
muhalefet eden pek çok kimse vardır. Yüce Allah bütünü (küll) bildirmeyi
ve din ve dünya işlerinden kendisine ihtiyaç hissedilen şeyleri açık bir
şekilde dile getirmeyi diledi.
Nebi,
(salla'llâhü aleyhi ve sellem) ümmetinden soru soran kişiye kendi diliyle cevap
veriyor, onu kendi lisanıyla sorumlu tutuyor ve o dille konuşuyordu.
Diğerleriyle ise onların dilleriyle konuşuyordu. O, onlara gönderilmiş ve
onların arasında yaşamıştı. Onları eğitti, doğruya yöneltti, onlar için
lafızları kolaylaştırdı, anlamlar koydu ve onlara şefkatli davrandı. Böylece
dini anladılar, ezberi düzgün, dini öğrenmesi sağlam olunca Kur ân’ı hata
etmeden, değiştirmeden ve dönüştürmeden düzgün (fasih) bir dille öğrendiler.
Bu yüzden namazda söylenenler, hacda söylenen telbiye’5 ve giyilen
ihram ve yapılan dua etme ve Yüce Allaha yakarmada söylenen şeyler söylenir,
bununla Allah dışında bir şey anlaşılmaz.
Sonra
bil ki, nebisinin vasiyetini terk eden, onun ardından ayrılığa düşen, kendi görüşüne
güvenen, kendisine devlet başkanı seçmek isteyen ve Rasûlden gelen haberin,
onun vasiyetinin ve işaretinin aksine kendi arasından halife seçen, bu
halifenin etrafında birleşmekte bağlayıcı dini metin(nas) ve işaretin aksine
kendi menfaatini ve işlerinin düzene girmesini gören ümmetin örneği, Hint
hikâyeleri arasında anlatılan kargalar ile şahinlerin hikâyeleri gibidir.
Kargaların kendilerinden bir kralları vardı. Onlara karşı merhametli ve iyilik
sahibi idi. Bu karga öldü. Onun ardından yerine kimi geçirecekleri hususunda
ayrılığa düştüler. Birbirlerini kıskandılar ve aralarında bir düşmanlık oltaya
çıkmasından korktular. Bazıları diğerlerine dedi ki: Gelin görüş alışverişinde
bulunalım. İçimizdeki ilim sahiplerini ve üstün nitelikli kişileri toplayalım
ve bu iş için kimin ehil olduğu ve içimizden kimin kral olması gerektiği
hususunda istişare etmek için bir toplantı düzenleyelim.
Toplandılar,
istişare ettiler ve yönetimi kralın babasından ve akrabalarında bir mirasçının
elde ettiği inanç ve zannından kaynaklanan korkusuyla dediler ki: İçimizde
bulunan kralın ailesinden birisini kabul etmeyiz. Bu, bizim için büyük bir
eziyet olur. Zira biz, başa geçecek kişiyi kendimiz seçmek, ona bağlanmak ve
iyilikte bulunmak istiyoruz.
Onlardan
birisi dedi ki: Şayet durum böyle ise size düşen şüpheli şeylerden uzak duran (ehl-i
verâ~) ve dindar olan kişilere sarılmaktır. Çünkü şüpheli şeylerden uzak
duran ve dindar olan kişiler dünyevî işlere yöneldiklerinde dünyayı istemezler.
“Bunu
nasıl bulacağız?” dediler.
Onlara
dedi ki: Dolaşın ve bu özellikte olanı arayın. Şayet onu bulursanız başa
geçirin.
Onların
yakınlarında ihtiyar, bunak, avlanmaktan dolayı güçten düşmüş, bedeni
zayıflamış, yiyecek azlığından ve güçten düşmekten dolayı tüyleri dağılmış bir
şahin vardı. Kargaların haberi ve yaptıkları toplantı ona ulaştı. Kendisine
uğramaları için yuvasında belirgin hale geldi. Bol bol “Lâ ilahe illallah”
demeye ve Allah’ı anmaya, tevazu göstermeye ve takvalı davranmaya başladı.
Başının üzerinde kuşlar uçmaya başladığında onlara saldırmıyor ve harekete
geçmiyordu. Kargalar onu bu halde görünce onun bu davranışları dürüstlük ve
dindarlığından dolayı yaptığını zannettiler. Kendi aralarında toplandılar ve
dediler ki: Kargaların içerisinde bu şahin gibi dindar ve züht sahibi olanını
göremiyoruz. Gelin onu başımıza geçirelim.
Ona
geldiler ve niyetlerini bildirdiler. Teklife ilgisiz kaldı ve onlara
niyetleriyle ilgili kendisindeki ilgisizliği (zehâdet) gösterdi. O,
kabul edene kadar tekliflerinde ısrar ettiler. Onların halifesi ve yöneticisi
oldu.
75.
“Allahümme lebbeyk”, “Allahım! Emrine hazırım” ifadesine telbiye adı verilir,
(ç.n.)
Ona
getirdikleri yiyeceklerle ve yaptığı işe karşılık ücret ödemeye başlamalarıyla
onlara hakim olup güçlenince, bedeni güçlenip tüyü çıkınca ve sağlığına
kavuşunca her gün bir kargaya el koymaya, onların gözlerini çıkarıp beyinlerini
yemeye, kalan yerlerini atmaya başladı. Bir müddet orada hüküm sürdü. Ölümü
yaklaşınca kendi cinsinden birisine güvendi ve kargaların başına onu geçirdi.
Bu ondan daha şiddetli, daha zalim ve daha tahripkâr idi. Kargalar birbirlerine
şöyle dediler: Kendimize ne kötü şey yaptık ve hata ettik. Pişman oldular ama
pişmanlık onlara fayda vermedi.
Ey
kardeşim! Bu hikâye hakkında düşün ve öncekilerin hallerinden ibret al. Bu
işaretlerden gafil olma. Muhalefet ve düşmanlık gösterme, muhalefet ehlinin
girmiş olduğu şeylere girme, onlarla birlikte helak olma konularında uyanık ol.
Yoksa güvercini onaylayan saksağanın başına gelenler bugün senin başına da
gelir. Biz şimdi o ikisinin arasında geçenleri anlatacağız.
Bölüm
Denilir
ki, bir yaban güvercini sürüsü yiyecek bulmak için havada uçuyordu. Saksağan
onları gördü ve kendi kendine “Niye onlarla beraber değilim? Belki onlar yiyecek
olan bir yere göçüyorlardır?” dedi.
Onların
sürüsüne katıldı. Güzel kokulu, mutluluk verici bir yere vardılar. Avcı oraya
daha önce varmış, ağlarını kurmuş, kapanlarını yerleştirmiş, oraya bol miktarda
yem atmış ve görülmeyen bir yere gizlenmişti. Güvercinlerin bazıları
diğerlerine “Başka bir yere gidelim” dediler. Bazıları ise “Hayır, buraya
inelim” dediler. Aralarında ayrılığa düştüler ve tartıştılar. Sonunda kavga ve
dövüş çıkardılar. Sözü edilen yere varıp bu yemleri görene dek durum bu
şekilde devam ettiler. Sürü yemleri almak için kondu. Avcı onların üzerine
ağını attı, ağ onların hepsinin üzerine indi. Avcı onları aldı ve hepsini
öldürdü. Saksağan da güvercinlerle birlikte öldü.
İçerisinde
çekişme ve ayrılık olan yere dikkat et. Şayet senin bulunduğun yerde bunlar
olursa oradan çık ve uzaklaş. Senin dışındakilere zulüm ve düşmanlık hususunda
dikkat et. Şayet bunu yaparsan sana tilkilere komşu olan, onları kaçırıp öldürmek
ve yiyeceklerini engellemek isteyen kurdun başına gelenler senin başına da
gelir.
Bölüm
Hint
hikâyelerinde anlatıldığına göre, tilkiler yiyecek bir şeyler bulmak için çıkmışlar.
Ölü bir deve görmüşler. Sevinmişler ve demişler ki: Bir süre idare edecek bir
şey bulduk. Ancak biz birbirimize düşmekten korkuyoruz. Güçlümüzün zayıf
olanları ezmesine müsaade edemeyiz. Bizim, bu rızkı bölüştürme konusunda, her
birimize hakkını vermesi ve kendisi de bizden birisi kadar pay alması için
bizden daha güçlü birisini bulmamız gerekir. Bunu kabul ettiler.
Onlar
bu durumdayken bir kurtla karşılaşmışlar. Demişler ki: Karşımıza çıkan bu kurt güçlü
kuvvetlidir. Bir zamanlar onun babası kral idi. Bize karşı iyi davranırdı ve
biz de bu konuda ona güvenirdik. Biz bu kurda razı olalım. Bu konuda onunla konuştular
ve ona isteklerini bildirdiler. Uzun uğraşlardan sonra kurt onların tekliflerini
kabul etti. Onlara dedi ki: Hoşunuza gidecek bir davranış göreceksiniz. Onların
işlerini üstlendi ve o gün deveyi onların arasında adaletle bölüştürdü. Gece
olunca kurt kendi kendine düşündü ve dedi ki: Bu devenin bu tilkilere
bölüştürülmesinde acizlik ve basiretsizlik var. Bu, Allah’ın bana gönderdiği ve
onlara değil de bana tahsis ettiği bir rızıktır. Beni bu rızıkla onları
doyurmaya çağıran şey nedir? Allah onlara başka bir şey tahsis eder, ben de
bunu kendime ayırırım.
Ertesi
gün olduğunda tilki sürüsü acıktı ve kurda gitti. Kurt onlara devenin yarısını
verdi, önceki gün yaptığı gibi onu bölüştürdü ve dedi ki: Bugünden sonra bana
gelmeyin, benim size verecek yiyeceğim yok. Şayet bana gelirseniz benden size
kötülük dokunur. O an tilkiler belaya bulaştıklarım anladılar. Birbirlerine
“Sahibimiz kötü bir günahkâr. Onun bize zulmetmek ve düşmanlık yapmak
istediğini görüyoruz. Çünkü o kuvvetli. İçimizde ona gücü yetecek ve
yiyeceklerimizi kurtarmaya yeltenecek birisinin olmadığı bilinmektedir”
dediler. Bazıları dedi ki: Belki o, yiyeceğimizi zarar görmeyeceği bir yere
taşımıştır ve belki de doyduğunda kalanları bize paylaştırır. Bugün doyar,
çünkü devenin cüssesi büyük. Karnı doyunca da cömert bir yaradılışa geri döner.
Bir atasözünde de denildiği gibi, zayıf kişinin yiğitliği, aç kişinin de
ziyafet vermesi söz konusu değildir. Bizim ona geri dönmemiz ve konuşmamız
gerekir.
Sabah
olunca tilki sürüsü kurdun yanına geldi ve dediler ki: Ey kıvırcık saçlının
babası. Biz birbirimize zulmetmemek için seni başımıza yönetici ve sahibimiz
olarak seçtik. Bu yaptığımızla senin adaletini umduk. İlk efendilik gününde
aramızda adaletli davrandın ve yiğitliğin konusunda bizi umutlandırdın. Sonra
dün sana geldik ve bize ilk gün verdiğinin yarısını verdin. Sonra senin
hakkında bizi bir anda ümitsizlik kapladı. Bizim aleyhimizde kötü söz söyledin.
Senin hayırlı birisi olduğunu zannederek senden uzaklaştık. Senin hakkında
nasıl düşünmüşsek öyle ol. Biz zayıf olduğumuz için bize zulmetmeye yönelme.
Biz çok acıktık. Yüce Allah da bize bu rızkı verdi. Ondan sana yetecek kadarını
ye, açlığımızı gider ve bize iyilik yap. Allah iyilik yapanların karşılığını
verir ve iyilikte bulunanların iyiliğini zayi etmez. Kurt onlara karşı
büyüklendi, onları reddetti, onlara daha kötü konuştu ve yanında bulunan bütün
iyilikler hakkında onları ümitsizliğe şevketti.
Tilkiler
bir hile bulamayınca toplandılar ve dediler ki: Şu vefasız açın durumu hakkında
ne yapacağız? Durumu aslana bildirme ve ona başlarından geçeni başından sonuna
kadar anlatma konusunda görüş birliğine vardılar. Çünkü o, kurttan daha
güçlüydü ve bütün yırtıcı hayvanların kralıydı. Aslana, kurdu yok etmesine
karşılık ödül olarak bir deve yakalayacaklardı. Sonra bu tilkilerin her birisi
kendi rızkını Rabbinden vadettiği ve bizim üzerimizde iyiliği olduğu gibi
istemek için gideceklerdi. Bunun için toplandılar ve aslana geldiler. Ona
hikâyeyi anlattılar ve kurdu şikâyet ettiler. Aslan kurda kızdı ve onlara
yanında yürümelerini emretti. Kurda geldiler; onu devenin üzerine diz çökmüş
bir halde deveyi yerken buldular. Aslan onu yakaladı, parça parça kesip
dağıttı. Devenin bedenini tilkilere verdi ve onlardan ayrıldı. Bu yüzden
denildi ki: Hiçbir afet yoktur ki ondan daha büyük bir afet olmasın.
Bölüm
Sonra
bil ki, zalim sultanın ömrü kısadır. Çünkü Allah, bütün inatçı zorbaları kıran,
bütün asi ve zalimleri yok edendir. O, mazlumun hakkını zalimden alandır. Gücü
yüce olan Allah, indirilmiş olan kitaplardan bazılarında şöyle der: “Ey sultan!
Ben seni yeryüzünde halifem yaptım, sana benim isimlerimden birini verdim, sana
kullarımın sorumluluğunu verdim ve mazlumun hakkını zalimden alman için hükmünü
beldelerime ulaştırdım. Sen zalim olduğun, mahlûkatımdan zayıf olanlara ve
kullarımdan zavallılara zulmettiğin zaman sen zalim olursun, onlar da mazlum.
Ben krallar kralı ve sultanlar sultanıyım. Senden hakkımı alırım. Sonra helak
edenlere seni helak etmeleri ve elem verici bir azap içerisinde ebedi kalman
için izin veririm.”
Sonra
bil ki, şayet sen dünyanın şehvetlerine ve lezzetlerine döner, oradaki iyi ve
güzel görünüşlü şeylerle gururlanırsan ve onlar seni kendisinde senin için
dönüş yurdunda iyilik ve kurtuluş olan şeylerle uğraşmaktan meşgul ederse, bir
yolda yürüyen adamın başına gelenlerin senin başına gelmesi yakındır. Bu yol,
dağdan inen debisi yüksek bir nehri takip ediyordu. Nehrin üzerinde de
insanların karşıdan karşıya geçtiği bir köprü vardı. Adam köprünün
üzerindeyken suyun akışını izlemeye başladı. O bu haldeyken en iyi balık
cinslerinden büyük bir balık gördü. Kendi kendine dedi ki: Ben evime bu
balıktan daha iyisiyle gidemem. Onu kızartırım, ailemi ve çocuklarımı toplarım.
Onu güzelce yeriz. Ancak suyun akıntısının benimle balığın arasını
ayırmasından korkuyorum. Sonra şehveti kabardı ve balığı gördüğü için onun
yerinde olmayı diledi. Onu yakalama konusunda tabiatı güçlendi. Elbiselerini
çıkardı, nefes aldı ve balığı bir eliyle yakalayana kadar suda kaldı. Ona karşı
elde ettiği zafere sevindi ve balığın kaçmasından korktuğu için yüzmekle meşgul
oldu. Akıntının çokluğundan dolayı su ona galip geldi ve onu bulunduğu yerden
sürükledi; neredeyse boğuluyordu. Balığın kaçmasını istemedi ve kendisini
kurtarmaya çalıştı. Onun kendisini balıkla birlikte kurtarmak istediği bu hali,
su onu yerin altındaki bir çukura döküldüğü büyük bir uçuruma sürükleyene ve
oraya dalana kadar devam etti. Nehrin sorumlusu ona geldi. Orada oturuyordu.
“Düşen birisinin ancak boğulup öleceği bu yerde ne yapıyorsun?” dedi.
Adam
dedi ki: Ben, basit bir lezzet ve aşağılık bir şehvet uğruna içinde kurtuluş ve
selamet olan apaçık yolu ve aydınlık yeri bıraktım ve bu helak edici yere
düştüm.
Sorumlu
ona dedi ki: Elindekini bırakıp kendini kurtarmadın mı?
Dedi
ki: Selamete erme ve başarma konusunda nefsime bildirdiğim şey hakkında hırs
gösterdim.
Dedi
ki: Sen cahilsin. Boğulmaya senden daha layık birisini görmüyorum. Elini adamın
başına koydu ve onu boğdu. Ey kardeşim bu örnekleri ve işaretleri düşündüğün
ve (Allah onları desteklesin) kardeşlerimizi (ihvân) okuduğun zaman, bu senin
ve kavmin için hatırlatma olur. Senin ve kardeşlerimizden birisinin bu kıssaya
uygun hareket etmesinden Allah’a sığınırız. Ancak Yüce Allah’ın Resûl’üne
söylemiş olduğu söze uyanlardan olmayı dileriz: “Sen yine de öğüt ver. Çünkü
öğüt inananlara fayda verir.”[163]
Bölüm
Anlatıldığına
göre Müslüman olan Hint krallarından birisinin ölümü yaklaşınca o, kendisinden
sonra krallığa, ehil olan çocuğunu getirmişti. Kralın ondan başka çocuğu da
yoktu. Ona biraz hikmet öğretti, krallık sanatının bir kısmını tarif etti ve
ona dedi ki: Ey evladım! Sana Allah’tan sakınmanı ve ona itaat etmeni, ondan
korkmanı ve dünya işlerinde ahirette faydasını göreceğin on özelliği gözetmeni
vasiyet ediyorum. Birincisi ve en önemlisi Allah’ın birliğini kabul etmek ve
gece gündüz dua ve yakarışla ona yönelmektir. İkincisi onun resûllerini dil ile
söylemek, doğrulamak ve kabul etmektir. Üçüncüsü Allah katından onlara
indirilmiş olan kitapları kabul etmektir. Dördüncüsü şeriatı (nâmûs) korumak ve
insanları yönetmektir. Beşincisi Allah için alçakgönüllü olmak ve övünmeyi terk
etmektir. Altıncısı zulüm ve eziyeti terk etmektir. Kim Yüce Allah’ın kullarına
zulm ederse Yüce Allah onun düşmanı olur. Allah kime düşman olursa şüphesiz o
perişandır. Yedincisi kadınlarla karışmayı, onlarla bir arada bulunmayı ve
onların sözünü dinlemeyi terk etmektir. Çünkü kadınlar kendilerini dinleyen
erkeklerin akıllarını karıştırırlar. Sekizincisi sarhoş eden şeyler içmeyi terk
etmektir. Çünkü onlar aklın düşmanıdır. Akıl ise Allah’ın batınî/görünmeyen
halifesidir. Kim Allah’ın halifesine düşmanını musallat ederse Allah onu helak
eder, düşmanının girmesi ile birlikte aklını yok eder. Akıl gidince de din de,
ilim de, yiğitlik de, edep de, kendi iç âlemine bakma da kalmaz. Kim bu
özellikleri yitirirse onun ölümü herkesin faydasına olur. Dokuzuncusu cömertlik,
eli açıklık, kişiye karşı yardımseverlik, ister dost, ister düşman olsun diğer
insanlara iyilikte bulunmaktır. Bunlar sahibini yücelten özelliklerdir.
Onuncusu doğru sözlü olmak, iyi ve kötüye karşı emaneti yerine getirmektir.
Ey
evladım! Senin için, dünyada sana fayda sağlayacak ve kendilerinde hayır, iyilik,
bereket, bolluk ve rızık göreceğin diğer on özellik daha vardır. Birincisi
güzel ahlâktır. İkincisi güzel edeptir. Üçüncüsü vaadi yerine getirmek ve söze
sadakattir. Dördüncüsü gücü yettiği halde affetmektir. Beşincisi adam seçmek ve
hasedi terk etmektir. Altıncısı düşmanın olmaması için gayret göstermendir.
Şayet düşmanın olursa senin ona iyilikte bulunman onu cezalandırman anlamına
gelir. Allah’ın yardımı sana yeter ve onu kontrol altına almayı sana nasip
eder. Yedincisi Allah’ın senin yanında bulunan emanetleri konusunda aşırılığı
terk etmektir. Sadece seni ona yaklaştıracak olan şeyleri yap. Sekizincisi
yiğitliğinin, dünyevî arzularına galip gelmesidir. Dokuzuncusu dünyanı
ahiretine tercih etmemendir. Yüce Allah senin bu düşüncede olduğunu bilirse
dünyayı sana verir. Şanı yüce olan Allah’ın dünyaya şöyle vah yettiği söylenir:
Ey dünya! Kim sana hizmet ederse onu kendi hizmetinde kullan. Kim de bana
hizmet ederse ona hizmet et. Onuncusu seni ilgilendirmeyen şeyleri düşünmeyi
terk etmendir. Sadece Allah’ın meşgul olmanı istediği şeylerle meşgul ol.
Ey
evladım! Senin için, yüce Allah’ın onlarla hükümranlığını düzenlediği on özellik
daha vardır. Sen de yönetimini onlarla sağla. Birincisi ülkenin insanlarını
denetleyen olmandır. Bu sayede onların büyük ve küçük işlerinden herhangi bir
şeyden haberiz olmazsın. Aksine senin bilgin onların bütün işlerini kuşatır.
İkincisi yönetimin altındakiherkese çalışması ölçüsünde mukabele etmendir.
Üçüncüsü adaletinin onları kapsıyor olmasıdır. Dördüncüsü onlara
zulmetmemendir. Beşincisi maaş ve konum bakımından ilim sahipleri ile cahilleri
eşit görmemendir. Altıncısı onlara iyi ve hür kimseleri yönetici atamandır.
Onlara köleyi, esnafı ve gayrimeşru çocuğu başlarına geçirmekten kaçın. Sonra
bil ki, senin valilerinin yaptıkları sana aittir. Şayet âdil olurlarsa “Sultan
adaletli davrandı” denir. Şayet zulmederlerse “Sultan zulmetti” denir.
Yedincisi rey ve danışma ehlinden[164]
sana dininde muhalif olanları kullanmamandır. Çünkü o sana nasihat etmez. Şayet
sana birincisinde nasihat ederse diğerinde aldatır. Sekizincisi vezirinin hem
din hem de dünya işlerinde zamanındaki insanların en üst derecesinde ve hayırlı
kişilerden (ahyâr) olmasıdır. Denmiştir ki “Kökü olmayanın dalları
(fer’) olmaz. Dalları olmayanın da meyvesi olmaz. Meyvesi olmayan her ağaca da
ateş gereklidir.” Dokuzuncusu mazlumun hakkını zalimden almak ve kuvvetlinin
zayıfa düşmanlık göstermesini engellemektir. Onuncusu hakkı hak sahibine vermek
ve onlara yardım etmektir. Bu otuz özelliği tam yaptığında din ve dünya, mülk
ve saltanat işlerinin senin için mükemmel olacağını ve âdil bir kral olmayı hak
edeceğini umuyorum. Bunlarla yüce Allah katında yüce bir konum ve ahirette iyi
bir sonuç elde edersin. Dönüş O’nadır.
Ey
kardeşim! Bu vasiyeti iyice düşün, idrâk et ve bu adaletli kralın, oğluna olan
şefkatine bak. Kendisi için razı olduğu şeye onun için de nasıl razı oluyor.
Hikmet sahibinin de öğrencilerine bu şekilde vasiyet etmesi; nebinin, ümmetine
ve kendisinden sonra yerine ve hilafetine geçecek olan kişiye böyle nasihat
etmesi gerekir. Bu bölümde bahsedilen şeyler, bu kralın kendi halkına vasiyet
ettiği şeylerdendi.
Bölüm
Denilir
ki, bu kral, kendisinden sonra başa geçirdiği oğluna vasiyetini tamamlayınca
ülkesindeki âlimleri, fazilet ve şeref sahibi kişileri topladı. Onların
içerisinde kralın dostları ve vasıta edindiği kişilerden konumu yüksek ve
rütbeli kişiler vardı. Onlara şöyle seslendi: “Ey işimin valileri, sırdaşlarım
ve arkadaşlarım olan âlimler! Benim için nasihatçi ve itaat edenlerdiniz. Doğru
bir niyetle bana olan itaatiniz beni memnun etti. Dillerinizden bana teşekkür,
dua ve övgü çıkıyordu. Size karşı ikram sahibiydim, haklarınızı biliyor, size
merhametli davranıyor, cemaatinize iyilikte bulunuyordum. Siz de bu çocuğa
benim size davrandığım gibi davranın. Sonra o topluluğa şöyle dedi: Allah’tan
sakının ve aralarınızı düzeltin. Valilerinize itaat edin. Ayrılıktan, nifak
çıkarmaktan, düşmanlıktan, birbirinizle çekişmekten, dinleriniz, görüşleriniz
ve mezhepleriniz hakkında mücadele etmekten sakının. Bunları terk ederseniz
sizin ve nefisleriniz için kurtuluş, birliğinizin korunması, kalplerinizin
sükûneti ve beldelerinizin savunması söz konusudur. Böyle olduğunuz sürece
düşmanlarınız size tamah edemez. Sizin için hayırlı olan şeyleri terk edip şer
olan şeylerle değiştirdiğinizde, işte o zaman düşmanlarınız size tamah eder,
beldelerinizi yıkarlar ve bu durumda mallarınız ve canlarınız nafakanız olur.
Belki de buna da gücünüz yetmez ve hepiniz yok olursunuz. Birbirinize mezhebi
düşmanlık yapmayın ve lanetleşmeyin. Aksi halde hepiniz yok olursunuz. Bilin ki
kelimenin bir araya gelmesinde ve ayrılığın terkinde bunlara yönelen için
bereket, onlara sığınan için sağlamlık vardır. İnce olan iki dal
birleştirildiğinde ve aynı cinsten birkaç kat ilave edildiğinde avuca gelir ve
onu kırmak zorlaşır. Bunlar ayrıldığında ise az bir çaba ile kırılırlar. Bana
söz verdiğiniz şeyleri ve benimle sizin aranızdaki bu çocuğun işi konusunda
size vasiyet ettiklerimi öğrendiniz. Bunları değiştirmekten ve ona karşı
verdiğiniz sözü bozmaktan sakının. Kendisine verilen sözde durulmayan kişi,
verdiği sözde durmayandan daha kötü bir halde değildir. Size dinlemek ve itaat
etmek düşer. Allah’a yaklaşın ki o da size yaklaşsın. Ondan sakının ki o da
sizi sakınsın. Onunla ilgili başladığınız işi tamamlayın ki Allah da
işlerinizin en iyisini yerine getirsin ve Onun tasarrufunda olan halinizi
güzelleştirsin. Bu sizin mülkünüzdür.” Yardımcısına işaret etti ve çağırdı. Bu
konuda birbirlerine şahitlik ettiler. Allah da onlara şahitlik etti.
Krala
ölüm sarhoşluğu geldi, dili tutuldu, canı zayıfladı, alın terledi, oğlu ona
sarıldı ve ruhunu teslim etti. Ülkesinin insanları ona üzüldü. Sonra Allah
ondan sonraki kimseler hakkında hoşlandığı şeye hükmetti ve onları halden hale
soktu. Belki gaflet uykusundan ve cehalet uyuşukluğundan uyanırsın diye sana
bunları anlattım. Belki bu risâle sana ve onu anlayan herkese hatırlatma olur.
Umulur ki o, hatırlamak isteyene hatırlatma, ibret alan için de ibret olur.
Yüce Allah seni, bizi ve mantık sahibi kardeşlerimizi başarılı kılsın. O,
kullarına karşı merhametlidir.
“Dil
Farklılığının Sebepleri Risâlesi” tamamen sona erdi.
Allah’ın
hayır duası ve esenliği Efendimiz Muhammed’e ve onun ailesine olsun.
Aklî
Nefsânîlerin/Nefıs ve Akla Dair Olan Şeylerin
(en-Nefsânîyyatu'l-akliyyât) Birinci -İhvân-ı Safâ Risâleleri’nin
Otuz İkinciRisâlesi: Pisagorculara Göre Varlıkların/Mevcutların
Aklî İlkeleri Hakkında[165]
Rahman
ve Rahim Olan Allah’ın adıyla!
A |
llah’a
Hamd ve Onun seçilmiş kullarına selam olsun. “Allah mı daha hayırlıdır yoksa
O’na ortak koştukları varlıklar mı?”[166]
Bölüm
Ey
kardeş, bil ki, biz dil, konuşma, ses ve hat ve yazı şekillerindeki farklılığın
sebeplerini, mezhep, itikat, görüş ve diyanetlerin prensiplerinin şeklini
açıklamayı geride bıraktık ve bu risâleyi bitirmekle tâbiî/fızik konular
hakkındaki sözü de bitirdik. Kitabımızın başında verdiğimiz söz gereği şimdi de
ruhsal ve aklî konularla ilgili üçüncü sınıflandırmaya başlamak ve orada peş
peşe bu risâlelerleilgili hususları dile getirmek istiyoruz. Onlardan birisi,
mevcutların ilkeleriyle ilgili bu risâledir. Sayı ilmi ve tabiatı hakkında ilk
konuşan kimse olan filozof Pisagor’un görüşüne göre söylüyoruz. O şöyle dedi:
Varlıkların
(mevcut) tabiatı/doğası, sayının tabiatına göredir. Sayıyı, onun hükümlerini,
tabiatını, cinslerini, türlerini ve özelliklerini bilen kimse, varlıkların cins
ve türlerinin niceliğini de bilebilir. Varlıkların şu an bulundukları
niceliklerdeki hikmet nedir ve niçin bundan daha çok veya daha az değildir?
Yüce Yaratıcı, mevcutların nedeninin (illet) var edicisi, bütün
mahlûkların yaratıcısı, mucidi ve gerçekte her açıdan bir olunca, bütün
şeylerin her bakımdan aynı olması da, farklı olması da hikmete uygun değildir;
aksine bütün şeylerin maddede bir, surette çok olmaları gerekir. Aynı şekilde
bütün şeylerin ikili, üçlü, dörtlü, beşli, altılı ve olabildiğince bundan daha
fazlası olması da hikmete uygun değildir; aksine daha sağlam ve daha yetkin
olan, sayılar ve ölçüler bakımından şu an oldukları şekilde olmalarıdır. Bu,
son derece hikmetli ve sağlam bir şeydir. Bazı şeyler ikili, bazı şeyler üçlü,
bazı şeyler dörtlü, bazı şeyler beşli, bazı şeyler altılı, bazı şeyler yedili,
bazı şeyler sekizli, bazı şeyler dokuzlu, bazı şeyler onlu, bazı şeyler de
olabildiğince daha fazladır.
İkili
şeylerin örnekleri şunlardır: Madde/heyûlâ ve suret, cevher ve araz, neden ve
nedenli, basit ve bileşik, yumuşak ve sert, saydam ve mat, karanlık ve
aydınlık, hareketli ve durgun, yüksek ve alçak, sıcak ve soğuk, yaş ve kuru,
hafif ve ağır, zararlı ve yararlı, iyi ve kötü, doğru ve yanlış, hak ve batıl,
erkek ve dişi. Yüce Allah’ın dediği gibi, özetle her çiftten iki tanedir: “Belki
düşünüp ibret alırsınız diye her şeyden bir çift yarattık."[167]
Üçlü
şeylerin örnekleri şunlardır: En, boy ve derinlikten oluşan üç boyut; çizgi,
yüzey ve cisim gibi üç ölçü; geçmiş, şimdi ve gelecek gibi üç zaman; mümkün,
imkânsız ve zorunlu gibi üç unsur; matematik, fizik ve metafizik gibi üç konu
ve genel olarak bir ortası ve iki ucu olan her konu.
Dörtlü
şeyler (Rubâiyye) mesela; sıcaklık, soğukluk, yaşlık ve kuruluktan
oluşan dört tabiat-, ateş, hava, su ve topraktan oluşan dört unsur-,
safra, kan, balgam ve sevdadan oluşan dört karışım, ilkbahar, yaz, sonbahar
ve kıştan oluşan dört zaman-, doğu, batı, güney ve kuzeyden oluşan dört
yön; doğan, batan, yer sütunu ve gök ortası sütunundan oluşan dört
sütun; birler, onlar, yüzler ve binlerden oluşan sayı mertebeleridir.
Bu kıyasa göre düşündüğünde beşli, altılı, yedili vs birçok şey bulursun. Müsebbia[168]
[169],
yedili şeyleri keşfetmeye daldılar, ilginç şeyler keşfettiler, onlara
kapıldılar, bunlar dışındaki mevcutlardan habersiz kaldılar. Aynı şekilde Seneviyye'
de ikili mevcutları ortaya çıkarma konusunda aşırıya kaçtılar, ilginç şeyler
keşfettiler, onlara kapıldılar ve bunlar dışındaki mevcutlardan habersiz
kaldılar. Hıristiyanlar da üçleme ve üçlüler konusunda bu durumdadırlar.
Tabiatçılar da dört tabiat ve dörtlü konular hususunda aşırılık gösterdiler. Hürremiyye[170]
de aynı şekilde beşli konular hususunda ileri gittiler. Aynı şekilde Hint halkı
da dokuzlu sayılar ve sayılanlar konusunda aşırılık gösterdiler.
Pisagorcular
her hak sahibine hakkını verdiler. Hatta şöyle dediler: Mevcutlar sayının
tabiatına göredir. Bununla mevcut şeylerden bazısının iki iki, bazısının üç üç,
bazısının dört dört, bazısının beş beş olduğunu ve aynı şekilde gidebildiği
yere kadar gittiğini kast ederler.
Dediler
ki: Bir, sayının aslı ve kaynağıdır. Sayının azı ve çoğu, çifti ve teki, tamı
ve kesirlisi “bir’den oluşur. Yaratıcı nın -isimleri yüce olsunmevcutların
nedeni, var edicisi, sıralayanı, sağlamlaştırmışı, tamamlayıcısı ve
yetkinleştiricisi olması gibi “bir” de sayının nedenidir. Nitekim “bir”in
parçası ve benzeri/misli yoktur. Nitekim Yüce Yaratıcı da böyle olup ortağı,
benzeri ve dengi yoktur. Nitekim “bir”, bütün sayılarda onları kuşatarak
bulunur. Aynı şekilde Yaratıcı -övgüsü yüce olsunbütün varlıklara onları
kuşatarak şahittir. Nitekim “bir” her sayı ve miktara kendi adını verir. Aynı
şekilde Yaratıcı da -övgüsü yüce olsunher varlığa varlık vermiştir. Nitekim
sayının devamlılığı “bir”in devamlılığına bağlıdır. Aynı şekilde varlıkların
bekası ve devamlılığı da Yaratıcının bekasına bağlıdır. Nitekim her sayı ve
miktarın varlığı da “bir’den sonradır. Yüce Yaratıcının görünen ve görünmeyen
her şeyi kuşatarak bilmesi de böyledir.
Dediler
ki: Nasıl “bir’in tekrarlanmasından sayının meydana gelişi ve artışı gerçekleşiyorsa
aynı şekilde Yaratıcının varlığının taşmasından yaratıkların meydana gelişi,
tamamlanması ve yetkinleşmesi gerçekleşir. “İki”nin “bir”in tekrarlanmasından
meydana gelen ilk sayı olması gibi akıl da Aziz ve Çelil olan Yaratıcının
varlığından taşan ilk varlıktır. “Üç”ün “iki’den sonra sıralanması gibi nefis
de akıldan sonra sıralanır. “Dörd’un “üç”ten sonra sıralanması gibi madde
(heyûlâ) de nefisten sonra sıralanır. “Beş”in “dörf’ten sonra sıralanması gibi
tabiat da madde (heyûlâ)den sonra sıralanır. “Altı’nın “beş”ten sonra
sıralanması gibi cisim de tabiattan sonra sıralanır. “ Yedi”nin “altı’dan
sonra sıralanması gibi felekler de cismin varlığından sonra sıralanır. “Sekiz’m
“yedi’den sonra sıralanması gibi unsurlar/ rükünler de felekten sonra
sıralanır. “Dokuz”un “sekiz’den sonra sıralanması gibi doğumla meydana gelenler
de unsurlardan sonra sıralanır. Dokuzun birler mertebesinin sonu olması gibi
doğanlar da madenler, bitkiler ve hayvanlardan oluşan bütün mevcutların
sonudur. Madenler onlar gibi, bitkiler yüzler gibi, hayvanlar binler gibi,
mizaç bir gibidir.
Dediler
ki: Bütün sayılar, çift, tek, tam ve kesirlidir. Ruhlar âlemindeki varlıkların
mertebeleri daha çok tek sayıların tabiatına benzer. Bedenler âlemindeki
varlıkların mertebeleri daha çok çift sayıların tabiatına benzer. Felekler
âlemindeki varlıkların mertebeleri daha çok tam sayıların tabiatına benzer.
Oluş ve bozuluş âlemindeki varlıkların mertebeleri ise daha çok kesirli
sayıların mertebelerine benzer.
Bölüm
Allah
seni ve bizi kendinden bir ruh ile desteklesin, bil ki varlık bekâdan(ebedî
olarak ölmeden kalmak) önce, beka tamamdan önce, tamam kemalden/yetkinlikten
öncedir. Zira her yetkin tamdır, her tam bâkîdir ve her bâkî mevcuttur. Fakat
her mevcut bâkî değildir, her bâkî tam değildir, her tam da yetkin değildir.
İsimleri yüce olsun, varlıkların nedeni, var edeni, devam ettiricisi,
tamamlayanı ve yetkinleştiricisi olan Yaratıcı, varlığın, sonra bekanın, sonra
tamamın, sonra yetkinliğin taştığı ilk feyiz (kaynak)’dir. Biz, özel sayıları
anlattığımız risâlede tamam ile yetkin arasındaki farkı açıkladık; Allah
dilerse bunu oradan öğren.
Bölüm
Mevcutları
hakikatleri üzere öğrenmek için onların ilkeleri hakkında düşünmek isteyen
kimsenin önce düşünülür konuların ilkeleri hakkındaki düşünceye dayalı olarak
aklını eğitmek ve anlayışını güçlendirmek için duyulur konuların ilkeleri üzerinde
düşünmesi gerekir. Çünkü duyulur konular, yeni başlayanların anlayışına daha
yakın ve öğrenciler için daha kolaydır.
Diyoruz
ki: Cisim, duyularla algılanan varlıkların birisidir. O, birine madde (heyûlâ),
diğerine suret denilen iki düşünülür basit cevherden meydana gelen bir
cevherdir. Madde, sureti kabul eden cevher; suret, şeyin kendisiyle bu şey
olduğu şeydir. Bunun örneği şudur: Demir; bıçak, kılıç ve testere gibi
kendisinden üretilen her şeyin maddesidir. Bıçak ancak belli bir şeklin
ismidir. Kılıç ve balta da böyledir. Çünkü demir hepsinde aynıdır. Şekil
farklıdır. İsimlerin farklılığı, şekillerin farklılığına bağlıdır. Ahşap da
böyledir. O, kapı, yatak ve taht gibi kendisinden yapılan her şeyin maddesidir.
Her
madde her sureti kabul etmez. Çünkü ahşap, gömlek şeklini; daire (şukka), taht
şeklini; madde, önceki herhangi bir şekli almaz. Çünkü pamuk, daire şeklini;
yün, gömlek şeklini almaz. Fakat pamuğun aldığı ilk şekil, yünün şeklidir. Yün
şekli vasıtasıyla dairenin şeklini, sonra da gömleğin şeklini alır. Aynı
şekilde yemeğin aldığı ilk şekil, unun şekli, sonra hamurun şekli, sonra da
ekmeğin şeklidir.
Madde
çeşitli suretleri bu örnekte olduğu gibi kabul eder. Birinci, sıralamada birincidir.
İlk maddenin kabul ettiği ilk şey, en, boy ve derinlikten oluşan cismin
suretidir. Sonra cisim vasıtasıyla daire, üçgen ve dörtgen gibi diğer
şekilleri kabul eder. Dört cihete madde denir. Bunların duyuya en yakın olanı,
açıkladığımız üzere ahşap, demir ve pamuk gibi üretim maddesidir. Her
üreticinin işleyeceği ve üreteceği bir maddeye ihtiyacı vardır. İkincisi,
ateş, hava, su ve topraktan oluşan tabiat maddesidir. Bu dört unsur, Ay feleği
altındaki tabiatın meydana getirdiği her mevcudun maddesidir. Üçüncüsü,
bütünün maddesi, yani felekleri ve bütün olanları kapsayan mutlak cisimdir. Dördüncüsü,
suretin kabul edicisi cevher olan ilk maddedir. Kabul ettiği ilk suret, boy, en
ve derinliktir. Bununla mutlak cisim olur. Bu madde, ilk düşünülür
ilkelerdendir. Bu madde, nefsin ilk nedenlisi; nefis, aklın ilk nedenlisi; akıl
ise Yüce Yaratıcı mn ilk nedenlisidir. Yüce Yaratıcı, en üstün düzen ve tertip
üzere her varlığın nedeni, var edicisi, sağlamlaştırmışı, tamamlayıcısı ve
yetkinleştiricisidir. Varlıkların ondan başlayan sıralaması, sayıların ikiden
önceki birden başlayan sıralaması gibidir. Nitekim bunu özel sayıları
anlattığımızrisâlede açıkladık. Akıl, Yüce Yaratıcının vasıtasız olarak var
ettiği, meydana getirdiği ilk varlıktır. Sonra akıl vasıtasıyla nefsi, sonra da
maddeyi var etti. Akıl, Aziz ve Çelil olan Yaratıcıdan taşan, bâkî, tam ve
yetkin bir ruhanî cevherdir. Nefis, akıldan taşan, bâkî, tam, ama yetkin
olmayan bir ruhanî cevherdir. İlk madde, nefisten taşan, bâkî olduğu halde tam
ve yetkin olmayan bir ruhanî cevherdir.
Bölüm
Bil
ki, aklın varlığının nedeni, Aziz ve Çelil olan Yaratıcının varlığı ve
kendisinden taştığı feyzidir. Aklın bekasının (kalıcılığının) nedeni, Aziz ve
Çelil olan Yaratıcı'nın ona varlık ve ilk olarak taşan feyiz ile yardım
etmesidir. Aklın tamlığının nedeni, bu feyiz ve faziletlerin kabul edilmesi ve
onun Yüce Yaratıcıdan alınmış olmasıdır. Aklın yetkinliğinin nedeni, bu feyiz
ve faziletleri Aziz ve Çelil olan Yaratıcıdan alması sebebiyle nefse
taşırmasıdır. O zaman aklın bekası nefsin varlığının nedeni, aklın tamlığı
nefsin bekasının nedeni, onun yetkinliği nefsin tamlığının nedeni, nefsin bekası
maddenin varlığının nedeni, nefsin tamlığı maddenin bekasının nedenidir. Nefis
yetkinleştiği zaman madde tamam olur. Bu, nefsin madde ile ilişkisinde en yüksek
amaçtır. Bundan dolayı feleğin dönmesi ve olanların oluşturulması, nefsin
faziletlerini maddede ortaya çıkarması suretiyle yetkinleşmesi ve maddenin
bunu kabul ederek tamamlanması içindir. Bu böyle olmasaydı felek boşuna dönmüş
olurdu.
Kardeşim,
bil ki akıl, Yüce Yaratıcı mn feyzini ve beka, tamlık ve yetkinlikten oluşan
faziletlerini Aziz ve Çelil olan Yaratıcı’ya yakınlığından ve rûhânîyetinin şiddetinden
dolayı zamansız, hareketsiz ve yorgunluk olmadan bir defada kabul eder. Nefis
ise varlığını Yaratıcıdan -övgüsü yüce olsun-, akıl vasıtasıyla aldığı için
onun mertebesi akıldan aşağı olur ve faziletleri kabul etmede kusurlu olur.
Çünkü bazen akıldan hayır ve faziletleri almak için ona doğru yönelir, bazen de
bu hayır ve faziletlerle yardım etmek için maddeye yönelir. Hayır almak için
akla doğru yönelince maddeye bu hayrı vermekten uzak durur. Bu feyizle yardım
etmek için maddeye yönelince akıldan ve onun faziletlerini almaktan uzak durur.
Madde
nefsin tüm faziletlerini kabul etmede düşük mertebeli ve onun feyzine isteksiz
olduğu zaman, nefis ona şiddetli bir şekilde yönelmeye ve onu tam olarak
iyileştirme özeni göstermeye ihtiyaç duyar. Dolayısıyla bitkin düşer ve bu
konuda ona zorluk ve sıkıntı ilişir. Eğer Aziz ve Çelil olan Yaratıcı, nefsi lütuf
ve rahmetiyle desteklemese ve kurtuluşu için ona yardım etmeseydi o, madde
denizinde helak olurdu. Nitekim Yüce Allah şöyle buyurmuştur: “Eğer Allah’ın
size lütuf ve merhameti olmasaydı içinizden hiçbir kimse asla temize
çıkamazdı"' Nefsi desteklemesi ve ona faziletlerini taşırması
konusunda akla ne yorgunluk ne de sıkıntı dokunur. Çünkü nefis, kolay kabul
eden ruhanî bir cevherdir. Aklın faziletlerini ister ve hayırlarını arzu eder.
O bizzât diri, potansiyel olarak (bilkuvve) bilen, doğal olarak eylemde
bulunan ve arazî (sonradan) olarak güç yetiren ve yapandır.
Madde,
zikri yüce Yaratıcıdan uzaklığı sebebiyle düşük mertebeli, faziletlerden
mahrum, nefsin feyzine karşı isteksiz, faziletlerini arzu etmeyen, bilgisiz,
faydasız, cansız; daha doğrusu sadece kabul edici olan bir şeydir. Bundan
dolayı nefse maddeyi yönetirken ve tamamlarken yorgunluk, sıkıntı, zahmet ve
bitkinlik dokunur. Nefis ancak akla yöneldiği, onunla irtibat kurduğu ve
birleştiği zaman rahat eder. Bunun nasıl olduğunu inşallah daha sonra
açıklayacağız.
7.
Nûr, 24/21.
Bölüm
İlkelerle
İlgili Sorulara Dair
Varlık
mevcutlara nasıl sirayet eder? Beka bakilere nasıl sirayet eder? Devam devamlılara
nasıl sirayet eder? Tamlık tam olanlara nasıl sirayet eder? Yetkinlik yetkinlere
nasıl sirayet eder? Hayat dirilere nasıl sirayet eder? Bilgi bilenlere nasıl
sirayet eder? Kudret kudretlilere nasıl sirayet eder? Başkanlık başkanlara
nasıl sirayet eder? Rablık erbap sahiplerine[171]
nasıl sirayet eder? Çokluk salt birlikten nasıl sirayet eder?
Bazıları
dediler ki, denilen (o) şey ne güzeldir:
Ey
duyular âlemini aydınlatıcı akıl ile aydınlatan
Sen
bütünün başlatıcısısın, asırlar geçse de hâlâ varsın
Âlem
zuhurundan önce de senin ilminde hep
Sağlam
eser idi kalbin vehmindeki suret gibi
Sonra
varlığa çıkardın görenin çıkarması gibi
Bütün
olarak ve onları kudretli yaratıcı gibi yarattın
Bölüm
Birlikte
Ruhanî ve Cismanî İlkeler ve Mertebelerine Dair
Ey
iyilik sever ve merhametli kardeş, -Allah seni ve bizi kendinden bir ruh ile
desteklesinbil ki Allah’ın -övgüsü yüce olsunyarattığı ve var ettiği ilk şey
tamamlık, yetkinlik ve fazlın zirvesinde olan basit ve ruhanî bir cevherdir.
Onda bütün şeylerin suretleri vardır ve o faal akıl olarak adlandırılır. Bu
cevherden mertebesi daha düşük olan tümel mertebe adlı başka bir cevher taşar.
Nefisten de ilk madde adlı baka bir cevher taşar. İlk madde, boy, en ve
derinlikten oluşan miktarı kabul eder; bu şekilde mutlak cisim olur. O ikinci
maddedir.
Cisim,
şekillerin en üstünü olan küre şeklini alır. Bundan, arınmış ve incelmiş
olarak, felekler (gezegenler) ve yıldızlar âlemi olur. Çevreleyen felekten Ay
feleğinin sonuna kadar ilkten ilke gider. Onlar, iç içe olan dokuz okerdir.
Merkeze en yakın olanı Ay feleği; en uzak ve en yüksek olanı çevreleyen
felektir. O da yine bütünü taşıyan felek diye adlandırılır. O, feleklerin en
ince cevherli ve en basit cisimli olanıdır. Sonra onun altında sabit yıldızlar
feleği, sonra onun altında Satürn (Zühal) feleği, sonra onun altında Jüpiter
(Müşteri) feleği, sonra onun altında Mars (Merih) feleği, sonra onun altında
Güneş feleği, sonra onun altında Venüs (Zühre) feleği, sonra onun altında
Merkür (Utarit) feleği, sonra onun altında Ay feleği, sonra Ay feleğinin
altında ateş, hava, su ve topraktan oluşan dört unsur vardır. Toprak merkezdir
ve cisimlerin cevheri en kaba ve cirmi en yoğun olanıdır.
Bu
okerler/felekler, şanı yüce Yaratıcılarının istediği ve hikmetinin ince düzenli
ve güzel sıralı olmasını gerektirdiği gibi iç içe sıralanınca, felekler dört
unsur üzerinde burçları ve yıldızlarıyla dönünce, gece ve gündüz, kış ve yaz,
sıcak ve soğuk peş peşe gelince, bunlar birbirinin içine girince, onların
incesiyle kalını, ağırıyla hafifi, sıcağıyla soğuğu ve yaşıyla kurusu
birbirine karışınca onlardan zaman sürecinde madenler, bitkiler ve hayvanlardan
oluşan çeşitli bileşimler meydana gelir. Maden, toprağın bağrında, denizin
çukurunda ve dağların içinde çözülmüş buharlar, yükselen dumanlar, mağara ve
çukurlarda birikmiş nemlerden meydana gelen her şeydir. Onda topraklık
baskındır. Bitki, yeryüzünde biten her türlü ot, çayır, bakla, ekin ve ağaçtır.
Onda su özelliği baskındır. Hayvan, hareket eden, hisseden ve bir yerden başka
bir yere bedeniyle intikal eden her cisimdir. Onda hava özelliği baskındır.
Bileşim
bakımından madenler unsurlardan, bitkiler madenlerden, hayvanlar bitkilerden,
insan da bütün hayvanlardan üstündür. Onda ateşlik baskındır. İnsanın bileşiminde
daha önce adı geçen basit ve bileşik bütün mevcutların manaları toplanmıştır.
Çünkü insan, katı cismanî beden ve basit ruhanî nefisten meydana gelir. Bundan
dolayı filozoflar insanı küçük âlem, âlemi de büyük insan olarak
adlandırmışlardır. İnsan kendisini gerçek olarak beden bileşiminin
gariplikleri, iskelet yapısının inceliği, nefis güçlerinin onun üzerindeki
tasarruf çeşitleri, onda gösterdiği sağlam sanat ve meslekler şeklindeki
fiilleri ile tanırsa onda bütün duyulur manaları ona kıyaslama ve tüm âlemlerin
bütün düşünülür manalarını onunla kanıtlama gücü hazır hale gelir.
Ey
kardeş, Allah seni ve bizi kendinden bir ruh ile desteklesin, varlıkların hakikatlerini
bilmeye yöneldiğimiz zaman işe önce kendimizi tanımakla başlamamız gerekir.
Çünkü onlar bize en yakın şeylerdir. Bundan sonra diğer şeyleri bilmemiz
gerekir. Zira bizim kendimizi tanımadan şeylerin hakikatlerini iddia etmemiz
çirkindir.
Bölüm
Ey
iyilik sever ve merhametli kardeş Allah seni ve bizi kendinden bir ruh ile desteklesinbil
ki küllî nefis, dahaönce belirttiğimizgibi, ancakövgüsüyüce Yaratıcı’nın
izniyle akıldan taşan ruhanî bir güçtür. Onun tıpkı Güneş ışığının bütün hava
parçalarına nüfuz etmesi gibi, çevreleyen felekten yeryüzünün merkezine kadar
bütün cisimlere nüfuz eden iki gücü vardır. Onun iki gücünden birisi bilen,
diğeri yapandır. O, yapan gücü sayesinde cisimleri kendisine nakşolan suretler,
şekiller, görünümler, süs, güzellik ve boya renkleri ile tamamlar ve
yetkinleştirir. Bilen güç sayesinde de kuvveden fiile çıkan faziletleri olan
hakiki ilimler, güzel huylar, doğru düşünceler, iyi davranışlar, sağlam sanat
ve meslekler ile onların zâtını şahsın onların etkilerini cevherinin saflığı ve
cisminin inceliği ile kabul etmesi oranında yetkinleştirir.
Bölüm
Ey
iyilik sever ve merhametli kardeş Allah seni ve bizi kendinden bir ruh ile desteklesinbil
ki nefsin cevheri yok olmaz, güçleri ortadan kalkmaz, fiilleri kesintiye
uğramaz. Çünkü onun akıldan gelen maddesi, onun desteğiyle devamlı ve ondan
sürekli feyiz kabul etmesiyle ebedîdir.
Yüce
Yaratıcının aklı daima ve ebediyen desteklemesi de böyledir; feyzi sürekli,
aklın onu kabul etmesi devamlıdır. Zira Yüce Yaratıcının faziletleri yok olmaz,
lütufları bitmez, feyzi son bulmaz. Çünkü o, hayırların kaynağı, bereketlerin
ilkesi, cömertliğin madeni ve her mevcudun sebebidir. Hamd, övgü (sena),
şükür ve vergi ona aittir.
Bölüm
Ey
iyilik sever ve merhametli kardeş -Allah seni ve bizi kendinden bir ruh ile
desteklesinbil ki küllî nefsin mertebesi çevreleyen feleğin üstündedir ve
güçleri yönetim, sanat ve hüküm vasıtasıyla feleğin tüm parçalarına,
şahıslarına ve feleğin ihtiva ettiği diğer bütün cisimlere yayılır. Onun
[nefsin] feleğin her şahsında o şahsa özgü, onu yöneten ve onda fiillerini
açığa çıkaran bir gücü vardır. Bu güce o şahsın tikel nefsi adı verilir.
Mesela; Satürn’ün cismine ait, onu yöneten ve kendisiyle onun fiillerini açığa
çıkaran güç, Satürn’ün nefsi olarak adlandırılır. Aynı şekilde Jüpiter’in
cismine ait onu yöneten ve kendisiyle onun fiillerini açığa çıkaran güce
Jüpiter’in nefsi denir. Felek cisimlerinden ve şahıslarından herhangi bir
yıldıza ve cisme ait ve onları yöneten ve fiillerini açığa çıkaran diğer güçler
de bu örnek ve kıyasta olduğu gibi onların nefisleri olarak adlandırılırlar.
Bu,
İlahî kitaplarda işaret edilen meleklerin, yüce topluluğun ve Allah’ın ordusunun
gerçek mahiyetidir. Onlar Allah’ın emrettiği şeylere karşı gelmezler ve kendilerine
emredilen şeyleri yaparlar.
Bu,
bilge ve filozofların tikel nefisleri açıklarken âlemi korumakla ve feleklerin
dönüşü, yıldızların akışı, devirlerin çevrilişi ve zamanların değişmesi yoluyla
yaratıkları yönetmekle, rükünleri gözetmekle, bitki ve hayvanları
yetiştirmekle ve muhafaza etmekle görevli ruhanîler diye adlandırılan felekler
ve rükünler âlemi hakkında söylediklerinin gerçek mahiyetidir.
Bölüm
Ey
nazik ve merhametli kardeş, Allah seni ve bizi kendinden bir ruh ile desteklesin,
bil ki çevreleyen feleğin üstündeki küllî nefsin Ay feleğinin altındaki bütün
cisimlere nüfuz eden özel bir gücü vardır. O bunları yönetir, üzerlerinde
tasarrufta bulunur, onlarla fiillerini açığa çıkarır. Onu filozoflar ve
tâbipler oluş ve bozuluşun tabiatı olarak, şeriat ise meleklerden bir melek
olarak adlandırır. O bir tek nefistir. Onun Ay feleğinden yerin merkezine kadar
bütün hayvan, bitki ve maden kısımlarına ve dört unsura yayılmış birçok gücü
vardır.
Bu
varlıklar içinde bu nefsin ilgili olmadığı, yönetmediği ve kendisinde
fiillerini ortaya çıkarmadığı hiçbir cins, tür ve şahıs yoktur. Bu güç, o
şahsın tikel nefsi olarak adlandırılır.
Bölüm
Bil
ki bu nefsin ateş, hava, su ve toprak unsurlarındaki ilk gücü sıcaklık, soğukluk,
yaşlık ve kuruluktur. Yine bu güçlerin bu unsurlardaki ilk fiilleri; hareket
ettirme ve durdurma, soğutma ve ısıtma, eritme ve dondurma, buharlaştırma ve
damıtma, karma ve karıştırma, birleştirme ve terkip etme, şekillendirme, resmetme,
boyama ve benzerleridir. Bütün bunlar, Yüce Allah’ın izniyle bu güçlerin bu
unsurlarda onlara ait felekî şahısların güçleri yardımıyla yaptığı fiiliyle
olur. Bunun örneği, onun ateş unsurunu, Güneşin gücünün kendisine sürekli
yardım etmesiyle âlemin ısıtılması için hareket ettirmesi; Satürn’ün gücünün
kendisine sürekli yardım etmesiyle toprak unsurunu durağanlaştırması;
Jüpiter’in gücünün kendisine sürekli yardım etmesiyle akarak su unsurunu
çözmesi; Mars’ın gücünün kendisine sürekli yardım etmesiyle hava unsurunu
inceltmesi; Venüs’ün gücünün kendisine sürekli yardım etmesiyle yaş buhar
unsurunu damıtması; Merkür’ün gücünün kendisine sürekli yardım etmesiyle kuru
buhar ve yaş buhar unsurlarını karıştırması ve Ay’ın gücünün kendisine sürekli
yardım etmesiyle sıkılmış su unsurunda doğanlara destek vermesidir.
Bölüm
Ey
nazik ve merhametli kardeş, Allah seni ve bizi kendinden bir ruh ile desteklesin,
bil ki bu güçlerin yani madenlerin oluşumundaki sıcaklık, soğukluk, yaşlık ve
kuruluğun ilk fiili, cıva ve kibrit yapımıdır. Yer cisimlerinin içindeki nemlere
ve orada hapsolmuş buharlar, üzerlerine peş peşe yaz sıcağı ve maden sıcaklığı
gelince yumuşar, hafifler, bu çukur ve mağaraların tavanlarına yükselir ve oralarda
bir süre yapışmış halde dururlar. Peş peşe kış soğuğu dokununca sertleşir,
donar, tekrar bu çukur ve mağaraların en aşağısına damlar, bu bölgenin
toprağıyla karışır ve orada uzun bir süre kalırlar. Madenlerin sıcaklığı onları
daima pişirme, olgunlaştırma ve arıtma işlevi görür. Bu sıvı nem, içine karışan
toprak parçaları, zamanla onun ağırlık ve sertliğinden aldıkları ve sıcaklığın
onu pişirmesiyle ağır ıslak cıva haline gelir. Madenlerin altındaki bu toprak
parçaları, onlara karışan yağlı nem ve sıcaklığın pişirmesiyle yanıcı kibrite
dönüşür. Civa ve kibrit ikinci kez karılıp birbirine karışınca -ki halinde
tedbir vardıronların karışımından madenî cevherlerin cins ve türleri meydana
gelir. Bunun eriyen cevherlerle ilgili örneği şudur: Civa saf ve kibrit
katışıksız olduğunda, ikisi eşit olarak karıştığında, toprağın suyun nemini
emdiği gibi kibrit de cıvanın ıslaklığını emdiğinde, parçaları dengeli olarak
birleştiğinde, miktarları birbirine uygun olduğunda, madenin sıcaklığı ikisini
mutedil bir şekilde pişirdiğinde ve onlara pişmeden/olgunlaşmadan önce soğukluk
ve kuruluk gibi herhangi bir şey dokunmadığında bundan zaman içerisinde saf
altın meydana gelir. Eğer bu ikisine pişmeden önce soğuk dokunursa birleşirler
ve beyaz gümüş meydana gelir. Eğer onlara aşırı sıcaktan dolayı kuruluk
dokunursa kuru bakıra dönüşür. Kibrit parçaları ile cıva parçaları birleşmeden
önce bunlara soğuk vurursa değerli kurşun oluşur. Onlara pişme öncesinde soğuk
vurur ve kibrit parçaları daha çok olursa demir meydana gelir. Civa çok, kibrit
az ve sıcaklık zayıf olursa onlardan değersiz kara kurşun meydana gelir. Diğer
maden cevherlerinin cinsleri de onlara dokunan civa ve kibritin çokluğu veya
azlığı, pişme öncesinde aşırı sıcaklık veya soğukluk ve dengeyi kaybetme gibi
dokunan geçici durumlar sebebiyle bu örneklerde olduğu gibi farklılaşır.
Bölüm
Ey
nazik ve merhametli kardeş, Allah seni ve bizi kendinden bir ruh ile desteklesin,
bil ki şanı yüce Yaratıcı bitkisel nefsi yedi etkin güçle destekledi. Bunlar;
çeken güç, tutan güç, sindiren güç, iten/atan güç, besleyen güç, şekillendiren
güç, büyüten güç. O, bu güçlerin her birisiyle diğer güçle yaptığının aksine
bir işi yapar. Bitkiyi oluştururken yaptığı ilk iş, toprak, su, hava ve ateşten
oluşan dört unsurun öz sıvılarını çekmesi, onların ince kısımlarını ve
içlerindeki her bitki türüne benzer parçaları emmesi, sonra akmamaları,
çözülmemeleri ve geri dönmemeleri için tutan güç vasıtasıyla onları kendisinde
tutması, sonra özüne iletmek üzere onları sindirici güçle sindirmesi, sonra
onları itici güçle bölgelerine itmesi, sonra besleyen güçle beslemesi, sonra
büyüten güçle büyütmesi ve çoğaltması, sonra şekillendiren güç sayesinde
şekiller ve renklerle şekillendirmesidir. Bunun örneği şudur: Tıpkı
hacamatçının[172]
hacamat aletiyle kanı veya ateşin fitil ile yağı çekmesi gibi çeken güç,
bitkinin damarları vasıtasıyla toprağın nemini emdiği ve çektiği zaman
birleşmenin şiddetinden dolayı onunla birlikte toprak parçaları da çekilir. Bu
madde bitkinin damarlarında meydana gelince sindiren güç onu
olgunlaştırır/pişirir, damarların cismine benzer bir şekle dönüştürür, besleyen
güç onları alır, bu organ ve eklemlere ait her şekle şekillendiren gücün uygun
gördüğü şeyleri yapıştırır; büyüten şey, onun boyutlarını en, boy ve derinlik
olarak artırır. Bu maddeden artan, ufalanan ve incelen şeyler, iten güç
tarafından bitkinin köklerinde ve dallarında[173]
yukarıya itilir, çeken güç tarafından oradakilere çekilir, tutan güç
tarafından tekrar aşağı dönerek akmaması için tutulur. Sonra sindiren güç, onu
ikinci defa pişirir ve köklerin ve dalların şekline ve ona ait bir maddeye
dönüştürür. Boyutlarını en, boy ve derinlik olarak artırır. Sindiren güç, bu
maddenin ağır, yumuşak ve ince kısımları dalların yukarısına gönderir, çeken
güç oraya çeker, tutan güç de onları tutar. Sonra sindiren güç onları üçüncü
defa sindirir; yaprak, çiçek ve tohum ile meyve kapçığının cismine benzetir ve
bunların maddesi yapar. Onların boyutlarını en, boy ve derinlik olarak
artırır. Bu maddenin ufalan ve incelen kısımlarını tohum ve meyve için madde
yapar ve tutan güç bunları orada tutar. Sonra sindiren güç onları dördüncü defa
pişirir, olgunlaştırır, inceltir, incesini kalınından, katisını yumuşağından
ayırır; katı ve kalın olanları kabuk ve çekirdeğin cismi için madde yapar ve
boyutlarını en, boy ve derinlik olarak artırır. İnce ve ufak olanları öz, tohum
ve meyvenin maddesi haline getirir. Bunlar un, tahin, yağ, pekmez, tat, renk ve
kokudur. Hayvan beslenmek için bitki tohumunu yiyince ve bu madde midede hâsıl
olunca bu güçlerin ondaki ilk işi, sindiren gücün doğal sıcaklık ile yapması,
sonra bağırsakta arıtılması, sonra mide suyunun/kimusun karaciğere çekilmesi,
sonra onun ikinci kez pişirilmesi, sonra kan, balgam ve iki acı sudan(mira)
oluşan karışımların birbirinden ayrılması, sonra onların kendilerini kabule
istidatlı organ ve kaplara itilmesi, sonra kanın organ ve eklemlere
dağıtılması, sonra onun her organı kendisine uygun madde ile beslemesi, sonra
bütün boyutlarda en, boy ve derinlik olarak büyüme ve artma, sonra cinsel
ilişki esnasında erkek hayvanın bütün parçalarından kanın özü olan meninin
çıkarılması, sonra onun buna istidatlı aletlerle dişinin rahmine
nakledilmesidir.
Meninin
rahimde meydana gelmesi ve onu insanın bünyesi tamamlanıncaya ve orada şekli
olgunlaşıncaya kadar halden hale geçerek dokuz ay idare etmesi esnasında bu
güçlerin insan bedeninin bileşimindeki etkisi konusunu, bunun dışındaki başka
bir risâlemizde açıkladık.
İnsan
için övgüsü yüce Yaratıcının takdir ettiği belirli süre tamamlandığında ve
hisseden hayvânî nefis gücü Allah’ın izniyle onu o mekândan bu dünya alanına
naklettiğinde dört yaşın bitimine kadar başka bir yönetim başlar. Sonra duyulurların
isimlerini açıklayan nâtık (konuşan) güç gelir ve onu on beş yaşın bitimine
kadar başka bir şekilde yönetmeye başlar. Sonra duyulurların manalarını ayırt
eden akledici güç gelir ve otuz yaşın bitimine kadar onu yönetmeye başlar.
Sonra düşünülürlerin manalarını algılayan hikmet gücü gelir ve onu kırk yaşın
bitimine kadar yönetmeye başlar. Sonra desteklenmiş melekî güç gelir ve onu
elli yaşın bitimine kadar başka bir şekilde yönetmeye başlar. Sonra ahiret için
hazırlanmış ve maddeden ayrı kanun/şeriat gücü (el-kuvvetü n-nâmûsiye)
gelir ve onu ömrün sonuna kadar başka bir şekilde yönetmeye başlar. Eğer nefis,
bedenden ayrılmadan önce tamamlanır ve yetkinleşirse yükselme (miraç) gücü
gelir, onunla Mele-i alaya (yüce topluluğa) ayrılır ve başka bir
yönetime başlar. Eğer nefis, bedenden ayrılmadan önce tamamlanmaz ve
yetkinleşmezse en aşağı seviyeye düşürülür. Sonra Yüce Allah’ın belirttiği gibi
onunla ilgili yönetim baştan başlar. Yüce Allah şöyle buyurmuştur: “Biz
insanı en iyi şekilde yarattık, sonra onu en aşağı seviyeye düşürdük. İman edip
iyi işler yapanlar bunun dışındadır. Onlar için hiç eksilmeyecek bir mükâfat
vardır. O halde bundan sonra seni hesap gününü yalanlamaya sevk eden nedir? Allah
en adil hâkim değil midir?”11, “Biz ilkin nasıl yarattıysak bunu
yeniden gerçekleştireceğiz. Bu bizim verdiğimiz bir sözdür. Şüphesiz biz her
şeyi yapabilecek güçteyiz.”[174]
[175]
[176]
Eksiklikten münezzeh olan Allah yine şöyle buyurmuştur: “Sizden vefat ettirilenler
de vardır, bildikten sonra bir şey bilmez hale geldiği ömrün en kötü evresine
döndürülenler de vardır.”'3
Bir
Soru
Eşyanın
ilkeleri hakkında düşünen ve konuşan kimsenin ne söyleyeceği ve neye inanacağı
düşünülür? Onların tamamı son derece tamam, yetkin ve üstün bir şekilde
yaratıldı da sonra bazısı kusurlu ve aşağılık hale mi geldi, yoksa hepsi son
derece kusurlu yaratıldı da sonra arttı, yetkinleşti, tamamlandı ve bazıları
diğerlerinden üstün mü oldu, yada bazısı böyle, bazısı öyle midir?
Bölüm
Kardeşim,
Allah seni ve bizi kendinden bir ruh ile desteklesin, bil ki, Yüce Allah,
varlığı tam, faziletleri yetkin, her şeyi oluşundan önce bilen, onları dilediği
zaman var etmeye güç yetiren olduğunda bu faziletleri zâtına hapsedip cömertçe
vermemesi ve taşırmaması hikmete uygun değildir. Hikmetin gereği olarak tıpkı
Güneşin kaynağından nurun ve ışığın taşması gibi kendinden cömertlik ve
faziletleri taşırdığı ve bu taşma sürekli, art arda ve kesintisiz devam ettiği
zaman ilk taşan şey “Faal Akıl” olarak adlandırılır. O, son derece tamam,
yetkin ve üstün olan basit bir ruhanî cevher ve mutlak ışıktır. Tıpkı âlimin
aklında bilinenlerin suretlerinin olması gibi onda da bütün şeylerin suretleri
vardır.
Faal
akıldan mertebesi ondan düşük olan edilgen (münfail) akıl adlı başka bir
feyz (güç) taştı. Bu, küllî (tümel) nefis olup tıpkı öğrencinin
öğretmenden ilmi alması gibi faal akıldan gelen suret ve faziletleri sıralı ve
düzenli olarak alabilen basit bir ruhanî cevherdir.
Aynı
şekilde nefisten mertebesi ondan aşağı olan ve ilk madde olarak adlandırılan
başka bir feyz taştı. O, ruhanî ve nefisten suret ve şekilleri zamanla art arda
alan basit bir cevherdir. Maddeyi kabul eden ilk suret en, boy ve derinliktir.
Bununla o, ikinci madde denilen mutlak cisim olur. Cismin varlığıyla birlikte
taşma durdu ve mertebesinin ruhanî cevherlerden düşük olması, cevherinin
katılığı ve ilk nedene uzaklığı sebebiyle ondan, başka bir cevher taşmadı.
Yüce
Allah’tan akla, akıldan nefse taşma devam edince nefis cisme yöneldi ve onu cismin
kabul edebilme ve cevherinin saflık imkânı ölçüsünde tamamlamak için onda
suretler, şekiller ve renkler meydana getirdi. Nefsin cisimde yaptığı ilk
suret, bütün şekillerin en üstünü olan küre şekli ve onun en üstün hareket olan
dairevî hareketidir. Çevreleyen felekten yerin merkezine kadar onların bazısını
bazısının içinde sıraladı. Onlar on bir küredir. Tamamı bir tek âlem ve düzenli
olan bir tek tümel sistem oldu. Yeryüzü, çevreleyen feleğe uzaklığı nedeniyle
bütün cisimlerin en katisı ve en koyu karanlığıdır. Çevreleyen (muhit)
felek ise düşünülür basit cevher olan ilk maddeye yakınlığı sebebiyle bütün
cisimlerin en incesi, rûhânîyeti en çok ve ışığı en şeffaf olanıdır. Madde,
Aziz ve Çelil olan Yaratıcı ya uzaklığı sebebiyle akıl ve nefisten mertebece
daha düşüktür. Madde, basit, ruhanî ve düşünülür bir cevherdir. Bilen ve etkin
değil, fakat nefsin etkilerini zamanla kabul edicidir, ondan etkilenendir.
Nefis; basit, ruhanî, potansiyel olarak (bilkuvve) bilen, tabiî olarak
yapan, aklın faziletlerini zamansız olarak kabul eden ve maddede onu zaman
içinde hareket ettirmek suretiyle iş yapan bir cevherdir. Akıl ise basit,
nefisten daha basit ve üstün, Yüce Yaratıcı nın desteğini kabul eden, bilfiil
bilen ve nefsi zamansız olarak destekleyen ruhanî bir cevherdir. Yüce Yaratıcı,
her şeyin var edicisi ve yaratıcısıdır. Var eden, var edilene benzemez. Aynı
şekilde yaratan yaratılana ve f ail de mefule hiçbir şekilde ve hiçbir sebeple
benzemez. Âlemlerin Rabbi Allah çok yücedir ve merhametlilerin merhametlisidir.
Ey
kardeş, sura üflenmeden, “İhmal ettiklerimden dolayı yazıklar olsun bana”
demeden ve Mele-i a'/ddan bir tellal “Dikkat, filan kişi mutlu oldu,
falan kişi mutsuz oldu” diye seslenmeden önce gaflet ve cehalet uykusundan
uyan! Amel defterleri sağından verilen ve dikensiz sedir ağaçları ve dizili muz
ağaçları içinde bulunan mutlulardan olmak için çalış! Amel defterleri solundan
verilen, şiddetli sıcak ve kaynar su içinde olan, ne soğuk ne cömert, çok sıcak
gölge altında bulunan mutsuzlardan olmamak için çalış! Allah’ın sağlam ipine
yapış, kovulmuş şeytandan uzak dur. Böylece Allah’ın nimet verdiği kimselerden
olman, öfkeyi hak eden ve sapan kimselerden olmaman umulur.
Ey
nazik ve merhametli kardeş, Allah seni ve tüm kardeşlerimizi mantıklı olmaya
muvaffak kılsın. O, kullara şefkatlidir.
Pisagorculara
göre “ Varlıkların Aklî İlkeleri Risalesi’[177]
sona erdi. Bunu “İhvân-ı Safa ’ya Göre Aklî İlkeler Risalesi”[178]
takip edecektir.
Aklî
Nefsânîlerin/Nefis ve Akla Dair Olan Şeylerin
(en-Nefsânîyyatu’l-akliyyât) İkinci -İhvân-ı Safâ Risâleleri’nin
Otuz ÜçüncüRisâlesi: İhvân-ı Safâ’ya Göre
Aklî İlkeler Hakkında1 [179]
Rahman
ve Rahim Olan Allah’ın adıyla!
A |
llah’a
Hamd ve O’nun seçilmiş kullarına selam olsun. “Allah mı daha hayırlıdır
yoksa O’na ortak koştukları varlıklar mı?”[180]
Bölüm
Kardeşim,
Allah seni ve bizi kendinden bir ruh ile desteklesin, bil ki, filozoflar,
âlimler ve bilgeler varlıkların ilkeleri konusunda olanların/kâinatın
esaslarını araştırdılar. Onlardan bir topluluğun aklına, diğer topluluğun
aklına gelenden başka bir şey geldi. Zira, Düalist (Senevi) bir
topluluğun aklına ikili konular gelir; Hıristiyan bir topluluğun aklına üçlü
konular gelir; tabiatçı bir topluluğun aklına dörtlü konular gelir; Hurremî
bir topluluğun aklına beşli konular gelir; başka bir topluluğun aklına altılı
konular gelir; bir diğer topluluğun aklına yedili konular gelir; müzikçi olan
bir başka topluluğun aklına sekizli konular gelir; Hintli olan bir diğer
topluluğun aklına dokuzlu konular gelir. Her topluluk, aklına geleni uzun uzadıya
anlattı, ona aşık oldu ve diğerlerine yabancı kaldı. Pisagorcu filozoflar ise
herkese hakkını verdi. Nitekim şöyle dediler: Varlıklar, bu risâlede bir
kısmını açıklayacağımız üzere, sayıların tabiatına göredir. Bu, -Allah
kendilerine yardım etsinkardeşlerimizin görüşüdür ve eşyayı/şeyleri yerli
yerine koymada ve doğal mecraya ve ilahi düzene göre hakkıyla sıralamada
onların düşüncesine uygundur.
Bölüm
Pisagorcuların
“Varlıklar(Mevcûdât) Sayıların Tabiatına Göredir”
Şeklindeki Görüşü Hakkında
Kardeşim,
Allah seni ve bizi kendinden bir ruh ile desteklesin, bil ki, Pisagor, Harranlı
bir filozof ve Allah’ı birleyen (muvahhit) bir insandı. Sayı ilmi ve
sayının çıkış şekli üzerinde düşünmeye büyük önem veriyor ve sayı, sayının
özellikleri, dereceleri ve düzeni hakkında çok araştırma yapıyordu. Şöyle
diyordu: Sayı bilgisinde ve onun “iki’den önce gelen “bir’iden doğuş şeklinde
Allah Azze ve Celle’nin birliğinin bilgisi vardır. Sayıların özelliklerinin
bilgisi ve onların sıra ve düzeninin şeklinde Yüce Yaratıcı nın var
ettiklerinin bilgisi ve yarattıklarının ilmi ile onların düzen ve sırasının
şekli vardır. Sayı ilmi nefse yerleşmiş olup açığa çıkması ve delilsiz olarak
bilinmesi için birazcık düşünmeye ve küçük bir hatırlamaya ihtiyaç vardır.
Bölüm
Varlıkların
mertebeleri ve yaratılanların düzeni hakkındadır. Onlar, birden peş peşe gelen
tekil sayıların mertebelerine/sıralarına uygundurlar. Bütün bire muhtaçtır.
İhvân’a göre bir ve ondan sonrakiler başkasına muhtaçtır; o sayan kimsedir.
Bölüm
Ey
kardeşim, Allah seni ve bizi kendinden bir ruh ile desteklesin, bil ki övgüsü
yüce olan Allah, varlıkları var ettiğinde ve mahlûkları yarattığında, tıpkı
birden gelen sayıların sıraları gibi, çokluklarının onun birliğine, sıra ve
düzenlerinin yaratmadaki hikmetinin sağlamlığına delalet etmesi için onları
varlıkta düzen ve sıraya soktu. Aynı şekilde bu, onların yaratıcıları ve var
edicilerine olan nispetlerinin sayıların ikiden önce gelen ve onların aslı,
ilkesi ve kaynağı olan bire nispeti gibi olması içindir. Nitekim bunu “Aritmetik
Risalesinde açıkladık. Övgüsü yüce olan Yaratıcı, hakikatte her açıdan ve
bütün manalar itibariyle bir olunca yaratılan ve var edilen şeyin gerçekte bir
olması caiz/mümkün olmaz. Bilakis onun [yaratılanın] çoğalan, ikili ve çift
olan bir olması gerekir. Çünkü övgüsü yüce olan Yaratıcı nın bir tek fiil ile
nedenlerin nedeni olan fiiline bitişik bir tek meful olarak başladığı ilk şey,
gerçekte bir olmayıp içinde ikilik vardır. Bundan dolayı şöyle dediler: O,
ikili ve çift şeyler var etti ve yarattı; onları varlıkların kanunları ve
olanların esasları kıldı. Bu yüzden filozof bilgeler bunların madde ve suret
olduğunu söylemişlerdir. Onlardan bazıları ışık ve karanlık, bazıları cevher ve
araz, bazıları iyilik ve kötülük, bazıları ispat ve nefıy, bazıları
îcâb/olumlama ve selb/olumsuzlama, bazıları ruhanî ve cismanî, bazıları levh
ve kalem, bazıları feyiz ve akıl, bazıları sevgi ve üstünlük, bazıları hareket
ve durgunluk, bazıları varlık ve yokluk, bazıları nefis ve ruh, bazıları oluş
ve bozuluş, bazıları dünya ve ahiret, bazıları neden ve nedenli, bazıları
mebde/başlangıç ve meâd/son, bazıları tutma ve yayma olduğunu söylemişlerdir.
Buna
göre hareketli ve durgun, zahir ve batın, yüksek ve alçak, dışarı ve içeri,
ince ve kalın, sıcak ve soğuk, yaş ve kuru, artan ve eksilen, donuk ve büyüyen,
konuşan ve suskun, erkek ve dişi gibi her ikili çiftten çift veya zıt tabiatlı
birçok şey var edilir.
Yine
bu şekilde hayvan ve bitkilerden oluşan varlıkların hayat ve ölüm, uyku ve
uyanıklık, hastalık ve sağlık, acı ve haz, yoksulluk ve refah, neşe ve keder,
üzüntü ve sevinç, düzenlilik ve bozukluk, zarar ve fayda, hayır ve şer,
mutluluk ve mutsuzluk, geri kalma ve ilerleme gibi halleriyle ilgili işler var
edilir.
3.
Risâletul-arismatik.
Aynı
şekilde emir ve nehiy, vaat ve tehdit, teşvik ve korkutma, itaat ve günah işleme,
övme ve yerme, ceza ve sevap, helal ve haram, hadler ve hükümler, doğru ve
yanlış, güzel ve çirkin, doğru söz ve yalan, hak ve batıl gibi kanun koyma ve
şeriatla ilgili konuların hükümleri var edilir.
Topluca
her ikili çiftle ilgili ikili, çift ve zıt konular bu konulara göre var edilir.
Ey
kardeşim, bil ki var edilen bütün konuların/işlerin tamamen ikili ve çift
olması hikmete uygun olmayınca bir kısmını inşallah bu bölümden sonra
anlatacağımız gibi, onların bazısını üçlü, bazısını dörtlü, bazısını beşli,
bazısını altılı, bazısını yedili ve olabildiğince daha fazla yaptı.
Ey
kardeşim, bil ki, bütün mevcutlar, ne az ne çok, sadece iki çeşittir: Tümeller
ve tikeller. Tümeller, düzenleri korunmuş, ayanları sabit dokuz mertebedir.
Bunlar dokuz fert gibidir: Birincisi, bir ve tek olan övgüsü yüce Yaratıcıdır;
sonra iki gücü olan akıldır; sonra dört lakaplı nefistir; sonra dört izafetli
ilk maddedir; sonra beş isimli tabiattır; sonra altı yönü bulunan cisimdir;
sonra yedi yöneticisi bulunan felektir; sonra sekiz karışımlı unsurlardır;
sonra dokuz türü bulunan oluşmuş şeylerdir.
Bölüm
Bil
ki, övgüsü yüce olan Yaratıcı, birin bütün sayılardan önce olması gibi varlıkların
ilkidir. Birin sayıların kaynağı olması gibi, Yaratıcı da varlıkların var
edicisidir. İkinin sayıların ilki olması ve sayıların birden başlayarak
sıralanması gibi akıl da Yüce Üstün Yaratıcı nın var ettiği ve yarattığı ilk
mevcuttur. Onun bir doğal, bir de kazanılmış olanı vardır; bu onun mevcutlar
içindeki derecesini gösterir. Üçün ikiden sonra gelmesi gibi nefis de varlık
sıralamasında akıldan sonra gelir. Onun türleri, mevcutlardaki derecesine
delalet etmesi için bitkisel, hayvânî ve nâtık (konuşan) olmak üzere üç
tanedir. Sonra övgüsü yüce olan Yaratıcı, üçten sonra dördün sıralanması gibi
maddeyi/heyûlâyı yarattı. Bundan dolayı maddenin mevcutlardaki mertebesine
delalet etmesi için dört çeşit olduğu söylenir: Üretimin maddesi, tabiatın
maddesi, bütünün maddesi ve ilk madde. Dörtten sonra beşin sıralanması gibi
maddeden sonra tabiat sıralanır. Bundan dolayı tabiatın beş tane olduğu
söylenir: Birisi feleğin tabiatıdır, dördü feleğin altındadır. Beşten sonra
altının sıralanması gibi tabiattan sonra cisim sıralanır. Bundan dolayı cismin
altı yönü vardır. Altıdan sonra yedinin sıralanması gibi cisimden sonra felek
sıralanır. Bundan dolayı feleğin durumu varlıklar içindeki mertebesine işaret
edecek şekilde yedi yönetici yıldız üzerinde cereyan eder. Yediden sonra
sekizin sıralanması gibi sonra feleğin içinde unsurlar sıralanır. Bundan dolayı
onların sekiz karışıma sahip olduğu söylenir: Toprak soğuk ve kurudur; su soğuk
ve yaştır; hava sıcak ve yaştır; ateş sıcak ve kurudur. Bu durum, bu sekiz
niteliğin onların mevcutlar içindeki derecesine delalet etmesi için böyledir.
Sonra tümel varlıklar içindeki derecelerine işaret edecek şekilde dokuzun
birler mertebesinin sonuncusu olması gibi tümünün sonuncusu olan ve dokuz
türden oluşan üç cinsli doğanlar (müvelledât) doğar. Onlar anneler konumundaki
dört unsurdan doğmuş “olanlar’dır. Bunlar madenler, bitkiler ve hayvanlardır.
Madenler üç çeşittir: Kara boya ve göz taşı gibi erimeyen ve yanmayan topraklı
şeyler; altın, gümüş ve bakır gibi eriyen fakat yanmayan taşlar; kibrit ve zift
gibi eriyen ve yanan sıvı şeyler. Hayvanlar üç çeşittir: Bazıları doğurur ve
dünyaya getirir; bazıları yumurtlar ve kuluçkaya yatar; bazıları kokuşmuş
şeylerin içinde teşekkül eder. Bitkiler de üç çeşittir: Bazıları ağaçlar gibi
dikilir; bazıları tohumlar gibi ekilir; bazıları otlar ve çayır gibi biter.
Bu
anlattıklarımızdan tümel varlıkların belirttiğimiz ve açıkladığımız bu dokuz
mertebe olduğu açıklığa kavuşmuştur. Tikel konular daha önce anlattığımız bu tümellerin
kapsamına girer. Üçlü varlıklara gelince; madde, suret ve bu ikisinden meydana
gelen bileşik; cevherler, arazlar ve bu ikisinden meydana gelen bileşik;
ruhanî, cismanî ve bu ikisinden meydana gelen bileşik; çizgiler, yüzeyler ve
cisimlerden oluşan üç miktar; boy, en ve derinlikten oluşan üç boyut; geçmiş,
şimdi ve gelecekten oluşan üç zaman; orta, ortanın altı ve ortanın üstü
şeklinde üç hareket; tam, fazla ve eksik sayıdan oluşan üç sayı; mümkün,
zorunlu ve imkânsızdan oluşan üç unsur; evtâd, zevâil ve vetedi[181]
izleyenler şeklindeki taksimler; madenler, bitkiler ve hayvanlar şeklindeki üç
oluşanlar; genel olarak ortası veya iki ucu olan her şey üçlü varlıklardandır.
Sayılardan
olan dört, üçü takip edince dörtlü şeylerin varlıkta üçlülere ait olması
gerekir. Övgüsü yüce olan Yaratıcı, dörtlü şeylerin varlıkta onları takip
etmesini sağladı. Ateş, hava, su ve topraktan oluşan dört unsur; soğukluk,
kuruluk, yaşlık ve sıcaklıktan oluşan dört tabiat; safra, sevda, kan ve
balgamdan oluşan dört karışım; doğu rüzgârı, batı rüzgârı, kuzey rüzgârı ve
güney rüzgârından oluşan dört rüzgâr; doğu, batı, kuzey ve güneyden oluşan dört
yön; doğan, batan, dördüncü ve onuncudan oluşan dört kazık/evtad; ilkbahar,
yaz, sonbahar ve kıştan oluşan dört zaman; ömrün çocukluk dönemi, gençlik
dönemi, orta yaşlılık dönemi ve yaşlılık döneminden oluşan dört dönemi;
birler, onlar, yüzler ve binlerden oluşan dört sayı mertebesi bunlardandır.
Aynı
şekilde düşündüğünde dörtlüler, beşliler, altılılar, yedililer, sekizliler,
dokuzlular, onlulardan birçoğunu ve yüzler, binler, on binler, yüz binler ve
milyonlar gibi olabildiğince daha fazlasını bulur.
Özetle,
övgüsü yüce olan Yaratıcı, var olan her bir sayıyı mevcutlardan bir cins ve bu
sayıya uygun, daha az veya daha çok olarak yaratmıştır. Biz, söylediklerimize
delil ve anlattıklarımıza dair bir gerçeklik olması için bunların bir kısmını
açıklayacağız.
Varlıklara
ait altılılara gelince; onların ilki, feleklerin tabiatı, burçların kısımları
ve yıldızların hallerinde bulunur. Şöyle ki burçlar on iki olup bunların altısı
erkek, altısı dişidir. Altısı geceyle ilgili, altısı gündüzle ilgilidir. Altısı
kuzeyle, altısı güneyle ilgilidir. Altısı doğru doğar, altısı eğri doğar.
Altısı gündüz doğar, altısı gece doğar. Altısı yerin üstünde görünür, altısı
görünmez; onlar yerin altındadır.
Yıldızlara/gezegenlere
ait altı haller; onların zirvelerinde, düşüğünde, yükseğinde, inişinde,
menzilinin başıyla birlikte veya kuyruğuyla birlikte olmasıdır. Onlar altı
haldir.
Diğer
altıya gelince; bunlar onların bitişik, karşılıklı, dörtgen, üçgen, altıgen
veya birbirine bakmayan düşmüşler (sevâkıt) olmalarıdır.
Feleğin
altındaki konulardan olan altılılar, cisimlere nispet edilen altı yön, sanca[182],
zira (arşın), mikyal (tahıl ölçeği) ve rıtıl[183]
[184]
gibi ölçü miktarları için konulmuş diğer altı; bütün bunlar altı nın fiiliyle
olur. Çünkü o, ilk tam sayıdır.
Mevcut
konulardan olan yedilileri anlatmaktan vazgeçtik. Çünkü ilim ehlinden bir
topluluk onlara ilgi gösterdiler ve onları uzun uzadıya anlattılar. Bunlar ilim
ehlinin elinde bilinmekte ve bulunmaktadır.
Sekizlilere
gelince; onların bir kısmını “Müzik Risâlesi”}nde anlattık;
tekrarlamaya gerek yoktur.
Aynı
şekilde dokuzlu konulara Hintlilerden bir topluluk tutkunluk gösterdiler ve
bunları çokça anlattılar. Yine ilim ehlinden Keyyal diye bilinen birisi,
bunlara ilgi duydu ve ilim ehlinin elinde bulunan meşhur bir kitabında çokça
anlattı. Biz de bunların bir kısmını bazı risâlelerimizde ve bu risâlenin daha
önce geçen bir bölümünde anlattık. Tümel varlıkların ne az ne çok, sadece
dokuz mertebe olduğunu söyledik. Bütün topluluklar arasında birlerin dokuzunun
konulmuş (vaz’î) konuların mertebelerinin insan yapımı değil, aksine
eksiklikten münezzeh ve övülen bilge Yaratıcının yapımı olan tabiî konulara
mutabık olması için konulduğu hususunda mutabakat vardır.
Beşli
varlıklar; Satürn, Jüpiter, Mars, Venüs ve Merkür’den oluşan şaşkın beş gezegendir.
Şaşkın denmesinin sebebi, dönme ve doğrusal ilerleme özelliklerinin bulunmasıdır.
Güneş ve Ay’da dönme ve doğrusal ilerleme özellikleri yoktur.
Beş
doğal cisim; bunlar feleğin cismi ve onun dışında ateş, hava, toprak ve sudan
oluşan dört unsurdur.
Beş
hayvan cinsi; insan, kuş, seyahat eden, iki ayaklı ve dört ayaklı yürüyen ve
karnı üzerinde hareket edendir.
Tam
yaratılışlı hayvanlarda bulunan beş duyu; işitme, görme, koklama, tatma ve
dokunmadır.
Bitkilerde
bulunan beş parça; kök, damar, yaprak, çiçek ve meyvedir.
Öklit’in
kitabında zikredilen beş üstün şekil; dört üçgen yüzeyi olan ateş şekli,
dörtgen yüzeyleri olan toprak şekli, sekiz üçgen şekli olan su şekli, on üçgen
temeli olan hava şekli, on iki beşgen temeli olan felek şeklidir.
Beş
üstün müzik oranı; benzer ve parça, benzer ve parçalar, kat, kat ve parça, kat
ve parçalardır.
Beş
kararlılık ve direnç sahibi (ülul-azm) peygamber; Nuh, İbrahim, Musa,
İsa ve Muhammed’dir -Allah ona ve ailesine salât etsin, onlara da salât ve
selam olsun-,
İsimleri
bütün dillerde sayı ile anılan beş gün; Arapça el-Ehad (Pazar), el-İsneyn
(Pazartesi), es-Sülesâ (Salı), el-Erbiâ (Çarşamba), el-Hamîs (Perşembe)’dir.
Farsçada da benzer şekilde Yekşenbe (birinci gün), Doşenbe (ikinci gün),
Seşenbe (üçüncü gün), Çeharşenbe (dördüncü gün), pencşenbe (beşinci gün)’dür.
Yılın
bütün günlerinden Eyarmah ayının sonundaki Farsça adlandırılan beş üstün gün;
Hendgâh, Sehdgâh, Sefidgâh, Hemiştergâh ve Seturestgâh’tır.
Bu
varlıkların bu özel sayılara uygun olmasında, tercihe şayan aklı, ince kavrayışı
ve zekâsı olan kimse için Allah’ın yaratıklarının kendisine yakın olanları ve
kullarının iyisi olan meleklerinin bulunduğuna işaret vardır. Bu önceki
varlıklarla onlara işaret edilir. Onları âlemin korunması için yarattı, onları
göklerinin sakinleri, feleklerinin yöneticileri, yıldızlarının yürütücüleri,
yeryüzü bitkilerinin yetiştiricileri ve hayvanlarının hamileri kıldı. Onlar
içinde kendisiyle Âdemoğullarının peygamberleri arasında elçilik yapanlar
vardır. Onlardan vahiy ve nübüvvetler gelir. Onlar göklerden bereketler
indirirler, Âdemoğullarının amellerini ve ruhlarını çıkarırlar. Şeriat
hükümlerinin birçoğunda, beş vakit namaz, beş zekât, beş temizlik ve imanın
beş şartı gibi geleneklerinin farzlarında onlara işaret eder. İslâm’ı beş esas
üzerine kurdu. Nübüvvet evinin halkına mensup fazıllar beş tanedir. Nübüvvet
minberinin basamakları beş tanedir. Haccın farzları beştir. Mina ve Arafat’taki
sayılı günler beş tanedir. Kuran surelerinin başlarında kullanılan harfler beş
tanedir.
Bütün
bu beşliler, her biri beş binden elli bine, beş yüz bine ve daha da fazlasına
kadar olmakla birlikte beş meleğe delalet ve işarettirler. Allah, Kur an
surelerinin bazı ayetlerinde onlara işaret ederek mesela şöyle buyurmuştur: “Melekler
ve Ruh inerler.”[185],
“Biz ancak Rabbinin emriyle ineriz.”[186]
Yine Yüce Allah’ın sözü: “Bizim her birimiz için bilinen bir makam vardır.
Şüphesiz biz orada sıra sıra dururuz ve Allah’ı tespih ederiz.”[187]
[188]
Peygamber (a.s.) şu sözüyle beş üstün meleğe işaret etmiştir: “Cebrail
(a.s.) bana Mikail’den, İsrafil’den, Levh’ten, Kalem’den söz nakletti.”
Anlattıklarımızla Pisagorcu filozofların “Varlıklar/mevcutlar, sayının
tabiatına göredir” sözünün ne anlama geldiği açıklığa kavuştu.
Bölüm
Âlemin
Dizilişi ve Küre Şeklinde Oluşu Hakkında
Ey
kardeşim, bil ki, Yüce Yaratıcı varlıkları var ettiğinde ve mahlûkları yarattığında
eksiklikten münezzeh ve yüce Allah, “Her biri bir felekte yüzerler”11
sözünde belirttiği gibi onları sıraladı, düzenledi ve tümünü her yönden
çevreleyen bir tek feleğin içinde topladı:
Bölüm
Bil
ki, çevreleyen felek küre şeklinde, dairevî ve içi boştur. Diğer felekler onun
içinde tıpkı yumurtave soğan halkaları gibi birbirlerini çevreleyerek dönerler.
Onlar on bir okerdir/felektir. Güneş, feleğin ortasındadır. Beş tanesi onun
feleğinin üstünde, beş tanesi de altındadır. Onun [Güneş] feleğinin üstünde
olanlar Mars feleği, sonra Jüpiter feleği, sonra Satürn feleği, sonra sabit
gezegenler, sonra çevreleyen felektir. Onun feleğinin altındakiler Venüs
feleği, sonra Merkür feleği, sonra Ay feleği, sonra hava feleği, sonra merkez
olan yer feleğidir. Bunun içi boş değildir, fakat mağaraların, oyukların ve
çukurların çokluğu sebebiyle sallanır. Gezegenler, Metisti [nin astronomi ile
ilgili kitabın]’de geometrik bir kıyasla açıklandığı gibi dolu ve dönen
kürelerdir.
Ey
kardeş bil ki, övgüsü yüce olan Yaratıcı, âlemi küre şeklinde yarattı. Çünkü bu
şekil, üçgen, dörtgen, koni ve diğerlerinden oluşan beş şeklin en üstünü, en
geniş alanlısı, en hızlı hareket edeni, afetlerden en uzak olanıdır. Onun
kısımları birbirine eşittir ve merkezi ortasındadır. Kendi yerinde dönebilir ve
başkasına yalnızca bir tek noktada ve birbirine yakın parçalarda dokunur. Hem dairevî
hem de doğrusal hareket edebilir. Bu özellik ve nitelikler başkasında
bulunamaz. Feleğin geri kalan kısmı denizlere ayrılır ve onların tatlı/tuzlu
sularıyla karışır. Sonra buhar meydana gelir ve havaya yükselir. Birleşir,
yoğunlaşır ve bulut haline gelir. Rüzgârlar onları dağ başlarına, bozkırlara
ve çöllere sürükler. Orada yağmur yağar, vadiler ve nehirler oluşur ve baştan
dönerek denizlere doğru akar. Geçen yıl olduğu gibi onlardan buharlar, bulutlar
ve dönen dolap olur. “İşte bu, Aziz ve Âlim olan Allah’ın takdiridir.”[189]
Bitki, hayvan ve madenler de aynı hükme tâbidir. Onlar bu unsurlardan
oluşurlar, meydana gelirler, tamamlanırlar ve yetkinleşirler. Sonra
bozulurlar, çürürler ve başlangıçta olduğu gibi toprak olurlar. Sonra Yüce
Allah onlardan dilediklerini inşa eder. Onu ilk başladığı gibi bir kez daha
dönen bir dolap olarak tekrarlar. Böylece baktığında, düşündüğünde ve dikkat
ettiğinde ağaçların meyvelerinin, bitkilerin tahıl, tohum ve yapraklarının
daire, küre veya dönmeye elverişli koni şeklinde olduğunu görürsün. Aynı
şekilde hayvan bedenlerindeki delikler daireviliğe oldukça yakındır. Yine insanların
kapları, sanatkârların aletleri, değirmen taşları, dolapları, iğneleri,
testileri, tasları, tencereleri, kadehleri, çanakları, yüzükleri, şapkaları,
sarıkları, takıları ve taçları dönmeye daha yakındır.
Ey
kardeş, bunu bil, üzerinde düşün! Allah, eşyanın hakikatlerini bilme konusunda
sana lütfü ve ihsanıyla yardım etsin. Son Peygambere, yükümlü/kâim vasiye, onun
çocuklarına, oğullarına, yol gösterici imamların babaları ve müminlerin ve
muvahhitlerin âmirleri olan ehl-i beytine salât ve selam etsin. Allah bize
yeter. O ne güzel vekildir!
“Aklî
İlkeler Risâlesi” sona erdi. Bunu filozofların “Âlem
büyük bir insandır” şeklindeki görüşünün manası hakkındaki risâle takip
ediyor.
Aklî
Nefsânîlerin/Nefıs ve Akla Dair Olan Şeylerin
(en-Nefsânîyyatul-akliyyâf) Üçüncü -İhvân-ı Safâ Risâleleri’nin
Otuz DördüncüRisâlesi: Filozofların “Âlem Büyük Bir İnsandır”
Şeklindeki Görüşünün Manası Hakkında[190]
Rahman
ve Rahim Olan Allah’ın Adıyla!
A |
llah’a
Hamd ve O nun seçilmiş kullarına selam olsun. “Allah mı daha hayırlıdır
yoksa O’na ortak koştukları varlıklar mı?”[191]
Bölüm
Ey
nazik ve merhametli kardeş, Allah seni ve bizi katından bir ruh ile
desteklesin, bil ki, biz aklî ilkelerin mertebelerini İhvân-ı Safaya göre
anlatmayı bitirdik ve orada varlığın bekadan, bekanın tamamlıktan, tamamlığın
yetkinlikten önce geldiğini doyurucu şekilde açıkladık. Şimdi bu risâlede
filozofların “Âlem büyük bir insandır” şeklindeki görüşünün manasını
anlatmak istiyor ve diyoruz ki:
Bil
ki, filozofların “Âlem büyük bir insandır” şeklindeki görüşü ve “İnsan
küçük bir âlemdir” görüşünün asıl mahiyetini tam olarak öğrenebilmen için onun
manasını açıklamamız gerekir. Bu şu anlama gelir: Âlemin (de) bedeni ve nefsi
vardır. Onlar bununla çevreleyen feleği ve diğer varlıklardan ihtiva ettiği
cevher ve arazları kast ederler. Bütün basit, bileşik ve doğan parçalarıyla
onun cismi, bedeninin tüm değişik suretli ve farklı şekilli organlarıyla bir tek
insanın veya bir tek hayvanın cismi/bedeni konumundadır. Cisminin parçalarına
sirayet eden, varlıkların cinslerini, türlerini ve şahıslarını hareket ettiren
ve yöneten bütün güçleriyle onun nefsi, bedeninin bütün organlarına ve
eklemlerine sirayet eden, vücudunun her bir organını ve duyusunu hareket
ettiren ve yöneten bir tek insanın veya bir tek hayvanın nefsi konumundadır.
Nitekim Yüce Allah şöyle buuyurmuştur: “Sizin yaratılmanız ve yeniden
diriltilmeniz ancak bir tek nefis gibidir.”[192]
Biz risâlelerimizde “tümel cisim” (el-Cismu’l-küllî) derken bununla
bütün âlemin cismini kast ederiz. “Tümel akıl” (el-Aklu’l-küllî) derken
bununla tümel nefsi destekleyen ilahi gücü kast ederiz. “Tümel tabiat” (et-Tabîatu’lkülliyye)
derken bununla bütün cisimlere nüfuz eden, onları hareket ettiren ve yöneten,
onlarda fiil ve etkilerini açığa çıkaran tümel nefis gücünü kast ederiz.
“Madde” (heyûlâ) derken bununla boy, en ve derinliği olan ve mutlak
cismi mutlak cisim yapan cevheri kast ederiz. “Basit cisimler” (el-Ecsâmu’l-basîte)
derken bununla felekleri, gezegenleri ve ateş, hava, su ve topraktan oluşan
dört unsuru kast ederiz. “Basit nefisler” (el-Enfüsü’l-basîte) derken
bununla bu cisimleri hareket ettiren, yöneten ve onlara sirayet eden tümel
nefsin güçlerini kast ederiz. Biz bu risâlelerimizde bu güçleri ruhanî
melekler diye adlandırıyoruz. “Doğan cisimler” (el-Ecsâmu’l-müvellede) derken
bununla hayvanlar, bitkiler ve madenleri kast ederiz. “Hayvânî, bitkisel ve
madenî nefisler” derken bunlarla bu doğan cisimleri hareket ettiren ve yöneten,
onlara sirayet eden ve onlarda fiillerini açığa çıkaran basit nefis güçlerini
kast ederiz. “Tikel cisimler” (el-Ecsâmu’l-cüziyye) derken bununla
hayvan, bitki ve maden şahıslarını ve insanların ve onlar dışında hayvanların
elinde yapılmış başka eserleri kast ederiz. “Hareketli tikel nefisler” (el-Enfüsu'l-cüziyyetil-müteharrike)
derken bununla, tikel cisimlere sirayet eden, onları hareket ettiren ve
yöneten, Ay feleğinin altındaki tek tek bütün şahıslarda fiillerini açığa çıkaran
hayvânî, bitkisel ve madenî nefislerin güçlerini kast ederiz. Böylece âlemin ve
ondaki bütün cisimlerle işlerinin suret farklılığına, şekil çeşitliliğine ve
araz değişikliğine rağmen bütün değişik suretli parçalarıyla, çeşitli
şekillerdeki eklemleriyle ve farklı görünümlü arazlarıyla bir tek insan veya
hayvan bedeni konumunda olduğu açıklığa kavuşmuştur. Âlemin nefsinin
güçlerinin kendi cisminin bütün parçalarına sirayet etmesi, bir insanın
nefsinin güçlerinin bedeninin tüm parçalarına ve eklemlerine sirayet etmesi
gibidir.
Bölüm
Ey
nazik ve merhametli kardeş, Allah seni ve bizi kendinden bir ruh ile desteklesin,
bil ki büyük insan adını verdiğimiz âlemin parçalarında ve işlerinin
cereyanında küçük bir insan olan âlemin[193]
hükümlerinin cereyanına delalet eden misaller ve teşbihler vardır. Bu
örneklerin bir kısmını öğrencilerin kavrayışına daha yakın olması için anlatmak
istiyoruz. Âlemin hükmünü ve işlerinin âlemde esasları bulunan varlıklarının
ayrıntılarındaki cereyanını anlamak isteyen kimse [bilsin ki] bu esaslar onları
damarları, dalları ve yaprakları bulunan, altında renkli, tatlı ve kokulu çiçek
ve meyveleri olan bir tek ağaç gibi toplayan bir esasta/kökte sona erinceye
kadar kendilerinden önceki başka esaslardandır. Bir diğer açıdan, âlemde dalları
köklerinden, kökleri de bir tek kökte son buluncaya kadar başka köklerden olan
varlıkların hükmü, altında eklenenin cinsi diye adlandırılan türler bulunan
cinsler cinsiyle aynı hükümdedir. Onların altında eklenenin türleri adlı
türler, bu türlerin altında ise suret, şekil, görünüm ve arazları farklı ve
sayısını Aziz ve Çelil olan Allah’tan başka kimsenin bilmediği çok sayıda şahıs
vardır. Başka bir açıdan bu cins, tür ve şahıs varlıkları, cinsler cinsiyle
birlikte halkaları/şubeleri, halklarının boyları, boylarının kolları,
kollarının sülaleleri, sülalelerinin aşiretleri ve akrabaları olan bir kabile
gibidir. Bir başka şekilde, âlemin tüm varlıkları içindeki konumu, içinde çok
sayıda farzlar, farzlarının çeşitli sünnetleri, sünnetlerinin farklı hükümleri,
hükümlerin değişik hadleri bulunan bir tek şeriat gibidir. Bütün bunları
bağlılarının değişik mezhepleri olan aynı din bir araya getirir. Her mezhep
bağlısının farklı görüşleri ve her görüşün de çok çeşitli söylemleri (kavil)
vardır. Başka bir açıdan, âlemin ve feleklerinin birleşimi, gezegenlerinin
hareketlerinin farklılığı, unsurlarının birbirine dönüşmesi, değişik şekildeki
varlıkların farklılaşmasının doğuşu, bitki türlerinin ve maden cevherleri
çeşitlerinin değişiklik göstermesi, tümel nefsin güçlerinin bu cisimlere nüfuz
etmesi, onları hareket ettirmesi ve yönetmesi gibi işlerinin durumu, içinde
değişik şekillerde âlet ve edevatları, bunlarla yaptığı çeşitli fiil ve
hareketleri, muhtelif suret, şekil ve görünümlü ürünleri bulunan bir tek
sanatkâra ait dükkân gibidir. Onun nefsinin gücü bütününe sirayet eder ve onlar
üzerindeki hükmü tek tek her birine uygun şekilde cereyan eder. Başka bir
açıdan, âlemdeki cismanî varlıkların hükümleri şekil, araz ve tümel nefse
yararlarının farklılığına rağmen içinde odalar ve depolar bulan bir evin hükmü
gibidir. Bu depolarda ev sahibinin aletleri, kapları ve eşyaları; ailesi,
hizmetçileri ve uşakları bulunur. Orada ve onlar hakkında tamamen onun hükmü
geçerlidir. Onun onları yönetmesi, Rabbânî siyasetin ve İlahî gözetimin
gerektirdiği en sağlam şekilde düzenlenmiştir. Başka bir açıdan, büyük insan
olan, tümel, basit, doğan, bileşik ve tikel cisimlerdeki, birbirleriyle
ilişkideki ve birbirlerini kuşatmadaki işleri feleklerinin bileşiminden,
gezegenlerinin düzeninden, cisimlerinin ölçüsünden, unsurlarının
sıralamasından ve onların değişiminden, madenlerinin yerleşikliğinden ve
onların cevherlerinin farklığından, bitkilerinin türlerinden ve onların
köklerinin sabitliğinden, hayvanlarının hareketlerinden ve onların geçim için
yaptıkları tasarruftan ve tümel nefsin güçlerinin baştan sona sirayet
etmesinden olan âlem, çevresinde surlar bulunan bir şehir gibidir. Onların
içinde mahalleler, haneler ve sahalar; bunların içinde caddeler, yollar ve
çarşılar, aralarında konaklar ve binalar, bunların içinde odalar ve depolar ve
oralarda hepsine bir tek efendinin sahip olduğu mallar, eşyalar, ev eşyaları,
aletler ve ihtiyaç maddeleri vardır. Onun bu şehirde ordusu, tebaası,
uşakları, hizmetçileri, maiyeti ve tabileri vardır. Onun hükmü ordu
komutanları, şehrin ileri gelenleri ve ülkesinin ağaları üzerinde geçerlidir.
Bu komutan, eşraf ve ağaların hükmü de kendi tebaaları üzerinde geçerlidir.
Tebaalarının hükmü de onlar dışındakiler vb üzerinde geçerlidir. O kral bu
şehri ve halkını, küçüğünün büyüğünün, başının sonunun tek tek hepsinin
işlerini gözeterek en iyi şekilde yönetir ve hiçbirini ihmal etmez.
Aynı
şekilde tümel nefsin âlemin felekler, gezegenler, unsurlar, doğanlar, bileşikler
ve insanların elindeki ürünlerden oluşan bütün parçalarındaki hükmü, o kralın
bu şehir üzerindeki hükmü gibidir. Böylece onun hükmü basit cins, tür ve şahıs
nefislerine onları çevirme, cisimsel varlıkları ve onların cins, tür ve
şahıslarını küçük ve büyük, ilk ve son, zahir ve batın hepsini hareket ettirme
ve yönetme bakımından sirayet eder.
Sonra
bil ki, tümel nefis, cinslerin cinsi; basit nefisler, onların türleri; onların
altındaki nefisler, türlerin türü; tikel nefisler, şahıslar gibidir. Bazısının
bazısı altında sıralanması, sayının sıralanması gibidir. Tümel nefis bir gibi,
basit nefis birler hanesi gibi, cinse ait olanlar onlar hanesi gibi, türe ait
olanlar yüzler hanesi gibi, şahıslara ait tikel nefisler binler hanesi gibidir.
Bunlar cisimlerin tikellerini yönetmekle ilgilenir. Türle ilgili nefisler
bunları destekler, cinsle ilgili nefisler türsel olanları destekler, basit
nefisler cinsle ilgili olanları destekler, âlemin nefsi olan tümel nefis basit
nefisleri destekler, tümel akıl tümel nefsi destekler, övgüsü yüce olan
Yaratıcı tümel aklı destekler. O, bunların tümünü onlara karışmadan ve içli
dışlı olmadan yaratır ve yönetir. En iyi yaratıcı olan Allah yücedir.
Sonra
ey kardeş bil ki, nasıl o şehirde adamlar, kadınlar, yaşlılar, gençler, çocuklar,
aralarında iyiler, kötüler, âlimler, cahiller, ıslah eden, bozan ve tabiatları,
huyları, düşünceleri, davranışları ve âdetleri değişik olan topluluklar varsa,
aynı şekilde bu büyük âlemde de halleri farklı, çok sayıda basit, tümel ve
tikel nefisler vardır: Bazıları bilen, iyi ve erdemli nefisler; bazıları bilen,
kötü ve erdemsiz nefisler; bazıları cahil ve kötü nefisler; bazıları da cahil,
ama kötü olmayan nefislerdir.
Bilen,
iyi ve erdemli nefisler; meleklerin cinsleri, müminlerin salihleri, cinlerin ve
insanların âlimleridir. Bilen ve kötü nefisler; şeytanların asileri, cinlerin
sihirbazları, insanların firavun ve deccallarıdır. Cahil ve kötü nefisler;
açgözlü yırtıcıların nefisleri ve insanların cahilleri ve şerlileridir. Kötü
olmayan cahil nefisler, koyun ve güvercin gibi bazı selim (temiz ve sakin
tâbiatlı) hayvanların nefisleridir.
Bölüm
Bazı
hayvanların bedenleri nefisleri/ruhları için hapishane ve zindan, bazıları
üzerinde geçtikleri sırat, bazıları diriltilecekleri güne kadar kalacakları
berzah, bazıları üzerinde durdukları a>raftır. Biz bu manaları başka bir
risâlede açıkladık. O şehir halkının nasıl orada mescitleri, kiliseleri ve
havraları; ilim ve din adamlarının meclisleri, cemaatleri, bayramları ve
namazları varsa, aynı şekilde feleklerin uzayında ve göklerin sahasında Yüce
Allah’ın belirttiği gibi, meleklerin toplanmaları, tespihleri ve duaları
vardır: “Gece gündüz ara vermeden tespih ederler.”[194]
Yine Yüce Allah buyurur ki: “Melekleri de Rablerini hamd ile tespih edip
yücelterek Arşın etrafını kuşatmış halde görürsün.”[195]
Nasıl bu şehirde halkı için zabıtalar ve yardımcılar bulunan hapishaneler ve
zindanlar varsa, aynı şekilde büyük âlemde kötü nefisler için de sert ve katı
meleklerin bulunduğu cehennem, ateş ve alev vardır. Bu, oluş ve bozuluş
âlemidir.
Sonra
ey kardeş bil ki, oluş ve bozuluş âlemine gelen her nefis, hapse giren herkesin
mahpus olmadığı gibi, orada mahpus değildir. Bilakis hapse bazen esirleri
kurtarmak isteyen kimsenin Rum ülkesine girmesi gibi, mahpusları oradan çıkarmak
için girer. Nebevi nefisler, oluş ve bozuluş âlemine ancak maddeye batmış ve
cismânî şehvetlerin esiri olmuş tabiat hapishanesindeki bu mahpus nefisleri
kurtarmak için gelmişlerdir. Mahpusun hapse kendisini kurtarmak için giren
kimseye tâbi olduğunda çıkması ve kurtulması gibi, şeriat, sünnet ve
metotlarında peygamberlere uyan kimse de bir süre sonra da olsa kurtuluşa erer,
cehennemden uzak olur, oluş ve bozuluş âleminden çıkar, kurtuluş ve necata
kavuşur. Peygamber (s.a.v.)’den rivayet edildiğine göre o şöyle demiştir: “Ümmetimin
dünya yurdunda samimi (ihlâslı) olarak ‘La ilahe illallah’ diyenlerinden her
topluluk ateşe girdikten sonra orada hiç kimse kalmayıncaya kadar birbiri ardı
sıra ateşten çıkmaya devam edecektir” Yüce Allah’ın şu sözü de böyledir: “İçinizden
oraya girmeyecek hiç kimse yoktur. Bu, Rabbinin kesinleşmiş hükmüdür. Sonra
sakınanları kurtaracak ve zalimleri orada diz üstü çökmüş vaziyette
bırakacağız.”[196]
[197]
O şehirde halkı için meydanlar, nehirler, bostanlar, nefislerin gezeceği
meclisler ve neşe, sevinç, haz ve mutluluk bulunduğu gibi, felekler uzayında
ve gökler alanında oranın halkı için genişli, cennetler, gezinti, reyhan, nimet
ve hoşnutluk vardır. Nitekim cennetlerin tasvirleri Tevrat, İncil ve Kuranda
anlatılmıştır.
Ey
kardeş, bu irşat ve tembihleri anla ve gaflet ve cehalet uykusundan uyan! Haberde
rivayet edildiğine göre, şehitlerin ruhları gündüzleri bahçelerde ağaçlarının
tepelerinde, nehirlerinde ve çiçeklerinde dolaşan; geceleri arşın altında asılı
kandillere sığınan yeşil kuşların kucaklarındadır. Yüce Allah’ın bu konudaki
sözü şöyledir: “ Allah yolunda öldürülenleri sakın ölü zannetme. Bilakis
onlar diridirler ve şimdi hepsi Rableri katında nimetlere nail olmakta,
Allah’ın kendilerine lütfettiği mükâfatın sevinç ve mutluluğunu
yaşamaktadırlar. Şehit olmayıp hayatta kalan, dolayısıyla henüz kendilerine
kavuşmamış müminlere şu müjdeyi ulaştırmak için de can atmaktadırlar: Burada
müminler için ne korku ne de hüzün vardır. Aksine Allah’ın lütfettiği mükâfat
ve sayısız nimet vardır. Allah müminlerin mükâfatını zayi etmez.”s
O
şehir halkının orada nasıl zanaatkârları, ücretli ve rızkı verilen işçileri,
ölçü ve tartılarla alışveriş yapan satıcıları, tacirleri, zulüm ve husumetleri,
kadı ve adilleri, fıkıh, hükümler, yargıları ve kararları, kadıların her yedi
günde bir hüküm vermek için görünme ve oturma gelenekleri varsa, tümel nefsin
tikel nefislere hükmü de aynı şekilde gerçekleşir. Her yedi bin yılda bir,
tikel nefisler tümel nefislere arz edilir; tümel nefis aralarında hak ile
hüküm vermek için öne çıkar. “Hiç kimseye zerre kadar bile haksızlık
yapılmayacaktır. Bir hardal tanesi ağırlığınca da olsa dünyada yapılan dünyada
yapılan iyi-kötü her işi tartıya koyacağız. Hesap görmede bizim gibisi yoktur.”[198]
Peygamber
(s.a.v.)’den rivayet edildiğine göre o şöyle buyurmuştur: “Dünyanın ömrü
yedi bin yıldır. Ben onun son bin yılında gönderildim.” Yine buyurmuştur
ki: “Benden sonra peygamber yoktur.” Bu sürenin sonunda kıyamet kopar.
Yüce Allah bu sü-'^ye şu sözüyle işaret etmiştir: “Rabbin insanları onların
sulblerinden varlık alanına çıkarırken onlara: Ben sizin Rabbiniz değil miyim,
diye sordu. Onlar da kendileri hakkında şahitlik ederek: Elbette Rabbimizsin,
biz buna tanıklık ederiz, diyerek karşılık verdiler. İşte bu, kıyamet günü;
bizim bundan haberimiz yoktu, dememeniz içindir.”[199]
Bu hitap, “sözleşme (misak) günü” idi. O ilk arz günüdür. Kıyamet
günü ise aralarında yedi günlük süre bulunan ikinci arz günüdür. Yüce Allah’ın
dediği gibi, her gün bin yıl gibidir: “Rabbin katında her gün sizin
saydığınız bin yıl gibidir.”" Yüce Allah bu güne şu sözüyle işaret
etmiştir: “O gün her toplumun içinden ayetlerimizi yalan sayan kimseleri
ayrı bir grup olarak toplayacağız. Onlar sevk edileceklerdir.”[200]
[201]
Yine buyurmuştur ki: “ ilah peygamberleri topladığı gün şöyle der: Nasıl
karşılandınız? Brim bilgimiz yokgHi şeyleri en iyi bilen sensin.”[202]
Yine buyurmuştur ki: “Yeryüzünde kaç yıl kaldım^? Dediler ki: Bir veya
birkaç gün; sayanlara sor.”[203]
Hüküm
günü kadıların oturduğu, adillerin getirildiği, şahitlerin çağrıldığı, onların
basımlarla birlikte toplandığı, belgelerin çıkarıldığı ve hükmün verildiği
gibi, mahpusların arz edildiği gün de yönetici çıkar, yardımcıları getirir,
mahpusları çıkarırlar, onlardan bir topluluğun suçsuzluğu açıklığa kavuşur ve
serbest bırakılırlar. Bir topluluğa hadler uygulanır ve salıverilirler. Bir
topluluk da ikinci arz gününe kadar hapiste kalır. Nefislerin arz günü de
böyledir. Yönetici çıkar, divanları çıkarır, kitabı getirir, vekilleri arz için
çağırır, hak edenlerin rızıkları verilir, bir topluluğa çok verilirken, bir
topluluğa azaltılır; bir topluluk yerinde kalırken, bir topluluk düşer. Hesap
günü tümel nefsin tikel nefisler hakkındaki hükmü de böyledir. Çünkü Yüce
Allah, dünya hükümlerini ve işlerin cereyanını örnekverdi ve kıyametin
hallerine ve işlerinin cereyanına bunlarla işaret etti. Ey basiret sahipleri
düşünün ve ey akıl sahipleri kesin olarak inanın! “Sizin sahip olduklarınız
biter; ama Allah’ın sahip oldukları bâkîdir/bitmez.”[204]
Allah tartı, ölçü ve sayıyı ancak hesap günü zikretti. Çünkü insanlar
arasındaki adalet ancak tartı, ölçü, sayı ve arşın ile ölçme ile ortaya çıkar.
Eşyanın miktarları bütün bu tartı ve benzerleri ile bilinir. Bundan dolayı o
şöyle buyurmuştur: “Kıyamet günü çok hassas teraziler kurarız.”[205]
Fakat “Teraziler kurarız.” dememiştir. Eğer asılsız kuruntuya kapılan bir kimse
Peygamber (s.a.v.)’in insanlara kıyamet günü için vaat ettiği şeyin, iyi ve
kötü amellerin tartılması olduğunu düşünüyorsa bilsin ki, tartıya ancak bir
şeyin miktarını benzeriyle karşılaştırarak, artırılarak veya eksiltilerek
ölçmek için ihtiyaç duyulur. Kaldı ki bunlar (iyi ve kötü ameller) sabit
olmayan ve açıklığa kavuşmayan arazlardır; onlar nasıl tartılacak? Bu mana
arazlarda yaygındır. Onlarda şiirin düzgününü, fazlasını ve eksiğini bilmedeki
ölçü olan aruzun benzeri bir ölçü geçerlidir. Şiir bir çeşit arazdır. Zamanın
düzgünlük, fazlalık ve eksiklik gibi ölçüleri “bankan”[206]
ve “usturlap” gibi aletlerle bilinir. Zaman da bir çeşit arazdır. Uzunluk,
kısalık, uzaklık, yakınlık, büyüklük ve küçüklüğün bilinmesine yarayan “zira”
gibi ölçüler de arazdırlar. Düzgünlük ve eğrilik, cetvel ve pergel gibi
şeylerle bilinir. Bunlar da arazdır. Ağırlık, hafiflik, fazlalık ve eksiklik,
gram/sance ve rıtıl[207]
gibi şeylerle bilinir. Bütün bunlar da arazdır. Onu, iyi ve kötü amellerin
iyilik ve kötülüğün miktarını bilmeye yarayan tartısının olduğunu zanneden
kimse inkâr eder. Amelleri ölçme şeklini bilen bir topluluk vardır. Bu onların
sanatıdır. Belirttiğimiz bu tartılardan her biri için de bunu sanat edinmiş
olan bir topluluk vardır. Değerli kardeşlerimiz de bu sanatın erbabıdır. Diğer
kardeşlerimizi buna davet ediyoruz.
Risâle
bitti. (Bundan sonra diğer nüshalarda bulunmayan bir fazlalık vardır. Belki
bunlar diğer risâlelerden eklenmiştir.)
Bölüm
Ey
nazik ve. merhametli kardeş, Allah seni ve bizi kendinden bir ruhla desteklesin,
bil ki âlem, bütünüyle on bir tabakaya ayrılan bir tek küredir. Onların dokuzu,
küre şeklinde, içi boş ve şeffaf feleklerdir. Gezegenleri de yine küre
şeklinde, dairevî, aydınlatıcı ve döngüsel hareketlidir. Çevreleyen felek,
içinde bulundurduğu tüm felek ve gezegenlerle birlikte yeryüzünün etrafında
her yirmi dört saatte bir döner. Aynı şekilde her gezegen/yıldız, kendine özgü
ve dönen bir feleğin içinde belli bir zamanda döngüsel bir hareketle döner. “Yıldızlara
Giriş Risâlesi”nde[208],
“Gök ve Âlem Risâlesi”nde[209]
ve “Dönüşler ve Küreler Risâlesi”nde[210]
anlattığımız gibi, bir defa dönünce İkinciye başlar. Ay feleğinin altında biri
ateş ve hava, diğeri su ve toprak olan iki küre vardır. Her biri küre şeklindedir
ve sonları başlarına bitişik çevreleyenlerdir. Bunun açıklaması şöyledir:
Ateşin baş tarafı Ay feleğine, sonu şiddetli soğuğun tabiatına bitişiktir.
Şiddetli soğuğun sonu, “Yüce Etkiler Risâlesi”nde[211]
belirttiğimiz gibi su ve toprağa bitişiktir ve onları kuşatır. Yeryüzü ise
bütün dağları ve denizleriyle bir tek küredir. Dağların ve denizlerin şekli
yeryüzü düzleminde dikkate alınıp düşünüldüğünde her birinin dairenin
çevresinden bir yay parçasıymış gibi olduğu anlaşılır. Deniz şekillerinden her
birisi küresel cismin yüzeyinden bir kabuk gibidir.
Bölüm
Olanların
halleri aynı şekilde dikkate alınıp düşünüldüğünde çoğunun küre şeklinde ve
dairevî olduğu anlaşılır. Ağaçların, yapraklarının, bitki tohumlarının ve çiçeklerinin
çoğu küre şeklinde ve yuvarlaktır. “Geometri/Hendese Risâlesi”nde açıkladığımız
gibi, insanların ürettikleri şeylerin çoğu da böyledir. Onların halleri de aynı
şekilde zamanın kıştan ilkbahara, ilkbahardan yaza, yazdan sonbahara,
sonbahardan da kışa dönmesinde olduğu gibi, başlarının sonlarına doğru
eğilmesiyle dairevîdir. “Madde/Heyûlâ Risâlesi”nde açıkladığımız gibi,
gece ile gündüzün yer küresi etrafında dönmesi de böyledir.
Nehir
ve deniz sularının, bulut ve yağmurların dönmesi konusundaki hüküm de böyledir.
Onlar dönen dolap gibidirler. Bulutlar, deniz ve nehirlerden yükselen buhardan
doğar; rüzgârlar onları bozkırlara ve dağların tepelerine sürükler ve orada
yağmur yağar. Seller vadi ve nehirlerde toplanır ve tekrar denizlere gider;
sonra ikinci kez yükselir. Bu, Güçlü ve Bilen [Allah]’ın takdiridir. Bitkinin
hali, toprak, su, ateş ve havadan oluşumu, dolap gibi dönerek ederek tekrar
oraya dönmesi de böyledir. Bitki başlar, yetişir, tamamlanır ve yetkinleşir.
Nihayet en yüksek gayesine ve son noktasına ulaşınca çürümek ve bozulmak
suretiyle teşekkül ettiği şeylere döner. Bunun açıklaması şöyledir: Bitki,
damarları vasıtasıyla unsurların ince kısımlarını emer. Ondan hayvanın
beslenmek için yediği yaprak ve meyve meydana gelir; vücudunun bazı
kısımlarında et ve kana, bazı kısımlarında posa ve gübreye dönüşür. O da
bitkinin beslenmesi için köklerine gelir ve ondan ikinci defa tohum ve meyve
olur. Aynı şekilde hayvan onu yer. Onların bu hali düşünülürse sanki dönen bir
dolap gibi olduğu görülür.
Hayvanların
bedenleri tamamen toprağa döner, çürür ve toprak olur. Ondan ikinci kez bitki
ve daha önce açıkladığımız gibi bitkiden de hayvan meydana gelir. Bu iyice
düşünülürse sanki dönen bir dolapmış gibi olduğu görülür. İnsanların halleri
düşünülürse onlar da tamamen dolap gibi dönerler. İnsanın oluşumu
nutfeden/meniden (sperma) başlar, sonra gelişir, büyür, tamamlanır ve ondan da
nutfe üreyecek hale ulaşır. Şehvetin meydana gelmesi ve benzerinin üremesi için
dönüş çıktığı yerde sona erer. Başlangıçta gücünün eksik ve bünyesinin zayıf
olması da böyledir. Sonra yükselir, olgunluk çağına erişinceye kadar artar,
sonrabaşlangıçta olduğu gibi ve Eksiklikten Münezzeh Olan Allah’ın belirttiği
gibi, ömrün en rezil derecesine düşecek şekilde çökmeye ve eksilmeye başlar: “İmdi,
gerçek şu ki, Biz insanı balçığın özünden yaratıyoruz, ve sonra onu döl suyu
damlası halinde (rahimde) özel bir koruma altında tutuyoruz; sonra bu döl suyu
damlasından döllenmiş hücreyi yaratıyoruz; sonra bu döllenmiş hücreden de
cenini ve ceninden kemikleri yaratıyoruz; ve sonra da kemiklere et giydirip
onu yepyeni bir yaratık halinde var edip ortaya çıkarıyoruz: öyleyse,
yaratanların en iyisi, en ustası olarak Allah ne yücedir! Ve bütün bunlardan
sonra, kaçınılmaz olarak (hepiniz) ölümü t adıyorsunuz. ”[212]
Yine Eksiklikten Münezzeh Olan buyurmuştur ki: “Ey İnsanlar! Ölümden sonra
kalkış (olgusun)dan şüphedeyseniz, o zaman, (hatırlayın ki,) Biz, gerçekten de
sizi(n her birinizi) topraktan, sonra bir döl suyu damlasından, sonra döllenmiş
hücreden, sonra (temel unsurları ve istidatlarıyla) tamamlanmış ama (bütün
öğeleriyle) henüz tamamlanmamış bir ceninden yarattık ki, size (menşeinizi
böylece) açıklayalım. Ve (doğmasını) dilediğimizin, (annesinin) rahminde
(Bizce) belirlenmiş bir süre için kalmasını sağlarız; sonra sizi çocuk olarak
dünyaya getirir ve (yaşamanıza imkan veririz); böylece (bazılarınız) olgunluk
çağma erişir; öyle ki, kiminize (daha çocukluk çağında) ölüm tattırılırken,
kiminiz de yaşlılığın öyle düşkün çağlarına eriştirilir ki, bildiğini bilmez
olur. Ve (sen, ey insanoğlu, ölümden sonra kalkıştan şüphe ediyorsan, düşün
ki:) bir bakıyorsun yeryüzü kupkuru; ama ona su indirdiğimizde, (bir de
bakıyorsun) canlanıp kabarmış ve her türden güzel ekinler ortaya koymuş!”[213]
Bölüm
Ey
kardeş, Allah seni ve bizi kendinden bir ruhla desteklesin, bil ki Ay feleğinin
altındaki bu varlıkların varlıkta ve bekada da düzen ve sıraları vardır.
Sayının ve feleklerin sıralanmasında olduğu gibi bazısı bazısının altında
sıralanmıştır ve sonları başlarına bitişiktir. Bunun açıklaması şöyledir:
Âlemin parçaları birbirini kuşatacak şekilde sıralanır; onlar on bir küredir,
bunların dokuzu felekler âlemindedir, başı çevreleyen felekten başlar, sonu Ay
feleğinin sonuna kadardır. “Gök ve Âlem Risâlesi’nde açıkladığımız gibi,
onların sonları başlarına bitişiktir. Onların ikisi Ay feleğinin altındadır;
bunlar ateş ve hava küresi ile su ve toprak küresidir. Onlar dört tabiata
ayrılırlar: İlki esirdir. O, Ay feleğinin altında yanan ateştir. Onun altında
akıcı bir cisim olan hava vardır. Onun altında zemherir ve aşırı soğuk vardır.
Onun altında nem denilen aşırı su vardır. Onun altında aşırı kuru olan toprak
vardır. “Oluş ve Bozuluş Risâlesi”nde açıkladığımız gibi, bu dört
unsurun tümelleri merkezlerinde korunur, sonları başlarına bitişiktir ve tikelleri
birbirine dönüşür.
Onların
olanları, tikelleri olup bunlar madenler, bitkiler ve hayvanlardır. Feleklerin
ve unsurların sıralanışında olduğu gibi, onların düzeni ve başları sonlarına
bitişik olan sıralanışı vardır. Bunun açıklaması şöyledir: Madenlerin başları
toprağa, sonları bitkiye bitişiktir. Bitkinin sonu hayvana, hayvanın sonu ise
insana bitişiktir. İnsanın sonu meleklere bitişiktir. “Ruhanî Konular
Risâlesi’nde açıkladığımız gibi, meleklerin de aynı şekilde başları
sonlarına bitişik olan birtakım mertebe ve makamları vardır. Bu bölümde
madenler, bitkiler ve hayvanlar gibi dört unsurdan oluşan şeyleri/ kâinatı
anlatacağız. Diyoruz ki: Madenler düşünüldüğünde bunların ya alçı gibi toprağı
takip eden şeylerden olduğunu ya da tuz gibi suyu takip eden şeylerden olduğunu
görürsün. Alçı, yağmur alan, sonra katılaşan ve alçı haline gelen kumlu
topraktır. Tuz ise tuzlu toprak ile karışan, katılaşan ve tuz haline gelen
sudur. Madenlerin sonları bitkiyi takip eden şeylerdendir. Onlar, mantar gibi
şeylerdir. Olanların bu cinsi maden gibi toprakta oluşur, sonra bitkilerin
bittiği gibi yağmurlu ilkbahar günlerinde nemli yerlerde biter. Fakat onun
meyvesi ve yaprağı yoktur. Madenî cevherlerin teşekkül ettiği gibi ve onların
şeklinde toprakta teşekkül eder. Bir açıdan madenlere, başka bir açıdan
bitkilere benzer.
Diğer
madenî cevher türleri, bu iki sınır yani alçı ile mantar arasındadır. Biz onların
türlerini, cinslerini, özelliklerini ve yararlarını bir risâlede açıkladık.
Bitkiye
gelince; diyorum ki “Madenler Risâlesi’nde açıkladığımız gibi, olanların
bu cinsinin başı madene, sonu hayvana bitişiktir. Bu şöyle açıklanır: Bitkisel
mertebenin ilki ve en düşüğü toprağı takip edenlerdendir. O yeşil gübredir. O,
toprak, kaya ve taşlar üzerinde keçeleşen tozdan başka bir şey değildir. Sonra
ona yağmurların ıslaklığı ve gecelerin nemi dokunur. Sabahları sanki ekin ve ot
bitkisiymiş gibi yeşil olur. Gün ortasında ona güneşin sıcağı dokununca döner,
sonra yarından itibaren gece ıslaklığının ve tatlı rüzgârın etkisiyle öyle
olur. Mantar ve yeşil gübre aralarındaki yakınlaşmadan dolayı ancak ilkbahar
günlerinde komşu bölgelerde biter. Çünkü bu onun bitkisel madenidir; o da
madenî bitkidir.
Bölüm
Hurma,
hayvânî mertebeyi izleyen en son bitkisel mertebedir. Hurma, hayvânî/ hayvan
tabiatlı bir bitkidir. Çünkü cismi bitki olsa da onun bazı fiilleri ve halleri
bitkinin hallerinden farklıdır. Bu şöyle açıklanabilir: Etkin güç, edilgen
güçten ayrıdır. Bunun delili, onun erkek şahıslarının dişi şahıslarından farklı
olmasıdır. Hayvanlarda olduğu gibi erkek şahısları dişilerini döller. Ama
diğer bitkilerdeki etkin/fâil güç, “Bitki Risâlesi”nde açıkladığımız
gibi, edilgeninden şahıs olarak değil, bilfiil/ gerçekten ayrıdır.
Aynı
şekilde hurmanın başı kesildiğinde kurur, büyümesi ve gelişimi durur ve ölür.
Bu durum hayvanlarda da böyledir. Bu itibar, hurmanın cisim bakımından bitki,
nefis bakımından hayvan olduğunu açıklar. Çünkü onun fiilleri hayvânî nefsin
fiilleri; cisminin şekli ise bitki şeklindedir.
Bitkide
fiili hayvânî nefsin fiili gibi olan başka bir tür daha vardır. Fakat onun
cismi bitkisel cisimdir. Bu, yerde kökleri olmayan bir bitki (kesıısa)dir.
Şöyle ki: Bu bitki türünün, diğer bitkilerde olduğu gibi, yere sabit bir kökü
yoktur. Onlar gibi yaprakları da yoktur, bilakis ağaçlara, ekinlere ve
dikenlere sarar, onların nemlerini emer ve ağaç yaprakları ve bitki dalları
üzerinde sürünen ve onları yiyen kurtçuğun yaptığı gibi beslenir. Bu tür,
bitkiyle beslenir. Bedeni bitkiye benzese de nefsinin fiili hayvan fiili gibidir.
Bu anlattıklarımızdan bitki mertebesinin sonunun hayvanın ilk mertebesine
bitişik olduğu anlaşılmıştır. Bitkinin diğer mertebeleri bu ikisi arasındadır.
Bölüm
Ey
kardeş bil ki, daha önce açıkladığımız gibi nasıl bitkinin başı madenin sonuna,
madenin başı da toprak ve suya bitişikse aynı şekilde hayvanların ilk mertebesi
bitkilerin son mertebesine bitişiktir.
Hayvanların
en düşüğü ve eksiği, sadece bir tek duyusu olanıdır. Bu salyangozdur. O,
boru/helezon içindeki bir kurtçuktur. Bu boru, deniz ve ırmak kenarlarındaki
kayalar üzerinde biter. Bu kurtçuk, şahsının yarısını bu borunun içinden
çıkarır ve bedenini besleyecek madde aramak üzere sağa sola yayılır. Bir
ıslaklık ve yumuşaklık hissettiği zaman ona doğru yayılır; sertlik ve katılık
hissettiğinde ise büzülür ve cismine zarar verecek veya bedenini bozacak
şeylerden sakınmak için bu borunun içine girer. Onda işitme, görme, koklama ve
tatma duyuları yoktur; sadece dokunma duyusu vardır. Çamurda, denizlerin
çukurlarında ve nehirlerin derinliklerinde oluşan kurtçukların çoğunun işitme,
görme, tatma ve koklama duyuları yoktur. Çünkü İlahî hikmet, hayvanlara yararı
çekme ve zararı gidermede ihtiyaç duymadıkları hiçbir organı vermez. Eğer
onlara ihtiyaç duymadıkları şeyleri verseydi bu, devamlılıklarını korumada
onlara vebal olurdu. Bu tür, bitkisel hayvandır. Çünkü bedeni bazı bitkilerin
bittiği gibi biter ve ayakta dik durur. O, onu iradî olarak hareket ettirmesinden
dolayı hayvânî, bir tek duyudan başka duyusunun olmamasından dolayı da
hayvanlıkta hayvanların en eksik mertebelisidir.
Bitki
bu duyuya ortaktır. Bitkinin sadece dokunma duyusu vardır. Bunun delili, onun
köklerini kayalara ve kuru yerlere doğru salmaktan uzak durup nemli yerlerde
nehre doğru salmasıdır. Onun bitmesi dar yere rastlayınca genişlik ve ferahlık
arayışıyla ondan meyleder ve sapar. Eğer üstünde yukarı doğru çıkmasını
engelleyen bir tavan varsa ve onun için bir tarafta bir delik bırakılmışsa
uzadığında doğacağı bu yöne doğru meyleder. Bu fiiller, onun duyu ve temyizinin
ihtiyacı kadar olduğunu gösterir. Bitkide acı duyma hissi yoktur. Bunun sebebi,
bitkiye acı duygusu vermenin İlahî hikmete uygun olmamasıdır. O, hayvanda
olduğunun aksine ona itme gücü vermemiştir. Hayvana acı duyma özelliği
verildiği için aynı zamanda gerek kaçarak ve uzaklaşarak, gerek kaçınarak,
gerekse engelleyerek itme/defetme gücü verilmiştir. Bu anlattıklarımızdan
bitkiyi takip eden hayvanlık mertebesinin keyfiyeti açıklığa kavuşmuştur.
İnsanı
izleyen hayvanlık mertebesinin şeklini bir tek açıdan değil, fakat birkaç
açıdan anlatmak ve açıklamak istiyoruz. İnsanlık mertebesi erdemlerin ve iyi
hasletlerin kaynağıdır. Ona sadece bir tek hayvan türü değil, birçok hayvan
türü sahiptir. İnsanlık mertebesine bazıları maymunda olduğu gibi vücut şekli
itibariyle, bazıları atta ve evcil (insi) kuşta olduğu gibi nefsanî
huylarıyla, filde olduğu gibi zekâda, papağan ve bülbül gibi sesi, ezgisi ve
nağmesi çok olan kuşlarda olduğu gibi zekâ itibariyle yakındır. İnce işçilik
yapan balansı vs de böyledir. İnsan faydalandığı veya evcilleştirdiği halde
nefsinde üstünlük ve insan nefsine yakınlık olmayan hiçbir hayvan yoktur.
Beden şeklinin insan bedenine yakınlığı sebebiyle maymunun nefsi insan
nefsinin fiillerini taklit eder. Bu onda açıkça bellidir.
Asil
at, huylarını yüceliği sebebiyle kralların bineği olma derecesine yükselmiştir.
Hatta o, edebinin güzelliğinden dolayı kralın veya taşıyıcısının yanında olduğu
sürece idrar yapmaz ve dışkı çıkarmaz. Bununla birlikte o, yiğit adamda olduğu
gibi heyecanlıyken zeki ve ileri görüşlü, dürtüldüğünde ve yaralıyken
sabırlıdır. Nitekim şair onu şu sözüyle tasvir etmiştir:
Tayım
bana yaralanmaktan şikâyet edince
Farklı
dürtüldüğü sırada, ilerle, dedim ona
Özrünü
kabul etmediğimi görünce
Gemi
ortadan ısırdı ve kızdı
Fil,
zekâsıyla konuşmayı anlar ve tıpkı emir ve yasağa muhatap olan akıllı adamın
itaat etmesi gibi, emir ve yasağa uyar. Bu hayvanlar, kendilerinden İnsanî
erdemlerin tecelli etmesi nedeniyle insanlık mertebesini izleyen hayvanlık
mertebesinin sonundadırlar.
Geriye
kalan hayvanlar bu ikisi arasındadır. İnsanlık mertebesini izleyen hayvanlık
mertebelerini anlatmayı bitirdiğimize göre hayvanlığı izleyen ilk insanlık
mertebesini anlatmamız gerekir.
Bölüm
Ey
kardeşim bil ki, hayvanlığı izleyen en düşük insanlık mertebesi, hissedilirlerden
başka işleri bilmeyen, cismanî olanlar dışındaki hayırları tanımayan, bedenleri
iyileştirmekten başka bir şey istemeyen, dünyadan başkasına rağbet göstermeyen,
mümkün olmadığını bildikleri halde orada kalmaktan başka bir şeyi temenni etmeyen,
hayvanlar gibi yeme ve içme dışında bir hazzı arzulamayan, domuzlar ve eşekler
gibi cinsel ilişki ve evlilikten başka bir konuda yarışmayan, karınca gibi
ihtiyaç duymadığı şeyleri toplayarak ve saksağan gibi kullanmadığı şeyleri
saklayarak dünya hayatının yararı olan malları toplamaktan başka bir şeye tamah
etmeyen ve leş üzerindeki köpekler gibi dünya kırıntısı için boğuşarak tavus
gibi elbise boyamaktan başka süs bilmeyen kimselerin mertebesidir. Bedenleri
insan şeklinde olsa da nefislerinin fiilleri hayvani ve bitkisel nefislerin
fiilleri gibidir.
Bölüm
Ey
kardeş, sana öğretileni bil ve sana tevdi edilene göre davran. Ey nazik ve merhametli
kardeş, Allah seni kovulmuş şeytanın vesveselerinden korusun ve seni, bizi ve
tüm kardeşlerimizi yüce ihsanıyla başarılı kılsın.
Filozofların
“Âlem büyük insandır” şeklindeki görüşünün anlamı hakkındaki risâle
bitti. Bunu “Akıl ve Makûl Risalesi” takip etmektedir.
Aklî
Nefsânîlerin/Nefıs ve Akla Dair Olan Şeylerin
(en-Nefsânîyyatu’l-akliyyât) Dördüncü -İhvân-ı Safâ Risâleleri’nin
Otuz BeşinciRisâlesi: Akıl ve Ma’kûl/Akledilir Hakkında[214]
Rahman
ve Rahim Olan Allah’ın Adıyla!
H |
amd
Allah’a, selam O’nun seçilmiş kulları üzerine olsun. “Allah mı daha hayırlıdır,
yoksa O’na ortak koştukları varlıklar mı?”[215]
Ey
kardeş, Allah seni ve bizleri kendi katından bir ruhla desteklesin, bilmiş ol
ki, bilgelerin (hukemâ)[216]
[217]
“Âlem büyük insandır” sözünün izahını bitirdik ve [bununla ilgili olarak]
kıymetli kardeşlerimizin âdetlerine göre örnekler, işaretler ve teşbihler
naklettik. Daha önce aklî ilkelerden söz ettik ve orada varlıkların (mevcudat)
yara tılışını ve yaratılmışların nasıl oluştuğunu açıkladık Aynı şekilde “Duyu
ve Duyulur Şeyler Risâlesi”ndei duyulurların (mahsûsât)
hepsinin cisimsel ârazlar olduklarını ve tümünün cisimsel maddede
bulunduklarını, nefsin onları kavramasının duyuların kendilerine ait duyu
güçleri aracılığıyla olduğunu, duyuların hepsinin bedensel araçlar olduklarını,
duyumun (his) da bu duyuların duyulurlara doğrudan maruz kalmalarında duyuların
durumunun değişimi olduğunu, duyumsamanın (ihsâs) ise duyumsama gücünün
sözkonusu durumların değişiminin bilincinde olması olduğunu açıklamıştık. “Akıl
ve Akledilir” isimli bu risâlede ise şunu anlatmak ve açıklamak istiyoruz
ki: Bütün akledilirler, nefsin bizzât maddede (heyûlâ) duyular yoluyla
müşahede ettikten sonra, kendinde gördüğü ve kendi cevherinde gözden geçirdiği
ruhanî suretlerdir. Sonra nefis gaflet ve cehalet uykusundan uyanır, basiret
gözüyle akim nuruna bakar, onun ışığıyla aydınlanır ve onun güzelliğiyle
güzelleşir.
Ey
kardeşim bilmiş ol ki, akıl, ortak bir isim olup iki anlamda kullanılır: Bunlardan
biri filozofların, kendisini Aziz ve Çelil olan Yaratıcının yarattığı ilk
varlık olarak gösterdikleri bir şey olup basit, ruhanî ve tüm eşyayı ruhanî bir
şekilde kuşatan cevherdir. Diğer anlamı ise insanların çoğunluğunun,
kendisini, fiili, tefekkür, düşünme (reviyye), konuşma, ayrıştırma,
sanatlar vb olan İnsanî nefsin güçlerinden bir güç olarak gösterdikleri şeydir.
Biz de bu güç hakkında konuşmak, kısımlarını açıklamak, fiilleri ile
bilinenlerin (ma lûmât) suretlerini kendinde ve cevherinde nasıl
kavradığını betimlemek istiyoruz.
Ey
kardeşim, bilmiş ol ki; söz konusu ettiğimiz akıl, İnsanî nefsin güçlerinden
biri olduğu kadar küllî nefsin güçlerinden de biridir. Küllî nefis de Aziz ve
Çelil olan Yaratandan taşan ilk feyiz olan küllî akıldan taşan bir feyizdir.
Bunların hepsi ilk varlıklar olarak isimlendirilir. Öncelikle varlıkların
kısımlarını, “mevcûd”un manasını, “vücûd” ve “adern’in anlamını ve bunları
bilmeye götüren yolları anlatmamız gerekir.
Ey
kardeşim, bilmiş ol ki, “mevcûd” (bulunan/bilinen)[218]
sözcüğü “ve-ce-de” (buldu), “ye-ci-du” (buluyor), “vicdânen” (bulmak),
“vâcidun” (bulan) ve “mevcûdun’dan (bulunan) türemiştir. Bulunan/bilinen
(mevcûd), bulanı/bileni (vâcid) gerektirir; çünkü ikisi de isim tamlaması (muzaf)
cinsindendir. Muzafın cinsinin anlamını da “Mantık Ri sille si” nde[219]
açıkladık.
Bilmiş
ol ki, her bulan/bilen insan -bir şey bulursa/bilirseonun bu buluşu/bilişi şu
üç yoldan biri dışında değildir: “Duyu Risalesinde[220]
[221]
açıkladığımız gibi bu, ya duyu organı güçlerinden biriyle olur; ya düşünce (fikr),
düşünme, ayrıştırma, anlama, doğru vehim, temiz zihin gibi aklî güçlerden
biriyle olur; ya da kanıtlama yolu olan “Burhanlar Risâlest’nde1*
açıkladığımız üzere zorunlu burhân yoluyla olur. Bunlardan başka, insanı
bilinenlere götüren yol yoktur.
“Yokluk
(‘adem)”un anlamına gelince, o, bu üç yoldan her bir çeşidiyle karşılık bulur:
Ve denilir ki; “yokluk”, duyunun kavramasından, aklın tasavvurundan ve kendisi
üzerine kanıt getirilmekten yoksundur. Fakat övgüsü yüce olan Yaradan’ın eşyayı
bilmesi ise bu üç yolla olmayıp aksine bunların hepsinden daha üstün ve daha
yücedir. Zira tüm eksiklerden beri olan Yaratan için “eşyayı bulan (vâcid)”
denmez, aksine “var eden (mûcid)”, “sonradan yaratan (muhdis)”, “yaratan
(muhteri’)”, “yoktan var eden (mubdi’)”, “varlığı sürdüren (mubqi)”,
“tamamlayan (mütemmim)” ve “olgunlaştıran (mükemmil)” denir.
Ey
kardeşim, bilmiş ol ki, insanın Aziz ve Çelil olan Yaratıcı yı bilmesi ve O nu
bulması, biri genel diğeri özel olan iki yoldan biriyle olur: Genel olanı,
bütün yaratılmışların O nun hüviyetine[222]
yönelik doğasındaki içgüdüsel bilgidir. Şöyle ki: âlim ve cahil, iyi ve kötü,
mümin ve kâfir bütün insanların tamamı felaketler anında Allah’a sığınırlar,
ondan yağmur isterler ve ona yalvarırlar; hatta hayvanlar bile kuraklık
zamanlarında yağmur istemek için başlarını göğe doğru kaldırır. İşte onlardaki
bu ilim, O’nun hüviyetine yönelik olan bilgilerine işaret eder.
Özel
bilgiye gelince bu, O’nun nitelikleriyle, soyutlanmasıyla (tecrîd), beri
oluşuyla (tenzih) ve birliğiyle [bilinmesi] olup bu [bilgi], burhân
yoluyladır ve nebiler, evliyalar, bilgeler, hayırlılar ve iyiler gibi
insanların erdemlilerine özgüdür. Nitekim Allah onları tasvir etmiş ve
indirdiği Kuranda şöyle buyurmuştur: “Allah, onların nitelendirdiği
şeylerden uzaktır, yücedir. Ancak Allah’ın ihlâslı kulları bunlar gibi
değildir’’[223]
İşte bu, zorunlu bir bilgidir.
Ey
kardeşim, bilmiş ol ki; tüm eksikliklerden beri ve yüce olan Yaratıcının var
ettiği bütün varlıklar, var edilişleri hangi yolla olursa olsun, cevherler,
ârazlar veya bu ikisinin birleşimi; madde/heyûla, suret veya bu ikisinin
birleşimi; sebepler, sebepliler veya her ikisine işaret edilenler; cisimsel,
ruhanî veya ikisiyle ilgili; basit, bileşik veya her ikisi olmaktan başka bir
şey değillerdir. Bu kısımlar bütün varlıkları içeriyorlarsa şayet, çoğu
âlimlerin anlamlarının hakikatine vâkıf olma konusunda içinde kayboldukları bu
kapalı sözcüklerin anlamlarını açıklamaya ihtiyaç duyarız.
Ey
kardeşim, bilesin ki; Aziz ve Çelil olan Yaratıcı, bütün varlıkları, suretler
ve diğer görünenleri, Yaratıcı nın kendisine bol bol verdiği ve var ettiği ilk
varlık olan akla akıtmıştır ki, bu akıl basit ve ruhanî bir cevher olup içinde
bütün varlıkların suretleri yığılma ve sıkışma olmaksızın bulunur; tıpkı ortaya
çıkmadan ve maddeye (heyûlâ) geçmeden önce sanatçının zihninde (nefis)
yapıtların suretlerinin bulunması gibi. Küllî akıl da, güneşin ışıklarını
havaya yayması gibi, bu suretleri küllî nefse bir defada ve zamansız olarak
akıtır. Ayın güneşin ışığını bazen alması ve havaya bazen akıtması gibi, nefis
de bu suretleri bazen alır ve heyûlâya bazen akıtır. Havanın ayın ışığını zaman
zaman ve parça parça alması gibi [veya] öğrencinin hocadan azar azar alması
gibi, madde/heyûlâ da bu suretleri küllî nefisten zamanla ve tedrici olarak
azar azar alır.
Ey
kardeşim, bilmiş ol ki; tıpkı ikiden önce olan “bir’den ortaya çıkma ve düzen
bakımından sayıların tekleri ve çiftleriyle birbirlerini izlemeleri gibi, tüm
varlıkların suretleri de ilk sebepten -ki o da Aziz ve Çelil olan
Yaradandırortaya çıkmaları (hudûs) ve [varlıklarını] sürdürmelerinde
birbirlerini izlerler. Sonra bil ki; tıpkı sözcüklerle, sayıları
birbirlerinden ayırmak gibi, tüm bu sözcükler de, ilişkilendirmeleri
birbirinden ayırmak için kendileriyle suretlere işaret edilen takma isim ve
işaretlerdir. Şöyle ki: Tıpkı bir sayının bazen yarım, bazen iki kat, bazen
üçte bir, bazen dörtte bir, bazen de birbirleriyle ilişkilendirmek için başka
şekilde adlandırılması gibi, bir suret de bazen heyûlâ, bazen cevhersel, bazen
ârızî, bazen basit, bazen bileşik, bazen ruhanî, bazen cisimsel, bazen sebep,
bazen sebepli vb sözcüklerle adlandırılır. Yine örneğin, gömlek, duyumla
algılanan yapay cisimsel varlıklardan biridir ve mahiyeti onun kumaşta bir
suret olması, kumaşın da onun için heyûlâ olmasıdır. Kumaşın mahiyeti de onun
eğrilmiş iplikte bir suret olması, eğrilmiş ipliğin de onun için madde
(heyûlâ) olmasıdır. Eğrilmiş ipliğin mahiyeti ise onun pamukta bir suret
olması, pamuğun da onun için heyûlâ olmasıdır. Pamuğun da mahiyeti onun
bitkilerde bir suret olması ve bitkilerin de onun için heyûlâ olmasıdır.
Bitkilerin de mahiyeti onların ateş, hava, su ve toprak gibi doğal cisimlerde
bir suret olmasıdır. Bunların her biri de “Oluş ve Bozuluş Risâlesı’nde11
açıkladığımız üzere mutlak cisimde bir surettir. Mutlak cisim de “Heyûlâ
Risâlesi”nde12 açıkladığımız üzere ilk heyûlâda bir surettir.
İlk heyûlâ da küllî nefistsen taşan ruhanî bir surettir. Küllî nefis de “Aklî
İlkeler Risâlesı’nde13 açıkladığımız üzere, Aziz ve Çelil olan
Yaratıcının var ettiği ilk varlık olan küllî akıldan taşan ruhanî bir surettir.
Öyleyse bu örneklerle sana açıklanmış oldu ki, tıpkı sayıların tekleri ve
çiftleriyle ikiden önce olan “bif’den ortaya çıkmalarıyla ilişkili olması
gibi, bütün varlıklar da birbirleriyle ilişkili suretler olup, ortaya çıkmaları
ve varlıklarını sürdürmeleri ilk Yaratıcıya (Mubdiu’l-Evvel) -ki o da
Aziz ve Çelil olan Allah’tırvarıncaya kadar birbirini takip eder. Ey kardeşim,
bil ki; tüm bu suretlerin her biri, bir şey için oluşturucu (mukavvim)
ya da onun için cevhersel iken başka bir şey için tamamlayıcı (mütemmim)
veya onun için sonradan olan bir şey (ârıcî)dir. İkisinin arasındaki fark
şudur: Bir şey için oluşturucu cevhersel suret [olan], eğer heyûlâdan (madde)
ayrılırsa, o şeyin varlığı ortadan kalkar. Tamamlayıcı ârızî suret ise
heyûlâdan ayrılırsa heyûlânm varlığı ortadan kalkmaz. Bunun örneği şudur:
Dikim, gömleğin kendisi için oluşturucu surettir, onun için cevherseldir, çünkü
kumaş dikimle gömlek olur ve [bu arada dikim] kumaş için tamamlayıcıdır, onda
sonradan (ârızî) olur. Bunun izahı şöyledir: Şayet dikim, kumaştan
ayrılırsa gömleğin varlığı ortadan kalkar, kumaşın varlığı ortadan kalkmaz.
Aynı şekilde dokuma, kumaşta bir suret olup onun için cevhersel ve oluşturucu
iken eğrilmiş ip için ârızî olup onun için tamamlayıcıdır. Dolayısıyla eğer
kumaşın sureti -ki o da dokumadırgiderse kumaşın varlığı ortadan kalkar fakat
eğrilmiş ipin varlığı ortadan kalkmaz. Aynı şekilde eğrilmiş ipteki eğirme,
eğrilmiş ipin kendisi için cevhersel-oluşturucu suret iken pamuğun kendisi için
tamamlayıcı-ârızîdir. Şayet eğrilmiş ip eğrilmişliğinden çözdürülürse14
pamuğun varlığı ortadan kalkar. Aynı şekilde ditme ve birleştirmenin15
sureti pamukta cevhersel olup onun için oluşturucu iken bitkilerde ârızî olup
onun için tamamlayıcıdır. Şayet ditme ve birleştirme ortadan kalkarsa pamuğun
varlığı ortadan kalkar fakat bitkisel cismin varlığı ortadan kalkmaz. Aynı
şekilde eğer bitkilerin sureti ortadan kalkarsa ya toprak ya ateş ya su ya da
havaya dönüşür. Eğer ateş söndürülürse havaya dönüşür, hava da fiziksel (tâbiî)
cisimlerden biridir.
İşte
bu kural üzere eğer dört unsurun suretlerinden biri [bu unsurların birinden]
ayrılırsa o unsurun var oluşu ortadan kalkar, fakat onun cisim olması ortadan
kalkmaz. Ve eğer cisimsel suret ilk heyûlâdan çıkarsa heyûlânm basit akledilir
bir cevher olması ortadan kalkmaz. Heyûlâ (madde) ortadan kalkarsa nefis
ortadan kalkmaz. Nefis ortadan kalkarsa akıl ortadan kalkmaz. Akıl ortadan
kalkarsa İlk Yaratıcı -ki o da Aziz ve Çelil olan Allah’tırortadan kalkmaz.
Bunun
sayılardaki örneği şöyledir: “On”, dokuzun üstündeki sırada bulunan bir surettir,
eğer ondan “bir” çıkarılırsa “on”un sureti ortadan kalkar fakat dokuzun su11. Risâletü
l-kevn ve’l-fesâd.
12. Risâletü l-heyûlâ.
13. Risâletül-mebâdi’l-akliyye.
14. Neksu’l-ğazli:
İkinci defa eğirmek için yapısını bozmak.
15. ez-Zi’biru:
Bununla kast edilen ditme ve toplamadır. [Sözlüklerde “zi’biru”, dokumanın
üzerine çıkan tüy ve yün anlamındadır. Örn. Bkz. İbrahim Mustafa ve diğerleri, el-Mu'cemu’l-vasît,
Çağrı yay., İstanbul, reti ortadan kalkmaz. Eğer dokuzdan “bir” çıkarılırsa
dokuzun sureti ortadan kalkar fakat sekizin sureti ortadan kalkmaz. Bu kurala
göre sayıların sureti ilk sayı olan ikiye varıncaya kadar birer birer
azaltılır. Şayet ikiden “bir” alınırsa ikinin sureti de ortadan kalkar. İkiden
önce olan “bir’e gelince oı dan bir şey çıkarmak mümkün değildir, çünkü onun
sureti kendindendir; o, sayıların aslı ve kaynağıdır; birleştirmeyle (terkib)
sayılar ondan çıktığı gibi çözümlemeyle (tahlil) de sayılar ona döner.
Bu
örnekle tüm varlıkların farklı suretler olduğu anlaşılmıştır. O suretler, eşyanın
dış varlıklarıdır. Sayıların “bir’den birbirlerinin ardı sıra gelmeleri gibi,
onlar da ortaya çıkış ve varlıklarını sürdürmelerinde birbirlerinin ardı sıra
gelirler. Onların hepsi kaynakları olan Allah’tan gelmişlerdir, dönecekleri yer
de O’dur. Nitekim Allah Kuranda Nebisinin diliyle şöyle demiştir: “Hepinizin
dönüşü Allahadır"'6, “Bütün işler Allaha döndürülür”'7
Yine Yüce Allah ş' yle buyurmuştur: “Başlangıçta ilk yaratmayı nasıl
yaptıysak onu yine yapacağız”[224]
[225]
[226]
İzah ettiğimiz üzere, tıpkı sayıların “bir’e doğru çözülmeleri ve tıpkı temelde
ondan oluşmaları gibi, aynı şekilde varlıkların hepsinin gideceği ve varacağı
yer bir ve tek lan Allah’tır.
Bölüm
Ey
kardeşim, bil ki, bütün varlıklar cisimsel ve ruhanî olmak üzere iki çeşittir.
Cisimsel olanı duyularla kavranandır. Ruhanî olanı ise akılla kavranan ve
düşünceyle tasavvur edilendir.
Cisimsel
olanları üç çeşittir: Bunlar göksel cisimler, fiziksel unsurlar ve
oluşturulmuş-türemişlerdir.
Ruhanî
olanlar da üç çeşittir: Bunlardan [birincisi] her sureti kabul eden, akledilir,
edilgin, basit cevher olan ilk heyûlâdır. İkinci i bilici, etkin, basit cevher
olan nefstir. Üçüncüsü de eşyanın hakikatini kavrayan, basit bir cevher olan
akıldır.
Aziz
ve Çelil olan Yaradan ise ne cisimsel ne de ruhanî olarak nitelenmez, aksine O,
bunların hepsinin sebebidir; tıpkı “bir”in çift ve tekle nitelenmeyip aksine
onun sayıların çiftlerinin ve teklerinin hepsinin sebebi olması gibi.
Bil
ki; bütün varlıklar sebepler ve sebeplilerdir. Öncelikle cisimsel sebepleri anlatmakla
başlayalım, çünkü bunlar öğrenim görenlerin anlamasına en yakın, ruhanî
sebepler ve sebepliler üzerine düşünmeye başlayanlar için en kolay olandır.
Bil
ki; cisimsel varlıkların her birinin dört sebebi vardır: Fâil (etken) sebep,
şekilsel (sûrî) sebep, tamamlayıcı (temâmî) sebep ve maddesel (heyûlânî)
sebep. Buna taht örnek olarak verilir: Bu [taht], cisimsel varlıklardan biri
olup kendisinin dört sebebi vardır: Fâil sebebi marangoz, madde el ebebi odun,
şekilsel sebebi kare, tamamlayıcı sebebi i e üzerine oturmaktır. Benzer eklide
bıçağın fail sebebi demirci, madde el sebebi demir, sûrî ebebi üzerinde
bulunduğu şekil, tamamlayıcı sebebi ise et, ip ve başka şeylerin kendisiyle
kesilmesi için olmasıdır. Bu kurala göre düşünülürse mevcut cisimlerin her
biri için bu dört sebep bulunur.
Mutlak
cisme gelince onun maddesel sebebi uzunluk, genişlik ve derinliği kabul eden
ve bunlarla cisim olan basit cevherdir. Onun etkin/fâil sebebi ise Aziz ve
Çelil olan Yaradandır. Onun şekilsel/sûrî sebebi akıldır çünkü uzunluk, genişlik
ve derinlik aklî suretlerdir. Onun tamamlayıcı sebebi nefistir; çünkü
madde/heyûlâ nefis için yaratılmış ve amacını gerçekleştirmesi için onun içine
konulmuştur. “İlkeler Risalesinde açıkladığımız üzere, maddenin nefisle
bağlantısındaki en yüce gaye, nefsin maddeyi tamamlaması ve mükemmel hale
getirmesi için onda faaliyet göstermesi ve sanatını icra etmesidir.
Ruhanî,
basit cevher olan ilk heyûlânm ise üç sebebi vardır: Fail sebebi aziz ve çelil
olan Yaradandır, sûrî sebebi akıldır, gaye sebebi de nefstir.
Nefsin
ise iki sebebi vardır: Bunlar Aziz ve Çelil olan Yaratıcı ve akıldır. Yaratıcı,
nefsin yaratıcı (muhteri’) etkin/fâil sebebi; şekilsel/sûrî sebebi ise
faziletler, hayır ve feyiz gibi Aziz ve Çelil olan Yaratıcıdan kabul ettiği
şeylerden kendisine akmış olan akıldır.
Aklın
ise bir sebebi yani fâil sebebi vardır ki o da kendisine bir defada ve zamansız
olarak varlık, olgunluk, kalıcılık ve kemal akıtan Aziz ve çelil olan
Yaratıcıdır.
[Buradaki]
etkin/fâil sebeple, Allah’ın vasıtasız olarak maddeyi yoktan var etmesini
(ibda’) kast ediyoruz. Bu akıl, Allah’ın, Kuranda Peygamberi Muhammed
(s.a.v.)’in diliyle işaret ettiği şu âyetidir: “Emrimiz ancak bir tek
emirdir. Göz kırpması gibidir.”'9 veya daha yakındır. Ve yine
Allah buna şu sözüyle işaret etmiştir: “Sana ruh hakkında soru soruyorlar.
De ki: “Ruh, Rabbimin bileceği bir şeydir. Size pek az ilim verilmiştir”[227]
[228]
[229]
Ve şöyle de buyurmuştur: “Dikkat edin, yaratmak (halk) da, emretmek (emr) de
yalnız O’na mahsustur. Âlemlerin Rabbi olan Allah’ın şanı yücedir’.’2'
Buradaki yaratma (halk) cisimsel işlerdir, emretme (emr) de
ruhanî cevherlerdir.
Ey
kardeşim, bil ki; ilim ehlilin çoğu varlıkların sadece iki çeşit olduğunu
sanırlar: Bunların biri aziz ve çelil olan Yaratıcıdır. Diğeri ise cisim ve cisme
ilişen ârazlardır. Bu [ilim ehli] için soyut suretler ve ruhanî cevherler diye
bir seçenek söz konusu değildir. Bu yüzden onlar, insanların kendi
tercihleriyle ellerinden açığa çıkan fiilleri, yapıtları, ilimleri, hikmetleri
ve hayvanlardan açığa çıkan doğal fiilleri, özel bir kanıtla et ve kandan bir
araya gelmiş cisme ve zanlarınca hayat, kudret, ilim ve benzeri gibi canlı
ârazlara dayandırmışlardır. [Fakat] bedenle birlikte olup onu hareket ettiren,
belirgin kılan ve eylemde bulunmasını sağlayan başka bir cevherin olduğunun
bilincine varamamışlardır.
Ateşin
hayvan ve bitki cisimlerini yakması, karınlarındaki besinlerin dışkı ve gübreye
dönüşmesi ve sevinç gibi, onların tabiatlarında görülen ve cisimlerde ortaya
çıktığı halde hayvana nispet edemedikleri doğal fiilleri övgüsü yüce olan
Yaratıcı ya nispet ettiler. Onlardan bazıları tüm eksikliklerden beri olan
Yaradan’ı bunlardan tenzih edip uzak tutmuşlar ve bunları şans ve rastlantıya
bağlamışlardır. Bazıları da bunları doğaya bağlamışlar ama doğanın ne olduğunu
bilmemişlerdir. Onlardan ba-
zıları
ise bunları devam edip giden sebeplerle açıklamışlardır. Bu konuda aralarında
açıklaması uzun sürecek çekişme ve zıtlaşmalar ortaya çıkmıştır.
Fakat
ilimde derinleşen seçkinler ve bilgeler ise, işte onlar nefislerinin saflığı ve
akıllarının ışığı sayesinde, kendisinin gücüyle bilici, şefkatiyle cisimlerde
akıcı ve düşünmesiyle onlarda etkin olan cisimsel olmayan başka bir cevherin de
olduğunu görmüşlerdir. Bu [cevher], Allah’ın askeri ve yaratılmışların özüdür;
onlar doğal fiilleri buna dayandırmışlar ve hikmet, siyaset ve tedbirle
ilişkili olanlar hariç, tüm eksikliklerden beri olan Yaratıcıyı bu [fiillerden]
tenzih etmişlerdir.
Ey
kardeşim, bil ki; ruhanî cevheri bilen bilgeler bunun bilgisine cisim ve ona ilişen
ârazların durumunu anladıktan sonra ulaşmışlardır. Şöyle ki; cisim, cisim olmak
bakımından fail ve hareket ettirici olmayıp aksine heyûlâ edilgindir, suretleri
ve kendisine ilişen ârazları kabul edendir. Aynı şekilde cisme ilişen
ârazların da kendilerine ait bir fiili yoktur, çünkü onun durumu cisimden daha
eksiktir, öyleyse onun varlığı ancak cisim aracılığıyla söz konusu olur.
Kendilerinin
cisme ilişik ârazlar olduğunu ve bununla söz konusu fiilleri yaptıklarını -ki
karışıklık burada ortaya çıkmaktadırsandıkları hayat, kudret, ilim ve benzeri
şeylere gelince, bunlar cisimsel ârazlar değil aksine bazı cisimlerde nefsin
kendilerine ilişmesiyle bulunup, nefsin kendilerinden ayrılmasıyla kaybolan
ruhanî ârazlardır. Bu değerlendirmeyle hayvânî cisimlerde cisimsel olmayan
başka cevherlerin de bulunduğu açıklık kazanmıştır. Bunlar bazısında görünüp
bazısında görünmeyen [hayat, kudret ve ilim gibi] bu işaretleri cisimlerde
etkin kılan ve kendisine “nefisler” (nüfûs) denilen [şeylerdir]. Şayet
onlar, kendisini destekleyen başka bir durumla nefislerin birinin diğerine göre
üstün olduğunu ve (üstün olduklarına) hayır ve fazilet akıttıklarını
görürlerse, onun nefis cevherinden daha şerefli ve üstün bir cevher olduğunu
bilirler ve ona da “akıl” derler. Akıl, kendisiyle olgunlaşması için nefsine
yerleşmiş olup onun yöneticisi, yaratıcısı, yapıcısı, bilgesi (hakîm) olup, onu
tüm eksik niteliklerden uzaklaştırınca, o zaman bu değerlendirmeyle onların,
özellikleri ve açıklaması daha önce geçen bu ruhanî varlıkların mertebeleriyle
ilgili söyledikleri ve betimledikleri şey doğru olur ki [bu mertebeler]
şunlardır: İlk heyûlâ (madde), nefis, akıl, övgüsü yüce olan Yaratıcı.
Ey
kardeşim, bil ki, anlattıklarımızla şu durum açıklığa kavuşmuştur: Küllî nefis,
ruhanî bir cevher olup filozofların işaret ettikleri şekilde akıldan taşmıştır.
O, tıpkı madde/heyûlâ gib akıl için konu (mevzu) olmuştur (akıl onun
içinde yer almıştır). Akıl, küllî nefsi olgunlaştırmak için onun üzerine
suretler, faziletler ve iyilikler akıtır ve küllî nefsin cismi bu şekilde
tamamlamak için kendisine işlenmiş suret ve şekillerle cismin
şekillendirici/suretlendirici yapıcısı gibi olur.
Bil
ki; tıpkı küllî cismin kendisinde tüm şekillerin bulunduğu bir şekil olması
gibi küllî nefis de kendisinde tüm suretlerin bulunduğu bir surettir. Şu farkla
ki, nefis zarif, canlı, bilici ve etkin bir ruhanî cevher olduğu için onun
kendisindeki suretler yığılmaz ve sıkışmaz.
Fakat
İlkeler Risâlesi’nde (Risâletul-mebâdî) açıkladığımız üzere cisim; katı,
yoğun, ölü, cahil, edilgin bir cevher olduğundan dolayı onda şekiller yığılır
ve sıkışır.
Bölüm
Bilesin
ki; nefis kendinde cevherdir, fakat onun cisimle ârızî olarak bulunması bir
amaç içindir. Amaç da failin vehminden önce gelen bir iştir, fail ona ulaşınca
fiil biter.
Bölüm
Öyleyse
küllî nefis ile küllî aklı anlatmayı bitirdiysek artık İnsanî nefsi anlatmak
isteriz; zira o küllî nefsin güçlerinden biridir. Ayrıca İnsanî aklı da
anlatacağız; zira o da küllî nefsin güçlerinden biridir. Nefsin fiilleri ve
güçlerini de anlatacağız, çünkü nefis ruhanî bir cevherdir.
Şayet
ruhanî cevher duyularla kavranmıyorsa ve sadece kendisinden ortaya çıkan
fiiller ve amellerle -güçlere görebiliniyorsa, güçlerinin sayısını anlatmaya ve
fiillerinin bölümlerini, yapıtlarının olağanüstülüklerini, ilimlerinin
ilginçliklerini, ahlâkının zarifliklerini ve görüşlerinin farklılıklarını
betimlemeye ihtiyaç duyarız.
Ey
kardeşim, bil ki; İnsanî nefsin, sayısını ancak övgüsü yüce olan Allah’ın bildiği
birçok gücü vardır ve her güçle onun için bedenin organlarından birinde diğer
organdan farklı olan bir fiili vardır. Bununla ilgili bir bölümü “Bedenin
Yapısı Risâlesı’nde[230],
bir kısmını “Duyu ve Duyulur Risâlesİnde[231],
bir kısmını da “İnsan Küçük Âlemdir Risalesinde[232]
açıklamıştık. Orada, nefse getirdikleri hislerinin bilgileriyle ilgili olarak,
duyu güçlerinin nefse olan oranının, her birini ülkesinin bir bölgesinden, o
bölgelerden bilgiler getirmesi için sorumlu tutan kralın habercilere olan oranı
gibi olduğunu anlatmıştık. Yine orada İnsanî nefsin başkaca beş gücünün
olduğunu, onların İnsanî nefse olan oranının, [kralın] arkadaşlarının krala
olan oranı gibi olduğunu anlatmıştık. [Nefse ait] bu güçler, düşünme gücü (el-kuvvetu'lmüfekkire),
hayal gücü (el-kuvvetu l-mütehayyile), hafıza gücü (el-kuvvetu l-hâftza),
konuşma gücü (el-kuvvetu n-nâtıka) ve yapıcı güçtür (el-kuvvetus-sânia).
Bil
ki; bu güçlerin arasından yeri beynin ortası olan düşünme gücü, krala benzer.
Diğerleri kendisi için askerler, yardımcılar, hizmetçiler ve vatandaşlar
gibidir. Onlar bedenin organlarında gerçekleştirdikleri hareketler ve açığa
çıkardıkları yapıtlar ve eylemler konusunda düşünme gücünün emir ve yasağıyla
hareket ederler. Düşünme gücünün diğer güçlerin yerleri arasındaki yeri,
bedenin en şerefli organında ve en özel konumundadır; tıpkı kralın evinin,
kralın ülkesinin şehirlerinin en şereflisinde, bu şehrin en yüce yerinde ve o
şehrin de en şerefli mevkisinde bulunması gibi.
Ey
kardeşim, bil ki; bu beş gücün fiilleri, diğer güçlerin fiillerinden daha
şerefli ve daha kıymetlidir. “Duyu ve Duyulur Risâlesı’nde [şunu]
açıklamıştık: Yeri beynin önünde olan hayal gücünün, duyulurların bilgilerini
kendinde toplamakla, düşünme gücüne olan oranı, harita sahibinin krala olan
oranı gibidir. Yeri beynin arkası olan hafıza gücünün düşünme gücüne olan
oranı, koruyucu haznedarın, kralın emanetlerine olan oranı gibidir. Geldiği
yer dil olan konuşma gücünün düşünme gücüne olan oranı, hâcip[233]
ve tercümanın krala olan oranı gibidir. Gerçekleştiği yer iki el ve parmaklar
olan yapıcı gücün düşünme gücüne olan oranı, ülkesinin yönetimi konusunda
tayin edilmiş vezirin ve vatandaşlarının yönetimi konusunda yardımcının krala
olan oranı gibidir.
Bölüm
Düşünme
Gücünün Kendiliğinden Üstlendiği Fiiller Hakkında
Ey
kardeşim, bil ki; hayal gücü duyulurların görüntülerini (resm), duyu
organı gücünden aldıktan sonra düşünme gücüne ulaştırır ve duyulurlar da
duyuların kendilerini görmesinden gizlenirse, bu görüntüler nefsin
düşüncesindeki ruhanî suretler biçiminde şekillenerek kalırlar. Böylece nefsin
cevheri, kendisindeki bu şekillenmiş görüntüler için heyûlâ/madde gibi,
şekillenmiş bu görüntüler de nefsin cevherinde suret gibi olurlar.
Bu
konudaki örnek şöyledir: Bir insan, ülkelerin birinin şehrine girdiği, sokaklarında
ve mahallelerinde dolaştığı, sokaklarını gözden geçirdiği, ahalisini gördüğü,
durumlarına baktığı, sözlerini işittiği, özelliklerini bildiğinde ve sonra da
oradan ayrılıp duyularının onları görmesi ortadan kalktığında, o kişi bu şehri
ve onda gördüklerini her düşündüğünde, onu bir müddet sonra hatırlasa da,
orada bulunduğu zamanki görmesinde olduğu gibi, sanki onu açıkça
görüyormuşçasına hayal eder. Bu düşünce nefsin kendisine dönük bakışlarından
başka bir şey değildir. İnsanın bu şehri ve orada gördüğü varlıkların
suretlerini hayal etmesi, yüzük taşının [yani mührün] şeklinin mühürlenmiş
mumda iz bırakması gibi, onun nefsinin cevherinde iz bırakan bu varlıkların
suretlerini hayal etmesinden başka bir şey değildir. Duyu organlarının ilk
kullanımından nefsin bedeni kullanmayı bırakması olan ölüm anında kendisini
terk ettiği vakte kadar diğer duyulurların durumu bu kural üzere olur.
Ey
kardeşim, bil ki; duyulurların görüntüleri nefsin cevherinde oluştuğunda,
nefisteki düşünme gücünün ilk fiili, [bu] görüntülerin anlamını, niceliklerini,
niteliklerini, özelliklerini, faydalarını ve zararlarını bilmek için [bu]
görüntüleri tek tek düşünmesidir. Bu anlamlarla ilim ortaya çıkınca, hafıza
gücü hatırlama vaktine kadar onları [kendinde] tutar. Ve insan kendi
muhatabına malumatları hakkında bilgi vermek ve kendisine soru sorana
tasavvurları ve bildikleri hakkında cevap vermek istediğinde, bu durumda, tıpkı
kralın başkalarıyla konuşurken kendi yerine mâbeyncisinden ve tercümanından
yardım istemesi gibi, düşünme gücü de başkasına cevap vermede kendi yerine
konuşma gücünden yardım ister. Bu düşünme gücünün, hafızaya alınmış malumatları
konusunda daha başka fiilleri de vardır ki bunların bir kısmını “Mantık
Risâlesi'nde, başka bir kısmını “Musiki Risâlesi”nde, diğer bir
kısmını da “İnsan Küçük Âlemdir Risâlesf’nde, her risâlenin konuyla
ilgisi oranında anlattık. Çünkü bütün ilimler tek bir cisimsel kitapçıkta bir
araya getirilemez. Fakat nefis, çeşitli ilimleri, çok sayıda sanatları, farklı
ahlâkları ve birbirinden ayrı görüşleri [bünyesinde] toplayabilir, çünkü o
ruhanî bir kitapçık olup onda ma-
İtimatların
suretleri, cisimsel heyûlâda sıkıştığı gibi sıkışmaz. Bunun örneği şudur: Siyah
ve beyaz aynı yerde ve aynı zamanda; tatlılık ve acılık, tadı olan bir cisimde;
daire ve kare de aynı cisimsel şekilde; ve bunlara benzer zıt suretler ve
ârazlar bir arada bulunmaz. Çünkü bunlar eğer aynı cinsten ise biri diğerini
bozar. Fakat nefis cevherinde suretler sıkışmaz, aksine hepsi bir tek noktada
bir arada bulunur. Tıpkı çizgilerin dairenin merkezindeki bir tek noktada bir
araya gelmelerinde olduğu gibi ve yine tıpkı farklı cinslerine rağmen, bütün
görünenlerin şeklinin bir aynada ve gözdeki bir nokta olan göz bebeğinde bir
araya gelmeleri gibi. Nitekim bunları “Duyu ve D uyulurlar Risalesinde
açıkladık, oradan öğrenilebilir.
Bölüm
Konuşma
Gücüne Özgü Fiillere Dair
Biz
şöyle diyoruz: Bil ki düşünen güç cevap ve hitapta kendisinden yardım istediğinde
konuşan gücün yapacağı iş; sözlük harflerinden “konuşma” (kelâm) denen değişik
nitelikteki ezgilerle lafızlar meydana getirmek, sonra bu lafızların, düşünen
güçte şekillenen manaları içine almasını sağlamak ve onları dillerdeki çeşitli
seslerle havaya çıkarması ve yakındaki dinleyicilerin kulaklarına nakletmesi
için anlatan/ifadelendiren güce göndermektir. Böylece farklı şekil ve
özellikteki harflerden bir araya getirilmiş bu sözcükler farklı organlardan bir
araya gelmiş bedenler gibi olurken, bu sözcüklere yüklenmiş anlamlar da o
(bedenlerin) ruhları gibi olur. Çünkü anlamı olmayan her sözcük, ruhu olmayan
beden konumundadır. Kendisini ifade edecek sözcüğü olmayan nefsin
düşüncesindeki her anlam da bedeni olmayan ruh konumundadır. “Duyu ve
Duyulur Risalesinde havanın, seslerin suretlerini taşımasının ve kendisine
ait durumuyla onu koruyup kulağa iletmesinin ve sevk etmesinin nasıl olduğunu
açıklamıştık. Ayrıca şunu da anlatmıştık: Sesler, ancak kulaklar payını alıp
sonra [ses] bitene kadar havada bulunurken, “yazma” denin “yapma gücü (el-kuvvetu
s-smâiyye)” aracılığıyla onu kayıt altına almasıyla ilahi hikmet işler. Şöyle
ki; düşünme gücü, konuşmanın akıcı bir cisim olmasından dolayı havada sürekli
olarak kalmadığını gördüğünde başka bir çare bulur ve yapma gücünden yardım
alır: [Yapma gücü bu yardımı şöyle gerçekleştirir:] Sözlü harflerin anlamlarına
benzeyen yazınsal harfleri kalemle işler, sonra yazılı kitap haline gelinceye
kadar kitabın sayfalarını bir araya getirir ve sonra onu levhaların yüzlerine
ve sayfaların içine koyar ki geçip gitmişlerden gelip geçenlere yarar sağlayan
faydalı bir ilim, öncekilerden sonrakilere bir eser ve [şu an] bulunmayanlardan
bulunanlara -veya tersinebir hitap olarak kalsın. İşte bu, yüce Allah’ın
insanlara olan büyük bir nimetidir: Nitekim yüce Allah, Kitab’ında şöyle
buyurmuştur: “Oku! Senin Rabbin en cömert olandır. O, kalemle yazmayı öğretendir,
insana bilmediğini öğretendir”[234]
Sonra bil ki; yapma gücünün, sayısını ancak yüce Allah’ın bildiği birçok
fiilleri vardır. Bunun bir kısmını “Sanatlar Risâlest’nde anlattık. Aynı
şekilde konuşma gücünün, sayısını ancak Aziz ve Çelil olan Allah’ın bildiği
çokça dilleri, farklı sözcükleri ve değişik tonları vardır. Bunların bir
kısmını “Dillerin Çeşitliliği Risalesinde[235],
bir kısmını da “Musiki Risalesinde anlattık.
Sonra
bil ki; düşünme gücünün, içinde diğer güçlerin fiillerinin barındığı çok ça
fiilleri vardır. Şöyle ki; düşünme gücünün fiilleri iki çeşittir: Bunlardan
biri sadece kendisine özgüdür, diğeri ise diğer güçler ile ortaklık
içerisindedir. Nitekim bu fiillerin içerisinden [örneğin] sanatların hepsi,
düşünme gücüyle yapma gücü arasında ortaktır. Dillerin konuşma ve ifadeleri,
düşünme gücüyle konuşma gücü arasında ortaktır. Ezberlenmiş malumatların
görüntülerini elde etmek, düşünme gücüyle hafıza gücü arasında ortaktır. Fakat
düşünme gücünün kendisine özgü fiilleri ise düşünce (fikr), düşünme (reviyye),
tasavvur, değerlendirme (i’tibâr), birleştirme (terkîb),
çözümleme (tahlil), derleme (cem') ve kıyaslamadır. Ve [yine]
onun ince görüş (firâset), kontrol etme (zecr), kehanette
bulunma/tahmin (tekehhün), içe ses doğması (havâtır), ilham,
vahyi kabul etme ve rüyalarda gösterme [gibi fiilleri] de vardır. Bunların
ayrıntıları ise şöyledir: Düşünceyle, gizli saklı olanı ilimlerle ortaya
çıkarmak; düşünmeyle kuralların işletilmesi ve gücün kontrolünü sağlamak; tasavvurla
eşyanın hakikatinin kavranması; değerlendirme ve ibret almayla daha önce geçmiş
zamandaki işlerin bilgisi; birleştirmeyle bütün sanatların ortaya konması;
çözümlemeyle basit cevherlerin ve ilkelerin bilgisi; derlemeyle türlerin ve
çeşitlerin bilgisi; kıyaslamayla, gizli şeylerin zaman ve mekân ile kavranması;
fırasetle gizli işler gibi [varlıkların] tabiatlarda olan şeyin bilgisi;
kontrolle, günlük işlerin bilgisi; kehanette bulunmayla, göksel nedenler
aracılığıyla oluşanların bilgisi; rüyalarla, ikaz ve müjdelerin bilgisi; içe
doğan sesler, ilham ve vahyi kabul etmeyle, kanunların konulmasının, ilahi
kitapların tedvininin ve kendisine ancak fizik dünyanın kirlerinden
arınmışların -ki bunlar ruhanî olan ehl-i beyttirdokunabildiği saklı (meknûn)
tevillerinin bilgisi [anlaşılır],
“Kanun
Risâlesı’nde[236],
kanunların konulmasının ve İlahî kitapları tedvin etmenin insanın kendisine
Rabbânî destekle ulaştığı yüce mertebe olduğunu ve bunun insan eliyle yapılan
en şerefli sanat olduğunu açıklamıştık. Kendilerine Tevrat, İncil, Zebur ve
Kuran verilen peygamberlerin şeriatı bunun örneğidir.
Ey
kardeşim, bil ki; şanı yüce olan Yaradan tüm duyulur cisimsel işleri aklî
rûhânîyetlere misaller ve delil olarak kılmış ve duyu yollarını, nefsin
kendisine ulaşmasında en yüce gaye olan aklî işlerin bilgisine ulaşan yol ve
basamaklar yapmıştır.
Ey
kardeşim, istenenlerin en faziletlisine ve gayelerin en şereflisine -ki bunlar
aklî işlerdirulaşmak istiyorsan duyulur işlerin bilgisi için çalış, çünkü sen
bununla aklî işlere erişebilirsin. Bunun bir kısmını “Tabiiyyât Risale
si" nde[237]
açıklamıştık. Sonra bil ki, duyulur cisimsel işlerin bilgisi, nefsin yoksunluğu
ve ihtiyacın fazlalığıdır; ruhanî akledilir işlerin bilgisi de nefsin
zenginliği ve bolluğudur. Yani nefis cisimsel işlerin bilgisi hususunda,
cisimsel işleri kendileri aracılığıyla kavramak için bedene, onun duyularına ve
organlarına muhtaçtır. Cisimsel işleri duyulardan beden aracılığıyla aldıktan
sonra, ruhanî işleri bilmesi hususunda ise nefsin kendisi ve cevheri, kendisine
yeterdir. Nefis cisimsel işleri elde ettiğinde, artık bedene ve beden yoluyla
öğrenmeye ihtiyaç duymaz.
Ey
kardeşim, ömrün bitişi, zamanın geçişi, bedenin şeklinin (heykel)
bozuluşu ve varlığının ortadan kalkışından önce, ebedi zenginliği bu beden ve
araçlarıyla bunlar sana imkân tanıdığı süreceisteme konusunda çabala. Nefsini,
olgunluktan kaybettiğini bedenle tamamlamak için, bedene muhtaç olacak ve
ihtiyaç duyacak şekilde bırakma hususunda büsbütün uyanık davran. [Aksi
taktirde] “Ah, keşke/ (dünyaya) döndürülsek de yaptıklarımızdan başkasını
yapsak?"[238]
diyenlerden olur ve onların diriltilecekleri güne kadar berzahta kalırsın. Ve
nefis; dalgın, umursamaz, gafil ve cisimsel hazlar, fiziksel süsler ve
âlemlerin Rabbinin yerdiği yerilmiş olan bu dünya hayatındaki rahatlıkların
verdiği aldanma gibi cisimsel şehvetlere meyyal olduğu sürece, onlar için “ne
zaman diriltileceklerini bilmeleri"[239]
nereden [mümkün olsun ki]. (Ki âlemlerin Rabbi bu dünyayı yererek) şöyle
buyurmuştur: “Dünya hayatı ancak bir oyun, bir eğlence, bir süs, aranızda
karşılıklı bir övünme, çok mal ve evlat sahibi olma yarışından ibarettir. Tıpkı
bir yağmur gibidir ki, bitirdiği ziraatçıların hoşuna gider.", “ Dünya
hayatı, aldanış metaından başka bir şey değildir.”[240]
Allah, Kârun kıssasında şöyle buyurmuştur: “Karun, ziyneti ve görkemi
içerisinde kavminin karşısına çıktı. Dünya hayatını arzu edenler, “Keşke
Karun’a verilen (servet) gibi bizim de (servetimiz) olsaydı. Şüphesiz o büyük
bir servet sahibidir" dediler."[241]
Sonra Allah, yüce mertebelerdeki en şerefli emri bilen âlim rabbanilerin
sözlerini şöyle anlatmıştır: “Yazıklar olsun size! İman edenlere göre
Allah’ın mükâfatı daha üstündür."[242]
Bununla onlar “İşte gerçek hayat odur. Keşke bilselerdi!"[243]
[ayetiyle] nitelenen ahiret diyarını anlatmak istemişlerdir. Bununla da tamamı
ruh, güzel kokular(reyhan), selam (tahiyyât) ve razı olmaların (rıdvân)
yer aldığı ruhlar âlemi kast edilmiştir.
Sonra
Allah, bu akledilir işlerden sadece duyulurları anlayanları yermiş ve şöyle
demiştir: “Dünya hayatına razı olup onunla yetinerek tatmin olan kimseler
ile ayetlerimizden gafil olanlar."[244]
[Bununla] bedenden ayrıldıktan sonra, en hayırlı nefislerin kendisine
yükseldikleri ahiret işi, nimet diyarı ve selam diyarı anlatılmak istenmiştir.
Tıpkı Allah’ın Kitabında anlattığı gibi: “Güzel sözler ancak O’na yükselir.”[245]
yani müminin ruhu, “Salih ameli de güzel sözler yükseltir.”[246]
yani bu konuda onu teşvik eder ve gayretini/himmetini oraya yükseltir. Orada “Allah’ın
mağfireti"[247]
rahatlık/huzur, hoşnutluk vardır. Daha bunun dışında dünyayı yerme ve ondan
uzak durma hakkında Kur an’da zikredilen başka ayetler ve Hz. Peygamberden
nakledilen hadisler vardır. Aynı şekilde bilgelerin şiir olarak bu konuya
işaretleri de vardır:
Nefsini
terbiye et ve onun faziletlerini tamamla
Çünkü
sen bedenle değil nefs ile insansın
Dolayısıyla
bu alçak dünyanın süslerine aldanmamaksın, güzel düşüncelere uymalı, nefsini
eğiğtmelisin. Allah seni de kıymetli kardeşlerimizi de başarılı kılsın, bizi
doğru yola iletsin, O, kullarına çok şefkatlidir.
“Akıl
ve Akdedilir Risâlesi (Risâletu’l-akl ve’l-makûl)”
bitti. Bunu “Dönüşler ve Küreler Risâlesi (Risâletu 'l-edvâr
ve’l-ekvâr)" izlemektedir.
Aklî
Nefsânîlerin/Nefis ve Akla Dair Olan Şeylerin
(en-Nefsânîyyatu'l-akliyyat) Beşinci -İhvân-ı Safâ Risâleleri’nin
Otuz AltıncıRisâlesi: Devirler ve Küresel Dönüşler
(Edvâr ve Ekvâr1) Hakkında[248]
[249]
Rahman
ve Rahim Olan Allah’ın Adıyla!
A |
llah’a
hamd ve O’nun seçkin kullarına selam olsun, “Allah mı yahut onların O’na
ortak koştukları mı daha hayırlıdır?”[250]
Allah,
seni ve bizi katından bir ruh ile desteklesin, bil ki, “Akıl ve Makûl
Risâlesi”ni[251]
bitirdik; orada nefislerin cevherlerinin gerçek mahiyeti ve edilgen akılda (el-aklu’l-münfail)
akılla bilinen şeylerin (ma’kûlât) sûretlerinin nasıl bir araya geldiği
hakkında bilgi verdik. Bundan önce, “Tabiatın Mahiyeti Risâlesi”nde[252],
ulvî (yüce) felekî şahısların, oluş ve bozuluş âlemi olan ay feleği altında
bulunan süfli (altta bulunan) şahıslar üzerindeki etkileri hakkında
açıklamalarda bulunduk. Orada, ilk dönem bilginlerin (kudemâ) yıldızların
râhâniyâtı hakkındaki sözlerinin anlamlarını açıkladık. Kânun (namus)
koyucunun, meleklerin cinsleri; onların kuvvetlerinin âleme nasıl nüfuz ettiği
ve fiillerinin, o âlemdeki cisimlerde ortaya çıkışına (zuhûr) dair bilgi
verdik. Bu risâlede ise, felekî şahısların devirleri/dönmeleri (edvar),
küresel dönüşleri (ekvâr) ve konjonksiyonları/yakın ilişkileri (kırânât)
hakkında açıklamalarda bulunmak istiyor ve diyoruz ki:
Felek
ve şahısları, oluş ve bozuluş âlemini oluşturan dört unsur (erkân) etrafında
çokça döner/devreder, bunların sayısını ise ancak Yüce Allah bilir. Devirleri
için de küresel dönüş (kevr) söz konusudur. Yıldızların dönüşü ve bu
dönüşün küresel oluşunda yakın ilişkiler (kırân) vardır. Oluş ve
bozuluş âleminde meydana gelen her dönüş, dönüşün küresel oluşu ve bu
oluşumdaki yakın ilişkide, cinslerinin sayısını ancak Allah Teâlâ’nın bildiği
(kozmik, astronomik) olaylar cereyan eder. Bu konudan özlü, kısa ve kalan
kısmına da örnek olacak kadar bahsetmek istiyor ve diyoruz ki:
Bil
ki, beş tür devir (dönüş) vardır: Birincisi, seyyar (gezegen)
yıldızların kendilerini döndüren feleklerdeki devirleri; İkincisi,
döndüren feleklerin merkezlerinin kendilerini taşıyan feleklerdeki devirleri; üçüncüsü,
onları taşıyan[253]
feleklerin burçlar feleğindeki devirleri; dördüncüsü, sabit yıldızların
burçlar feleğindeki devirleri; beşincisi de, kuşatıcı felekîn (el-feleku'l-muhît)
bir bütün olarak unsurlar (erkân) etrafındaki devirleridir. Ekvâr ise,
onların başladıkları yere bir kez daha dönmeleri ve devirlerine tekrar
başlamalarıdır.
Kırânât
(konjonksiyonlar) ise onların, burçların derece ve dakikalarındaki (ince
detaylarındaki) birleşmeleridir. Bu da altı cins, yüz yirmi türlüdür: Yirmi bir
kırân ikili, otuz kırân üçlü, otuz beş kırân dörtlü, yirmi bir kırân beşli,
otuz bir kırân altılı, bir kırân da yedili; toplamı yüz yirmi tür kırân olup
bunlar da üç yüz altmış derecede madrubdur. Toplamı kırk üç bin iki yüz şahsî
kırândır.
Binlerin
devirleri dört türlüdür: Birincisi, yedi bin sene; İkincisi, on iki bin sene;
üçüncüsü, elli bir bin sene; dördüncüsü, üç yüz bin altmış senedir.
Sonra
bil ki, bu devir ve kırânların/birleşmelerin bir kısmı uzun bir zaman diliminde
bir kez, bir kısmı da kısa bir zaman diliminde bir kez cereyan eder. Uzun bir
zamanda cereyan eden devirlerden biri de, burçlar feleğindeki sabit yıldızların
devridir. Bu da, otuz altı bin senede bir kez gerçekleşir. Kısa bir zamanda
cereyan eden devirlerden biri de, Kuşatıcı feleğin bir bütün olarak dört unsur (rükün)
etrafında her yirmi dört saatte bir dönmesidir. Bu konuda Yüce Allah şöyle
buyurur: “Ve (görmüyorlar ki,) geceyi ve gündüzü, güneşi ve ayı -hepsi de
uzayda dolaşan (o gök cisimlerini)yaratan O’dur!”[254]
Diğer devirler (in süresi) de bu ikisinin arasındadır. Kıranlardan biri, üç yüz
altmış bin senede bir kez gerçekleşir. Bu, seyyar yıldızların tümünün, hami
burcunun ilk dakikasında, bir sonraki toplanmalarına kadar onların merkezinde
toplanmasıdır. Bu devir, Sindhind’in(?) Zîc’inde[255]
“büyük âlemin günlerinden bir günün dengi” şeklinde isimlendirilir. Kıranlardan
biri de, her ay bir kez gerçekleşir. Bu, ay’ın seyyar yıldızlarından her biri
ile toplanmasıdır. Kıranların diğerleri ise, bu iki vakit arasındadır.
Kısa
devirlerden biri, her on dört günde bir kez gerçekleşir. Bu, ay kendisini taşıyan
feleğinde iken, döndürme (tedvir) işini yapan feleğin merkezinin
devridir. Bir diğeri, her yirmi yedi gün yedi buçuk saatte bir kez gerçekleşir.
Bu, ayın burçlar feleğindeki devirleridir. Kısa devirlerden biri de, ayın
menzillerinden biri olan Cevzehr feleğinin devirleridir. Yirmi bir
senede bir, on sekiz yıl yedi ay on dokuz günde bir kez gerçekleşen bu devir
ise, Merkür’ün kendini döndüren felekteki devirleridir. Bir diğeri de, üç yüz
altmış beş ve çeyrek günde bir kez gerçekleşir. Bu, Güneş, Venüs ve Merkür’ün
burçlar feleğindeki devirleridir. Bir diğeri de, üç yüz yetmiş sekiz günde bir
kez gerçekleşir. Bu, Satürn’ün kendini döndüren felekteki devirleridir. Bir
diğeri de, her üç yüz doksan dokuz günde bir kez gerçekleşir. Bu da, Jüpiter’in
kendini döndüren felekteki devirleridir. Bir diğeri de, beş yüz altmış dört
günde bir kez gerçekleşir. Bu, Venüs’ün kendini döndüren felekteki
devirleridir. Bir diğeri de, her sekiz yüz yetmiş günde bir kez gerçekleşir.
Bu, Mars’ın burçlar feleğindeki devirleridir. Bir diğeri de, her beş yüz seksen
yedi günde bir kez gerçekleşir. Bu, Mars’ın kendini döndüren felekteki
devirleridir. Bir diğeri de, dört bin üç yüz otuz dört günde bir kez
gerçekleşir. Bu, Jüpiter’in merkezinin burçlar feleğindeki devirleridir. Bir
diğeri de, on bin yedi yüz kırk bir günde bir kez gerçekleşir. Bu da, Satürn’ün
merkezinin burçlar feleğindeki devirleridir. Tüm bunların toplamı on dört
türdür.
Zamanı
kısa kırânlara gelince: Bunların biri, yüz on altı günde bir kez gerçekleşir;
bu, Merkür’ün Güneş ile kırâmdır. Bir diğeri, üç yüz seksen bir günde bir kez
gerçekleşir; bu, Güneş, Venüs ve Merkür’ün Satürn ile birlikte olmasıdır. Bir
diğeri, üç yüz doksan günde bir kez gerçekleşir; bu, Jüpiter, Venüs, Merkür ve
Güneş’in birleşmesi/yakınlaşmasıdır. Bir diğeri de, yedi yüz seksen beş günde
iki kez gerçekleşir; bu, Venüs’ün Güneş ile beraber birleşmesidir. Bir diğeri,
yedi yüz seksen günde bir kez gerçekleşir; bu, Güneş’in Mars ile beraber
olmasıdır. Bir diğeri de, takriben iki buçuk senede bir kez gerçekleşir; bu,
Mars’ın Satürn ve Jüpiter ile beraber olmasıdır. Bir diğeri de, yaklaşık her
yirmi yılda bir kez gerçekleşir; bu da, Jüpiter ve Satürn’ün birleşmesidir.
Zamanı
uzun kırânlara gelince: Bunların birinin devri iki yüz kırk senede bir kez
yeniden başlamaktadır; bu, Satürn ve Jüpiter’in, tek bir üçgen içinde, on iki
kırânı tamamlamasıdır. Bir diğeri, her dokuz yüz altmış senede bir kez
gerçekleşir; bu, Satürn ve Jüpiter’in, dört üçgen içinde, kırk sekiz kırânı
tamamlamasıdır. Bir diğeri, üç bin sekiz yüz kırk senede bir kez gerçekleşir;
bu, Satürn ve Jüpiter’in, üçgenler içinde, kırânları tamamlamasıdır. Bunun
açıklaması uzundur, bizi konumuzun dışına çıkarır.
Feleklerin
devirlerinin nasıl olduğunu; (o feleklerin) yıldızlarının burçlarında devirler
ve binler şeklinde meydana gelen kırânlarının sayısını; yeniden başlangıç
noktasına gelme sayılarını (kevr) bitirdik. (Şimdi aynı konunun), ay
feleğinin altında “oluş ve bozuluş âlemi’ nde meydana gelen olaylarla alakalı
olarak bir kısım bilgi vermek istiyor ve diyoruz ki: “Semâ ve Âlem
Risâlesi”nde, kuşatıcı feleği, Yüce Allah’ın izni ile etkin ve tümel aklın
desteği ile tümel nefsin döndürdüğünü açıklamıştık. “Aklî İlkeler
Risâlesı’nde[256]
(de), nefis ve aklın Yüce Yaratıcının meydana getirdiği iki varlık (emr)
olduğunu, O’nun onların yaratıcısı, sebebi (illet), varlıklarının bağışlayıcısı
(müsebbit) olup dilediği gibi onları tamamlayacağını açıklamıştık. Âlemlerim
Rabbi olan Allah ne yücedir'.
Sonra
bil ki, oluş ve bozuluş âleminde meydana gelen tüm olaylar (havadis) feleklerin
küresel hareketlerine (devir) tâbi olup -Yüce Allah’ın izni
ileyıldızlarının hareketinden, onların burçlardaki seyrinden, birbiri ile
birleşme ve kavuşmasından (kırân ve ittisal) meydan gelir. Bu olayların bir
kısmı tüm insanlar için açık ve nettir; bir kısmına ise kapalı ve gizli olup
bunlar hakkında bilgi elde etmek için düşünüp taşınmaya ve değerlendirme yapıp
ibret almaya ihtiyaç vardır.
Sonra
bil ki, bu âlemde hızlı bir şekilde meydana gelen, varlık süresi kısa olan, çabuk
yok olan her bir yeni olay (hadis), felekte hızlı bir şekilde, kısa
zamanda ve yakın bir tekrar içindeki hareketten meydana gelir. Bu âlemde yavaş
bir şekilde meydana gelen, varlık süresi uzun olan, yavaş yok olan her bir
olay, felekte yavaş bir şekilde, uzun zamanda, uzak bir tekrar içindeki
hareketten kaynaklanır. Bu bölümde, bir kısmına “Madenlerin Yaratılması
Risâlesı”nde, bir kısmına “Bitki Risalesinde, bir kısmına da “Hayvan
Risalesinde değindiğimiz bu (konu hakkında) uzun bir açıklamaya ihtiyaç
duyuyoruz. Bu risâlede, (bu konuya dair) doğru bilginin açıklanması, gerçeğin
ortaya konması ve araştıranlara bu konunun gerçek mahiyetine ilişkin sırların
açıklanması için biraz değinmek istiyoruz. Sonra yüce şahısların düşük seviyedeki
kişiler üzerindeki etkilerini anlatacağız. Kuşatıcı feleğin bütün olarak -her
yirmi dört saatte bir kezunsurlar etrafındaki dönüşleri, bu hızlı, zamanı kısa
ve tekrarı yakın hareketlerdendir. Yüce Allah bu konuda “ Ve (görmüyorlar
ki,) geceyi ve gündüzü, güneşi ve ayı -hepsi de uzayda dolaşan (o gök
cisimlerini)yaratan O’durİ'0 buyurmaktadır. Bu (hareket), bizim
içinde bulunduğumuz bu âlemde gece ve gündüzün oluşmasına sebeptir.
Bu
hareketler (sebebiyle) herhangi bir akıllıya gizli kalmayan olaylardan biri,
hayvanların çoğunluğunun gece uyuması ve gündüz uyanık olmasıdır. Bu feleğin
dünyaya doğru dönüşü ile beraber güneşin doğması, gökyüzünün onun nuruyla
parlaması, yeryüzünün ışığıyla aydınlanması ile canlıların çoğunluğu
uykularından uyanırlar, durgunluklarından sonra harekete geçerler, dilsizlik ve
sessizlikten sonra terennüme başlarlar, nasiplerini kazanmak için (yeryüzüne)
dağılırlar, mezheplerine göre hareket ederler. Bitkilerin çoğunluğu da
yapraklarını açarlar ve hoş kokularını tatlı esintilerle yayarlar. İnsanlar
isteklerinin (peşinden) giderler, ihtiyaçları için çalışırlar. Güneş battığında
gökyüzü ve yeryüzü kararır, hayvanların çoğunluğu kabuğuna çekilir, yayıldıkarı
alanlardan yurtlarına ve yuvalarına dönerler. İnsanlar çarşılardan ve çalışma
mekânlarından evlerine çekilirler. İşlerine dağılıp çalıştıktan sonra
üzerlerine uyku, uyuşukluk ve tembellik basar; hareketten sonra durgunluğa,
kargaşadan sonra huzura kavuşurlar. Düşünen bir kimse, bu âlemin gündüz içinde
bulunduğu durumu düşündüğünde, onu uyanık, hareketli ve hassas bir canlı
olarak; gece içinde bulunduğu durumu düşündüğünde ise onu, huzur ve durgunluk
ile uyuyan, ölü yahut cansız (bir varlık) olarak niteler.
Sonra
bil ki, felekteki bu hareket aynı şekilde korunarak devam ettikçe hayvanlarda
görülen bu haller de devam eder; bu hareket durduğunda ise bu nizam ve düzen
(tertip) son bulur. Yüce Allah’ın buyurduğu gibi, bu hareket O’nun yaratılmış
varlıklara bahşettiği büyük nimetlerden biridir: “De ki: Düşündünüz mü hiç,
eğer Allah üzerinizde geceyi ta kıyamet gününe kadar aralıksız devam ettirse,
Allah’tan başka size bir ışık getirecek ilah kimdir? Hâlâ işitmeyecek misiniz?”11,
“Deki: Söyleyin bakalım, eğer Allah üzerinizde gündüzü ta kıyamet gününe kadar
aralıksız devam ettirse, Allah’tan başka, istirahat edeceğiniz geceyi size
getirecek ilah kimdir? Hâlâ görmeyecek misiniz?”[257]
[258]
[259]
Bu
süre içinde, bu hareket sebebiyle meydana gelenlerden biri de, yeşil gübre gibi
bazı eksik bitkilerin varlık kazanmasıdır. (Bu bitki) gecenin nemi ve
esintilerin tatlı kokularıyla doymuş olarak sabah erkenden meydana gelir;
üzerine güneş doğup gün ortasına gelindiğinde de kurur. Sonra yarın da aynısı
gerçekleşir. Bu (olayla) özellikle bahar günlerinde birçok yerde karşılaşırsın.
Belirtilen
bu süre içinde, bu hareket sebebiyle meydana gelenlerden biri de, kurtçuklar,
tahtakurusu, çöp, gübre, hayvan tersi, leş ve benzeri pisliklerden beslenen pireler
gibi yaratılışça eksik, bünyesi zayıf bazı hayvanlardır. Bunlar, güneşten
aldıkları ufak bir sıcak veya havadan kaptıkları ufak bir soğuk ile yok
olurlar.
Kısacası,
her yirmi dört saatte bir devri yeniden başlayan bu tür bir hareketten
kaynaklanan yaratılışça eksik, bünyesi zayıf -bitki, hayvanher tekil varlığın
varlığı bir seneden fazla sürmez. Çünkü ya yazın güneşin harareti yahut kışın
soğuğu onu yok eder. Bunun sebebini “Hayvan ve Bitki Risâlest’nde
açıklamıştık.
Felekteki
bu hareket aynı şekilde korunarak devam ettikçe, ondan kaynaklanan varlıkların
şekleri (suret) ve bu âlemdeki olaylar maddede varlığını sürdürür; felek ne
zaman durursa o zaman düzen (nizam) bozulur, oluş (ve bozuluş) biter.
Bu, tümel (külli) nefis en uzak hedefine ulaşınca gerçekleşecektir; çünkü
hedef, hayal gücünün/kanaatin (vehm) öngördüğü sonuçtur. Özne/fâil
fiilini, oraya ulaşmak için gerçekleştirir; ona ulaşınca da fiil biter.
Bölüm
Ey
kardeşim! Bil ki, “Yeniden Dirilme ve Kıyamet Risâlest’nde açıkladığımız
gibi, feleğin dönmesi (deverân) astronomik eylemlerin en kıymetlisi ve
en şereflisidir; bunları yapanın (fâil) amacı da, amaçların en kıymetlisi
ve en şereflisidir. Hızlı, kısa zamanlı, kısa zamanda yenilenen hareketlerden
biri, her ay iki kere gerçekleşir. Bu, her on dört günde bir gerçekleşen ve
ay’ı döndüren feleğin merkezinin taşıyıcı felekteki hareketidir. Bu süre
içinde ay, dünyanın merkezine doğru, görünen yüzeyi (vech) nurla dolmuş
olarak döner. El-Mecisti’deki bilgiyi kavramış olan ilim sahipleri, söylediğimizin
gerçek olduğunu bilir. Bu âlemdeki belirtilen hareketi şu olay ve oluşlar takip
eder: Eşyadaki hızlı büyüme ve artış, canlılardan, bitkilerden ve madenlerden
meydana gelen başlangıç halindeki varlıkların süratli gelişmesi nehirlerin
kabarması, rutubet ve ıslaklıktaki artış. Tecrübe sahipleri, ufukları
gözetleyen ve tefekkür eden ve varlıkların hallerini değerlendiren bilginler
bunları bilir. Bu merkez, ayın ikinci yarısında taşıyıcı felekte bir kez daha
döner. Fakat ay ışık saçan yüzünü yeryüzünün merkezinden Merkür feleğine doğru
çevirir, ay kendini taşıyan felekte bu müddet içinde bir kez daha döner. Bu
âlemde belirtilen hareketten, bu süre içinde, gelişme evresindeki varlıklarda
solma, zayıflama, eksilme; tohumu meyve olarak olgunlaşan bitki ve meyve gibi
varlıklarda da olgunluk ve kuruma meydana gelir. Bunun doğru olduğunu yukarıda
niteliklerini saydığımız ilim ehli bilir. Bu hareket sebebiyle, bu süre içinde
tuz, yermantarı ve benzeri bazı madenî cevherler meydana gelir.
Ey
kardeşim! Bil ki, “Madenler Risâlesi”nde açıklandığı üzere, yermantarı
madenî bir bitki, tuz ise bitkisel bir madendir. Bu hareket sebebiyle, bu süre
içinde ayrıca yeşillikler gibi bazı bitkilerin oluşumu tamamlanır, olgunlaşır
ve onlardan faydalanılır. Bu süre içinde, -bir dekuşlar, ipek böceği, eşekarısı
gibi bazı hayvanların oluşumu tamamlanır. Bunların çoğunluğunun yaratılışı on
dört günde tamamlanır; yirmibir gün sonra (yumurtalarından) çıkarlar, yirmi
sekiz günde de olgunlaşıp ayrılırlar.
Bu
süre, ayın büyüme gününden çıkış gününe kadar, içinde bulunduğu burçtan göç ve
sefer evi (beyt) olan dokuzuncu burca yolculuğunun miktarıdır. Bu süre
içinde hayvanlar bir halden diğer bir hale geçerler. Felekteki bu hareket aynı
şekilde korunarak devam ettikçe kainattaki şekiller (suret) bu âlemde maddede
mevcut olmaya devam ederler. Yüce Allah şu buyruğu ile buna işaret etmiştir: "Ayın
dolaşımı için de konak yerleri (evreler) belirledik. Nihayet o, eğrilmiş kuru
hurma dalı gibi olur.'"[260]
Ey
kardeşim! Bil ki, bu hareketten meydana gelen hayvan ve bitki tüm varlıkların
bir kısmının varlık süreleri uzun, bir kısmininki kısadır. Varlık süresi uzun
olanın (ömrü) yüz yirmi ayı geçmez, kısa olanınki ise bundan daha azdır.
Maddede
bir süre mevcut olan bu türün tekil varlıklarının varlık sürelerinin son
bulmasının sebebi, ayın, bir devri yirmi sekiz menzile bölünmüş burçlar feleğindeki
hareketinin meydana gelmesinin de sebebidir. Bu ay herhangi bir burç ve
herhangi bir menzilde iken kuşların kuluçka zamanıdır. Ay bu menzilden yirmi
menzil ötede olduğu gün, yavrunun (yumurtasından) çıktığı gündür. Bu burçtan da
dokuz burç sonra, (ay) feleği iki yüz kırk derece kateder. Onun kuluçkanın başladığı
günün derecesine dönmesi için, dokuz menzili ve yüz yirmi derecesi kalır. Bu
oluş, dünyadaki tâbiî ömrüne yeniden başlar. Her bir derece için bir ay (söz
konusudur), bu (onun için) tâbiî ömürdür. Bu süreden önce yok olamanın yahut bundan
fazla yaşamanın farklı sebep, illet ve gayeleri vardır ki, onların açıklaması
uzun sürer.
Bu
açıklamadan anlaşılacağı üzere, ay feleğinin altındaki tüm varlıklar için
felekî şahıslardan bir şahsın hareketi söz konusudur. Bunların devirlerine
yeniden başlamaları için uzun veya kısa, bilinen bir süreleri vardır. Tüm bu
varlıkların varlıkları -yukarıda zikrettiğimiz, ayın hareketi sebebiyle varlık
kazanan varlıklar örneğinde olduğu gibionların hareketleri ile olur.
Zikredeceğimiz
başka bir örnek de insanın durumu hakkında olacaktır. İnsan veya dokuz ayda
doğuran bazı canlıların cinsinden birinin rahmine spermin düştüğü saatte
güneş, mutlaka bir felekte, bir burçta ve bir derecededir. (Hamilelik) dokuzuncu
ayın başına ulaştığında güneş sekiz burç katetmiş, üçlü burçların tabiatlarını
da iki defa tamamlamış, yolculuk ve nakil evi olan dokuzuncu burcun evveline
ulaşmış olur. Bu aşamada, (yeni) doğan bir yerden diğer bir yere, bir durumdan
diğer bir duruma geçer. Güneş, nutfenin düştüğü günden bu (doğum) gü(nü)ne
kadar, burçlar feleğinde iki yüz kırk derece kat etmiştir ve spermin düştüğü
gündeki dereceye ulaşabilmesi için önünde yüz yirmi derece yol daha vardır. Bu
türe ait şahısların/ varlıkların varlıklarının son bulması ve madde
(âlemindeki) tâbiî ömürleri için her bir derece bir yıl sayılır; bu sürenin
uzaması veya kısalması, farklı sebep ve illetlere dayanır. Bu kıyasa dayanarak,
canlı cinsinden tüm (yeni) doğanlar bu şekilde değerlendirilir. (Maddî) bir
varlığın doğumu ve tâbiî olarak varlık kazanması, felekî şahıslardan birinin
hareketleri sebebiyle, on altı gün, yirmi bir gün, kırk gün, dört ay, beş,
altı, yedi, dokuz, on ay, bir yıl veya iki sene sürer. Onun var olmasını
gerektiren ve felekte taşman bu şahıs/varlık, dönüşün bir kısmını bu türün tâbiî
doğumundan önce tamamlar. Bu türün tâbiî ömrünün süresi, ister burçlar ister
dereceler, ister dakikalar, saatler veya günler olsun, bu hareket halindeki
varlığın felekteki seyrinin bir tam devreyi tamamlaması için kalan süre kadar
olur. Zira -daha önce zikrettiğimiz gibiyaratılışça eksik, bünyesi zayıf bazı
canlıların varlıklarının sebebi, meydana gelmelerinin illeti bu şekilde yirmi
dört saat içinde tekrar başlayan harekettir. Varlığının süresi ve tâbiî ömrü
dokuz günden fâzla olan türün şahısları daha uzun veya kısa yaşarlarsa, bu
başka sebeplere dayanır. Böylece onların yaratılışının tamamlanması ve
şeklinin olgunlaşması, felekte on altı saat yani sekiz burç katedecek kadar bir
sürede tamamlanır. Dokuzuncu burç doğmaya başladığında bu canlılar, kalkar,
harekete geçer, kendi varlığının maddede devam etmesi için gerekli olan azık ve
gıdasını aramaya çıkar veya devrin tamamlamasına kadar dokuz saat bekler. Bu
dünyada -her saat için bir gün olmak üzeredokuz günlük (yeni bir) ömür başlar;
sonra yok olur ve başkası oluşur. Diğer varlıklar (eşhâs) akış halinde iken bu
tür (de bu şekilde) varlığını sürdürür.
Ey
kardeşim! Bil ki, ay feleğinin altındaki canlı, bitki ve maden türünden her
varlığın -oluş ve ortaya çıkış vaktinden ortadan kalkma ve yok olma zamanına kadarbiraz
zamanı vardır. Bu felekî şahıslardan birinin devirlerinden bir devirdir. Bunun
açıklaması şudur: Bu âlemdeki her varlığın dört farklı durumu vardır: Birincisi,
varlığının oluşmasının başlangıcı; İkincisi, çoğalma, büyüme, bir sonuca
(nihayet) yükselmesi; üçüncüsü, duraklaması, aşağıya düşüşü ve
eksilmesi; dördüncüsü, ölmesi, yok olmasıdır. Bunun sebebi/illeti şudur:
Felekteki her şahsın ona özgü dairesel hareketi vardır, onun yörüngesindeki
hareketinin (de) dört hali bulunmaktadır: (1) Hadîd noktasından[261]
yükselmek, (2) Evce[262]
yükselmek, (3) Evc’den düşmek, (4) Hadîde düşmek. El-Mecisti’deki bilgilere
sahip olanlar dediğimizin doğru olduğunu anlarlar.
Hızlı,
zamanı kısa, tekrarı yakın hareketlerden biri, her dört ayda bir kez gerçekleşir.
Bu, Merkür’ün, kendisini döndüren felekteki -bazen doğrusal (ileriye doğru),
bazen ters yönde (geriye doğru), bazen doğuya, bazen batıya doğru, bazen
yörüngeden sapmış, bazen zirvesine yükselen, bazen hadîd’ine düşen, bazen bir
derecede denge halinde duran hareketidir. Bu süre içinde, bu âlemde, bu hareket
sebebiyle “Bitki Risalesinde açıkladığımız gibi, susam, darı/mısır, arpa
ve benzeri gibi bazı bitkiler meydana gelmekte ve tamamlanmaktadır. Yine bazı
madenî cevherlerin oluşumları, sanatla tamamlandıkları gibi son şekillerini
alırlar. Cam üretenler, kimya sanatını icra edenler ve madenler konusunda uzman
kimseler dediğimizin ne anlama geldiğini bilirler. Aynı zamanda bu süre içinde
bu âlemde, bu hareket sebebiyle “Hayvanlar Risalesinde açıkladığımız gibi,
yırtıcı, vahşi hayvanlar, ceylan ve bir kısım koyunlar gibi bazı hayvanların
yaratılışları ve doğumları tamamlanır.
Bu
süre içinde bu âlemde, bu hareket sebebiyle oluşanlardan biri (de), Merkür’ün
dönerken durumlarının farklılaşması sırasında bazı insanlarda meydana gelen ve
astrologların insanların doğum tarihleri hakkında belirttikleri bir takım
olaylardır. Bunun açıklaması şudur: Merkür (Utarid) normal seyrinden geri
kalınca (veya doğrusal olmayan hareketi sırasında)[263]
bazı insanlarda ve özellikle de çocuklarda hastalıklar, illetler ve ağrılar
ortaya çıkar. Bazı kâtip/yazıcı, işçi, vali, divan memuru ve vezirlerin başına
gelen, görevden alınma (azl), tutuklanma ve haciz; bazı sanatkârlarda
ortaya çıkan ağırlık (atâlet) ve tembellik; bazı tüccarların
karşılaştıkları batma, yok olma; bazı insanlarda görülen tutuklanma, gizlenme
ve zorluk da bu alaylardandır. Merkürün doğrusal hareketi ve gelişi (teşrif)
sırasında (da) kurtuluş, selamet, galibiyet, dostluk, dinçlik ve durumların
düzgünlüğü (istikâmet) meydana gelir. Durması ve dönmesi sırasında (da) hayret,
şüpheler, zannlar, endişe, duraklama, geri durma, makamdan düşme, izzetin
solması, mertebelerin eksilmesi gibi durumlar ortaya çıkar. Bütün bunlar,
feleğin asıl maddesindeki şeklini ve katmanlarının (tabaka) durumlarını -kendi
cinslerinin tabakalarını bilmeyigerekli kılan sebebe göredir. Bunların detayını
ise ancak astronomi bilginleri bilir.
Her
kez bir kere vuku bulan, hızlı, kısa zamanlı, yakın zamanlı yenilenen hareketlerden
biri de, Güneş’in kendini döndüren felekteki hareketi, Venüsün ve Merkür’ün
burçlar feleğindeki hareketidir. Bu hareket bazen kuzey, bazen güney, bazen
doğu istikametinde, bazen zikzaklı (muavvec), bazen ateşe ait olanda, bazen
toprağa ait olanda, bazen havaya ait olanda, bazen suya ait olanda, bazen
yükselerek, bazen düşerek, bazen evlerinde, bazen uygunsuz şartlarda, bazen
şanslı halinde, bazen şanssız iken, bazen doğarken, bazen batarken, bazen en
uzak noktasında (eve), bazen en yakın noktasında (hadid), bazen hızlı, bazen
yavaş, bazen ayın menzillerinin başında, bazen sonunda, bazen sağa doğru,
bazen sola doğru, bazen doğuya, bazen batıya doğru, bazen görülmeye uygun,
bazen düşer vaziyette, bazen boş, bazen çirkin, bazen burçlar bölgesinin oniki
menzilinden dört ana menzilde (evtâd), bazen menzillere yakın, bazen bunlardan
kaymış olarak, bazen ters dönmüş burçlarda, bazen sâbit burçlarda, bazen ceset
sahiplerinde vb şekil ve işaretlerde olur.
Bölüm
Ey
kardeşim! Bil ki, bu süre içinde bu hareketten ve bu yıldızların hallerinden,
bu âlemde çeşitli ilimler/sanatlar (fünun), farklı haller ve sayısını ancak
Allah’ın bilebileceği varlıklar (eşya) meydana gelir. Fakat burada,
geriye kalanlara işaret (delil) olması için bunların sadece bir kısmını
belirteceğiz. Önce zamanı, onun hallerini, çeyrek dilimlerini ve havanın
değişimlerini anlatarak başlıyoruz. Bu şöyledir: Güneş, felekte irtifa
kazanarak, oğlak burcunun başlangıcındaki hareketiyle güneyden kuzeye, en
yakın noktadan en uzak noktaya doğru yükselmeye başlayınca, Bu durumda tabiat,
Aziz ve Çelil olan Allah’ın izniyle, yağmurlardan (kaynaklanan) çeşitli rutu
betleri toprak ile çekme, onu ağaçların ve bitkilerin lifleriyle köklerinin ve
budanmış dallarının içine alma ve tutucu kuvvetle tutma konusunda ona yardım
etmeye başlar. Güneş, Balık burcunun sonuna ulaşıncaya kadar onun bu azimli
alışkanlığı devam eder. O, dörtlü dilimin çeyreği olan koç burcundan ilk
dakikada indiğinde iklimlerde gece ve gündüz birbirine eşit, zaman mutedil,
hava güzel olur, meltem rüzgarı esmeye, karlar erimeye, nehirler akmaya,
ırmaklar taşmaya, pınarlar (coşkun şekilde) kaynamaya, rutubet ağaçların en
ince yapraklarına kadar yükselmeye, çayır çimen büyümeye, ekinler uzamaya,
otlar büyümeğe, çiçekler parıldamaya, ağaçlar yapraklanmaya, çiçekler açmaya,
yeryüzü yeşermeye, vahşi hayvanlar ve sürüngenler oluşmaya, koyunlar (ve
sığırlar) doğurmaya, bol bol süt vermeye, ahırlarından çıkıp meraya yayılmaya,
bedevi hayatı güzelleşmeye, şehir ahalisi yaylalara çıkmak istemeye, dünya
süsünü takınmaya, insan ve hayvanlar en güzel esintilerle rahatlamaya, yeryüzü
-seyredenler içinsüslenip genç bir cariyeye dönmeye başlar. Dünyanın ve hayvan
ve bitki gibi ahalisinin bu durumu Güneş İkizler burcunun (Cevza) sonuna yani
en yakın noktaya ulaşana kadar devam eder. Güneş, Yengeç burcunun başlangıcına
indiğinde, tüm iklimlerde gündüzün uzaması ve gecenin kısalması son bulur;
gündüz kısalmaya, gece uzmaya başlar; bahar biter, yaz girer; sıcaklık
şiddetlenir, hava ısınır, sam yelleri esmeye başlar, sular çekilir, meralar
kurur, ekinler olgunlaşır, hasat ve ürünü devşirme vakti gelir, toprak münbit
olur, tarlalar çoğalır, hayvanların göğüsleri sütle dolar, hayvanlar besili
hale gelir, insanların (bitkisel) ürünlerden azıkları, kuşların (tahıldan)
yemleri, hayvanların samanları artar. Dünya, vurgunu (âşığı) çok, tam,
eksiksiz, bolluk içindeki bir damada döner. Onun ve ahalisinin bu özellikleri,
Güneş Başak burcunun sonu ve Terazi burcunun başlangıcına ulaşana kadar son
bulmaz. Güneş Terazi'nin başlangıcına inince, gece ve gündüz bir kez daha
birbirine eşit hale gelir. Sonra geceler-gündüzlerin aleyhine olmak
üzereuzamaya başlar. Yaz biter, güz girer. Hava soğur, kuzey rüzgarları esmeye
başlar, zaman değişir, sular çekilir, nehirlerde su azalır, pınarlar zayıflar,
otlar kurur, meyveler dökülür, harmanlar dövülür, insanlar hasat toplamaya
başlar, yeryüzü süslerinden uzaklaşır, kısa uykular biter, haşarat hücrelerine
çekilirler, kuşlar ve yaban hayvanları sıcak topraklara göç ederler. İnsanlar
kışlık azıklarını hazırlarlar ve evlerine kapanırlar, soğuktan korunmak için
deriden ve kaba kumaştan elbiseler giyerler. Hava değişir. Dünya gençliği
kalmamış yaşlı bir câriyeye benzer bir hal alır.
Güneş,
Yay burcunun sonuna ve Oğlak burcunun başına ulaştığında gecenin uzunluğu ve gündüzün
kısalığı son bulur. Sonra gündüz geceden daha uzun olmaya başlar. Güz biter,
kış girer. Soğuk şiddetlenir, hava sertleşir, ağaçların yaprakları dökülür,
bitkilerin çoğu ölür, hayvanların en güzelleri, soğuğun şiddeti ve rutubetin
çokluğundan ötürü, toprağın altına ve dağlarda mağaralara girerler. Bulutlar
ortaya çıkar ve çoğalır. Hava kararır. Zaman asık suratlı olur. Hayvanlar
zayıflar. Bedenlerin kuvvetleri azalır. Soğuk insanları serbest hareketten
alıkor. Hayvanların ve zayıf insanların hayatlarının büyük kısmı tatsızlaşır.
Dünya kendisine ölümün yaklaştığı kocamış bir ihtiyara benzer bir hal alır.
Hızlı,
kısa zamanlı, sıkça yenilenen hareketleren biri, yaklaşık her on üç ayda bir
kez gerçekleşir. Bu, Venüs’ün hacminin ve Jüpiter’in kendilerini döndüren
feleklerdeki hareketleridir. Bu süre içinde, bu ikisinin hareket ve hallerinin
farklılıkları sebebiyle, meydana gelen olaylardan (bir kısmı) ise şunlardır:
İhtiyar, güçsüz, çiftçi, ağalar, eşraf, kadılar, güvenilir kişiler, âlimler,
tâcirler gibi bir kısım insanları kuruluk ve soğukluk istila eder. Doğumu
sırasında, bu iki yıldızdan birinin kendini istila ettiği insanlar da -daha
önce açıkladığımız üzere, Merkür burcundan olanlarda ortaya çıkan
şeylerbunlarda da görülür. Bu iki yıldızın hareket ve hallerinden dolayı hayvan,
bitki, madenlerin bir çoğuna -içinde bu cins (olaylara) değindiğimiz
risâlelerde nasıl olduğunu açıkladığımızarazlar ve sebepler ortaya çıkar.
Kısa
zamanlı, sıkça yenilenen hareketlerden biri, Zühre’nin -beş yüz seksen dört günde
bir kezkendini döndüren felekteki hareketi ve Marsın, yedi yüz seksen günde
bir kendini döndüren felekteki hareketidir. Oluş ve bozuluş âleminde, bu iki
yıldızın hareketlerine bağlı olarak bu âlemde, bazı insan gruplarının
başına-daha önce açıkladığımız üzere, Merkür burcundan olanların başına
gelenler gelir. Bu âlemde başına Merkürde bulunanların başına gelenlerin
geldiği insan grupları şunlardır: Kadınlar, kadınsı hareket eden (erkek)ler,
lezzet ve eğlence düşkünleri, eğlendirenler, gençlerden Mars burcundan olanlar
(hiddetli, ahmak ve kavgacı kişiler), hilebazlar, başıbozuklar, askerler,
silah sahipleri, binek hayvanlarının bakıcıları (seyis).
Kısa
zamanlı, sıkça yenilenen hızlı hareketlerden biri de, Jüpiter feleğinin -dört
bin üç yüz otuz dört günde bir kezkendini taşıyıcı felekteki hareketidir. Oluş
ve bozuluş âleminde, bu hareket sebebiyle meydana gelenler(den) bazıları
şunlardır: Bazı beldelerin havalarının -bozulduktan sonraılıman hale gelmesi,
bazı yörelerin -harap olmasından sonraimar edilmesi, bazı madenlerin oluşumu,
bazı bitkilerin oluşması, bazı ürünlerin bol olması, bazı canlıların hallerinin
düzelmesi, bazı şehirlerdeki ucuzluk, (bazı) kavimlere nimetlerin yeniden
verilmesi ve bu âlemde buna benzer iyi ve hayırlı (olaylar).
Kısa
zamanlı, sıkça yenilenen hızlı hareketlerden biri de, yirmi beş senede bir kez
gerçekleşir. Bu, Merih’in on iki burçta on iki dönüş gerçekleştirmesidir. (Bu
hareket sebebiyle) meydana gelenler olaydan (bazıları şunlardır): Bazı
madenlerin olgunlaşması, bazı bitkilerin süratli ortaya çıkması, bazı
canlıların kuvvetlerinin artması, bazı insan ve ümmetlerin devlet kurmaları,
bazı sultanların kuvvetlerinin artması, bazı asilerin isyanı, ülke
yöneticilerinin yenilenmesi ve bu âlemde Mars’ın gücünün etkisi ve ortaya
çıkması ile (gerçekleşen) buna benzer olaylar. Bundan ve bundaki maksat,
kâinatın işlerinin düzene sokulmasıdır, amaç ise, onun olgunluğa erişmesi ve
tamamlanmasıdır. Fakat bazen, savaşların ve kargaşaların ortaya çıkması ve
saldırı gerçekleştirmek için didinmek gibi bozucu sebepler de meydana gelir.
Buna göre bazı ülkeler tahrip edilir, bir kavmin devleti yok olur, onlara
bahşedilen nimetler elden gider; fakat sonuç, iyi bir şekilde biter. Özetle,
bu hareket sırasında ortaya çıkan bozgun/bozulma, âlemin geri kalanının
düzelmesi için meydana gelenden çok daha az bir şeydir. Bunun örneği, -yukarıda
açıkladığımız gibigüneşin, gece ve gündüzün gerçekleşmesi için doğma ve batma
hareketi; yaz ve kışın gerçekleşmesi için de burçlarda seyretmesidir. Fakat
bazen güneşin aşırı kızması sebebiyle şiddetli bir ısı meydana gelir, tabiatın
bir kastı veya hikmete (dayalı) bir yardım olmadanbu ısı bazı bitkileri yok
eder ve zayıf bünyeli bazı hayvanları öldürür.
Böylece
yağmurdan maksat, toprakların, otlakların, otların dirilmesi; yahut canlıların
azığı olması için ekinlerin ve meyvelerin sulanmasıdır. (Bununla beraber) bazen
yağmur, ekinleri yok ve meyveleri heder eder. Bazen sel, bazı ülkeleri tahrip
eder. Fakat bu tahribat, ülkenin, hayvanların ve bitkilerin çoğunluğunun
iyiliği için meydana gelen olaylara göre çok az bir şeydir.
Böylece
Mars, Satürn ve Kuyruklu yıldızın bıraktığı etkinin sonucu budur. Onların
belaları olarak anlatılanlar, bu hareketler sebebiyle âlemde vuku bulan
faydanın yanında küçük bir zarardır.
Ey
kardeşim! Sonra bil ki, yıldızlar hakkındaki yargıların doğruluğunu kabul eden
veya onlar hakkında konuşanların çoğu zanneder ki, Mars, Satürn ve Kuyruklu yıldız
tamamen bela/sıkıntı ve uğursuzluk; Venüs, Ay ve Jüpiter ise tamamen mutluluk
sebebidir. Halbuki durum zannedildiği gibi değildir. Çünkü bazen bu âlemde
onlardan yayılan fâzla güç/enerji sebebiyle -aşırı rutubet ve soğukluk
gibibozucu etkiler meydana gelir. Mesela âfetlerin büyük çoğunluğu, Mars ve
Satürn’den kaynaklandığı gibi, aynı zamanda Güneşin sıcaklığının, Satürn’ün
soğukluğunun, Mars’ın kuruluğunun, Venüs’ün ve Ay’ın rutubetinin aşırı
olmasından kaynaklanır.
Kısa
zamanlı, sıkça yenilenen hızlı hareketlerden biri de, Satürn’ü döndüren feleğin
burçlar feleği ile temsil edilen taşıyıcı felekteki beş bin yedi yüz kırk bir
günde bir kez gerçekleşen hareketidir. Bu hareketten, bu süre içinde rastık
taşı (antimon), arsenik (zırnık), demir gibi bazı madenlerin
oluşması, zeytin ve ceviz gibi bazı bitkilerin meyve verir hale gelmesi,
insanın olgunluğunun zirvesine ulaşması, bazı beldelerin imarı, bazı şehir ve
köylerin yeniden kurulması, krallığın bir kavimden diğerine geçmesi ve benzeri
olaylar meydan gelir.
Uzun
zamanlı, tekrarı uzun süren yavaş hareketlerden biri, sabit yıldızların burçlar
feleğindeki otuz altı bin senede bir kez gerçekleşen hareketidir. Onlar seyyar
yıldızların en uzak noktaları (evc)’dır. Bu yıldızların en yakın noktaları (hadid)
da onların menzilleridir. Bu müddet içinde, bu oluş bozuluş âleminde, bu
hareketten, imaretin yeryüzünün bir bölgesinden diğer bir bölgesine taşınması,
karaların denizlere ve denizlerin de dağlara dönüşmesi gibi olaylar neşet eder.
Bunun nasıl olduğunu, “Madenler Risâlesı’nde açıkladık. (Burada)
devirler (sebebiyle gerçekleşen) olayların açıklamasını bitirdik. Şimdi de
onların kavuşmaları (kırânları) bin yıllık süreleri hakkında bilgi vermek
istiyoruz.
Bölüm
Biz
diyoruz ki: Bil ki, astronomların (müneccim) hakkında kanıt getirdiği
oluşumlar (kâinat) yedi türdür: Birincisi, kendisi hakkında -yaklaşık
bin yılda bir kez gerçekleşenbüyükkavuşumlarla (kırân) kanıt getirdiğimiz
milletler ve devletlerdir. İkincisi, krallığın bir ümmetten diğer bir
ümmete yahut bir beldeden diğer bir beldeye yahut bir hanedandan diğer bir
hanedana geçmesidir. Bu olaylar hakkında, iki yüz kırk yılda bir kez
gerçekleşen kavuşumlarla kanıt getirilir. Üçüncüsü, kendisi hakkında,
yaklaşık yirmi yılda bir kez gerçekleşen kavuşumlarla (kırân) kanıt
getirdiğimiz krallık tahtındaki şahısların değişmesi ve bu olaylar sebebiyle ortaya
çıkan savaşlar ve kargaşalardır. Dördüncüsü, pahalıhk-ucuzluk,
verimlilik-kuraklık, veba (salgın)ölüm, kıtlık, hastalıklar-illetler,
terslikler, selamet gibi, her yıl gerçekleşen olaylardır. Beşincisi,
kendisi hakkında, takvimlerin tarihlendirdikleri (saydıkları) âlemin yaşı ile
kanıt getirdiğimiz olaylardır. Altıncısı, takvimlerin tarihlendirdikleri
birleşme (içtimâ) ve gelecek olayların vakitleri ile kanıt getirilen ay
ay ve gün gün (kayıt altına alman) sıradan olaylardır. İnsanların teker teker
doğum tarihlerinin, yaşlarının değişimine göre, doğdukları zamanın aslına ve
yaşlarının ilerlemesine göre feleğin şekli ve yıldızların konumunun
gerektirdiği yargılar (altıncı tür/dendir. Yedincisi, gizlemek, çalmak
ve gizliyi dışarı çıkarmak gibi, tikel olaylardan gizliler hakkında kanıt
getirmektir. Doğuş vakti ve soruya konu olma ile meselelere kanıt bulmak da bu
kısma dahildir.
Sonra
bil ki, sabit yıldızlar, seyyar yıldızların en uzak noktaları ve burçlarındaki
menzilleri ve dereceleri her üç bin yılda (bir) yer değiştirir. Her dokuz bin
senede bir, feleğin çeyrek dilimlerinin birinden öbürüne geçerler. Her otuz
altı bin yılda on iki burçta tek bir devre dönerler. Bu sebepten dolayı
yıldızların ışıkları yeryüzünün farklı bölgelerine farklı düşmekte, beldelerin
havaları birbirinden farklı olmaktadır. Gece ve gündüz, yaz ve kış ya denge ve
eşitlik ya fazlalık ve eksiklik ya sıcaklık ve soğuklukta aşırılık ve
aralarında denge ile ard arda farklılaşmaktadır. Bunlar, yeryüzünün (çeşitli)
bölgelerinin hallerinin farklı olmasının, beldelerin ve mıntıkaların
havalarının değişmesinin, özellik açısından bir halden başka bir hale
dönüşmesinin sebep ve illetleri olmaktadır. el-Mecisti ve kavuşumların (kırân)
hükümleri konusunda uzman olanlar, dediğimizin gerçek olduğunu bilirler. Bu
sebep ve illetlerle beraber (bu olaylar da) krallık ve devletler yok olmakta,
(devlet) bir kavimden diğer bir kavme intikal etmekte ve imaret bölgeden
bölgeye değişim göstermektedir. Tüm bunlar, (belirli) zaman ve vakitte
gerçekleşen kavuşumların (kırân), bin senede bir kez; yirmi iki bin senede bir
kez veya otuz altı bin senede bir kez (gerçekleşen) kavuşumlar ve devirler
yönünden, hükümlerinin gerektirdiği (şekilde gerçekleşir). Kavuşumların (bir
kısmı) felaketlerin kuvvetine, zamanın bozuk olmasına, insanların dengeden
ayrılmalarına, vahyin kesilmesine, âlimlerin azalmasına, iyilerin ölümüne,
sultanların zorbalığına, insanların ahlâklarının bozulmasına, eylemlerinin kötülüklere
(yol açmasına) ve görüşlerinin farklılaşmalarına işaret eder. Bu kavuşumların
sonu belirene kadar, semadan yağmur şeklinde bereketlerin inmesine engel
olunur; (böylece) yeryüzü arınmaz, bitkiler kurur, hayvanlar (susuzluktan)
kırılır, şehirler ve beldeler tahrip olur, kavuşumların (kırân) (bir kısmı da)
bahtın kuvvetine, zamanın dengeli oluşuna, unsurları (rükunlar) tabiatlarının
tam olarak belirmesine, -Allah’ın selamı üzerlerine olsunpeygamberlerin
vahyi ve yalana ihtimali olmayan haberi getirmelerine, peygamberlerin
çokluğuna, sultanların adaletine, semadan yağmurla rahmet (inmesine),
yeryüzünün ve bitkilerin arınmasına, hayvanların çokça doğurmasına, beldelerin
mamur olmasına, çokça şehir ve köy yapılmasına işaret eder. Tüm bunlar,
kullarının iyi ve kötü amellerine göre, onların eylemlerinin bir karşılığı olmak
üzere Yaratanlarının emriyle meydana gelir. Ey kardeş! Gaflet ve cehalet uykusundan
uyan! Bil ve dikkat et ki, duyularınla hissettiğin ve, kendisi cehennem olan bu
âleminin ötesinde başka bir âlem ve başka olgular daha vardır. Bunlar da,
ruhlar âlemi, meleklerin, dairesel hareket sahibi olanların, bu âlemi korumakla
görevli olan ruhanîlerin mekânı ve mertebeleridir. Allah seni, bizi ve tüm
kardeşlerimizi doğruya uaştırsın. O, kullarına karşı çok mehametlidir.
“Devirler
ve Küresel Dönüşler” (Edvâr ve ekvâr) Risâlesi (burada)
bitti, bunu “Aşkın Mahiyeti Risâlesi” takip edecektir.
[1] Nahl, 16/78.
[2] Âlâk,
96/5.
[3] Âl-i
imrân, 3/79.
[4] Ankebût, 29/69.
[5]
Çeviren: Yrd. Doç. Dr. Ömer Bozkurt, Mardin Artuklu Üniversitesi İlahiyat
Bilimleri Fakültesi İslâm Felsefesi Anabilim Dalı Öğretim Üyesi.
[6]
el-Meşime: Çocuğun [anne karnındaki] yeri olup doğumda kendisiyle birlikte
çıkar.
[7] Âl-i İmrân, 3/168.
[8]
Hadîd, 57/20.
[9] Rûm,
30/7.
[10]
Enfâl, 6/8.
[11]
A’lâ, 87/17.
[12]
Yûsuf, 12/57.
[13]
Ankebût, 29/64.
[14]
lâhâ, 20/55.
[15]
Vakıa, 56/61.
[16] Kâf,
50/22.
[17]
Hicr, 15/99.
[18]
Ankebût, 29/57.
[19] Fecr
89/27, 28.
[20]
Merinde “el-Cesedaniyye” geçmektedir. Oysa bu ifade anlatılmak istenene ters
düşmektedir. Bunun yerine “er-Rûhânîyye” olması daha uygundur, (ç.n.)
[21]
Melekût: Saltanat, büyüklük, Allah’ın mülkü ve hükümranlık gibi anlamlara
gelir. Bu kelime, ruhlar, nefisler ve harikulade şeylere özgü gayb âlemini
ifade etmek için kullanılır. Buradaki anlamı da budur. Sufiler ise zahir âlem
söz konusu olunca melek, bâtın âlem söz konusu olunca melekût kelimesini
kullanırlar, (ç.n.)
[22] Ankebût, 29/57.
[23]
Enbiyâ, 21/90.
[24] Bakara, 2/223.
[25]
Cuma, 62/6.
[26]
Yusuf, 12/101.
[27] Şuarâ, 26/80-86.
[28] Tin,
95/4-6.
[29]
Ehlinin Şefaati (şefaati ehliha): Yani İlahî kanunların yönetiminin ehline ait
şefaat.
[30]
Hûdî: Yâıudi.
[31] Câsiye, 45/23.
[32]
A’râf, 7/27.
[33]
Eş-Şekûr: Allah’ın isimlerinden olup; kulların az miktardaki amellerini yanında
büyüten ve karşılığını onlara kat kat geri veren demektir. O nun kullarına şükranı,
onlara olan mağfiretidir.
[34]
Çeviren: Doç. Dr. Murat Demirkol (Yıldırım Beyazıt Üniversitesi İlahiyat
Fakültesi İslâm Felsefesi Ana- bilim Dalı Öğretim Üyesi); Kâmuran Göktaş
(Mardin Artuklu Üniversitesi İlahiyat Bilimleri Fakültesi İslâm Felsefesi Anabilim
Dalı Öğretim Üyesi). Bu risâlenin, 52.-63. sayfaları K. Göktaş, 63.-83.
sayfaları M. Demirkol tarafından çevrilmiştir.
[35] Nemi, 27/59.
[36] Bu
başlık metnin orijinalinde olmayıp mütercim tarafından konunun anlaşılmasına
yardımcı olması için eklenmiştir.
[37] Risâletu l-Ahlâk.
[38] Risâletu
l-Mebâdi.
[39] Risâletu
l-Mebâdî.
[40] Risâletü
Meskati’n-Nutfe.
[41] Risâletü Nüşûi’l-Enfüsi’l-Cüz'iyye.
[42] Risâletü
l-Bahsi ve l-Kıyâme.
[43] Risâletü
l-Kevni ve’l-Fesâd.
[44] Risâletü
Hikmeti’l-Mevt.
[45] Risâletü
Terkibi'l-Cesed.
[46] Risâletü
l- Hâssi ve’l-Mahsûs.
[47] Risâletü
el-İnsânü Âlemun Sağirun.
[48] Nahl, 16/78.
[49]
Kasas, 28/14.
[50] Risâletu
l-Hayevân.
[51] Hümeze, 104/6-9.
[52]
Nebe, 78/23-26.
[53]
Nisa, 4/56.
[54] Bu
başlık metnin orijinalinde olmayıp mütercim tarafindan konunun anlaşılmasına
yardımcı olması için eklenmiştir.
[55] Risâletün-Nâmûs.
[56] Risâletü
l-Mü’minin.
[57] Nisâ, 4/56.
[58]
Kıyame, 75/22-23.
[59] Rad,
13/23.
[60] Nahl, 16/22.
[61]
Mürselât, 77/30.
[62]
Araf, 7/24.
[63]
Araf, 7/25.
[64]
A’râf, 7/168.
[65]
Enam,6/38.
[66]
Parantez içindeki ifadeler İhvân-ı Safâ’ya aittir, (ç.n.)
[67]
A’râf, 7/46.
[71] Nahl, 16/50.
[72] Mu
minûn, 23/57.
[73] Münafıktın, 63/4.
[74]
Kabirde insanları sorguya çekecek olan melekler.
[75] Vakıa, 56/15-18.
[76] Vakıa, 56/28-31.
[77]
Rahman, 54/55.
[78]
Secde, 32/17.
[79] Zuhruf,
43/71.
[80]
Kıyamet, 75/22-23.
[81]
Muhammed, 47/15.
[82] İsrâ, 17/65.
[83]
Zuhruf, 43/67.
[84] A’lâ, 87/13.
[85]
A’râf, 7/53.
[86]
Nebe, 78/40.
[87]
Enam, 6/28.
[88]
A’râf, 7/38.
[89]
Şuarâ, 26/94.
[90]
Enam, 6/112.
[91] Nas 114/4-6.
[92] Mü
r.ıinûn, 23/100.
[93]
Secde, 32/17.
[94]
Metinde “lügât/diller” kelimesi yanlışlıkla “lezzât/lezzetler” olarak
çıkmıştır, (y.h.n.)
[95]
Çeviren: Yrd. Doç. Dr. Ali Avcu, Cumhuriyet Üniversitesi İlahiyat Fakültesi
İslâm Mezhepleri Tarihi Ana- bilim Dalı Öğretim Üyesi.
[97]
Ortaçağ İslâm âlimleri genellikle evrendeki varlığın cevher ve arazdan
oluştuğunu öne sürmüşlerdir. Cevher maddenin hakiki özünü oluştururken, araz o
maddeye dışardan dâhil olan ve cevherin farklı bir yapıya dönüşmesine sebebiyet
veren bütün haricî unsurlardır. Arazların varlığı cevherin varlığına bağlıdır.
Cevherin ortadan kalkması ile arazlar da yok olur. Bu noktada İslâm âlimleri
arasında farklı cevher ve araz tanımları ve tasnifleri yapıldığına da işaret
etmek gerekmektedir. Örneğin İbnu 1-Arabî tek cevherin Allah olduğundan hareketle
evrendeki her şeyin araz olduğunu öne sürmüştür, (ç.n.)
[98] Vâkı’a, 56/62.
[99]
Çevreleyen kürelerin sayısı Ortaçağ İslâm âlimlerine göre sekiz tanedir.
Bunlardan yedi tanesi yedi gezegende bulunur. Sekizincisi ise en yüksektedir
ve sabit yıldızlarda bulunur. Buna burçlar kuşağı adı verilir, (ç.n.)
[100]
Haşeviyye: İslâm Mezhepleri Tarihinde metnin zahirine bağlı kalıp, tevil ve
yorumdan kaçınan gruplar için kullanılan bir kavramdır. Genellikle bu kavramla,
ayetlerin ve hadislerin yorumunu yapmaktan şiddetle kaçman hadis taraftarları
kast edilmiştir, (ç.n.)
[101] Hicr, 15/22.
[102]
Târik, 86/6.
[103]
Hindistan yöresinde yetişen büyük bir ağaç.
[104]
Metinde işitme (sem) kelimesi geçse de metnin siyak ve sibakından burada kast
edilenin koklama duyusu olduğu anlaşılmaktadır.
[105] Kur
anı ya da genel olarak kutsal kitapları kast etmektedir, (ç.n.)
[106]
Devri tarih algısı, İsmâilî düşüncenin en temel özelliklerinden birisidir.
İhvan da bu tarih algısına paralel olarak devirlerden oluşan bir tarih inşa
etmeye çalışmıştır, (ç.n.)
[107] Beyt:
Ev anlamına gelen bu kelime, astrolojik hesaplamaları kolaylaştırmak için
ekliptiğin otuzar derecelik on iki kısma bölünmesi sonucu elde edilen her bir
kısma verilen addır, (ç.n.)
[108]
Tabiat kelimesini burada “doğa” anlamında değil de, “dört tabiat”ta olduğu gibi
âlemin ve evrenin var edilmesinde önemli bir yeri olan kuvvetlerden birisi
olarak algılamak gerekmektedir, (ç.n.)
[109]
Yani aslında küçülen güneş değildir, aksine göz onu küçük görmektedir.
Dolayısıyla küçülme güneşten değil, onu küçük olarak algılayan gözden
kaynaklandığı için bu günah göze aittir, (y.h.n.)
[111] Bakara, 2/30.
[112]
İsmâilî düşüncede “Kelime” bildiğimiz anlamının dışında özel bir içeriğe
kavuşturulmuştur. Buna göre kelime, her şeyi yoktan var eden Mübdi’ (Allah) ile
yoktan var edilen ilk varlık olan Mübda’ arasındaki sebebin ya da illetin
adıdır. Bu illete İsmâilî düşüncede ibda, kelime ya da emr adları
verilmiştir, (ç.n.)
[113]
Muhtemelen İhvan kendi yazdığı metinde Hint alfabesindeki birden dokuza kadar
olan sayıları orijinal haliyle yazmışken daha sonra risaleleri yeniden yazanlar
bu dokuz sayıyı Arapça olarak vermişlerdir. Eserin günümüzdeki neşirlerinde de
bu sayılar Arapça olarak verilmiştir, (ç.n.)
[114]
Matbu metinlerde bu kelime tâmm ) şeklinde okunmuştur. Ancak biz metnin akışına
uygun olarak bu kelimeyi sânî ) şeklinde okuduk. İki kelimenin yazımı birbirine
benzediği için sânî/iki kelimesinin tâm/tamam şeklinde okunduğunu
düşünmekteyiz. Zira tâm şeklinde okuduğumuzda anlam bütünlüğü kaybolacaktır,
(ç.n.)
[115]
Tavîl veya bahr-ı tavîl, şiirde Feûlün/mefâîlün/feûlün/mefâîlün ölçüsünde bir
vezin çeşididir, (y.h.n.)
[116]
Medîd veya bahr-ı medîd, şiirde fâilâtün/fâilün/fâilâtün/fâilün ölçüsünde bir
vezin çeşididir, (y.h.n.)
[117]
Basît, veya bahr-ı basît, şiirde müstefilün/fâilün/müstefilün/fâilün ölçüsünde
bir vezin çeşididir, (y.h.n.)
[118]
Sebeb, harekeli bir harf ile sakin bir harften veya iki harekeli harften
meydana gelen parçanın adıdır., (ç.n.)
[119]
Veted: Aruz vezninde bir “tef’ile’nin üç harflik kısmına denir, (y.h.n.)
[120]
Bahr-ı Râbf adı verilen aruz vezninin adıdır. Ölçüsü,
müfâaletün/müfâaletün/müfâaletün’dür. (y.h.n.)
[121]
Kâmil de aruz kalıplarından birisidir. Ölçüsü,
mütefâilün/mütefâilün/mütefâilün’dür. (y.h.n.)
[122] Yâsîn, 36/38.
[123]
İhvan burada bir Kuran ayetine işaret etmektedir. Bu ayette Yüce Allah şöyle
buyurmaktadır: “Şayet bilmiyorsanız zikir ehline sorun.” Bkz. Enbiyâ, 21/7.
[124]
Enam, 6/38.
[125] Enbiyâ, 21/105-106.
[126]
Müzemmil, 73/20.
[127]
A’râf, 7/53.
[128]
A’râf, 7/53.
[129]
Enam, 6/94.
[130] Mu
minûn, 23/115.
[131]
Zümer, 39/70.
[132]
Zuhruf, 43/36.
[133] Enbiyâ, 21/98.
[134]
Sâd, 38/26.
[135]
Nâsıbîler, en geniş anlamıyla Şiîler’in, kendilerine karşı çıkan ve düşmanlık
besleyen diğer fırkalara verdikleri bir isimdir. Genellikle Haricîler ve Ehl-i
Sünnet kast edilir, (ç.n.)
[136]
Genellikle Şia, İsnâ Aşeriyye ya da İmâmiyye kavramları ile eş anlamlı olarak
kullanılmış bir kavramdır. Yazar muhtemelen bu kavramla İmâmiyye Şiası’nın
kast ediyor olmalıdır, (ç.n.)
[137]
Kaderi inkar ederek insanın özgür iradesine karşı çıkanlara verilen bir addır.
Bunlara göre insan rüzgârın önünde savrulan bir yaprak gibidir. Bu nedenle
özgür bir iradesi yoktur, (ç.n.)
[138]
Mu’tezile mezhebi ile özdeşleşmiş olan fırkanın adıdır. Bunlar Cebriye’nin tam
zıddına, insanın özgür iradesine aşırı vurgu yapmaları ile bilinirler, (ç.n.)
[139]
İslâm’da ortaya çıkan ilk mezhep olan Haricîler kendilerinin dışındakileri
kafir olarak görüp diğer Müslümanlara fazla yaşam hakkı tanımamış fanatik bir
gruptur, (ç.n.)
[140]
Ehl-i Sünnet’in inanç mezheplerinden birisi olan Eş’arîlik, aklı ve naklî
uzlaştırmaya çalışmış mutedil bir mezheptir, (ç.n.)
[141]
Âl-iİmran, 3/103.
[142]
Enfal, 8/63.
[143]
Hicr, 15/47.
[144]
Haşr, 59/9.
[145]
Yûsuf, 12/108.
[146]
İslâm topraklarında yaşayan Müslüman olmayan kişilerden alınan bir vergidir,
(ç.n.)
[147]
Nahl, 16/125.
[148]
Ahzab, 33/70.
[149]
Nisa, 4/5.
[150]
Tâhâ, 20/44.
[151] Tevbe, 9/73.
[152]
İsrâ, 17/77.
[153]
Fâtır, 35/24.
[154]
Dinler tarihi kaynakları bu kadının Bathsheba olduğunu belirtmektedir, (ç.n.)
[155]
Metinde olumsuzluk edatı bulunmasa da anlamdan hareketle metnin “istemedi”
şeklinde çevrilmesinin daha doğru olacağını düşünmekteyiz, (ç.n.)
[156]
Kurrâ: Kuranı usul ve tecvidine göre okuyan kişiye verilen addır, (ç.n.)
[157]
Fukahâ/fakîh: İslâm hukuk bilgini demektir, (ç.n.)
[158]
Tevbe, 9/33.
[159]
Metinde Kuran kelimesi geçmektedir. Ancak biz anlam bütünlüğü açısından
“kitaplar” kelimesini tercih ettik, (ç.n.)
[160]
Burada Kaderi kelimesi ile kaderci anlayışa karşı özgür iradeye ve akla aşırı
değer veren ve vurgu yapan Mu’tezile mezhebi kast edilmiştir, (ç.n.)
[161]
Nisa, 4/54.
[162]
Felâk, 113/5.
[163] Zâriyât, 51/55.
[164]
Ehl-i sünnet mensupları kast edilmektedir, (ç.n.)
[165]
Çeviri: Doç. Dr. Murat Demirkol, Yıldırım Beyazıt Üniversitesi İlahiyat
Fakültesi Öğretim Üyesi.
[166] Nemi, 27/59.
[167] Zâriyât, 51/49.
[168] Müsebbia
veya Sebe'ıyye: Şeriati anlatanların(nutekâ) Âdem, Nuh, İbrahim, Musa, İsa,
Muhammed ve bunların yedincisi Muhammed Mehdi olmak üzere yedi tane olduğunu
iddia eden bir Gulat(aşırı) Şia fırkasıdır. Şeriati anlatanların her ikisi
arasında yedişer imam vardır. Her şeraitte mutlaka kendilerine uyulan yedi
şahsın olması gerekir. (Bu fırkanın farklıtanımları ve görüşleri için bk.
Bağdadî, Mezhepler Arasındaki Farklar( tercüme, E.Ruhi Fığlalı), Ankara
1991, 177-179; Fığlalı, “Sebe’iyye”, Türkiye Diyanet Vakfı İslâm Ansiklopedisi,
I, 133-134). (ç.n.)
[169]
Seneviyye/Düalistler: Kurucusu Mani’ye nispetle Mani mezhebi. O, Zerdüştîlik
dinini tasdik etmek ve varlıkta biri aydınlık, iyilik ve gündüzün tanrısı;
diğeri karanlık, kötülük ve gecenin tanrısı olan iki tanrının bulunduğu
konusunda onunla aymgörüşü paylaşmak üzere gelen bir Fars dinidir. (Bk. Mustafa
Sinanoğlu, “Seneviyye”, Türkiye Diyanet Vakfı İslâm Ansiklopedisi,
XXXVI, 521-522).
[170]
Hürremiyye: Mezdek tarafından kurulan ve dini harekete ve aşırı Şia’nın
tesiriyle gelişen İran kaynaklı Arap aleyhtarı değişik fırkalara verilen isim.
Aynı zamanda bunlar, Ermenistan ve Azerbaycan dağlarında Abbasî hilafetine
karşı ayaklanan ve ülkede korku yaratan mubahcı/ibahî bir topluluktur.
Kadınların ve malların mubah/helal olduğuna davet eden mezhepleri yayılmıştır.
Nihayet Mutasım’ın ordusu miladî 836 yılında onları ortadan kaldırmıştır(Bk.
AlievSaleh Muhammedoğlu, “Hürremiyye”, Türkiye Diyanet Vakfi İslâm
Ansiklopedisi, XVIII, 500-501).
[171]
Bağlama göre “erbap sahipleri” değil de “rabler” olması gerekir; ama metinde
zevi’l-erbab ibaresi yer almaktadır. (ç.n.)
[172]
Vücuttan kan alma yoluyla yapılan bir tür tedavi işlemini yapan kişiye
hacamatçı denir, (ç.n.)
[173]
Metinde dallar anlamına gelen üç kelime: kudban, furu’ ve ağsan birlikte peş
peşe kullanılmış olup aynı şeyi kast etmektedirler, (ç.n.)
[174] Tin, 95/4-8.
[175]
Enbiyâ, 21/104.
[176]
Hac, 22/5; benzeri: Nahl, 16/70.
[177] Risâletü
Mebâdii'l-mevcûdât’il-akliyye.
[178] Risâletü
Mebâdii’l-akliyye alâ reyi İhvânis-safâ.
[179]
Çeviri: Doç. Dr. Murat Demirkol, Yıldırım Beyazıt Üniversitesi İlahiyat
Fakültesi Öğretim Üyesi.
[180] Nemi, 27/59.
[181]
Veted, kazık demek olup, evtad onun çoğuludur. Zevail, kaybolup giden
anlamındaki zailin çoğuludur. Evtâd: Burçlar bölgesindeki on iki menzilden dört
ana menzildir.
Zevâil: Yıldızlar demektir.
[182]
Sanca: Terazi ayarı demektir. Kelime olarak, İspanyol çalparası anlamına da
gelmektedir. Çalpara, Ak- denizde yaşayıp ağları keserek balıkçılara zarar
veren çağanoz cinsinden bir yengeçtir. (Bkz. İlhan Ayverdi, Misalli Büyük
Türkçe Sözlük, I, 522). (y.h.n.)
[183]
Ratl/rıtıl: Ağırlık birimi. Ülkelere göre değişiklik arz eder. 2.566,
3202,449.28 gr. olarak değerlendiren f arklı Arap ülkeleri vardır, (y.h.n.)
[184] Risâletul-mûsikî.
[185] Kadir, 97/4.
[186]
Meryem, 19/64.
[187]
Saffat, 37/164-166.
[188]
Yâsîn, 36/40.
[189] Yâsîn, 36/38.
[190]
Çeviri: Doç. Dr. Murat Demirkol, Yıldırım Beyazıt Üniversitesi İlahiyat
Fakültesi Öğretim Üyesi.
[191] Nemi, 27/59.
[192]
Lokman, 31/28.
[193]
Metır.de bu ifâdeler olmakla birlikte anlatılan konuya uygun ifâde şöyle
olmalıdır: “Küçük bir âlem olan insanın”, (ç.n.)
[194] Enbiyâ, 21/20.
[195]
Zümer, 39/75.
[196] Meryem, 19/71-72.
[197]
Âl-iİmrân, 3/169-171.
[198]
Enbiyâ, 21/47.
[199]
A’râf, 7/172-173.
[200] Hac, 22/47.
[201]
Nemi, 27/83.
[202]
Maide, 5/109.
[203]
Mü’minûn, 23/112-113.
[204]
Nahl, 16/96.
[205]
Enbiyâ, 21/47.
[206] Ne
tür bir ölçü aleti olduğunu sözlükte bulamadık, (ç.n.)
[207]
Bunlar daha önce açıklandı, (ç.n.)
[208] Risâletü
medhali’n-nücûm.
[209] Risâletüs-semâi
vel-âlem.
[210] Risâletü’l-edvâr
vel-ekvâr.
[211] Risâletü’l-âsâru’l-ulvîyye.
[212] Muminûn, 23/12-15.
[213]
Hac, 22/5.
[214]
Çeviri: Yrd. Doç. Dr. Ömer Bozkurt, Mardin Artuklu Üniversitesi Öğretim Üyesi.
[215]
Nemi, 27/59.
[216]
“Hakim” sözcüğü her ne kadar yaygın bir biçimde “filozof” şeklinde çevriliyorsa
da -ki daha önce tarafımızdan çevrilen risâlede biz de bu şekilde çevirdik- bu
sözcüğün “bilge” olarak çevrilmesinin daha uygun olacağına karar verdik. Zira
“filozof” sözcüğü “hakim” sözcüğünden ayrı olarak metinde geçmektedir, (ç.n.)
[217] Risâletu’l-hâss
ve’l-mahsûs.
[218]
“Mevcûd” sözcüğünün yaygın anlamı “varlık” veya “var olan’dır. Ancak burada
kelimenin sözlük manasına dikkatçekilmiş ve “adem” yani “yokluk” veya
“yoksunluk” sözcüğünün zıddı anlamda kullanılmıştır. Anlatımın geliş
vegidişidegözönüne alındığında burada “mevcûd” sözcüğünü bilgi ile ilgili
olarak değerlendirmek gerekir. Kelimeyi “bilinen” bir şey olarak “bulunan”
şeklinde çevirmek daha uygun düşmektedir, (ç.n.)
[219] Risâletu’l-mantık.
[220] Risâletu’l-hâss.
[221] Risâletu’l-berahîn.
[222]
“Hüviyet" kavramının birçok anlamı olup kimi zaman bir varlığın özünü,
kimi zaman da bir varlığın zihin dışındaki varlığını ifade eder. Ancak burada
“Allah’ın hüviyeti’ nden kast edilen, genel manada Allah’ın varlık ve
birliğidir, (ç.n.)
[223] Saffât, 37/159-160.
[224] Ma
ide, 5/48.
[225]
Bakara, 2/210.
[226]
Enbiyâ, 21/104.
[227] Kamer, 54/50.
[228]
İsrâ, 17/85.
[229]
A’râf, 7/54.
[230] Risâletü terkîbi’l-cesed.
[231] Risâletul-hâss
vel-mahsûs.
[232] Risâletu’l-insân âlemun sağirun.
[233]
Hâcip: Eskiden saraylarda h izmet gören üst düzey görevli; padişahı veya
sarayın ileri gelenlerini dışa karşı koruyan, örten, saklayan kimse; mabeyinci,
(ç.n.)
[234] Alâk, 96/3-5.
[235] Risâletu
ihtilâfi’l-luğât.
[236] Risâletü
n-nâmûs.
[237] Risâletu’t-tabiiyye.
[238]
Metinde iki ayetin bazı kısımları birleştirilerek verilmiştir. Bkz. Enam, 6/27
ile A’râf, 7/53. (ç.n.)
[239]
Nahl, 16/21 veNeml,27/65. ayetlere telmih yapılmıştır, (ç.n.)
[240]
Hadîd, 57/20.
[241]
Kasas, 28/79.
[242]
Kasas, 28/80.
[243]
Ankebut, 29/64.
[244]
Yunus, 10/7.
[245]
Fâtır, 35/10.
[246]
Fâtır, 35/10.
[247]
Hadîd, 57/20.
[248]
Aslında “Ekvâr", felek ve yıldızların başladıkları yere bir kez
daha dönmeleri ve devirlerine tekrar başlamalarıdır. (y.h.n.)
[249]
Çeviri: Yrd. Doç. Dr. M. Fâtih Demirci, Bolu Üniversitesi İlahiyat Fakültesi.
[250] Nemi, 27/59.
[251] Risâletü
l-akli ve’l-ma kül.
[252] Risâletü
mâhiyeti’t-tabiâti.
[253]
Taşıyan(Hâmile): Yeryüzünü şamil, cüzî feleklerdir; merkezleri âlemin
merkezinin dışındadır. Taşıyan Feleğin iki dış bükey düzlemi (satıh) diğer bir
feleğin iki dış bükey düzlemine -ikisinin arasında ortak olup eve olarak
adlandırılan- bir noktada temas eder. İki içbükey düzlemi de diğerinin iki
içbükey düzlemine -ilk noktanın tam karşısında bulunan ve hadîd olarak
adlandırılan- noktada temas eder, (ç.n.)
[254] Enbiyâ, 21/33.
[255]
Zîc, astronomik takvim demektir. Yıldızların hareketlerinin durumları hakkında
bilgi veren kitaplara da bu ad verilir. Bu bilgi ile de takvim yapılır,
(y.h.n.)
[256] Risâletu l-mebâdii'l-akliyye.
[257]
Enb'vâ, 21/33.
[258]
Fasas28/71.
[259]
Kasas 28/72.
[260] Yasin, 36/39.
[261] Hadîd
noktası: Ay yörüngesinin yer yüzüne en yakın noktası, (y.h.n.)
[262] Eve:
Bir gök cisminin özellikle de ayın yörüngesinin yer yüzüne en uzak noktası,
(y.h.n.)
[263]
Burada anlamın doğru olması için olumsuz bir kelime olması gerekmektedir.
Metinde verilen kelime buna uygun düşmediğinden tercüme bağlama uygun olarak yapılmıştır,
(y.h.n.)
« Prev Post
Next Post »
Yorumlar
Yorum Gönder