Print Friendly and PDF

İhvân-ı Safâ Risâleleri 6

|

 

Bölüm

Âlimlerin Heyûlânın Mahiyeti Konusundaki Görüşlerine Dair

Bu hususta deriz ki: Bil ki, heyûlânın mahiyeti ve sonradan ortaya çıkışı üze­rinde konuşanlar, onun mahiyeti ve cisimlerin ondan ortaya çıkış keyfiyeti hakkın­da ihtilafa düşmüşlerdir. İşte bu ihtilaf, temel görüşlerden ve onlardan ortaya çıkan mezheplerden birisidir. Onlardan bir kısmı, heyûlânm artık parçalanmayan küçük parçalar olduğuna inanır. Eğer bu parçalar herhangi bir tarzda bir araya getirilirse, onlardan çeşitli şekillerdeki cisimler oluşur. Nitekim bu konuyu “Duyulur Nesneler Geometrisi Risalesinde anlatmıştık. Heyûlâ farklı keyfiyetlerde bulunur. Onlar bu nunla, ateşin, toprağın ve havanın cüzlerini kast ederler. Bunlar herhangi bir şekilde karıştıklarında, kendilerinden madenler, bitkiler, hayvanlar ve diğer felekler ve yıl dızlar türer ve oluşur. Onları bu görüşe, olaylara dair inançları ve sanayi heyûlâsı/ hammeddesi üzerine yaptıkları kıyasları götürmüştür. Nitekim onlardan bir kısmı, sanayi heyûlâsıını çeşitli keyfiyetlerde gördükleri ve onların bir araya getirildiklerin­de, kendilerinden kanepe ve kapı gibi odundan mamul çeşitli sanat eserlerinin par­çalarının oluştuklarını fark ettikleri zaman bu kanaate varmışlardır.

Hattatların harfleri, şarkıcıların nağmeleri, müzisyenlerin sesleri, tâbiplerin ilaç­ları, ressamların boyaları, fırıncıların ve pastacıların malzemeleri vb şeyler de aynı şekilde farklı keyfiyetlere sahiptirler. “Müzik Notaları Risâlesı’nde anlattığımız gibi, bunlar bir araya toplanıp birleştirilerek bir terkip haline getirildiklerinde, kendi­lerinden çeşitli ürünler ortaya çıkar. Onlar farklı formların niteliklerini taşıyan ve artık parçalanamayacaklarını iddia ettikleri söz konusu parçalar hakkında bu değer­lendirme ve kıyas üzere bir hüküm verdiler. Onların ilimden nasipleri ve gayretleri­nin kendilerini taşıdığı nokta işte budur.

Onlardan bir kısmı, bunlardan daha ince düşünceli ve ayırt etme ve araştırma bakımından daha güçlüdürler. Bunlar, söz konusu parçaların birbirlerine benzedik­lerini iddia ettiler. Onların bir kısmı diğerinin oluşturduğu boşluğu doldurmakta ve onun yerine geçmektedir. Bir tür bileşik oluşturulduğunda, herhangi bir şekil meydana getirildiğinde ve bir çeşit karışım yapıldığında, bunlardan arazlar, sonra da keyfiyetler, tarzlar, nitelikler, renkler, tatlar, kokular vb şeyler ortaya çıkar. Onları bu görüşe ve inanca götüren, sanayi heyûlâlarınm/hammaddelerinin parçalarının birbirlerine benzer oldukları yönündeki değerlendirmeleridir. “Madde ve Şekil/Suret Risâlesı’nde bir kısmını açıkladığımız üzere, onlardan çeşitli şekiller oluşturuldu­ğunda, isimleri ve fiilleri değişiklik arz eder.

Örneğin, iki demir parçasından birine bıçak ismi verilen bir şekil, diğerine ise tes­tere ismi verilen bir şekil verilir. Bıçağın fiili, testerenin fiilinden başkadır. Hâlbuki demir aynı demirdir. Çünkü bundan yapılanın öbüründen yapılması da mümkün­dür. Parçalar birbirine benzemekte, oluşturulan terkip ise farklılık arz etmektedir. Onların ilimlerinin ve dikkatli incelemelerinin vardığı nokta işte budur.

Yine onların daha dikkatli bakıp araştırma bakımından daha güçlü ve hassas olanları şöyle demişlerdir: Kuşkusuz heyûlâ yalnızca bütün keyfiyetlerden arınmış olan basit ve rûhânî bir cevherdir. Onun “Aklî İlkeler Risâlesi”nde açıkladığımız üze­re, aşama aşama düzen ve tertibi kabul etme kabiliyeti vardır.

Buraya kadar anlattıklarımızdan ve yaptığımız açıklamalardan açıkça ortaya çıkmıştır ki, âlem bir sanat eseri olarak var edilmiştir. Bu husus, konuya doğal akıl aracılığıyla bu açıdan bakıldığında bilinir. Kazanılmış akıl aracılığıyla bakıldığında ise heyûlânın yoktan var edilip yaratıldığı, onun durumunun da anlattığımız gibi olduğu anlaşılır.

Bu filozoflar, etkin neden, heyulânî neden ve formel nedenin ne olduğunu açıkça ortaya koyduktan sonra, failin, fiilini uğruna yaptığı en yüksek gayeden ibaret olan tam nedeni araştırdılar. Bu meselede aynı şekilde diğer görüş ve mezheplere kay­naklık eden temel araştırma konularından birisidir. Onları bu konuyu araştırmaya, beşerî sanatlara ilişkin düşünceleridir. Nitekim onlar, insanoğlundan her sanatkârın fiilinde bir maksadının bulunduğunu gördüler. Maksat ise, failin ilk önce düşün­düğü gayedir. Fail, fiilini onun uğruna yapar. Fail, fiilini yapıp gayesine ulaştığında, yaptığı bu fiilini bitirir. Bunlar iki gruba ayrılır:

Birinci grup, Allah’ın âlemi bir nedenden dolayı yarattığını düşünür ve buna ina­nır. İkinci grup ise Onun [yaratmada] herhangi bir nedeninin bulunmadığını dü­şünür ve buna inanır. Onları bu görüşe sevk eden, şimdi anlatacağımız şu hususu düşünmeleri, onu araştırmaları ve dikkate almalarıdır: Onlar bu hususta şöyle de­mişlerdir: Söz konusu neden ya Allah ya da Ondan başkasıdır. Eğer Ondan başkası ise düalistlerin iki ezelî neden görüşüne gitmek kaçınılmaz olur. Bu görüşün bozuk olduğuna dair, kesin kanıt/burhân vardır. Yok, eğer Ondan başkası değilse, zâten biz de bunu söylüyoruz. İşte onların ilimden nasipleri ve gayretlerinin kendilerini ulaştırdığı nokta budur.

Tam neden konusunda konuşanlar da iki gruptur: Birinci grup, bu nedenin Allah’ın iradesi ve seçmesi olduğuna inanır. İkinci grup ise bunun Onun ezelî ilmi olduğunu düşünür ve kabul eder. İradenin tam neden olduğunu düşünenler de iki gruptur: Birincisi, bu iradenin onun ezelî ilmi ve iradenin de Allah’ın sıfatlarından birisi olduğunu kabul eder. İkincisi ise bunun Allah’ın fiillerinden bir fiil olduğunu düşünür. Bunun Allah’ın sıfatlarından birisi olduğunu söyleyenlere gelince; onlarda iki kısımdır: Birincisi, bunun zâti, İkincisi ise arızî bir sıfat olduğunu kabul eder. Bunun arızî bir sıfat olduğunu kabul edenlerin bir kısmı, onun Allah’ın zâtıyla, bir kısmı başkasıyla, diğer bir kısmı ise kendi kendine kaim olduğuna inanır.

Onlar arasında uzayıp giden tartışmalar ve çekişmeler vardır. Bunlar onların çe­kişmelerini ve mücadelelerini anlatan kitaplarda zikredilmiştir.

Bu nedenin Allah’ın ezelî bilgisi olduğunu söyleyenler de iki gruba ayrılır: Birin­cisi, Allah’ın âlemi yarattığından, dolayısıyla da onu yaratacağını bildiğinden hareket ederek böyle bir çıkarımda bulunur. Eğer O, âlemi yaratmasaydı, ilmine aykırı hare­ket etmiş olurdu. İlmine aykırı hareket eden ise cahildir. Allah Teâlâ ise mahlûkatına benzemekten münezzehtir. İkincisi ise Allah’ın âlemi yaratacağını, Onun âlemi ya­ratmasının hikmet olduğuna bağlar. Çünkü hikmetli olanı yapmak, hikmet sahi­binin katında zorunludur. Eğer hikmet sahibi, hikmetli olanı yapmaz ise bön olur. Dolayısıyla eğer Allah âlemi yaratmamış olsaydı, hikmetli olanı terk etmiş olurdu. Hikmeti terk etmek ise bönlüktür. Allah, bundan yüce, ulu ve münezzehtir. İşte bu, görüşlerin en tercihe şayanı ve doğruya en isabet edenidir.

Bölüm

Âlemdeki Kötülüklerin Sebeplerinin Kasıtlı Değil,
Arızî Olduğu Meselesinin İzahına Dair

Âlemdeki kötülüklerin, ayrışan bir cevher olmasından ve üstünlükleri kabul et mede yetersiz kalmasından dolayı heyûlâdan kaynaklanan arızî bir durum olduğu görüşünü savunanlar da iki gruba ayrılırlar: Birinci grup, heyûlânm ezelî olduğuna ve onun üzerinden hiçbir f ormu/sureti, şeklive keyfiyeti bulunmadığı halde uzun bir sürenin geçtiğine inanır. Sonra Allah, bu maddeye/heyûlâya yönelmiş ve ona üç bo yutlu cisimler âleminin şeklini/suretini vermiştir. Ardından da onu, [Batlamyus’un] Majesty ve filozof Banyas’ın feleklerin terkibine ve göklerin katlarına dair kitabında zikredildiği üzere, iç içe girmiş küresel ve dairesel şekillere sokmuş ve kulları için bir mesken, orduları için de bir barınak haline getirmiştir. Bu kullar ve ordular, en yük­sek kuşatıcı felekten arzın merkezine kadar âlemin her yerine sirayet eden nefisler/ ruhlar, çeşitli melekler, cin taifeleri, şeytanlar ve âdemoğulları ile diğer hayvanların ruhlarından ibarettir. Bunlar, Allah’ın göklerinin ve arzının sakinleri ve âleminin mi­marları olan; feleklerindeki işleri yürüten, yıldızlarını döndüren, arzındaki canlıla­rın maişetlerini temin eden, bitkilerini yetiştiren ve madenlerini oluşturan kullar ve ordulardır. Bunların hepsi bütün noksanlıklardan münezzeh olan Allahü Teâlanın izni ile gerçekleşir. “ Göklerin ve yerin orduları Allah’ındır’[1], “ Ancak onların çoğu [bunu] bilmezler.”[2]

Allah onlar için gökleri yaratmış, yeri yaymış ve onlar aracılığıyla âleme bir ni­zam vermiştir. Bunların hepsi, onları dirilişten ve nimetler içerisinde sonsuza dek kalmaktan ibaret olan en yüksek gayeye ulaştırmak içindir. Onlar, bunların hepsi­nin hikmet, cömertlik, lütuf, nimet, ihsan ve hayır olduğunu söylemişlerdir. Bunları yaratan, var eden, varlıklarına neden olan, varlıklarını sürdüren ve kemale erdiren Yüce Allah’dır.

Maddede/heyûlâda bu iyiliklerin yokluğu ve onda bunların eksik bulunmasından ibaret olan kötülüklere gelince; eğer heyûlâ tabiatı itibariyle bu kötülüklerden arın­mış olsaydı, ilk haline döner, formundan çıkar ve böylece âlemin nizamı bozulur ve yaratıkların varlığı ortadan kalkardı. Bundan da her şeyin helaki ve fesadı neticesi ortaya çıkar. Bu da salt kötülük/şer demektir. Ancak ilahi hikmet [bu salt kötülükten dolayı heyûlânm yaratılmasını] terk etmeyi gerektirmez. Çünkü Allah’ın heyûlâya form vermesi, Onun cömertçe davranması; yine Onun âlemi terkip etmesi; hikmeti, varlığın meydana gelmesi; Onun onlara bir cömertliği, ihsanı ve rahmetidir. Varlık söz konusu iken yokluğun [tercih edilmesi ise] şerdir. Hikmete aykırı hareket etmek bönlüktür. İhsandan geri durmak kınanmıştır. Rahmeti terk etmek katılıktır. Allah bunların hepsinden ulu, yüce ve münezzehtir.

Sonra ey kardeş! Bil ki, bu kimselerden heyûlânm hallerine, kötülüklerin sebep­lerine ve onların bunları heyûlâya nispet etmelerine dair anlatılıp hikâye edilenler, onların basımları tarafından da inkâr edilmiş değildir. Bu konuda sadece heyûlânm ezelî oluşuna itiraz edilmiştir. Eğer onlar ilk heyûlânm kıdeminden, onun kendi­sinden meydana getirilen ilk şeyden önce bulunmasını kast ediyorlarsa, bu doğru­dur. Yok, eğer yoktan var edilip yaratılmadığını kast ediyorlarsa, bu konuda tartışma vardır. Biz, “İlk Prensipler Risâlesi”nde, heyûlânm hakikatini, onun nasıl yoktan var edilip yaratıldığını açıklamıştık.

Sonra bil ki, ilim erbabının ve eşyanın hakikatlerine dair söz edenlerin çoğu, ya­ratılmış ve bir sanat eseri olarak ortaya konmuş şeyle yoktan var edilip yaratılan şey arasında bir fark görmezler. Bu durum da âlimlerin, âlemin ezelîliği ve sonradan oluşu konusunda farklı görüş ve mezheplere ayrılmalarının temel sebeplerinden bir tanesidir.

Sonra bil ki yaratma/halk; her şeyi bir başka şeyden hareketle takdir etmektir. Sanat eseri ise heyûlâya verilmiş formdan başka bir şey değildir. Yoktan var edip yaratmaya(ihtira ve ibda) gelince; o, herhangi bir şeyi başka hiçbir şey bulunmadan var ve icat etmektir. İşte bu marifettir. Bu hükmün tasavvuru, fen ilimlerinin incelik­leriyle uğraşanlara ağır gelmişken başkalarının durumu nice olur?

Sonra bil ki, heyûlânm ezelî olduğunu söyleyenleri, bu görüşe ancak onların ay altı âlemdeki tikel varlıklara ve madenlerden, bitkilerden ve hayvanlardan bozuk olanlara dikkat nazarı ile bakmalarıdır. Böylece onlar, her beşerî ve tabiî sanat ese­rinin, heyûlânm, sanatçının ona herhangi bir şekil vermeden önceki şekilsiz halin­den terkip edildiği görüşüne vardılar. Bu sanat eserinin üzerinden uzun bir zaman geçtiğinde, o bozulup yok olur ve sonuçta formunu kaybederek ilk hali olan toprağa dönüşür. Örneğin, şehirlerde ve beldelerde inşa edilen binaların, ustaların kerpici ve odunu bir araya getirmek suretiyle oluşturdukları, sonra onları belli bir süre de­vam edebilmeleri için onardıkları; bu durumun üzerinden uzun bir zaman geçtikten sonra ise onların yıkılıp bozularak kayboldukları ve nihayet başlangıçta olduğu gibi toprağa ve taşa dönüştükleri görülür. Tabiî eserler olan bitkilerin, hayvanların ve madenlerin durumu da bunun gibidir. Onların da hepsi, üzerlerinden uzun bir za­man geçtikten sonra, bir gün toprak oluverirler.

Bu itibarla onlar, ilk heyûlânm varlığı ve yaratıcının ondan âlemi yaptığı, şu ana kadar onda, her bir feleğe, yıldıza, unsura ve tek tek tüm hayvan, bitki ve maden cinslerine özgü olarak bulunan nakşı, formları, şekilleri ve biçimleri muhafaza ettiği neticesine vardılar.

Hiçbir niteliği bulunmayan heyûlâya gelince; onların iddialarına göre bunun varlığında herhangi bir faile ve sanatkâra ihtiyacı yoktur. Bu onların düşüncesidir. Onların gayretlerinin kendilerini getirdiği nokta bundan ibarettir. Heyûlânm son­radan meydana geldiği görüşünde olanlar ise, bunlardan çok daha dikkatli bir bakış açısına sahiptirler. Bunlar onlara nispetle çok daha derin düşünen, araştırmalarında çok daha iyi olan kimselerdir. Nitekim bu konudan daha önce söz etmiştik. İstersen oraya bakabilirsin.

Bölüm

Bu Âlemdeki İyilik ve Kötülüklerin Çeşitlerine Dair

Bu konuda şöyle deriz: Bil ki iyi ve kötü/hayır ve şer dört kısımdan ibarettir. Birin­cisi, feleğin uğuru ve uğursuzluğuna nispet edilenlerdir. İkincisi, oluş ve bozuluştan ibaret olan tabiat olaylarına ve hayvanlara ilişen elem ve acılara nispet edilenlerdir. Üçüncüsü, hayvanların uzlaşma, uzaklaşma, sevme ve nefret etme gibi huylarına, çe­kişme ve birbirlerine üstünlük sağlama gibi tabiatlarına nispet edilenlerdir. Dördün cüsü, hem dünya hem de ahirette mutlu ya da mutsuz olmaları hükmünde belirleyici olan emirler ve yasaklar altında bulunan nefislere nispet edilenlerdir.

Sonra bil ki, anlattığımız bu iyilik ve kötülük türlerinin, açıklaması uzun süren se­bepleri ve nedenleri vardır. Bunlardan bir kısmını “Sebepler ve Sonuçlar Risâlesi”nde zikretmiştik. Ancak bu bölümde ondan gereği kadar bahsedeceğiz. Bu bağlamda deriz ki: Kuşkusuz feleğin uğuruna nispet edilen iyilikler, Allah’ın inayeti ve kastı ile gerçekleşirler. Örneğin güneşin herhangi bir bölgeye, bir defasında doğup orayı aydınlatması ve oranın suyunu bir süre ısıtması, sonra başka bir defasında oradan batıp böylece oranın suyunun belli bir süre soğuması, Allah’ın inayetiyle olup Onun hikmetinin bir gereğidir. Çünkü bunda herkes için bir iyilik ve yarar vardır. Nitekim Allah Teâlâ şöyle buyurmuştur: “De ki: ‘Hiç düşündünüz mü? Allah geceyi üzerinize kıyamete kadar uzatırsa, size ışığınızı Allah’tan başka getirebilecek ilah kimdir? Artık kulak vermeyecek misiniz?”[3]

Yine O şöyle buyurmuştur: “Rahata ermeniz ve lütfundan aramanız içen gece ve gündüzü yaratması Onun rahmetindendir. Artık belki şükredersiniz.”[4] Yüce Allah [bu ayetlerde] yalnızca kullarına olan inayetini, ihsanını ve lütfunu zikretmiştir.

Bazı hayvanlara ve bitkilere, bazı vakitlerde ve anlarda, bazı bölgelerde ilişen öl­dürücü soğuk ve sıcaklara gelince; bunlar Allah’ın ilk kastı ile/birincil hedefi olarak gerçekleşmezler. Yağmurların durumu da bunun gibidir. Allah onları, beldelere ha­yat vermek ve kullarının işlerini yoluna koymak için gönderir. Eğer onlardan bazı hayvanlara bir eziyet ilişir, bazı bitkiler telef olurlar ya da aciz kimseler üzüntü du­yarlarsa; bunlar Allah’ın ilk kastı/doğrudan dilemesi ile gerçekleşmezler.

Hayvanlara, bitkilere, madenlere ve doğan çocuklara ilişen arızî olaylardan fele­ğin uğursuzluğuna nispet edilen kötülüklerin hepsinin durumu da bunun gibidir. Senelerin değişmesi ve gezegenlerin belli burçlarda birleşmeleri gibi durumlarda verilen hükümlerin ve feleğin uğursuzluğuna nispet edilen kötülüklerin ve fesadın hepsi, Allah’ın ilk kastının arızî sonuçlarıdır.

Hayvanların, bitkilerin ve madenlerin meydana gelmeleri, bunların hallerinin en iyi noktaya ulaşıp kemallerinin nihai aşamasına varıncaya kadar yetişmelerini sağla­yan sebepler gibi tabiî olaylara nispet edilen iyiliklerin hepsi ise, Allah’ın kastı, lütuf ve ihsanından ibaret olan inayeti ile gerçekleşirler.

Oluş ve bozuluş âleminde, fesat ve bela gibi, hayvanlara, bitkilere ve madenlere ilişen kötülüklere, bunların tamlık ve kemal noktasına ulaşmalarını engelleyen se­beplere gelince; bunlar arızî/geçici durumlar olup Allah’ın ilk kastı ile değil, Onun ilk kastının dolayh/ikincil sonuçlarıdır. Ay altı âlemdeki varlıkların bekalarının, heyûlâdaki fertleriyle devam etmesi mümkün olmadığından, İlahî hikmet ve inayet, onların bekalarını -her ne kadar fertler daima bir çözülme ve akış halinde olsa dasuretleri aracılığıyla sağlamayı gerektirmiştir. Örneğin Allah’ın yeryüzündeki halife­si olan insanın sureti her ne kadar fertler gelip geçici olsa daAllah’ın, beşerin ba­bası olan Âdem’i yaratmasından kıyamet gününe kadar bâkîdir. Diğer hayvanların, bitkilerin ve madenlerin de durumu bunun gibidir. Onların da türleri -her ne kadar fertler akış ve çözülme halinde bulunsa dasuretleri/formları aracılığıyla bâkîdir.

Ancak bunlar [İlahî] hikmetin bir gereğidir. Çünkü kuvvede, fiil haline geçmesi ve tek bir anda birden ortaya çıkması mümkün olmayan sonsuz iyilikler ve hayırlar vardır. Çünkü heyûlâ, bunları daima, ancak aşama aşama, tedrici olarak vaktin ve zamanın geçmesiyle kabul edebilir.

Örneğin Allah, başlangıçtan günümüze ve günümüzden kıyamete kadar gelip geçmiş ve gelecek olan insanoğlunun hepsini bir anda yaratmış olsaydı, yeryüzünün onları ağırlaması mümkün olmazdı. Kaldı ki onların hayvanlarını, gıdalarını sağla­yan bitkileri ve hayatları boyunca ihtiyaç duydukları diğer şeyleri nasıl barındırabilsin? Bu nedenle Allah, onları nesil nesil ve ümmet ümmet yarattı. Çünkü arz onların hepsini içine alamaz. Heyûlâ bir defada onların hepsini taşıyamaz. Buraya kadar an­lattıklarımızdan açıkça anlaşılmaktadır ki, eksiklik Allah tarafından değildir.

Kötülüklerin bir diğer nedeni de şudur: Bu varlıkların ortaya çıkışı, en eksik ve zayıf olandan en tam olana doğru seyreder. Ortaya çıkıp gelişmelerine yardımcı olan sebepler, onları en yüksek kemal derecesine doğru taşır. Böylece onlar, Allah’ın ina­yetiyle en yüksek kemal noktasına ulaşırlar. Bu [süreçte yer alan] temel unsurların hepsi, hayır olarak nitelendirilir. Onların bu kemal noktasına ulaşmasına engel olan her sebep de şer olarak anılır. Ancak o, arızîdir; yoksa Allah’ın ilk kastı değildir. Bu­nun örneğini, güneş ve yağmur konusunu işlerken vermiştik.

Bölüm

Filozoflara Göre İlk Kasıt İle İkincil Kasıt Arasındaki Farka Dair

Bu bağlamda deriz ki: Hayvanların yaratılışlarına, tabiatlarına, huylarına ve fi­illerine nispet edilen iyilikler; onların kastı ve iradesi ile gerçekleşirler. Dolayısıyla bunlar birincil kasıtla değil, ikincil kasıtla ortaya çıkmaktadırlar.

Sonra bil ki, filozofların birincil ve ikincil kasıt sözlerinin anlamı ve bu ikisi ara­sındaki fark şudur: Yoktan var etmek, icat etmek ve yaratmak, süreklilik ve tam­lık vermek ve kemal noktasına ulaştırmak gibi Allahü Teâlâ tarafından gerçekleş­tirilen şeyler, birincil maksat (el-kasdu’l-evvel) olarak nitelendirilir. İkincil maksat (el-kasdu’s-sânî) ise; heyûlânm eksikliğinden kaynaklanan tüm şeylerdir. Çünkü heyûlâdan, başkası değil, ancak bu ortaya çıkar; o ancak bu vb şeyleri kabul edebilir.

Kötülüklerin çeşitlerini, onların bazı hayvanlara ve onlarda yerleşmiş olan huy­lara nispet edilmesi konusunun açıklanmasına gelince; bu bağlamda da şöyle de­riz: Hayvanlarda bulunan huylara ve onların tabiatlarına nispet edilen kötülükler üç kısımdır: Birincisi, başka varlıklarda bulunmayıp yalnızca onlara ilişen elemlerdir. İkincisi, onların huylarında bulunan düşmanlıktır. Üçüncüsü ise onların kastı ve ira­desi ile gerçekleşen fiillerdir.

Elemlere gelince; onlar şu üç şekilde ortaya çıkarlar: Birincisi, hayvanın bede­ninin madde ve gıdaya ihtiyacı anında açlık ve susuzluktan kaynaklanan elemdir. İkincisi, hayvanın bedenine zarar veren ve onun vücudunu ortadan kaldıran, vurma, çarpma, kırma ve kesme gibi şeylerden kaynaklanan elemdir. Üçüncüsü ise hayva n ı n bedeninin mizacını ve biyokimyasını bozan hastalıklar ve rahatsızlıklardan kaynak lanan elemdir.

Açlık ve susuzluk anında hayvanların nefislerine ilişen elemlere gelince; bunlar ikincil kasıtla gerçekleşirler. Çünkü bu hayvanların fertlerinden her biri, cisimsel bir vücuttan ve ruhsal bir nefisten oluşmaktadır. Cisimler ise birbirine zıt olan bileşik karışımlardan oluşur. Dolayısıyla onlar daima bir çözülme ve akış halindedir. Bu itibarla bekalarında madde ve gıdaya muhtaçtırlar. Hayvanların ruhları işte bu gıda ve maddeye ihtiyaçları anında elem duyacak şekilde yaratılmışlardır. Böylece söz konusu elemler, onların nefislerini bedenleriyle gıda aramaya çıkmaları için uyarır. Eğer hayvanlara bu tür elemler ilişmemiş olsaydı, nefisler bedenlerini önemsemez, böylece onları gıdasız bırakırlardı. Sonuçta hepsi eriyip giderler ve yok olurlardı. Onların çok kısa bir süreliğine basit bir uğraş için [burada bulunmaları ise] abes olurdu. Bu nefislerin bekası, tam ve kâmil olmadan, eksik olarak ya cesetler aracılı­ğıyla ya da cesetsiz olarak gerçekleşir. “Diriliş ve Kıyamet Risâlesi”nde açıkladığımız üzere nefisleri, tamlık ve kemalden, yöneldikleri ihtiyaçları engeller. Diğer taraftan onlar, gıdalarını alırken de kendileri için lezzet ve iştah yaratılmıştır. İştaha gelince; o, kendileri için yararlı olmayan gıdaları almamaları içindir.

Lezzet ise, tabiatları ihtiyaç duyduğu sürece yemeleri ve içmeleri içindir. Nitekim ihtiyaç giderildiği zaman lezzet ortadan kalkar. Bunların hepsi, bir ve kahhar olan Allah’ın kastından ve nefislerin tamamlanıp kemale ermesi için heyûlâda bulunan eksiklikten dolayı gerçekleşir. Vurma, kırma, çarpma, yaralama, sıcaklık, soğukluk, hastalıklar ve rahatsızlıklar gibi vücuda zarar verip onu bozan şeylerin cümlesine gelince; onlar nefislerin elem duymaları için yaratılmışlardır. Çünkü bu elemler, ne­fisleri, bedenlerini ve vücutlarını koruyup kollamaya teşvik eder. Nitekim cesetlerin [tek başlarına] ne bir yararı sağlamaya ne de bir zararı uzaklaştırmaya güçleri vardır.

Bu söylediğimizin kanıtı, nefsin uykudan nasıl kalktığına, gaflet halinden nasıl uyandığına, cesedine eziyet veren şeyleri nasıl hissedip kavradığına ve bunları ce­sedinden ister kaçınmak, ister çekinmek, ister güç ve kuvvet kullanmak, mücadele etmek, isterse hile yapıp dolap çevirmek suretiyle olsun nasıl uzaklaştırdığına dair kendisinde açıkça görülen hallerdir. Eğer nefis bunları yapmamış olsaydı, cesetler en kısa sürede ve en basit uğraşın ardından tamam olup kemale ermeden helak olurlar­dı. Sen, nefsin başına takdir edilen hadiseler, belirlenen vakit ve ona üstün ve galip olan sebepler geldiğinde, cesedin onu bunlara nasıl teslim ettiğine, onun da cesedi istemeden nasıl terk ettiğine bir bak!

Nefsin kendisine eziyet veren bu elemleri ortadan kaldırma arzusu devem etti­ği sürece, bu, ilaç kullanma, mücadele etme, ıslah olma ümidi, hayatta kalma hırsı, mümkün olan en iyi şekilde varlığını sürdürme arzusu gibi şeylerle olur. Çünkü bu hayırdır. Nefis bu eksiklik üzere yok olmaktan hoşlanmaz. Çünkü bu şerdir. Âlemin varlığı devam ettiği sürece, mutlak yokluk, cisimler ve nefisler için söz konusu de­ğildir. Bundan anlaşılmaktadır ki elemler de Allah’ın kastı ve inayeti ile olup [ilahi] hikmetin bir gereğidir.

Bölüm

Çeşitli Suret ve Şekillerde Bulunan Hayvanların
Tabiatlarında Bulunan Kötülüklerin İkincil Kasıtla
Gerçekleşmesine Dair

Bu konuda deriz ki: Hayvanların tabiatlarında ve huylarında yer eden yakınlık ve muhabbet duyma gibi iyiliklere ve düşmanlık, galip gelme ve üstün olma arzusu gibi kötülüklere gelince; bunlar da ikincil kasıtla gerçekleşirler. Hayvanlar, nedenle­rinin açıklanması burada uzun sürecek olan çeşitli suretlerde, şekillerde, tabiatlarda, adetlerde, huylarda ve fiillerde bulunurlar. Nitekim biz bunların bir kısmını “Neden­ler ve Sonuçlar Risâlest’nde açıklamıştık. Bu durum onlardan bir kısmının diğerine yakınlık, muhabbet ve sevgi duymasını sağlar. Dolayısıyla bunlar, onların bir araya gelip ittifak etmelerine sebep olurlar. Çünkü bunda herkesin iyiliği ve yararı söz ko­nusudur. Bununla birlikte [zikredilen bu farklılıklar], onların bir kısmı ile diğerleri arasında ise nefret ve düşmanlık oluşturur. Böylece onlar, bunların birbirlerinden uzaklaşıp ayrılmalarının nedeni olur. Çünkü bunda da herkesin iyiliği ve yararı söz konusudur. Örneğin inek, koyun, at, katır, eşek, deve ve beygir gibi bazı hayvanlar, insana yakınlıkduyar ve ona boyun eğip itaat eder.

Bunda insan için bir yarar ve fayda bulunduğu, meşhur bir bilgidir. Dolayısıyla bunların keyfiyetini açıklamaya gerek yoktur. Bu hayvanlar için de insanların onları yemleme, sulama, sıcak ve soğuktan koruma, vahşi hayvanları onlardan uzak tutma, kendilerine ilişen hastalıkları tedavi etme vb şeylerle gözetmelerinde yarar vardır. Canavarlar ve yılanlar gibi bazı hayvanların ve faydası az, zararı çok olan diğerleri­nin insandan uzaklaşmaları ve ona itaatten kaçınmaları durumuna gelince; bunda da herkesin iyiliği ve yararı söz konusudur.

Bir yarar ve faydadan dolayı birbirlerine yakınlık duyup muhabbet besleyen hay­vanlarla kin ve düşmanlık besleyen diğer hayvanların durumu da bunun gibidir.

Hayvanların kastı ve iradesi ile gerçekleşen bazı fiillere nispet edilen ve yine on­lardan cesetlerinin maddesi ve vücutlarının omurgası olan heyûlâdan dolayı arızî olarak ortaya çıkan kötülüklere gelince; bunların sebebi, onların hepsi arasında ortak olan yararlardır. Onların tabiatlarında, daha önce anlatıldığı üzere, Allah’ın birincil kastından dolayı, yararı elde etme ve zararı ortadan kaldırma isteği vardır. Onlar ara­sındaki çekişme, bu yararları sağlayıp zararları ortadan kaldırma isteği bağlamında, kasıtlı olarak değil, arızî bir şekilde gerçekleşir.

Hayvanların bir kısmının yiyen, diğer bir kısmının ise yenilen olmasına gelince; “Hayvanlar Risâlest’nde bunun bir kısmını anlatmıştık.

Bölüm

İnsanların Nefislerine Nispet Edilen Kötülük Çeşitlerinin
İlahi Yasalar Bağlamında Değerlendirilmesine Dair

Bu bağlamda şöyle deriz: Bil ki, insanların nefislerine nispet edilen tikel iyilikler ve kötülükler, ilahi yasalar açısından iki kısımdır: Birincisi, nefislerin fiilleri ve kazanımlarıdır. İkincisi ise bu fiillere ve kazanımlara verilen cezalar ve ödüllerdir. Kazanımlara gelince; onlar beş kısımdır: Birincisi, bilgilerden ve marifetlerden; İkincisi, huylardan ve karakterlerden; üçüncüsü, görüşlerden ve inançlardan; dördüncüsü, söz ve söylemlerden ve beşincisi ise amellerden ve hareketlerden ibarettir. Bu beş haslet, iki açıdan iyilikler ve kötülükler olarak nitelendirilirler: Bunlar ya aklî ya da yasal/ vaz’î açıdan [iyi ya da kötüdürler]. Yasal olana gelince; hepsi yasa koyucu tarafından ya emredilen ya teşvik edilen ya da övülen şeylerdir. Bunlar hayır olarak nitelendiri­lirler. Yasa koyucunun yasaklayıp men ettiği her şey ise şer olarak nitelendirilir.

Bu hasletlerden aklî olana gelince; bunlar gerekli şartlara uygun olarak gerektiği kadar, gerektiği yerde, gerektiği zaman ve gerekli olan nedenden dolayı yapılan her şeydir. Bunlar da hayır olarak nitelendirilirler. Ne zaman bu şartlardan birisi ek­sik olursa, bu takdirde o, şer olarak nitelendirilir. Bu şartların hepsini bilmeye, ilk planda, her insanın gücü yetmez. İnsan bunları ancak nefsini arındırıp ilim ve edep yolculuğunda ilerlediği zaman bilebilir. Bu nedenle her insanın, öğreniminde, ahlâk sahibi olmasında, sözlerinde, inançlarında, amellerinde ve sanatlarında bir öğretme­ne, edibe ve üstada ihtiyacı vardır.

Sonra bil ki, yasa koyucular[5], tüm insanlığın öğreticileri, edipleri ve üstatlarıdır. Yasa koyucuların öğretmenleri ise meleklerdir. Meleklerin öğretmeni, küllî nefistir. Küllî nefsin öğretmeni faal akıldır. Allah ise hepsinin öğretmenidir.

İyilikleri ve kötülükleri ortaya çıkarmada sözü uzattık. Çünkü bu konu, âlimlerin aralarında ihtilaf ettikleri temel meselelerden birisidir. Onlar bu konuda pek çok fırka ve mezhebe ayrılmışlardır. Bunların hepsi, bilgi eksikliğinden kaynaklanır. Bu konuda söz edenlerden bir kısmı, gerçekte hayrın ve şerrin ne olduğunu ve bunlara hangi arızî sebeplerin götürdüğünü bilmemektedirler.

Buraya kadar anlattıklarımızdan hareketle, âlimlerin görüşlerinde, hikmet, âlemin sonradan ortaya çıkışı ve ezelîliği gibi konulardaki ihtilaf sebepleri açıkça gö­rüldüğüne göre, şimdi de biraz dinlerin en eskisi ve en yaygını olan putperestlikten bahsetmek istiyoruz.

Bölüm

İnsanların Dünya ve Ahirete

Rağbet Etme Konusundaki Tabiatlarına Dair

Bu konuda şöyle deriz: Ey kardeş! Bil ki, her ne kadar insanların çoğu, dünya haya­tını arzulamaya eğilimli, onun iştah çeken şeylerini istemeye düşkün ve lezzetlerinden yararlanmaya yatkın, buna karşın Ahiret hayatından, onun nimetlerinden, nimet eh-

linin sevinçlerinden ve bunların sürekliliğinden gafil olsa bile; çoğu da dindarlık, züht ve iyilik tabiatı üzere; dünyada zühdü isteyip onun şehvetlerini terk edecek, buna kar­şın ahireti arzulayıp onun nimetlerini isteyecek, öldükten sonra karşılaşılacak olaylar üzerinde çokça düşünmeyi ve yerin altına girildiğinde, oranın hakikatini öğrenmeyi arzulayacak tarzda yaratılmışlardır. Bunlar daima Allah’ın rahmetini ve bağışlamasını dilerler. Ondan güzel bir başarı ve ahiretin hayrını talep ederler. Namaz, oruç, tesbihat, Kuran okuma, dua vb ibadetlerle Allah’a yaklaşmaya çalışırlar. Bunların hepsi, onların imkânları ölçüsünde, gayretlerinin kendilerini taşıdığı noktaya kadar olur. Bunlar, onların akıllarına güzel görünür ve nefislerinde gerçekleşir.

Sonra bil ki Yüce Allah, insanlara, elçileri ve peygamberleri (a.s.) ancak nefisle­rinde bulunan, dinin ahireti talep emrini pekiştirmek, akıllarıyla tercih ettikleri hu­suslarda, kendileri için daha yararlı, yol bakımından daha yakın ve gidişat itibariyle daha iyi ve güzel olanlara yönlendirmek, gayretlerinin kendilerini taşıdığı noktalar­da ve görüşleri doğrultusunda nefislerinde gerçekleşen hususlarda onları irşat etmek için gönderdi. Bu söylediklerimizin doğruluğunun delili, Allahü Teâlâ’nın peygam­berine söylediği şu sözüdür. “[Peygamber] dedi ki: ‘Eğer size, babalarınızı üzerinde bulduğunuz dinden daha doğrusunu getirmiş isem de mi bana uymazsınız?"[6] Burada kast edilen, Hz. Peygamberin (a.s.) gönderildiği topluluktur. Onlar, putlara tapıyor­lardı, onlara tazimde bulunmak, secde etmek, selam vermek ve buhur yakmak sure­tiyle Allah’a yaklaşmaya çalışıyorlardı. Bunların kendileri için Allah’a bir yakınlık ve­silesi olduğuna inanıyorlardı. Hâlbuki putlar, dilsiz, konuşması, ayırt etme melekesi, hissi, ruhu ve hareketi olmayan cisimlerdir. Bu yüzden Allah onlara elçi gönderdi ve böylece onlara üzerinde bulundukları yoldan daha doğru, daha sağlam ve daha makbul olanı gösterdi.

Peygamberler her ne kadar beşer olsalar da konuşan, ayırt etme melekesine sahip olan, arınmış nefisleriyle meleklere benzeyen âlimlerdir. Onlar Allah’ı hakkıyla ta­nırlar. Onlar aracılığıyla Allah’a yaklaşmak, elbette işitmeyen ve görmeyen, senden hiçbir şeyi uzaklaştıramayan dilsiz putları vesile kılarak yaklaşmaktan daha doğru ve gerçektir.

Sonra bil ki, biz burada putperestliğin başlangıcını açıklayacağız. Bu bağlamda deriz ki: Ulusların putlara tapmaya başlamaları, ilk önce yıldızlara tapmakla başla­mıştır. Yıldızlara t; pmanın başlangıcı ise meleklere tapınmaktır. Meleklere tapınma­nın sebebi de onları Allah’a ulaşmaya ve Ona yaklaşmaya bir vesile kılma arzusudur. Eski filozoflar, nefislerinin temizliği ve zihinlerinin berraklığı neticesinde, âlemin hikmetli bir yaratıcısı bulunduğunu bildiklerinde -ki bu onların bu yaratıcının sa­natındaki harikalığı düşünmeleri, onun mahlûkatındaki olağanüstülükleri tefekkür etmeleri ve yoktan var ettiklerini nasıl halden hale çevirdiğine bakmaları neticesinde olmuşturve zihinlerinde onun hüviyetine ilişkin bir fikir oluştuğunda, onun birli­ğini kabul etmişler ve onu tanrısallıkla nitelendirmişlerdir. Yine onlar, onun yaratık­larının en safı ve mahlûkatı içerisindeki kullarının en temizi olan melekleri bulun­duğunu bildiklerinde, onları Allah’a bir yakınlık vesilesi edinmeyi arzulamışlardır.

Meleklere tazimde bulunmak suretiyle Ona yakın olmanın yollarını aramışlardır. Bu, dünya ehlinin, krallara en yakın olan kimseleri vesile edinmek suretiyle onlara yakın olmanın yollarını aramalarına benzer. İnsanlar içinde krala yakın olmak için, onun yakınlarını, nedimlerini, vezirlerini, kâtiplerini, seçkin adamlarını, komutan­larını ve ona yakınlık derecesi bulunanlar arasından ulaşması mümkün olan diğer kimseleri vesile edinen bazı kimseler vardır. Bunların hepsi, ona yakın olma ve onun yanında bir yer edinme arzusundan kaynaklanır.

Filozoflar ve din ehli de buna benzer bir yol izlediler. Allah’ı tanıyan, Ona inanan ve Onun varlığını ikrar eden kimseler, Ona yakın olmayı ve Onun katında bir yer edinmeyi arzuladılar. Her biri, kendi imkânı ölçüsünde, kendisine kolay gelen şekil­de, gayretinin kendisini ulaştırdığı yere kadar ve nefsinde kurguladığı şekilde bunu yapmaya çalıştı.

Allah’ı hakkıyla bilen bu filozoflar ve ilahiyâtçılar geçip gittiklerinde, arkaların­dan başka bir topluluk geldi. Onlar ilim ve marifette bunlar gibi olmadılar. Bun­ların dinlerindeki maksatlarını anlayamadılar. Fakat yaşantılarında onlara uymayı arzuladılar. Böylece onların suretinde putlar yaptılar ve Hıristiyanların kiliselerinde yaptıkları gibi, Mesih’e (a.s.), Kutsal Ruha ve Cebrail’e ve Meryem’e (a.s.) benzediğini [düşündükleri] heykeller ve ikonlar oluşturdular.

Onların Mesih ile ilgili tasarruflarındaki durumu da bunun gibidir. Onun halleri­ni kendilerine hatırlatsın diye nasıl da bu ikonlara ve heykellere yöneliverdiler.

Bölüm

Sonra ey kardeş! Bil ki, İnsanlardan bir kısmı da Allah’a, peygamberler, elçiler, imamlar, vasiler ya da veliler ve salih kullar aracılığıyla yaklaşmaya çalışır. Yahut da onlar, Allah’ın Kendisine yakın olan meleklere tazimde bulunmak suretiyle Ona yakın olmanın yolunu ararlar. Bunların mescitleri, ziyaretgâhları, [dinî önderlerine] uymaları, onların fiillerini taklit etmeleri, onların tavsiyelerini ve sünnetlerini yeri­ne getirmeleri, imkânları elverdiği ve kolaylarına geldiği şekilde olur. Onlar bunları içselleştirebildikleri ve gayretleri ölçüsünde yaparlar.

Allah’ı hakkıyla tanıyanlara gelince; onlar Allah’tan başkasını vesile edinmezler. Bu, Allah’ın velileri olan marifet ehlinin mertebesidir.

Anlayışı ve bilgisi kıt, işin hakikatine nüfuz edemeyen kimselere gelince; onun için peygamberlerin dışında Allah’a götürebilecek başka bir yol yoktur. Peygamber­leri yeteri kadar anlayıp tanıyamayanlar için ise, peygamberlerin halifeleri ve vasileri olan imamlardan ve salih kullardan başka Allah’a götürebilecek bir yol bulunmaz. Eğer bunların da imamlarını anlayıp tanımaları yetersiz ise, onları izlemelerinden, tavsiyelerini yerine getirmelerinden, onların sünnetlerine sarılmalarından, onların mescitlerine ve ziyaretgâhlarına gitmelerinden, onların kabirleri başında ve suretleri onlara benzeyen heykellerin huzurunda, dua, namaz, oruç, istiğfar, bağışlanma ve rahmet dileme gibi ibadetleri yerine getirmelerinden başka kendilerini Allah’a yak­laştırabilecek bir çare yoktur. Onlar bu heykelleri ve putları, imamlarının kendilerine işaret ettikleri hususları hatırlamaları, onların halleriyle hallenmeleri için yapmışlar­dır. İşte onlar bunlara benzer şeylerle Allah'a yakın olmanın, Onun katında bir yer edinmenin yollarını ararlar.

Sonra bil ki her halükarda herhangi bir şeye ibadet eden ve birisiyle Allah’a yak­laşmaya çalışan kimse bulunur. Bu kimse elbette hiçbir dine mensup olmayan ve hiçbir surette Allah’a yaklaşmaya çalışmayan kimseden daha iyidir. Nitekim bir top­luluğa, anlayış ve ayırt etme gücü verildiği halde onlar, insanların genelinden ayrıl­dıkları gibi, onların hasları içinde de yer almadılar. Dolayısıyla onlar, Allah’ı hakkıyla tanıyamadılar. Onun birlik sıfatlarını gerçek anlamda kavrayamadılar. İlim ve basiret yoluyla ahireti de bilemediler. Dine taklit ve iman yoluyla da olsa rıza gösterme­diler. Onlar, bunlar arasında gidip geldiler. Ne avamın ne de has kulların arasın­da yer alabildiler. Ey kardeş! Sen onlar arasında bulunmaktan sakın. Çünkü onlar, İblis’in orduları, şeytanların kardeşleridir. “Onlar, gururla birbirlerine yaldızlı sözler fısıldarlar'[7] Din ehlini ayıplarlar; onları küçümserler ve böylece farkında olmadan kendilerini helak ederler.

Sonra bil ki, onlar her halükarda putperestlerden bile daha kötüdürler. Çünkü putperestlerin an azından bir dinleri vardır. Onlar, Allah’a yakınlaşmaya çalışırlar, Ondan korkarlar ve Ona umut bağlarlar. Ancak hiçbir dini olmayan bu kimselere ge­lince; onlar, hiçbir şeye inanmazlar, ibadette bulunmazlar, hiçbir şeyden korkmazlar ve hiçbir şeye umut bağlamazlar.

Sonra bil ki, gerçekte bu tür kimselerin dini terk etmelerinin sebebi, onların, din ehlinin ihtilaflarına dair düşündüklerinde, her topluluğun dininin, diğer topluluklar katında kusurlu bulunduğunu fark etmeleridir. Böylece onlar, kusursuz hiçbir din ve mezhebin bulunmadığına kanaat getirerek tüm dinleri terk ettiler. Dolayısıyla onlar, akıllı bir kimsenin dinsiz olmasının, her türlü ayıbın üstünde bir ayıp ve çirkinlik olduğunu düşünüp idrâk edemediler.

Sonra bil ki, din ehlinin birbirlerinin ayıplarını dillendirmelerinde açık bir hik­met vardır. Biz, bu hususlardan, “Sebepler ve Sonuçlar Risâlesı’nde bahsetmiştik. Bu durum, dinin kusurlu olmasından kaynaklanmamaktadır. Ancak din koyucu, çeşitli maksatlardan dolayı, farklı farzlar, tutum ve davranışlar belirlemiştir. Bu maksatların açıklanması, burada uzun sürer. Bu tutum ve davranışlar, bir topluluğa göre övgüye değer ve iyidir. Çünkü onlar, bunlara göre yetişmişler ve uzun bir süre onları alış­kanlık haline getirmişlerdir. Onların adetleri bunlara göre şekillenir. Ancak bu din, başka bir topluluğa göre çirkin ve kusurlu olabilir. Çünkü onlar, bundan başka bir din üzere yetişmişler, onu adet haline getirip ona alışmışlardır. Bu, dinin kusurlu ve din ehlinin tutum ve davranışlarının çirkin olmasından dolayı böyle değildir.

Sonra bil ki, insanların tabiatları farklı, huyları değişik, istekleri çeşitli olduğu ve nefislere zamana, mekâna, tabiatlara, mizaçlara ve adetlere bağlı olarak muhtelif hastalıklar ilişebildiği için, yasa koyucular, nefislerin tâbipleri ve müneccimleridir­ler. Nitekim Hz. Peygamber şöyle buyurmuştur: “Ashabım yıldızlar gibidir; hangisine uyarsanız, doğruyu bulursunuz.” Onların hepsinin maksadı, kendilerini arızî afet­lerden koruyup kollamaktır. Dolayısıyla onlara farz kılınanlar, farklılık arz eder. Uy­gun düşen tutum ve davranışlar, ümmetten ümmete ve topluluktan topluluğa deği­şir. Ancak insanlar ve ümmetler arasında, nefisleri tedavi eden, onları haramlardan koruyan [maneviyat tâbipleri] vardır. Bu durum, bedenleri tedavi eden tâbiplerin, farklı beldelerde, muhtelif hastalıkları muhtelif zamanlarda farklı ilaçlarla tedavi et­melerine benzer. Yerine ve zamanına göre, içecekler değişir, bir ilacın yerine başka biri kullanılır. [Haçların] ölçüleri azaltılıp çoğaltılabilir. [Tabipler bu tür konularda] özellikle insanların mizaçlarındaki farklılığı dikkate alırlar ve adetleri gözetirler.

Çünkü onların maksadı, mevcut sıhhati korumak ve kaybolanı da geri getirmek­tir. Yasalarla uğraşan tâbiplerin fiilleri de buna benzer. Onların da yolları, tertip et­tikleri yasaları, buyrukları, caiz gördükleri ve yasaklayıp haram saydıkları şeyler, tıp­kı bedenleri tedavi eden tâbiplerin tedavi yöntemlerinin farklı olması gibi kesinlikle farklılık arz eder.

Ey kardeş! Mesih’in çeşitli toplulukları tedavi ettiği, ölüleri dirilttiği, körü ve cü­zamlıyı iyileştirdiği, hatta sapkın bir topluluğun nefislerinin onulmaz cehalet hasta­lıklarından kurtulduğu, sırlar ve hikmetler [şarabından] içilmesiyle, tevhit ve ulula­ma macunlarıyla, yumuşaklık ve istiğfar ilaçlarıyla, perhiz ve şehvetlerden uzaklaşma aracılığıyla ve gazap ateşinin parlamasından ve ahmaklığın dondurucu soğuğundan kaçınmak suretiyle zorluğun ortadan kalktığı, senin bilmediğin bir şey değildir. Gör­me engellinin, göze uygun bir tedavi yoluyla iyileştirilmesi de bunun gibidir. Çünkü asıl körlük, gözün kör olması değil, kalp körlüğüdür. Nitekim asıl zenginlik de, mal zenginliği değil, kalp zenginliğidir.

[Hz. Mesih, kalp körünü ve] görme engelliyi nasıl tedavi etti? Bu son derece şa­şılacak bir iştir. Kuşkusuz o, [kalp körünü ve] görme engelliyi, rûhânî cevherler sür­mesinin çekilmesi, ilahi sırların terkip edilmesi, heyûlânî tohumların saçılması, ilahi yasaya özgü temellerin yayılması ve gökten indirilen sofraların serilmesi suretiyle iyileştirmiştir. Böylece vadiler kendi ölçülerince akmıştır. Hiç kuşkusuz O, ölüleri diriltir, görme engelliyi ve cüzamlıyı da Allah’ın izni ve başarıya erdirmesiyle bu tür tedavileri kullanarak iyileştirir.

Ey kardeş! Gaflet ve cehalet uykusuna karşı dikkatli ol. Sakın Allah’a karşı kötü düşüncede bulunma. Allah dostlarını ara. İlahi yasaları tertip edip düzenleyenlerle birlikte oturup kalk. Böylece onların şefaati ve bereketi ile sevinçlere ve ahiret yur­dunun nimetlerine gark olursun.

Bölüm

İlahi Dinlere Mensup Olanlar Arasında Usul/Asıllar ve
Fürûda/Ayrıntılarda Ortaya Çıkan İhtilafların Sebeplerine Dair

Bunun dile getirmemiz gereken çeşitli sebepleri vardır. Ancak fırkaları inceleyip mezhepler hakkında konuşanların çoğu bunlar arasındaki farkı bilmez. Fakat biz burada onların bir kısmını anlatacağız. Bu bağlamda deriz ki:

“Din”in Arap lügatindeki anlamı; bir cemaatin tek bir lidere itaatidir. İtaat ancak emirler ve nehiyler aracılığıyla ortaya çıktığına göre; emir ve nehiy de yalnızca hü­kümler, sınırlar/hadler ve bilinenlerde bulunan şartlar aracılığıyla bilinir. Bunların hepsi, “dinin şeriatı” ve “hükümlerinin yöntemleri/süneni” olarak nitelendirilir.

İnsan, açık ve ortada olan cisimsel ceset ile içte ve gizli olan nefsin bileşiminden ibaret olan bir bütün olduğuna göre; Dinin ve İslâm’ın hükümleri ve şeriatın belirle­diği sınırlar/hadler; açık/zahir ve gizli/bâtın olmak üzere iki kısımdır. Açık olanlar, organların amelleri, gizli olanlar ise, vicdanlarda saklı olan inançlardır. Asıl olan da budur. Nitekim Hz. Peygamber (a.s.) şöyle buyurmuştur: “Ameller niyetlere göredir; herkes için niyetinin karşılığı vardır’

Sonra bil ki, peygamberler (a.s.) elbette dinden açık ve gizli olarak inandıkla rı hiçbir şeyde ihtilaf etmezler. Nitekim Allahü Teâlâ şöyle buyurmuştur: “Dinde dosdoğru olun, onda ayrılığa düşmeyin.”[8] Peygamberlerin ve ilahi yasalarla meşgul olanların üzerinde ittifak edip ayrılığa düşmedikleri on iki haslete inandıkları konu sunda, “İlahî Yasalar Risalesinde bir açıklamada bulunmuştuk.

Emirler, yasaklar, hükümler, hadler ve yol ve yöntemlerden ibaret olan şeriat lara gelince; onlar bu hususlarda Allah’ın şu buyruğunda geçtiği üzere ihtilaf et mişlerdir. “Sizden her bir grup için bir yol ve yöntem/belli bir gidişat ve hayat tarzı belirledik.”[9] Yine Allah şöyle buyurmuştur: “Her ümmet için uyguladıkları ibadet usulleri belirledik.”[10]

Sonra bil ki, şeriatların farklı oluşları zararlı değildir. Çünkü din birdir. Din, em reden ve yasak koyan reise, onun, emir ve yasak altında bulunanların her biri için uy günlüğünü ve yararını gözeterek koyduğu emir ve yasaklarında, ona itaat edip boyu n eğmekten ibarettir. Çünkü yasa koyucuların emirlerinin ve yasaklarının durumu, dostve müşfik olan tâbibin durumuna benzer. Nitekim tâbip, hastasına, doğal olarak yazın sıcak olan şeyleri almaktan uzak durmasını önerir ve onun sıcak beldelerde soğuk içecekleri içmesine izin verir. Dolayısıyla hastanın, tâbibin kendisi için yararlı görüp emrettiği şeyde, ona itaat etmesi gerekir.

Bu yüzden peygamberlerin (a.s.) şeriatları farklı olmuştur. Aynı şekilde dinde iz lenen yol ve yöntemler ve yasaların dayanakları da f arklılık arz eder. Çünkü peygam berler ve yasa koyucular, nefislerin doktorları ve müneccimleridir. Nitekim devirler, asırlar ve milenyumların geçmesiyle birlikte, zamanın, havanın ve gıdaların değiş mesi neticesinde, cesetlere birtakım hastalık ve illetlerin ilişmesi gibi, her zamanın ehline, kötü huylardan, çirkin adetlerden, kara cahillerin bozuk görüşlerinden kay naklanan çeşitli hastalıklar ve illetler ilişebilir. Bu bakımdan tâbiplerin ilaçlarının ve tedavi yöntemlerinin de değişmesi ve farklılık arz etmesi gerekir.

Bu itibarla her zamanın ehline göre, peygamberlerin şeriatları ve izledikleri yol ve yöntemler, tıpkı Hz. Nuh’un (a.s.) kendi zamanındaki şeriatı, ondan sonra başka bir zamanda ve başka bir topluma gelen Hz. İbrahim’in şeriatı, daha sonra başka bir zamanda ve başka bir topluma gelen Hz. Musa’nın (a.s.) şeriatı, onun ardından başka bir zamanda ve başka bir topluma gelen Hz. İsa’nın şeriatı ve nihayet peygamberlerin efendisi Hz. Muhammed’in (Allah’ın salât ve selamı, esenliği ve hoşnutluğu onun üzc rine olsun) şeriatı gibi, ümmetten ümmete ve nesilden nesile değişirler. Nitekim Allah Teâlâ şöyle buyurmuştur. “Allah Nuh’a buyurduğu şeyleri size de dinden bir yol olarak buyurmuştur. [Ey Muhammedi] Sana da vahyettik.”[11] İşte bunların hepsinin şeriatları farklı olsa da dini birdir. Biz bu bölümde ancak bu kadarını zikredebiliyoruz. Bu bağ­lamda, şeriatların neshini inkâr edenler, din ile şeriat arasındaki farkı bilmeyenlerdir.

Yahudi, Hıristiyan ve Müslüman topluluklar arasında görüldüğü gibi, tek bir şe­riata mensup olanlar arasında ortaya çıkan ihtilaflara gelince; bunlar beş kısımdır: Birincisi, kariler arasında görüldüğü gibi vahyin lafızları üzerindeki ihtilaflardır. İkincisi, müfessirler arasında görüldüğü gibi manalar üzerindeki ihtilaflardır. Üçüncüsü, taklit ehli ile basiret ehli arasında görüldüğü üzere, dinin sırları ve onun gizli manalarının hakikatleri hakkındaki ihtilaflardır. Dördüncüsü, Şia arasında görüldü­ğü üzere, peygamberlerin halifeleri olan imamlar hakkındaki ihtilaflardır. Beşincisi, fakihler arasında görüldüğü gibi şeriatın hükümleri, dinde izlenen yol ve yöntemler üzerindeki ihtilaflardır.

Karilerin ihtilafının sebebi, müşterek, müteradif/eşanlamlı, zıt, benzer ve türemiş olan lafızlardır. Nitekim “Mantık Risalesinde bu beş türün anlamlarını açıklamış­tık. Ne var ki yasa koyucu, vahyinde ve hitaplarında bu beş lafzı da kullanır. Çünkü Onun kelamı, avam ve havastan olan insanların tümüne yöneliktir. Ayrıca muhatap­lar arasında, kadınlar, erkekler, âlimler, cahiller, akıllılar ve bön olanlar vardır. Do­layısıyla O, bu lafızları, yalnızca, herkesin, Kendi lafızlarının anlamlarını, kavrayışı, zekâsı ve tabiatının saflığı ölçüsünde kavrayıp iyice anlaması için kullanmıştır. Bu bakımdan vahyin okunuşunu işiten hiç kimse, faydadan hali değildir. Bu, peygam­berlerin kitaplarındaki, özellikle de Kur an’daki en büyük mucizedir. Bu nedenle Hz. Peygamber şöyle buyurmuştur: “Kuran yedi harf üzere indirilmiştir; bunların hepsi [gönüllere] şifa, [akıllar için] yeterlidir. Her ayetin bir zahiri bir de batını vardır.”[12]

Vahyin lafızlarının manalarını araştıran müfessirlerin ihtilaf etmelerinin iki tür sebebi vardır: Birincisi, lafızların bu manalara ihtimaliyetinin bulunmasıdır. İkincisi ise müfessirlerin marifetteki mertebeleri, nefislerinin cevherinin saflığı ve zekâları gibi faktörlerdir. Bu yüzden onlardan her biri, diğerinin neshettiğinin/hükümsüz saydığının dışındaki bir şeyi nesheder. Müfessir, anlayışı, dikkati ve ilmi ölçüsünde peygamberlerin kitaplarındaki manalara bakar. Nitekim Yüce Allah şöyle buyur­muştur: “Allah sizden iman edenlerin ve kendilerine ilim verilenlerin derecelerini kat kat artırır”[13], “Her bilenin üzerinde, daha iyi bir bilen vardır.”[14]

Dinin fıkıh, hükümler ve hadler kısmında, fırkaların ve mezheplerin temellerini oluşturan âlimlerin ve fakihlerin ihtilaflarının durumu da bunun gibidir. Onlardan bir kısmı, manaları, vahyin lafızlarının zahirinden, bir kısmı, müfessirlerin sözle­rinden, bir kısmı, kıyaslar ve içtihatlardan ve bir kısmı da, işitme yoluyla ulaştıkları haberler ve rivayetlerden elde etmişlerdir. Onlardan her birinin içtihadı da nefsinin kuvveti, cevherinin, içtihadının ve araştırmasının safiyeti oranındadır. Onlardan birinin uygun gördüğünü diğeri uygun görmez. Dolayısıyla onlar, elde ettikleri ha­berlerin sıhhat derecesiyle ilgilenmişler, onlara göre içtihatta bulunup delil sunmaya çalışmışlardır.

Allah, kullarını, talepleri karşılamada bu anlamdaki içtihatla sorumlu tutmuştur. Nitekim “her müçtehidin içtihadından bir nasibi vardır” denilmiştir. Allah da şöyle buyurmuştur: “O, hiç kimseye gücünün üstünde bir sorumluluk yüklemez.”[15]

Onların, peygamberlerin (a.s.) kendilerinden sonra ümmetleri içerisinde halife­leri olan imamlar hakkındaki ihtilaflarına gelince; bunun nedeni, yasa koyucunun, yasaları oluşturup tamamlamaya ve eksiklikleri ortadan kaldırmaya çalışırken beşerî ve melekî faziletlerden olan kırk küsur haslete muhtaç olmasıdır. Bize ait olan bir risâlede bunlardan söz etmiştik. Yasa koyucu, şeriatın emrini, dinde izlenen yol ve yöntemleri sağlam bir şekilde ortaya koyup, yöntemi açıklayıp ve yolu izah edip bu hal üzere öldüğünde, bu özellikler onun ümmetinden olan faziletli ashabına ve yar­dımcılarına miras olarak kalır. Fakat bu özelliklerin hepsi, onlardan herhangi biri­sinde bir arada bulunamayacağı gibi, onlardan herhangi birisi, bu özelliklerin her­hangi birinden de hali değildir.

Bu ümmet, peygamberlerinin vefatından sonra, onun emri ve tavsiyesi üzere bir araya geldiğinde, kalplerin uzlaşmasıyla birlikte birbirleriyle yardımlaşıp birbirleri­ne destek ve yardımcı olduklarında, doğru yolu bulanlar, doğru yolda yürüyenler, düşmanlarına karşı muzaffer olanlar, dünya ve ahirette huzur ve mutluluğa erenler olarak yoluna devam etti.

Sonra bunlar kendilerinden öncekilerin yollarını izleyerek geçip gittiklerinde, onların ardından, kendi zürriyetlerinden ve öğrencilerinden olan başka bir toplu­luk geldi. Bunlar, bulundukları beldelerde ve konakladıkları yerlerde, hidayete erip doğru yolda yürüyenler olarak onların izlerinden gitti. Nitekim Hz. Peygamber şöyle buyurmuştu: “Benim ashabım yıldızlar gibidir. Hangisine uyarsanız, doğru yolu bu­lursunuz.” Birbirleriyle çekişip, birbirlerine hasım olduklarında, birbirleriyle irtibatı kopardıklarında ve peygamberlerinin tavsiyesini terk ederek herbiri kendi görüşü­nü beğenip ona göre hareket etmeye başladığında, birbirleriyle olan yakınlık bağları koptu. Cemaatleri parçalandı. Kuvvetleri zayıfladı. Din işleri bozuldu. Onlara haset edenler, bu durumdan sevinç duymaya başladı. Düşmanları onlara karşı zafer ka­zandı. Onlar, uzak beldelerde tefrikaya düşüp, her biri kendi mezhebini izlemeye başladığında, herhangi bir görüşe inanıp onunla ayrı bir yol tutturduğunda ve insan­ları ona davet ettiğinde, bu ümmet, peygamberlerinden sonra fırkalara bölünerek düşmanlar ve hariciler oldular. Ancak bu mezheplerin yalnızca dinin detay kısım­larını oluşturmalarından ve yasa koyucuların onları dinin aslından türetmelerinden dolayıdır ki, her ne kadar mezhepler farklı olsa da bu millet yine de tek bir vücut sayılır. Allah Teâlâ bu duruma şöyle işaret eder. “Sonra kitaba, kullarımız içerisinden seçtiklerimizi mirasçı kıldık. Onlardan kimileri kendilerine zulmedenler, kimileri, orta yolu izleyenler ve kimileri de Allah’ın izniyle hayırda yarışanlardır.”[16]

Sonra bil ki, âlimlerin fırkalara ve mezheplere bölünmelerinde aklı başında olanla­rın çoğuna saklı kalmayan pek çok fayda vardır. Bu itibarla sen, akılların farklı olmala­rından dolayı sayısını bir ve kahhar olan Allah’tan başka kimsenin bilemeyeceği kadar çok ihtilafın bulunduğuna tanık olursun. “Mantık Risâlesı'nde bunların bir kısmını geniş açıklamalarıyla birlikte sunmuştuk. Ancak burada söylediklerimizin bir delili olarak tek bir örnek üzerinde duracağız. Bu konuda şöyle deriz: Bil ki akıllı kimseler, her yeni bir görüş ortaya atan ve herhangi bir görüşe inanan kimseye karşı kıyaslar oluştururlar. Böylece basımlarını kesin bir delil sunmaya davet etmiş, akıllı kimseler için de bir dayanak sağlamış olurlar. Onların bu tutumu, nefislerin ince manalar pe­şinde koşmalarına, gizli sırlar üzerinde düşünmelerine, kıyaslar oluşturmalarına, so­nuçlar elde etmelerine ve marifetlerinin artmasına sebep olur. Ayrıca bu yolla nefisler, cehalet uykusundan uyanırlar ve yanılma ve gaflete karşı teyakkuz halinde olurlar.

Âlimlerin ihtilaf etmelerindeki faydalardan biri de şudur: İnsan, huylarında, tu­tum ve davranışlarında, mezhep ve fiillerinde güzellik ve faziletlerden uzak olmadığı gibi kötülük ve rezilliklerden de arınmış değildir. Nitekim sen, insanların çoğunun güzel huylarla bezenip faziletleriyle iftihar ederken, rezilliklerinden gaflet edip ayıp­larını ve kötülüklerini unuttuklarına tanık olursun.

Âlimlerin fırka ve mezheplere bölünmeleri, onları birbirlerinin kusurlarını orta­ya çıkarmaya ve bir birler inin kötü taraflarını dillendirmeye götürmüştür. Bu durum, herkes için rezillikleri terk etme konusunda bir uyarı, dolayısıyla onları faziletleri kazanmaya bir teşvik olur. Bunda da kendilerine emredileni yapıp, ayıplandıkları davranışları terk ettikleri takdirde, herkes için bir yarar vardır. Bu itibarla şöyle de­nilmiştir: “Âlimlerin ihtilafı rahmettir”.

Âlimlerin, dinin ve şeriatların hükümleri ve çeşitli mezhepler üzerinde ihtilaf et­melerinin faydalarından bir diğeri ise, dinin ruhsat ve yoruma izin vermeyen dar ve zor bir durumda olmamasıdır. Nitekim Allah Teâlâ şöyle buyurmuştur: “Allah size dinde bir zorluk kılmamıştır.”[17]' Hz. Peygamber de şöyle demiştir: “Haramlardan, şüpheli şeylerden [uzak durmak suretiyle] sakınınız.” Âlimlerin görüş farklılıkları/ihtilafı bu bakımdan da rahmettir. Kısacası din ehlinin, dinde, onun hükümlerinin yol ve yöntemlerinde ihtilaf etmesinde, ancak araştırmacı ve uzak görüşlü kimselerin bilebileceği açık bir hikmet vardır.

Bölüm

Tikel Nefislerin Ancak Dünyaya Uğradıktan Sonra
Ahirete Ulaşabileceği Meselesine Dair

Bu konuda şunları söyleriz: Bil ki, -Allah sana yardım etsinAllah insanı yarat­tığı zaman, onun en yüksek gayesini ahiret yurduna ulaşmak olarak belirledi. Fakat insanın buraya ulaşması, nasıl ki onun dünyada en iyi durumda bulunması ancak rahimde bir müddet kalmasından sonra mümkünse, yalnızca dünyada bir müddet kaldıktan sonra mümkündür. Rahimde kalmaktan maksat, cesedin bünyesinin ve suretinin tamamlanmasıdır. Sonuçta insan rahimden dünyaya tam ve yeterli bir şe­kilde çıkar. Dünya hayatında, onun lezzetleri ve nimetlerinden faydalanır. Dolayı sıyla dünyada bulunmaktan ve orada bir müddet kalmaktan maksat, nefsin sure­tinin tamamlanması ve onun faziletlerinin kemale erdirilmesidir. Onun faziletleri­nin tamamlanması ise ancak bu cesedin, ilahi hikmetin eserleri ile doldurulmasıyla mümkündür. Bu konuyu “Cesedin Oluşumu Risâlesı’nde ve “İnsan Küçük Âlemdir Risalesinde açıklamıştık.

Sonra bil ki, cesetle birlikte olduğu süre içerisinde nefsin sureti tamamlanmaz ve dünyada cesetle birlikte bulunduğu esnada faziletleri kemale ermezse, öldükten son­raki ahiret yurdundan tam ve kâmil bir fayda elde edemez. Bu durum, cesedin bün­yesinin ve suretinin rahimde tamamlanıp kemale ermediği takdirde, insanın dünya hayatından [yeterli ölçüde] yararlanamamasına benzer.

Ve bil ki, Yüce Allah’ın, dini dünyadan ahirete giden bir yol ve dine sağlam bir şekilde uyulmasını da dünya ve ahirette iyilik vesilesi kılmıştır. Dinin zahir/açık ve batın/gizli boyutları vardır. Ona dosdoğru bağlanılması ise bu ikisiyle mümkündür. İnsanlardan bir kısmı, dine yalnızca dünyanın iyiliğini ve menfaatlerini arzuladığı için bağlanır; namaz, oruç vb dinin ve şeriatın hükümlerine bu nedenle düşkün gö­rünür, bu uğurda insanlara gösteriş yaparak dünyanın yararlarını talep eder. Ancak [bu tür kimselerin söz konusu niyetlerle de olsa] dinin hükümlerini muhafaza et­mesi, dinin ayakta kalmasına vesile olur. Nitekim şöyle denilmiştir: “Allah, bu dine, ondan nasibi olmayanlarla da yardım eder!” İnsanlardan bir kısmı da dünyayı, ahiret yurdunu talep etmek ve öldükten sonrasının iyiliğine kavuşmak için arzular. Onlar, dünyada zühd hayatı yaşarlar, kötülükleri terk ederler, emanetleri gizlide ve açıkta yerine getirirler. İnsanlarla, hiçbir hileye ve bozgunculuğa başvurmadan doğruluk ve takva ile muamele ederler. Dünyanın ve ahiretin hayrı işte bundadır.

Sonra bil ki, her kim, yasa koyucuların şeriatında, onun hükümlerini ve sınırla­rını değiştirmek suretiyle yeni bir şey ortaya atar da bununla dünyanın menfaatini arzularsa, bilsin ki, kıyamet gününde yasa koyucu onun hasımdır. Ancak her kim de böyle bir şeyi hem dünya hem de ahiretin hayrı için yapar, fakat inat edip inkâr et­meden ya da dünya menfaati için bir vesile aramadan kendisine bu konuda bir şüphe gelirse, işte o, bundan dolayı bağışlanır ve hesaba çekilmez.

Bölüm

Âlimlerin İmamet Meselesindeki İhtilafının Sebebi

Bu konuda şöyle deriz: Bil ki, imamet meselesi de âlimlerin ihtilafettikleri temel konulardan birisidir. Bu konuda çeşitli delillerle uğraşanlar, yollarını şaşırmışlar; söylentiler ve lakırdılar içerisinde boğulup gitmişlerdir. Sonuçta bu meseleyle meş­gul olanlar arasında düşmanlık ve kin ortaya çıkmıştır. Onu arzulayanlar arasında harpler ve çatışmalar meydana gelmiştir. Onun yüzünden mallar ve kan dökmeler helal sayılmıştır. Bu durum günümüze kadar kesintisiz bir şekilde gelmiştir. Hatta her gün bu konuyla uğraşanlar arasında ihtilaflar biraz daha artmaktadır. Dolayı­sıyla bu konuda fırkalaşma ve mezheplere bölünme devam etmektedir. Neredeyse bu durum, sayısını Allah’tan başka kimsenin bilemeyeceği bir noktaya ulaşmıştır.

Bu bakımdan biz ilk önce bu konunun erbabı arasında, üzerinde ittifak edilen asla değinecek ardından da konunun detaylarında ortaya çıkan ihtilafların sebeplerini ele alacağız. Bu minvalden olmak üzere şöyle deriz:

Bil ki bu ümmetin hepsi, Peygamber’in vefatından sonra onun ümmetinin içeri­sindeki halifesi olan bir imamın bulunmasının gerekli olduğunu söylemiştir. Bunun çeşitli sebepleri ve farklı hususiyetleri vardır: Birincisi, imamın ümmet içerisinde şeriatı muhafaza etmesi, sünneti ve dini ihya etmesi, iyiliği emredip kötülükten sa­kındırması ve ümmetin onun görüşü doğrultusunda hareket etmesidir.

Diğer bir topluluk da başka beldelerde, Müslümanlara onun adına halife olurlar; böylece haracı tahsil ederler, vergileri toplarlar, bunları ordu ve diğer halk sınıfla­rı arasında bölüştürürler. Böylece Müslümanların sınırlarını korurlar, topraklarını muhafaza ederler. Düşmanları kahredip yolları hırsızlara ve eşkıyaya karşı korur­lar. Zalimi uzaklaştırıp, güçlü olanın mazlum olan zayıfı ezmesine fırsat vermezler. İnsanlar arasındaki muamelelerinde insaflı ve adil olurlar. İşte Müslümanlar için gerekli olan buna benzer özellikler, onların dünya işlerinin görünürde sağlam yürü­mesini sağlar.

Diğer bir özellik, Müslümanların fakihlerinin ve âlimlerinin din işlerinde bir problemle karşılaştıklarında imama müracaat etmesidir. Böylece o, ihtilaflı mesele­ler ortaya çıktığında; fıkıhta, hükümlerde, hadlerde ve kısasta, namazlarda ve cuma­larda, bayramlarda, hacda, savaşta, yargıçları atama ve görevden alma konusunda bir ihtilafa düştüklerinde, onlar arasında hüküm verir. Bu durumda onların hepsi, ima­mın görüşü ve tedbiri, emri ve nehyi doğrultusunda hareket ederler. İşte bu durum, onların imama duyulan ihtiyaç konusunda üzerinde ittifak ettikleri asildir.

Fakat onlar, kimin imam olması gerektiği ve imamın kim olduğu konusunda iki fırkaya ve mezhebe ayrılmışlardır. Onlardan bir kısmı, yalnızca Hz. Peygamberin vefatından sonra en faziletli ve ona akrabalık bağı bakımından en yakın olan kişinin imam olması gerektiği ve ayrıca bu konuda nass/naklî delil bulunduğu kanaatinde ve inancındadır. Diğer bir kısmı ise bunun aksini düşünür. Bu iki görüşle ilgili bu­rada açıklaması uzun sürecek olan tartışmalar ve çekişmeler vardır. Bunlar, onların kitaplarında anlatılmıştır. Ancak bizim burada onlar arasındaki ihtilafların ilk defa nerede başladığını ve onlar açısından bu konudaki en problemli durumun nereden kaynaklandığını zikretmemiz gerekir.

Bil ki imamet, halifelikten ibarettir. Halifeliğin ise iki türü vardır: Peygamberli­ğin halifeliği ve hükümranlığın halifeliği... Peygamberliğin özelliklerini ve onu elde etmenin şartlarını bilmeden önce, imametin özelliklerini ve onun şartlarını sırala­mak, yine hükümranlığın özelliklerini ve şartlarını ve bu ikisi arasındaki farkları bilmeden önce, bunlardan bahsetmek, yersiz konuşmaktır. Yersiz olan her söz ise hakikati olmayan bir hezeyandır! Bu bakımdan bizim öncelikle hükümranlığın özel­liklerinden bahsetmeden önce peygamberliğin özelliklerinden bahsetmemiz gerekir. Bu konuda şöyle deriz:

Peygamberliğin özelliklerinden ilki, meleklerden gelen vahiy ve haberlerdir. Son­ra ümmet içerisinde daveti açıkça ortaya koymaktır. Sonra indirilen kitabı veciz la­fızlarla tedvin etmek ve onun kıraatini fesahatle ortaya koymak, sonra manalarının tefsirini ve yorumunun çerçevesini izah etmek, sonra ondan elde edilen sünnetle­ri ortaya koymak ve hasta nefisleri bozuk ve zayıf görüşlerden arındıracak tedavi yöntemlerini, kötü adetleri, çirkin işleri ve hoş olmayan fiilleri belirlemektir. Sonra nefisleri bu adet ve görüşlerden uzaklaştırmak, onların kusurlarını ortaya koymak suretiyle vicdanlardan silmek, bu adetlerden kaynaklanan hastalıkların, onlara dön­meyi engellemek suretiyle tedavisini yapmak, nefislere vakar, güzel adetler, temiz fiiller, övülen huylar ile ve kıyamet günü [verilecek olan] bol sevabı övmek ve ona teşvik etmek suretiyle şifasını vermektir.

Peygamberliğin özelliklerinden birisi de kötü nefisleri doğru yola döndürme ve onları azgınlık yolunun sarp yokuşunda ısrarla ilerlemekten alıkoyma siyasetinin keyfiyetini bilmektir. Yine gaflet içerisindeki nefisleri ve eğlenceyle oyalanan ruhları bu derin uykularından uyandırma siyasetinin keyfiyetini bilmek ve dirilişi unutan nefislere, diriliş gününü hatırlatmaktır. Böylece onlar şunu söyleyemezler: Bize ne bir müjdeleyici, ne bir uyarıcı ve ne de bir kitap geldi!

Peygamberliğin özelliklerinden bir diğeri de, şeriatta sünnetin icra edilmesi, din­de izlenecek yolun açıklanması, helal ve haramın ortaya konması, dünya işlerinin tamamına dair hadlerin ve hükümlerin ayrıntılı bir şekilde gözler önüne serilmesi; sonra dünyada züht hayatının özendirilmesi, ona aşırı bağlanmanın yerilmesi ve in­sanların avamdan, havastan ve bu ikisi arasındaki tabakalardan olanlarına dair hü­kümlerin ayrıntılı bir şekilde belirtilmesidir. İlim ehli arasında meşhur olan buna benzer özellikler, Tevrat, İncil ve Kur an gibi vahyedilmiş kitaplarda ve peygamberle­rin (a.s.) sahifelerinde mevcuttur.

Hükümranlığın özelliklerine gelince; onun ilki, oyuna başvurulan tebaadan biat almaktır. Havas ve avamın mertebelerini düzene koymak ve halktan haraç ve vergi­leri toplayıp tahsil etmektir. Rızkı orduya ve diğer halk sınıflarına dağıtmak, sınır­ları ve ülke topraklarını korumak, krallardan ve başkanlardan gelen barış ve ateşkes çağrısına cevap vermek gibi hoş karşılanan işleri yapmak, kalpleri uzlaştırmak ve dağınıklığı önlemek için hediyeler vermektir. Buna benzer özellikler, başkanlar ve kralların malumudur.

Sonra bil ki, belki de bu özellikler herhangi bir vakitte insanoğlundan bir şahısta bir araya gelebilir. O zaman bu kimse hem peygamber hem de kral olur. Belki de iki şahısta bulunabilir. O zaman da onlardan biri bu ümmete peygamber, diğeri ise onlar üzerine sultan olur.

Bil ki, bunlardan birinin ayakta durması ancak diğerinin bulunmasıyla müm­kündür. Nitekim Fars kralı Erdeşîr, vasiyetinde şöyle demiştir: “Kral ve din ikiz kardeştirler. Bunlardan biri ancak diğeriyle ayakta durabilir”. Çünkü din, mülkün/ egemenliğin temelidir. Mülk ise dinin koruyucusu... Temeli olmayanın yıkılması kaçınılmazdır. Koruyucusu olmayan ise zayi olmuştur. O halde mülk için bir temel, din için de bir koruyucu gereklidir.

Sonra bil ki Allah Teâlâ, Hz. Davud’da (a.s.), Hz. Süleyman’da (a.s.) ve Allah’ın sadık kulu Hz. Yusuf’da (a.s.) mülkün ve nübüvvetin özelliklerinin hepsini topla­dığı gibi, peygamberi Hz. Muhammed’de (a.s.) de bu ikisini bir araya getirmiştir. Nitekim Hz. Peygamber (a.s.), peygamber olarak gönderilişinin başlangıcında, Mekke’de yaklaşık on iki yıl kalmış, bu esnada insanları dine davet etmiş ve onlara dinin temel esaslarını öğretmiştir. Sonuçta peygamberliğin tüm özelliklerini şah­sında toplamış ve onları en mükemmel dereceye ulaştırmıştır. Bundan sonra ise Medine’ye hicret etmiştir. Orada da yaklaşık on sene ümmetin işlerini yoluna koy­muş, düşmanları sakındırmış, haraç ve vergiyi toplayıp tahsil etmiştir. Düşmanlarla barış ve ateşkes antlaşmaları yapmış, hediyeler alıp vermiştir, onlardan evlenmiş ve onlara kız vermiştir. Böylece hükümranlık işini de en sağlam şekilde gerçekleştir­miştir.

Sonra bil ki, Yüce Allah, peygamberliğe hükümranlığı da ekleyince, bunu dün­yaya önem vermesi ve onu istemesinden dolayı yapmamıştır. Fakat Allah, [seçtiği] ümmeti için din ve dünya işlerini birleştirmeyi murat etmiştir. Burada Onun bi­rincil kastı, dindir. Hükümranlık/mülk ise çeşitli sebeplerden dolayı arızîdir. Bi­rincisi, eğer hükümranlık Onun [seçtiği] ümmetinin dışında bir toplulukta olur­sa, bunların Onun [seçtiği bu ümmeti] dinlerinden uzaklaştırmalarından ya da Firavun un İsrail oğullarına yaptığı gibi egemenlikleri altındaki topluluklara aza­bın en kötüsünü reva görmelerinden emin olunamaz. İkincisi, Erdeşir’in söylediği şu sözdür: “Hükümranlık ve din ikiz kardeştirler" Üçüncüsü, insanların tabiatları ve yaratılışları itibariyle yalnızca krallarının dinlerine rağbet etmeleri, sadece on­lardan çekinmeleridir. İşte bu özelliklerinden ve burada açıklaması uzun sürecek olan daha başkalarından dolayı Allah, peygamberi Hz. Muhammed’de (a.s.) hem peygamberliği hem de hükümranlığı bir araya getirmiştir. Bu mesele Yahudi ve Hıristiyanlara ağır gelince; onun peygamberliğini reddettiler ve onda şüpheye düş­tüler. Hâlbuki onlar, Hz. Muhammed’de (a.s.) hükümranlık ile peygamberliği bir arada gördüklerinde ve Allah’ın (c.c.), Hz. Davut’un ve Hz. Süleyman’ın kıssalarını Yahudi ve Hıristiyanlara, bu ikisinin peygamberliğini ve Allah’ın onlarda peygam­berliği ve hükümranlığı bir araya getirdiğini ve böylece hükümranlığın onların peygamberliğine bir zarar vermediğini onayladıkları için, kesin bir kanıt olarak indirdiğine tanık olduklarında, Hz. Muhammed’in de durumunun aynı olduğunu kabul etmeleri gerekirdi. Çünkü hükümranlık, peygamberlik için bir eleştiri konu­su olamaz.

Bil ki ey kardeş! Yüce Allah, Hz. Muhammed’de hükümranlık ve peygamber­liği bir araya getirmiştir. Ve onu katından bir ruh ile teyit etmiştir. Sonuçta o da Allah’ın kendisine tahsis ettiği güçlü bir tabiat ve sağlam bir kuvvet ile bu ikisinin hakkını gerektiği şekilde vermiştir. Nitekim Yüce Allah şöyle buyurmuştur: “Kuş­kusuz Sen, büyük bir ahlâk üzeresin."[18] Bu durumda olan kimse çok azdır. Çün­kü peygamberlik, beşerî faziletlerden kırk küsur hasletin bir arada bulunmasıyla gerçekleşir. Hükümranlık ise bunların dışında daha başka şartların bulunmasını gerektirir.

Bölüm

Bil ki, kralların bazı huyları, peygamberlik hasletlerine aykırıdır. Bunun nedeni, hükümranlığın dünyevî bir iş olmasıdır. Peygamberlik ise uhrevi bir iştir. Dünya ve ahiret sanki birbirlerinin zıttıdırlar. Kralların çoğu ise dünyaya rağbet ederler. Onu arzulayarak ahireti hatırlamayı bir kenara bırakırlar. Dolayısıyla ahireti unuturlar. Peygamberlere (a.s.) gelince; onların hasleti, dünyada zahitçe yaşamayı ve ahirete rağbet etmeyi özendirmektir. Onlar bunu emrederler ve buna teşvik ederler. Bu itibarla bazı kralların durumu, peygamberlik durumuna aykırıdır. Ancak Allah’ın kendilerinde hükümranlık ve peygamberliği bir araya getirdiği peygamberler, dün­yaya çok fazla rağbet etmezler. Onun iştah çeken yönlerine düşkünlük göstermezler. Nitekim Yüce Allahü, sadık kulu Hz. Yusuf’tan (a.s.) şu sözü hikâye etmektedir. “Ey Rabbim, kuşkusuz bana hükümranlık verdin ve bana rüyaların tevilini öğrettin.”[19] Onun bu sözü, dünya hayatında zahitlerden birisi olduğuna işaret etmektedir. Hz. Davut’un ve Hz. Süleyman’ın (a.s.) durumları da bunun gibidir.

Yüce Allah, Hz. Davut’un (a.s.) kıssasında, onun çok tövbekâr ve yumuşak huylu olduğundan bahsetmiş; Hz. Süleyman’ın (a.s.) kısasında da onun şu sözünü nakletmiştir: “Bu, Rabbimin bana şükür mü yoksa nankörlük mü edeceğimi görmesi için bir lütfudur.”[20] Hz. Peygamber in durumu da böyleydi. O da dünyada zahitçe yaşadı ve ahirete rağbet etti. Haberde rivayet edildiğine göre, Cebrail (a.s.), Hz. Peygambere yeryüzünün anahtarlarını sundu ve şöyle dedi: Bunları al, böylece Allah katında­ki hiçbir şey senin için eksik kalmaz. Bunun üzerine Hz. Peygamber şöyle dedi: “Bunların hiçbirisine ihtiyacım yok. Çünkü bunların helal olanlarının hesabı, haram olanlarının ise azabı vardır.” Kuşkusuz o, bunu, dünyaya rağbet etmemeleri için üm­metine olan şefkatinden dolayı yapmıştır. Yüce Allah’ın şu buyruklarıyla bu hususa delil getirmişlerdir: “Dünyanın geçici menfaatini istiyorsunuz, hâlbuki Allah, ahireti diliyor”[21], “Hayır siz, dünya hayatını tercih ediyorsunuz, hâlbuki ahiret daha hayırlı ve daha süreklidir”[22], “Ahiret senin için dünyadan daha hayırlıdır.”[23]

Bölüm

Cebir/Kadercilik Meselesine Dair

Bu konuda şöyle deriz: Bil ki, cebir/kadercilik meselesi de insanlar arasındaki temel ihtilaf sebeplerinden birisidir. Bu konudan da farklı görüşler ve mezhepler ortaya çıkmıştır. Bu mesele üzerinde, devirler ve asırlar boyunca ihtilaf eden âlimler ve cedel/tartışma ehli, cebriye ve kaderiye olmak üzere iki gruba ayrılmışlardır. Cebriyeyi bu konudaki inanç ve görüşlerine, işlerin sonucuna bakmaları ve onları dik­kate almaları sevk etmiştir. Onlar, oluş ve bozuluş, varlık ve yokluk sahasına çıkan işlerin ve olayların tümünün Allah’ın takdirine ve ezelî ilmine göre gerçekleştiğini ve bunun aksine hiçbir şeyin olmadığını gördüklerinde, kendi elleriyle işledikleri fiillerden hiçbirine kadir olmadıkları, bunların hiçbirinden kaçınmaya ve gerçekte onları terk etmeye güç yetiremeyecekleri zannı ve iddiasında bulundular. Dolayısıyla bunların hepsini kaza ve kadere nispet ettiler.

Bunların basımlarına ve muhaliflerine gelince; onların bu konudaki bakışları ve dikkatleri; emirlere ve nehiylere, övgüye ve yergiye ve güç ve kuvvet sahibi olan akıllı kimseye vaat edilen ödül ve cezaya yönelmiştir. Onlara göre cebriyeciye yukarıdaki hususlarla delil sunulmuş, onun bu konudaki mazereti ortadan kaldırılmıştır. Artık onun ne Allah’ın ne de insanın katındaki herhangi bir kimseye kaza ve kader ve Allah’ın olaylara dair ezelî bilgisi ile bir delil getirmesi mümkün değildir. Çünkü hiç kimse, işin ve fiillerinin başlangıcında Allah’ın kaza ve kaderinin ve ezelî bilgisinin [ne yönde tecelli ettiğini] bilmemektedir. Bu durum ona ancak, yaptığı işi bitirdikten veya Allah’ın emrettiği şeyi terk ettikten sonra açık olarak gözükmektedir. İşte cebriyenin basımlarının ve muhaliflerinin bakış açısı ve değerlendirmesi budur. Hiç kuş­kusuz bu mesele kendi hali üzere kalmış, ihtilaf devam etmiştir. Bu konuda hüküm verme, günümüze kadar devam etmiştir. Öyle görünüyor ki, bu konudaki inceleme, değerlendirme, araştırma ve tartışma artarak devam ettiği sürece, ihtilaflar da kıya­mete kadar gittikçe artacaktır.

“ Allah, kıyamet günü onların arasında ihtilaf ettikleri konulardaki hükmünü verir.”™

Sonra bil ki, Allah’ın mahlûkatından herhangi bir şeye kadir olan ve herhangi bir işi yapan hiç kimse yoktur ki, Allah onu buna muktedir kılmış, bu konuda ona güç vermiş ve onu yapmayı ona kolaylaştırmış olmasın.

Bil ki, Allah’ın kadir olanlara kudret ve kuvvet sahiplerine kuvvet vermesi ve işleri onlara kolaylaştırması, Onun onlardan herhangi birisini, herhangi bir fiili yapmaya veya onu terk etmeye zorladığı anlamına gelmez.

Bil ki, kadir olanlardan herhangi birinde, herhangi bir fiili veya işi yapmak üzere bulunan her kudretin ya da kuvvet sahiplerinden herhangi birinde bulunan kuv­vetin bizzât kendisi bu kimsede söz konusu fiili ve ameli hem yapma hem de terk etme imkânı verir. Örneğin, konuşan kimse, dilinde konuşmak üzere yaratılmış olan kuvvetin aynısıyla susmaya da güç yetirir. [Yürümek için] ayaklarda, açmak için göz­lerde yaratılan kudretin durumu da aynıdır. Kişi aynı kudretle bunları terk etmeye de kadirdir.

Kendileriyle fiillerin yapılmaya güç yetirildiği diğer kuvvetlerin durumu da buna benzer. Bununla birlikte belki bir fiili terk etmek, onu yapmaktan, bir diğerini yapmak da onu terk etmekten daha kolay olabilir. Bu durum, söz konusu kudret aracılığıyla kolaylaştırılmış olan işlere yönelten unsurlara göre değişir. Buna örnek olarak gece hırsızlık yapan hırsızın durumu verilebilir. Rahat yataklarda uyumak, her hâlükârda gecelerin zifiri karanlığında uzak mekânlara güçlükle gidip korku ve ürkeklikle evlerin duvarlarını delmekten ve yüksek duvarlara tırmanmaktan daha kolaydır. Ancak hırs ve arzu, şiddetli ihtiyaç, geleceğe dair ümitler, iştahı kabarmış nefisler, işlerin sonunu hesap etmemek, kuruntulara aldanma ve şeytanın vesveseleri

78. Secde, 32/25.

gibi sebepler, onları daha zor olan fiili yapmaya, daha güç olan işi gerçekleştirmeye ve daha kolay olanı ise terk etmeye sevk etmiştir.

Diğer zor ve güç fiillerin ve işlerin durumu da bu örnekte anlatıldığı gibidir. On­ların da terk edilmesi, işlenmelerinden daha kolaydır. Ancak şöyle denilmiştir: “Her­kese yaratılışına uygun olan şey kolaylaştırılmıştır”. Bazısına bir fiili işlemek, diğer bazısına ise onu terk etmek kolay gelir.

Ey kardeş! Sakın sen, herhangi birinden bir fiilin meydana gelebileceğinin, ona herhangi bir işin kolaylaştırıldığının ve kendisi için çok gerekli olmayan bir şeyi terk etmesinin, Allah’ın bu kimseye dair değişmeyen ve kesin olan kazası ve kaderi olarak isimlendirilen ezelî bilgisinin dışında bir şeyle olduğunu zannetme. Bu kaza ve ka­der, “İman Risâlesfnde açıkladığımız üzere, [astrologların literatüründe] yıldızların hükümlerinin ve felekî şekillerin etkilerinin zorunlu sonuçları olarak nitelendirilir. Oraya bakılabilir...

Bölüm

Sonra bil ki, insanlar var olduktan bu yana yıldızlara dair hükümler de onlar ara­sında temel ihtilaf sebeplerinden birisi olmuştur. Âlimler, yıldızlara dair hükümle­rinde üç gruba ayrılmışlardır: Birinci grup, felekî fertlerin, bu süflî fertler içerisinde var olmadan önce varlıklara delalet ettiğine ve onların bu fertler üzerinde fiillerinin ve etkilerinin bulunduğuna inanır. İkinci grup, onların bu fertlere hiçbir etkisinin ve delaletinin bulunmadığına, onların hükmünün, cansız varlıklar ve sahralara ve ıssız çöllere atılan taşlar hükmünde olduğunu kabul eder. Fakat onlar, yalnızca, astroloji ilminin verilerini incelemeyi terk ettikleri, onu öğrenmekten gafil oldukları ve onun hakkında araştırma yapmaktan uzak durdukları için böyle söylediler ve yıldızların delaletleri ile fiillerini inkâr ettiler.

Yıldızların [bir şeylere] delalet ettiğini söyleyenlere gelince; onlar bunun uzun tecrübelerden, ümmetten ümmete ve nesilden nesile pek çok günler, aylar ve seneler içerisinde devam edip gelen yoğun incelemelerinden sonra doğruluğunu açıkça gör­müşler ve hakkında bilgi sahibi olmuşlardır. Nitekim bu durum, [bu konuya ilişkin] hükümlere dair kitaplarda açıklanmıştır.

Yıldızların [bir şeylere] delaletlerinin, fiillerinin ve tesirlerinin bulunduğunu, on­ların diri ve konuşan olduklarını, Allah’ın melekleri, feleklerinin efendileri ve gökler­deki sakinleri olduklarını söyleyenlere gelince; onlar, bunu ilahiyât ilimleri ve onlara dair hükümleri inceledikten sonra öğrenmişlerdir. İlahiyat ilimlerini; tabiat ilimlerini ve onların hükümlerini inceledikten sonra, tabiat ilimlerini; matematik ilimlerini ve onların hükümlerini inceledikten sonra, matematik ilimlerini ise; günleri, ayları ve yılları alan uzun bir süre onlar üzerinde eğitim gördükten sonra öğrenmişlerdir. So­nuçta, tesirde bulunanları, kâinattaki yıldızların rûhânîyeti olarak nitelendirmişlerdir.

Sonra bil ki, âlimler, öğrendikleri ve üzerinde düşündükleri ilim ve edebiyat ko­nusunda onu inkâr edenlerin ve cahillerin sözlerine bakarak şüpheye düşmezler. Aynı şekilde akıllı kimseler de, içerisinde yetiştikleri ve yakınlık duydukları dini ve mezhebi terk etmeme fıtratı üzere yaratılmışlar ve ibadeti bu dinin pratiğine uygun olarak alışkanlık haline getirmişlerdir. Dini, batıllığını açıkça görüp kusurunu fark etmeden, babalarından, şeyhlerinden ve üstatlarından almışlardır. Bu yüzden onlar­dan herhangi biri, doğruluğu kendilerine açıkça belli olmayan, gerçekliği doğrulan­mayan ve hakkında kesin bir kanıt ortaya konmayan herhangi bir din ve mezhebe girme arzusu duymazlar. O halde sen, insanları, babalarının dinlerini ve atalarının yollarını takip ediyorlar diye kınama!

Bil ki, hak, her dinde mevcuttur, her lisanda dile getirilmiştir. Her insana şüphenin gelmesi caizdir, mümkündür! O halde sen, ey kardeş! Her din ve mezhep ehline, sa­hip olduğu şeye ya da izlediği yola göre hakkı açıkla. Ondan kendisine gelen şüpheyi kaldırmaya çalış. Eğer güzel yapabileceksen bu işe giriş. Aksi takdirde onu yapmaya kalkışma ve onu güzel yaptığın iddiasında bulunma. Sahip olduğun din ve mezhebe sımsıkı tutunma. Onun hayırlı yönlerini araştır. Eğer onda bir hayır bulursan, ondan daha aşağısı üzerinde durmaya kalkışma. Nitekim sana gerekli olan, en hayırlısını ve en faziletlisini alman, ona geçinendir. Öyleyse insanların mezheplerinin kusurlarını saymakla meşgul olma. Ancak kendi mezhebinin kusursuz olup olmadığına bak.

Bil ki, akıllı insan, kötü huylarından, çirkin fiillerinden ve hoş olmayan amelle­rinden endişe ettiği gibi kendi mezhebinin kusurlarından endişe eder. O, başkaları­nın ayıpları, kötü huyları ve çirkin fiilleriyle ilgilenmez. Nitekim bir özdeyişte şöyle denilmiştir: “Ey Âdemoğlu, senin iki mahallen vardır: Biri, nefsinin ayıplarının bu­lunduğu, diğeri ise başkalarının ayıplarının bulunduğu mahalledir. Sen başkasının ayıplarının bulunduğu mahalleden geçerken her şeyi gözünün önüne alır, durma­dan sağı solu gözlersin, ama kendi ayıplarının bulunduğu mahallede, her şeyi arkana atar, hiçbir şeye bakmazsın”. Bir Yunanlı bilge şöyle demiştir: “İnsan kendi ayıplarına karşı kör ve sağırdır. Çünkü ona en sevimli gelen şey, kendisidir. İnsan, sevdiği şeye karşı ise kör ve sağırdır”.

Sonra bil ki, ilimlerin pek çok türü vardır. Her tür, çeşitli dallara ayrılmıştır. Her bir dal ise diğerinin himayesi altındadır. Her ilmin ehli de onda farklı mertebelerde bulunur. Kimisi onu öğrenmeye yeni başlamıştır. Kimisi onda derinleşmiştir. Kimisi de bu ikisi arasında, farklı mertebelerde bulunur. Her ilim ve mezhep ehline Allahü Teâlâ deliller nasip etmiştir. Dolayısıyla onlar hükümlerinde ve onlarla ilgili çıkar­samalarında doğru da yanlış da yapabilirler. Bunlardan biri bazen az bazen de çok olur. Bunların hepsi, nefislerinin kuvveti, eğitimlerinin uzunluğu ve konu üzerinde­ki dikkatleri oranındadır. O halde sen, sanatın batıl olduğunu zannetme; olabilir ki, deliller, o sanat erbabının, çıkarsamada bulunurken yaptıkları hataları ve beceriksiz­likleri yüzünden doğru değildir.

Bil ki, yıldızlar ve onların [birtakım şeylere] delaletleri doğrudur ve haktır. Onlar Allah’ın tayin etiği ve yörüngelerini belirlediği felekî fertlerdir. Her ne kadar astrologlar/müneccimler, bazı çıkarsamalarında ya da çoğunda hata etseler de, bu du­rum astroloji ilmini batıl kılmaz. Nitekim Allahü Teâlâ, astrolojiyi İdris peygamber için bir mucize kılmıştır. Onun zamanındaki kral buna iman etmiştir. Onun burada uzun sürecek bir hikâyesi vardır. Tıp sanatı da bunun gibidir. Çünkü onun da dela­leti sahihtir. Bununla birlikte tâbipler, çoğu kez belirledikleri çıkarsamalar doğrultu­sunda verdikleri hükümlerinde, bazen isabet bazen de hata ederler. Bu durum, tıp sanatının geçersiz olduğunu göstermez. [Bu konu da] Allah’ın belirlediği deliller ise, nabız atışlarının ve idrarın renginin ve çeşitli nedenlerden dolayı hastanın halleri­nin değişmesidir. Fakihlerin, hâkimlerin ve müftülerin, helal ve haram gibi dini hü­kümlerdeki durumu da buna benzer. Onlar da Allah’ın indirmiş olduğu kitaplardaki ayetlerden ve şeriatın hükümlerinin belirlediği esaslardan hareketle bir çıkarsamada bulunarak ortaya koydukları hükümlerinde, bazen isabet bazen de hata edebilirler. Onların hataları ve beceriksizlikleri de bu ilimleri, sanatları ve ileri sürülen delilleri iptal etmez. Dolayısıyla noksanlık ve acizlik, kemalinin eksikliğinden dolayı insan­dan kaynaklanmaktadır.

Sonra bil ki, azap vaadi de âlimler arasındaki temel ihtilaf meselelerinden biri­sidir. Onlardan bir kısmı, Allah’ın sevap ve ödül vaadinde olduğu gibi azap ve ceza vaadini de yerine getirmesi, Onun hüküm ve adaletinin bir gereği olduğuna inanır. Çünkü O, vaadini yerine getirmezse yalancı olur. Allahü Teâlâ bundan münezzeh, ulu ve yücedir.

Bir kısmı ise, Onun böyle bir durumda yalancı olduğunu kabul etmez. Çünkü bunlara göre yalan, kişinin yapmadığı bir şeyi yaptığını haber vermesi yahut da yap­tığı halde yapmadım demesidir. Ancak kişi, yapacağım deyip de onu yapmazsa, [ya­lancı değil] sözüne muhalif olur. İyi bir vaatte bulunup da ona muhalefet eden kimse, kınanır ve vefasız sayılır. Ancak ceza ve azap vaadine muhalefet etmek, belki af, ba­ğışlama, rahmet, acıma, şefkat, kerem, hoşgörü ve lütuf olarak görülür. Nitekim bu tür övülen özellikler, Allah’ın lütfuna, rahmetine, keremine ve ihsanına uygundur. Bazı Arapların şu sözü bu kabildendir:

Kuşkusuz ben, bir ceza ya da ödül vaadinde bulunduğumda, ceza vaadime mu­halefet eder, ödül vadimi yerine getiririm. Çünkü ceza vaadine muhalefet etmek, bir keremdir; onunla iftihar ederim. Nitekim Allah’ın kuluna yaptığı ceza vaadi de müş­fik, iyi ve âlim bir babanın, cahil ve problemli çocuğuna yaptığı ceza vaadine benzer. [Örneğin] o şöyle der: Şunları ve şunları yiyip içme, ancak şunları ve şunları yap. Eğer dediklerimi yapmaz ve öğüdümü tutmazsan, seni döver, hapseder ve cezalandı­rırım. Eğer çocuk bunları yapmaz, babasının öğüdünü tutmaz, onun söylediklerini yerine getirmez, kendisine yasakladığı şeylere uymaz da men edildiği şeyleri yer ve içerse ve kendisine emredilenleri terk ederse, hasta ve rahatsız olur, sıhhatini kaybe­der, daha yararlı ve faydalı olanları kaçırır, sonuçta elem ve acı içerisinde kalır. Buna karşın şefkatli baba ise ona yaptığı ceza vaadini yerine getirme, onu döverek acısını ve ıstırabını artırma konusunda şefkat eder de bunlardan vazgeçer. Yüce Allah’ın kulları için vermiş olduğu azap hükmü ve vaadi de bunun gibidir. Elbette bu Ona, Onun rahmetine, cömertliğine, keremine ve ihsanına daha layıktır.

İyileri ödüllendirme vaadinin ne zaman ve nasıl yerine getirileceği meselesine gelince; bu tür meseleler, ilimlerin en karmaşık ve sırların en hassas olanlarındandır. Âlimler bu konuda çok şey söylemişlerdir. Akıl sahibi kimselerden çoğunun akıl­ları, bu mesele karşısında hayrete düşmüştür. Onlardan bir kısmı, bunun ölmeden önce dünyada olduğuna inanır. Bir kısmı ise öldükten sonra ahirette gerçekleşeceği­ni kabul eder. İnsanlardan çoğu ise ahireti inkâr eder, onu bilmez ve onun varlığını kabul etmez. Onun varlığını kabul edenler de onun mahiyeti, keyfiyeti ve yapıları hakkında çeşitli mezheplere ayrılmışlardır. Bir kısmı, ahiretin bir ödül ve ceza yurdu olduğuna, onun ancak göklerin harap olup tüm mahlûkatın yok olmasından sonra gerçekleşeceğine, sonra da Allah’ın, onları ikinci kez yeni bir yaratılışla tekrar hayata döndüreceğine, ardından da onlara dünyada işledikleri hayır ve iyiliğin sevabını, şer ve kötülüğün ise cezasını vereceğine inanır.

Bu durum, genel halk ve din işlerinden hiçbir şey bilmeyip, dini taklit ve iman yoluyla kabul edenler için iyidir. Allah’ın bazı matematiksel ve tabiî ilimleri ince­leyen has kullarına gelince; bu görüş onlar için uygun olmaz. Çünkü akıllı ve bil­ge kimselerin çoğu, göklerin harap olmasını inkâr ederler ve bunu kabul etmekten şiddetle kaçınırlar. Dolayısıyla onlar için iyi olan, ahiret hayatına ve onun, tıpkı ana rahmindeki mevcudiyetin ardından dünya hayatındaki mevcudiyetin, gençlik gün­lerinin ardından ihtiyarlık zamanının ve cehalet döneminin ardından akıl, temyiz, hikmet ve kemal günlerinin gelmesi gibi, dünyadaki mevcudiyetin ardından ahiretteki mevcudiyetin geleceğine inanmalarıdır. Bunlar, nefsin başına, bedeni terk etme­sinin ardından, dünyadaki gaflet ve ölümden önceki derin cehalet uykusundan uya­nır uyanmaz gelen hallerdir. Ahiretin bilgisine bir delil olması için dünya hayatını düşünüp, onun hallerine ve işlerinin nasıl döndüğüne ibret nazarıyla bir bak! Eğer bunu yapmazsan, cehalet körlüğü içerisinde ölmüş olursun. Sonra da ahiret hayatına karşı körleşir ve yolunu şaşırırsın. Biz, “Elemler ve Lezzetler Risalesinde, öldükten sonra iyilerin nasıl ödüllendirilip, kötülerin de nasıl cezalandırıldığı meselesinin bir kısmını anlatmış, bir kısmını da “Diriliş ve Kıyamet Risalesinde zikretmiştik. Şimdi ise bu konunun diğer bir kısmından bahsetmek istiyoruz.

Bölüm

İyilerin Ödüllendirilmesine Dair

Bu konuda şöyle deriz: Bil ki, ey kardeş! İyilerin ödülü, ahirette, marifetteki de­receleri ve salih amellerdeki gayretleri ölçüsünde kat kat artar. İnsanlar amelleri bakımından farklı mertebelerde bulunurlar. Herkes tabiatı uyarınca hareket eder. Avamın ve cahillerin hallerinin en iyisi, orucu, sadakayı, namazı, Kuran okumayı, tesbihatı ve buna benzer onları bela ve musibete maruz kalmamaları için lüzumsuz, batıl ve boş işlerden alıkoyacak farz ve sünnet ibadetleri çoğaltmaktır.

Allah’ın has kullarının amellerinin en faziletlisi ise, beş duyuyla algılanan ve akılla idrâk edilen nesnelerde, özellikle de bunların dinle ilgili olan kısımlarında işlerin nasıl yürütüldüğü üzerinde düşünmek, onları dikkatlice incelemektir. Nitekim şöyle denilmiştir: “Hayırlı işlerin en faziletlisi, tek bir haslettir; oda tefekkürden ibarettir.” Yüce Allah da şöyle buyurmuştur: “De ki: ‘Size tek bir öğüdüm vardır: Allah için ikişer ikişer ve tek tek kalkınız, sonra düşününüz.”[24]

Sonra bil ki, insan duyulur nesneler üzerinde akıl yürütüp onları tanıdığında ve akılla bilinen nesneler ve onların nedenleri hakkında düşünüp araştırdığında, karşı­sına şu iki yol çıkar: Birincisi, sağ tarafa gider; bu yol onu hidayete ve doğruya götü rür. İkincisi ise sol tarafa gider; bu yol da onu cehalete ve sapıklığa iletir. Bunun ne­deni, âlemin işlerinin iki tür olmasıdır: Bunlar, tümellerden (külliyyât) ve tikellerden (cüz’iyyât) ibaret olup başkası yoktur. İnsan, tümelleri düşünmeye, onların hallerini ve işlerini dikkatlice incelemeye ve onlardaki hikmetleri araştırmaya başladığında, bunlar ona apaçık bir şekilde görünür. Onları ve hakikatlerini tanıma imkânı bulur. Onlarla ilgili doğru olana ulaşır. İnsan bu konuda her ilerleme kat ettiğinde, hidaye­ti, yakîni/bilgisinin sağlamlığı, nuru, basireti ve hakikate ulaşmadaki derecesi artar. Böylece Allah’a daha fazla yaklaşır ve Onun katında daha değerli olur. İnsan, tikeller üzerinde düşünmeye, onları ve nedenlerini araştırmaya başladığında ise; onlar ken­disine gizlenir ve bağış kapılarını kapatır. İnsanın onlarla ilgili tefekkürü arttığında, hayreti ve şüpheleri artar. Böylece Allah’tan daha fazla uzaklaşır. Dolayısıyla insanın kalbi acı veren bir azap içerisinde kalır.

Örneğin, insan öncelikle kendisi hakkında düşünmeye başlayıp, vücudunun yapı­sını, nefsini, cesedinin nasıl terkip edildiğini, önce babasının sulbünde değersiz bir su olduğunu, sonra sağlam bir karargâhta nutfe/sperm haline geldiğini, sonra nasıl küçü­cük bir et parçasına dönüştüğünü, sonra kemiklere nasıl et giydirildiğini, sonra birbi­rini izleyen aşamalardan sonranasılembriyohalinegeldiğini, sonra cesedinin fitilinin, Ruhülkudüs’ten çıkan nurun kıvılcımlarını nasıl kabul ettiğini, sonra oluş evreni olan ana rahminden son evreni olan dünyaya nasıl çıkarıldığını, sonra nasıl duyumsayan ve algılayan bir çocuk haline geldiğini, sonra cahil bir çocuk iken nasıl terbiye edildi­ğini, sonra yetişip bilgin ya da cahil bir genç haline geldiğini, sonra nasıl gücü nispe­tinde âlim, filozof, bilge, tedbirli ve mülk sahibi bir adam olduğunu, sonra nasıl züht ve ibadet ehli bir kişi haline geldiğini, ardından ömrünün uzayıp da nasıl başlangıçta olduğu gibi kuvveti gitmiş zayıf biri haline döndüğünü, sonra da [Allah’ın], “Allah sizi zayıf olarak yarattı, sonra bu zayıflığın ardından size kuvvet verdi, sonra bu kuvvetin ardından size tekrar zayıflık ve ihtiyarlık verdi; O dilediğini yaratır” [buyruğunda geç­tiği üzere] dinçliğin ve kuvvetin ardından zafiyetin ve ihtiyarlığın geldiğini; işte insan, düşkünlükten tamlığa, üstünlükten en yüksek kemal noktasına doğru seyreden bütün bu halleri tefekkür ettiğinde, kendisini yoktan var eden, yetiştirip büyüten bilge bir sanatkârının bulunduğunu zorunlu olarak bilir ve aklı buna tanıklık eder.

Bil ki, Yüce Allah diridir, âlimdir, kadirdir, her şeyi bilendir, hikmet sahibidir, lütufkârdır, cömerttir, iyidir, şefkatlidir ve çok merhamet edendir. Şayet insan, ana­tomiyi ve organların faydalarından, hayvanlardan, bitkilerden, madenlerden, semavi varlıklardan, feleklerin terkiplerinden ve bunlara benzer Allah’ın yoktan var ettiği şaşırtıcı sanatlarını anlatan ilim ve bilimlerin kitaplarını incelediğinde, bu incele­mesi nispetinde Allah’a ve ona layık olan sıfatlara dair bilgisi, marifeti ve basireti artar. Böylece o, Ona daha yakın olur ve onun, Ona kavuşma iştiyakı artar. İşte bu, sağ tarafa giden yoldur. Bu yol, üzerinde yürüyeni Allah’a ve Onun cennetlerinin nimetlerine ulaştırır.

Sol tarafa giden diğer yola gelince; o yol insanı şüphelere, şaşkınlığa, sapıklığa ve körlüğe götürür. Bu yol, insanın işe, ilimleri, edebiyatı ve matematiği incelemeden ve ahlâkını güzelleştirip nefsini arındırmadan önce, çocukların niçin acı çektiklerini bil­mek, iyi ve hayırlı kimselerin niçin musibetlere maruz kaldığını anlamaya çalışmak, haberleri araştırmak, kötü hadiselerin etkilerini azaltmak, niçin akıllı ve ihtiyatlı olan Zeyd’in fakir olup da aciz olan Amr’ın zengin olduğu, niçin, aptal olan Cafer’in yö­netici, bilge olan Abdullah’ın ise hor ve hakir düştüğü, niçin bu adamın zayıf olup da, öbürünün kuvvetli ve sıhhatli olduğu, niçin bu kurtçuğun küçük olup da şu devenin büyük olduğu, niçin bu filin kocaman cüssesine rağmen dört ayağı bulunduğu halde, şu böceğin küçücük bedeni olmasına rağmen altı ayağının ve iki kanadının bulun­duğu, böceklerin, sineklerin, maymunların ve pirelerin ne işe yaradığı, domuzları ve kertenkeleleri yaratmada ne tür bir faydanın bulunduğu, akrepleri ve yılanları yarat­madaki hikmetin ne olduğu gibi, başkaları şöyle dursun, bilginlerin uzman olanlarına bile gizli kalıp zor gelen ve sayılarını ve nedenlerini Allah’tan başka kimsenin bileme­yeceği kadar çok olan tikel meseleleri keşfetmeye kalkışmasından ibarettir.

İnsan bunların nedenlerindeki hikmeti ancak ilahiyât ilimlerini inceledikten son­ra bilebilir. O, ilahiyât ilimlerini ancak tabiî hadiseleri inceleyip onlar üzerinde te­fekkür ettikten, bunları akılla bilinen nesneleri inceledikten, bunları da duyulur nes­neleri inceleyip onlar üzerinde iyice düşündükten sonra bilebilir. Kim bu ilimler ve bilimlerde yeterli dereceye ulaşmadan, onların eğitimini almadan ve nefsini arındırıp ahlâkını güzelleştirmeden önce, yukarıda anlattığımız zor meselelerin ardına düşer­se, onları kavrayıp anlayamaz. Sonuçta evrendeki her şeyin kendi haline bırakıldığı­nı ve kâinatın hikmet sahibi [bir yaratıcının] inayeti ve her şeyi bilen bir sanatkârın sanatı olmadan tesadüfen meydana geldiğini veya âlemlerin rabbinin, [yarattığı] âlemlerdeki işlerinden gafil olduğunu, bu yüzden orada hikmete uygun olmayan iş­ler yaptığını düşünür. Yahut Onun oralarda ne olup bittiğinden haberinin bulunma­dığını ya da bu tikel nesneler üzerinde düşünmeyip onlara önem vermediğini veya mahlûkatın zayıf olanlarına rahmeti ve ilgisi az olan katı birisi olduğunu zanneder. Yahut da onun kader programını icrasında ve hükümlerinde mahlûkatı yormasının, takdirinde aşırılığa kaçmasının, fiillerinin çoğunda adaletsiz ve hikmetsiz olmasının ve zayıfa yardım etmemesinin mümkün olduğunu kabul eder. Felsefi ilimlerde ilerle­miş olan geçmiş bilginlerden çoğunun, bilmeyi arzuladıklarında akıllarını şaşırtan bu tür zanları, şüpheleri ve hayrete düşüren şeyleri, onların dışındaki, bilinen sırların ha­kikatlerini bilmeyen ve eğitimsiz olan kimseler nasıl bileceklerdir. Nitekim şöyle de­nilmiştir: Fars’ın bilgesi, Büzercümihra, bu anlaşılması zor hadiseleri düşündüğünde, onların nedenlerini anlayamadı ve sonuçta Allah’ın hikmet ve adalet sahibi olduğu kendisine açıkça göründüğü için, bunun bir kanıtı olarak şöyle dedi: “Kuşkusuz kulun başına gelen musibetlerin, bilemeyeceği hikmetleri ve nedenleri vardır.” Böylece o, bu zor meseleleri bilmekten aciz olduğunu kendi kendisine itiraf etmiş oldu.

Nitekim şöyle söylenir: Bir peygamber, bir keresinde bir dağın eteğindeki bir pına­rın başına uğrar ve ondan abdestahr. Sonra namazını kılmak için dağa tırmanır. Bu es­nada bir atlının bu pınara yöneldiğini, ondan su içtiğini, atını da suladığını ve ardından para kesesini pınarın başında unutarak atma binip gittiğini fark eder. Sonra bir koyun çobanının gelip para kesesini gördüğünü ve onu alıp gittiğini izler. Sonra oraya, üze­rinde sıkıntı ve miskinlik alameti bulunan oduncu bir ihtiyar gelir. İhtiyarın üzerinde ağır bir odun yükü vardır. İhtiyar yükünü oraya bırakır ve zafiyetin şiddetinden, yor gunluktan, ter ve bitkinlikten kurtulmak için istirahat etmek üzere sırt üstü uzanır. Bu durumu izleyen peygamber, düşünür ve kendi kendisine şöyle der: Eğer bu para kesesi yerinde dursaydı, bu zayıf ihtiyarın onu alması; şu genç, zengin ve kuvvetli çoba nı n onu almasından daha iyi olurdu! Ancak çok geçmeden atlı, su içtiği yere geri döner, para kesesini arar ve bulamaz. Oradaki ihtiyardan keseyi sorar. İhtiyar çekinerek şöyle der: Ondan hiçbir haberim yok. Atlı ona vurur ve öldürünceye kadar işkence eder. Sonra da çekip gider. Bu durumu gören Peygamber şöyle der: Ya Rabbi! Bu mesele­nin hikmeti nedir? Adalet bunun neresinde? Bunun üzerine Allah ona şöyle vahyeder: İhtiyarın babası geçmiş zamanda atlının babasını öldürmüştü. Atlının babasında da çobanın babasının kesenin içerisindeki para kadar bir alacağı vardı. Kısası uyguladım ve borcu iade ettim. Dolayısıyla Ben, hikmet ve adalet sahibiyim.

Yine anlatılır ki, Allah’ın peygamberlerinden birisi, içerisinde çocukların oyna­dığı bir nehre uğrar. Bu çocukların arasında ama bir çocuk daha vardır. Onlar bu çocuğu suyun içerisine batırıp çıkarırlar. Çocuk, onlardan kurtulmaya çalışır ancak başarılı olamaz. Peygamber bu durumu düşünür ve Rabbine ona görme duyusunu iade etmesi ve böylece diğerleriyle onun arasının eşitlenmesi için dua eder. Allah çocuğa görme duyusunu iade ettiğinde, çocuk gözlerini açar ve diğer çocuklardan birine yaklaşır. Onu tutar ve suya batırır. Öldürünceye kadar da bir daha dışarı çı­karmaz. Aynısını diğerlerine de yapmayı ister ancak onlar kaçar. Bu durumu gören peygamber, Allah’a onları bunun şerrinden koruması için dua eder. Bunun üzerine Allah ona şöyle vahyeder: Aslında ben onları bunun şerrinden korumuştum, ancak sen benim hükmüme razı olmadın ve mahlûkatımdaki tedbirime itiraz ettin. Böyle­ce bu peygambere âlemde meydana gelen bu tür işlerin hepsinde, Allah’tan başkası­nın bilemeyeceği bir sırrın, tedbirin ve hikmetin bulunduğu açıkça görünmüş oldu.

Allahü Teâlâ Kur anda, bu bağlamda iki peygamber arasında geçen konuşmayı anlatmıştır. Bunlardan birisi, şeriat, emir, nehiy, hadler, vergiler ve hükümler sahibi olan Hz. Musa (a.s.), diğeri ise, sırra, gaibe ve gizli şeylere vakıf olan Hızır (a.s.)’dır. Hz. Musa’nın, onun hikmetin gereğine uygun olarak yaptığı işlere nasıl itiraz ettiğine ve onun da, Hz. Musa’ya, sabredemediği işlerin iç yüzünü nasıl bildirdiğine bir bak! Bu hikâyeleri bu bölümde, yalnızca pek çok fırka ve mezhebin, âlimlerin üzerinde düşündükleri ve nedenlerini araştırdıkları bu tür zor meselelerden kaynaklandığı için anlattık. Çünkü onların anlayışları, bunların keyfiyetini bilmeye yetmeyince, Allah’ın korudukları, kalbini hidayete erdirip marifete ulaştırdıkları hariç, diğerle­rinin görüşleri ve mezhepleri farklılık arz etmiştir. Nitekim Yüce Allah şöyle buyur­muştur: “Allah’ın ilminden Onun dilediğinden başkasını ihata edemezler.[25]. Melekler ise şöyle demiştir: “Senin bize öğrettiğinden başka bilgimiz yoktur.”[26]' Allah’ın bir baş­ka buyruğu da şöyledir: “Ey Rabbimiz! Sen her şeyi ilminle ve rahmetinle kuşattın.”[27]

Bölüm

Sonra bil ki, zor meseleler, sayısını Allah’tan başka kimsenin bilemeyeceği kadar çoktur. Ancak bunların hepsi şu üç tür içerisinde birleşir: Birincisi, cismânî tabiatın duyulur meseleleridir. İkincisi, akılla kavranan rûhânî meselelerdir. Üçüncüsü ise, cismânî ve rûhânî meseleler arasında yer alan matematiksel meselelerdir. Cismânî meselelere gelince; bunlar da üç kısımdır: Birincisi, açık ve görünür olanlar; İkincisi, latif ve ince olanlar; üçüncüsü ise bu ikisi arasında olanlardır. Bu meselelerden bir kısmını, tabiat risâlelerimizde anlatmış ve her risâlede, uygun düştüğü kadarıyla ve maksadı karşılayacak ölçüde onlardan söz etmiştik.

Rûhânî meseleler de üç kısma ayrılır: Birincisi, hayal gücüne yakın olanlar; İkincisi, uzak olup zihinde tasavvur edilmesi ve hayal gücünün imgelemesi müm­kün olmayanlar; üçüncüsü ise, bu ikisi arasında bulunanlardır. “Akılla bilinenlere (akliyyât) dair risâlelerimiz’de matematiksel ve metafıziksel meselelerin bir kısmın­dan söz etmiştik.

Matematiksel meseleler de üç kısımdır: Birincisi, hayal gücüne yakın olanlardır. Bunlar için en küçük düşünce yeterlidir. İkincisi, son derece uzak olanlardır. Bun­ların tasavvuru için, çok yoğun düşünmek ve hassas bir araştırma yapmak gerekir. Üçüncüsü ise, bu ikisi arasında olanlardır. Bunların da bir kısmını, matematiğe dair risâlelerimizde zikretmiştik.

Bunların hepsi dokuz türden ibaret olup, âlimler arasındaki çeşitli zor mesele­lerin hiçbirisi bunların dışında kalmaz. Bunların alt kısımlarına gelince; sayılarını Allah’tan başka kimsenin bilemeyeceği kadar çokturlar.

Sonra bil ki, Yüce Allah bu ilimlerin ve fenlerin her bir türü için insanlardan bir ümmet yaratmış, onların nefislerinin doğasına bu ilimlere karşı bir muhabbet yer­leştirmiş, onlara bunları araştırma, öğrenme, inceleme ve düşünme imkânı vermiş­tir. Böylece ilimler ve fenler, onlar aracılığıyla korunmuş, onların yok olmalarının önüne geçilmiştir. Nitekim O, her bir sanat ve ticaret için de insanlardan bir ümmet yaratmış, bunları onların dünya hayatı boyunca geçim vasıtaları kılmıştır. Bu yüzden onların hepsi, insanların din ve dünya işlerinde kendilerine ihtiyaç duymalarından dolayı korunarak devam etmiştir.

Sonra bil ki, ilimler ve fenler, sanatların, ticaretlerin ve amellerin birbirlerinden üstün olması gibi birbirlerinden üstün olurlar. Onların ehli ve erbabı da aynı şekilde üstün olurlar. Her ilmin erbabının en üstünü, ilimde derinleşmiş olanlar, onların usullerini ve detaylarını bilenlerdir. Bu durum, sanat ve ticaret erbabının en üstünü­nün, onlarda en mahir ve onlar hususunda üstat olanların olmasına benzer.

Sonra bil ki, her ilim ve fen, her insanın öğrenmesine ve onunla ilgilenmesine uygun değildir. Ancak her insanın öğrenmesi öncelikli olan ilimler, cehaletine ma­zeret ileri sürmesi mümkün olmayanlar ve elde etmesi, üzerine vacip olanlardır. Ey kardeş! Öncelikle aklınla düşün, basiretinle ayırt et. Sonra da, ameller, sanatlar ve ticaretlerden kendin için gerekli olanı tercih ettiğin gibi ilimler ve fenlerden de ken­din için gerekli olanı seç.

Sonra bil ki, insanlar; halleri, sanatları, amelleri, ahlâkları, görüşleri, mezhepleri, ilimleri ve marifetleri bakımından sayılamayacak kadar çok tabakalara ayrılmışlard ı r. Ancak bunların hepsini şu üç tabakada toplamak mümkündür: Birinci tabakayı, ka dınların, çocukların ve cahillerin geneli oluşturur. İkinci tabaka, âlimlerden ve ilim lerde derinleşmiş olan bilgelerden oluşur. Üçüncü tabaka ise bu ikisi arasında olanlar­dır. Bunlardan her bir tabakanın, kendileri için en uygun ve öncelikli olan ilmi vardır. Bu ilimlerden bir kısmı, havasa/seçkin kimselere uygun olup, avam için uygun değil, diğer bir kısmı da avam için uygun olup havasa uygun değildir. Ancak ilimlerden, fenlerden ve edebiyattan avama, havasa ve bu ikisi arasında bulunan tabakaların hep­sine uygun olanı, dine, onun adap ve erkânına ve bunlarla ilgili amellere dair ilimdir.

Sonra bil ki -Allah sana yardım etsindine, onun adap ve erkânına ve bunlarla amel etmeye dair ilim, üç kısma ayrılır: Birincisi, açık ve görünür olan; İkincisi, gizli ve görünmez olan; üçüncüsü ise bu ikisi arasında bulunanlardır. Dinin hükmünden, adap ve erkânından avam için en uygunu, açık, görünür ve ortada olanlardır. Nama­za, oruca, zekata, sadakalara, kıraate, tespihe, tehlile ve ibadetlere, keza haberlere, rivayetlere, kıssalara vb dair; öğrenmeye, teslime ve imana bağlı olanlar bu türden­dir. Avam ve havas arasında yer olan orta tabakalarda bulunanlara en uygun olan din ilimleri, onun hükümlerini anlamaya, uygun olan yaşayış biçimini araştırmaya, “tefsir” (açıklama), “tenzil” (gökten vahiy indirme) ve “tevil” (yorum) gibi lafızların manalarını, “muhkem” (net anlamlı) ve “müteşabih” (anlamı kapalı) olanları ince­lemeye ve dinde taklitten hoşlanmayan kimsenin içtihada ve dikkatli düşünmeye imkânı bulunduğunda kesin kanıt ve burhân aramasına dair ilimlerdir.

Hikmette üst mertebelere ulaşanların ve din ilimlerinde derinleşmiş olanların, ardına düşmeleri ve üzerinde düşünüp araştırma yapmaları en uygun olanı ise, di­nin sırları, gizli meselelerin iç yüzleri, ancak şehvet kirlerinden, kibrin ve riyanın pisliklerinden arınmış olanların ulaşabileceği saklı sırlarıdır. Bu, yasa koyucuların meramlarını, onların rumuzlarında ve latif işaretlerinde aramaktan ibarettir. On­ların anlamları meleklerden alınmıştır. Yine onların tevili ve manalarının hakikati, Tevrat’ta, İncilde, Zebur’da, Kuranda ve peygamberlerin sahifelerinde mevcuttur. Bunlar, evrenin yaratılışının başlangıcına, göklerin ve yerin altı günde yaratılışına, sonra Allah’ın Arşa istiva etmesine, ilk insanın topraktan yaratılışına, ondan ve nes­linden ahit alınışına, meleklerin rablerine sitem edişlerine, yine onların yalnızca rablerinin sözünü dinleyip Âdem’e (a.s.) secde etmelerine, İblis’in ise secde etme konu­sunda kibirlenip isyan etmesine, ebedilik ve bitmeyecek saltanat ağacına vb zamanın ve günlerin geçmesiyle ortadan kalkan hadiselere dair haberlerin işaretlerinden ve anlamlarından ibarettir. Ayrıca bunlar, berzahta beklemek, diriliş, kıyamet, haşir ve neşir, mizan, A’râf’ta durmak, sırattan geçip cennete girmek, cennetin nimetleri ve varlığının keyfiyeti, cehennemin derecelerinin ve onun ehlinin azabının mahiyeti gibi geleceğe dair haberlerin işaretleri ve anlamları cümlesindendir. Bunlara benzer meseleler, peygamberlerin (a.s.) kitaplarında zikredilmiştir. Bunların anlamları nı ıı hakikatine gelince; bu ilimlerden ve marifetlerden bir kısmını, ilahı yasa kuyuculuğa dair risâlelerimizde açıklamıştık.

Sonra bil ki, daha önce anlatılan bu üç tabakaya mensup kişiler, ilim ve marifet­lerinde farklı derecelerde bulunurlar. En yüksek mertebelerde ve derecelerde bulun­mak mümkün olduğuna göre, kendin için aşağıda olanlara rıza gösterme; talebin doğrultusunda çalış. Kuşkusuz senden üstte yer alanlar, şu andaki mertebelerinde değillerdi. Sonra talepleri doğrultusunda çalıştılar. Allah da onları “Yolumuz uğruna gayret edenleri, kuşkusuz yollarımıza kavuşturacağız”^ vaadinde geçtiği üzere talep­lerine kavuşturdu.

Bölüm

Sonra bil ki, kuşkusuz ilimlerin en şereflisi ve marifetlerin en değerlisi, Allah’ı ve Ona layık olan sıfatları bilmektir. Âlimler Onun zâtının mahiyeti hakkında konuş­muş, Onun hakikati ve sıfatları konusunda sözü uzatmışlardır. Ancak çoğu yöntem ve kurtuluş yolunun sisli havasında yönünü şaşırmıştır. Bunun nedeni, bu konunun işaret itibariyle meramdan en uzak, ancak vicdan itibariyle mezheplere en yakın ol­masıdır. Nitekim Yüce Allah bir örnek ile bu manalara şöyle işaret eder: “... Issız çöllerdeki serap gibidir ki susayan onu su zanneder.

Sonra bil ki, vicdanı bu fırsatı kaçıran kimse, Onun zâtının gizli ve sıfatlarının an­laşılmaz ve saklı olmasından dolayı kaçırmamıştır. Ancak Onun zuhurunun şidde­tinden ve nurunun azametinden dolayı kaçırmıştır. Onun zâtını ve sıfatlarının haki­katini bilmeye çalışanlar, bunu sadece diğer duyulur tikel nesneleri araştırdıkları ve yine diğer külli varlıkları inceledikleri gibi ele almışlardır. Hâlbuki bu külli varlıklar, yoktan var edilen ve birer sanat eseri olarak ortaya konan cevherlerden, arazlardan, sıfatlardan, sıfatları alan nesnelerden ibarettir. Bunların hepsi, zamanın, mekânın, varlıkların, fertlerin, türlerin ve cinslerin kapsamları içerisinde yer almaktadırlar. Yine bunların her biri hakkındaki şu dokuz şeyin bilinmesi istenir ve onlar araştırı­lır: O var mı? O nedir? O kaç tanedir? O nasıldır? O hangisidir? O nerededir? O ne zaman var olmuştur? O niçin var olmuştur? Ve o kimdir?

Sonra bil ki, hüviyetleri yoktan var eden, mahiyetleri ortadan kaldıran, nicelikleri icat eden, keyfiyetleri oluşturan, mekânları birbirinden ayırt eden, ilintileri ve neden­lere bağlı olanların nedenlerini düzenleyen bir varlık için, “o nedir” denemez. Ayrıca onun hakkında şu sorular da sorulamaz: O nasıldır? O kaç tanedir? O hangisidir? O ne zaman var olmuştur? O niçin var olmuştur? Bu tür konularda ve araştırmalarda Allah ile ilgili yalnızca şu iki soru sorulabilir: O var mıdır? O kimdir? Nitekim onun hakkında şöyle denir: O, şöyle şöyle yapan; böyle böyle ortaya koyandır. Bu yüzden Firavun, Hz. Musa’ya, “Âlemlerin Rabbi de nedir” diye sorduğunda, O, bu sorunun “nedir” kısmına cevap vermedi. Sadece Allah’a ve Onun rablığına/rububiyetine ya­kışanları anlattı ve bu bağlamda şöyle dedi: “O, göklerin, yerin ve bu ikisi arasındakilerin rabbidir.”[28] [29] [30] Bu cevap Firavunu tatmin etmedi. Bu yüzden etrafında konuşan insanlara şöyle dedi: “Duyuyor musunuz? Ben ona, Onun ne olduğunu soruyorum,

O bana kim olduğunu söylüyor.” Kureyş müşrikleri de Hz. Peygambere aynı şekilde sordular ve onunla tartışarak şöyle dediler: Biz putlarımıza ve kendi ilahlarımıza ta­pıyoruz. Biz onları görüyoruz, müşahede ediyoruz ve tanıyoruz. Sen de bize taptığın kendi ilahından haber ver. O nedir? Bunun üzerine Allahü Teâlâ şöyle buyurdu: “De ki: ‘O birdir.’”[31] Onlar bu cevaba ise şöyle karşılık verdiler: “O anlaşılamaz ve biline­mez.” Onlar bu soruyla, Onun zâtının mahiyetini kast ediyorlardı. O bir cevher mi, yoksa araz mı? O bir nur mu, yoksa karanlık mı? O bir cisim mi, yoksa ruh mu? O dışarıda mı, yoksa içeride mi? O ayakta mı, yoksa oturuyor mu? O boşta mı, yoksa meşgul mü? Allah ile ilgili bunlara benzer, Onun rububiyetine yakışmayan sorular soruyorlar ve araştırmalar yapıyorlardı. Allah zalimlerin söylediklerinden ulu ve yü­cedir.

Bölüm

Sonra bil ki, zât ve sıfatlarla ilgili ihtilaf meselesi de âlimlerin fırka ve mezheplere ayrılmasının temel nedenlerinden birisidir. Çünkü zihinlerinde Allah’ın mahiyetini ve Ona layık olan sıfatların keyfiyetini tefekkür ettikleri zaman, onların anlayışlarına pek çok zan ve kuruntu ilişmiştir. Hâlbuki zanlar kişiyi doğruya ulaştırmaz, zihinler onunla kargaşadan kurtulamaz, nefisler huzur bulup kalpler tatmin olmaz. Bu hal ancak insanın onlardan herhangi birisine inanıp nefsin onunla huzura ermesi ve kalbin de tatmin olmasıyla son bulur.

İnsanlardan bir kısmı, Allah’ın faziletli şahıslardan birisi olduğuna inanır. Onlara göre Allah’ın övülen pek çok sıfatı ve değişen pek çok fiili vardır. O, yaratıklarından hiçbirisine benzemez. Onun dışında mahlûkatı arasında kendisine denk olan hiçbir şey ve kimse yoktur. O mekânı olmayan bir mekânda tüm yaratıklarından ayrı ola­rak tek başına bulunmaktadır. Bu, avamdan olan halkın tamamının ve havasın da çoğunun görüşüdür.

Onlardan bir kısmı, Allah’ın gökte, tüm mahlûkatın reislerinin üstünde oldu­ğuna, diğer bir kısmı ise, Onun göklerdeki Arş’ın üzerinde bulunduğuna, oradan gökler ve yer ehlini gözetlediğine, onlara nazar ettiğine, onların sözlerini işittiğine ve onların vicdanlarında olanları bilip, işlerinden hiçbirisinin kendisine gizli kalma­dığına inanır.

Bil ki bu görüş ve inanç, kadınların, çocukların, cahillerin ve matematik ve ta­biat bilimlerinden ve aklî ve metafizik ilimlerden hiçbir şey bilmeyen halkın geneli için iyidir. Çünkü onlar bu görüşe ve inanca bağlandıkları zaman, Allah’ın varlığı hakkında kesin bir kanaate varırlar. Böylece Onun peygamberleri aracılığıyla gön­derdiği emir ve yasaklar manzumesinden oluşan tavsiyelerini hak ve gerçek olarak bilip kabul ederler. Sonuçta onları öğrenerek Allah’ın ödül vaadini ümit edip, ceza vaadinden de korkmak suretiyle onlarla amel ederler. Günahlardan ve kötülüklerden kaçınırlar. Hayır ve iyi olanla amel ederler. Bunda da onlar ve avamdan ve havastan onlarla muamele edip birlikte yaşayan kimseler için bir yarar vardır. Elbette onlar bu inandıkları şeylerden dolayı Allaha hiçbir surette zarar veremezler.

İnsanlardan, ilim ve marifet bakımından bunların üzerinde bulunan diğer bir grup, bu görüşün batıl olduğuna inanır. Onlara göre, Allah’a kendisini herhangi bir mekânın kuşattığı bir şahıs olarak inanmak gerekmez. Aksine O, bütün varlıklar içe­risine sirayet etmiş olan rûhânî bir surettir. Bu yüzden Onu hiçbir mekân ve zaman kuşatamaz. Ona bir duyunun temas etmesi mümkün olmadığı gibi, Onda bir deği­şiklik ve sonradan oluş da söz konusu edilemez. Yerlerde ve göklerde, mahlûkatının işlerinden en küçük bir şey bile Ona saklı kalmaz. O onları oluşlarından önce ve yok oluşlarından sonra bildiği gibi, oluş hallerinde de görür ve bilir.

İlim, irfan ve akıl bakımından bu gurubun üstünde olan diğer bir grup ise, Onun bir suretinin bulunmadığına inanır. Çünkü onlara göre suret, ancak heyûlâ ile bir­likte bulunabilir. Aksine O, rûhânî nurlardan basit bir nurdur. “Gözler onu idrâk edemez; fakat O, gözleri idrâk eder."67

İlim, irfan ve düşünce itibariyle bunların üzerindeki bir kısım insanlara gelince; onlar, Allah’ın ne bir şahıs ve ne de bir suret olduğuna inanırlar. Bilakis onlara göre O, tek bir kuvvet sahibi olan tek bir hüviyettir. Bununla birlikte O’nun şaşırtıcı pek çok fiili ve sanat eseri vardır. Mahlûkatından hiç kimse, O’nun ne olduğunu, nerede ve nasıl bulunduğunu bilemez.

O, varlıkların kendisinden taştığı bir varlıktır. Varlıkların suretlerini heyûlâda or­taya çıkaran odur. O bütün keyfiyetleri zamandan ve mekândan münezzeh olarak yoktan var etmiştir. Aksine O, “Ol” demiştir, o da oluvermiştir. İlk prensiplere dair risâlemizde açıkladığımız üzere, O, bir sayısının bütün sayılarda bulunması gibi hiç­bir şeyle iç içe girmeden ve onunla karışmadan her şeyde mevcuttur.

Sonra bil ki, Yüce Allah hikmetinin bir gereği olarak nefisleri Kendi mahiyetini öğrenmeyi istemeye ve Kendisinin varlığını bilmeye yöneltip sevk etsin diye nefis­lerin yaratılışında, hiçbir öğrenme ve kazanım söz konusu olmaksızın Kendi hüvi­yetini doğal yoldan tanıma imkânını var etti. Nefislerin bunları bilmeyi arzulaması, onları tüm metafıziksel, doğal, matematiksel, aklî ve tecrübî ilimleri bilmeye yönel­tip sevk eder. Sonuçta bu ilimler ve fenler sağlam bir şekilde inşa edildiğinde, nefisler Allah’ı hakkıyla tanır, Onunla huzura erip tatmin olurlar ve sebat ederler. Böylece en yüksek saadet ve mutluluk olan ahiret saadeti ve mutluluğuna ererler.

Sonra bil ki, saadet ve mutluluk, dünyevî ve uhrevi olmak üzere iki kısımdır. Dünyevî saadet ve mutluluk; her şahsın bu dünyada mümkün olduğu kadar uzun bir süre en iyi haller ve en yüksek gayeler üzere kalmasıdır. Uhrevî saadet ise, her nefsin, cesedi terk ettikten sonra sonsuza dek en mükemmel haller ve en yüksek gayeler üzere kalmasıdır.

Sonra bil ki, nefislerin en iyi halleri, metafıziksel meseleleri ve İlahî marifetleri bilmesi, onlardan haz alması, sevinç ve neşe içerisinde olması, sonsuza dek bu hal üzere kalmasıdır. Nitekim Hz. Peygamber (a.s.) şöyle buyurmuştur: “Cennette hiçbir gözün görmediği, hiçbir kulağın işitmediği ve hiçbir beşerin kalbine doğmadığı şeyler vardır." [32]

Bölüm

Sonra bil ki, sıfatlar meselesi de âlimler arasındaki ihtilaflı meselelerden birisidir. Ancak o, bir asla dayalı detay konuları olan meseleler arasındadır. Kuranın yaratılı­şı ile ilgi konuşanların sözü bu detay konulardandır. Kuşkusuz Kuranın yaratıldığı hükmü, sözün/kelamın, sadece konuşanın ortaya çıkardığı harflerden ve seslerden ibaret olduğu [tezi üzerine] bina edilmiştir. Bu asla göre Kuranın yaratılmış/mahlûk olması gerekir. Harfleri ve sesleri sadece işaretlerden ve aletlerden ibaret görüp sö­zün ancak zihinlerde bulunan anlamlardan ibaret olduğu şeklindeki bir aslı kabul edenlere gelince; onların bu aslına göre Kuranın mahlûk olmaması gerekir. Çünkü Allahü Teâlâ, ilminde bulunan bu anlamları ezelî olarak bilmektedir. Bu anlamlar, Onun ezelden beri malumudur. Âlimlerden bir kısmı da sözü, her konuşanın her­hangi bir manayı, hangi dil, ibare ve işaret ile olursa olsun bir başkasına aktarması olarak tanımlar. Örneğin Allah’ın Cebrail’e (a.s.) olan sözü, bu anlamları ona ak­tarmasından ibarettir. Cebrail (a.s.) de [onları] Hz. Muhammed’e, o da ümmetine, ümmetin bir kısmı ise diğerine aktarmıştır. Bunların hepsi yaratılmıştır.

Allah’ın, Cebrail’e (a.s.) aktarmasına gelince; o yaratılmış değildir. Çünkü Allah’ın aktarması, O’nun yoktan var etmesinden ibarettir. Yoktan var etme ise, tıpkı ilmin âlimden ve öğretenden ayrı olması gibi yoktan var edilenden başka bir şeydir. Bu konuyu tartışanların çoğu ise, yaratılmış ve yoktan var edilmiş ile yaratma ve yoktan var etme arasında bir fark gözetmezler.

Sonra bil ki, yaratma; Allahü Teâlâ’nın “Sizi topraktan yarattı"™ buyruğunda ol­duğu gibi, bir şeyi diğer bir şeyden var etmekten ibarettir. Yoktan var etmeye gelince; o, bir şeyi yoktan var etmedir. Allah’ın kelamı da yoktan var etmedir. Allah onunla yoktan var edilenleri var etmiştir. Nitekim Yüce Allah şöyle buyurmuştur: “Bir şeyi dilediğimiz [onu yoktan var ettiğimiz] zaman, sözümüz sadece, o şeye öl’ demekten ibarettir, o da hemen oluverir."[33] [34] Varlıklar, sadece onun “Ol” sözüyle oluşur. O halde bu muhaliflerin iddiasına göre, bir şey yaratılmış/mahlûk ise “Ol” sözüyle oluşur.

Sonra bil ki, âlimlerin Allah’ın malumatının ezelîliği konusundaki ihtilafı da ay­rılığa yol açan temel meselelerden birisidir. Onlardan bir kısmı, Allah’ın ezelî ma­lumatının, cevherler ve arazlar olarak kadim/öncesi bulunmayan şeyler oldukları­na inanırlar. Çünkü onlara göre şey, kendisinden haber verilene ve bilinene denir. Allah, eşyayı, onu yokluktan varlığa getirmeden ve yaratmadan önce bilir. Bu bazı filozofların ve zamanımızdaki bazı kelamcıların görüşüdür.

Âlimlerden bir kısmı ise, Allah’ın, Kendisinden başka hiçbir şey bulunmadığını, sonra eşyayı yaratacağını ve onları cevherler ve arazlar haline getireceğini, ardından onları şu anda bulundukları hal üzere birleştireceğini ve bildiği gibi yapacağını ezelî olarak bildiği görüşündedirler.

Dileme (meşîet) ve irade meselesi de âlimler arasındaki temel ihtilaf meselelerin­den birisidir. Onlardan bir kısmı, Allah’ın ilminde, kötülükler, isyanlar ve çirkin işler gibi kesinlikle dilemediği ve irade etmediği şeylerin bulunduğuna inanır.

Onlardan diğer bir kısmı, Allah’ın ilminde, onu değiştirmeye kudreti olduğu ve onun kötü ya da iyi olduğunu bildiği halde dilemediği bir şeyin bulunmasını müm­kün görmez.

Bir başka grup ise Allah’ın dileme ve irade ile ancak mecaz olarak nitelendirilebi­leceği kanaatindedir. Onlara göre Allah sadece ilim ile nitelendirilebilir. Onun ola­cağını bildiği şeyin olması, ister Kendisi isterse başkası aracılığıyla olsun zorunludur. Olmayacağım bildiği şeyi ise ne Kendisi ne de kulları oluşturamaz. Dolayısıyla bu konuda iradeye ihtiyaç yoktur; bu yüzden o, bir anlam ifade etmez. Çünkü irade ile bir şeyin olup olmayacağını bilmeyen kimse nitelenir. Kişi eğer onu seçerse, olmasını diler, seçmez ise olmasını dilemez.

Bu asla göre Allah’ın dilemesi ve iradesi konusunda tartışmaya dalan her iki grup da iradeyi hakiki anlamında ele almamışlar, bilakis unu mecazi anlamda kullanmış­lardır.

Daha başkaları ise şu şekilde bir çıkarsamada ve iddiada bulunur: Eğer kullardan emredildikleri ve yasaklandıkları hususların gerçekleşmesi ya da gerçekleşmemesi ancak Allah’ın ezelî bilgisine göre oluyorsa, o zaman, ödül vaadinin ve ceza tehdidi­nin, övme ve yermenin anlamı nedir? Bunlarda ne gibi bir hikmet vardır? Bu sözü söyleyen kimse, şunu bilsin ki kınama ve yerme, kula malumun ondan meydana gel­mesinden dolayı değil, tam aksine emredildiği ya da yasaklandığı konularda çalışma ve gayreti terk etmesinden dolayıdır. Kul çalışır ve gayret eder, ardından da malum ondan meydana gelirse, o övülür; bundan dolayı ödülü ve methedilmeyi hak eder. Kul [iyi niyetle] gayret eder de ondan kendisine emredilen meydana gelmez, ya da yasaklanan meydana gelirse, o bu konuda mazurdur. Gayretinden dolayı affı ve ba­ğışlanmayı hak eder.

Sonra bil ki, Yüce Allah, aynı zamanda tövbeyi, pişmanlığı ve bağışlanmayı dile­meyi de emretmiştir. Bunlar da Allah’a itaatin ve dinin bir parçasıdır. Kul bunlardan dolayı sevabı ve ödülü hak eder. Tövbe, pişmanlık ve bağışlanma dileği ise ancak günahtan sonra olur.

Nitekim Hz. Peygamberden şöyle rivayet edilmiştir: “Âdemoğlunun günah işleyip tövbe etmesi ve ardından da Allah’ın onları bağışlaması söz konusu olmasaydı, Allah, günah işleyip tövbe eden ve ardından da Kendisinin onları bağışladığı başka bir top­luluk yaratırdı.”

Sonra bilki, Yüce Allah, kullarına tıpkı itaat durumunda onlara korunmayı, başa­rıyı ve lütfü ihsan ettiği gibi, sadece günah işledikleri zaman af ve mağfiret ile bağış ve ihsanda bulunur. Bu hususta O şöyle buyurmuştur: “(Ey Peygamber, benim adı­ma onlara] de ki: ey nefislerine zulmetmekte aşırı giden kullarım, Allah’ın rahmetin­den ümidinizi kesmeyin”[35], “Allah’ın rahmetinden ümidini ancak kâfir olan topluluk keser”[36], “Rabbinin rahmetinden ancak sapıtmış olanlar ümidini keser.”[37]

Sonra bilki, fakihlerin en iyisi ve bilgelerin en üstünü, insanlara güzel öğüt veren­leri, onları Allah’a davet edenleri, Onayöneltenleri, onları dünyada zühde özendiren­leri, ahirete rağbet ettirenleri, Allah’ın gazabından korkutanları, Onun rahmetinden ümit kestirmeyenleri, Ondan sakındıranları, Allah’ın lütfunu, ihsanını ve rahmetini onlara güzelce anlatanları, Allah’a isyanda bulunma ve Ona itaati terk etme konusun­da onlara ruhsat vermeyenleridir. Çünkü bunlarda Allah’ın rahmetine güvenmeden Ondan ümit etme vardır. Bunlar insanları, Allah’a kavuşuncaya kadar korkuyla ümit ve arzuyla çekinme arasında tutar. Elbette Allah dilediğini onlara yaptırır, muradını onlar arasında en iyi şekilde gerçekleştirir. Onun hükmünü ve takdirini reddedebile­cek hiç kimse yoktur. O dilediğini eksiksiz olarak yapandır.

Bil ki, ey kardeş! Allah sana ve bize katından bir rahmet ile yardımda bulunsun. Fırkalardan ve mezheplerden bir kısmı, onlara inanan müntesiplerine elem verir ve onların kalplerinde sıkıntı oluşturur.

Bunlar bozuk görüşler ve değersiz inançlardır. Bu fırka ve mezheplerden bir kıs­mı ise ehlinin nefislerine haz verir, onların kalplerinde sevinç doğurur. Bunlar da iyi görüşler ve sağlam inançlardır.

Sonra bil ki, bozuk görüşler sayılamayacak kadar çoktur. Ancak biz burada bir kıyasta bulunma imkânı vermesi ve kendilerinden ve benzerlerinden sakınılması için onların bir bölümünü zikredeceğiz. Bunlardan bir kısmı, âlemin ezelî olduğunu, onun bir yaratıcısının ve düzenleyicisinin bulunmadığını kabul edenlerin görüşüdür. Kuşkusuz bu görüş, kendisine inananların nefislerine elem verir, onların kalplerinde sıkıntı doğurur. Çünkü bu görüşte olan kimse, dünyada ya mutlu ya da mutsuz olur. Eğer mutlu olursa, bu mutluluğun kendisine nereden geldiğini bilemez. İçerisinde bulunduğu halin mahiyetini anlayamaz. Bu yüzden de kendisine verilen bu iyilikten dolayı kime teşekkür edeceğini bilemez; ondan daha fazlasını isteyemez. Ondan ne dünyada ve ne de ahirette kendisine verilenden daha hayırlısını talep edemez. Da­hası kesin olarak bilir ki, sahip olduğu nimet ve bol geçimlik devam etmeyecektir. İçerisinde bulunduğu bu nimet ve bol geçimliğin devam etmesini şiddetle arzulama­sına ve istemesine rağmen onu terk edecektir. Her ölümü ve yok oluşu hatırladığında aşırı istekleri onu kaygılandırır. Bizzât ölüm ona uğrar. Hayatı boyunca ölüm ve yok oluş korkusuyla yaşar. Helak olup gitme korkusuyla titrer. Sonra da hasret ve ölüm­den sonrasında bir hayır ve yaptığı işten ve iyilikten bir sevap ve karşılık ümit etme­menin verdiği pişmanlık üzere ölür. Bu onun dünyadaki halidir. Ahiretteki sürekli devam edecek olan hasret, pişmanlık, hayıflanma, açık ziyan ve geri dönme arzusu ise; artık kendisiyle arzuladığı şey arasına bir perde olmuştur.

Eğer mutsuz ise, bu öbüründen daha kötü bir hal, daha acı bir yaşam ve daha berbat bir gidişattır. Çünkü o, ömrünün tamamını kendisi için takdir edilmeyen şey­leri isteyerek cehalet, sıkıntı, yorgunluk ve mutsuzluk içerisinde bitirir. O bilmez ki istemekle rızkında hiçbir artış olmaz. Yine o, kendisine verileni ve kendisinden men edileni, kimin verip men ettiğini de bilmez ki ondan bir talepte bulunabilsin, ondan isteyebilsin, başka bir vakit kaçırdığı fırsatın yerine ondan bir hayır ve karşılık ümit edebilsin! O rabbini tanımaması yüzünden, kendisinin kaybettiğini başkasının bulduğunu gördüğü için ömrü boyunca gam, hüzün ve feryat ile yaşar. Sonra da ölümden sonra bir hayır, dünyadan ayrılışının ardından işlediği ameline bir sevap ve yaptığı iyiliğe bir karşılık ümit etmemenin verdiği hasret, üzüntü ve pişmanlıkla ölür. “Hem dünyayı hem de ahireti kaybeder. İşte apaçık kayıp budur.”[38]

İnananların nefislerine elem ve sıkıntı veren bozuk ve değersiz inançlardan biri­si de âlemin iki yaratıcısının bulunduğuna inananların görüşüdür: Onlardan birisi hayırlı ve üstün; diğeri ise kötü ve alçaktır. Bu ikisi ya yan yana ve birbiriyle karışmış bir vaziyette ya da birbirlerinden ayrı ve birbirleriyle çekişir bir durumdadır. Her biri diğerine bir şeyde ya da tüm şeylerde muhaliftir. Zaman içerisinde her biri partne­rinden dolayı bir gayret, sıkıntı ve bela içerisindedir. Çünkü ona galip gelmeye ve on­dan kurtulmaya çalışır. Kim bu görüşe inanırsa, o, bu üstün ve hayırlı olanın nerede olduğunu bilmez ki ondan bir talepte bulunsun, ona sığınsın ve onun hayrını ümit etsin. Yine şu kötü olanın nerede olduğunu bilmez ve onu tanımaz ki onun azabın­dan kaçabilsin, onun kötülüğünden ve zulmünden kurtulabilsin. O ömrü boyunca bir şaşkınlık ve bocalama içerisinde yaşar. Nefsi bu durumdan elem duyar, kalbi sı­kıntıya girer. Korku ve dehşet içerisinde olur. İçerisinde bulunduğu durumdan nasıl kurtulabileceğini ve bu ters yüz olmuş halden nasıl uzaklaşabileceğim bilemez.

İnananlarının nefislerine elem veren bozuk ve değersiz görüşlerden bir diğeri, âlemin sonradan olduğuna, onun bir sanat eseri olarak var edildiğine ve hikmet sahi­bi tek bir sanatkârının bulunduğuna; bununla birlikte dirilmenin, Allah’ın huzurun­da toplanmanın, kıyametin, hesabın ve Allah’a kavuşmanın olmadığına inananların görüşüdür. Bu duruma inanan kimse, ahirete kavuşacağını ümit etmez, ameline ve yaptığı iyiliğe karşılık bir sevap ve ödül beklemez. Onun durumu ve hükmü âlemin yaratıcısı olmayan ezelî bir varlık olduğuna inan kimsenin durumu ve hükmü gibi­dir. Daha önce anlatıldığı üzere o da tıpkı öbürü gibi acı, ıstırap ve elem duyar. Yüce Allah onların bu durumuna, kendi dillerinden şöyle işaret etmektedir: “Sadece dün­ya hayatımız vardır. Orada ölür, orada yaşarız.”[39]

Sonra bil ki, görüş, hal ve inanç bakımından insanların en kötüsü ve bedbahtı, hesap gününe inanmayanlar, ahireti ümit etmeyenler ve sonundan korkmayanlardır. Çünkü o, ömrünün tamamını dünyayı istemek, bedenine yarar sağlamak için geçim işlerini düzeltmek ya da kendisinden bir zararı defedip şehevi arzusuna ulaşmak ya­hut da dünyada ebedi kalmayı temenni ederek bir hazzı elde etmek uğruna tüketir. Hâlbuki o, kesin olarak bilir ki bunlara ulaşamaz ve elinde bulunanlar da sürekli de­ğildir. Ölüm onun için kaçınılmazdır. Sonra da ölümden sonra ameli için bir sevap, yaptığı iyiliğin karşılığında bir ödül ümit etmez ve bu görüşünden de geriye dönmez. Aksine, müminlerin ve ariflerin ümit ettikleri hayırlardan, nimetlerden ve lezzetler­den umudunu keserek hasret ve pişmanlık üzere ölür.

Sonra bil ki, Yüce Allah hikmetinin bir gereği olarak nefislerin doğasına, var olma ve sonsuza kadar kalma arzusunu yerleştirmiştir. Onların yaratılışında yokluğa ve faniliğe karşı hoşnutsuzluk ve istençsizlik duygusu var etmiştir. Sonra da onları; dünyaya meylederler, onunla huzura erip yetinirler diye bunlardan menetmiştir. Do­layısıyla nefisler bu dünyada eksiktirler; tam değillerdir. Ahirette ise tam ve kemal derecesindedirler. Tamlık ve kemal halindeki süreklilik daha üstün, daha haz verici ve daha şereflidir. Nitekim cesetler de ana rahimlerinde tamhğa ulaşmamış bir va­ziyettedirler. Doğduktan sonra tam ve kemal derecesine yükselirler. Bu durum akıllı kimseler için saklı değildir.

Sonra bil ki, dünyada tamlık ve kemal noktasına, ancak ana rahmindeki noksan­lık halinin azalması ve belli aşamaların geçilmesiyle ulaşmak mümkündür. Nefislerin dünyadaki durumu da cesetlerin ana rahmindeki durumuna benzer. Nefislerin ceset­leri terk ettikten sonraki durumlarına gelince; bu, cesetlerin ana rahmini terk etme­lerinden sonraki duruma benzer. Çünkü ölüm, tıpkı doğumun, cesedin ana rahmini terk etmesinden başka bir şey olmadığı gibi, nefsin cesedi terk etmesinden başka bir şey değildir. Nitekim ölümün hikmetine dair risâlede bu durumu açıklamıştık.

Bölüm

Sonra bil ki, âlimler herhangi bir hüküm hakkında bir söz söylediklerinde, bu herhangi bir neticeye ilişkin bir öncülden ibarettir. Örneğin onlar, “tabiat batıl bir iş yapmaz” sözleriyle, ister bilinsin ister bilinmesin âlemde var olan her şeyin bir hik­met üzere olduğunu kast etmişlerdir. Nefislerin ebedi olarak yaşamaya aşırı istekleri ve onların fâniliği çirkin bulmaları ancak bir hikmet iledir. Eğer nefisler için cesetleri terk etmelerinden sonra beka söz konusu olmasaydı, o zaman onların yaratılışların­da bulunan bu bekaya aşırı istek ve fânilikten nefret etme duygusunun varlığı saçma olurdu. Çünkü dünyada ebedi olarak kalmak, elbette canlı olan hiçbir kimse için mümkün değildir. O halde bu beka, ancak yok olduktan sonradır.

Sonra bil ki, bizim bu hükmü, bu bölümde zikretmemizin sebebi, nefisler için Allah’ı bilmekten sonraki en şerefli, en değerli ve en f aydalı bilginin, öldükten sonra­ki durumun ve son dirilişin hakikatini bilmek olmasıdır. Nefislerin öldükten sonraki durumu bilmesinin en üstün ve en sağlam yolu ise; onların kendilerini, cevherlerini ve kendilerine yakışan sıfatları bilmeleridir. Bu her nefsin, kendisini rûhânî bir cev­her, bizzât diri, bilkuvve bilici ve tabiî olarak fâal olduğunu ve cesedi terk ettikten sonra da ya lezzet, sevinç ve ferahlık içerisinde ya da gam ve hasret içerisinde bâkî kalacağını bilmesinden ibarettir. Biz bu durumu çeşitli risâlelerimizde açıklamıştık. Allahü Teâlâ da bundan yaklaşık dokuz yüz ayette bahsetmiştir.

Bölüm

Yine inananlarının nefislerine elem veren bozuk ve değersiz inançlardan biri de, kendi yaratıcısının ve ilahının Yahudilerin öldürdüğü ve insanlığını çarmıha gerdi­ği Ruhülkudüs olduğuna inananların görüşüdür. Hâlbuki Onun insanlığına gelen azabın ardından lahutiliğinin kendisini terk ettiğini görünce, ilahlığın da ortadan kaybolduğu anlaşılmıştır.

Sonra bil ki, bu görüş ve inanç da sahibine, katile karşı bir öfke ve hınç, maktu­le karşı ise bir hüzün ve gam kazandırır. Sonra bu onun içinde nefsine elem verip kalbini de sıkıştırarak bir ömür kalır. Ömrü boyunca düşmanından intikam almayı şiddetle arzular. Sonra bu arzusunu yerine getiremez. Böylece hasret ve gazap üzere ölür. Mehdi olarak beklenen üstün imamın, muhaliflerden korktuğu için gizlendiği­ne ve bu yüzden ortaya çıkamadığına inananların durumu da bunun gibidir.

Sonra bil ki, bu görüşte olan kimse, ömrü boyunca imamının çıkmasını bekler, onun gelişini arzular ve ortaya çıkması için acele eder. Sonra ömrünü tüketir ve ima­mını görememenin, onun kim olduğunu bilememenin verdiği hasret ve üzüntü ile ölür. Şair[40] bu durumu şöyle anlatır:

Görmüyor musun nasıl da otuz yıldır

Sabah akşam daima hasretle yürüyorum.

Sonra bil ki, bu tür bozuk görüşler ve inançlar, sayısını Allah’tan başka kimsenin bilemeyeceği kadar çoktur. Biz onların bir kısmını, hepsinin inananlarının nefisle­rine elem verdikleri ve bu durumun onlar için Allah’ın zikrini terk edip Ondan baş­kasıyla meşgul olmalarına bir ceza olarak gerçekleştiği bilinsin diye burada zikrettik. Nitekim Allahü Teâlâ bunu şöyle ifade eder: “Allah’ı unuttular; Allah da onlara ken­dilerini unutturdu.”[41] Yani onlar Allah’ı zikretmeyi ve Ona itaati terk edip, Ondan başkasının zikri ve itaati ile meşgul oldular. Bunun üzerine Allah da onları, kalpleri sıkıntı ve nefisleri elem içerisindeyken kendi hallerine bıraktı. Nitekim Yüce Allah bu duruma da şöyle temas etmiştir: “Kim Rahmanın zikrinden yüz çevirirse, ona yanından hiç ayrılmayacak bir şeytanı yoldaş ederiz.”[42]

Sonra bil ki Allah, Onun sıfatları, hükümleri ve kuralları hakkında ortaya atılan bu bozuk ve değersiz görüş ve inançlar, inananlarının nefislerinde tutuşmuş olan bir ateş ve onların kalplerinde parlayan bir alevdir. Bu ateş belli bir vakte kadar onlara elem verir, tayin edilmiş olan ecel vaktine kadar onlara sıkıntı oluşturur. Nitekim Yüce Allah bu duruma şöyle işaret eder: “Allah’ın tutuşturulmuş ateşi; gönüllere işle­yen bir ateş. ”[43]

Sonra bil ki, insanlardan hiçbiri Allah’ı tanıma aşamasına, bu bozuk görüşler aşamasını geçmeden ulaşamaz. Ancak onlar bu aşamayı ya çocukluk günlerinde ya da ondan sonra geçerler. Sonra Allah dilediğini şirkten uzaklaşmaktan ibaret olan doğru yoluna ulaştırır ve onu cehennemden korur. Nitekim Allah şöyle vaat etmiş ve demiştir: “Sizden ona [cehenneme] uğramayacak [doğrudan ya da dolaylı olarak onun dehşetini hissetmeyecek] hiç kimse yoktur.”[44]

Bil ki bozuk görüşlere ve değersiz inançlara sahip olanlar iki gruba ayrılır: Bun­lardan birisi, insanlardan olan şeytanlardır. Bunlar açıkça görülen bozuk görüşlere mensupturlar. Bu görüşleri benimsemişler ve onlara sempati duymuşlardır. Diğeri ise cinlerden olan şeytanlardır. Onlar da gizli olan bozuk görüşlere mensupturlar. Onlar bu görüşleri saklamışlar ve onların üstünü örtmüşlerdir. Onların kardeşleri,

izleyicileri, öğrencileri ve taraftarları ise, onlardan bu görüşleri alanlar ve onların gittikleri yolu izleyenlerdir.

Bil ki, bunlardan her bir taife maziye karışıp yok olduğunda ve cesetleri çürüdü­ğünde ve onların nefisleri, asırlar boyunca kendilerinden önce geçip giden reisleri­nin, hocalarının ve üstatlarının nefislerine karışınca, onların yerini kendi yollarını ve yöntemlerini izleyen halefleri alır. İşte onların durumu kıyamete kadar böylece devam eder. Yüce Allah bu durumu şöyle anlatır:

“Elçilerimiz onlara geldiğinde, onların canlarını alırlar ve onlara şöyle derler: ‘Hani Allah’tan başka çağırdıklarınız nerede?”'00 Ölüm meleği ve beraberindekilerin bu so­rusuna onlar şöyle cevap verirler: "... Bizden kaybolup gittiler. Böylece kâfir olduk­larına dair kendi aleyhlerine tanıklık ettiler. Bunun üzerine ölüm meleği şöyle der: cinlerden ve insanlardan sizden önce göçüp gitmiş olan ümmetlerin arasına katılın.”'0' Böylece azap içerisinde rezil oldular ve anladılar ki zalimlerin ta kendileri imişler. Bu esnada daha sonraki izleyici öğrenciler, kendilerinden önceki liderleri için şöyle der­ler: “Rabbimiz işte onlar bizi saptırdılar, ateşten onlara azabı iki kat ver.”'02 Bunlar ve cehennemde birbirlerine nasıl hitap edecekleri hakkında pek çok ayet vardır. Bunlar cehennemin çeşitli tabakalarında ve katlarında yer alırlar.

Sonra bil ki, bozuk görüş sahiplerinin nefislerinin elem duymasında ve kalpleri­nin sıkıntıya uğramasında çok büyük bir hikmet ve çeşitli hususiyetler vardır. Bun­lardan birisi, bu elemlerin ve sıkıntıların onların günahlarına kefaret olması, kötü­lüklerini arındırmasıdır. Diğeri, bunların onların nefisleri için bir tür riyazet ve dü­şük hallerinden tam ve kâmil derecelere çıkmalarına birer vesile olmalarıdır. Çünkü dünya, riyazet, imtihan, meşakkat, tecrübe ve deneyim yeridir. Bir diğeri, Allah’ın onlara olan ihsanının, nimetinin rahmetinin ve lütfunun açıkça görülmesidir. Çün­kü Allah onları bu kötü durumlardan kurtarmış ve doğru yoluna ulaştırmıştır. Nite­kim Allah, İslâm dininin müntesiplerine her gün ve gecede on yedi defa “Bizi doğru yola ulaştır...”'03 demeyi farz kılmıştır. Yine Allah, onların hidayete erdikleri andaki sözlerini bize şöyle aktarır: “Bizi bu doğru yola ulaştıran Allaha hamd olsun. Eğer O bizi doğruya ulaştırmasaydı, biz doğru yolu bulamazdık.”'04

Sonra bak ve hidayeti nasıl Allah’a ve hayrı, sevabı ve ödüllerini ise amellerine nispet ettikleri üzerinde bir düşün.

Bölüm

Sonra bil ki, Allah, insanın yaratılışında ve tabiatında akıllı kimselerden hiçbi­risinin başkasının emri altına girmeme yetisini yaratmıştır. Dolayısıyla insan, bir başkasına ya istediği ya da korktuğu için itaat eder.

Bil ki, arzulanan ve korkulan şeyler; acil ve şimdi, acil olmayan ve gaip olmak üze­re iki kısımdır. Acil ve şimdi olan, beş duyunun tanıklık ettiği şeylerdir. Acil olmayan

100.    A’râf, 7/37.

101.    A’râf, 7/38.

102.    A’râf, 7/38.

103.    Fatiha, 1/6.

104.    A’râf, 7/43

ve gaip ise beş duyunun tanıklık edemediği şeylerdir. Ancak imgelem ve hayal gücü bunların vasıf ve niteliklerini tasavvur edebilir. Bil ki acil olmayan gaipten korkmak ya da onu arzulamak; ancak âlim ve kadir olanın doğru vaadi ve tehdidi ile gerçek­leşebilir.

Arzulanan, arzulayan açısından ne kadar önemli ve gerçekleşme ihtimali ne kadar yüksek olursa, ondaki buna karşı olan arzu da o nispette güçlü ve çok olur. Kendisin­den korkulanın durumu da bunun gibidir. Yüce Allah, cinlerden ve insanlardan olan mahlûkatım cennet nimetlerine özendirmiş ve müminlere bu konuda söz vermiştir. Yine onları cehennem azabıyla korkutmuş ve bu hususta da kâfirlere ve kötülere tehditte bulunmuştur. Allah onlara verdiği sözü gerçekleştirmeyi ise Kendisiyle bu­luşma vaktine bırakmıştır. Bu ya dünyada, ölümden önce ya da ahirette, ölümden ve ruhların bedeni terk etmesinden sonra olur. Allah kullarına elçiler, tanıklar ve doğru sözlü peygamberler göndermiştir. Bu peygamberlerle birlikte, kitabı ve insanların adaleti muhafaza etmeleri için ölçüyü indirmiş; kitabında da ödül vaadini ve ceza tehdidini zikretmiş ve bunları gerçekleştireceğini yemin ederek garanti altına almış­tır. Nitekim Yüce Allah şöyle buyurmuştur: “Allah, peygamberleri müjdeleyiciler ve uyarıcılar olarak göndermiştir.”'05 Yine Allah şöyle demiştir: “Allah, mümin erkeklere ve mümin kadınlara cennetler vaat etmiştir.”'06 Allah, sonra yemin ederek verdiği sözleri gerçekleştireceğini şöyle teyit etmiştir: “Göğün ve yerin Rabbine andolsun ki bu, sizin konuşmanız kadar kesin ve gerçektir.”'07 O, sonra da kıyametin yakınlığını şöyle dile getirmiştir: “Kıyamet hadisesi, ancak bir göz kırpması kadar hatta ondan daha yakındır.”'08

Bununla birlikte O’nun vermiş olduğu bu söz, beş duyunun algı alanının dışın­da olduğu için, insanların çoğu onu inkâr etmişler, onun mahiyeti ve varlığı ve ne zaman gerçekleşeceği gibi konularda şüphe ederek şaşkınlık içerisine düşmüşlerdir. Allahü Teâlâ onların bu konudaki görüşlerini bize şöyle aktarır: “Oysa tehdit edildi­ğiniz şey ne kadar, hem de ne kadar uzak!”'09, “Daha önce bize ve atalarımıza da bu tür tehditlerde bulunuldu.”"0

Müminlere gelince; onlar Allah’ın vaatlerini onaylarlar ve onların gerçekleşme­sini beklerler. Bununla birlikte, onları onaylayanların hatırlarına gelen ve onlarda şüphe, şaşkınlık ve inkârın oluşmasına yol açan bazı bozuk düşünceler ve değersiz inançlar da bulunmaktadır.

Bunlardan biri, Allah’ın kulunun iyilik ve kötülüğüne ancak ölümden sonra­ki ahiret hayatında mükâfat ve ceza vereceğine inananların görüşüdür. Ya da bu görüşte olanlar, ahiret [hayatının] ancak yerlerin ve göklerin harap olmasından sonra geleceğine inanırlar. Bu görüş ve inanç, sahibini ahiret hayatına hazırlanmaktan uzaklaştırır; onda amellerine sevap ve yaptığı iyiliklere ödül verileceği

105.    Bakara, 2/213.

106.    Tevbe, 9/72.

107.    Zâriyât, 51/23.

108.    Nahl, 16/77.

109.    Mü’minûn, 23/36.

110.    Mü’minûn, 23/83. ümidini ve kötülüklerinin cezasını göreceği korku ve endişesini azaltır. Yüce Allah bu duruma şöyle işaret etmiştir: “Onlar bu azabı uzak görür; hâlbuki biz onu yakın görüyoruz.”"' “Sanki bu adamlara uzak bir yerlerden sesleniliyor.”[45] [46] Allah’a karşı sorumluluk bilincinde olanlara vaat edilen cennetin ve Allah’ın kullarını sakındır­dığı cehennemin var olmadığına inananların görüşü de böyledir. Buna benzer gö­rüşler ve inançlar, kendilerine inananları verilen söz konusunda şüpheye düşürür ve onların buna olan rağbetini azaltır. Ceza tehdidi ve ondan çekinmenin hükmü de bunun gibidir.

Yine Allah’ın velilerinin, emin kullarının, elçilerinin ve cennet ehlinin Allah’ı gö­remeyeceğine ve onun rütbesini ve mahiyetini bilemeyeceğine inananların görüşü de bunun gibidir. Bu görüş ve inanç da Allah’tan ümit kesmeye yol açar. Aynı şe­kilde, Allah’ın günahları bağışlamayacağına, kötülükleri ve hataları affetmeyeceğine inananların bu görüşü de Allah’ın rahmetinden ümit kesmeye götürür. Bunlar vb inançlar, kişinin cennet nimetlerine olan arzusunu ve cehennem azabına karşı duy­duğu korku ve endişesini azaltır.

Bu konudaki bozuk görüşlerden bir diğeri de şüpheli şeylerde ruhsat bulundu­ğuna, yasaklananların ve haram kılınanların da helal olduğuna inananların görüşü­dür. Bu görüş, sahibine Allah’a karşı cürette bulunma, onun koyduğu sınırları aşma ve haramlarını işleme inancı kazandırır. Bu görüşün sahibi, gizlide hemcinslerine muhalefet eder, açıkta ise münafıklık ve riyada bulunur. İşlerinde doğru ve dürüst davranmaz, verdiği sözü yerine getirmez. Kendisine bırakılan emanete iyi davran­maz. Bu tür özelliklerde ise din ve dünyanın her ikisinin de fesada uğraması söz konusudur.

Bozuk görüşlerden bir başkası ise merhametli, şefkatli ve çok acıyan Allah’ın kâfirlere ve asilere cehennem çukurunda, sırf onlara olan öfkesinden dolayı azap ettiğine inananların görüşüdür. Bunlar, onların cesetleri yanıp kömür ve küle dö­nüştükçe, ikinci kez yanmaları için vücutlarındaki kan ve sıvıların yenilendiğini de kabul ederler.

Ey kardeş! Bil ki bu görüş de sahibini rabbine karşı suizanda bulunmaya sevk eder. Böyle bir kişi, rabbinin rahmetinin az, kasavetinin ise çok olduğuna inanır. Yüce Allah bunların hepsinden ulu ve yücedir.

Cennet ehlinin cesetlerinin, tıpkı dünya ehlinin olduğu gibi etten ve cisimlerinin de tabiî olduklarına, değişimi ve dönüşümü kabul ettiklerine ve afetlere maruz kal­dıklarına inananların görüşleri de bu tür bozuk görüşlerden bir diğeridir. Eğer sen, Allah’ın cennet ehlini nitelendirdiği vasıfları düşünürsen, onlara orada bir yorgunlu­ğun dokunmayacağı, orada ilk ölümlerinin ardından artık bir daha ölümü tatmaya­cakları ve orada ebedi olarak kalacakları gibi Kur anda zikredilen birtakım vasıfların etten oluşan cesetlere ve tabiî cisimlere uygun düşmediğini görürsün.

Bil ki bırakın bilge kimseleri akıllı kimselere bile bunlara inanmaları yaraşmaz. Ancak kadınların, cahillerin ve çocukların bunlara inanması iyidir. Çünkü bu görüş onların anlayışlarına uygundur. Dolayısıyla onlar için yararlı olur, onların akıllarını vaat edildikleri cennet nimetlerine ve tehdit edildikleri cehennem azabı­na yatırır. Böylece onlarda kötü işlerde bulunma endişesi ve korkusunu artırarak bunları terk etmelerini sağlar. Yine onlarda amellerine verilecek sevap ümidini kuvvetlendirir. Sizin üzerinize gerekli olan ve size başkasında değil, sadece bu ma­kamda uygun düşen, yaşlıların dinidir; [onlar gibi düşünmeden ve sorgulamadan inanmaktır].

Ancak Allah’ın ayırt etme (temyiz), akıl ve anlayıştan azıcık nasip ettiği, böylece hikmet ilimlerini inceleme imkânı bulan kimseye gelince; bu görüş onlar için yararlı olmaz ve onlara uygun da düşmez. Çünkü o, bu tür görüşleri aklına arz ettiğinde onları inkâr eder. Dolayısıylabu durumda şüphe ve şaşkınlık içerisine düşer. Böylece suizanda bulunarak bozuk hayallere kapılır.

Sonra bil ki, insanların mezhep bakımından en kötüsü ve görüş bakımından en çirkini, bir şeye inanıp da aklının onu inkâr ettiği ve nefsinin de onun hakkında şüp­heye düştüğü kimsedir. Bu bakımdan böyle bir kimse rabbine karşı suizanda bulu­nur. Allahü Teâlâ bu durumu şöyle dile getirir: “Bu, sizin rabbinize karşı beslediğiniz bir zannınızdır. Zannınız sizi mahvetti ve kaybedenlerden oldunuz.”"3

Bu konudaki bozuk görüşlerden bir diğeri de Allah’ın bir halk yaratıp onu ter­biye ettiğine, yetiştirip büyüttüğüne, sonra onlara hükümranlık verdiğine ve kul­larına karşı onları güçlendirdiğine ve onlara kendi arzında imkân verdiğine, sonra da onları düşmanlık ve kin besleyen bir grup olarak atadığına -ki bunlar İblis ve onun şeytanlardan olan ordularıdırbunların Allah’a rağmen diledikleri gibi ha­reket ettiklerine inananların görüşüdür. Onlara göre Allah bu şeytanlara dileme, irade etme, düşmanlıkta bulunma, güçlü ve uzun ömürlü olma imkânı vermiş, on­ların süresini uzatmış, rızıklarım ve nimetlerini bollaştırmıştır. Bu görüş sahibi, İb­lis ve orduları, onlara nispet ettiği kötülükler ve onların Allah’a muhalefet edip düş­manlıkta bulunduklarına dair inancı hakkında düşündüğünde, onlara karşı öfke ve kinle dolar. Onlara karşı düşmanlık ve nefret beslemeye başlar, sonuçta eline fırsat geçtiğinde onları öldürme, rızıklarım kesme ve kininin şiddetinden dolayı elinden geleni yapma noktasına gelir. Bunları yapmaya güç yetiremeyince, ömrü boyunca, öfke, keder ve acı içinde kalır. Kalbi sıkıntıya girer. Hatta işi daha da ileriye götü­rerek belki Allah’ın onları yaratması, onları yetiştirmesi, rızıklarım bollaştırması, yaptıkları işlerde onlara imkân vermesi ve sürelerini uzatması hakkında düşünme­ye başlar da vicdanında rabbini mahkûm eder, Onu kınar, Ona karşı içinden, “on­ları niçin yarattın, niçin yetiştirip rızık verdin, niçin onlara kullarına karşı imkân verip onların başına musallat ettin” diyerek hasım olur. Neden, niçin ve nasıl gibi sorularla gelen vesveseler ve Allah’ın mahlûkatındaki tedbirine, iradesini gerçekleş­tirmesine ve ezelî ilmine göre icra ettiği malumatına itiraz eden nefislere acı veren helak edici zanlar çoğalır. [47]

Bölüm

Bil ki, bu bozuk görüşleri ve inananlarına elem veren değersiz inançları zikret­memiz, burada inananlarına haz veren, onların kalplerine sevinç dolduran ve ruh­larına müjdeler esinleyen bir görüşün de bulunduğunun bilinmesi ve ona bir delil olması içindir. Bu, Allah’ın veli kullarının görüşü ve Onun salih kullarından seçkin olanlarının inancıdır. Yine bu, rablerine teslim olmuş, gizlide ve açıkta Ona şirk koşmayan rabbanilerin yoludur. Bunlar kalplerini cismânî şehvetlerin kirlerinden arındırmış, ahlâklarını değersiz adetlerden temizlemiş ve vicdanlarından bozuk görüşleri atmışlardır. Böylece uzuvlarını kötülüklerden, dillerini çirkin ve ayıp şeylerden korumuşlar ve kalplerinin özüne Allah ile birlikte ihlâsı yerleştirmişler­dir. Bu bakımdan onlar, Allah’a gizlide ve açıkta mahlûkatındaki tedbirinden do­layı bir itirazda bulunmamışlar, kalplerini ıslah etmişler, nefislerini temizlemişler ve ahlâklarını güzelleştirmişlerdir. Onlar vicdanlarında Allah’ın mahlûkatından hiçbiri için bir kötülük beslemezler ve kendilerini herhangi bir kimseden üstün görmezler.

Gizlide ve açıkta halka iyi davranırlar. Nitekim Yüce Allah onları şöyle nitelen­dirmektedir: “Rahmanın kulları yeryüzünde mütevazı bir şekilde yürürler. Cahiller kendilerine iliştikleri zaman selam diyerek [oradan uzaklaşırlar].”"4

Onlar yeryüzünde cesetleriyle yürürler, nefisleri ise en yüksek makam ile meşgul­dür. Onlar, Allah’ı tanıdıkları için Ondan başkasını terk etmişlerdir. Daima Onunla ve Onun zikri ile meşgul olurlar. Onlar güzel davrandılar. Allah da güzel davranan­larla beraberdir. “... Güzel davrananlara bir sorumluluk yoktur.”[48] [49] Hz. Peygambere soruldu: “Bu güzel davranış nedir?” O da şöyle cevap verdi: “Allaha sanki sen Onu görüyormuşsun gibi ibadet etmendir. Her ne kadar sen Onu göremezsen de O seni görür” Allah’ın veli kulları onu nasıl göremez; Onun saf ve temiz kulları Onu nasıl müşahede edemez! Onlar Onun şu buyruğuna inanıp hak olduğunu kabul ederler: “ Üç kişinin gizli bulunduğu yerde dördüncüleri mutlaka O’dur; beş kişinin gizli bulun­duğu yerde altıncıları mutlaka O’dur.”"[50] Yine Allah şunları söylemektedir: “Kuşku­suz insanı biz yarattık, Nefsinin ona neler fısıldadığını biliriz. Biz ona şah damarın­dan daha yakınız”"[51], “Rabbinin hükmüne sabret; Kuşkusuz sen bizim gözetimimiz altındasın”"[52], “Ben ikinizle birlikteyim; [halinizi] görür ve işitirim”"[53], “Nerede olursa­nız olun; O sizinle birliktedir.”[54]

Bölüm

Sonra bil ki, nefislerin lezzeti, ruhların neşesi ve kalplerin rahatlığı içerisinde nu­run ferahlığından daha lezzetlisi ve daha rahatı yoktur. Bu nur, Allah’ın veli kulları­nın kalplerine, Kendisine kavuştukları günde onlara vaat ettiği cennet nimetlerine olan kesin (yakîn) inancı bırakır. Dolayısıyla onlar Allah’ı sevaba ulaşmak ve ahirette bol ihsan elde etmek için ümit etmezler. Nefislerinde, Ona olan muhabbetlerinin şiddetinden ve Onun ihsanını çokça anmalarından dolayı Onu görmeye ilişkin şid­detli bir arzu duyarlar. Nitekim şöyle denilmiştir: Kalpler kendilerine iyilik edene muhabbet besleme ve kendilerine kötülük edene de nefret duyma fıtratı üzere yara­tılmışlardır. Yüce Allah da şöyle buyurmuştur: “İman edenlere gelince; onların Allaha olan muhabbeti çok şiddetlidir.”'2' Allah kendisinden başkasına muhabbet duyan kimseleri şöyle kınar ve yerer: “İnsanlar arasında Allah’tan başkasını Ona ortak ko­şanlar vardır. Onlar bunları Allah’ı sever gibi severler. îman edenlere gelince; onların Allah’a olan sevgileri daha şiddetlidir.”'22

Sonra bil ki, özelliklerini anlattığımız bu lezzeti, Allah’ın veli kulları kalplerin­de daha dünyada iken bulurlar. Bu, onların bazı gayretlerinin bir semeresi ve bazı amellerinin sevabının bir mukaddimesidir. Onlara daha dünyada iken acil olarak verilmiştir.

Çünkü onlar, Allah’ı gereği gibi tanıdıklarında, Onun dışındaki her şeyi terk et­mişler, gizlide ve açıkta Onunla ve Onun zikri ile meşgul olmuşlardır: “Onları Allah’ı anmaktan ne bir ticaret ne de bir alış-veriş alıkoyur.”'23 O anda, onların kalplerindeki bozuk düşünceler kaybolup gider, nefislerini meşgul eden önemsiz inançlar ortadan kalkar; kendilerinde anlatılamayacak ölçüde bir rahatlık, ferahlık, hoşluk ve lezzet bulurlar.

Hikmetle ilgili bahislerde açıkça ortaya çıktığına göre, bazı lezzetler sadece elem­lerden kurtulmaktan ibarettir. Bil ki Yüce Allah bu lezzeti ve neşeyi, veli kulları için dünya hayatında bir müjde kılmıştır. Ahirette ise, elbette Allah’ın katındaki daha hayırlı ve daha kalıcıdır. Nitekim Yüce Allah şöyle buyurmuştur: “Allah’ın kulları için çıkardığı ziyneti ve rızkın temiz olanlarını kim haram kılabilir? Deki: ‘bunlar dünya hayatında müminler için, kıyamet gününde ise yalnızca onlara tahsis edilmiştir.”'24 Onlara bu konuda hiç kimse ortak olamaz.

Bil ki bozuk görüşlerin çözülmesinin ve rablerini tanıdıkları anda Allah’ın veli kullarının kalplerinden sökülüp gitmesinin nedeni, onların Allah’ı tanımayı murat ettiklerinde, Onu tanıyacaklarına dair inançlarıdır. Onlara hak açıkça görünüp Allah’ı gereği gibi tanıdıkları anda kalplerinde bulunan bozuk, sahte ve uydurulmuş şeyle­rin hepsi çözülüp gider. Nitekim Hz. İbrahim’den (a.s.) Yüce Allah’ı tanımayı mu­rat edişinin başlangıcıyla ilgili şöyle aktarılmıştır: “Gece kendisini bürüdüğünde. ”[55] [56] [57] [58] [59] “Ben müşriklerden değilim dedi”'26 İşte peygamberlerin (a.s.) rablerini ilk araştırma­ya başladıkları sırada tanımaya başlamaları böyledir. Onlar, Hz. Âdem’in zürriyetinden, Hz. Nuh’tan, Hz. İbrahim’den ve Allah’ın hidayet verip seçtiği kullarından bu yana, Allah’a layık olan sıfatları bu şekilde tanımışlar ve bilmişlerdir. Nitekim Allah bu durumu şöyle anlatır: “Allah sizi analarınızın karınlarından hiçbir şey bilmez bir halde çıkarmıştır”[60] [61] [62], “Bilmedikleriniz size öğretildi.”121* Allah peygamberi için ise şöy­le demiştir: Sen kitap nedir, iman nedir bilmezdin.”'[63] Yine Onun şu buyrukları: “Ey Rabbim ilmimi artır”[64], “Hiç ölü olan kimse, dirilttiğimiz ve kendisi için ışığında yürüyeceği bir nur yarattığımız kimse gibi midir?”[65], “Hiç bilenlerle bilmeyenler bir olur mu?”[66], “Allah sizden iman edenlerin ve kendilerine ilim verilenlerin derecele­rini yükseltir”[67], “Onların [âlimlerin] rableri katında dereceleri vardır”[68], “Allah’tan ancak bilen kulları korkar.”[69] Âlimleri öven eden ve cahilleri de yeren pek çok ayet vardır.

Sonra bil, ki tüm cahillerin nefisleri, âlimlerin nefislerine nispetle ölüdür. Bunun nedeni, âlimlerin kalplerinin açık, göğüslerinin geniş ve ferah, hidayet nuru, irfan kokusu ve ilim çiçekleriyle dolu iken; cahillerin kalplerinin ise sıkıntılı ve kapalı, göğüslerinin vesvese ve hayallerle sıkışmış, dar ve karanlık, kuruntularının hadsiz, fikirlerinin cehaletin zifiri karanlıklarına gömülmüş ve nefislerinin de vesvese ve hayallerle dolu olmasıdır. Allahü Teâlâ Kuranın çeşitli ayetlerinde bu durumu şöyle aktarmaktadır: “Allah kimi doğru yola iletmek isterse, onun göğsünü İslâm’a açar... [kimi de saptırmak isterse, göğe yükseliyormuş gibi, kalbini dar ve sıkıntılı kılar. Al­lah böylece, inanmayanları küfür bataklığında bırakır]”[70], “[Allah göklerin ve yerin Nur udur]. Onun nuru, içinde ışık bulunan bir kandil yuvasına benzer.”[71] [72] Ya da Allah’ın şu buyruğunda geçtiği gibi: “Veya derin denizin karanlıklarına benzer. Onu üst üste dalgalar ve dalgaların üstünde de bulutlar örter; karanlıklar üstünde karan­lıklar; insan elini uzattığı zaman, nerdeyse onu bile göremez. Allah’ın nur vermediği kimsenin nuru olmaz.”13s

Bil ki, nefislerin hayat ve uyanıklığı, tıpkı cesetlerin hayat ve uyanıklığının duyu ve harekete bağlı olması gibi, ilim ve marifete bağlıdır. Hayvanların her cinsine özgü yiyecek çeşitleri vardır. Bunlar onların cesetlerinin gıdalarıdır. Bunlardan bir kıs­mı toprağın üzerinde bitenler, bir kısmı ağacın meyveleri ve yapraklarıdır. Herkes tabiatına uygun olanı arzular ve nefisleri ondan lezzet alır. Bunların hepsi hayvan­ların mizaçlarına, cesetlerinin terkibine ve yiyeceklerini almalarındaki adetlerine göredir.

Nefislerin de yiyeceklerine ve içeceklerine iştah duymaları ve onlardan lezzet al­maları tıpkı bunun gibidir. Onların da renkleri ve tatları farklıdır. Kimisi şunu ar­zular ve ondan lezzet duyar; öbürü ise ondan lezzet almaz. Kimisi bir vakitte iştah duyduğuna diğer bir vakitte duymaz. Bilakis ondan nefret eder ve tabiatı ondan ka­çar ve eziyet çeker.

Nefislerin ilimlerden, marifetlerden, sanatlardan, ticaretlerden, amellerden, mes­leklerden ve işleri evirip çevirmekten haz almaları ve onları arzulamaları da buna benzer. Çünkü insanların kimisinin mizacı sanatlara ve mesleklere yatkındır. Bunlar, onları öğrenmeyi arzularlar ve onlardan haz alırlar. Kimisinin mizaçları ticarete ve alış verişe uygundur. Bunlar, onlardan haz alırlar ve onları arzularlar. Kimisi, mal ve servet biriktirmeyi çok arzular ve ona düşkündür.

Kimisi, malını harcamaktan; taşınmaz mülkler ve binalar edinmekten, yeryüzünü imar etmekten, ekinleri ve nesli korumaktan, hayvanları evcilleştirip terbiye etmek­ten ve çoğaltmaktan haz alır ve bunları arzular. Kimisi, yemeye, içmeye, kadınlara ve genç oğlanlara, oyun eğlence ve şarkıya, tavlaya, kumara ve bunlarla öğünmeye, güzelliği ve asabiyeti ile iftihar etmeye ve düşmanlık beslemeye; harplerde savaşma­ya ve düşmana meydan okumaya, baskınlara ve yağmalamaya, fitneler, kötülükler ve düşmanlıklar içerisinde yer almaya düşkündür ve bunları arzular. Kimisi, oruca, na­maza, sadakaları vermeye, Kur'an okumaya, tespihe, huşu duymaya, iyiliğe, takvaya ve ibadete ve bu türden olan hayırlı amellere muhabbet duyar, nefsi bunları arzular ve bunlardan haz alır. Kimisi, ilim ehli ile buluşmaya, âlimlerin sözlerini dinlemeye, ilim ve edep peşinde koşmaya ve haberleri, rivayetleri ve hadisleri öğrenmeye düş­kündür ve bunlara muhabbet duyar. Kimisi, dil bilgisini, şiiri, hitabeti, fasih konuş­mayı, söylenceleri, kelamı vb şeyleri öğrenmeyi çok arzular ve bunlardan haz alır. Kimisi, aritmetik ve geometri ilmini, astrolojiyi, tıbbı, mantığı, matematiği, felsefeyi vb şeyleri çok ister ve bunlardan lezzet alır. Kimisi, tılsımı, rukyeyi, sihri, simyayı ve hokkabazlığı sever ve bunlardan haz alır. Kimisi de tabiat ve metafizik ilimlerini incelemeyi, onları araştırmayı, kâinatta bozulan ve sürekli olarak kalan varlıkların hakikatlerini öğrenmeyi arzular ve bunlardan lezzet alır. Bunların hepsi, yıldızların, onların doğumlarında ve adetlerinde, babalarının, üstatlarının ve öğretmenlerinin yol ve yöntemleri üzere yetişmelerinde cari olan hükümlerinin gereklerine ve ömür­leri boyunca arzularının peşinden koştururken kardeşlerinden ve dostlarından yan­larında bulunan kimselere göre gerçekleşirler.

Ey kardeş! Aklını kullan, basiretinle temyizde bulun ve kendin için bu arzulanan şeylerden sana uygun olan ve hoşnutluk duyacağın şeyi seç. Bil ki işler arasında ne­fislere yerleştirilmiş ve onlarda tabiat olarak yaratılmış şeyler bulunduğu gibi, sürüp giden adetlere dönüşen ve insanın sürekli yapmasıyla alışılmış, dolayısıyla da onun ikinci bir mizacı ve tabiatı haline gelmiş olan şeyler de vardır.

Bölüm

Bil ki, ey kardeş! Kuşkusuz güzel ahlâk ve ölçülü gidişat, meleklerin ahlâkındandır. Fakat bunlardan bir kısmı, nefislerin yaratılışında yerleştirilmiş iken diğer bir kısmı da sürüp giden alışılmış adetlerden ibarettir. Kötü ahlâk ve çirkin gidişat ise şeytan­ların ahlâkındandır. Bunların da bir kısmı nefislerin yaratılışında yerleştirilmiş iken diğer bir kısmı cari olan adetlerden ibarettir. Çocuklar küçüklüklerinden itibaren bunlara göre yetişip terbiye olurlar. Yada insanlar bunları birlikte bulundukları kim­selerden alırlar; babalarından, annelerinden, kız ve erkek kardeşlerinden, komşula­rından, öğretmenlerinden ve üstatlarından edindikleriyle terbiye olurlar.

Bil ki, belki bu övülen hususlar, çocukluktan itibaren insanda gereği gibi bir arada bulunmaz. Bununla birlikte akıllı olana gereken şey, hallerini, ahlâkını, gidişatını, âdetlerini ve inançlarını gözden geçirmesi, dikkatlice değerlendirmesi; böylece bo­zuk ve önemsiz olanlarını terk etmesidir. Kişi cari olan adetler üzerinde durmamalı, yaratılıştan gelen tabiat ile delil getirmemeli, aksine, gayret etmeli, düşünmeli ve [iyi ve kötüyü] ayırt etmelidir. Kuşkusuz Allahü Teâlâ, bilgeleri, elçileri ve peygamberleri yalnızca, düşük tabiatlar ve cari olan adetlerle birlikte gelişen bozuk işleri düzeltmek için göndermiştir. Âlimler ve bilgeler, siyasete/insan yetiştirmeye dair kitaplarında, her insanın işe öncelikle kendi ahlâkını ve âdetlerini ıslah ederek başlaması gerekti­ğinden söz etmişlerdir. Kişi ancak kendi ahlâkını düzeltip ölçülü hale getirdiğinde, başkasını ıslah etmeyi arzulamalıdır. Nitekim Peygamber (a.s.) şöyle buyurmuş­tur: “Hepiniz sorumluluk taşımaktasınız; herkes sorumluluğu altında bulunanlar­dan mesuldür.” Allahü Teâlâ da şöyle buyurmuştur: “Ey iman edenler! Kendinizden sorumlusunuz.”'[73] [74] [75]

Sonra bil ki, insanların çoğu, kendi aralarındaki problemleri çözmeleri için rablerinden gelen emir ve tavsiyeleri ve peygamberlerinin nasihatlerini terk ettiler. Kendi aralarında yardımlaşma ve dayanışma, birbirlerini sevip sayma ve birbirlerine ya­kınlık duyma gibi, Allah’ın kendileri için çizdiği yolda yürümek suretiyle nefislerini elem verici azaptan kurtaracak şeylerden uzaklaştılar. Birbirlerinin ayıplarını sayıp dökme ve birbirlerine çirkin davranma gibi kendilerine yasak edilen şeylerle meş­gul oldular. Bu yüzden fırkalara, mezheplere ve gruplara ayrıldılar. Böylece arala­rında kıyamet gününe kadar düşmanlık ve kin ateşi tutuşturuldu. Nitekim onların bir kısmı diğer bir kısmını, kalplerine acı ve nefislerine elem vermekle itham et­mektedir. Onlar azapta müşterektirler. Onlardan ilk önce gelenler ile sonrakiler aynı kulvardadır. Allahü Teâlâ onların bu durumunu şöyle anlatır: “Her ümmet cehenne­me girdiğinde kardeşine [yani kendisinden sonra gelene] lanet etti.”'4" Ve [Derler ki:] “Onlar rahat yüzü görmesin. Behemehal ateşe gireceklerdir.”'4' Yine [cehenneme gi­ren önderler] şöyle diyecekler: “Rabbimiz işte şunlar [yani bize göre hareket edenler] bizi saptırdılar.”'[76] Bunun üzerine onlara şöyle denilir: “Kazandıklarınıza karşılık, cehennem azabını tadın.”[77] Çünkü siz, Rabbinizin tavsiyesini ve Peygamber inizin öğüdünü terk ettiniz. Ve Allah şöyle buyurdu: “Biz onlara zulmetmedik, ancak onlar kendilerine zulmediyorlardı.”[78] Yani onlar, tavsiyeleri terk etmelerinden dolayı zâlim olmuşlardı.

Bil ki, bozuk görüşler çoktur. Anlattıklarımız, dikkate alan ve düşünen kimseler için yeterlidir. Onlarla meşgul olanlar çoğunluktadır. Onlar tanınmazlar, üstlerin­den gelinemez, zararlarından emin olunamaz. Onların tamamı İblis’in ordularıdır. Onlar, kötüler, kâfirler, fâsıklar, münafıklar ve bidat ve dalalet ehlidir. Ancak onla­rın din ve takva ehli için en kötü olanları, âlimlere en çok zarar verenleri ve bilge­lere en fazla düşman olanları, duyulur nesneler hakkında bilgileri olmadığı halde akılla bilinenler/makulat ile meşgul olan zalimler, mücadeleci hasım kâfirler ve aşırı günahkârlardır. Bunlar burhânlar ve kıyaslar oluşturmaya çalışırlar. Ne yazık ki on­lar matematikte iyi değillerdir. Tabiat ilimlerini bilmedikleri halde metafizik hakkın­da konuşurlar. Meclislere katılırlar ve din sahasında, yeryüzündeki kötülüğe rağmen ilahi adaletin nasıl savunulacağı ve parçalanmayan en küçük parça gibi meselelerle ilgili ilim ifade etmeyen ve hikmetli hiçbir netice vermeyen şeyler hakkında müca­dele ederler.

Hiçbir hakikati ve varlığı bulunmayan ancak sahte kuruntular içerisinde yer alan bu tür hayalî ve yaldızlı meselelerde, iddia sahiplerinin kesin bir kanıt ortaya koy­maları mümkün değildir. Bu konuları soruşturanların da bir burhânı yoktur. Onlar, meclislerinde bunlara dalarlar ve bunlar hakkında çekişmek, ağız dalaşı yapmak, birbirlerine karşı çıkmak ve birbirlerini yalanlamak suretiyle vakitlerini zayi ederler. Kendilerine bizzât var olan, insanlar arasında takdir edilmiş ve bilgeler katında meş­hur olan şeyler hakkında bir şey sorulduğunda, güzel bir cevap veremezler. Sorup araştırmak kendilerine ağır geldiğinde ise inkâr ederler ve “bilmiyorum” ya da “Allah ve elçisi daha iyi bilir” demekten kaçınırlar. Aksine kendi taşkınlıkları ve cehaletleri içine dalıp giderler. Oralarda muhal/imkânsız olan şeyleri iddia ederler. Belki onları iptal etmek için yaldızlı sözler söylerler. Böylece bilgelere ve âlimlere karşı çıkarlar ve bunlarla ilgili onlara çirkin ifadelerde bulunurlar. Örneğin şöyle derler: Tıp ve astroloji ilmi batıldır. Yıldızlar donmuş katı maddelerden ibarettir. Feleklerin varlığı yoktur. Tıp ilmi faydasızdır. Geometri ilminin hakikati yoktur. Mantık ve tabiat ilmi, küfür ve zındıklıktır. Onlarla uğraşanlar inatçı inkârcılardır. İşte bu mücadeleciler, [yukarıda zikredilen ilimlerde âlim olanlar] hakkında inanılmaz iddialarda bulu­nurlar. Onlardan hurafeler aktararak şöyle derler: “İşte onların sözleri, mezhepleri, görüşleri ve inançları bunlardan ibarettir”. Belki de haklarında söz ettikleri [bozuk inançlı] topluluk, ne az ne de fazla hiçbir şey konuşmamış ve onların [kendileri hak­kında söyledikleri bu türden] şeylere inanmışlardır. Eğer onların bir inancı ve görü­şü olsaydı bile bunların hiçbiri onu işitemezdi. Onlar, inançları ve yok olup gitmek üzere olan mezhepleriyle ölmüşlerdir. Onların mezhebini kimse bilmez ve müşahe­de etmez. Onlar hayvanlar gibidir. Belki de daha aşağıdırlar.

Ancak [onlar hakkında] mücadeleye girişen bu adamlar, [kendileri gibi] mücade­leci olanlar arasında onların bu görüşlerini ortaya çıkarırlar. Bu tür bozuk inançlara ve önemsiz görüşlere fasih ibarelerle cevap verirler. Onları en açık beyanlarla izah ederler ve en düzgün hatlarla en kaliteli varaklara yazarlar. Ardından onları, ilim, hikmet ve değerli görüş sahibi olan ve sağlıklı ayırt etme yeteneği bulunan topluluk­lara, çirkin ve fitne uyandıracak bir tarzda nispet ederler. Böylece onları zayıf görüş­lü olarak lanse ederler ve onların bu görüşlerini eskilerin masalları olarak nitelerler. Hâlbuki bu mücadeleci adamlar, söz konusu bu görüşleri kendi kalplerinde barın­dırırlar, kendi zihinlerine bu bozuk görüşleri ve önemsiz mezhepleri iyice yerleşti­rirler. Bunlar onları hayrete düşürür, hakikatler konusunda onları fırkalara böler. Gerçekten de bu görüşlerin ve mezheplerin [gerçek] sahipleri, mezheplerini ortaya çıkarmak, kendi görüşleri için delil sunmak ve inançlarını izah etmek uğruna bütün güçleriyle gayret etseler ve mallarını harcasalardı, yine de bu görüşleri pek çok zihne yerleştiren bu mücadelecilerin yüzde biri kadar bile başarılı olamazlardı.

Bütün bu belaya rağmen yine de onlar bu yaptıklarıyla İslâm’a yardım ettikleri iddiasında bulunurlar ve dini ikrar ederler! Günümüze kadar onlardan biri eliyle ne herhangi bir Yahudi’nin tövbe ettiği, ne de herhangi bir Hıristiyan’ın ve Mecusi’nin onların görüşleri aracılığıyla inançlarına tutunarak Müslüman olduğu rivayet edil­miştir. Bilakis Yahudiler ve Hıristiyanlar kendi inançlarını ve mezheplerini muhafaza ederek daha da fazla yayılmışlardır. Çünkü onlar, bu tür mücadeleci adamlara baktık­larında, onların dinin hükümleri üzerindeki çekişmelerini, birbirleriyle olan ihtilafla­rının ve tartışmalarının çokluğunu, birbirlerine olan düşmanlıklarını ve birbirlerine lanet etmelerini görmüşler ve bu hal içerisinde bulunan söz konusu adamların ve onların mezheplerine giren kimselerin durumunun ancak Allah’ın şu sözlerine mu­hatap olanlara benzediğini düşünmüşlerdir: “Cehennemegiren her ümmet, [kendisin­den sonra gelen] kardeşine lanet okudu ’'45, “Dediler ki: onlar rahat yüzü görmesin.”'46 İşte dinde çekişip düşmanlık edenlerin içinde bulundukları durumun hükmü budur.

Sonra bil ki, kuşkusuz sen insanların din ve mezhepler, ilimler ve sanatlar, tica­retler ve meslekler bakımından içerisinde bulundukları hallere göre oluşan tabaka­larına ve cemaatlerine bir göz attığında; onlar arasında, düşmanlığın, kinin, incitici söz ve davranışların ve lanet okumanın, bu mücadeleci sınıfın arasında görülenlerin yüzde birine bile ulaşmadığını görürsün. Çünkü sen, bu mücadeleci sınıfın birbirini tekfir ettiğine ve bazısının diğer bazısından yüz çevirdiğine tanık olursun. Yine on­lardan her birinin, kendisine muhalif olanların mallarına el koymayı helal saydığına ve onların kâfirler ve zındıklar olduklarına ve cehennemde sonsuza dek kalacakla­rına tanıklık ettiklerini görürsün. Hiç kuşkusuz [onların] âlimleri, insanlara kin ve nefret duymuşlar; onları ilim ve edep öğrenmekten ve marifet peşinde koşmaktan uzaklaştırmışlar dır. Nitekim insanlar onların bu hallerine baktıklarında, kendileri öğrenmedikleri gibi başkalarını da öğrenmeye bırakmadıklarını görürler. Onların bu durumu, ancak şu haldeki köpeğin durumuna benzer: O bir yemliğin başında [79] [80] uyur ve ondan yemez. Bununla birlikte atı da bırakmaz ki, ondan yesin. Sonuçta kendisi de at da zarar ve bitkinlik içerisinde ölür.

Hüseyin b. Ali’den (as) şöyle dediği rivayet edilmektedir: “Ey kötülük bilginleri, cennetin kapısına oturdunuz. Ne siz cenneti hak edecek ameller işliyorsunuz, ne de baş­kalarının sizi geçip cennete girmesine izin veriyorsunuz!” Dolayısıyla halk, taşıdıkları özellikleri anlattığımız bu adamlara yöneldiğinde, sen onları sakındır. Çünkü onlar [gerçek] ilim erbabına düşman, takva ehline muhalif ve İhvân-ı Safâ’ya karşıdırlar. Onların halleri ve ahlâkları, şeytanların ahlâkıdır. Kuvvetleri, deccallerin kuvvetidir. Dilleri çok konuşur, ancak kalpleri kördür. Sözleri fasihtir; ancak manalarını bilmezler. Onlar kendilerini [gerçek] âlimlerle mücadeleye, bilgelerle zıtlaşmaya ve ahmaklarla çekişmeye adamışlardır. Ne bir hikmet bilirler ne de dinin hükümlerini tahkik ederler. İlahi kitaplardan kendilerine bir delil sunulduğunda, onun hakkında şüphe duyarlar. Müteşabih/anlamları kapalı olan ayetlere uyup anlamları açık olan ayetlerden elde edi­len ilmi terk ederler. Yüce Allahü onların bu durumlarını şöyle anlatır: “Kitabı Sana indiren Odur. Onun bazı ayetleri muhkemdir /anlamları açık olandır. Bunlar kitabın te­mel kısımlarını oluşturur. [Diğerleri ise çeşitli anlamlıdırlar. Kalplerinde eğrilik olan kim­seler, fitne çıkarmak, kendilerine göre yorumlamak için onların çeşitli anlamlı olanları­na uyarlar. Oysa onların yorumunu ancak Allah bilir. İlimde derinleşmiş olanlar: ‘Ona inandık, hepsi Rabbimizin katındandır’derler. Bunu ancak akıl sahipleri düşünür]”[81]

Sonra bil ki, Yüce Allah veli kullarına bol bol iyilik ve ihsanda bulunur. Eğer doğru yolu bulmak ve Allah’ın hidayetine mazhar olmak ve haniflik dini ile selefin yolunda yardım görmek ve doğruya ulaşmak istiyorsan, Onun velilerinden olan has kulla­rı hakkındaki hükmüne, onlara nasıl telkinde bulunduğuna, onların hikâyelerini, sözlerini, dualarını ve Kendisine yönelişlerini nasıl anlattığına bir bak. Sonra dinin hükümleri, peygamberlerin tavsiyeleri ve bilgelerin işaretleriyle amel et. Düşmanlık­ları, kötü ahlâkı, günah işleri ve çirkin amelleri de terk et. Yine bozuk görüşlerden uzak dur ve ister felsefî, ister dini, ister matematiksel, ister tabiî ya da metafıziksel olsun, ilim öğren. Çünkü bu ilimlerin hepsi nefsin gıdası, onun dünya ve ahiretteki hayatıdır. Sakın bilmeyenlerin yolunu izleme. Nitekim Yüce Allah onları şöyle nite­lendirmiştir: “İnsanlardan bir kısmı da hiçbir bilgisi olmadığı halde Allah hakkında mücadeleye girişir... ”[82]

Kuşkusuz öğrendik ki bu ilimler ve fenler hakkında elli bir tane risâle vardır. Bun­lardan her biri, ilimlerin bir dalı ve fenlerin bir türü hakkındadır. Onları arayıp bulun ve okuyun. Göreceksiniz ki onlar kolaydır, kişiyi yormaz ve sıkmaz. Allah seni, bizleri ve tüm kardeşlerimizi dosdoğru yolu bulmaya muvaffak kılsın. Seni, bizi ve tüm kardeşlerimizi eksiksiz olanın yoluna ulaştırsın. Kuşkusuz O, kullarına çok acıyan ve çok şefkat gösterendir. Allahın salât ve selamı Peygamberimiz Hz. Muhammed’in ve Onun tüm ehl-i beytinin üzerine olsun.

Mezhepler ve Dinler Risâlesi tamamlandı. Bundan sonra, Yüce Allah’a giden yo­lun mahiyetine dair risâlemiz gelecektir.


İkinci -İhvân-ı Safâ Risâlelerinin Kırk ÜçüncüRisâlesi
Allah Azze ve Celle’ye Giden Yolun Mahiyetine Dair[83]

Rahman ve Rahim Olan Allah’ın Adıyla!

Allah’a hamd, seçtiği kullarına selam olsun, “Allah mı daha hayırlıdır, yoksa O’na ortak koşulan varlıklar mı?”[84] [85]

Ey kardeşler! Allah sizi ve bizi kendinden bir ruh ile desteklesin! Biliniz ki, Yüce Allah mahlûkatı yarattı, şekillendirdi, işleri düzene soktu ve yoluna koydu, sonra arşa istiva etti ve yükseldi. Kullarından bir topluluğu seçmesi, seçkin kılması, Kendisine yaklaştırması, kurtarması, ilminin gizli yönlerini ve gaybının sırlarını onlara açması ve onları; kullarına, kendisine ve komşuluğuna davet etmeleri ve onlara sırlarını haber vermeleri için göndermesi, rahmetinin lütfundan, cömertliğinin mükemmelliğinden ve ihsanının tanımğındandır. Bunun amacı, onların cehalet uykusundan uyanmaları, gaflet yatağından kalkmaları, bilginler (ulemâ) gibi hayat sürdürmeleri, mutlu insan­lar gibi yaşamaları ve ebedilik yurdunda varlığın yetkinliğine ulaşmalarıdır. Nitekim O, bundan kitaplarında bahsetmiş ve peygamberlerinin (salla'llâhü aleyhi ve sellem) diliyle anlatmıştır. Allah buyurdu ki; “Gökleri ve yeri altı günde yarattı ve sonra arşa istiva etti”2 Yine buyurdu ki; “Allah Âdemi, Nuh’u, İbrahim ailesini ve İmran ailesini birbirinden gelmiş nesiller olarak seçip, âlemlere üstün kıldı’.’[86] Sonra yine buyurdu ki; “Allah peygamberleri müjdeleyici ve uyarıcı olarak gönderdi ve yanlarında insanların anlaşmazlığa düştükleri şeyler konusunda aralarında hüküm vermek üzere kitabı hak olarak indirdi”[87] Sonra yine buyurdu ki; “Allah selam yurduna çağırır ve dileyeni doğru yola iletir’.’[88]

Ey kardeşler! Allah sizi ve bizi kendinden bir ruh ile desteklesin! Biliniz ki, oraya ulaşmak ancak şu elbiseyi giymek (bu iki özelliliğe sahip olmak) ile mümkündür: Bunlardan birisi nefsin arınması, diğeri yolun doğruluğudur. Nefsin arınması, insan cevherinin özüdür. İnsan ismi, nefis ve bedene birlikte verilir. Beden, et, kan, kemik, damar, sinir ve deri gibi şeylerden meydana gelen şu görünen vücuttur. Bütün bunlar, yere ait karanlık, ağır, değişken ve bozulan cisimlerdir. Nefis ise göğe ait ruhânî, diri, nurânî, hafif, hareketli, bozulmayan, bilen ve şeylerin suretlerini idrak eden bir cev­herdir. Onun (nefsin) duyulur ve düşünülür varlıkların suretlerini idrak etmesi ay­naya benzer. Aynanın şekli düzgün ve yüzü parlak olursa, orada cisimsel şeylerin suretleri olduğu gibi görünür. Aynanın şekli eğri olursa, cisimsel şeylerin suretlerini gerçekte olduğundan farklı gösterir. Aynı şekilde aynanın yüzü paslı olursa, elbette orada hiçbir şey görünmez.

Nefsin durumu da böyledir. O, bilir ve üzerinde bilgisizlikler birikmezse, kötü amellerle kirlenmemiş temiz bir cevher ve çirkin huylarla paslanmamış saf bir öz olur. O, sahih niyetli olur ve yanlış düşüncelerle bozulmaz. Kendi âlemindeki ruh­sal şeylerin suretleri onun özünde görünür. Nefis onları hakikatleriyle idrak eder ve duyuların sağlıklı ve sağlam olması halinde cisimsel şeyleri duyularıyla idrak ettiği gibi, duyulara uzak kalan konuları aklıyla ve cevherinin saflığıyla gözlemler. Nefis, bilgisiz, cevheri arı olmayan, kötü amellerle kirlenmiş veya çirkin huylarla paslanmış ya da yanlış düşüncelerle bozulmuş olur ve bu hal üzere devam ederse, Yüce Allah’ın dediği gibi, ruhânî şeylerin hakikatlerini idrak etmekten mahrum, Yüce Allah’a ulaş­maktan âciz ve ahiret nimetlerinden uzak kalır. Nitekim Yüce Allah şöyle buyurmuş­tur: “Şüphesiz onlar ogün Rablerini görmekten mahrum kalacaklardır.”[89] [90]

Ey kardeşler! Allah sizi ve bizi kendinden bir ruh ile desteklesin! Biliniz ki, onun (nefsin) Rabbinden mahrum kalması, cevherini, âlemini, başlangıcını ve sonunu bil­memesidir. Onun bilgisizliği, Yüce Allah’ın dediği gibi, amellerinin kötü ve fiillerinin çirkin olmasından dolayı özüne çöreklenen pastan ileri gelir. Allah şöyle buyurur: “Hayır, onların yaptıkları kalplerini paslandırmıştır.”s Onun eğriliği, Yüce Allah’ın dediği gibi, bozuk düşüncelerinden ve kötü huylarından kaynaklanır. Allah şöyle buyurdu: “Onlar yoldan sapınca Allah da kalplerini doğru yoldan saptırdı.”[91]

Ey kardeşler! Allah sizi ve bizi kendinden bir ruh ile desteklesin! Biliniz ki, nefis, bu nitelikler üzere devam ettiği sürece kendi özünü görmez. Allah’ın belirttiği gibi kendi âleminde bulunan bu güzel, üstün, lezzetli ve hoş şeyler onun özünde görün­mez. Allah şöyle buyurdu: “Canlarının istediği ve gözlerinin hoşlandığı her şey orada­dır. Siz orada ebedi olarak kalacaksınız.”[92] Ve yine buyurdu ki, “Hiç kimse yapmakta olduklarına karşılık olarak onlar için saklanan göz aydınlıklarını bilemez?[93]

Ey kardeşler! Allah sizi ve bizi kendinden bir ruh ile desteklesin! Biliniz ki, nefis­ler bu şeyleri müşahede etmedikçe, onlara rağbet etmezler, onları istemezler ve on­lara özlem duymazlar; Yüce Allah’ın dediği üzere, sanki körmüş gibi kalırlar: “Çünkü gerçekte gözler değil, göğüslerdeki kalpler kör olur.”[94]

Ey kardeşler! Allah sizi ve bizi kendinden bir ruh ile desteklesin! Biliniz ki, nefis­ler kendi âlemlerinin durumunu görmezler ve şu an dünya hayatında sahip olduk­ları halin dışında bir varlıklarının olmadığını zannederlerse, o zaman Yüce Allah’ın dediği gibi, hep dünyada kalmayı arzularlar, orada ebedi yaşamayı temenni ederler, ondan hoşlanırlar, onunla huzur bulurlar, ahiretten ümitlerini keserler ve yeniden dirilişi unuturlar. Allah şöyle buyurdu: “Dünya hayatından hoşnut oldular ve onunla tatmin oldular.”[95] Yine buyurdu ki, “Kabirlerdeki kâfirlerin ümit kestikleri gibi tama­men ahiretten ümitlerini kestiler”[96]

Sonra, Yüce Allah’ın dediği gibi, kendilerine peygamberlerin (salla'llâhü aleyhi ve sellem) diliyle gelen Allah’ın tavsiyesi hatırlatıldığında hiçbir öğüt almazlar. Allah şöyle buyurdu: “Kendi­lerine öğüt verildiği zaman öğüt almazlar”[97] Sonra onlar ölünceye kadar sanki hiçbir şey duymamış gibi direnerek ve kibirlenerek körlük, bilgisizlik ve azgınlık içinde ka­lırlar. Nefsin bedenden ayrılması ve bedeni kullanmayı terk etmesi demek olan ölüm sarhoşluğu geldiğinde, hoşlanmadığı halde onu terk ettiğinde, bedeni kullanmayı ve duyulur şeyleri idrak etmeyi bıraktığında, uyanmak için kendi özüne döner. Fa­kat Yüce Allah’ın dediği gibi, günahlarının ağırlığından, kötü amellerinden ve çirkin âdetlerinden uyanamaz. Allah şöyle buyurdu: “Günahlarını sırtlarına yüklenirleri’[98] O zaman beden aracılığıyla elde ettikleri duyulur lezzetler ellerinden kaçtığını ve kendi âlemlerinde bulunan düşünülür lezzetleri elde edemediklerini anlarlar. Yine o zaman dünya ve ahireti kaybettiklerini fark ederler. Bu apaçık bir hüsrandır. Bu da tamamlanmıştır, olup bitmiştir.

Birinci Bölüm

Nefsin Terbiyesi ve Huyların Düzeltilmesine Teşvik Hakkında

Yolun doğruluğu dediğimiz diğer haslete (özelliğe) gelince: Dünya işlerine ait herhangi bir isteğe yönelen kimse, bu yönelişinde yolların en yakın ve yürümesi en kolay olanını arar. Çünkü o, yakın bir yolunun bulunmaması halinde aradığı şeye ulaşmada gecikeceğini bilir. Aynı şekilde yolun yürümeye elverişli olmaması halin­de oraya ulaşmasını engeller veya yürümesini zorlaştırır. Yolların en yakını doğru çizgi üzerinde olandır. Yürümeye en elverişli olan yol ise üzerinde engel bulunma­yan yoldur. Nefislerini arındırdıktan sonra Yüce Allah’a yönelen, esenlik yurdunda ahiret nimetlerine istek duyan (rağbet eden) ve göğün melekûtuna yükselip me­lekler topluluğuna katılmak isteyen kimselerin maksatlarında yolların en yakınına yönelmeleri gerekir. Nitekim Yüce Allah şöyle buyurdu: “İşte onlar doğruyu arayıp bulmuşlardır”[99] [100] Yine eksiklikten münezzeh olan şöyle buyurdu: “İşte bu, benim dosdoğru yolum. Artık ona uyun. Başka yollara uymayın. Yoksa o yollar sizi parça parça edip Onun yolundan ayırır. İşte size bunları emretti’.’111 Yine Yüce Allah buyurdu: “Ben size, babalarınızı üzerinde bulduğunuz dinden daha doğrusunu getirmiş olsam da mı? de.”[101] Yüce Allah’ın dediği gibi, Onun bize tavsiye ettiği ve peygamberlerinin (salla'llâhü aleyhi ve sellem) diliyle tâbi olmamızı emrettiği doğru yolun ne olduğunu açıklamak ve Rabbimizin vaat ettiği şeye ulaşmak için o yola nasıl koyulmamız gerektiğini anlatmak istiyoruz. Yüce Allah onların ne diyeceğini şöyle anlatır: “Rabbimizin bize vadettiğini biz gerçek bulduk. Siz de Rabbinizin vadettiğini gerçek buldunuz mu?’ diye seslenirler.

Onlar, ‘Evet’ derler"[102] Fakat gerçekte biz onu, ancak, ölçülü bir söz, doğru bir kıyas ve Yüce Allah’ın beyanında ve peygamberlerinin (salla'llâhü aleyhi ve sellem) sünnetinde olduğu gibi açık delillerle, onun hak olduğunun açıklığa kavuşması için Allah’ın ufuklarda ve nefis­lerimizde bulunan diğer ayetlerinin etkili bir tasviriyle açıklayabiliriz. Nitekim Yüce Allah şöyle buyurdu: “Kesin olarak inananlar için yeryüzünde ve kendi nefislerinizde birçok alametler vardır. Hâlâ görmüyor musunuz?”[103]' Biz bunu yaparsak temizlerden başkasının dokunamadığı birikmiş ilimlerin ve gizlenmiş sırların kapıları açılır.

Ey kardeşler! Allah sizi ve bizi kendinden bir ruh ile desteklesin! Biliniz ki, hiç kimsenin Yüce yaratıcının zatı ve sıfatları hakkında tahmin ve varsayımla konuşma­ması gerekir. Aksine O’nun hakkında ancak nefsini arındırdıktan sonra tartışması gerekir. Yüce Allah’ın buyurduğu gibi bu, şüphe, şaşkınlık ve sapıklığa götürür. Allah şöyle buyurdu: “İnsanlar arasında hiçbir bilgisi, yol göstericisi ve aydınlatıcı bir kitabı olmadan Allah hakkında tartışıp duranlar vardır'.’[104] Biz her şeyden önce başlıyoruz ve nefsi çocukluktan itibaren alıştığımız kötü huylardan nasıl arındırmamız gerektiğini açıklıyoruz; beyana en açık, anlamaya en yakın ve öğütte en etkili olması için bunu matematik (riyâzî) risâlelerimizde çeşitli bölümler halinde anlatıyoruz ve her bö­lümde atasözü haline gelmiş örnekler (darbımeseller) veriyoruz. Bundan sonra, yö­nelenler için bir yöntem ve isteyenler için bir yol gösterici olması için bu risâlelerde Aziz ve Çelil olan Allah’a giden doğru yolun ne olduğunu ve ölçülü bir söze ve açık delillere nasıl uyulması gerektiğini açıklayan daha başka bölümler de sunuyoruz. Bu iki husustan sonra Yüce Allah’ın ilhamıyla bildiğimiz ve dostlarının kitaplarının ve peygamberlerine (salla'llâhü aleyhi ve sellem) indirilenlerin tefsirlerinden çıkardığımız, irşat ve sembolle­rinde filozofların dilinde ifadesini bulan canlı ilahi işleri ve saklı ilahi sırları; âlemin yokluktan sonra meydana gelmeye başlama sebebini, nefsin düşmesini, aldanmasını, ilk insanın yaratılışını, isyan etme sebebini, meleklerin konuşmasını, Âdem’e secde etmelerini, iblis ve cinler kıssasını, onun secdeden yüz çevirmesini, ebedilik ağacı ve yok olmayan mülkü, Âdem’in soyundan söz alınma sebebini, kıyamet haberlerini, sura üfürülmeyi, yeniden dirilmeyi, yayılma ve hesabı, hükmün verilmesini, sırattan geçmeyi, ateşten kurtulmayı, cennete girmeyi, Yüce Rabbin ziyaretini, peygamber­lerin (salla'llâhü aleyhi ve sellem) kitaplarında anlatılan buna benzer haberleri ve onların manalarının ha­kikatlerini açığa çıkarmaya başlıyoruz. İnsanlar arasında öyle akıllı, ayırt etme yetisi kazanmış (mümeyyiz) ve filozofmuş gibi görünen topluluklar vardır ki, bu konular hakkında düşündükleri ve onları akıllarıyla kıyas ettikleri zaman, onların gerçek manalarını tasavvur edemezler. Onları, vahiy lafızlarının görünen (zâhir) kısmının işaret ettiği şeye göre yorumladıkları zaman, akılları bunu kabul etmez ve o zaman şüphe ve şaşkınlığa düşerler. Bu şaşkınlık uzun sürdüğünde, kılıç korkusundan bunu dilleriyle ikrar etmeseler bile, kalpleriyle inkâr ederler.

Yine insanlar arasında ilim ve temyizde onlardan daha aşağıda olan öyle top­luluklar vardır ki, onun hak olduğuna inanırlar ve bunu bilirler. Başka topluluklar ise onları taklit ederek alırlar ve üzerinde düşünmezler. Yine insanlar arasında öyle bir grup vardır ki bu tür meseleleri işittiklerinde nefisleri onlardan nefret eder ve bunların dile getirilmesinden tiksinirler. Onun hakkında konuşan veya soru soran kimseyi küfür, zındıklık ve üstüne düşmeyen şeyi yapmakla suçlarlar.

Onlar, nefisleri cehalet uykusuna dalan topluluklardır. Onlara öğüt veren kimse­nin tedavilerini ilahi kitapların ayetleri, ellerinde bulunan peygamber haberleri ve şeriat hükümlerindeki had, rusûm* ve misaller ile öğüt vererek yapabildiğinin en za­rifiyle iyi bir şekilde tedavi eden dost bir tabip olması gerekir. Bütün bunların hepsi, dünya ve ahiret (mebde ve me ad) konularına ait olup onların ihmal ettikleri husus­ları nefse hatırlatmaya yönelik işaretlerdir. Bunlar, farzların özel sayılar şeklindeki miktarları, peygamberlerin belirli şartlardaki hükümleri, belli vakitlerde onların eda edilmesi, çeşitli yönlere yönelme ve ister Tevrat, ister İncil, isterse Kur’an ehlinden olsunlar, farklı şekillerde ibadet etme gibi hususlardır. Onların şeriat hükümlerinin zahirine bağlı kalmaları, peygamberlerinin kitaplarını okumaya aşırı istek duymala­rı ve önem vermeleri ve onlardaki din ve dünya hükümlerinin doğruluğunu kabul etmeleri, âlemler konusundaki bilgisizliklerinden ve mebde meadı unutmalarından sonra onlara hatırlatmada bulunan kimselere bir delil ve bizim daha önce anlatmış olduğumuz bu meselelerin manalarına ilişkin inkârları hususunda onlara bir şâhittir. Bu meselelerin manalarını inkâr eden bu topluluk putlara, heykellere, ateşe, güneşe, yıldızlara ve benzeri şeylere tapan kimseler olsalar da bu böyledir. Zira, onların şeriat kitaplarında, mabet resimlerinde ve gelenek hükümlerinde de bununla ilgili nebevi şeriat ve dinlerdekine benzer bir takım örnekler ve işaretler vardır. Fakat onlara ha­tırlatmada bulunan kimselerin bunları bilmeleri gerekir.

İnsanlar arasında bu tür meseleleri işittiklerinde nefisleri onların cevaplarına yönelen ve manalarını bilmeyi arzulayan bir topluluk vardır. Onların cevabını işittiklerinde hiçbir delil ve burhan olmadan kabul ederler. Onlar, nefisleri sağlam ve henüz yanlış fikirlerle bozulmamış ve cehalet uykusuna dalmamış olan kimseler­dir. Hatırlatmada bulunan kimse onları aşamalı olarak öğretme yoluna başvurmaya ihtiyaç duyar. Nitekim biz bunları öğretmenler ve öğrenciler için yazdığımız ilk iki risâlede anlattık. Nefisleri güzelleştiği, zihinleri arındığı ve akılları güçlendiği zaman insan suretinde tasvir ettiğimiz beş risâlede açıkladığımız ve delillerini, insan sure­tindeki örneklerle izah ettiğimiz üzere, onlara bu meselelerin cevaplarını burhanla­rıyla sunarsın.

İnsanlar arasında ilim erbabı olan, bazı ilimler üzerinde düşünen ve filozofların bazı kitaplarını onaylayan veya onların münazaralarını kelamcılardan, felsefecilerden ve din âlimlerinden dinleyen bir topluluk, bu tür meseleler hakkında konuştular ve onlarla ilgili çeşitli cevaplar verdiler, bir şey üzerinde görüş birliğine varmadılar ve onlar hakkında aynı görüşü açıklamadılar; bilakis bu konuda onlar arasında çekiş­meler ve tartışmalar meydan geldi. Bunun sebebi, onların ellerinde bütün bu mese­leleri cevaplamalarını sağlayacak bir tek doğru esasın ve düzgün kıyasın bulunma­masıdır. Fakat onların esasları değişik, kıyasları farklı ve yanlıştır.

Ey kardeşler! Allah sizi ve bizi kendinden bir ruh ile desteklesin! Biliniz ki farklı esaslara dayanarak cevap vermek ve değişik kıyaslarla hükmetmek çelişkili ve yanlış olur. Biz bütün bu soruları cevapladık. Onların çoğu, bir tek asıl ve bir tek kıyasa dayalı meselelerdir. O asıl insan suretidir. Çünkü insan sureti, Allah’ın mahlûkatı üzerindeki en büyük delildir. Çünkü o, onlara en yakın olanıdır. Onun delilleri daha açık, burhanları daha doğrudur. O (insan sureti), Allah’ın kendi eliyle yazdığı kitap, hikmetiyle inşa ettiği bina, yarattıkları arasına koyduğu ölçü, hesap günü hak ettik­leri sevap ve cezayı tarttığı terazi, bütün âlemlerin suretlerin kendisinde toplandığı bütün, Levh-i mahfuzdaki ilimlerin özeti, her inkârcıya karşı şahit, her hayra götü­ren yol ve cennet ile cehennem arasına çekilmiş sırattır.

Hakiki ilimlerde öncülük iddiasında bulunan ve daha önce geçen bu sorulara güzel cevap verdiğini söyleyen kimsenin onun cevabını bir tek asıl ve kıyasa daya­lı olarak araması gerekir. Onun felekler, gezegenler, unsurlar, hayvanlar, bitkiler ve diğerlerinden oluşan bütün varlıkların suretleri arasında insan suretinden başkasını asıl kabul etmesi mümkün değildir. İnsan suretinden başka bir şeyi asıl kabul ederse diğer varlıkları onunla kıyaslayamaz ve bu sorulara bizim kıyasladığımız ve cevapla­dığımız dışında bir şeyle cevap veremez. Böyle yaparsa herkes bir tek görüş, bir tek din ve bir tek mezhep üzerinde ittifak eder; çelişki ortadan kalkar ve doğru herkese açıkça görünür. Bu, herkesin kurtuluşuna vesile olur.

Biz hiç kimseye, Yüce ve Mukaddes Allah’ın geleneğine uymak için nefsini bu iki kitapta söylediğimiz ve anlattığımız şeylerle eğitmeden bu gibi konular üzerinde düşünmesine ve onlar hakkında soru sormasına müsaade etmeyiz. Nitekim O, şöyle bildirmiş ve söylemiştir: “Biz Musa ile otuz gece için sözleştik ve buna on gece daha ekledik"[105] Çünkü Musa (as) nefsinin arınması için geceleri namaz kıldı, gündüzleri oruç tuttu. İşte o zaman Yüce Allah onu kurtardı ve onunla konuştu.

Peygamber’in (salla'llâhü aleyhi ve sellem) şöyle dediği rivayet edilmektedir: “Kim kırk gün sadece Allaha kulluk ederse, kalbi kapalı bir dilsiz de olsa, Allah onun kalbini açar ve göğsünü geniş­letir ve dilini hikmetle konuşturur"

Bundan dolayı filozofların öğrencilere hikmet kapısını açmak ve özel isteklilerin (mürit) sırları keşfetmesini sağlamak istedikleri zaman nefislerinin arınması ve huylarının güzelleşmesi için önce onları razı etmeleri ve nefislerini edeple süslemeleri gerekir. Zira hikmet, kendisine özel bir mekan açmak istediğin gelin gibidir, çünkü o ahiret hazinelerindendir. Filozof, hikmet konusunda öğrencilere onun sırları ken­dilerine açılmadan önce gerekli alıştırmayı yapmazsa, onun durumu, kralın kapı muhafızının ahmak bir topluluğa edep ve terbiye almadan huzura girmelerine izin vermesine benzer. O böyle yaparsa cezayı hak eder. O zaman o, onların terbiyesi için gerekeni yaptı. Sonra onlar hem yapmadılar hem de kabul etmediler. Filozof kına­madan uzak oldu ve onlara suçluluk gerekti. Çünkü sen aç kişiye yiyecek ve içecek ikram ettiğin zaman onu doyurursun. O aç olarak ölünceye kadar yemezse kanıyla alınır: “Kim bir mümini kasten öldürürse onun cezası ebediyen kalmak ve Allah’ın gazabına uğramak üzere cehennemdir."[106]

Ey saygılı ve merhametli kardeş! Allah seni, bizi ve bulundukları ülkelerde tüm kardeşlerimizi doğruya muvaffak etsin! O, kullarına karşı şefkatlidir.

Allah Azze ve Celle’ye Giden Yolun Mahiyeti ve Ona Ulaşma Şekli hakkındaki risâle sona erdi. Bunu İhvân-ı Safanın İnancı hakkındaki risâle takip edecektir.

İlahi ve Dînî Yasalara Dair İlimlerin
(el-Ulümu’n-nâmüsiyye ve’ş-şer‘iyye)
Üçüncü -İhvân-ı Safâ Risâlelerinin Kırk DördüncüRisâlesi
İhvân-ı Safa’nın İnancının ve Rabbânîlerin Mezhebinin
Açıklanmasına Dair[107]

Rahman ve Rahim Olan Allah’ın Adıyla!

A

llah’a hamd, seçtiği kullarına selam olsun, “Allah mı daha hayırlıdır, yoksa Ona ortak koşulan varlıklar mı?”[108]

Ey kardeş! Allah seni ve bizi kendinden bir ruh ile desteklesin! Bil ki, biz, en yük­sek gaye olan Yüce Allaha ulaşma yolunun mahiyetini ve onun bilgisine ulaşmanın şeklini açıklamayı bitirdik. Şimdi bu risâlede İhvân-ı Safanın inanç sistemini (itikad), Rabbânîlerin mezhebini ve nefsin bedenden ayrıldıktan sonra baki kalacağını anlatmak istiyoruz. Bu ayrılış burhan değil, ikna yöntemiyle tabiî ölüm olarak ifade edilmiştir. Diyoruz ki;

Bil ki, anlatıldığına göre geçmiş zamanda bilgeler arasında tıp dostu bir adam vardı. Şehirlerden birine girdi; halkta sebebini bilmedikleri ve hastalık olduğunu anlamadıkları gizli bir hastalığın olduğunu gördü. Bu bilge, onları bu hastalıktan uzaklaştırarak nasıl tedavi edeceğini ve müptela oldukları bu hastalıktan onları nasıl şifaya kavuşturacağını düşündü. Onlara maruz kaldıkları durumu haber verdiği tak­dirde sözünü dinlemeyeceklerini, öğüdünü kabul etmeyeceklerini, bilakis belki de kendisini düşmanlıkla suçlayacaklarını, görüşünü çürütmeye çalışacaklarını, edep­lerini hafife alacaklarını ve ilmini ayağa düşüreceklerini anladı. Türünün fertlerine duyduğu aşırı şefkat, merhamet, sevgi ve Aziz ve Çelil olan Allah’ın rızasını gözete­rek iyileşmelerini istemesi sebebiyle onlarla ilgili bir çözüm yolu üretti: Bu şehir hal­kından hastalığa yakalanmış faziletli bir adam talep etti. Ona tedavi için hazırladığı ve iyileştirmek için dumanını içine çektirdiği şuruplardan birini verdi. Adam hasta­lığı nedeniyle hapşırdı ve vücudunda hafiflik, duyularında rahatlık, bedeninde sağlık ve ruhunda güç hissetti. Ona teşekkür ve hayır dua etti, dedi ki: “Beni tedavi etmek için yaptıklarına karşılık olarak giderebileceğim bir ihtiyacın var mı?” Dedi ki: “Evet, kardeşlerinden birini tedavi edebilmem için bana yardım et!” “Başüstüne!” dedi. Bu konuda anlaştılar ve tedavi için iyileşmeye en yakın olduğunu gördükleri başka bir adamın yanma girdiler. Onu arkadaşlarından ayrı bir yere aldılar ve bu ilaçla iyi­leştirdiler. O da hastalığından kurtuldu. Aldığı ilacın etkisinden kurtulunca onlar için hayır dua etti, onları tebrik etti ve şöyle dedi: “Bana yaptığınız iyiliğe karşılık

giderebileceğim bir ihtiyacınız var mı?” Onlar şöyle dediler: “Kardeşlerinden birini iyileştirme konusunda bize yardım et!” “Başüstüne!” dedi. Bu konuda anlaştılar ve başka bir adamla görüştüler; onu ilk adam gibi tedavi ettiler ve iyileştirdiler. Sağlığı­na kavuştu ve onlara ilk iki kişinin dediklerini dedi. Onlar da ona, ilk kişiye dedikleri gibi dediler.

Sonra şehirde herkesi tek tek tedavi etmek için gizlice dağıldılar. Sonunda bir­çok insanı iyileştirdiler. Yardımcıları, dostları ve tanıdıkları arttı. Sonra insanların huzuruna çıktılar, onları tedavi ile keşfettiler ve onlar üzerinde iyileştirme yoluyla üstünlük kurdular. İnsanlarla tek tek görüşüyorlardı. Bunlardan bir kısmı ellerinden, bir kısmı ayaklarından tutuyor, diğerleri de ona zorla ilaç çektiriyor ve içiriyorlardı. Sonunda bütün şehir halkını iyileştirdiler.

Bölüm

Ey saygılı ve merhametli kardeş! Allah seni ve bizi kendinden bir ruh ile destek­lesin! Bil ki, bu, peygamberlerin (salla'llâhü aleyhi ve sellem) davete başlarken, insanlara, unuttukları ahiret ve yeniden diriliş konusunu hatırlatmalarına ve nefislerin hastalığı olan cehalet ve gaflet uykusundan uyandırmalarına benzer. Çünkü Peygamber -kendisine ve aile­sine salat ve selam olsungörev ve davetinin başlangıcında işe önce eşi Hatice (as), sonra amcasının oğlu Ali (as), sonra arkadaşı Ebu Bekir, sonra Malik, Ebu Zer, Suheyb, Bilal, Selman, Cübeyr, Beşşar ve otuz dokuz erkek ve kadına varıncaya kadar diğerleri ile başladı. Resulullah (sav), İslam’ı iki adamdan yani Ebu Cehil veya Ömer b. Hattab’tan biriyle güçlendirmesi için Aziz ve Çelil olan Allah’a dua etti. Duası Ömer hakkında kabul edildi ve o Müslüman oldu. Böylece kırk kişiye ulaştılar ve açıktan davet ettiler. Bunun nasıl olduğuna ilişkin hikâye uzun ve meşhurdur.

Musa (as) da peygamberliğinin başında Mısır’a girdiğinde böyle yaptı. Önce kar­deşi Harun’u ve İsrailoğullarmdan, Yakub’un çocuklarından olan âlimleri davet etti. Nihayet gizlice sayıları kırka ulaştı. Sonra ortaya çıktılar ve Firavun u davete yöneldi­ler. Onun hikâyesi uzundur. Bir kısmını risâlelerimizde anlattık. Risaletinin başlan­gıcında Beyt-i Makdis’te Mesih (as) da böyle yaptı.

Ey kardeş! Bil ki, ilim iki çeşittir: Bedenler ilmi ve dinler ilmi. Peygamberler (as) nefislerin doktorları, dostları ve halifeleridir. İşte bu, erdemli kardeşlerimizin mez­hebidir. Biz, diğer kardeşlerimizi de ona davet ediyoruz. Ey saygılı ve merhametli kardeş! Kardeşlerine yardımcı ve destekçi ol. İnşallah muvaffak olursun.

Bil ki, ahireti dilleriyle ikrar edenlerin çoğu, onun hakkında şüpheye düşerler ve hayret ederler, onun hakikatini ve yolunu bilmezler; fakat sadece sonuncunun baştakinden rivayet ettiği, uyanın uyulandan anlattığı taklit yoluyla bilirler. Bunlar, bi­rinin elini diğerinin omzuna koyduğu bir körler topluluğuna benzerler. Deve sürüsü gibi dizilir ve yürürler. Eğer onların gören bir başkanı olmazsa hepsi yok olurlar. Ey kardeş! Seni onlardan olmaman için uyarırım. Sapıklara yol gösteren gören başkan, kör ve abraşı iyileştiren dost bir tabip ol. Sakın hasta, dertli ve tedavi edecek birine muhtaç olma. Bil ki, tabipler bir hastanın tedavisi ve iyileşmesi konusunda görüş bir­liğine vardıklarında, o derdi teşhis ettiklerinde ve onun tedavisi konusunda ayrılığa düşmeden şefkat ve nasihatle yardımlaştıklarında, Allah bu hastayı onların ellerinde en kısa sürede iyileştirir ve en az gayretle şifaya kavuşturur. Fakat eğer ihtilaf eder, ayrılığa düşer ve birbirlerini tekzip ederlerse, hasta aralarında mahvolur, ölür, Allah ona onlar sebebiyle şifa vermez ve ilimlerinden faydalanamazlar.

Ey kardeş! Kardeşlerine yardım et, onlarla uyumlu ol ve onlara nasihat et ki, Allah vaat ettiği gibi, senin sayende kullara yarar sağlasın ve işlerini iyileştirsin. O şöyle dedi: “Bir onun ailesinden, bir de kadtntn ailesinden hakem gönderin. Eğer iyilik is­terlerse Allah aralarını uzlaştırır”[109] Haberde işittiğin gibi, Sıffın gününde iki hakem iyilik istemediler; bilakis her biri diğerini aldattı, diğerine tuzak kurdu, hile ve desi­seye saptı. Bundan dolayı barışta doğruya muvaffak olamadılar. Müminlerin Emiri bu durumdan razı olmaksızın döndü.

Bölüm

Ey saygılı ve merhametli kardeş! Allah seni ve bizi kendinden bir ruhla destek­lesin! Bil ki, biz İhvân-ı Safâ’yız, arı kimseler ve iyi arkadaşlarız. Biz atamız Âdem’in mağarasında bir süre uyuduk. Kaderin cilveleri ve zamanın felaketleri üzerimizde değişip durmaktadır. Hatta büyük şeriat sahibinin krallığı altındaki ülkelerde ay­rılıktan sonra buluşma vakti geldi. İkinci risâlede anlattığımız, havada yükselen ruhânî şehrimizi seyrettik. Orası, lanetli düşmanları İblis kendilerini aldattığında atamız Âdem, karısı ve soylarının çıkarıldığı yer idi. O dedi ki; “Ey Âdem, sana ebe­dilik ağacını ve yok olmayan saltanatı göstereyim mi?"[110] Onun sözüne kandılar ve on­ları açgözlülük ve acelecilik kapladı. Hemen işe koyuldular ve yeme hakları olmayan şeyi vaktinde hak etmeden önce istediler. Mertebe ve dereceleri düştü, avret yerleri göründü ve zürriyetleriyle birlikte birbirlerine düşman olarak oradan çıkarıldılar. Onlara denildi ki; “Birbirinizin düşmanı olarak (orada) ininiz. Size yeryüzünde bir zamana kadar yerleşme ve yararlanma vardır. Orada yaşayacaksınız, orada öleceksi­niz ve (kıyamet günü) oradan çıkarılacaksınız”[111] Cehalet ve gaflet uykusundan uyan­dığınız zaman, size sur ile üflendiği zaman kabirleriniz yarılacak ve sanki direklere doğru koşan kimseler gibi mezarlarınızdan hızla çıkarılacaksınız.

Kardeşim! Allah seni ve bizi kendinden bir ruh ile desteklesin! Acele etmek ve bizimle birlikte atamız Nuh (as)’ın yaptığı kurtuluş gemisine binmek ister misin? Böylece gök apaçık bir duman getirmeden önce tabiatın tufanından kurtulursun, madde denizinin dalgalarından güvende olursun ve boğulmazsın.

Yoksa kardeşim! Atamız İbrahim’in kesin inananlardan olması için gece bastı­ğında gördüğü göklerin melekûtunu görünceye kadar bizimle birlikte bakmak mı istersin?

Yoksa kardeşim! Miadı tamamlamak ve “Ey Musa!” denilen Eymen’in yanında mikata (buluşma yerine) gelmek mi istersin? Böylece işin biter ve şahitlerden olur­sun.

Yoksa kardeşim! Rabbin arşının sağ tarafında İsa’yı (el-Eysu’), babanın oğlunun yaklaştırıldığı gibi, onun makamına yaklaştırılmış halde görmek veya etrafındaki bakanları görmek için sana ruhun üflenmesi ve azarın senden uzaklaşmasını amaç­layarak topluluğun orada yaptığı şeyi yapmak mı istersin?

Yoksa Yezdan’ı Ferihun alanında kendisinden ışık parlar halde görmek için Ehri­men karanlığından çıkmak mı istersin?

Yoksa Eflatunun planladığı felekleri görmek için Adimun mabedine girmek mi istersin? Onlar, müneccimlerin işaret ettikleri şeyler değil, ancak ruhânî feleklerdir. Çünkü Yüce Allah’ın bilgisi, aklın ihtiva ettiği makulleri ihtiva etmektedir. Akıl, nef­sin ihtiva ettiği suretleri ihtiva eder. Nefis, tabiatın ihtiva ettiği olanları ihtiva eder. Tabiat, maddenin ihtiva ettiği ürünleri ihtiva eder. O zaman onlar biri diğerini ihtiva eden ruhânî feleklerdir.

Yoksa gönderilen Ahmed’in Makam-ı mahmudda olduğu fecrin doğuş anında miracı görmek için Kadir gecesinin başından itibaren yatmamak, dolayısıyla karar verilmiş ihtiyacını engellenmeden ve kaybolmadan istemek ve yakınlardan olmak mı istersin? Ey saygılı ve merhametli kardeş! Allah seni ve tüm kardeşlerimizi bu işa­ret ve sembolleri anlamaya muvaffak kılsın, bu sırların hakikatlerini basiret gözüyle görmen için kalbini açsın, göğsünü genişletsin, ruhunu arındırsın ve aklını aydın­latsın! İçinde nefsin hayatı olduğu halde ayrıldığında bedenin ölmesinden korkma. O zaman kendisinin onlardan olduğunu vehmetmeksizin Allah’ın ölümü temenni eden dostlarından olursun. Dedi ki; “Ey Yahudiler, bütün insanların değil de yalnız kendinizin Allah’ın dostları olduğunuzu iddia ediyorsanız, bunda da samimi iseniz haydi ölümü temenni edin, bakalım”[112]

Ey kardeş! Bil ki, bedenin ayrılmasından sonra senin sevginden dolayı ödüllen­dirildiğini görmeyen kimse sana sevgi konusunda doğru konuşmaz, nasihatte ihlâslı davranmaz. Sana yardım etme konusunda kendi bedenine bir yarar sağlamak veya bir zararı ondan uzaklaştırmak dışında bir amaç gütmeyen kimseye aldanma!

Bil ki, birinin bedeninin ölmesine dair korkusu, diğerinin kurtulması söz konusu olan menfaati arama konusunda yardımlaşan her iki kişiden biri bedeninin kurtul­masını ister. Eğer arkadaşının bedeni telef olursa o bu yarar sayesinde kurtulur. Böy­lece kendisi imrenilen kimse, arkadaşı mağdur ve ölmüş kimse olur.

Kardeşim! Bil ki, din ve dünyanın iyiliğini ararken birbirlerine yardım etme konusunda kardeşlerimizin görüşü ve inancı böyle değil, bilakis şöyledir: Onların ahlâk güzellikleri ve inanç sağlamlıklarından bazıları, tarih kitaplarında rivayet edil­diği üzere, Heyatıla Kralı Hişan’ın veziri bilge adamdan rivayet edilen şeylerdir. Fars Kralı Firuz, ordusuyla birlikte savaşmak için ona doğru yönelince, ona haber ula­şınca ve ona karşı koymaya gücünün yetmeyeceğini anlayınca vezirlerini topladı ve bu konuda onlarla istişare etti. Bazıları savaşmasını, bazıları kaçmasını, bazıları da hile yapmasını önerdi. Hile yapmasını önerenler arasında bilge bir adam şöyle dedi: Ey kral! Benim ince bir hilem var; eğer onu kabul eder ve uygularsan hem sen, hem ordun hem de tebaan kurtulur, ülken güven içinde olur ve düşmanın helak olur. Kral dedi ki: Haydi, bana görüşünü ve hikmetini göster. Bilge şöyle dedi: Bana meclisi boşalt. O da öyle yaptı. Dedi ki: Bana göre, hâzinelerini toplayıp şöyle korunaklı bir yere yönelmen, ordunla birlikte kalkman, filan yere geçmen, elimi ve ayağımı kestik­ten, gözlerimi oyduktan sonra beni bu mekânımda bırakman, bana kızman ve çevrendekilere ve kapındakilere şöyle demen gerekir: Sana karşı hainliğim ve nasihatsizliğim sadır oldu. Bu onun cezasıdır! Sonra Fars kralının sana yaklaştığını anladı­ğında yolculuğa çıkman, beni yerimde bırakman ve çözüm önerim tamamlanıncaya kadar beklemen gerekir. Kral dedi ki: Allah’a yemin olsun ki, senin müsaade ettiğine müsaade eden herhangi bir insanı ne gördüm ne de olabileceğini sanıyorum. Bilge şöyle dedi: Böyle bir şeye benden önce kurnaz ve akıllı adam izin verdi. Kral dedi ki: Bana onun nasıl meydana geldiğini anlat. Bilge şöyle dedi: Anlatıldığına göre, bir inci avcısı topluluğu inci çıkaracakları bir adaya gittiler ve onlara tuzak kurup çı­kardıklarının bir kısmını almak için hilekâr bir adam takıldı. İstedikleri şeylere ula­şıp geri döndüklerinde adam, hizmetine karşılık olarak verdikleri küçük incilerden başka hiçbir şey elde edemedi. Sonra önlerine yol kesiciler çıktı. İnci avcıları onları görünce her biri yanında bulunan kıymetli cevherleri alınmasından korkarak yuttu. Kurnaz adamın alınmasından korkacağı hiçbir şeyi yoktu. Dolayısıyla hiçbir şey yut­madı. Yankesiciler onları yakalayınca üstlerini aradılar, yanlarında küçük incilerden başka bir şey bulamadılar. Onlara dediler ki: Büyüklerini nereye sakladınız? “Bun­dan başka bir şey bulamadık.” dediler. Dediler ki: Hayır, onları yuttunuz, karınlarını yaracağız. O gece onları hapsettiler ve karınlarını yarmaya niyetlendiler. Dalgıçlar gece boyu düşünmeye başladılar. Kurnaz adam kendi kendine düşündü. Akıllı bir adamdı. Onlardan ayrılıp eşkıyalara şöyle dedi: Ben size ancak şu şu sebeple arka­daşlık ediyorum. İstediğim hiçbir şeye sahip olmadım. İçinizde benden başka bir şey yutan kimse olmadığını anladım. Eğer bir kimsenin karnı yarılırsa onda hep birlik­te helak edeceğimiz bir şey bulunur. Kendimi size feda etmeyi düşündüm. Böylece belki kurtulursunuz. Onlara şöyle demek istiyorum: Eğer mutlaka gerekli ise birinin karnını yarın. Bir şey bulursanız diğerlerine de aynısını yapın. Eğer bir şey bula­mazsanız bizim doğru sözlü olduğumuzu biliniz. Fakat aramızda kura çekmek için bize mühlet veriniz. Kimin kurasına çıkarsa istediğiniz elinizin altındadır. Eğer bunu kabul ederlerse kuranın bana çıkması için hile yaparım. İnşallah eğer siz kurtulur da ben ölürsem sizden soyuma iyi davranmanızı ve elinizdekilerden onlara vermenizi istiyorum. Ona böyle yapıldı, fakat karnında hiçbir şey bulunamadı, böylece toplu­luk kurtuldu. Ey kral, ben biliyorum ki eğer düşmanlarımız bize galip gelselerdi ben kesinlikle helak olmuştum. Hilem gerçekleşirse kral, adamları, tebaası ve berabe­rindekilerin kurtulmalarını ve bedenim telef olsa da düşmanımızın helak olmasını istiyorum. Buna rağmen bu adamın yaşamak isteyen genç bir adam olması sebebiyle benden daha müsamahakâr olduğunu görüyorum. Ben ise hayattan bıkmış yaşlı bir adamım. Bununla birlikte kralın kurtulduğunda benim soyuma bu adamın onlar­dan beklediğinden daha iyi davranacağını ve ardımdan yapılacak güzel bir anmadan dolayı bu adamda olduğu gibi olacağını biliyorum. Ayrıca benim canımı kendileri için feda ettiklerimin sayısı onun canını kendileri için feda etiklerinden daha çoktur.

Sonra kral emretti, bunun üzerine ona, Fars Kralı Firuz’un kendisine yaklaşması ve yolculuk etmesi sebebiyle işaret ettiği şey yapıldı ve yerinde bırakıldı. Firuz’un adamları onu bu halde görünce, kendisine onun durumunu ve bunu ona kimin yap­tığını sordular. O, kendisinin Heyatıla Kralı Hişan’ın vezirlerinden biri olduğunu ve Firuz’la savaşma konusunda kendisiyle istişare ettiğinde ona barışı ve haraç ödemeyi tavsiye ettiğini iddia etti. Fakat o bundan hoşlanmadı ve gördüğünüz şeyleri yaptı. Haberi Firuz’a ulaştı, getirildi, soruldu ve böyle cevap verdi: Firuz onu doğruladı ve şöyle dedi: Değindiğin hususta isabet ettin. O şöyle dedi: Ey kral, Bana şefkat göste­rir, beni yanında götürürsen beni yırtıcı hayvanlar parçalamaz. Ben sana şu gittiğin korkunç yoldan daha yakın olan bir yol gösteririm. Nasihatini kabul etti. Dedi ki: İki günlük azık hazırlayın. Onları uzak bir çöle götürdü. İki gün yürüyünce azıkları bitti. Şöyle dediler: Ne kadar kaldı? Dedi ki: Az [kaldı], hızlı yürüyün. O gün yürü­düler. Ertesi gün olunca ona şöyle dediler: Ne kadar kaldı? Dedi ki: Bilmiyorum. Ben bu yola göre göre koyuldum. Şimdi halimi görüyorsunuz. Kendiniz için kurtuluş arayın. O bölgede dağıldılar; onların çoğu öldü, Firuz az sayıdaki özel korumasıyla birlikte kurtuldu ve ülkesine döndü. Hişan onunla anlaşma yaptı, maiyetiyle birlikte sağlıklı olarak ülkesine döndü. O ihtiyarın soyu, ülkedeki insanların en değerlileri oldu. İhtiyardan geriye kardeşleri, arkadaşları ve türünün bireyleri arasında güzel bir hatırakaldı.

Erdemli ve değerli kardeşlerimizin dine yardım etmek ve hayatı aramak için bir­birlerine yardım etmedeki görüşü budur. Bedenlerinin ölmesini din ve dünya konu­sunda kardeşleri için iyilik olarak görünce ruhları bedenlerinin ölmesine razı oldu. Çünkü onlar o bilge ihtiyarın ve o erdemli ve akıllı gencin ümit ettiği gibi, hatta onlardan daha fazla ümit ediyorlar. Onların inanç ve düşüncesine göre, kim bunu Allah rızası, dine yardım ve kardeşlerin iyiliği için yaparsa onun ruhu bedenden ay­rıldıktan sonra göğün melekûtuna yükselir, melekler zümresine girer, Ruhulkudüs’le yaşar, felekler fezasında, gökler uzayında mutlu, neşeli, zevk içinde, ikram görmüş ve gıpta edilir bir şekilde yüzer. Aziz ve Çelil olan Allah’ın sözü şöyledir: “Güzel söz ve salih amel ona yükselir”[113] Bunla müminin ruhunu kast eder. Yine dedi ki: “Allah yo­lunda öldürülenleri sakın ölü sanma. Bilakis onlar Rableri katında diridirler; Allah'ın kendilerine verdiği nimetlerle mutlu bir şekilde rızıklandırılırlar”[114] Ayetin sonuna ka­dar devam eder.

Her âlim, bu bedenlerin toprakta çürüyeceğini ve parçalanacağını, bu üstünlüğün bedenlerini dine yardım ve kardeşlere iyilikte bulunma yolunda telef etmeye razı olan o nefislere ait olduğunu bilir. Nitekim Rasûlüllah salla'llâhü aleyhi ve sellem Mekke’den Medine’ye hicret edince müminlere oraya hicret etmeleri emrini içeren bir mektup yazmıştır. Bazısı hemen hicrete kalkıştı, bazısı küçük yaştaki çocuklarını, yaşlı babasını, kar­deşini, arkadaşını, uygun karısını, sıcak yuvasını, elinden çıkmasından korktuğu bi­rikmiş mal veya ticaretini kaybetme korkusu gibi çeşitli engelleyici sebeplerle geri durdu. Yüce Allah Peygambere (salla'llâhü aleyhi ve sellem) şu ayeti indirdi ve Rasûlüllah salla'llâhü aleyhi ve sellem onunla gö­revlendirildi: “De ki: Babalarınız, oğullarınız, kardeşleriniz, eşleriniz, akrabanız, elde ettiğiniz mallar, durgun gitmesinden korktuğunuz ticaret, hoşunuza giden evler siz­ce Allah’tan, Peygamberinden ve Allah yolunda savaşmaktan daha sevgili ise Allah’ın buyruğu gelene kadar bekleyin. Allah fasık kimseleri doğru yola eriştirmez’.’[115] [116] [117]

Onu okuyunca Resulullah’a (salla'llâhü aleyhi ve sellem) hicret etmeye kalkıştılar. Geride yiyecek azlığı ve yol uzunluğu sebebiyle çıkmaya güç yetiremeyen zayıf bir topluluk kaldı. Onlar zarar edenler olarak kaldılar. Mekkeli müşrikler onlara eziyet ederek, hapsederek, döverek ve öldürerek saldırmaya başladılar. Bunun üzerine onlar, Aziz ve Çelil olan Allah’a yakardılar, içinde bulundukları sıkıntıdan kurtarması için ona dua ettiler ve Resulullah’a (salla'llâhü aleyhi ve sellem) müşrikler tarafından maruz bırakıldıkları eziyeti haber verdikleri bir mektup yazdılar. Yüce Allah bu ayeti indirerek Resulullah’a (salla'llâhü aleyhi ve sellem) müminleri elle­rinden kurtarmak için müşriklerle savaşma konusunda izin verdi. Dedi ki; “Size ne oluyor da: ‘Rabbimiz! Bizi halkı zalim olan bu şehirden çıkar, katından bize bir sahip çıkan gönder, katından bize bir yardımcı lütfet’ diyen zavallı çocuklar, erkekler ve ka­dınlar uğrunda ve Allah yolunda savaşmıyorsunuz?” Resulullah (sav), Mekkeli müş­riklerle savaşmak için Bedir savaşma çıktı. İki topluluk karşılaşıp düelloya kalkışınca Ensar da harekete geçti. Müşrikler şöyle bağırdılar: “Ey Muhammed, bize dengimiz olan kişileri gönder.” Rasûlüllah salla'llâhü aleyhi ve sellem şöyle dedi: “Ey Haşimoğulları, peygamberini­ze yardım etmek size vaciptir” Amcası Hamza, Ali ve Ebu Ubeyde ayağa kalktılar ve düello ettiler; böylece savaş kızıştı. Savaş müşrikler üzerinde cereyan ediyordu. Resulullah’ın (salla'llâhü aleyhi ve sellem) yanında yetmiş civarında muhacir asker vardı. Müşrik ordusu içinde babası, kardeşi, arkadaşı, akrabası veya aşireti olmayan hiçbir muhacir yoktu. Onlara yüz vermediler, kılıçla savaştılar, onların ve kendilerinin telef olmasından korkmadılar. Çünkü onlar bunun, dine yardım, kardeşlerine iyilik, Resulullah’a (salla'llâhü aleyhi ve sellem) itaat ve Aziz ve Çelil olan Allah’ın rızasını kazanma olduğunu biliyorlardı.

Uhud günü de savaş şiddetlenince de böyle oldu. İnsanlar bozguna uğradılar. Rasûlüllah salla'llâhü aleyhi ve sellem beraberindeki az sayıda asker içinde kaldı. Peygamber (salla'llâhü aleyhi ve sellem) dedi ki; “Bugün kim bana yardım eder ve nefsini feda ederse onun için cennet vardır” Ensar’dan üç kişi ayağa kalktı ve müşrik okçulara karşı durdular, Resulullah’a (salla'llâhü aleyhi ve sellem) vücutlarıyla siper oldular ve tamamen şehit oluncaya kadar onun canını korudular. Çünkü onlar onun sağ kalmasında dine yardım ve kardeşlerine iyilik olduğunu ve Resulullah’ın (salla'llâhü aleyhi ve sellem) kendilerine ölüm korkusunu ve dünya hayatına düşkünlüğü öğretmediğini bi­liyorlardı. Fakat din henüz tamamlanmamış, şeriat kemale ermemişti. “Bugün sizin için dininizi kemale erdirdim ve size nimetimi tamamladım”'0 ayeti inince Rasûlüllah salla'llâhü aleyhi ve sellem ölümü temenni etti ve bunun üzerine şu ayet indi: “Allah’ın yardımı ve fetih gel­diğinde ve insanların bölük bölük Allah’ın dinine girdiğini gördüğünde Rabbini hamd ile tespih et ve ondan bağışlanma dile. Çünkü o, tövbeleri çok kabul edendir’.’" Rasûlüllah salla'llâhü aleyhi ve sellem şöyle dedi: “Nefsim bana ölümümü haber verdi” Dedi ki: Ey Allah’ın elçisi, eğer Allah’tan seni ümmetin arasında kıyamet gününe kadar baki kılmasını istersen onlar senden yararlanırlar. Dedi ki; “Biz Allah’a aidiz ve ona döneceğiz. Allah, dostlartnt dünyada ebedi kılmaktan kaçındı” Sonra şöyle dedi: “Peygamber kardeşlerimi özlüyorum " Sonra vefat edinceye ve Aziz ve Çelil olan Allah’a gidinceye kadar çok az bir süre kaldı. Allah onun makamını yüceltsin. Allah ona, ailesine ve bütün peygam­berlere salat ve selam etsin!

Bölüm

Bil ki, peygamberler, onların takipçileri, halifeleri ve onlar gibi düşünen filozoflar, nefislerin onlara yerleştirilmesi sebebiyle bedenleri küçük görürler. Çünkü onlar, bu bedenlerin nefisler için hapishane, perde, sırat, berzah veya a’raf olduğunu düşün­mektedirler. Biz bu manaları risâlelerimizde yorumladık. Nefis yeniden diriltilme­dikçe bedene acır. Yeniden diriltildiğinde bedenden ayrılmak ona önemsiz görünür. Söylediklerimizin doğruluğuna delalet eden şeylerden biri, Hint bilgeleri olan Brahmanların bedenlerini yakmalarıdır. Cehalet ve düzenbazlıktan dolayı böyle yapan kimselere söyleyecek sözümüz yoktur. Biz yalnızca onların bilge olan basiret sahip­lerinden bahsetmek istiyoruz. Çünkü onlar, nefisler için bedenlerin civciv için yu­murta veya cenin için rahim konumunda olduğuna inanmaktadırlar. Yine onlara göre tabiat onu kucağında yetiştirir ve yaratılış ve suret tamamlanıncaya kadar onun üzerine titrer. Yaratılış ve suret tamamlanınca onu önemsemez. Yavru veya çocuğun sağlıklı dünyaya gelince yumurta çatlar veya rahim yarılırsa onunla ilgilenmez.

Nefsin bedenle ilişkisi de böyledir. Kendisinin bedensiz bir varlığının olduğu­nu, bu varlığın bedenle birlikte olan varlık ve bekadan daha hayırlı, daha kalıcı, daha zevkli ve daha iyi olduğunu bilmedikçe bedene acır, onu korur ve ona şefkat gösterir. Cüz’î nefisler tamamlanınca, onların suret ve bilgileri yetkinleşince, nefis bu uyku ve gafletten uyanınca, bu cismânî âlemdeki yalnızlığını fark edince, tabiat esaretinde, madde denizinde ve cisimler çukurunda kaybolmuş, bedenin hizmetine girmiş, hissedilirlerin süsüyle aldanmış ve zatının bir hakikati olduğunu anlayınca, cevherinin faziletini bilince, onun âlemine bakınca, maddeden ayrılmış olan o ruhânî sureti seyredince, o aklî renkler, boyalar ve lezzetleri görünce ve o nurlar, se­vinç, neşe, mutluluk ve rahatlığı müşahede edince bedenden ayrılmak önemsizleşir ve onu Aziz ve Çelil olan Allah’ın rızası, dine yardım ve kardeşlere iyilik uğrunda feda etmek ister. Bunun delillerinden biri de peygamberlerin (as), bedenler öldükten sonra nefislerin baki kalacağına ve hallerinin iyi olacağına inanmalarıdır. Musa, İsa ve diğer peygamberlerin (as) yaptıkları buna örnektir. Nitekim Musa (as) arkadaşla­rına ve kardeşlerine şöyle demiştir: “Yaratanınıza tevbe edin ve nefislerinizi öldürün. Bu, yaratanınız katında sizin için daha iyidir.”[118] Bununla bedenleri kılıçla öldürmeyi kast ediyor. Çünkü nefis cevherine demir erişmez. Çünkü kavim, Musa’nın dağa git­mesi üzerine buzağıya tapmakla imtihan edildiler. Musa döndüğünde ve onlar sap­tıklarını anladıklarında pişman olup tevbe ettiler. Musa, buzağıya tapmaktan uzak duranların gönderildikten sonra kendi sünnetinde sebat edenler; buzağıya tapanla­rın ise gönderilmeden önceki cahiliye sünneti üzere yaşayanlar olduğunu anlayınca ve kendi ölümünden sonra kalmaları halinde dini, sünneti ve şeriatında başka bir şey ihdas etmeyeceklerinden emin olmadığını görünce doğru davranışın onları İsrailoğulları bölgesinden sürgün etmek olduğunu düşündü. Yüce Allah, halkın iyiliği ve yararına olması nedeniyle bu konuda ona izin verdi. Daha sonra Musa onlara şöyle dedi: “Eğer Yüce Allah’ın tevbenizi kabul etmesini istiyorsanız zulümleri terk edin, vasiyetleri yazın, kefenler giyin, musallaya çıkın ve Allah’a dua edin. Umulur ki size acır, tevbenizi kabul eder veya hakkınızda verdiği hükümden vazgeçer.” İster istemez böyle yaptılar. İtaatkâr, bedenini öldürmede nefsi için hayır ve iyilik olduğunu bilen kimse; hoşlanmayan ise bunu bilmeyen ve gözü haberlere kapalı olan kimsedir.

Sonra Musa, buzağıya ibadetten uzak duranlara kılıçlarını alıp buzağıya tapanla­rın boyunlarını vurmalarını, onlardan hiçbir kimseye acımamalarını ve Allah’ın dini konusunda onlara merhamet göstermemelerini emretti. Kavim kendilerine emredi­leni yaptı ve sabretti. Çünkü onlar bunda nefisleri için hayat olduğunu biliyorlardı. O öldürülenler içinde her birinin kardeşi, oğlu, akrabası veya kardeşi vardı. Bu durum onları öldürmelerini engellemedi. Zira onlar bedenlerini öldürmede nefisleri için hayır, din için yardım, geriye kalan kardeşleri için iyilik, Musa’ya itaat ve Rabbin rızası olduğunu biliyorlardı.

Aynı şekilde o sihirbazların nefisleri de bedenlerinin öldürülmesi veya çarmıha gerilmesine razı oldu. Nitekim Firavun onlara demişti ki: “Ben size izin vermeden ona inandınız öyle mi? Dediler ki: “Seni, bize gelen açık açık mucizelere ve bizi yarata­na tercih edemeyiz. Öyle ise yapacağını yap! Sen, ancak bu dünya hayatında hükmünü geçirebilirsin. Bize, hatalarımızı ve senin bize zorla yaptırdığın büyüyü bağışlaması için Rabbimize iman ettik. Allah, (mükâfatı) en hayırlı ve (cezası) en sürekli olandır”'3 Onların hepsini çarmıha gerdi. Ondan korkmadılar. Nefisleri bunda kendileri için hayat ve kurtuluş, dine yardım, kardeşlere iyilik, Musa’ya itaat ve Rabbin rızası oldu­ğunu bildikleri için bedenlerinin ölmesini hoş karşıladılar.

Musa, buzağıya tapanların öldürülmesinden sonra Rabbine münacat için dağa git­mek istedi. Harun ona dedi ki: “Yanında beni de götür. Ben İsrailoğullarının senden sonra başka bir bidat çıkarmayacağından ve senin de bana tekrar kızmayacağından emin değilim.” Musa onu götürdü. Yolun bir noktasında iken kabir kazan iki adamla karşılaştılar. Onların yanında durup şöyle dediler: “Bu kabri kimin için kazıyorsu­nuz?” Harun’a işaret ederek dediler ki: “Şu adama benzeyen bir insan için.” Sonra ona şöyle dediler: “İlahın hakkı için, indin ve gördün mü, orası geniş mi?” Harun elbise­sini çıkardı, Musa’ya verdi, indi ve orada uyudu. Ölüm meleği o anda onun ruhunu aldı, kabir kapandı ve Musa oradan, ondan ayrı düşmesine üzülüp ağlayarak ayrıldı. Yanında Harun’un elbiseleriyle İsrailoğullarına döndü. Onu suçlayıp şöyle dediler: “Onun kıskandığın için öldürdün!” “Allah onu onların dediklerinden temize çıkardı. O, Allah nezdinde itibarlı idi”'4 Musa, Harun’un vefatından sonra az bir süre kaldı. Nihayet onlara Tevrat’ı yazdı, onlara ihtiyaç duydukları şeyleri tavsiye etti, Yuşa’ya teslim ve tevdi etti. İnsanlar onun gözden kaybolmasına ağlamaktayken dağa çıktı ve Rabbine ruhunu teslim etti, sonra vefat etti. İkisi de Rablerine gittiler. O onların (s.a)

13.Tâhâ, 20/71-73.

14. Ahzâb 33/69. makamlarını yüceltti. İsrailoğulları Musa’nın vefatından sonra kırk yıl doğru yoldan sapmış halde kaldılar. Sonunda onlara Yusuf oğlu Nun’un oğlu Yuşa (as) peygamber olarak gönderildi. O, Musa’nın İsrailoğullarına “Allah’ın sizin için yazdığı kutsal bel­deye girin.”[119] dediği sırada Allah’ın nimet verdiği iki adamdan biriydi:

Bölüm

Peygamberlerin (as) nefsin bekasına ve bedenden ayrıldıktan sonraki iyiliğine delalet eden delillerinden biri de Mesih’in (as) insan tabiatıyla eylemde bulunması ve Havarilere şöyle bir tavsiyede bulunmasıdır: Mesih, İsrailoğullarına peygamber olarak gönderildiğinde onları Musa’nın dinine intisap etmiş, şeriatının görünen kıs­mına tutunmuş, Tevrat’ı ve peygamberlerin kitaplarını okudukları halde gereklerini yerine getirmez, hakikatlerini ve sırlarını bilmez, aksine onları âdet olarak kullanır, taklit yoluyla uygular, ahireti bilmez, ona rağbet etmez, yeniden dirilişi anlamaz, onunla ilgili olarak dünya, ona aldanış ve temenniden başka bir şey anlamaz, uygu­ladıkları şeriat ve din geleneği konusunda dünyayı talep etme dışında bir şeyi kavra­maz halde gördü. Peygamberlerin ümmetleri davet etmekteki amacı sadece şeriat ve sünnet koymak ve dünyayı ıslah etmek değildir. Onların amacı aynı zamanda mad­de denizine dalmış nefisleri kurtarmak, onları tabiatın esaretinden alıp özgürleştir­mek, cisimlerin karanlıklarından ruhlar âleminin aydınlıklarına çıkarmak, onları cehalet ve gaflet uykusundan uyandırmak, yürekleri yakan cismânî arzular ateşinin acısından kurtarmak, korkunç bedensel hazlara kanmaması için bilinçlendirmek, onu nefsanî hastalıklardan, sıcak ve soğuk, açlık ve susuzluk azabından, hastalık ve sakatlıkların acısından, fakirlik ve ölüm korkusundan, üzüntü ve kederden, zamanın afetlerinden, düşmanların öfkesinden, arkadaşlara üzülmekten, dost ve akrabalara acıma ıstırabından, basımların düşmanlığından, akranların tuzağından, komşuların kıskançlığından, şeytanın vesvesesinden ve anbean zuhur eden felaketlerden kurta­rıp şifaya kavuşturmaktır.

Mesih, onlarla ahireti inkâr eden, din, peygamberlik, kitap, sünnet, yol, şeriat, dünyadan yüz çevirip ahirete yönelmeyi bilmeyen kimseler arasında fark olmadığını görünce, onlar için üzüldü, onlara acıdı, türünün fertlerine şefkat besledi, onların kendilerine yerleşen bu hastalıktan nasıl kurtulup iyileşeceklerini düşündü ve onları kınama, ayıplama ve tehdit ile azarlaması halinde bunun kendilerine fayda vermeye­ceğini anladı. Çünkü bütün bunlar Tevrat’ta ve peygamberlerin (as) ellerinde bulu­nan kitaplarında zaten vardı. Onlara tedavi eden tabip kılığında görünmeyi düşündü. İsrailoğullarının mahallelerinde dolaşmaya başladı. Onlarla tek tek görüşüyor, vaaz ediyor, öğüt veriyor, örnek veriyor, cehaletten uyandırıyor, dünyada zahit olmaya özendiriyor, ahirete ve oranın nimetlerine teşvik ediyordu. Nihayet çamaşır yıkayan bir topluluğa uğradı ve onların önünde durup şöyle dedi: Şu elbiseleri bir düşünün, yıkadığınız, temizlediğiniz ve ağarttığınız zaman onları sahiplerinin vücutları kan, sidik ve dışkı ile pislenmiş halde giymelerine gönlünüz razı olur mu? Şöyle dediler: Hayır, kim böyle yaparsa o beyinsizdir. O dedi ki: Ama siz öyle yapıyorsunuz. “Nasil?” dediler. Dedi ki: Çünkü siz bedenlerinizi temizlediğiniz ve elbiselerinizi yıka­dığınız halde, onları nefisleriniz pisliklerle kirlenmiş, cehalet, körlük, dilsizlik, kötü huylar, haset, nefret, hile, aldatma, hırs, cimrilik, kötülük, suizan ve adi şehvetlerin peşine düşme gibi rezilliklerle dolmuş bir halde giydiniz. Siz kölelik zilletine düşmüş bedbaht kimselersiniz. Size ölüm ve kabirden başka rahatlık yoktur. Dediler ki: Nasıl davranalım? Bizim için başka bir yaşam tarzı var mı? Ölümün, ihtiyarlığın, acının, hastalığın, açlığın, susuzluğun, korkunun, üzüntünün, fakirliğin, muhtaçlığın, yor­gunluğun, sıkıntının, kederin, halk arasında kıskançlığın, nefretin, böbürlenmenin, kibrin olmadığı, bilakis sakinlerinin rahatlık, huzur, nimet, hoşnutluk ve sevinç için­de gezerek, karşılıklı tahtlara kurulmuş halde mutlu ve neşeli kardeşler oldukları gökler melekûtuna rağbet etmek ister misiniz? Öyle ki onlar felekler uzayında ve gökler sahasında seyahat ederler, âlemlerin Rabbinin melekûtunu seyrederler, arşı­nın etrafında melekleri dizilmiş ve Rablerini hamd ile ve benzerini daha önce hiçbir insan ve cinin işitmediği ilahi ve ezgilerle tespih eder halde görürler. Siz ebediyen onlarla birlikte olursunuz. Ne yaşlanır, ne ölür, ne acıkır, ne susar, ne hastalanır, ne korkar ne de üzülürsünüz! Onlara çokça nasihatte bulundu, sözü ruhlarına işledi. Aziz ve Çelil olan Allah onlar için hayır diledi, onlara işittirdi, onları doğru yola sevk etti, göğüslerini genişletti, kalplerini açtı, gözlerini ışıttı. Böylece Mesih’in basiret gö­züyle, kesinlik ışığıyla ve iman doğruluğuyla müşahede ederek anlattıklarını müşa­hede ettiler, onu arzuladılar, dünyadan, onun aldanış ve isteklerinden yüz çevirdiler, dünya şehvetlerini talep etme kulluğundan kurtuldular, yırtık elbiseler giydiler ve Mesih’le birlikte onun gittiği her beldeye seyahat ettiler.

Her gün bir Filistin köyünden diğerine, İsrailoğullarının yaşadığı bir şehirden ötekine geçmek Mesih’in âdeti olmuştu. Bu esnada insanları tedavi ediyor, onlara vaaz veriyor, öğütte bulunuyor, onları göğün melekûtuna çağırıyor, oraya özendiri­yor, dünyadan el etek çektiriyor, onlara buranın aldanış ve emelini açıklıyordu. Bu­nun üzerine o, İsrailoğulları kralı ve onların ayak takımı tarafından arandı, bir gurup insan ile beraberken yakalanması için üzerine hücum edildi. İnsanların arasından uzaklaştırıldı. Ona güç yetirilemez ve hakkında bir haber alınamaz. Nihayet onun hakkında başka bir köyden haber duyulur, orada aranır. Bu, Mesih ile onlar arasında otuz ay boyunca cereyan eden bir hadisedir. Yüce Allah onu vefat ettirmek ve ken­disine yükseltmek isteyince Havarileri Beyt-i Makdis’te bir odada onunla bir araya geldi ve şöyle dedi: “Ben babamıza gidiyorum. Ben insanlık tabiatımdan ayrılmadan önce size bir tavsiyede bulunacağım ve sizden bir söz ve ahit alacağım. Kim tavsiye­mi kabul eder ve ahdimi yerine getirirse yarın benimle birlikte olacaktır. Kim de tav­siyemi kabul etmezse asla ben ondan, o da benden değildir. Ona: “O nedir?” dediler. Dedi ki; “Etraftaki krallara gidin, onlara size öğrettiklerimi tebliğ edin, onları sizi da­vet ettiğim şeye davet edin ve onlardan asla korkmayın. Ben insanlık tabiatımdan ay­rıldığım zaman babamızın arşının sağında semada duracağım. Gittiğiniz her yerde sizinle birlikte olacağım ve babamın izniyle sizi yardım ile destekleyeceğim. Onlara gidin, öldürülmediğiniz, çarmıha gerilmediğiniz ve ülkeden sürgün edilmediğiniz sürece onları yumuşak üslupla davet edin, onları tedavi edin, iyiliği emredin, kötü­lükten alıkoyun.” Şöyle dediler: “Bize emrettiklerini doğrulayan delil nedir?” Dedi ki; “Ben bunu yapan ilk kimseyim.” Ertesi gün çıktı ve insanlara göründü. Onları davet etmeye ve öğüt vermeye başladı. Sonunda yakalandı ve İsrailoğulları kralına götürüldü. Onun çarmıha gerilmesini emretti, bunun üzerine onun insan tabiatı çar­mıha gerildi. Elleri çarmıh tahtalarına çivilendi ve kuşluktan ikindiye kadar gerilmiş olarak kaldı. Su istedi, sirke içirildi. Mızrakla yaralandı, sonra tahtanın olduğu yere gömüldü, kabrin başında kırk kişi bekçi olarak görevlendirildi. Bütün bunlar arka­daşlarının ve Havarilerinin gözü önünde yapıldı. Onu bu durumda görünce kesin olarak inandılar ve onun kendilerine aykırı bir şey emretmediğini anladılar. Bundan sonra kendilerine görüneceğini vaat ettiği yerde üç gün toplandılar. Aralarında bulu­nan o işareti gördüler. İsrailoğulları arasında Mesih’in öldürülmediği haberi yayıldı. Kabir kazıldı, fakat İnsanî tabiatı bulunamadı. Gruplar arasında görüş ayrılığı çıktı, dedikodu arttı. Onun hikâyesi uzayıp gider. Daha sonra tavsiyesini kabul eden Ha­variler ülkelere dağıldılar. Onların her biri yönlendirildiği yere gitti. Birisi Mağrip ülkesine, diğeri Habeş ülkesine, ikisi Roma ülkesine, ikisi Antakya kralına, birisi Fars ülkesine, birisi Hint ülkesine gitti. İkisi Mesih’in düşüncesine davet etmek üzere İsrailoğulları bölgesinde kaldı. Nihayet onların çoğu öldürüldü. Mesih’in daveti Hava­rilerin fiilleri sayesinde onlardan sonra ülkenin doğusunda ve batısında yayıldı. On­ların kendi bedenlerini önemsememeleri, nefsin bekasına ve bedenlerin ölümünden sonra hallerinin iyi olacağına inandıklarına delalet eder. Rahiplerin, arkadaşlarının ve onun en hayırlı takipçilerinin fiilleri buna dayanır. Onlardan biri kendi rahip hüc­resinde bedenini yıllarca hapseder, yiyecek, içecek, lezzetler, elbise, yumuşak yatak, zevk ve şehvetleri terk eder. Bunun sebebi, nefsin bekasına ve bedenin ölümünden sonraki iyi haline olan kesin inançtır.

Bölüm

Rahmanın dostu İbrahim’in bu görüşte olduğuna delalet eden delillerden biri onun şu sözüdür: “Beni yaratan ve bana doğru yolu gösteren O’dur. Beni yediren ve içiren O’dur. Hastalandığım zaman bana şifa veren O’dur. Benim canımı alacak, sonra beni diriltecek olan O’dur. Hesap günü hatalarımı bağışlayacağını umduğum O’dur. Rabbim bana hikmet ver ve beni iyiler arasına kat.”[120]

Doğru sözlü Yusuf’un sözü ise şöyledir: “Rabbim! Bana hükümranlık verdin, rü­yaların yorumunu öğrettin. Ey göklerin ve yerin yaratanı! Dünya ve ahirette işleri­mi yoluna koyan sensin; benim canımı Müslüman olarak al ve beni iyilerin arasına kat.”[121]

Bir düşün, onlar iyilerin arasına bedenleriyle mi yoksa nefisleriyle mi katılmak istediler? Bedenleri, yaratıldıkları yeryüzü toprağından başka bir şeye mi katıldı? Onlar, et, kemik, kan, damar, sinir ve dört karışımın meydana getirdiği diğer unsur­lardan meydana gelen bedenlerini değil, temiz, üstün, ruhânî, semavî ve nuranî olan nefislerini kast etmişlerdir.

Bölüm

Peygamberimizin Ehl-i beytinin (as) bu görüşte olduğunun delillerinden biri, Kerbela günü kendi bedenlerini öldürülmeye teslim etmeleridir. Onlar Yezid ve Ziyad’ın hükmüne dönmeye razı olmadılar; nefisleri bedenlerinden ayrılıncaya ka­dar susuzluk, yaralama ve dövmeye sabrettiler. Göğün melekûtuna yükseltildiler; kendilerinin Allah’tan, Allah’ın da kendilerinden razı olduğu temiz ataları Muhammed ve Ali, Muhacirler ve onlara zorluk anında tâbi olan Ensar ile buluştular. Eğer o topluluk nefislerin bedenlerinden ayrıldıktan sonra baki olacağına kesin olarak inanmasalardı bedenlerinin helak edilmesi, ölüm, dövme ve yaralamaya teslim edil­mesi ve dünya hayatının lezzetinden ayrılmak için acele etmezlerdi. O topluluk davet edildikleri ahiret hayatını, oradaki rahatlık ve ebediliği, dünyanın aldanış ve musibe­tinden kurtuluş olarak bildiler ve ona kesin olarak inandılar. O topluluk tasavvur ve tahkik ettikleri gerçeklere doğru aceleyle atıldılar ve hayırlara koştular. Onlar Rablerine arzu ve korku ile dua ediyorlar ve onun ihtişamından ürperiyorlardı.

Kardeşim! Allah seni ve bizi kendinden bir ruh ile desteklesin! Onlara ve sün­netlerine uymak, yollarından yürümek, hedeflerine doğru ilerlemek, nefsini tabia­tın esaretinden kurtarma vaktini geçirmeden acele etmek, onu madde denizinden kurtarmak, cisimler çukurundan, bedenler karanlığından, yakıcı şehvet ateşinden ve şeytanın yanında duyusal zevklere aldanıştan çıkarmak, soylu insanların yap­tıkları gibi seni seven, hem seni hem kendilerini kurtarmak için çabalayan samimi kardeşler ve iyi arkadaşlarla dost olmak, onların sohbetine ilgi göstermek, sözlerini dinlemek, meclislerinde huzurunda yapılan konuşmaları anlamak, inançlarını öğ­renmek için kitaplarını incelemek, ahlaklarıyla süslenmek, ilimlerini öğrenmek, adil hayat tarzlarına göre yaşamak, temiz sünnetlerini uygulamak, onların melekî hayat tarzlarına uygun, ebedî ve mutlu yaşamak için aklî şeriatlarını kavramak, şeytanının dünya işlerini ve bedenlerinin yaşamasını iyileştirme ve ondan zararı giderme amacı dışında seni istemeyen, farkında olmadan nefislerini helak eden kardeşleriyle arka­daşlık etmekten kaçınmak ister misin?

Bölüm

Metafizikçi bilge filozofların bu görüşü savunduklarını gösteren delillerden biri, Sokrat’ın bedenini ölüme teslim etmesi ve iradî olarak zehir içeceğini içmesidir. Şöy­le ki, bu adam, Yunan ülkesinin bilge ve filozoflarından biri idi. Dünya, onun nimet ve lezzetleri konusunda zahitlik gösterdi, ruhlar âleminin sevinç ve huzuruna rağbet etti, insanları onlara çağırdı ve teşvik etti ve onları oluş ve bozuluş âlemindeki ma­kamdan uzak durmaya özendirdi. Ona kral ve eşraf çocuklarından oluşan bir toplu­luk icabet etti. Gençler ve ileri gelenlerin çocukları onun hikmetini ve konuşmasın­daki az bulunur ilginçlikleri dinlemek için etrafında toplandılar. Onun dünyayı ve süsünü isteyen muhalif bir topluluk ona haset etti. Onu oğlancılıkla suçladılar. Onun putlara tapmayı küçük gördüğünü ve onlara bunu emrettiğini söylediler. Bunu kra­la yetiştirdiler. On bir adam, katlinin vacip olduğu yönünde onun aleyhine şahitlik yaptılar. Öldürülmesi hakkında düşünmek üzere aylarca hapiste tutuldu. Hapiste iken yanında muhalif veya taraftar yetmiş kadar filozof, nefsin bedenden ayrıldıktan sonra bekası ve iyiliği konusundaki görüşü ve inancı hakkında münazara yapmak üzere toplandı. Onlarla tartıştı ve nefsin bedenden ayrıldıktan sonra bekası ve iyi­liği konusundaki görüşünü düzeltti. Onun bir kitapta açıklaması uzun sürecek bir hikâyesi vardır. Ona söylenen şeylerden birisi şudur: Eğer mazlumsan para fidyesi ödeyerek veya kaçarak kurtulmak ister misin?

Dedi ki; “Yarın Namus’un/şeriatın bana; ey Sokrat, hükmümden niçin kaçtın de­mesinden korkuyorum.”

Ona dediler ki: “Çünkü mazlumdum, dersin.”

O şöyle dedi: “Bir düşünsenize! Eğer Namus (kanun/şeriat) bana; hükümle sana zulmeden ve aleyhinde yalancı şahitlik yapan on bir adil kişiden dolayı bana zulmet­men ve hükmümden kaçman gerektiğini mi düşünüyorsun, derse ben ne derim?” Bu konuda onlarla tartıştı. Çünkü halk şeriatlarının hükmüne bağlıdır. Adil kişiler insanlardan biri aleyhinde herhangi bir şekilde hüküm verirlerse, mazlum dahi olsa o kişiye bu hükme boyun eğmesi gerekir. Boyun eğmeyen kimse Namusun yani Şe­riatın hükmüne karşı zulmetmiş olur.

Sokrat işte bundan dolayı öldürülme hükmüne boyun eğdi. Sonra dedi ki: Şeriatı hafife alanı Şeriat öldürür. O zehirli şerbeti içince etrafındaki filozoflar ona üzüldük­leri için ağladılar. Onlara şöyle dedi: “Ağlamayın. Ben siz bilge ve erdemli kardeşler­den ayrılsam da bilge, erdemli ve iyi kardeşlere gidiyorum. Filan filan kişi bizden önce gitti. Kendisinden önce ölmüş bulunan bilge filozoflardan bir topluluğu saydı. Dediler ki; biz senin gibi bilge bir babayı kaybettiğimiz için kendi nefislerimize ağ­lıyoruz.”

Bölüm

Yunan filozofu Eflatunun bu görüşü yani nefsin bedenden ayrıldıktan sonra bâki kalacağını ve iyiliğini savunduğunu ve ona inandığını gösteren delillerden biri, fel­sefesinin (hikmet) bir kısmında söylediği şu sözdür: “Bizim için hayrı arayacağımız ahiret olmasaydı, dünya kötülerin fırsat yeri olurdu.” Yine dedi ki; “Biz burada şey­tanların yanında tabiata esir düşmüş yabancılarız. Atamız Âdem’in işlediği bir suç sebebiyle âlemimizden çıkarıldık.” Buna benzer bir söz daha vardır.

Mantıkçı Aristoteles’in bu görüşte ve inançta olduğunun delillerinden biri, onun el-Tüffaha diye bilinen risâledeki konuşması, vefatı sırasında söyledikleri ve felsefe­nin üstünlüğü konusunda yaptığı kanıtlamadır. Çünkü filozof nefsin bedenden ay­rıldıktan sonraki durumuna felsefesiyle karşılık vermektedir.

Sayının sahibi, fazıl ve bilge Pisagor’un bu görüşte ve inançta olduğunu gösteren delillerden biri, onun Altın Risaledeki konuşması, Diogen’e tavsiyesi ve sonundaki şu sözüdür: “Sen havada boşlukta olacak şekilde bu bedenden ayrıldığında ne insanlığa ait ne de ölümü kabul edici olarak sağlam ve sakin bir şekilde seyahat edersin.”

Bölüm

Biz bu görüşü filozofların söz ve vasiyetleri, peygamberlerin fiilleri ve şeriat sün­netleriyle delillendirdik. Çünkü Namus’ta/şeriatta felsefe namına adından başka bir şey bilmeyen felsefe meraklısı bir topluluk ve şeriatın sırları namına onun törenle­rinden başka bir şey bilmeyen şeriatçı bir topluluk vardır. Orada iyi yapmadıkları şeyleri konuşurlar, bilmedikleri şeyler hakkında münazara yaparlar, bazen felsefeyi şeriatla, bazen de şeriatı felsefeyle çürütürler, hayret ve şüpheye düşerler, saparlar ve sapıtırlar.

Nefsin bedenden ayrıldıktan sonra bekasına delalet eden şeylerden biri, her akıl sahibinin, insanların ölülerine nefsin bedenden ayrıldığı sırada ağlamaları ve üzül­meleri hakkında düşünmesidir. Eğer bedenlerine ağlıyorlarsa bedenler bütünüyle gözlerinin önünde olduğu ve onlardan hiçbir şeyin eksilmediğini gördükleri halde bu ağlama niye? Eğer onları üzerlerine sürülen ilaçlarla uzun süre değişmeyecek şe­kilde muhafaza etmek istiyorlarsa bu onlar için mümkündür. Aksine nefislerinden ayrıldıklarında onlardan çekinirler, manzaralarından hoşlanmadıkları ve rezillik­lerinden utandıkları için defnederler. Eğer onların ağlamaları o bedenlerden çıkan hareket, fiil, hikmet ve erdemlerin kaybolmasına duyulan üzüntüden dolayı ise niçin bunların uykudayken kaybolmalarına ağlamıyorlar? Nabız atışı ve solunum dışında onların hepsi yok olur. Kardeşim! Bu sevgi, ülfet, ünsiyet ve yakınlığın yüksek ne­fisler ve değerli cevherler sebebiyle olduğunu görmüyor musun? Bu ağlama, üzüntü, hayıflanma ve çekinmenin bedenlerinden bu hareket, konuşma, fiil, fazilet, sanat ve hikmetler çıkan nefislerin kaybolması sebebiyledir.

Nefsin öldükten sonra bekasına ve iyiliğine delalet eden şeylerden biri de insanla­rın bağışlanma dilemek, dualarına karşılık görmek ve sayelerinde Aziz ve Çelil olan Allaha yol bulabilmek için salihler, veliler ve hayırlı kişilerin kabirlerine gitmeleridir. Rableri katında kendileri için şefaat etmelerini dilerler ve kabirleri başında dua ede­rek dünyevî ihtiyaçlarının giderilmesini isterler. Bütün dindarların hakikati olma­yan bir konuda ittifak edeceklerini düşünebiliyor musun? Aksine bu, Aziz ve Çelil olan Allah’ın belirttiği gibi, âlimlerden başkasının idrak edemediği kapalı bir ilim ve gizli bir sırdır. Allah onları şu sözünde olduğu gibi başkalarına gizli kalan bilgileri dolayısıyla övmüştür: “Kıyamet günü gerçekleştiği zaman suçlular bir saatten faz­la kalmadıklarına dair yemin ederler. İşte böyle döndürülürler. Kendilerine bilgi ve iman verilenler ise şöyle dediler: Allah’ın kitabına göre yeniden diriliş gününe kadar kaldınız. İşte bu diriliş günüdür; fakat siz bilmiyordunuz.”18

Bölüm

İhvân-ı Safâ’nın birbirleriyle nasıl buluştuğunu, dünya geçimliğini arama husu­sunda birbirleriyle nasıl yardımlaştıklarını, arkadaşından önce ölenin halinin ne ola­cağını, arkadaşından sonra geriye kalan kimsenin nasıl yaşayacağını açıklamamız gerekir. Anlatıldığına göre, bir deniz adasındaki dağ başında bulunan bir şehir vardı. Orası, bol nimetli, huzur dolu, havası güzel, suyu tatlı, toprağı hoş, çok ağaçlı, mey­veleri lezzetli ve toprak, su ve havasının gerektirdiği şekilde birçok hayvan türü bu­lunan verimli bir yerdi. Oranın halkı kardeş ve amca çocukları idiler ve bir tek ada­mın soyundan gelmişlerdi. Onların hayatı, aralarındaki muhabbet, merhamet, şefkat ve yumuşaklık sevgisiyle yürüyen ve tabiatları zıt, kuvvetleri aykırı, görüşleri farklı, çirkin davranışlı ve kötü ahlâklı zalim şehir halkı arasında olduğu gibi kıskançlık, azgınlık, düşmanlık ve kötülük ile bozulmayan en güzel hayattı. Sonra o erdemli şehir halkından bir grup gemiye bindiler. Gemileri parçalandı ve dalga onları içinde yüksek ağaçlı engebeli bir dağ, küçük meyveler, yerden kaynayan pınarlar, bulanık sular, karanlık mağaralar ve açgözlü yırtıcılar bulunan başka bir adaya attı. O adada genellikle maymunlar yaşardı. Deniz adalarının bazısında iri yapılı, çok kuvvetli, her gün ve gece orada hâkim olup onlara saldıran ve maymunların bir kısmını yakalayıp kapan kuşlar vardı. Boğulmaktan kurtulan o kişiler adada acıktıkları için karınlarını doyuracakları meyveler ve su içecekleri pınarlar aramak üzere dağıldılar. O ağaçların yapraklarıyla örtünüyorlar, gece o mağaralara sığınıyorlar, oralar sayesinde sıcak ve soğuktan korunuyorlardı. Maymunlarla onlar arasında ünsiyet oluştu. Çünkü onlar yırtıcı türlerinin insanlara en çok benzeyeniydiler. Dişi maymunlar onlara, şehveti olanlar da bu maymunlara aşık oldu. Onlardan hamile kaldılar, doğurdular, üredi­ler, çoğaldılar. Uzun zaman yaşadılar, o adayı vatan edindiler, o dağa sığındılar, o duruma alıştılar, ülkelerini, refahlarını ve başlangıçta birlikte oldukları halklarını unuttular. Sonra o dağın taşlarından binalar yapmaya, evler inşa etmeye ve o mey­veleri tamahkârca toplamaya başladılar. Onları açgözlü kimseler biriktiriyordu. O maymunların dişileri hususunda rekabet etmeye, bu hallerde en şanslı kimselere gıpta etmeye başladılar ve orada ebedî kalmayı temenni ettiler. Aralarında düşman­lık ve nefret doğdu ve savaş ateşi tutuştu. Sonra onlardan bir adam uyuyan kişinin gördükleri üzerinde düşündü: Sanki o çıktığı şehre dönmüştü. O şehrin halkı onun geldiğini duyunca sevindiler. Onu şehrin dışında akrabaları karşıladılar. Yolculuk ve gurbetin onu değiştirdiğini gördüler. Onun şehre bu halde girmesini istemediler. Şehrin girişinde bir su gözü vardı. Onu yıkadılar, saçını tıraş ettiler, tırnaklarını kes­tiler, ona yeni elbiseler giydirdiler, güzel koku ile buğuladılar, süslediler, bir bineğe bindirdiler ve şehre soktular. Şehir halkı onu görünce sevindiler. Ona arkadaşlarını, yolculuklarını, zamanın onlara yaptıklarını sormaya başladılar, onu meclisin baş­köşesine oturttular, ona ve ümidi kestikten sonra dönüşüne şaşırarak etrafında top­landılar. O, onlardan dolayı ve Aziz ve Çelil Allah’ın kendisini o gurbet, bataklık, o maymunlarla arkadaşlık ve meşakkatli hayattan kurtarması sebebiyle sevindi. O bütün bunları uyanıkken gördüğünü sanıyordu. Kendisini o mekânda maymunlar arasında görerek uyanınca kalbi kırık bir halde üzüldü, o yerde inzivaya çekildi, ke­derlendi, ülkesini düşündü ve oraya gitmeyi arzuladı. Rüyasını bir kardeşine anlattı. O kardeş, zamanın unutturduğu ülkesi, akrabaları, halkı ve içinde bulundukları refa­hı hatırladı. Önlerindeki konu üzerinde istişare ettiler ve görüş alışverişinde bulun­dular. Dediler ki; nasıl dönülebilir ve buradan kurtuluş nasıl sağlanabilir? Akıllarına şöyle bir çare geldi: İkisi yardımlaşacaklar, o adanın tahtalarını toplayacaklar, bir deniz gemisi yapacaklar ve şehirlerine dönecekler. Aralarında birbirlerini yüzüstü bırakmayacaklarına, tembellik etmeyeceklerine, bilakis azmettikleri konuda bir tek adam gibi çalışacaklarına dair söz verdiler. Sonra şöyle düşündüler: Eğer yanlarında başka bir adam olursa o bu hususta kendilerine en çok yardım eden kişi olacaktır. Sa­yıları arttıkça amaç ve maksatlarına daha çok ulaşacaklardır. Kardeşlerine şehirleri­nin durumunu anlatmaya, onları dönüş için teşvik etmeye, orada kalma konusunda soğutmaya başladılar. Hatta bir topluluk içinden bir grup binecekleri ve kendisiyle şehirlerine dönecekleri bir gemi yapma konusunda anlaştılar. Bu sırada onlar ağaç­ları kesme ve o gemiyi yapmak için tahtaları yayma konusunda kararlılık göster­diler. Çünkü maymunları kapıp götüren o kuş gelmişti. Onlardan bir adamı kaptı ve yemek üzere onunla havada uçtu. Uzaklara uçunca onu düşündü. Onun yemeyi alışkanlık haline getirdiği maymunlardan olmadığını anladı. Onunla bir kuş olarak geçti. Hatta onunla çıktığı şehrin üzerinden geçti ve onu evinin üzerine atıp serbest bıraktı. Adam ülkesinde, evinde, ailesi ve akrabaları arasında olduğunu düşününce şunu temenni etmeye başladı: Keşke bu kuş her gün uğrasa ve onlardan birini alıp şimdi yaptığı gibi şehrine atsa! Ama kuş bu topluluk içinden onu kaptıktan sonra ay­rılığına üzülerek onun için ağlamaya başladılar. Çünkü onlar kuşun ona ne yaptığını bilmiyorlar. Onlar onun halini ve ona ne olduğunu bilseler kardeşlerinin kendileri için temenni ettiğini temenni ederler.

İhvân-ı Safâ’nın, arkadaşından önce ölen kimse hakkındaki inancının böyle olma­sı gerekir. Çünkü dünya o adaya, ahalisi de maymunlara benzer. Burada kuş ölümü temsil eder. Allah dostlarının durumu da gemileri parçalanan toplumun durumu­na benzer. Ahiret ise terk ettikleri şehir konumundadır. Bu, değerli kardeşlerimizin dünyada yardımlaşmaları hakkındaki inançları ve ölümün kendisini kardeşlerinden önce aldığı kimse hakkındaki kanaatleridir.

Ey kardeş! Gaflet ve cehalet uykusundan uyan! Dünya aldanış ve sıkıntılar yurdudur. Akıllı kimse hüzün ve musibet yurdunda ebedi kalmak istemez. Allah seni, bizi ve tüm kardeşlerimizi doğruya muvaffak kılsın ve rüşd yoluna iletsin.

İhvân-t Safanın İnancı ve Rabbanilerin Mezhebi hakkındaki risâle bitti. Bunu İhvân-t Safanın Birbirleriyle İlişki Şekli, Din ve Dünya Konusunda Birbirleriyle Yardımlaşmaları ve Samimi Şefkat ve Sevgileri Risalesi takip edecektir.

İlahi ve Dînî Yasalara Dair İlimlerin
(el-Ulûmu'n-nâmûsiyye ve’ş-şer‘iyye)
Dördüncü -İhvân-ı Safâ Risâlelerinin Kırk BeşinciRisâlesi
İhvân-ı Safâ’nın Birbirleriyle İlişki Şekli, Din ve Dünya Konusunda
Birbirleriyle Yardımlaşmaları ve Samimi Şefkat ve Sevgilerine Dair[122]

Rahman ve Rahim Olan Allah’ın Adıyla!

A

llah’a hamd, seçtiği kullarına selam olsun, “Allah mı daha hayırlıdır yoksa O’na ortak koşulan varlıklar mı?”[123]

Ey kardeş! Allah seni ve bizi kendi katından bir ruh ile desteklesin! Bil ki, ne­rede bulunurlarsa bulunsunlar bizim kardeşlerimizin -Allah onların yardımcısı ol­sunbelli vakitlerde toplanacakları, ilimlerini müzakere ettikleri ve sırları hakkında konuştukları, başkalarının girmediği, sadece kendilerine ait bir meclislerinin bulun­ması gerekir. Onların müzakerelerinin çoğunun psikolojiye, duyu ve duyulura, akla ve akledilir olana (makûl), ilahi kitapların sırlarına ilişkin düşünce ve araştırmaya, nebevi vahiylere ve dinin kapsadığı konuların anlamlarına dair olmalıdır. Yine on­lar, matematiğin dört dalını, yani sayıları, geometriyi, astronomiyi ve telifi/musikiyi müzakere etmelidirler. Onların en çok özen göstermeleri ve arzulamaları gereken şeye gelince, bu, gayelerin en yükseği olan İlâhi ilimleri araştırmalarıdır.

Özetle, kardeşlerimize -Allah Teâlâ onların yardımcısı olsungerekli olan, ilimlerin hiçbirini atlamamaları, hiçbir kitabı terk etmemeleri ve hiçbir mezhep üzerinde taassup göstermemeleridir. Çünkü bizim görüşümüz ve mezhebimiz tüm mezhepleri kapsamakta ve tüm ilimleri içine almaktadır: Bu da, duyulur ve aklî, baş­langıcından sonuna, gizlisinden açığına, kapalısından apaçık ortada olanına kadar tüm varlıklara, tamamının tek bir ilkeden, tek bir nedenden, tek bir âlimden ve çe­şitli cevherlerini, farklı cinslerini ve türlerini kuşatan tek bir nefisten gelmeleri açı­sından hakikat nazarıyla bakmaktan ibarettir.

İkinci Risâlede zikrettiğimiz üzere bizim bilgilerimiz dört kitaptan alınmıştır: Birincisi, bilgelerin ve filozofların matematiğe ve doğa bilimlerine dair kitapları; diğeri Tevrat, İncil, Kuran ve sayfalar (suhuf) gibi peygamberlerin (hepsine salât ve selam olsun), manaları ve içlerindeki gizli sırları, meleklerin getirdikleri vahiy­le alınan kitapları; üçüncüsü, feleklerin şu andaki terkibini, burçların kısımlarını, gezegenlerin hareketlerini ve cisimlerinin miktarlarını, zamanın tasarruflarını, ilkelerin dönüşümlerini, madenlere, hayvanlara ve bitkilere dair ilimleri ve insan eliyle yapılan kısımları, mahiyetlerine uygun şekilleri ve suretleriyle birlikte konu edinen fizik kitaplarıdır. Bunların hepsi Allah’ın latif sıfatının bir yansıması olan ince manalara işaret eden suretlerden, kinâyelerden ve insanların dış yüzünü görüp için­deki anlamları bilmedikleri hassas sırlardan ibarettir.

Dördüncüsü, yalnızca saygı değer ve iyi elçiler[124] olan temiz meleklerin elleriyle dokunabileceği ilahi kitaplardır. Bu kitaplarda yer alan bilgiler, nefislerin cevherleri, cinsleri, türleri ve tikelleri, onların cisimler üzerindeki tasarrufları, onları hareket et­tirmeleri, onlar üzerinde tedbir ve tahakkümde bulunmaları, onların fiillerini ortaya çıkarmaları ve onları zamanın, vakitlerin, asırların ve devirlerin geçmesiyle bir du­rumdan diğerine intikal ettirmeleri; bazılarının bir zaman cisimlerin karanlığına gö­mülmeleri, bazılarının ise bir müddet sonra bedenlerin karanlıklarından çıkıp yük­selmeleri, gaflet ve unutkanlık uykusundan uyanmaları, hesaba ve mizana gitmek üzere mahşerde toplanmaları, sıratı geçmeleri, cennetlere ulaşmaları, cehennemde ve onun en derin yerlerinde hapsolmaları ya da berzahta kalmaları veya araf üze­rinde durmaları gibi konulara ilişkindir. Nitekim Allah bu konularda şöyle demiştir: “Onların arkasında diriliş gününe kadar (geri dönmelerini engelleyen) bir perde (ber­zah) vardır."[125] Yine mübarek ve yüce olan Allah şöyle buyurmuştur: “Araf’ta herkesi simalarından tanıyan birtakım adamlar vardır’.’[126], “Bunlar, Allah’ın, evlerinde adının anılmasına ve yüceltilme sine izin verdiği ve kendilerini hiçbir ticaretin ve alışverişin Onu anmaktan alıkoymadığı adamlardır"[127] Bizim erdemli ve değerli kardeşlerimizin hali işte budur. Ey kardeşler! Onların yolunu izleyiniz, onlar gibi olunuz! Nitekim biz, bu ilimlerin erbabı olan kardeşlerimizin muhtaç olduğu her şeyi risâlelerimizde açıkça ifade ettik.

Bölüm

Nerede bulunurlarsa bulunsunlar, bizim kardeşlerimizin -Allah onların yardım­cısı olsungerekli olan, yeni bir dost ve yakın bir arkadaş edinmek istediklerinde, onun durumunu dikkate almaları, onu tanımaya çalışmaları, ahlakını test etmeleri, dostluğa, temiz sevgiye ve gerçek kardeşliğe uygun olup olmadığını öğrenmek için mezhebini ve inancını soruşturmaları gerekir. Çünkü insanlar arasında tabiatları dengesiz ve ölçüsüz, adetleri bozuk ve kötü, mezhepleri farklı ve batıl olan topluluk­lar vardır. Nitekim onların bir kısmı hayırlı bir kısmı şerli, bir kısmı nankör bir kısmı müteşekkir, bir kısmı güvenilir ve bir kısmı son derece güvensiz, bir kısmı yumuşak huylu bir kısmı bön, bir kısmı cömert bir kısmı cimri, bir kısmı cesur bir kısmı kor­kak, bir kısmı çok kıskanç bir kısmı sevecen, bir kısmı günahkâr ve kötü bir kısmı çok iffetli ve iyi, bir kısmı sürekli feryat eden bir kısmı çok sabırlı, bir kısmı çok aç gözlü bir kısmı çok kanaatkâr, bir kısmı iyi huylu bir kısmı kötü huylu, bir kısmı çok kaba ve katı kalpli bir kısmı nazik ve zarif, bir kısmı akıllı bir kısmı ahmak, bir kısmı bilgili bir kısmı cahil, bir kısmı muhabbetli bir kısmı buğz edici, bir kısmı uyumlu bir kısmı uyumsuz, bir kısmı münafık bir kısmı ihlâslı, bir kısmı samimi bir kısmı hilekâr, bir kısmı kibirli bir kısmı alçak gönüllü, bir kısmı düşman bir kısmı dost, bir kısmı mümin bir kısmı zındık, bir kısmı arifbir kısmı nankör, bir kısmının bahtı açık bir kısmı bahtsızdır. Kısacası onlar, bunlara benzer övülen ve yerilen, dolayısıyla birbirine zıt huylara sahiptirler.

Bil ki, hiç kuşkusuz bütün bu grupların en şerlileri hesap gününe inanmayanlar­dır.

Bu huyların en şerlileri ise İblis’in kibri, Âdem’in hırsı ve Kabil’in kıskançlığıdır. İşte bunlar, günahların anasıdır.

Bil ki, insanlar, bedenlerinin mizacının terkibindeki ve doğumları sırasında fe­leğin şekillerindeki farklılığa göre bir ahlakî tabiata sahiptirler. Bu durumu Ahlak Risalesinde şerhiyle birlikte ifade ettik.

Bil ki, insanlar içinde tek bir ahlakî tabiatta bulunanlar olduğu gibi övülen ve ye­rilen huylara birlikte sahip olanlar da vardır. Kötü adetler kötü ahlakı, güzel adetler ise övülen ahlakı güçlendirir. Görüşler ve inançlarla ilgili durum da aynıdır. Nitekim insanlardan bir kısmı kendi dini ve mezhebinde, kendisine muhalefet eden herke­sin kanını dökmenin helal olduğunu düşünür ve buna inanır. Örneğin, Yahudiler, Hariciler ve Allah’ı inkâr edenlerin durumu böyledir. Onlardan bir kısmı da kendi dini ve mezhebinde, insanların hepsine merhamet etmenin ve şefkat göstermenin, günahkârların durumuna üzülmenin ve onların bağışlanmasını dilemenin, ruh sa­hibi tüm canlılara acımanın onların hepsinin iyiliğini istemenin gerekli olduğunu düşünür ve buna inanır. Bu da müminlerden iyilerin, zahitlerin ve salihlerin mezhe­bidir. Bizim değerli kardeşlerimizin mezhepleri de bu şekildedir.

Bölüm

Bir dost ve kardeş edinmek istediğinde sana gerekli olan, dirhem ve dinarları, ekime ve dikime elverişli olan arazileri, kızını vereceğin damatları, satın alacağın mülkleri ve malları seçip ayırt ettiğin gibi onu da seçip ayırt etmendir.

Bil ki, kardeş edinmedeki tehlike bunların hepsindeki tehlikelerden daha büyük ve önemlidir. Çünkü doğruluk kardeşleri, hem din hem de dünya işlerinde yardım­cılardır. Onlar kibrît-i ahmer (kırmızı kükürt)’den bile daha değerlidirler. Onlardan birini bulursan hemen onun eteğine tutun. Onlar göz aydınlığı, dünyanın nimeti ve ahiret saadetidirler. Çünkü doğruluk kardeşleri, düşmanları uzaklaştırmada yardım­cı, dostlar meclisinin süsü, sıkıntılar ve belalar anında dayanılan direkler, bollukta ve darlıkta karşılaşılan kötü durumlarda destekçiler, ihtiyaç zamanı için saklı hazine, önemli işlerde gerilen kanat, yükseklere çıkılan merdiven, şefaat talebi söz konusu olduğunda kalplere giden bir vesile ve korku ve dehşet gününde sığınılan bir kale ko­numundadırlar. Kaybolduğunda onlar seni korurlar, zayıfladığında seni güçlendirir­ler, senin bir düşmanını gördüklerinde üzerine çullanırlar. Onların her biri, meyveli dallarını sana uzatan, hoş kokulu yapraklarıyla seni gölgelendiren ve güzel gölgesiyle sana örtü olan mübarek ağaç gibidir. Zikrettiğinde sana yardım eder. Unuttuğunda sana hatırlatır. Sana iyiliği emreder ve onda seninle yarışır. Seni hayra teşvik eder, onun için koşuşturmanı sağlar ve seni ona götürür. Malını ve nefsini senin uğruna feda eder.

Ey kardeş! Allah seni bu nitelikte birisiyle mesut kıldığında, sen de onun uğruna nefsini ve malını feda et. Onun namusunu kendi namusun bil. Kanatlarını ona ger. Sırrını ona ver. İşinde ona danış. Onunla görüşerek gözünü aydın kıl. Senin yanın­da bulunmadığı zaman, onu anarak ve durumunu düşünerek ünsiyetini sürdür. Bir ayak sürçmesi söz konusu olursa onu affet. Bir kusuru olursa, onun yanında bunu azımsa ve bu yüzden ona ürkütme ki senin kininden korkuya kapılmasın. Bir kötü­lük ettiğinde, iyiliğini gördüğün geçmişi hatırla. Böylece o, sana yakınlık duyar ve senin sıkıntı vermenden emin olur. İşte bunlar ona muhabbet duyman konusunda en güvenilir ve onun kardeşliğinin sürekliliği için en uygun olan hususlardır.

Bölüm

Ey kardeş! Bil ki, insanlar arasında dostluğa, kardeşliğe ve yakınlığa hiçbir surette uygun olmayan kimseler vardır. Arkadaşlık kurduğun ve birlikte bulunduğun kim­seye bak. İçini bilmeden dış görünüşe aldanma. İşin acı sonucunu hesap etmeden, hemen gelen lezzete aldanma. Eğer bir kardeş ve dost edinmek istersen, öncelik­le onun durumunu bir dikkate al. Ahlakını dene. Mezhebini ve inancını soruştur. Adetlerine, karakterine, kılık kıyafetine ve hareketlerine bir göz at. Çünkü içtekini sezmeye çalışan kimseye dış görünüşe baktığında saklı bir şey kalmaz.

Bil ki, insanlar arasında dost görünen kimseler vardır. Bunlar sana katılıyormuş gibi gözükerek iç yüzünü saklarlar. Sana muhabbet gösterir, kalbinde ve vicdanında ise aksini beslerler. Sakın aldanma ve uyanık ol.

Bil ki, insanların işleri dış görünüşü itibariyle tabiatlarında bulunan huylarına, yetiştikleri çevrede edindikleri adetlerine ve inandıkları şeylere göre gerçekleşir. Eğer birini, kibirli ve kendini beğenmiş veya huysuz ve inatçı veya katı ve kaba veya çekişmeci ve tartışmacı veya kıskanç ve kindar veya münafık ve gösterişçi veya cimri ve pinti veya korkak ve aşağılık veya hilekâr ve aldatıcı veya hırslı ve açgözlü veya hak ettiğinden fazla övgüye ve taltife düşkün veya kendine denk olanları hor gören veya akranlarını ve insanları küçümseyen, onları kınayan veya gücüne ve kuvvetine güvenen bir vaziyette görürsen, bil ki, o, dostluğa ve temiz kardeşliğe uygun birisi de­ğildir. Çünkü bu huylar, görüşler ve adetler onun kardeşlerine olan sadakatini bozar. Nitekim kendisine gerekli olmayan bir şeyde hak iddia eden kimse, kendisine gerekli olan bir konuda fedakârlıkta bulunmaz. Kıskancın, inatçının ve aşırı öfkelenin du­rumu da böyledir. Bu tür huylar onun hakkı kabullenmesine engel olur. Huysuzun ve kibirlinin durumu da aynıdır. Bu huylar da onun tartışmayı ve muhalefeti terk etmesine engel olur. Yine kabalık ve katılık, kişiyi tatlılık ve yumuşaklıktan alıkoyar. Geçimsizlik ve öfke de sahibini kendini büyük görmeye ve kibre sevk eder. Özet ola­rak söylemek gerekirse, bu huyların tamamı sevgiyi yok eden, temiz kardeşliği orta­dan kaldıran, nefislere ağır gelen, ünsiyeti ve rahatlığı gideren, tabiata aykırı olan ve hayatı zehir eden ve ondan soğutan şeylerdir.

Bil ki, dostluk çift kutuplu bir tabiatta gerçekleşmez. Çünkü iki zıt bir arada bu­lunamaz. Bunun örneği, cömert ve cimridir. Bunlar tabiatları itibariyle birbirlerine zıttırlar. Dolayısıyla onlar arasında bir sadakat olmaz. İkisi için de katıksız bir sev­giden söz edilemez. Hayat ikisine birden huzur göstermez. Zira cömert olan, cö­mertliğinin gereği olarak malını sarf etmek ya da bir iyilikte bulunmak istediğinde; cimri ise bunu bir ziyan olarak görür ve gerekli ve uygun olmayan şeyi yapar. Cimri, tabiatı itibariyle cimriliğinin gerektirdiği şekilde malını elinde tutar; cömert ise bunu yapılması hoş olmayan çirkin bir davranış olarak görür. İşte bunların hepsi, onlardan her birinin arkadaşına karşı yaptığı ayıbın bir sebebidir. Nitekim cimri, cömerdin aklı kıt, malını zayi eden ve işlerinin sonucunu hesap etmeyen birisi olduğunu dü­şünür. Cömert de cimrinin aşağılık, bayağı, hakir ve himmeti eksik birisi olduğunu düşünür. İkisi arasında bir dostluk oluşup devam etmeye başladığında, bu soğukluğa ve gerginliğe dönüşür ve sonuçta birbirine düşman olurlar. Düşmanlığın ardından da katı ve tavizsiz bir tutum gelir. İşte birbirine zıt ve aykırı olan iki huyun durumu budur. Kuşkusuz bu ikisi çatışmayı gerektirir, çatışma da birbirine galip gelme arzu­sunu doğurur, galip gelme arzusu öfkeye, öfke kin ve nefrete yol açar. Kin ve nefret ise dostluğun zıddıdır.

Bölüm

Bil ki, dostlar ve kardeşler edinmek, mal, yiyecek ve hububat gibi şeyleri toplama­ya benzer. Nitekim insanlardan bir kısmı uygun bir dost bulmak için ömrünü tüketir de yine de bulamaz. Bu durumda olan kimse ömrünü mal toplamak için tüketip de buna imkân bulamayan kimseye benzer. İnsanlardan bir kısmı bol servet ile rızıklandınlır, bir kısmı serveti kazanmada güzel hareket ederken onu muhafaza etmeyi aynı güzellikte yapamaz. İşte kardeşler ve dostlar edinmek isteyen kimsenin durumu buna benzer. Onların bir kısmı dostlarını korumayı ve onların işlerini gözetmeyi iyi yapamazlar. Bu yüzden dostluğun ardından düşmanlık ve muhabbetin ardından kin ve nefret ortaya çıkar.

Öyleyse senin, dost edindikten sonra, onu korumada, işlerini gözetmende ve haklarını vermende çok fazla gayretli ve özenli olman gerekir. Böylece dostluk, uzun bir arkadaşlığın ardından, sevgiye ilişen usanç, sıkıntı, şek, şüphe ve zan ya da sizin bozgunculuğunuz için çalışan muhalif birisinin lâf taşıma veya gammazlığı gibi şeyler yüzünden düşmanlığa dönüşür. Bu itibarla ey kardeş! Sen bu konuyu iyice araştır ve ondan gafil olma.

Ey kardeş! Bil ki, insanların durumu çeşit çeşittir. Tek bir hal üzere kalan çok az­dır. Nitekim zenginlikten fakirliğe veya fakirlikten zenginliğe veya hazardan sefere veya bekârlıktan evliliğe veya zilletten izzete veya işsizlikten meşguliyete veya dar­lıktan nimete veya yüksek mertebeden aşağıya veya düşük mertebeden yükseğe veya sanayiden ticarete veya bir toplulukla sohbetten başka bir toplulukla sohbete veya bir mezhebin görüşünden diğerine veya gençlikten ihtiyarlığa veya sağlıktan hastalığa, dünya hallerinden ya da işlerinden hiçbir hal ve iş yoktur ki onların birinden diğe­rine intikal edildiğinde, insanlarda, çok azı hariç yeni bir huy ve başka bir karakter meydana gelmiş, kardeşlerine karşı tutumu değişmiş, dostlarına farklı davranmaya başlamış olmasın. Bunun tek istisnası, İhvân-ı Safadır. Onların sadakati zatlarından ayn düşünülemez. Bunun nedeni, her sadakatin bir sebebinin bulunmasıdır. Bu se­bep ortadan kalktığında, ona bağlı olan sadakat de ortadan kalkar. Ancak İhvân-t Safa nm sadakati böyle değildir. Kuşkusuz onların sadakati yakın akrabalık sadakati gibidir. Onların yakınlığı ise birbirleri için yaşamaları ve birbirlerine mirasçı olmala­rıdır. Onlar kendilerini farklı bedenlerde bulunan tek bir ruh gibi görmekte ve buna inanmaktadırlar. Gerçekte bedenlerin durumu ne kadar değişirse değişsin, ruh asla değişmez ve farklılaşmaz. Nitekim şair bu durumu şöyle anlatmıştır:

Bedenimdeki ruhumu ihtiyarlatmaz bedenimin ihtiyarlığı

Olsa da her ne kadar yüzümde ihtiyarlığın harap izleri

Sökülse de bedenimdeki her tırnak, durur ruhumun tırnakları

Kalmasa da ağzımda tek bir diş, kalır ruhumun dişleri

Zaman değiştirir bende ruhumun dışındaki her şeyi

Çıksam da ihtiyarlığın zirvesine, andırır ruhum genç bir delikanlıyı

Diğer bir haslet de onlardan birisinin kardeşine bir iyilik yaptığında, bunu onun başına kakmamasıdır. Çünkü o bilir ve inanır ki bu yaptığı iyilik aslında kendi nef­sinedir. Eğer tutar da kardeşi ona bir kötülük yaparsa, ondan asla uzaklaşmaz. Zira bilir ki bu kendisinden kendisine yapılan bir kötülüktür. Her kim kardeşi hakkında böyle düşünür ve kardeşi de onun hakkında aynı şekilde inanırsa, hiç biri günün birinde herhangi bir sebep ya da durumdan dolayı kardeşinin değişerek kendisine sıkıntı vereceği konusunda bir endişeye kapılmaz.

Bölüm

Onlardan birini [dost edinmeyi] başardığında, onu tüm dostlarına, akrabalarına, aşiretine, yanlarında yetiştiğin komşularına tercih etmelisin. Çünkü o, sana kendi sulbünden gelen çocuğundan, babanın sulbünden gelen kardeşinden, uğruna tüm kazancını harcadığın ve tüm çabalarını sarf ettiğin eşinden daha hayırlıdır. Öyleyse onun hakkını onların hakları gibi bil. Hatta onu onların hepsine tercih etmen gere­kir. Zira onlar seni senden kendilerine gelecek bir menfaat dolayısıyla severler, seni kendilerinden uzaklaştıracağın bir zarar yüzünden isterler. Sana muhtaç olmadık­larını hissettiklerinde ise senden uzaklaşıp başkalarını arzularlar, seni kendilerine ihtiyaç duyduğun bir anda yüzüstü bırakırlar. Hâlbuki bu kardeşin seni bunların hiçbirisinden dolayı değil, aksine sadece senin ve kendisinin farklı bedenlerde bu­lunan tekbir ruhtan ibaret olduğunu düşünmesinden ve buna inanmasından dolayı arzular. Seni sevindiren onu da sevindirir, seni üzen onu da üzer. Senin onun için is­tediğini o da senin için ister. Bil ki, iyilerin kalpleri temizdir. Çünkü onların nefisleri arınmıştır. İşlerin içyüzleri onlara saklı kalmaz. Zira işlerin iç yüzü onlara her şeyin dış yüzünü gören gözlere göründüğü gibi görünür. Temiz kardeşlerine karşı onlara gösterdiğin yüzünden başkasını içinde gizleme. Çünkü bunların hiçbiri onlara saklı kalmaz ve sen bunları onlardan gizleyemezsin.

Bölüm

Bil ki, insana rızık olarak verilen şeylerin en hayırlısı mutluluktur. Mutluluk ise dâhili ve haricî olmak üzere iki kısımdır. Dâhili olan da iki kısımdır: Biri bedende diğeri ise nefiste olandır. Bedende olan sıhhat ve güzellik gibi şeylerdir. Nefiste olan ise zekâ ve güzel ahlak gibi şeylerdir. Haricî olan da iki kısımdır: Birisi, mal ve dün­ya metaı gibi elin sahip olduğu şeylerdir. Diğeri ise eş, dost, çocuk, kardeş, üstat, öğretmen, arkadaş ve sultan gibi hemcinslerimizden olan akranlardır. Bunların içinde, en mutluluk vereni ise ey kardeş! Doğru yolu gösteren öğretmen, eşyanın ve işlerin hakikatini bilen ve hesap gününe inanan arif ve âlimdir. Yine o, dinin hüküm­lerini bilen, ahiret ile ilgili konularda basiret sahibi olan, yeniden dirilişe dair mese­lelerden haberdar olan ve bu tür konularda irşatta bulunan kimsedir. Uğursuzluğun en kötüsü ise sana bunların zıddının rastlamasıdır.

Bil ki, öğretmen ve üstat, babanın, tıpkı bedenine babalık etmesi ve onun varlı­ğının sebebi olması gibi, ruhunun babası, onun yetişmesinin sebebi ve hayat bul­masının nedenidir. Nitekim baban sana bedensel bir suret vermiş, öğretmenin ise sana ruhânî bir suret vermiştir. Çünkü nasıl ki, baban bedeninin dünyadaki var­lığının sebebi, seni yetiştiren ve sana, sürekli yokluk, değişme ve akıp gitme yur­du olan dünyada geçim yollarını gösteren bir kimse ise öğretmen de ilimlerle senin ruhunu besleyen, onu marifetle terbiye eden, ona ebedi ve sonsuz nimetin, lezzetin ve sevincin yolunu gösteren birisidir. O halde ey kardeş! Rabbinden seni, doğru yolu öğreten, gösteren ve ona sevk eden birisine rast getirmesini niyaz et. Bolca ihsan ettiği nimetlerinden dolayı Allah’a şükret.

Bölüm

Bil ki, dünyada (nâmûs) ilim ehline benzeyen, din ehli ile karıştırılan topluluklar vardır. Bunlar ne felsefe bilirler, ne de dinin hakikatinden haberdardırlar. Bununla birlikte eşyanın hakikatlerini bildiklerini iddia ederler, kapalı ve anlaşılması zor ko­nuların iç yüzlerini araştırmaya yeltenirler. Hâlbuki bunlar kendilerine en yakın şey­ler olan nefislerini tanımazlar, apaçık konuları bile ayırt edemezler. Yine bunlar akıl­larda açıkça maruf olan duyularla idrak edilen varlıklar hakkında da düşünmezler. Bununla birlikte tafra (bir cismin bir noktadan diğerine aradaki mesafeleri kat etme­den, sıçrayarak intikal etmesi), galika (cismin bir mekânda sabit olmayıp sürekli ha­reket etmesi), cüz’ün lâ yetecezzâ (parçalanmayan en küçük parça, atom) vb. maddî bir gerçekliği bulunmayan vehme dayalı konulara dalarlar. Onlar apaçık şeylerden bile şüphe ederler. Ayrıca onlar, konuşmada inatçılığa saparak ve tartışmada zanna dayalı deliller ileri sürerek imkânsız olan şeylerin varlığını iddia ederler. Örneğin, ateşin yanmadığı, karenin çapının, kenarlarından birine eşit, gözün ışığının, bir göz kırpma esnasında yıldızlar feleğine ulaşan bir cisim ve astrolojinin batıl olduğu gibi yalan ve uydurma iddialarda bulunurlar. Ey kardeş! Onlardan sakın. Çünkü onlar, dilleri keskin ve kalpleri körelmiş deccallardır. Onlar, hakikatlerden şüphe edenler ve doğru yoldan sapanlardır.

Bil ki, onlar bilginler için bir sıkıntıdır. Onlar peygamberleri (üzerlerine selam ol­sun) yalanlayanlardır. Bilgileri başkalarından aparırlar ancak onları tetkik etmezler. Bu yüzden de bilmedikleri şeyleri iddia ederler. Beceremedikleri konular hakkında konuşurlar. Onlar başka türlü değil, tıpkı şanı yüce olan âlemlerin Rabbinin ken­dilerini nitelendirdiği gibidirler: “Siz kavgacı bir topluluksunuz.”[128] [129] Vadilerde şaşkın şaşkın dolaşırlar, yapmadıkları ve bilmedikleri şeyleri söylerler. Ey kardeş! Allah bizi ve seni bu tür yerilen sıfatlara sahip olanlardan korusun, onların şerlerinden emin kılsın. Onlar düşmanlardır, onlardan sakın.

Bölüm

Bil ki, ey kardeş! Sana zeki, sağlam tabiatlı, iyi huylu, zihni berrak, ilmi seven, hakkı araştıran ve mezheplerin herhangi birisinde taassup göstermeyen bir öğretme­nin rastlaması da senin mutluluk vesilelerindendir.

Bil ki, zihinlerin herhangi bir bilgiye, inanca ve görüşe sahip olmadan önceki du­rumu, üzerine hiçbir şey yazılmamış olan temiz bir beyaz sayfa gibidir. Ona gerçek ya da yanlış bir şey yazıldığında, orası dolmuş olur. Dolayısıyla bu oraya başka bir şeyin yazılmasını engeller. Onu silmek ve ortadan kaldırmak da zordur. İşte zihin­lerdeki düşüncelerin durumu da bunun gibidir. Onda öncelikli olarak ister doğru ister yanlış olsun herhangi bir bilgi, inanç ya da adet yer tuttuğunda, artık onu söküp atmak ve yok etmek zordur. Nitekim şair bu durumu şöyle ifade etmiştir:

Ben arzuyu tanımadan önce onun arzusu bende uyandı

Kalbime bomboş iken rastladı ve onu kapladı

Durum anlattığım gibi olduğu takdirde sana düşen, ey kardeş, çocukluktan itiba­ren bozuk görüşlere, düşük adetlere ve kaba saba huylara inanan ve sahip olan çok yaşlı kimseleri ıslah etmek için uğraşmamandır. Çünkü onlar seni yorarlar, sonra da ıslah olmazlar. Yavaş yavaş ıslah olsalar bile iflah olmazlar. O halde sana düşen, kalpleri temiz, edepli olmayı isteyen, ilimlere dair düşüncelere henüz başlayan, hak yolu ve ahiret yurdunu arzulayan, hesap gününe inanan, peygamberlerin (üzerlerine selam olsun) şeriatlarıyla amel eden, onların kitaplarını araştıran, boş arzuları ve tar­tışmayı terk eden ve mezheplerinde taassup göstermeyen gençlerle meşgul olmandır.

Bil ki, Allah Teâlâ genç olmayan hiçbir peygamber göndermemiştir. Genç olmayan hiçbir kuluna hikmeti vermemiştir. Nitekim şanı yüce olan O, bu gibi kimseleri anıp överken şöyle demiştir: “Onlar birtakım gençlerdir ki, Rablerine iman ettiler, Biz de onların hidayetlerini artırdık.”* Yine Allah Yüce şöyle buyurmuştur: “Biz, İbrahim denen bir gencin, putlarımızı diline doladığını işittik”[130] Aziz ve Çelil olan Allah’ın bir başka buyruğu: “Hani, Musa, genç arkadaşına şöyle demişti...”[131]

Bil ki, Allah’ın gönderdiği her peygamberi ilk önce yalanlayanlar, halkının felsefe­ye ve düşünceye dalan tartışmaya/cedele girişen yaşlılarıdır. Nitekim Allah Yüce onlan şöyle nitelendirmektedir: “Meryem oğlu misal verilince, senin halkın buna gülüp geçiverdi. ‘Bizim tanrımız mı yoksa o mu daha iyidir?' dediler. Sana böyle söylemeleri, sadece, tartışmaya girişmek içindir. Onlar şüphesiz kavgacı bir topluluktur'.'[132]

Bölüm

Bil ki, şanı yüce olan Allah’ın lütufları sayılamayacak kadar çoktur. Fakat bunların hepsi şu iki cinsin kapsamındadır. Her cinsin de pek çok türü vardır. Bu cinslerden biri bedensel, diğeri ise ruhsal kazançlardır. Bedensel kazançlardan biri mal, ruhsal kazançlardan biri ise ilimdir. İnsanlar, bu iki büyük nimet bakımından şu dört mer­tebede bulunurlar: Onlardan bir kısmı, mal ve ilmin ikisiyle birden rızıklandırılmıştır. Bir kısmı ise her ikisinden de mahrum kalmıştır. Bir kısmı, mal ile rızıklandınlıp illimden mahrum kalırken, diğer bir kısmı ilim ile rızıklandınlıp maldan mahrum kalmıştır. Bizim kardeşlerimize gerekli olan, mal ve ilim ile birlikte rızıklananlardan biri olmalarıdır. Çünkü bu, Aziz ve Çelil olan Allah’ın nimetlerine şükretmeye sevk eder. Dolayısıyla ona, her ikisinden de mahrum olan kardeşlerinden birisini yanı­na alması ve ona Allah’ın kendisine verdiği mal ile destekte bulunması gerekli olur. Böylece o, bu destek ile dünyada bedensel hayatını sürdürür. Ardından, ruhunun da ahiret yurdunda ebedi bir hayat bulması için ona yardım eder ve kendi ilminden öğ­retir. İşte bu, Allah’a en büyük yakınlık ve Onun rızasını kazanmanın en iyi yoludur.

Yine onun, kardeşine infak ettiği malı başına kakmaması ve onu hakir görmemesi gerekir. Nitekim o, bilir ki, kardeşinin mahrum olduğu şey, ona verdiği şeydir. Nasıl ki, o, kendi sulbünden gelen oğlunu yetiştirmek üzere harcadığı malını onun başına kakmaz ve vefatından sonra biriktirdiği malına onu varis kılarsa, ruhânî oğlunun başına da kakmaması gerekir. Çünkü kendi sulbünden gelen oğlu ne ise ruhânî oğlu da o dur. Bu bağlamda Peygamberden (üzerine salât ve selam olsun), Ali (üzerine se­lam olsun) ile ilgili şöyle rivayet edilmiştir: “Ben ve sen, bu ümmetin babasıyız” Yine o (üzerine salât-ü selam olsun) şöyle demiştir: “Mümin müminin aynı anne-babadan gelen kardeşi [gibi]dir” İbrahim de (üzerine selam olsun), şöyle demiştir: “Bana tâbi olan bendendir” Aziz ve Çelil olan Allah, Nuh (üzerine selam olsun), “Kuşkusuz oğ­lum benim ademdendir” dediğinde, ona şöyle demiştir: “O senin ailenden değildir. Çünkü onun yaptığı iyi bir iş değildir'.'[133] [134] Yine Yüce Allah şöyle buyurmuştur: “Sura üfürüldüğünde, o gün onların arasında nesep bağı kalmaz. Birbirlerine hiçbir şey de soramazlar”12 Görüldüğü üzere Allah, ahirette bedensel nesep bağının hiçbir fayda sağlamayacağını açık bir şekilde ifade etmiştir.

Bu anlamda Hz İsa da (üzerine selam olsun) Havarilerine şöyle demiştir: “Be­nim ve sizin Babanızın katından geldim” Yine Yüce Allah şöyle buyurmuştur: “Ba­banız İbrahim'in dini.. .”[135] Bu babalık, ruhânî olandır; onun nesep bağı hiç kesilmez. Nitekim Peygamber (üzerine salât ve selam olsun) şöyle demiştir: “Kıyamet gü­nünde benim nesebim hariç, her nesep bağı kopar.” Yine o, bu bağlamda şöyle de­miştir: “Ey Haşim oğulları! Kıyamet gününde insanlar bana amelleriyle gelmezler. Siz de bana nesebinizle gelirsiniz. Ne var ki ben size Allah’tan gelecek hiçbir şeye engel olamam.” Kuşkusuz o, burada, bedensel nesebi kastetti. Zira o, bedenler yok olup sadece ruhânî nesepler kalınca, ortadan kalkar. Nitekim cesetler parçalarına ayrıldıktan sonra ruhların cevherleri kalır. Her ne kadar kişi ölümünden sonra adını, sulbünden gelen oğlunun yaşatacağını sanırsa da ruhânî oğlu da yaşadığı sürece onun adını ondan aldığı ilmi yaymak suretiyle bilginlerin meclislerinde ve hayır ehlinin toplantılarında yaşatır. Nitekim o, ondan her bahsettiğinde, ona yönelmiş ve onu rahmetle anmış olur. Zaten biz, öğretmenlerimizi ve üstatlarımızı sulplerinden geldiğimiz babalarımızı andığımızdan ve onlara rahmet okuduğumuzdan daha fazla anarız. Yine kişi, her ne kadar bu kendi sulbünden gelen oğlunun büyüdüğünde kendisine fayda sağlayacağını ve dünya işlerinde yardım edeceğini ümit ederse de öbür ruhânî oğlu belki ilim, hikmet, hayır ve Allah katındaki mertebe bakımından ondan önde olur, ilmiyle öğretmenine şefaat eder, böylece o farkında olmadan onu şefaatiyle kurtarır. Nitekim Yüce Allah bu durumu şöyle anlatır: “... Babalarınızın ve oğullarınızın hangilerinin size fayda bakımından daha yakın olduğunu bilemezsiniz. [Mirasla ilgili anlatılan bu taksimat] Allah tarafından tespit edilmiştir'.'

Kardeşlerimizden mal ile rızıklanıp da ilim ile «zıhlandırılmayan kimseye gelin­ce, ona düşen, mal ile rızıklanan bir kardeşini araması, onu kendi yanma alması ve onu malından faydalandırmasıdır. Böylece o da onu ilminden faydalandırır, sonuçta her ikisi de din ve dünya işlerini yoluna koymada birbirine yardım etmiş olur. Mal sahibi kardeşin üzerine düşen, malından faydalandırdığı ilim sahibi kardeşini min­net altında bırakmaması, fakirliğinden dolayı onu hor görmemesidir. Çünkü mal, dünya hayatında bedenin hayatını sürdürmesini sağlayan bedensel bir kazançtır, ilim ise Ahiret hayatında ruhun bekasını sağlayan ruhânî bir kazançtır. Ancak ruhun cevheri bedenin cevherinden daha hayırlıdır. Yine ruhun hayatı bedenin hayatından daha iyidir. Çünkü bedensel hayat bir müddet devam eder, sonra kesilir ve yok olur. Ahiret yurdundaki ruhânî hayat ise ebedi olarak baki kalır. Nitekim Yüce Allah bu durumu şöyle anlatır: “Orada ilk ölümlerinin dışında başka hiçbir ölüm tatmazlar”[136] İlim ve hikmet sahibi kardeşe gerekli olan ise mal sahibi kardeşine haset etmemesi, cehaletinden dolayı onu hor görmemesi, ilmiyle ona caka satmaması ve ona öğrettiği şeylere karşılık olarak ondan bir bedel talep etmemesidir. Zira biri malı, diğeri de il­miyle kardeşine yardım eden bu iki arkadaşın örneği, bir bedene bitişik olan ve onun tamamının ıslahı peşinde koşan ve bu uğurda yardımlaşan el ve ayak gibidir. Çünkü el, ayağa nalınlarını giydirdiğinde ya da ondan bir dikeni çıkardığında ne bir karşılık ne de bir teşekkür bekler. Aynı şekilde ayak da eli istediği yere götürdüğünde ya da kesilme korkusu olduğunda onu gizleyip kaçırdığında, ondan ne bir karşılık, ne de bir bedel ister. Çünkü her ikisi de tek bir vücudun aletleridir. Dolayısıyla birisinin varlığını sürdürmesi, diğerinin varlığının devam etmesine bağlıdır. Keza ne kulak bir nidayı işittiğinde gözü, ne de göz nida edeni gördüğünde kulağı minnet altında bırakır. Zira her ikisi de tek bir nefsin iki kuvvetidir. Her ikisinin de iyiliği, duyulur­ları duyumsamada nefse hizmet ve itaat ederken birbirlerine yardımcı olmalarına bağlıdır.

Din ve dünyanın ıslahına çalışırken İhvân-ı Safanın yardımlaşmalarının bu şe­kilde olması gerekir. Çünkü dinin ıslahı yolunda, mal sahibi kardeşin, malıyla ilim sahibi kardeşe yardım etmesi, ilim sahibi kardeşin de ilmiyle mal sahibi kardeşe yardım etmesi, bir çöl yolunda birbirlerine arkadaşlık eden şu iki adamın durumu­na benzer. Bunlardan birisi, gözü gören, bedeni cılız, fakat yanında taşıyamayacağı kadar ağır yükü bulunan bir adam, diğeri ise görme engelli, gürbüz, fakat yanında hiçbir yükü bulunmayan bir adamdır. Gören adam, görme engellinin elinden tuttu ve onu peşi sıra götürdü. Görme engelli adam da gören adamın ağır yükünü omuz­layarak taşıdı. Böylece imkânlarını paylaşmış oldular ve yolu kat ederek her ikisi birden kurtuldular. Bu itibarla onlardan hiçbiri diğerini yardımıyla helak olmaktan kurtarmasından dolayı minnet altında bırakamaz. Zira onların her ikisi de ancak birbirlerine olan yardımlarından dolayı kurtuldular. Yardımlaşma, yalnızca iki ya da daha fazla kişi arasında olur. Cahil kardeş, görme engelli gibidir. Fakirin durumu, zayıf olana benzer. Zengin olan kardeş güçlü olan gibidir. Bilgili kardeşin durumu, görene benzer. Yol, ruhun bedenle sohbetinin misalidir. Çöl, dünya hayatıdır. Kur­tuluş ise Ahiret hayatıdır. İşte bizim kardeşlerimizin, din ve dünyanın ıslahı uğruna yardımlaşmalarının misali budur.

İlimle rızıklanıp mal ile rızıklanmayan, ayrıca kardeşlerimizden malı ile kendisine yardım edecek birini bulamayan kimsenin durumuna gelince, ona düşen sabretmesi ve bir ferahlık anını beklemesidir. Kuşkusuz Aziz ve Çelil olan Allah, onu bir iş ya da ondan fakirliğin yükünü hafifletecek bir kardeş ile destekleyecektir. Nitekim aziz olan Allah, veli kullarına vaatte bulunurken şöyle demiştir: “Allah Kendisinin emir­lerini yerine getirip yasaklarından kaçınan kimseye bir çıkış yolu verir ve onu hiç um­madığı yerden rızıklandırır”[137] Yine Yüce Allah şöyle buyurmuştur: “Allah Kendisinin emirlerini yerine getirip yasaklarından kaçman kimsenin işini kolaylaştırır.”[138]

Maldan mahrum olan kardeşimizin şunu da bilmesi gerekir: İlim ile rızıklanan mal ile rızıklanandan daha hayırlıdır. Çünkü ilim hem dünya hem de ahret hayatın­da ruhun bekası için bir sebeptir. Mal ise sadece dünyada bedenin hayatta kalabil­mesi için bir vesiledir. Ruhun bedene üstünlüğü ve onun cevherinden daha değerli oluşundan, yine ruhun hayatının ve zatının fazileti konusundan daha önce bahset­miştik. Şu halde onun hem mal hem de ilimden yoksun olan kardeşinin durumunu düşünmesi lazımdır. Böylece Allah’ın kendisine olan nimetini bilir ve her hâlükârda şükreder. Zira şükür malın ziyadesini gerektirir. Nitekim Yüce Allah bu hususta da şöyle buyurmuştur: “Eğer şükrederseniz, kuşkusuz size artırırım”[139]

Kardeşlerimizden ne malı ne de ilmi bulunan, fakat temiz bir ruha, güzel bir ahlaka, bozuk görüşlerden arınmış bir kalbe sahip, hayrı ve hayır ehlini seven ve bunlardan Allah’ın kendisi için takdir ettiğine sabredip razı olan kimsenin duru­muna gelince, onun bilmesi gerekir ki, güzel ahlaka, temiz kalbe, hayır sevgisine ve bunlardan kendisine takdir edilene sabreden kimse, ilim ve maldan mahrum olan kimseden daha hayırlıdır. Çünkü biz, insanlar arasında, ilim ve mal ya da ikisin­den biri verilen kimselerin, zikrettiğimiz bu hasletlerden hiçbirine sahip olmadığı­nı görüyoruz. Hatta ahlakı güzelleştirme üzerine kitaplar yazan ve insanlara güzel davranmayı emreden, fakat kendileri insanların ahlak bakımından en kötüsü olan âlimler ve felsefeciler topluluğunun var olduğuna tanık oluyoruz. Buna karşın, fazla bilgi sahibi olmayan, bununla birlikte yukarıda anlattığımız temiz ahlaka sahip olan kimselerin bulunduğunu da görüyoruz. O halde açıkça ortaya çıkmıştır ki, güzel ah­lak Yüce Allah’ın lütuflarından biridir. Nitekim bir haberde şöyle denilmiştir: “Allah, halkın ahlakını, rızkını ve ecelini belirleme işini tamamlamıştır.” Yine Yüce Allah Peygamberi Muhammed’i (üzerine salât-ü selam olsun) güzel ahlakından dolayı överken şöyle demiştir: “Şüphesiz ki Sen, büyük bir ahlak üzeresin’.’'9 Yüce Allah’ın bir başka sözü: “Eğer kaba ve katı kalpli olsaydın etrafından dağılıp giderlerdi’.'[140] [141] Yine bir başka haberde şöyle denilmiştir: “İnsan güzel ahlakı sayesinde cennet'te oruçlunun makamına ulaşır.” Çünkü güzel huy, meleklerin ahlakı ve cennet ehlinin nişanıdır. Bu durum Kuranda da şöyle anlatılır: “Kadınlar dediler ki; hâşâ, bu bir insan değil, o ancak çok güzel bir melek... ”[142]

Kötü huy ise şeytanların ve birbirlerini kıskanan, birbirlerinden nefret eden ve birbirlerine lanet okuyan cehennem ehlinin ahlakıdır. Yüce Allah, Kuranda onla­rın durumunu şöyle anlatır: “Her ümmet oraya girdiğinde, kardeşine lanet okur.” Yine onlar [oraya gelen kardeşlerine] şöyle derler: Hiç de hoş gelmediler, cehenneme yaslanacaklar. Onlar da bunlara şöyle derler: Asıl siz hoş gelmediniz. Böylece onlar azapta ortak olurlar.

Bölüm

Bil ki, kuşkusuz işaret ettiğimiz ve teşvikte bulunduğumuz bu konuda, kardeşle­rimizin ruhsal kuvvetlerinin dört mertebesi vardır: Birincisi, ruhlarının cevherinin saflığı, kabuldeki kusursuzluğu ve tasavvurdaki süratidir. Bu, İkinci Risâlede anlat­tığımız üzere sanat erbabının bulundukları şehirlerdeki mertebesidir. Bu, duyulur nesnelerin manalarını ayırt eden akıl gücüdür. Bu güç, doğumdan on beş yıl sonra düşünce gücüne bağlı olarak ortaya çıkar. Yüce Allah bu hususa şöyle işaret etmiş­tir: “Çocuklarınız ergenlik çağma ulaştığında...[143] Onlar bizim, konuşmalarımızda ve risâlelerimizde iyi ve merhametli kardeşlerimiz olarak andığımız kimselerdir.

Bu mertebenin üzerinde, siyaset erbabı olan başkanların mertebesi bulunmakta­dır. Onlar, kardeşlerimizi gözeten, onlara karşı cömertlik, ihsan, şefkat, merhamet ve muhabbet sahibidirler. Bu da doğumdan otuz yıl sonra akıl gücüne bağlı olarak ortaya çıkan hikmet gücüdür. Allah Yüce bu hususa ise şöyle işaret etmiştir: “Musa olgunluk çağına gelince, ona hikmet ve ilim verdik”[144] Onlar da bizim, risâlelerimizde hayırlılar ve erdemliler olarak nitelendirdiğimiz kardeşlerimizdir.

Üçüncü mertebe bunun üzerinde olan, iktidar, buyruk, yasaklama ve yardım erbabı olan, bu buyruğa inatçı bir muhalif başkaldırdığında, onu yumuşaklık ve lütufla ortadan kaldıran ve ona ıslahında şefkatle muamele eden kralların mertebesidir. Buna gelince, o doğumdan kırk yıl sonra ortaya çıkan nâmûsiyye/kanun gücüdür. Yüce Allah bu güce işaret ederken şöyle demiştir: “Sonunda erginlik çağına erince ve kırk yaşına varınca: “Rabbim! Bana (ve anne babama verdiğin) nimete şükretmemi (ve benim hoşnut olacağın yararlı bir işi yapmamı) sağla...”[145] Onlar, bizim kendilerini değerli erdemliler olarak nitelendirdiğimiz kardeşlerimizdir.

Dördüncüsü, bunun üzerindeki ve hangi mertebede bulunurlarsa bulunsunlar bizim kardeşlerimizi ona davet ettiğimiz mertebedir. Bu ise teslimiyet, sağlam kabul ve hakkı apaçık bir şekilde müşahede etme mertebesidir. Bu da doğumdan elli yıl sonra ortaya çıkan meleklik gücüdür. Bu, ahirete (mead) dönüşe ve maddi ayrılışa hazırlayan bir güçtür. Bunun üzerine yükseliş gücü gelir. Sen onun sayesinde gökle­rin melekûtuna erişir ve dirilişten haşir ve neşre, hesap ve mizana, sırat köprüsünün üzerinden geçmeye, cehennem ateşinden kurtuluşa ve celal ve ikram sahibi Rahman a komşuluğa varıncaya kadar kıyametin [tüm] hallerini müşahede edersin. Yüce Allah bu mertebeye de şöyle işaret etmiştir: “Ey huzura ermiş olan can! O Senden, Sen de Ondan hoşnut olarak Rabbine dön! İyi kullarımın arasına gir. Cennetime gir”[146] Yine Yüce Allah, Hz. İbrahim’in dilinden aktardığı sözünde bu duruma şöyle işaret etti: “Beni nimet cennetine varis olanlardan kıl”[147] Benzer şekilde Allah, Hz. Yusuf’un di­linden buna şöyle işaret etti: “Rabbim! Bana hükümranlık verdin, rüyaların yorumu­nu öğrettin. Ey göklerin ve yerin yaratanı! Dünya ve ahirette koruyucum ve yardımcım Şensin; benim canımı Müslüman olarak al ve beni iyilere kat”[148] İsa (üzerine selam olsun) Havarilerine söylediği şu sözünde de aynı şeyi kastetmiştir: “Ben bu [beden­sel] heykeli terk ettiğimde, havada Arş’ın sağında, sizin ve benim Babamın önün­de duruyor olacağım. Size şefaat edeceğim. Civardaki krallara gidiniz. Onları Allah Teâlâ’ya davet ediniz. Onlardan korkmayınız. Nereye giderseniz gidin, kuşkusuz Ben sizin yardımcınız ve destekçinizim.” Peygamberimiz Muhammed de (üzerine salât-ü selam olsun) bu duruma şöyle işaret etmiştir: “Şüphesiz siz yarın Havuzun başına geleceksiniz” Bu tür rivayetlerin hepsi Ashap arasında meşhurdur. Kendisine zehir verildiği gün Sokrat da bu konuya şöyle değinmiştir: “Erdemli kardeşlerim! Her ne kadar ben kesinlikle aranızdan ayrılıyor olsam da şimdi bizden önce göçüp gitmiş olan değerli kardeşlerime gidiyorum.” Bu konuda söz uzayıp gitmektedir: Nitekim Pisagoras da Altın Risâlesi’nin sonunda şöyle demiştir: “Eğer ruhun bedeninden ay­rılırken sana tavsiye ettiğim şeyleri yaparsan, havada insani özellikler taşımadan ve ölüme maruz kalmadan varlığını sürdürebilirsin.” Biluher Liyuzasif/Bluher Yuzasif de uzun bir söz içinde kralın vezirine, “Söyle bana, sen kimsin?” diye sorduğunda vezirin cevabını aktarırken bu konuya şöyle temas etmiştir: “Göklerin melekûtunu bilenlerdenim.” İşte biz kardeşlerimizi bunlara davet ediyoruz. Allah dilediğini doğ­ru yola ulaştırır. Yüce olan O, şu sözünde bu durumu anlatır: “Allah barış ve esenlik yurduna çağırır. O dilediğini doğru yola ulaştırır’.’2* Kuranda bu anlama gelen pek çok ayet vardır. Cennet ehlinin ve nimetlerinin vasıflarını anlatan tüm ayetler bu minvaldedir.

Bölüm

Bil ki, bu işe davet edilenlerden istenen şeyler dört kısımdır: Birincisi, bu işin hakikatini kabul etmektir. İkincisi, bu işi izah edip açıklığa kavuşturmak için çe­şitli örneklerle onun üzerinde düşünmektir. Üçüncüsü, kalpten ve içten onu tasdik etmektir. Dördüncüsü de bu işi, kendisine uygun amellerle ilgili içtihatlarda bulu­narak iyice tahkik etmektir. Bil ki, dil ile ikrar edip de onun hakkında düşünme­yen kimse mukallittir. Onun hakkında düşünüp de tasdik etmeyen kimse şüpheci ve şaşkındır. Bu işi tasdik ettiği halde ona uygun amellerle ilgili içtihatta bulunarak onu iyice tahkik etmeyen kimse, ifrat ve tefrite düşmüştür. Onu diliyle yalanlayıp kalbiyle de inkâr eden kimse ise zındık ve kâfirdir. Nitekim Allah Teâlâ bu konuda şöyle buyurmuştur: “Ahirete inanmayanların kalpleri bunu inkâr eder; onlar büyük­lük taslarlar’.’[149] [150] [151] “Hiç kuşkusuz onlar için cehennem ateşi vardır. Elbette onlar, oraya ilk önce gidecek olanlardır’.’20 Bil ki, bu işi diliyle ikrar edip kalbiyle onun hakikati üzerinde düşünen kimse, kendisinde daha önce hiç tanık olmadığı şu dört hasleti bulur: Birincisi, nefis kuvveti ve bedensel bağlardan kurtuluş, İkincisi, nefislerin ce­hennemi olan maddî bağlardan kurtuluş talebiyle harekete geçme, üçüncüsü, nefsin bedeni terk ettiğinde kurtuluş ümidi, dördüncüsü ise Allah’a güven ve bu işin tama­ma ve kemale ereceğine kesin inançtır.

Bölüm

Bil ki, Kuranı ve bütün peygamberlerin (üzerlerine selam olsun) kitaplarını ve onların gaipten verdikleri haberleri kabul eden herkes, bu konuda şu dört mertebe­den birinde bulunurlar: Onlar ya dilleriyle ikrar edip kalpleriyle tasdik etmezler ya da hem dilleriyle ikrar edip hem de kalpleriyle tasdik ederler, fakat onun anlamları­nı ve açıklamalarını bilmezler veya dilleriyle ikrar edip kalpleriyle tasdik ederler ve onun apaçık anlamlarına da vakıf olurlar, ancak onun gerektirdiği görevleri yerine getirmezler. Diliyle ikrar edip kalbiyle tasdik etmeyen kimse, anlayış ve kavrayış ba­kımından nasibi az olandır. Bu kimse, peygamberlerin kitaplarındaki lafızların za­hirlerinin işaret ettikleri anlamlar üzerine aklıyla düşünüp basiretiyle onları kavrasa da aklı bunları kabul etmez. Çünkü o bunların ince anlamları ve gizli işaretleri üze­rinde düşünmez, dolayısıyla da kalbiyle onu inkâr eder ve onun hakkında kuşkuya düşer. Diliyle ikrar edip kalbiyle tasdik eden kimseye gelince, o, peygamberlerin, imamların, hidayet önderlerinin, râşit halifelerin ve sâlih müminlerin hakikati üze­rine ittifak ettikleri ve insanlardan kavrayış ve basiret sahibi olan erdemli kimselerin kabul ettiği bu türden açık konular üzerine düşünür ve onları bilir. Ancak onun an­layışı, kavrayışı ve aklı bu işlerin hakikatlerini tam olarak idrak edip onlar üzerinde düşünmeye yeterli değildir. Onun açık anlamını bilen, fakat onun gerektirdiği görevi tam olarak yerine getirmeyen kimsenin durumuna gelince, Allah onu, peygamber­lerin (üzerlerine selam olsun) kitaplarında zikredilen bu tür konuların sırlarına er­mede başarıya ulaştırmış, ona doğruyu göstermiş ve onu buna ulaştırmıştır. Ancak o, kendisini bunların hayrını görmesine ve gereklerini yerine getirmesine yardımcı olacak birini bulamamıştır. Zira o, yalnızdır ve hiçbir iş de yalnız olarak gerçekleş­tirilemez. Aksine o, özellikle de şeriatla/ilahî yasayla ilgili bir meselede büyük bir topluluğa muhtaçtır. Sonuç itibariyle o, en azından kırk hasleti kendisinde toplayan birine ya da bu kırk hasletin kendilerinde bulunduğu kalpleri uzlaşı halinde olan kırk kişiye muhtaçtır.

İhvan-t Safada adabı muaşeretin keyfiyetine dair risâle burada sona ermiştir. Bundan sonra, imanın mahiyetine ve tahkiki imana ulaşmış müminlerin vasıflarına dair risâlemiz gelecektir.

İlahi ve Dînî Yaslara Dair İlimlerin
(el-ülîımun-nâmîısiyye ve’ş-şer‘iyye)
Beşinci -İhvân-ı Safâ Risâlelerinin Kırk AltıncıRisâlesi
İmanın Mahiyeti ve Araştırmacı Müminlerin Özelliklerine Dair[152]

Rahman ve Rahim Olan Allah’ın Adıyla!

A

llaha hamd, seçtiği kullarına selam olsun, “Allah mı daha hayırlıdır, yoksa O’na ortak koşulan varlıklar mı?”[153]

Ey saygılı ve merhametli kardeş! Allah seni ve bizi kendinden bir ruhla destek­lesin! Bil ki, şanı yüce olan Allah Kur anda müminleri çokça andı, onları güzel bir şekilde methetti ve övdü. Onlara hem dünyada hem de ahirette bol sevap vereceğini vaat etti. Aynı şekilde kâfirleri de çokça andı, onları yerdi, hem dünyada hem de ahirette tehdit etti ve korkuttu. Biz gerçekte kimin mümin, kimin kâfir olduğunu açıklamak istiyoruz. Bu konu birçok ilim sahibine karışık gelmiştir. Öyle ki hiçbir bilgi ve açıklamaya dayanmadan birbirlerini tekfir etmişler ve lanetlemişlerdir. Fakat birçok ilim sahibi bilgi ile iman arasındaki farkı bilmediği için biz öncelikle arala­rındaki farkı açıklama gereği duyduk. Zira kelamcıların çoğu, imanı bilgi diye ad­landırmaktadır. Onun işitme yoluyla sağlanmış bir bilgi olduğunu söylemektedirler. Kıyasla bilinen şey, akıl yoluyla elde edilmiş bir bilgidir. Biz gerçekte neyin ilim/bilgi olduğunu açıklamak istiyor ve şöyle diyoruz:

Filozoflar, bilginin, nefsin bilinenlerin resimlerini zatında tasavvur etmesi oldu­ğunu söylerler. Bilgi böyle olunca nefis, işitme yoluyla gelen haberi hakikatiyle tasav­vur etmez. O zaman bu, bilgi değil, iman, ikrar ve tasdik olur. Bundan dolayı pey­gamberler ümmetlerini önce imana davet etmişler, sonra açıklamayı müteakip tas­dik etmelerini istemişler, daha sonra da gerçek bilgileri aramaya teşvik etmişlerdir. Dediklerimizin doğruluğunun delili, Aziz ve Çelil olan Allah’ın şu sözüdür: “Gayba iman edenler’.’[154] [155] “Gaybı bilenler” demedi. Sonra onları şu sözüyle bilgi aramaya teş­vik etti. “Ey akıl sahipleri, ibret alın!’2 Sonra şöyle diyerek methetti: “Allah içinizden iman edenlerin ve ilim verilenlerin derecelerini yükseltir’.’[156] Yine dedi ki: “Bilgi ve iman verilenler.”[157] Bunlar, bilgi ile iman arasındaki farkı göstermek açısından yeterlidir. Her müminin gerçekten mümin mi yoksa şüpheli ve kuşkulu mu olduğunu bilmesi için imanın şartlarını ve müminin sıfatlarını açıklamak istiyoruz. Çünkü müminler peygamberlerin varisleri ve öğrencileridir. Peygamberler dirhem ve dinar değil, ilim ve ibadet miras bırakırlar. Şanı yüce Allah’ın belirttiği gibi, bu ikisini alan kimsenin nasibi çok olur: “Sonra biz seçtiğimiz kulları Kitaba mirasçı kıldık. Onlardan kendile­rine zulmedenler vardır. Onlardan ortada olanlar vardır. Yine onlardan Allah’ın izniy­le hayırlı işlerde öne geçenler vardır. İşte bu büyük lütuftur”[158] Yine Yüce Allah dedi ki: “Bu, Allah’ın dilediği kimseye verdiği lütfudur. Allah büyük lütuf sahibidir!’[159]

Bölüm

Ey kardeş! Allah yardımcın olsun! Bil ki, Allah’ın kullarına verdiği nimetler sayı­lamayacak kadar çoktur. Fakat biz insanla ilgili olanların bir kısmından söz edece­ğiz. Bunlar iki türdür: Biri, mal, eş, çocuk ve dünya metaı gibi dışarıdandır; diğeri içeriye ait olup o da kendi içinde iki kısımdır: Biri, sağlık, suret güzelliği, bünye, güç ve deri yetkinliği gibi bedene ait olanlar; diğeri nefse ait olanlardır. Nefse ait olan­lar da iki kısımdır. Biri huy güzelliği, diğeri nefsin zeki ve cevherinin saf olmasıdır. Bunlar bütün bilgilerde esastır. Ey kardeş! Bil ki, bütün insanlar bilgi açısından dört mertebededirler: Bazısına bilgi verilmiş, fakat iman verilmemiştir; bazısına iman verilmiş, fakat bilgi verilmemiştir; Bazısına her ikisinden de bolca verilmiştir; bazısı ise her ikisinden de mahrumdur. Yüce Allah buna şu sözüyle işaret etmiştir: “Kendi­lerine bilgi ve iman verilenler dediler ki; Allah’ın kitabına göre siz, diriliş gününe kadar kaldınız. İşte bu diriliş günüdür; fakat siz bilmiyordunuz!’[160] Bununla onların en üstün makamda olanlarını haber vermiştir. Çünkü diriliş ve kıyamet konuları en üstün bilgiler konumundadır.

Kendilerine iman verildiği halde bilgi verilmeyenler; insanlar içinde peygamber­lerin (as) kitaplarında bulunan yeniden diriliş, mebde ve mead, meleklerin halleri ve makamları, kıyamet, haşr ve neşir, hesap, mizan, sırat, son yaratılışta meallerin karşılığı ve cennet nimetleri gibi duyulara kapalı ve vehmin tasavvurundan uzak olan haberleri ikrar eden gruptur. Onların bilgileri az olsa da peygamberlerin haber verdikleri ve filozofların işaret ettikleri ahiret sevabı ve cennet nimetleri ile ruhları yatışmıştır. Sır ve aşikâr olanda onları doğrularlar, bu nimetlere rağbet ederler, onları isterler, onlar uğrunda çalışırlar; fakat nasıl, nerede, ne zaman ve niçin sorularını sorarak onları araştırmayı, ortaya çıkarmayı ve hakikatleri üzerinde düşünmeyi terk ederler. Allah onlara şu sözüyle işaret etmiştir: “Sağ ehlinden selam sanaY” Onlar için emniyet, uğurluluk, güven (eman) ve iman vardır.

Bilgiden nasipleri olduğu halde imandan nasipsiz olanlar, insanlar içinde filozof ve bilgelerin kitapları üzerinde düşünen, onları araştıran ve geometri, astroloji, tıp, mantık, diyalektik ve fizik gibi edeplerden hoşlanan, fakat şeriat kitapları ve nebevi vahiyler üzerinde düşünmeyi, dinî konuların sırlarını araştırmayı ve şer’î sembolle­rin gizliliklerini açığa çıkarmayı terk eden bir topluluktur. Onlar haberlere gözlerini kapamış olup onların hakikatlerinden şüphe etmektedirler. Onların manalarını bil­mede şaşkın, sırlarının inceliklerini bilmede cahil ve büyük değerinden gafildirler. Allah onlara şu sözüyle işaret etmiştir: “Sahip oldukları bilgiyle şımardılar"'1

Hem bilgi hem de imandan mahrum olanlar, bu dünya hayatında refah içinde ya­şayan bir topluluktur. Onlar gece gündüz arzularını yerine getirmekle meşguldürler, nimetlerinin gelip geçici tat ve lezzetlerine kanmaktadırlar. Onlar edepleri aramayı terk ederler, ilim ve âlimlerden yüz çevirirler ve nefsin kurtuluşunu ve ahiret talebini hedefleyen dinî konular, şeriat hükümleri ve sünnetin gereklerinden gafildirler. Al­lah onlara şu sözüyle işaret etmiştir: “Onlar faydalanırlar ve hayvanların yediği gibi yerler. Cehennem onların kalacakları yerdir"'0

Kendilerine hem bilgi hem de iman bolca verilenler, Allah’ın şu ayetle işarette bulunduğu erdemli, iyi ve kerim kardeşlerimizdir: “Allah içinizden iman edenlerin ve bilgi verilenlerin derecelerini yükseltir”" Edep çeşitleri, ilginç ilimler ve hikmetler ko­nusunda işlediğimiz elli bir risâlede size onların mezhebinden bahsettik, ahlâklarını öğrettik, görüşlerini açıkladık. Ey iyi ve merhametli kardeşler! Oralara bakınız. Böy­lece belki Allah’ın size olan desteği ve ondan gelen bir ruh sayesinde onların mana­larını anlamaya muvaffak olursunuz, âlimler ve bahtiyarlar gibi yaşarsınız, göğün melekûtuna yükselecek bir yol bulursunuz, mele-i alaya bakarsınız ve topluluklar halinde cennete sevk edilirsiniz.

Kardeşim! Bil ki, âlimlerin ilim derecelerinin farklı olması gibi, müminlerin de iman dereceleri farklıdır. Çünkü insan bir ilim derecesine, henüz ulaşamadığı dere­celer üstünde parlamadıkça ulaşamaz. Nitekim Allah şu sözüyle buna değinmiştir: “Her ilim sahibinin üstünde bir bilen vardır"'2 İşte o bundan dolayı onu ikrar etmeye ve kendisinden daha arif ve bilgili kimsenin sözünü tasdik etmeye ihtiyaç duyar.

Âlim ve müminin fazileti, bilgi ve imanla ilgili olarak daha önce anlatılanlar açıklığa kavuşunca şimdi her birisinin mahiyetini anlatmak ve nicelik ve niteliklerini açıklamak istiyoruz. Diyoruz ki;

Bilgi, bilinenin bilen kişinin nefsindeki suretidir. İman ise senden daha bilgili olan kimsenin senin bilmediğin şeyler hakkında verdiği haberleri tasdik etmektir. Bil ki, bilenin nefsindeki birçok suretin maddede varlığı yoktur. Bu konuyu net ola­rak incelememiz gerekir. Bilenlere ilişen şüphelerin çoğu bu kapıdan girer.

İman, haber vereni dediği ve bildirdiği hususlarda tasdik etmektir. Fakat nefsinde olanın tersine nice haber veren vardır ki onun kast etse de yalancı olur. Aynı şekilde nice yalancıyı tasdik eden kimse vardır. Bu da açık bir incelemeye ihtiyaç duyar. Çünkü şüphe, söyleyenlere ve dinleyenlere bu kapıdan girer. Bu manaların bir kısmını mantık risâlelerimizde açıkladık.

9.    Mü’min, 40/83.

10.   Muhammed, 47/12.

11.   Mücadele, 58/11.

12.   Yûsuf, 12/76.

Bölüm

Kardeşim! Bil ki, iman bilgiyi miras bırakır. Çünkü onun varlığı bilgiden öncedir. Bundan dolayı peygamberler (as) ümmetlerini önce haber verdikleri şeyleri ikrar etmeye ve duyularının idrakinden ve vehimlerinin tasavvurundan uzak olan şeyleri tasdik etmeye davet etmişlerdir. Dilleriyle idrak edince onları müminler diye adlan­dırdılar. Sonra onlardan, Allah’ın belirttiği gibi, kalp ile tasdiki istediler: “Doğruyu getiren ve onu tasdik eden kimseler, işte onlar sakınanlardır”[161]

İman ile başlayan ilk şey, peygamberlerin melekleri, onlar haber vermeden önce beşerin güç yetiremediği haberler konusunda tasdik etmeleridir. Nitekim Yüce Allah şöyle demiştir: “Peygamber, Rabbinden kendisine indirilene iman etti, müminler de iman ettiler. ...”[162] Kardeşim! Bil ki, melekler imana muhtaçtırlar. Onların bilgi dere­celeri farklıdır. Nitekim (Allah) onlar hakkında şöyle haber vermekte ve demektedir: “İçimizde belli bir makamı olmayan hiç kimse yoktur”[163] Meleklerin en üstün olanları, Arşı taşıyan meleklerdir. Onlar bilgi açısından en üst makamdadırlar. Yine onlar, şanı yüce Allah’ın haber verip dediği gibi, imana muhtaçtırlar: “Arşı taşıyanlar ve onun etrafındakiler Rablerini hamd ile tespih ederler ve ona iman ederler?[164]

Bil ki, sen de ilimde senden üstün ve bilgide senden yüksek olan haber verici­nin sözüne inanmaya ve onu tasdik etmeye muhtaçsın. Çünkü sen eğer sana haber verene inanmazsan en üstün ilim ve en yüksek bilgiden mahrum kalırsın. Sana haber vereni tasdik etmenin başlangıçta onun doğruluğuna hüsnü zan besleme dışında bir yolu olmadığını bilirsin. Sonra vakit ilerledikçe onun doğruluğu senin için açıklığa kavuşur. Başlangıçta onu burhan ile talep etme. Fakat kulağınla duy­duğunu aklınla tasavvur etmeye çalış, bundan sonra yol ve burhan ara. İlimde yolu yarılarsan taklide razı olma. Yolun başında iken burhan isteme. Fakat kardeşim! Sözlerini dinlemek, karakterlerini görmek, sırlarına vakıf olmak, nefsinin cevher saflığını onların kendi cevher saflıklarını tasavvur ettikleri gibi tasavvur etmek, kalbinin gözüyle onların kendi kalp gözleriyle baktıkları gibi bakmak ve aklının nuruyla onların kendi akıllarının nuruyla gördükleri gibi görmek için erdemli kardeşlerinin, bilgin arkadaşlarının ve samimi dostlarının meclisine gel! Böylece belki nefsin gaflet ve cehalet uykusundan uyanır, ilimlerin ruhuyla canlanır, mutlu kimseler gibi yaşar ve mele-i alaya bakmak için göğün melekûtuna yükselmeye muvaffak olur. Orada ağır, karanlık, değişen ve bozulan bedeninle değil; pak, temiz, duru ve şeffaf nefsinle mutlu, neşeli, sevinçli ve keyifli olursun. Ey kardeş! Allah seni doğruya muvaffak etsin, seni ve tüm kardeşlerimizi bulundukları ülke­lerde rüşde iletsin!



[1] Feth, 48/4, 7.

[2] En’âm, 6/37.

[3] Kasas, 28/71.

[4] Kasas, 28/73.

[5] Peygamberler ve onların varisleri olan âlimler, (ç.n.)

[6] Zuhruf, 43/24.

[7] F.nam, 6/112.

[8] Şûra, 42/13.

[9] Mâ ide, 5/48.

[10] Hac, 22/67.

[11] Şûra, 42/13.

[12] İbn Hanbel, Müsned, Kahire, trs., 1/445; İbn Hibban, Sahih, tahkik: Şuayb Arnavut, Beyrut 1993,1/276.

[13] Mücadele, 58/11.

[14] Yusuf, 12/76.

[15] Bakara, 2/286.

[16] Fâtır, 35/32.

71. Hac, 22/78.

[18] Kalem, 68/4.

[19] Yusuf, 12/101.

[20] Nemi, 27/40.

[21] Enf al, 8/67.

[22] A’lâ, 87/17.

[23] Duha,93/4.

[24] Sebe, 34/46.

[25] Bakara, 2/255.

[26] Bakara, 2/32.

[27] Mü’min, 40/7.

[28] Ankebut, 29/69.

[29] Nûr, 24/39.

[30] Meryem, 19/65.

[31] İhlâs, 112/1.

87. En’âm, 6/103.

[33] Fâtır, 35/11.

[34] Yâsîn, 36/82.

[35] Zümer, 39/53.

[36] Yusuf, 12/87.

[37] Hicr, 15/56.

[38] Hac, 22/11.

[39] Mü’minûn, 23/37.

[40] Da bel el-Huzâî, Ehl-i beyte ait bir mersiyesinde bu sözü dile getirmiştir.

[41] Haşr, 59/19.

[42] Zuhruf, 43/36.

[43] Hümeze, 104/6-7.

[44] Meryem, 19/71.

[45] Meâric, 70/6.

[46] Fussilet,41/44.

113. Fussilet, 41/23.

[48] Furkân, 25/63.

[49] Tevbe, 9/91.

[50] Mücadele, 58/7.

[51] Kâf, 50/16.

[52] Tûr, 52/48.

[53] lahâ, 20/46.

[54] Hadîd, 57/4.

[55] Bakara, 2/165.

[56] Bakara, 2/165.

[57] Nûr, 24/37.

[58] A’râf, 7/32.

[59] Bu hikâyenin tamamı için bkz., Enam 6/76-79.

[60] Enam, 6/79.

[61] Nahl, 16/78.

[62] Nahl, 16/78.

[63] Şura, 42/52

[64] Tâhâ, 20/114.

[65] Enam, 6/122.

[66] Zümer, 39/9.

[67] Mücadele, 58/11.

[68] Enfal, 8/4.

[69] Fâtır, 35/28.

[70] Enam, 6/125.

[71] Ayetin tamamı için bkz., Nûr 24/35.

[72] Nûr, 24/40.

139. Mâ’ide, 5/105.

140. A’râf, 7/38.

141. Sâd, 38/60.

142. A’râf, 7/38.

[77] A’râf, 7/39.

[78] Nahl, 16/118.

145. A’râf, 7/38.

146. Sâd, 38/60.

[81] Âl-iİmran, 3/7.

[82] Ayetin devamı için bkz. Hac, 22/3.

[83] Çeviri: Doç. Dr. M. Kazım Arıcan, Yıldırım Beyazıt Üniversitesi Öğretim Üyesi.

[84] Nemi, 27/59.

[85] Hadîd, 57/4.

[86] Âli İmrân, 3/33.

[87] Bakara, 2/213.

[88] Yûnus, 10/25.

[89] Mutaffıfm, 83/15.

[90] Mutaffıfm, 83/14.

[91] Saff, 61/5.

[92] Zuhruf, 43/71.

[93] Secde, 32/17.

[94] Hac, 22/46.

[95] Yûnus, 10/7.

[96] Mümtehine, 60/13.

[97] Saffât, 37/13.

[98] Enam, 6/31.

[99] Cin, 72/14.

[100] Enam 6/153.

[101] Zuhruf, 43/24.

[102] Araf, 7/44.

[103] Zâriyât, 51/20-21.

[104] Lokmân, 31/20.

Mantık terimi olarak“Had”, öze, “resim” ise ilintiye ait tanımdır, (y.h.n)

[105] Araf, 7/142.

[106] Nisa, 4/93.

[107] Çeviri: Doç. Dr. Murat Demirkol, Yıldırım Beyazıt Üniversitesi Öğretim Üyesi.

[108] Nemi, 27/59.

[109] Nisâ, 4/35.

[110] Tâhâ, 20/120.

[111] Araf, 7/24-25.

[112] Cuma, 62/6.

[113] Fâtır, 35/10.

[114] Âl-i İmrân, 3/170.

[115] Tevbe, 9/24.

[116] Maide, 5/3.

[117] Nasr suresi.

[118] Bakara, 2/54.

[119] Ma ide, 5/21.

[120] Şuarâ, 26/78-83.

[121] Yûsuf, 12/101.

[122] Çeviri: Prof. Dr. Metin Özdemir, Yıldırım Beyazıt Üniversitesi Öğretim Üyesi.

[123] Nemi, 27/59.

[124] Abese, 80/15-16. Sefere: Amelleri kaydeden melekler demektir.

[125] Mü’minûn, 23/100.

[126] A’râf, 7/46.

[127] Nûr, 24/36-37.

[128] Zuhruf, 43/58. Ayetin asıl manası şöyledir: “Onlar kavgacı bir topluluktur.”

[129] Kehf, 18/13.

[130] Enbiyâ, 21/60.

[131] Kehf, 18/60.

[132] Zuhruf, 43/58.

[133] Hûd, 11/46.

[134] Mü’minûn, 23/101

[135] Hacc, 22/78.

' Nisa, 4/11. Ayetin üst tA’rafında vârislerin alacakları paylar ayrıntılı bir şekilde verilmektedir, (ç.n.)

[136] Duhân, 44/56-57.

[137] Talak, 65/2.

[138] Talak, 65/4.

[139] İbrahim, 14/7.

[140] Kalem, 68/4.

[141] Âl-iîmrân, 3/159.

[142] Yûsuf, 12/31.

[143] Nûr, 24/59.

[144] Kasas, 28/14.

[145] Ahkâf, 46/15.

[146] Fecr, 89/27-30.

[147] Şuarâ, 26/85.

[148] Yûsuf, 12/101.

[149] Yûnus, 10/25.

[150] Nahl, 16/22.

[151] Nahl, 16/62.

[152] Çeviri: Doç. Dr. Murat Demirkol, Yıldırım Beyazıt Üniversitesi Öğretim Üyesi.

[153] Nemi, 27/59.

[154] Bakara, 2/3.

[155] Haşr, 59/2.

[156] Mücadele, 58/11.

[157] Rûm, 30/56.

[158] Fâtır, 35/32.

[159] Cuma, 62/4.

[160] Rûm, 30/56.

8. Vakıa, 56/91. “Ey sağdaki, sana selam olsun!” şeklinde anlamlandıranlar da vardır. Diyanet İşleri Başkan­lığı ve Diyanet Vakfı mealleri böyledir. (ç.n.)

[161] Zümer, 39/33.

[162] Bakara, 2/285.

[163] Saffât, 37/164.

[164] Mümin,40/7.


Önceki Yazı
« Prev Post
Sonraki Yazı
Next Post »

Benzer Yazılar

Yorumlar