İhvân-ı Safâ Risâleleri 6
| |
Bölüm
Âlimlerin
Heyûlânın Mahiyeti Konusundaki Görüşlerine Dair
Bu
hususta deriz ki: Bil ki, heyûlânın mahiyeti ve sonradan ortaya çıkışı üzerinde
konuşanlar, onun mahiyeti ve cisimlerin ondan ortaya çıkış keyfiyeti hakkında
ihtilafa düşmüşlerdir. İşte bu ihtilaf, temel görüşlerden ve onlardan ortaya
çıkan mezheplerden birisidir. Onlardan bir kısmı, heyûlânm artık parçalanmayan
küçük parçalar olduğuna inanır. Eğer bu parçalar herhangi bir tarzda bir araya
getirilirse, onlardan çeşitli şekillerdeki cisimler oluşur. Nitekim bu konuyu “Duyulur
Nesneler Geometrisi Risalesinde anlatmıştık. Heyûlâ farklı keyfiyetlerde
bulunur. Onlar bu nunla, ateşin, toprağın ve havanın cüzlerini kast ederler.
Bunlar herhangi bir şekilde karıştıklarında, kendilerinden madenler, bitkiler,
hayvanlar ve diğer felekler ve yıl dızlar türer ve oluşur. Onları bu görüşe,
olaylara dair inançları ve sanayi heyûlâsı/ hammeddesi üzerine yaptıkları
kıyasları götürmüştür. Nitekim onlardan bir kısmı, sanayi heyûlâsıını çeşitli
keyfiyetlerde gördükleri ve onların bir araya getirildiklerinde, kendilerinden
kanepe ve kapı gibi odundan mamul çeşitli sanat eserlerinin parçalarının
oluştuklarını fark ettikleri zaman bu kanaate varmışlardır.
Hattatların
harfleri, şarkıcıların nağmeleri, müzisyenlerin sesleri, tâbiplerin ilaçları,
ressamların boyaları, fırıncıların ve pastacıların malzemeleri vb şeyler de
aynı şekilde farklı keyfiyetlere sahiptirler. “Müzik Notaları Risâlesı’nde
anlattığımız gibi, bunlar bir araya toplanıp birleştirilerek bir terkip haline
getirildiklerinde, kendilerinden çeşitli ürünler ortaya çıkar. Onlar farklı
formların niteliklerini taşıyan ve artık parçalanamayacaklarını iddia ettikleri
söz konusu parçalar hakkında bu değerlendirme ve kıyas üzere bir hüküm
verdiler. Onların ilimden nasipleri ve gayretlerinin kendilerini taşıdığı
nokta işte budur.
Onlardan
bir kısmı, bunlardan daha ince düşünceli ve ayırt etme ve araştırma bakımından
daha güçlüdürler. Bunlar, söz konusu parçaların birbirlerine benzediklerini
iddia ettiler. Onların bir kısmı diğerinin oluşturduğu boşluğu doldurmakta ve
onun yerine geçmektedir. Bir tür bileşik oluşturulduğunda, herhangi bir şekil
meydana getirildiğinde ve bir çeşit karışım yapıldığında, bunlardan arazlar,
sonra da keyfiyetler, tarzlar, nitelikler, renkler, tatlar, kokular vb şeyler
ortaya çıkar. Onları bu görüşe ve inanca götüren, sanayi
heyûlâlarınm/hammaddelerinin parçalarının birbirlerine benzer oldukları
yönündeki değerlendirmeleridir. “Madde ve Şekil/Suret Risâlesı’nde bir
kısmını açıkladığımız üzere, onlardan çeşitli şekiller oluşturulduğunda,
isimleri ve fiilleri değişiklik arz eder.
Örneğin,
iki demir parçasından birine bıçak ismi verilen bir şekil, diğerine ise testere
ismi verilen bir şekil verilir. Bıçağın fiili, testerenin fiilinden başkadır.
Hâlbuki demir aynı demirdir. Çünkü bundan yapılanın öbüründen yapılması da
mümkündür. Parçalar birbirine benzemekte, oluşturulan terkip ise farklılık arz
etmektedir. Onların ilimlerinin ve dikkatli incelemelerinin vardığı nokta işte
budur.
Yine
onların daha dikkatli bakıp araştırma bakımından daha güçlü ve hassas olanları
şöyle demişlerdir: Kuşkusuz heyûlâ yalnızca bütün keyfiyetlerden arınmış olan
basit ve rûhânî bir cevherdir. Onun “Aklî İlkeler Risâlesi”nde
açıkladığımız üzere, aşama aşama düzen ve tertibi kabul etme kabiliyeti
vardır.
Buraya
kadar anlattıklarımızdan ve yaptığımız açıklamalardan açıkça ortaya çıkmıştır
ki, âlem bir sanat eseri olarak var edilmiştir. Bu husus, konuya doğal akıl
aracılığıyla bu açıdan bakıldığında bilinir. Kazanılmış akıl aracılığıyla
bakıldığında ise heyûlânın yoktan var edilip yaratıldığı, onun durumunun da
anlattığımız gibi olduğu anlaşılır.
Bu
filozoflar, etkin neden, heyulânî neden ve formel nedenin ne olduğunu açıkça
ortaya koyduktan sonra, failin, fiilini uğruna yaptığı en yüksek gayeden ibaret
olan tam nedeni araştırdılar. Bu meselede aynı şekilde diğer görüş ve
mezheplere kaynaklık eden temel araştırma konularından birisidir. Onları bu
konuyu araştırmaya, beşerî sanatlara ilişkin düşünceleridir. Nitekim onlar,
insanoğlundan her sanatkârın fiilinde bir maksadının bulunduğunu gördüler.
Maksat ise, failin ilk önce düşündüğü gayedir. Fail, fiilini onun uğruna
yapar. Fail, fiilini yapıp gayesine ulaştığında, yaptığı bu fiilini bitirir.
Bunlar iki gruba ayrılır:
Birinci
grup, Allah’ın âlemi bir nedenden dolayı yarattığını düşünür ve buna inanır.
İkinci grup ise Onun [yaratmada] herhangi bir nedeninin bulunmadığını düşünür
ve buna inanır. Onları bu görüşe sevk eden, şimdi anlatacağımız şu hususu
düşünmeleri, onu araştırmaları ve dikkate almalarıdır: Onlar bu hususta şöyle
demişlerdir: Söz konusu neden ya Allah ya da Ondan başkasıdır. Eğer Ondan
başkası ise düalistlerin iki ezelî neden görüşüne gitmek kaçınılmaz olur. Bu
görüşün bozuk olduğuna dair, kesin kanıt/burhân vardır. Yok, eğer Ondan başkası
değilse, zâten biz de bunu söylüyoruz. İşte onların ilimden nasipleri ve
gayretlerinin kendilerini ulaştırdığı nokta budur.
Tam
neden konusunda konuşanlar da iki gruptur: Birinci grup, bu nedenin Allah’ın
iradesi ve seçmesi olduğuna inanır. İkinci grup ise bunun Onun ezelî ilmi
olduğunu düşünür ve kabul eder. İradenin tam neden olduğunu düşünenler de iki
gruptur: Birincisi, bu iradenin onun ezelî ilmi ve iradenin de Allah’ın
sıfatlarından birisi olduğunu kabul eder. İkincisi ise bunun Allah’ın
fiillerinden bir fiil olduğunu düşünür. Bunun Allah’ın sıfatlarından birisi
olduğunu söyleyenlere gelince; onlarda iki kısımdır: Birincisi, bunun zâti,
İkincisi ise arızî bir sıfat olduğunu kabul eder. Bunun arızî bir sıfat
olduğunu kabul edenlerin bir kısmı, onun Allah’ın zâtıyla, bir kısmı
başkasıyla, diğer bir kısmı ise kendi kendine kaim olduğuna inanır.
Onlar
arasında uzayıp giden tartışmalar ve çekişmeler vardır. Bunlar onların çekişmelerini
ve mücadelelerini anlatan kitaplarda zikredilmiştir.
Bu
nedenin Allah’ın ezelî bilgisi olduğunu söyleyenler de iki gruba ayrılır: Birincisi,
Allah’ın âlemi yarattığından, dolayısıyla da onu yaratacağını bildiğinden
hareket ederek böyle bir çıkarımda bulunur. Eğer O, âlemi yaratmasaydı, ilmine
aykırı hareket etmiş olurdu. İlmine aykırı hareket eden ise cahildir. Allah
Teâlâ ise mahlûkatına benzemekten münezzehtir. İkincisi ise Allah’ın âlemi
yaratacağını, Onun âlemi yaratmasının hikmet olduğuna bağlar. Çünkü hikmetli
olanı yapmak, hikmet sahibinin katında zorunludur. Eğer hikmet sahibi,
hikmetli olanı yapmaz ise bön olur. Dolayısıyla eğer Allah âlemi yaratmamış
olsaydı, hikmetli olanı terk etmiş olurdu. Hikmeti terk etmek ise bönlüktür.
Allah, bundan yüce, ulu ve münezzehtir. İşte bu, görüşlerin en tercihe şayanı
ve doğruya en isabet edenidir.
Bölüm
Âlemdeki
Kötülüklerin Sebeplerinin Kasıtlı Değil,
Arızî Olduğu Meselesinin İzahına Dair
Âlemdeki
kötülüklerin, ayrışan bir cevher olmasından ve üstünlükleri kabul et mede
yetersiz kalmasından dolayı heyûlâdan kaynaklanan arızî bir durum olduğu
görüşünü savunanlar da iki gruba ayrılırlar: Birinci grup, heyûlânm ezelî
olduğuna ve onun üzerinden hiçbir f ormu/sureti, şeklive keyfiyeti bulunmadığı
halde uzun bir sürenin geçtiğine inanır. Sonra Allah, bu maddeye/heyûlâya
yönelmiş ve ona üç bo yutlu cisimler âleminin şeklini/suretini vermiştir.
Ardından da onu, [Batlamyus’un] Majesty ve filozof Banyas’ın feleklerin
terkibine ve göklerin katlarına dair kitabında zikredildiği üzere, iç içe
girmiş küresel ve dairesel şekillere sokmuş ve kulları için bir mesken,
orduları için de bir barınak haline getirmiştir. Bu kullar ve ordular, en yüksek
kuşatıcı felekten arzın merkezine kadar âlemin her yerine sirayet eden
nefisler/ ruhlar, çeşitli melekler, cin taifeleri, şeytanlar ve âdemoğulları
ile diğer hayvanların ruhlarından ibarettir. Bunlar, Allah’ın göklerinin ve
arzının sakinleri ve âleminin mimarları olan; feleklerindeki işleri yürüten,
yıldızlarını döndüren, arzındaki canlıların maişetlerini temin eden,
bitkilerini yetiştiren ve madenlerini oluşturan kullar ve ordulardır. Bunların
hepsi bütün noksanlıklardan münezzeh olan Allahü Teâlanın izni ile gerçekleşir.
“ Göklerin ve yerin orduları Allah’ındır’[1],
“ Ancak onların çoğu [bunu] bilmezler.”[2]
Allah
onlar için gökleri yaratmış, yeri yaymış ve onlar aracılığıyla âleme bir nizam
vermiştir. Bunların hepsi, onları dirilişten ve nimetler içerisinde sonsuza dek
kalmaktan ibaret olan en yüksek gayeye ulaştırmak içindir. Onlar, bunların
hepsinin hikmet, cömertlik, lütuf, nimet, ihsan ve hayır olduğunu
söylemişlerdir. Bunları yaratan, var eden, varlıklarına neden olan,
varlıklarını sürdüren ve kemale erdiren Yüce Allah’dır.
Maddede/heyûlâda
bu iyiliklerin yokluğu ve onda bunların eksik bulunmasından ibaret olan
kötülüklere gelince; eğer heyûlâ tabiatı itibariyle bu kötülüklerden arınmış
olsaydı, ilk haline döner, formundan çıkar ve böylece âlemin nizamı bozulur ve
yaratıkların varlığı ortadan kalkardı. Bundan da her şeyin helaki ve fesadı
neticesi ortaya çıkar. Bu da salt kötülük/şer demektir. Ancak ilahi hikmet [bu
salt kötülükten dolayı heyûlânm yaratılmasını] terk etmeyi gerektirmez. Çünkü
Allah’ın heyûlâya form vermesi, Onun cömertçe davranması; yine Onun âlemi
terkip etmesi; hikmeti, varlığın meydana gelmesi; Onun onlara bir cömertliği,
ihsanı ve rahmetidir. Varlık söz konusu iken yokluğun [tercih edilmesi ise]
şerdir. Hikmete aykırı hareket etmek bönlüktür. İhsandan geri durmak
kınanmıştır. Rahmeti terk etmek katılıktır. Allah bunların hepsinden ulu, yüce
ve münezzehtir.
Sonra
ey kardeş! Bil ki, bu kimselerden heyûlânm hallerine, kötülüklerin sebeplerine
ve onların bunları heyûlâya nispet etmelerine dair anlatılıp hikâye edilenler,
onların basımları tarafından da inkâr edilmiş değildir. Bu konuda sadece
heyûlânm ezelî oluşuna itiraz edilmiştir. Eğer onlar ilk heyûlânm kıdeminden,
onun kendisinden meydana getirilen ilk şeyden önce bulunmasını kast ediyorlarsa,
bu doğrudur. Yok, eğer yoktan var edilip yaratılmadığını kast ediyorlarsa, bu
konuda tartışma vardır. Biz, “İlk Prensipler Risâlesi”nde, heyûlânm
hakikatini, onun nasıl yoktan var edilip yaratıldığını açıklamıştık.
Sonra
bil ki, ilim erbabının ve eşyanın hakikatlerine dair söz edenlerin çoğu, yaratılmış
ve bir sanat eseri olarak ortaya konmuş şeyle yoktan var edilip yaratılan şey
arasında bir fark görmezler. Bu durum da âlimlerin, âlemin ezelîliği ve
sonradan oluşu konusunda farklı görüş ve mezheplere ayrılmalarının temel
sebeplerinden bir tanesidir.
Sonra
bil ki yaratma/halk; her şeyi bir başka şeyden hareketle takdir etmektir. Sanat
eseri ise heyûlâya verilmiş formdan başka bir şey değildir. Yoktan var edip
yaratmaya(ihtira ve ibda) gelince; o, herhangi bir şeyi başka hiçbir şey
bulunmadan var ve icat etmektir. İşte bu marifettir. Bu hükmün tasavvuru, fen
ilimlerinin incelikleriyle uğraşanlara ağır gelmişken başkalarının durumu nice
olur?
Sonra
bil ki, heyûlânm ezelî olduğunu söyleyenleri, bu görüşe ancak onların ay altı
âlemdeki tikel varlıklara ve madenlerden, bitkilerden ve hayvanlardan bozuk
olanlara dikkat nazarı ile bakmalarıdır. Böylece onlar, her beşerî ve tabiî
sanat eserinin, heyûlânm, sanatçının ona herhangi bir şekil vermeden önceki
şekilsiz halinden terkip edildiği görüşüne vardılar. Bu sanat eserinin
üzerinden uzun bir zaman geçtiğinde, o bozulup yok olur ve sonuçta formunu
kaybederek ilk hali olan toprağa dönüşür. Örneğin, şehirlerde ve beldelerde
inşa edilen binaların, ustaların kerpici ve odunu bir araya getirmek suretiyle
oluşturdukları, sonra onları belli bir süre devam edebilmeleri için
onardıkları; bu durumun üzerinden uzun bir zaman geçtikten sonra ise onların
yıkılıp bozularak kayboldukları ve nihayet başlangıçta olduğu gibi toprağa ve
taşa dönüştükleri görülür. Tabiî eserler olan bitkilerin, hayvanların ve
madenlerin durumu da bunun gibidir. Onların da hepsi, üzerlerinden uzun bir zaman
geçtikten sonra, bir gün toprak oluverirler.
Bu
itibarla onlar, ilk heyûlânm varlığı ve yaratıcının ondan âlemi yaptığı, şu ana
kadar onda, her bir feleğe, yıldıza, unsura ve tek tek tüm hayvan, bitki ve
maden cinslerine özgü olarak bulunan nakşı, formları, şekilleri ve biçimleri
muhafaza ettiği neticesine vardılar.
Hiçbir
niteliği bulunmayan heyûlâya gelince; onların iddialarına göre bunun varlığında
herhangi bir faile ve sanatkâra ihtiyacı yoktur. Bu onların düşüncesidir.
Onların gayretlerinin kendilerini getirdiği nokta bundan ibarettir. Heyûlânm
sonradan meydana geldiği görüşünde olanlar ise, bunlardan çok daha dikkatli
bir bakış açısına sahiptirler. Bunlar onlara nispetle çok daha derin düşünen,
araştırmalarında çok daha iyi olan kimselerdir. Nitekim bu konudan daha önce
söz etmiştik. İstersen oraya bakabilirsin.
Bölüm
Bu
Âlemdeki İyilik ve Kötülüklerin Çeşitlerine Dair
Bu
konuda şöyle deriz: Bil ki iyi ve kötü/hayır ve şer dört kısımdan ibarettir.
Birincisi, feleğin uğuru ve uğursuzluğuna nispet edilenlerdir. İkincisi, oluş
ve bozuluştan ibaret olan tabiat olaylarına ve hayvanlara ilişen elem ve
acılara nispet edilenlerdir. Üçüncüsü, hayvanların uzlaşma, uzaklaşma, sevme ve
nefret etme gibi huylarına, çekişme ve birbirlerine üstünlük sağlama gibi
tabiatlarına nispet edilenlerdir. Dördün cüsü, hem dünya hem de ahirette mutlu
ya da mutsuz olmaları hükmünde belirleyici olan emirler ve yasaklar altında
bulunan nefislere nispet edilenlerdir.
Sonra
bil ki, anlattığımız bu iyilik ve kötülük türlerinin, açıklaması uzun süren sebepleri
ve nedenleri vardır. Bunlardan bir kısmını “Sebepler ve Sonuçlar
Risâlesi”nde zikretmiştik. Ancak bu bölümde ondan gereği kadar
bahsedeceğiz. Bu bağlamda deriz ki: Kuşkusuz feleğin uğuruna nispet edilen
iyilikler, Allah’ın inayeti ve kastı ile gerçekleşirler. Örneğin güneşin
herhangi bir bölgeye, bir defasında doğup orayı aydınlatması ve oranın suyunu
bir süre ısıtması, sonra başka bir defasında oradan batıp böylece oranın
suyunun belli bir süre soğuması, Allah’ın inayetiyle olup Onun hikmetinin bir
gereğidir. Çünkü bunda herkes için bir iyilik ve yarar vardır. Nitekim Allah
Teâlâ şöyle buyurmuştur: “De ki: ‘Hiç düşündünüz mü? Allah geceyi üzerinize
kıyamete kadar uzatırsa, size ışığınızı Allah’tan başka getirebilecek ilah
kimdir? Artık kulak vermeyecek misiniz?”[3]
Yine
O şöyle buyurmuştur: “Rahata ermeniz ve lütfundan aramanız içen gece ve
gündüzü yaratması Onun rahmetindendir. Artık belki şükredersiniz.”[4]
Yüce Allah [bu ayetlerde] yalnızca kullarına olan inayetini, ihsanını ve
lütfunu zikretmiştir.
Bazı
hayvanlara ve bitkilere, bazı vakitlerde ve anlarda, bazı bölgelerde ilişen öldürücü
soğuk ve sıcaklara gelince; bunlar Allah’ın ilk kastı ile/birincil hedefi
olarak gerçekleşmezler. Yağmurların durumu da bunun gibidir. Allah onları,
beldelere hayat vermek ve kullarının işlerini yoluna koymak için gönderir.
Eğer onlardan bazı hayvanlara bir eziyet ilişir, bazı bitkiler telef olurlar ya
da aciz kimseler üzüntü duyarlarsa; bunlar Allah’ın ilk kastı/doğrudan
dilemesi ile gerçekleşmezler.
Hayvanlara,
bitkilere, madenlere ve doğan çocuklara ilişen arızî olaylardan feleğin
uğursuzluğuna nispet edilen kötülüklerin hepsinin durumu da bunun gibidir.
Senelerin değişmesi ve gezegenlerin belli burçlarda birleşmeleri gibi
durumlarda verilen hükümlerin ve feleğin uğursuzluğuna nispet edilen
kötülüklerin ve fesadın hepsi, Allah’ın ilk kastının arızî sonuçlarıdır.
Hayvanların,
bitkilerin ve madenlerin meydana gelmeleri, bunların hallerinin en iyi noktaya
ulaşıp kemallerinin nihai aşamasına varıncaya kadar yetişmelerini sağlayan
sebepler gibi tabiî olaylara nispet edilen iyiliklerin hepsi ise, Allah’ın
kastı, lütuf ve ihsanından ibaret olan inayeti ile gerçekleşirler.
Oluş
ve bozuluş âleminde, fesat ve bela gibi, hayvanlara, bitkilere ve madenlere
ilişen kötülüklere, bunların tamlık ve kemal noktasına ulaşmalarını engelleyen
sebeplere gelince; bunlar arızî/geçici durumlar olup Allah’ın ilk kastı ile
değil, Onun ilk kastının dolayh/ikincil sonuçlarıdır. Ay altı âlemdeki
varlıkların bekalarının, heyûlâdaki fertleriyle devam etmesi mümkün
olmadığından, İlahî hikmet ve inayet, onların bekalarını -her ne kadar fertler
daima bir çözülme ve akış halinde olsa dasuretleri aracılığıyla sağlamayı
gerektirmiştir. Örneğin Allah’ın yeryüzündeki halifesi olan insanın sureti her
ne kadar fertler gelip geçici olsa daAllah’ın, beşerin babası olan Âdem’i
yaratmasından kıyamet gününe kadar bâkîdir. Diğer hayvanların, bitkilerin ve
madenlerin de durumu bunun gibidir. Onların da türleri -her ne kadar fertler
akış ve çözülme halinde bulunsa dasuretleri/formları aracılığıyla bâkîdir.
Ancak
bunlar [İlahî] hikmetin bir gereğidir. Çünkü kuvvede, fiil haline geçmesi ve
tek bir anda birden ortaya çıkması mümkün olmayan sonsuz iyilikler ve hayırlar
vardır. Çünkü heyûlâ, bunları daima, ancak aşama aşama, tedrici olarak vaktin
ve zamanın geçmesiyle kabul edebilir.
Örneğin
Allah, başlangıçtan günümüze ve günümüzden kıyamete kadar gelip geçmiş ve
gelecek olan insanoğlunun hepsini bir anda yaratmış olsaydı, yeryüzünün onları
ağırlaması mümkün olmazdı. Kaldı ki onların hayvanlarını, gıdalarını sağlayan
bitkileri ve hayatları boyunca ihtiyaç duydukları diğer şeyleri nasıl
barındırabilsin? Bu nedenle Allah, onları nesil nesil ve ümmet ümmet yarattı.
Çünkü arz onların hepsini içine alamaz. Heyûlâ bir defada onların hepsini
taşıyamaz. Buraya kadar anlattıklarımızdan açıkça anlaşılmaktadır ki, eksiklik
Allah tarafından değildir.
Kötülüklerin
bir diğer nedeni de şudur: Bu varlıkların ortaya çıkışı, en eksik ve zayıf
olandan en tam olana doğru seyreder. Ortaya çıkıp gelişmelerine yardımcı olan
sebepler, onları en yüksek kemal derecesine doğru taşır. Böylece onlar,
Allah’ın inayetiyle en yüksek kemal noktasına ulaşırlar. Bu [süreçte yer alan]
temel unsurların hepsi, hayır olarak nitelendirilir. Onların bu kemal noktasına
ulaşmasına engel olan her sebep de şer olarak anılır. Ancak o, arızîdir; yoksa
Allah’ın ilk kastı değildir. Bunun örneğini, güneş ve yağmur konusunu işlerken
vermiştik.
Bölüm
Filozoflara
Göre İlk Kasıt İle İkincil Kasıt Arasındaki Farka Dair
Bu
bağlamda deriz ki: Hayvanların yaratılışlarına, tabiatlarına, huylarına ve fiillerine
nispet edilen iyilikler; onların kastı ve iradesi ile gerçekleşirler.
Dolayısıyla bunlar birincil kasıtla değil, ikincil kasıtla ortaya
çıkmaktadırlar.
Sonra
bil ki, filozofların birincil ve ikincil kasıt sözlerinin anlamı ve bu ikisi arasındaki
fark şudur: Yoktan var etmek, icat etmek ve yaratmak, süreklilik ve tamlık
vermek ve kemal noktasına ulaştırmak gibi Allahü Teâlâ tarafından gerçekleştirilen
şeyler, birincil maksat (el-kasdu’l-evvel) olarak nitelendirilir. İkincil
maksat (el-kasdu’s-sânî) ise; heyûlânm eksikliğinden kaynaklanan tüm şeylerdir.
Çünkü heyûlâdan, başkası değil, ancak bu ortaya çıkar; o ancak bu vb şeyleri
kabul edebilir.
Kötülüklerin
çeşitlerini, onların bazı hayvanlara ve onlarda yerleşmiş olan huylara nispet
edilmesi konusunun açıklanmasına gelince; bu bağlamda da şöyle deriz:
Hayvanlarda bulunan huylara ve onların tabiatlarına nispet edilen kötülükler üç
kısımdır: Birincisi, başka varlıklarda bulunmayıp yalnızca onlara ilişen
elemlerdir. İkincisi, onların huylarında bulunan düşmanlıktır. Üçüncüsü ise
onların kastı ve iradesi ile gerçekleşen fiillerdir.
Elemlere
gelince; onlar şu üç şekilde ortaya çıkarlar: Birincisi, hayvanın bedeninin
madde ve gıdaya ihtiyacı anında açlık ve susuzluktan kaynaklanan elemdir. İkincisi,
hayvanın bedenine zarar veren ve onun vücudunu ortadan kaldıran, vurma, çarpma,
kırma ve kesme gibi şeylerden kaynaklanan elemdir. Üçüncüsü ise hayva n ı n
bedeninin mizacını ve biyokimyasını bozan hastalıklar ve rahatsızlıklardan
kaynak lanan elemdir.
Açlık
ve susuzluk anında hayvanların nefislerine ilişen elemlere gelince; bunlar
ikincil kasıtla gerçekleşirler. Çünkü bu hayvanların fertlerinden her biri,
cisimsel bir vücuttan ve ruhsal bir nefisten oluşmaktadır. Cisimler ise
birbirine zıt olan bileşik karışımlardan oluşur. Dolayısıyla onlar daima bir
çözülme ve akış halindedir. Bu itibarla bekalarında madde ve gıdaya
muhtaçtırlar. Hayvanların ruhları işte bu gıda ve maddeye ihtiyaçları anında
elem duyacak şekilde yaratılmışlardır. Böylece söz konusu elemler, onların
nefislerini bedenleriyle gıda aramaya çıkmaları için uyarır. Eğer hayvanlara bu
tür elemler ilişmemiş olsaydı, nefisler bedenlerini önemsemez, böylece onları
gıdasız bırakırlardı. Sonuçta hepsi eriyip giderler ve yok olurlardı. Onların
çok kısa bir süreliğine basit bir uğraş için [burada bulunmaları ise] abes
olurdu. Bu nefislerin bekası, tam ve kâmil olmadan, eksik olarak ya cesetler
aracılığıyla ya da cesetsiz olarak gerçekleşir. “Diriliş ve Kıyamet
Risâlesi”nde açıkladığımız üzere nefisleri, tamlık ve kemalden,
yöneldikleri ihtiyaçları engeller. Diğer taraftan onlar, gıdalarını alırken de
kendileri için lezzet ve iştah yaratılmıştır. İştaha gelince; o, kendileri için
yararlı olmayan gıdaları almamaları içindir.
Lezzet
ise, tabiatları ihtiyaç duyduğu sürece yemeleri ve içmeleri içindir. Nitekim
ihtiyaç giderildiği zaman lezzet ortadan kalkar. Bunların hepsi, bir ve kahhar
olan Allah’ın kastından ve nefislerin tamamlanıp kemale ermesi için heyûlâda
bulunan eksiklikten dolayı gerçekleşir. Vurma, kırma, çarpma, yaralama,
sıcaklık, soğukluk, hastalıklar ve rahatsızlıklar gibi vücuda zarar verip onu
bozan şeylerin cümlesine gelince; onlar nefislerin elem duymaları için
yaratılmışlardır. Çünkü bu elemler, nefisleri, bedenlerini ve vücutlarını
koruyup kollamaya teşvik eder. Nitekim cesetlerin [tek başlarına] ne bir yararı
sağlamaya ne de bir zararı uzaklaştırmaya güçleri vardır.
Bu
söylediğimizin kanıtı, nefsin uykudan nasıl kalktığına, gaflet halinden nasıl
uyandığına, cesedine eziyet veren şeyleri nasıl hissedip kavradığına ve bunları
cesedinden ister kaçınmak, ister çekinmek, ister güç ve kuvvet kullanmak,
mücadele etmek, isterse hile yapıp dolap çevirmek suretiyle olsun nasıl
uzaklaştırdığına dair kendisinde açıkça görülen hallerdir. Eğer nefis bunları
yapmamış olsaydı, cesetler en kısa sürede ve en basit uğraşın ardından tamam
olup kemale ermeden helak olurlardı. Sen, nefsin başına takdir edilen
hadiseler, belirlenen vakit ve ona üstün ve galip olan sebepler geldiğinde,
cesedin onu bunlara nasıl teslim ettiğine, onun da cesedi istemeden nasıl terk
ettiğine bir bak!
Nefsin
kendisine eziyet veren bu elemleri ortadan kaldırma arzusu devem ettiği
sürece, bu, ilaç kullanma, mücadele etme, ıslah olma ümidi, hayatta kalma
hırsı, mümkün olan en iyi şekilde varlığını sürdürme arzusu gibi şeylerle olur.
Çünkü bu hayırdır. Nefis bu eksiklik üzere yok olmaktan hoşlanmaz. Çünkü bu
şerdir. Âlemin varlığı devam ettiği sürece, mutlak yokluk, cisimler ve nefisler
için söz konusu değildir. Bundan anlaşılmaktadır ki elemler de Allah’ın kastı
ve inayeti ile olup [ilahi] hikmetin bir gereğidir.
Bölüm
Çeşitli
Suret ve Şekillerde Bulunan Hayvanların
Tabiatlarında Bulunan Kötülüklerin İkincil Kasıtla
Gerçekleşmesine Dair
Bu
konuda deriz ki: Hayvanların tabiatlarında ve huylarında yer eden yakınlık ve
muhabbet duyma gibi iyiliklere ve düşmanlık, galip gelme ve üstün olma arzusu
gibi kötülüklere gelince; bunlar da ikincil kasıtla gerçekleşirler. Hayvanlar,
nedenlerinin açıklanması burada uzun sürecek olan çeşitli suretlerde,
şekillerde, tabiatlarda, adetlerde, huylarda ve fiillerde bulunurlar. Nitekim
biz bunların bir kısmını “Nedenler ve Sonuçlar Risâlest’nde
açıklamıştık. Bu durum onlardan bir kısmının diğerine yakınlık, muhabbet ve
sevgi duymasını sağlar. Dolayısıyla bunlar, onların bir araya gelip ittifak
etmelerine sebep olurlar. Çünkü bunda herkesin iyiliği ve yararı söz konusudur.
Bununla birlikte [zikredilen bu farklılıklar], onların bir kısmı ile diğerleri
arasında ise nefret ve düşmanlık oluşturur. Böylece onlar, bunların
birbirlerinden uzaklaşıp ayrılmalarının nedeni olur. Çünkü bunda da herkesin
iyiliği ve yararı söz konusudur. Örneğin inek, koyun, at, katır, eşek, deve ve
beygir gibi bazı hayvanlar, insana yakınlıkduyar ve ona boyun eğip itaat eder.
Bunda
insan için bir yarar ve fayda bulunduğu, meşhur bir bilgidir. Dolayısıyla
bunların keyfiyetini açıklamaya gerek yoktur. Bu hayvanlar için de insanların
onları yemleme, sulama, sıcak ve soğuktan koruma, vahşi hayvanları onlardan
uzak tutma, kendilerine ilişen hastalıkları tedavi etme vb şeylerle
gözetmelerinde yarar vardır. Canavarlar ve yılanlar gibi bazı hayvanların ve
faydası az, zararı çok olan diğerlerinin insandan uzaklaşmaları ve ona
itaatten kaçınmaları durumuna gelince; bunda da herkesin iyiliği ve yararı söz
konusudur.
Bir
yarar ve faydadan dolayı birbirlerine yakınlık duyup muhabbet besleyen hayvanlarla
kin ve düşmanlık besleyen diğer hayvanların durumu da bunun gibidir.
Hayvanların
kastı ve iradesi ile gerçekleşen bazı fiillere nispet edilen ve yine onlardan
cesetlerinin maddesi ve vücutlarının omurgası olan heyûlâdan dolayı arızî
olarak ortaya çıkan kötülüklere gelince; bunların sebebi, onların hepsi
arasında ortak olan yararlardır. Onların tabiatlarında, daha önce anlatıldığı
üzere, Allah’ın birincil kastından dolayı, yararı elde etme ve zararı ortadan
kaldırma isteği vardır. Onlar arasındaki çekişme, bu yararları sağlayıp
zararları ortadan kaldırma isteği bağlamında, kasıtlı olarak değil, arızî bir
şekilde gerçekleşir.
Hayvanların
bir kısmının yiyen, diğer bir kısmının ise yenilen olmasına gelince; “Hayvanlar
Risâlest’nde bunun bir kısmını anlatmıştık.
Bölüm
İnsanların
Nefislerine Nispet Edilen Kötülük Çeşitlerinin
İlahi Yasalar Bağlamında Değerlendirilmesine Dair
Bu
bağlamda şöyle deriz: Bil ki, insanların nefislerine nispet edilen tikel
iyilikler ve kötülükler, ilahi yasalar açısından iki kısımdır: Birincisi,
nefislerin fiilleri ve kazanımlarıdır. İkincisi ise bu fiillere ve kazanımlara
verilen cezalar ve ödüllerdir. Kazanımlara gelince; onlar beş kısımdır:
Birincisi, bilgilerden ve marifetlerden; İkincisi, huylardan ve karakterlerden;
üçüncüsü, görüşlerden ve inançlardan; dördüncüsü, söz ve söylemlerden ve
beşincisi ise amellerden ve hareketlerden ibarettir. Bu beş haslet, iki açıdan
iyilikler ve kötülükler olarak nitelendirilirler: Bunlar ya aklî ya da yasal/
vaz’î açıdan [iyi ya da kötüdürler]. Yasal olana gelince; hepsi yasa koyucu
tarafından ya emredilen ya teşvik edilen ya da övülen şeylerdir. Bunlar hayır
olarak nitelendirilirler. Yasa koyucunun yasaklayıp men ettiği her şey ise şer
olarak nitelendirilir.
Bu
hasletlerden aklî olana gelince; bunlar gerekli şartlara uygun olarak gerektiği
kadar, gerektiği yerde, gerektiği zaman ve gerekli olan nedenden dolayı yapılan
her şeydir. Bunlar da hayır olarak nitelendirilirler. Ne zaman bu şartlardan
birisi eksik olursa, bu takdirde o, şer olarak nitelendirilir. Bu şartların
hepsini bilmeye, ilk planda, her insanın gücü yetmez. İnsan bunları ancak
nefsini arındırıp ilim ve edep yolculuğunda ilerlediği zaman bilebilir. Bu
nedenle her insanın, öğreniminde, ahlâk sahibi olmasında, sözlerinde,
inançlarında, amellerinde ve sanatlarında bir öğretmene, edibe ve üstada
ihtiyacı vardır.
Sonra
bil ki, yasa koyucular[5],
tüm insanlığın öğreticileri, edipleri ve üstatlarıdır. Yasa koyucuların
öğretmenleri ise meleklerdir. Meleklerin öğretmeni, küllî nefistir. Küllî
nefsin öğretmeni faal akıldır. Allah ise hepsinin öğretmenidir.
İyilikleri
ve kötülükleri ortaya çıkarmada sözü uzattık. Çünkü bu konu, âlimlerin aralarında
ihtilaf ettikleri temel meselelerden birisidir. Onlar bu konuda pek çok fırka
ve mezhebe ayrılmışlardır. Bunların hepsi, bilgi eksikliğinden kaynaklanır. Bu
konuda söz edenlerden bir kısmı, gerçekte hayrın ve şerrin ne olduğunu ve
bunlara hangi arızî sebeplerin götürdüğünü bilmemektedirler.
Buraya
kadar anlattıklarımızdan hareketle, âlimlerin görüşlerinde, hikmet, âlemin
sonradan ortaya çıkışı ve ezelîliği gibi konulardaki ihtilaf sebepleri açıkça
görüldüğüne göre, şimdi de biraz dinlerin en eskisi ve en yaygını olan
putperestlikten bahsetmek istiyoruz.
Bölüm
İnsanların
Dünya ve Ahirete
Rağbet
Etme Konusundaki Tabiatlarına Dair
Bu
konuda şöyle deriz: Ey kardeş! Bil ki, her ne kadar insanların çoğu, dünya hayatını
arzulamaya eğilimli, onun iştah çeken şeylerini istemeye düşkün ve
lezzetlerinden yararlanmaya yatkın, buna karşın Ahiret hayatından, onun
nimetlerinden, nimet eh-
linin
sevinçlerinden ve bunların sürekliliğinden gafil olsa bile; çoğu da dindarlık,
züht ve iyilik tabiatı üzere; dünyada zühdü isteyip onun şehvetlerini terk
edecek, buna karşın ahireti arzulayıp onun nimetlerini isteyecek, öldükten
sonra karşılaşılacak olaylar üzerinde çokça düşünmeyi ve yerin altına
girildiğinde, oranın hakikatini öğrenmeyi arzulayacak tarzda yaratılmışlardır.
Bunlar daima Allah’ın rahmetini ve bağışlamasını dilerler. Ondan güzel bir
başarı ve ahiretin hayrını talep ederler. Namaz, oruç, tesbihat, Kuran okuma,
dua vb ibadetlerle Allah’a yaklaşmaya çalışırlar. Bunların hepsi, onların
imkânları ölçüsünde, gayretlerinin kendilerini taşıdığı noktaya kadar olur.
Bunlar, onların akıllarına güzel görünür ve nefislerinde gerçekleşir.
Sonra
bil ki Yüce Allah, insanlara, elçileri ve peygamberleri (a.s.) ancak nefislerinde
bulunan, dinin ahireti talep emrini pekiştirmek, akıllarıyla tercih ettikleri
hususlarda, kendileri için daha yararlı, yol bakımından daha yakın ve gidişat
itibariyle daha iyi ve güzel olanlara yönlendirmek, gayretlerinin kendilerini
taşıdığı noktalarda ve görüşleri doğrultusunda nefislerinde gerçekleşen
hususlarda onları irşat etmek için gönderdi. Bu söylediklerimizin doğruluğunun
delili, Allahü Teâlâ’nın peygamberine söylediği şu sözüdür. “[Peygamber]
dedi ki: ‘Eğer size, babalarınızı üzerinde bulduğunuz dinden daha doğrusunu
getirmiş isem de mi bana uymazsınız?"[6]
Burada kast edilen, Hz. Peygamberin (a.s.) gönderildiği topluluktur. Onlar,
putlara tapıyorlardı, onlara tazimde bulunmak, secde etmek, selam vermek ve
buhur yakmak suretiyle Allah’a yaklaşmaya çalışıyorlardı. Bunların kendileri
için Allah’a bir yakınlık vesilesi olduğuna inanıyorlardı. Hâlbuki putlar,
dilsiz, konuşması, ayırt etme melekesi, hissi, ruhu ve hareketi olmayan
cisimlerdir. Bu yüzden Allah onlara elçi gönderdi ve böylece onlara üzerinde
bulundukları yoldan daha doğru, daha sağlam ve daha makbul olanı gösterdi.
Peygamberler
her ne kadar beşer olsalar da konuşan, ayırt etme melekesine sahip olan,
arınmış nefisleriyle meleklere benzeyen âlimlerdir. Onlar Allah’ı hakkıyla tanırlar.
Onlar aracılığıyla Allah’a yaklaşmak, elbette işitmeyen ve görmeyen, senden
hiçbir şeyi uzaklaştıramayan dilsiz putları vesile kılarak yaklaşmaktan daha
doğru ve gerçektir.
Sonra
bil ki, biz burada putperestliğin başlangıcını açıklayacağız. Bu bağlamda deriz
ki: Ulusların putlara tapmaya başlamaları, ilk önce yıldızlara tapmakla başlamıştır.
Yıldızlara t; pmanın başlangıcı ise meleklere tapınmaktır. Meleklere tapınmanın
sebebi de onları Allah’a ulaşmaya ve Ona yaklaşmaya bir vesile kılma arzusudur.
Eski filozoflar, nefislerinin temizliği ve zihinlerinin berraklığı neticesinde,
âlemin hikmetli bir yaratıcısı bulunduğunu bildiklerinde -ki bu onların bu
yaratıcının sanatındaki harikalığı düşünmeleri, onun mahlûkatındaki
olağanüstülükleri tefekkür etmeleri ve yoktan var ettiklerini nasıl halden hale
çevirdiğine bakmaları neticesinde olmuşturve zihinlerinde onun hüviyetine
ilişkin bir fikir oluştuğunda, onun birliğini kabul etmişler ve onu
tanrısallıkla nitelendirmişlerdir. Yine onlar, onun yaratıklarının en safı ve
mahlûkatı içerisindeki kullarının en temizi olan melekleri bulunduğunu
bildiklerinde, onları Allah’a bir yakınlık vesilesi edinmeyi arzulamışlardır.
Meleklere
tazimde bulunmak suretiyle Ona yakın olmanın yollarını aramışlardır. Bu, dünya
ehlinin, krallara en yakın olan kimseleri vesile edinmek suretiyle onlara yakın
olmanın yollarını aramalarına benzer. İnsanlar içinde krala yakın olmak için,
onun yakınlarını, nedimlerini, vezirlerini, kâtiplerini, seçkin adamlarını,
komutanlarını ve ona yakınlık derecesi bulunanlar arasından ulaşması mümkün olan
diğer kimseleri vesile edinen bazı kimseler vardır. Bunların hepsi, ona yakın
olma ve onun yanında bir yer edinme arzusundan kaynaklanır.
Filozoflar
ve din ehli de buna benzer bir yol izlediler. Allah’ı tanıyan, Ona inanan ve
Onun varlığını ikrar eden kimseler, Ona yakın olmayı ve Onun katında bir yer
edinmeyi arzuladılar. Her biri, kendi imkânı ölçüsünde, kendisine kolay gelen
şekilde, gayretinin kendisini ulaştırdığı yere kadar ve nefsinde kurguladığı
şekilde bunu yapmaya çalıştı.
Allah’ı
hakkıyla bilen bu filozoflar ve ilahiyâtçılar geçip gittiklerinde, arkalarından
başka bir topluluk geldi. Onlar ilim ve marifette bunlar gibi olmadılar. Bunların
dinlerindeki maksatlarını anlayamadılar. Fakat yaşantılarında onlara uymayı
arzuladılar. Böylece onların suretinde putlar yaptılar ve Hıristiyanların
kiliselerinde yaptıkları gibi, Mesih’e (a.s.), Kutsal Ruha ve Cebrail’e ve
Meryem’e (a.s.) benzediğini [düşündükleri] heykeller ve ikonlar oluşturdular.
Onların
Mesih ile ilgili tasarruflarındaki durumu da bunun gibidir. Onun hallerini
kendilerine hatırlatsın diye nasıl da bu ikonlara ve heykellere yöneliverdiler.
Bölüm
Sonra
ey kardeş! Bil ki, İnsanlardan bir kısmı da Allah’a, peygamberler, elçiler,
imamlar, vasiler ya da veliler ve salih kullar aracılığıyla yaklaşmaya çalışır.
Yahut da onlar, Allah’ın Kendisine yakın olan meleklere tazimde bulunmak
suretiyle Ona yakın olmanın yolunu ararlar. Bunların mescitleri,
ziyaretgâhları, [dinî önderlerine] uymaları, onların fiillerini taklit
etmeleri, onların tavsiyelerini ve sünnetlerini yerine getirmeleri, imkânları
elverdiği ve kolaylarına geldiği şekilde olur. Onlar bunları
içselleştirebildikleri ve gayretleri ölçüsünde yaparlar.
Allah’ı
hakkıyla tanıyanlara gelince; onlar Allah’tan başkasını vesile edinmezler. Bu,
Allah’ın velileri olan marifet ehlinin mertebesidir.
Anlayışı
ve bilgisi kıt, işin hakikatine nüfuz edemeyen kimselere gelince; onun için
peygamberlerin dışında Allah’a götürebilecek başka bir yol yoktur. Peygamberleri
yeteri kadar anlayıp tanıyamayanlar için ise, peygamberlerin halifeleri ve
vasileri olan imamlardan ve salih kullardan başka Allah’a götürebilecek bir yol
bulunmaz. Eğer bunların da imamlarını anlayıp tanımaları yetersiz ise, onları
izlemelerinden, tavsiyelerini yerine getirmelerinden, onların sünnetlerine
sarılmalarından, onların mescitlerine ve ziyaretgâhlarına gitmelerinden,
onların kabirleri başında ve suretleri onlara benzeyen heykellerin huzurunda,
dua, namaz, oruç, istiğfar, bağışlanma ve rahmet dileme gibi ibadetleri yerine
getirmelerinden başka kendilerini Allah’a yaklaştırabilecek bir çare yoktur.
Onlar bu heykelleri ve putları, imamlarının kendilerine işaret ettikleri
hususları hatırlamaları, onların halleriyle hallenmeleri için yapmışlardır.
İşte onlar bunlara benzer şeylerle Allah'a yakın olmanın, Onun katında bir yer
edinmenin yollarını ararlar.
Sonra
bil ki her halükarda herhangi bir şeye ibadet eden ve birisiyle Allah’a yaklaşmaya
çalışan kimse bulunur. Bu kimse elbette hiçbir dine mensup olmayan ve hiçbir
surette Allah’a yaklaşmaya çalışmayan kimseden daha iyidir. Nitekim bir topluluğa,
anlayış ve ayırt etme gücü verildiği halde onlar, insanların genelinden ayrıldıkları
gibi, onların hasları içinde de yer almadılar. Dolayısıyla onlar, Allah’ı
hakkıyla tanıyamadılar. Onun birlik sıfatlarını gerçek anlamda kavrayamadılar.
İlim ve basiret yoluyla ahireti de bilemediler. Dine taklit ve iman yoluyla da
olsa rıza göstermediler. Onlar, bunlar arasında gidip geldiler. Ne avamın ne
de has kulların arasında yer alabildiler. Ey kardeş! Sen onlar arasında
bulunmaktan sakın. Çünkü onlar, İblis’in orduları, şeytanların kardeşleridir. “Onlar,
gururla birbirlerine yaldızlı sözler fısıldarlar'[7]
Din ehlini ayıplarlar; onları küçümserler ve böylece farkında olmadan
kendilerini helak ederler.
Sonra
bil ki, onlar her halükarda putperestlerden bile daha kötüdürler. Çünkü
putperestlerin an azından bir dinleri vardır. Onlar, Allah’a yakınlaşmaya
çalışırlar, Ondan korkarlar ve Ona umut bağlarlar. Ancak hiçbir dini olmayan bu
kimselere gelince; onlar, hiçbir şeye inanmazlar, ibadette bulunmazlar, hiçbir
şeyden korkmazlar ve hiçbir şeye umut bağlamazlar.
Sonra
bil ki, gerçekte bu tür kimselerin dini terk etmelerinin sebebi, onların, din
ehlinin ihtilaflarına dair düşündüklerinde, her topluluğun dininin, diğer
topluluklar katında kusurlu bulunduğunu fark etmeleridir. Böylece onlar,
kusursuz hiçbir din ve mezhebin bulunmadığına kanaat getirerek tüm dinleri terk
ettiler. Dolayısıyla onlar, akıllı bir kimsenin dinsiz olmasının, her türlü
ayıbın üstünde bir ayıp ve çirkinlik olduğunu düşünüp idrâk edemediler.
Sonra
bil ki, din ehlinin birbirlerinin ayıplarını dillendirmelerinde açık bir hikmet
vardır. Biz, bu hususlardan, “Sebepler ve Sonuçlar Risâlesı’nde
bahsetmiştik. Bu durum, dinin kusurlu olmasından kaynaklanmamaktadır. Ancak din
koyucu, çeşitli maksatlardan dolayı, farklı farzlar, tutum ve davranışlar
belirlemiştir. Bu maksatların açıklanması, burada uzun sürer. Bu tutum ve
davranışlar, bir topluluğa göre övgüye değer ve iyidir. Çünkü onlar, bunlara göre
yetişmişler ve uzun bir süre onları alışkanlık haline getirmişlerdir. Onların
adetleri bunlara göre şekillenir. Ancak bu din, başka bir topluluğa göre çirkin
ve kusurlu olabilir. Çünkü onlar, bundan başka bir din üzere yetişmişler, onu
adet haline getirip ona alışmışlardır. Bu, dinin kusurlu ve din ehlinin tutum
ve davranışlarının çirkin olmasından dolayı böyle değildir.
Sonra
bil ki, insanların tabiatları farklı, huyları değişik, istekleri çeşitli olduğu
ve nefislere zamana, mekâna, tabiatlara, mizaçlara ve adetlere bağlı olarak
muhtelif hastalıklar ilişebildiği için, yasa koyucular, nefislerin tâbipleri ve
müneccimleridirler. Nitekim Hz. Peygamber şöyle buyurmuştur: “Ashabım
yıldızlar gibidir; hangisine uyarsanız, doğruyu bulursunuz.” Onların hepsinin
maksadı, kendilerini arızî afetlerden koruyup kollamaktır. Dolayısıyla onlara
farz kılınanlar, farklılık arz eder. Uygun düşen tutum ve davranışlar,
ümmetten ümmete ve topluluktan topluluğa değişir. Ancak insanlar ve ümmetler
arasında, nefisleri tedavi eden, onları haramlardan koruyan [maneviyat
tâbipleri] vardır. Bu durum, bedenleri tedavi eden tâbiplerin, farklı
beldelerde, muhtelif hastalıkları muhtelif zamanlarda farklı ilaçlarla tedavi
etmelerine benzer. Yerine ve zamanına göre, içecekler değişir, bir ilacın
yerine başka biri kullanılır. [Haçların] ölçüleri azaltılıp çoğaltılabilir.
[Tabipler bu tür konularda] özellikle insanların mizaçlarındaki farklılığı
dikkate alırlar ve adetleri gözetirler.
Çünkü
onların maksadı, mevcut sıhhati korumak ve kaybolanı da geri getirmektir.
Yasalarla uğraşan tâbiplerin fiilleri de buna benzer. Onların da yolları,
tertip ettikleri yasaları, buyrukları, caiz gördükleri ve yasaklayıp haram
saydıkları şeyler, tıpkı bedenleri tedavi eden tâbiplerin tedavi yöntemlerinin
farklı olması gibi kesinlikle farklılık arz eder.
Ey
kardeş! Mesih’in çeşitli toplulukları tedavi ettiği, ölüleri dirilttiği, körü
ve cüzamlıyı iyileştirdiği, hatta sapkın bir topluluğun nefislerinin onulmaz
cehalet hastalıklarından kurtulduğu, sırlar ve hikmetler [şarabından]
içilmesiyle, tevhit ve ululama macunlarıyla, yumuşaklık ve istiğfar
ilaçlarıyla, perhiz ve şehvetlerden uzaklaşma aracılığıyla ve gazap ateşinin
parlamasından ve ahmaklığın dondurucu soğuğundan kaçınmak suretiyle zorluğun
ortadan kalktığı, senin bilmediğin bir şey değildir. Görme engellinin, göze
uygun bir tedavi yoluyla iyileştirilmesi de bunun gibidir. Çünkü asıl körlük,
gözün kör olması değil, kalp körlüğüdür. Nitekim asıl zenginlik de, mal
zenginliği değil, kalp zenginliğidir.
[Hz.
Mesih, kalp körünü ve] görme engelliyi nasıl tedavi etti? Bu son derece şaşılacak
bir iştir. Kuşkusuz o, [kalp körünü ve] görme engelliyi, rûhânî cevherler sürmesinin
çekilmesi, ilahi sırların terkip edilmesi, heyûlânî tohumların saçılması, ilahi
yasaya özgü temellerin yayılması ve gökten indirilen sofraların serilmesi
suretiyle iyileştirmiştir. Böylece vadiler kendi ölçülerince akmıştır. Hiç
kuşkusuz O, ölüleri diriltir, görme engelliyi ve cüzamlıyı da Allah’ın izni ve
başarıya erdirmesiyle bu tür tedavileri kullanarak iyileştirir.
Ey
kardeş! Gaflet ve cehalet uykusuna karşı dikkatli ol. Sakın Allah’a karşı kötü
düşüncede bulunma. Allah dostlarını ara. İlahi yasaları tertip edip
düzenleyenlerle birlikte oturup kalk. Böylece onların şefaati ve bereketi ile
sevinçlere ve ahiret yurdunun nimetlerine gark olursun.
Bölüm
İlahi
Dinlere Mensup Olanlar Arasında Usul/Asıllar ve
Fürûda/Ayrıntılarda Ortaya Çıkan İhtilafların Sebeplerine Dair
Bunun
dile getirmemiz gereken çeşitli sebepleri vardır. Ancak fırkaları inceleyip
mezhepler hakkında konuşanların çoğu bunlar arasındaki farkı bilmez. Fakat biz
burada onların bir kısmını anlatacağız. Bu bağlamda deriz ki:
“Din”in
Arap lügatindeki anlamı; bir cemaatin tek bir lidere itaatidir. İtaat ancak
emirler ve nehiyler aracılığıyla ortaya çıktığına göre; emir ve nehiy de
yalnızca hükümler, sınırlar/hadler ve bilinenlerde bulunan şartlar
aracılığıyla bilinir. Bunların hepsi, “dinin şeriatı” ve “hükümlerinin
yöntemleri/süneni” olarak nitelendirilir.
İnsan,
açık ve ortada olan cisimsel ceset ile içte ve gizli olan nefsin bileşiminden
ibaret olan bir bütün olduğuna göre; Dinin ve İslâm’ın hükümleri ve şeriatın
belirlediği sınırlar/hadler; açık/zahir ve gizli/bâtın olmak üzere iki
kısımdır. Açık olanlar, organların amelleri, gizli olanlar ise, vicdanlarda
saklı olan inançlardır. Asıl olan da budur. Nitekim Hz. Peygamber (a.s.) şöyle
buyurmuştur: “Ameller niyetlere göredir; herkes için niyetinin karşılığı
vardır’
Sonra
bil ki, peygamberler (a.s.) elbette dinden açık ve gizli olarak inandıkla rı
hiçbir şeyde ihtilaf etmezler. Nitekim Allahü Teâlâ şöyle buyurmuştur: “Dinde
dosdoğru olun, onda ayrılığa düşmeyin.”[8]
Peygamberlerin ve ilahi yasalarla meşgul olanların üzerinde ittifak edip
ayrılığa düşmedikleri on iki haslete inandıkları konu sunda, “İlahî Yasalar
Risalesinde bir açıklamada bulunmuştuk.
Emirler,
yasaklar, hükümler, hadler ve yol ve yöntemlerden ibaret olan şeriat lara
gelince; onlar bu hususlarda Allah’ın şu buyruğunda geçtiği üzere ihtilaf et
mişlerdir. “Sizden her bir grup için bir yol ve yöntem/belli bir gidişat ve
hayat tarzı belirledik.”[9]
Yine Allah şöyle buyurmuştur: “Her ümmet için uyguladıkları ibadet usulleri
belirledik.”[10]
Sonra
bil ki, şeriatların farklı oluşları zararlı değildir. Çünkü din birdir. Din, em
reden ve yasak koyan reise, onun, emir ve yasak altında bulunanların her biri
için uy günlüğünü ve yararını gözeterek koyduğu emir ve yasaklarında, ona itaat
edip boyu n eğmekten ibarettir. Çünkü yasa koyucuların emirlerinin ve
yasaklarının durumu, dostve müşfik olan tâbibin durumuna benzer. Nitekim tâbip,
hastasına, doğal olarak yazın sıcak olan şeyleri almaktan uzak durmasını önerir
ve onun sıcak beldelerde soğuk içecekleri içmesine izin verir. Dolayısıyla
hastanın, tâbibin kendisi için yararlı görüp emrettiği şeyde, ona itaat etmesi
gerekir.
Bu
yüzden peygamberlerin (a.s.) şeriatları farklı olmuştur. Aynı şekilde dinde iz
lenen yol ve yöntemler ve yasaların dayanakları da f arklılık arz eder. Çünkü
peygam berler ve yasa koyucular, nefislerin doktorları ve müneccimleridir.
Nitekim devirler, asırlar ve milenyumların geçmesiyle birlikte, zamanın,
havanın ve gıdaların değiş mesi neticesinde, cesetlere birtakım hastalık ve
illetlerin ilişmesi gibi, her zamanın ehline, kötü huylardan, çirkin
adetlerden, kara cahillerin bozuk görüşlerinden kay naklanan çeşitli
hastalıklar ve illetler ilişebilir. Bu bakımdan tâbiplerin ilaçlarının ve
tedavi yöntemlerinin de değişmesi ve farklılık arz etmesi gerekir.
Bu
itibarla her zamanın ehline göre, peygamberlerin şeriatları ve izledikleri yol
ve yöntemler, tıpkı Hz. Nuh’un (a.s.) kendi zamanındaki şeriatı, ondan sonra
başka bir zamanda ve başka bir topluma gelen Hz. İbrahim’in şeriatı, daha sonra
başka bir zamanda ve başka bir topluma gelen Hz. Musa’nın (a.s.) şeriatı, onun ardından
başka bir zamanda ve başka bir topluma gelen Hz. İsa’nın şeriatı ve nihayet
peygamberlerin efendisi Hz. Muhammed’in (Allah’ın salât ve selamı, esenliği ve
hoşnutluğu onun üzc rine olsun) şeriatı gibi, ümmetten ümmete ve nesilden
nesile değişirler. Nitekim Allah Teâlâ şöyle buyurmuştur. “Allah Nuh’a
buyurduğu şeyleri size de dinden bir yol olarak buyurmuştur. [Ey Muhammedi]
Sana da vahyettik.”[11]
İşte bunların hepsinin şeriatları farklı olsa da dini birdir. Biz bu bölümde
ancak bu kadarını zikredebiliyoruz. Bu bağlamda, şeriatların neshini inkâr
edenler, din ile şeriat arasındaki farkı bilmeyenlerdir.
Yahudi,
Hıristiyan ve Müslüman topluluklar arasında görüldüğü gibi, tek bir şeriata
mensup olanlar arasında ortaya çıkan ihtilaflara gelince; bunlar beş kısımdır:
Birincisi, kariler arasında görüldüğü gibi vahyin lafızları üzerindeki
ihtilaflardır. İkincisi, müfessirler arasında görüldüğü gibi manalar üzerindeki
ihtilaflardır. Üçüncüsü, taklit ehli ile basiret ehli arasında görüldüğü üzere,
dinin sırları ve onun gizli manalarının hakikatleri hakkındaki ihtilaflardır.
Dördüncüsü, Şia arasında görüldüğü üzere, peygamberlerin halifeleri olan
imamlar hakkındaki ihtilaflardır. Beşincisi, fakihler arasında görüldüğü gibi
şeriatın hükümleri, dinde izlenen yol ve yöntemler üzerindeki ihtilaflardır.
Karilerin
ihtilafının sebebi, müşterek, müteradif/eşanlamlı, zıt, benzer ve türemiş olan
lafızlardır. Nitekim “Mantık Risalesinde bu beş türün anlamlarını
açıklamıştık. Ne var ki yasa koyucu, vahyinde ve hitaplarında bu beş lafzı da
kullanır. Çünkü Onun kelamı, avam ve havastan olan insanların tümüne
yöneliktir. Ayrıca muhataplar arasında, kadınlar, erkekler, âlimler, cahiller,
akıllılar ve bön olanlar vardır. Dolayısıyla O, bu lafızları, yalnızca,
herkesin, Kendi lafızlarının anlamlarını, kavrayışı, zekâsı ve tabiatının
saflığı ölçüsünde kavrayıp iyice anlaması için kullanmıştır. Bu bakımdan vahyin
okunuşunu işiten hiç kimse, faydadan hali değildir. Bu, peygamberlerin
kitaplarındaki, özellikle de Kur an’daki en büyük mucizedir. Bu nedenle Hz.
Peygamber şöyle buyurmuştur: “Kuran yedi harf üzere indirilmiştir; bunların
hepsi [gönüllere] şifa, [akıllar için] yeterlidir. Her ayetin bir zahiri bir de
batını vardır.”[12]
Vahyin
lafızlarının manalarını araştıran müfessirlerin ihtilaf etmelerinin iki tür
sebebi vardır: Birincisi, lafızların bu manalara ihtimaliyetinin bulunmasıdır.
İkincisi ise müfessirlerin marifetteki mertebeleri, nefislerinin cevherinin
saflığı ve zekâları gibi faktörlerdir. Bu yüzden onlardan her biri, diğerinin
neshettiğinin/hükümsüz saydığının dışındaki bir şeyi nesheder. Müfessir,
anlayışı, dikkati ve ilmi ölçüsünde peygamberlerin kitaplarındaki manalara
bakar. Nitekim Yüce Allah şöyle buyurmuştur: “Allah sizden iman edenlerin
ve kendilerine ilim verilenlerin derecelerini kat kat artırır”[13],
“Her bilenin üzerinde, daha iyi bir bilen vardır.”[14]
Dinin
fıkıh, hükümler ve hadler kısmında, fırkaların ve mezheplerin temellerini
oluşturan âlimlerin ve fakihlerin ihtilaflarının durumu da bunun gibidir.
Onlardan bir kısmı, manaları, vahyin lafızlarının zahirinden, bir kısmı,
müfessirlerin sözlerinden, bir kısmı, kıyaslar ve içtihatlardan ve bir kısmı
da, işitme yoluyla ulaştıkları haberler ve rivayetlerden elde etmişlerdir.
Onlardan her birinin içtihadı da nefsinin kuvveti, cevherinin, içtihadının ve
araştırmasının safiyeti oranındadır. Onlardan birinin uygun gördüğünü diğeri
uygun görmez. Dolayısıyla onlar, elde ettikleri haberlerin sıhhat derecesiyle
ilgilenmişler, onlara göre içtihatta bulunup delil sunmaya çalışmışlardır.
Allah,
kullarını, talepleri karşılamada bu anlamdaki içtihatla sorumlu tutmuştur.
Nitekim “her müçtehidin içtihadından bir nasibi vardır” denilmiştir. Allah da
şöyle buyurmuştur: “O, hiç kimseye gücünün üstünde bir sorumluluk yüklemez.”[15]
Onların,
peygamberlerin (a.s.) kendilerinden sonra ümmetleri içerisinde halifeleri olan
imamlar hakkındaki ihtilaflarına gelince; bunun nedeni, yasa koyucunun,
yasaları oluşturup tamamlamaya ve eksiklikleri ortadan kaldırmaya çalışırken
beşerî ve melekî faziletlerden olan kırk küsur haslete muhtaç olmasıdır. Bize
ait olan bir risâlede bunlardan söz etmiştik. Yasa koyucu, şeriatın emrini,
dinde izlenen yol ve yöntemleri sağlam bir şekilde ortaya koyup, yöntemi
açıklayıp ve yolu izah edip bu hal üzere öldüğünde, bu özellikler onun
ümmetinden olan faziletli ashabına ve yardımcılarına miras olarak kalır. Fakat
bu özelliklerin hepsi, onlardan herhangi birisinde bir arada bulunamayacağı
gibi, onlardan herhangi birisi, bu özelliklerin herhangi birinden de hali
değildir.
Bu
ümmet, peygamberlerinin vefatından sonra, onun emri ve tavsiyesi üzere bir
araya geldiğinde, kalplerin uzlaşmasıyla birlikte birbirleriyle yardımlaşıp
birbirlerine destek ve yardımcı olduklarında, doğru yolu bulanlar, doğru yolda
yürüyenler, düşmanlarına karşı muzaffer olanlar, dünya ve ahirette huzur ve
mutluluğa erenler olarak yoluna devam etti.
Sonra
bunlar kendilerinden öncekilerin yollarını izleyerek geçip gittiklerinde,
onların ardından, kendi zürriyetlerinden ve öğrencilerinden olan başka bir topluluk
geldi. Bunlar, bulundukları beldelerde ve konakladıkları yerlerde, hidayete
erip doğru yolda yürüyenler olarak onların izlerinden gitti. Nitekim Hz.
Peygamber şöyle buyurmuştu: “Benim ashabım yıldızlar gibidir. Hangisine
uyarsanız, doğru yolu bulursunuz.” Birbirleriyle çekişip, birbirlerine
hasım olduklarında, birbirleriyle irtibatı kopardıklarında ve peygamberlerinin
tavsiyesini terk ederek herbiri kendi görüşünü beğenip ona göre hareket etmeye
başladığında, birbirleriyle olan yakınlık bağları koptu. Cemaatleri parçalandı.
Kuvvetleri zayıfladı. Din işleri bozuldu. Onlara haset edenler, bu durumdan
sevinç duymaya başladı. Düşmanları onlara karşı zafer kazandı. Onlar, uzak
beldelerde tefrikaya düşüp, her biri kendi mezhebini izlemeye başladığında, herhangi
bir görüşe inanıp onunla ayrı bir yol tutturduğunda ve insanları ona davet
ettiğinde, bu ümmet, peygamberlerinden sonra fırkalara bölünerek düşmanlar ve
hariciler oldular. Ancak bu mezheplerin yalnızca dinin detay kısımlarını
oluşturmalarından ve yasa koyucuların onları dinin aslından türetmelerinden
dolayıdır ki, her ne kadar mezhepler farklı olsa da bu millet yine de tek bir
vücut sayılır. Allah Teâlâ bu duruma şöyle işaret eder. “Sonra kitaba,
kullarımız içerisinden seçtiklerimizi mirasçı kıldık. Onlardan kimileri
kendilerine zulmedenler, kimileri, orta yolu izleyenler ve kimileri de Allah’ın
izniyle hayırda yarışanlardır.”[16]
Sonra
bil ki, âlimlerin fırkalara ve mezheplere bölünmelerinde aklı başında olanların
çoğuna saklı kalmayan pek çok fayda vardır. Bu itibarla sen, akılların farklı
olmalarından dolayı sayısını bir ve kahhar olan Allah’tan başka kimsenin
bilemeyeceği kadar çok ihtilafın bulunduğuna tanık olursun. “Mantık
Risâlesı'nde bunların bir kısmını geniş açıklamalarıyla birlikte sunmuştuk.
Ancak burada söylediklerimizin bir delili olarak tek bir örnek üzerinde
duracağız. Bu konuda şöyle deriz: Bil ki akıllı kimseler, her yeni bir görüş
ortaya atan ve herhangi bir görüşe inanan kimseye karşı kıyaslar oluştururlar.
Böylece basımlarını kesin bir delil sunmaya davet etmiş, akıllı kimseler için
de bir dayanak sağlamış olurlar. Onların bu tutumu, nefislerin ince manalar peşinde
koşmalarına, gizli sırlar üzerinde düşünmelerine, kıyaslar oluşturmalarına, sonuçlar
elde etmelerine ve marifetlerinin artmasına sebep olur. Ayrıca bu yolla
nefisler, cehalet uykusundan uyanırlar ve yanılma ve gaflete karşı teyakkuz
halinde olurlar.
Âlimlerin
ihtilaf etmelerindeki faydalardan biri de şudur: İnsan, huylarında, tutum ve
davranışlarında, mezhep ve fiillerinde güzellik ve faziletlerden uzak olmadığı
gibi kötülük ve rezilliklerden de arınmış değildir. Nitekim sen, insanların
çoğunun güzel huylarla bezenip faziletleriyle iftihar ederken, rezilliklerinden
gaflet edip ayıplarını ve kötülüklerini unuttuklarına tanık olursun.
Âlimlerin
fırka ve mezheplere bölünmeleri, onları birbirlerinin kusurlarını ortaya
çıkarmaya ve bir birler inin kötü taraflarını dillendirmeye götürmüştür. Bu
durum, herkes için rezillikleri terk etme konusunda bir uyarı, dolayısıyla
onları faziletleri kazanmaya bir teşvik olur. Bunda da kendilerine emredileni
yapıp, ayıplandıkları davranışları terk ettikleri takdirde, herkes için bir
yarar vardır. Bu itibarla şöyle denilmiştir: “Âlimlerin ihtilafı rahmettir”.
Âlimlerin,
dinin ve şeriatların hükümleri ve çeşitli mezhepler üzerinde ihtilaf etmelerinin
faydalarından bir diğeri ise, dinin ruhsat ve yoruma izin vermeyen dar ve zor
bir durumda olmamasıdır. Nitekim Allah Teâlâ şöyle buyurmuştur: “Allah size
dinde bir zorluk kılmamıştır.”[17]'
Hz. Peygamber de şöyle demiştir: “Haramlardan, şüpheli şeylerden [uzak
durmak suretiyle] sakınınız.” Âlimlerin görüş farklılıkları/ihtilafı bu
bakımdan da rahmettir. Kısacası din ehlinin, dinde, onun hükümlerinin yol ve
yöntemlerinde ihtilaf etmesinde, ancak araştırmacı ve uzak görüşlü kimselerin
bilebileceği açık bir hikmet vardır.
Bölüm
Tikel
Nefislerin Ancak Dünyaya Uğradıktan Sonra
Ahirete Ulaşabileceği Meselesine Dair
Bu
konuda şunları söyleriz: Bil ki, -Allah sana yardım etsinAllah insanı yarattığı
zaman, onun en yüksek gayesini ahiret yurduna ulaşmak olarak belirledi. Fakat
insanın buraya ulaşması, nasıl ki onun dünyada en iyi durumda bulunması ancak
rahimde bir müddet kalmasından sonra mümkünse, yalnızca dünyada bir müddet
kaldıktan sonra mümkündür. Rahimde kalmaktan maksat, cesedin bünyesinin ve
suretinin tamamlanmasıdır. Sonuçta insan rahimden dünyaya tam ve yeterli bir şekilde
çıkar. Dünya hayatında, onun lezzetleri ve nimetlerinden faydalanır. Dolayı
sıyla dünyada bulunmaktan ve orada bir müddet kalmaktan maksat, nefsin suretinin
tamamlanması ve onun faziletlerinin kemale erdirilmesidir. Onun faziletlerinin
tamamlanması ise ancak bu cesedin, ilahi hikmetin eserleri ile doldurulmasıyla
mümkündür. Bu konuyu “Cesedin Oluşumu Risâlesı’nde ve “İnsan Küçük
Âlemdir Risalesinde açıklamıştık.
Sonra
bil ki, cesetle birlikte olduğu süre içerisinde nefsin sureti tamamlanmaz ve
dünyada cesetle birlikte bulunduğu esnada faziletleri kemale ermezse, öldükten
sonraki ahiret yurdundan tam ve kâmil bir fayda elde edemez. Bu durum, cesedin
bünyesinin ve suretinin rahimde tamamlanıp kemale ermediği takdirde, insanın
dünya hayatından [yeterli ölçüde] yararlanamamasına benzer.
Ve
bil ki, Yüce Allah’ın, dini dünyadan ahirete giden bir yol ve dine sağlam bir
şekilde uyulmasını da dünya ve ahirette iyilik vesilesi kılmıştır. Dinin
zahir/açık ve batın/gizli boyutları vardır. Ona dosdoğru bağlanılması ise bu
ikisiyle mümkündür. İnsanlardan bir kısmı, dine yalnızca dünyanın iyiliğini ve
menfaatlerini arzuladığı için bağlanır; namaz, oruç vb dinin ve şeriatın
hükümlerine bu nedenle düşkün görünür, bu uğurda insanlara gösteriş yaparak
dünyanın yararlarını talep eder. Ancak [bu tür kimselerin söz konusu niyetlerle
de olsa] dinin hükümlerini muhafaza etmesi, dinin ayakta kalmasına vesile
olur. Nitekim şöyle denilmiştir: “Allah, bu dine, ondan nasibi olmayanlarla da
yardım eder!” İnsanlardan bir kısmı da dünyayı, ahiret yurdunu talep etmek ve
öldükten sonrasının iyiliğine kavuşmak için arzular. Onlar, dünyada zühd hayatı
yaşarlar, kötülükleri terk ederler, emanetleri gizlide ve açıkta yerine
getirirler. İnsanlarla, hiçbir hileye ve bozgunculuğa başvurmadan doğruluk ve
takva ile muamele ederler. Dünyanın ve ahiretin hayrı işte bundadır.
Sonra
bil ki, her kim, yasa koyucuların şeriatında, onun hükümlerini ve sınırlarını
değiştirmek suretiyle yeni bir şey ortaya atar da bununla dünyanın menfaatini
arzularsa, bilsin ki, kıyamet gününde yasa koyucu onun hasımdır. Ancak her kim
de böyle bir şeyi hem dünya hem de ahiretin hayrı için yapar, fakat inat edip
inkâr etmeden ya da dünya menfaati için bir vesile aramadan kendisine bu
konuda bir şüphe gelirse, işte o, bundan dolayı bağışlanır ve hesaba çekilmez.
Bölüm
Âlimlerin
İmamet Meselesindeki İhtilafının Sebebi
Bu
konuda şöyle deriz: Bil ki, imamet meselesi de âlimlerin ihtilafettikleri temel
konulardan birisidir. Bu konuda çeşitli delillerle uğraşanlar, yollarını
şaşırmışlar; söylentiler ve lakırdılar içerisinde boğulup gitmişlerdir. Sonuçta
bu meseleyle meşgul olanlar arasında düşmanlık ve kin ortaya çıkmıştır. Onu
arzulayanlar arasında harpler ve çatışmalar meydana gelmiştir. Onun yüzünden
mallar ve kan dökmeler helal sayılmıştır. Bu durum günümüze kadar kesintisiz
bir şekilde gelmiştir. Hatta her gün bu konuyla uğraşanlar arasında ihtilaflar
biraz daha artmaktadır. Dolayısıyla bu konuda fırkalaşma ve mezheplere bölünme
devam etmektedir. Neredeyse bu durum, sayısını Allah’tan başka kimsenin
bilemeyeceği bir noktaya ulaşmıştır.
Bu
bakımdan biz ilk önce bu konunun erbabı arasında, üzerinde ittifak edilen asla
değinecek ardından da konunun detaylarında ortaya çıkan ihtilafların
sebeplerini ele alacağız. Bu minvalden olmak üzere şöyle deriz:
Bil
ki bu ümmetin hepsi, Peygamber’in vefatından sonra onun ümmetinin içerisindeki
halifesi olan bir imamın bulunmasının gerekli olduğunu söylemiştir. Bunun
çeşitli sebepleri ve farklı hususiyetleri vardır: Birincisi, imamın ümmet
içerisinde şeriatı muhafaza etmesi, sünneti ve dini ihya etmesi, iyiliği
emredip kötülükten sakındırması ve ümmetin onun görüşü doğrultusunda hareket
etmesidir.
Diğer
bir topluluk da başka beldelerde, Müslümanlara onun adına halife olurlar;
böylece haracı tahsil ederler, vergileri toplarlar, bunları ordu ve diğer halk
sınıfları arasında bölüştürürler. Böylece Müslümanların sınırlarını korurlar,
topraklarını muhafaza ederler. Düşmanları kahredip yolları hırsızlara ve
eşkıyaya karşı korurlar. Zalimi uzaklaştırıp, güçlü olanın mazlum olan zayıfı
ezmesine fırsat vermezler. İnsanlar arasındaki muamelelerinde insaflı ve adil
olurlar. İşte Müslümanlar için gerekli olan buna benzer özellikler, onların
dünya işlerinin görünürde sağlam yürümesini sağlar.
Diğer
bir özellik, Müslümanların fakihlerinin ve âlimlerinin din işlerinde bir
problemle karşılaştıklarında imama müracaat etmesidir. Böylece o, ihtilaflı
meseleler ortaya çıktığında; fıkıhta, hükümlerde, hadlerde ve kısasta,
namazlarda ve cumalarda, bayramlarda, hacda, savaşta, yargıçları atama ve
görevden alma konusunda bir ihtilafa düştüklerinde, onlar arasında hüküm verir.
Bu durumda onların hepsi, imamın görüşü ve tedbiri, emri ve nehyi
doğrultusunda hareket ederler. İşte bu durum, onların imama duyulan ihtiyaç
konusunda üzerinde ittifak ettikleri asildir.
Fakat
onlar, kimin imam olması gerektiği ve imamın kim olduğu konusunda iki fırkaya
ve mezhebe ayrılmışlardır. Onlardan bir kısmı, yalnızca Hz. Peygamberin
vefatından sonra en faziletli ve ona akrabalık bağı bakımından en yakın olan
kişinin imam olması gerektiği ve ayrıca bu konuda nass/naklî delil bulunduğu
kanaatinde ve inancındadır. Diğer bir kısmı ise bunun aksini düşünür. Bu iki
görüşle ilgili burada açıklaması uzun sürecek olan tartışmalar ve çekişmeler
vardır. Bunlar, onların kitaplarında anlatılmıştır. Ancak bizim burada onlar
arasındaki ihtilafların ilk defa nerede başladığını ve onlar açısından bu
konudaki en problemli durumun nereden kaynaklandığını zikretmemiz gerekir.
Bil
ki imamet, halifelikten ibarettir. Halifeliğin ise iki türü vardır: Peygamberliğin
halifeliği ve hükümranlığın halifeliği... Peygamberliğin özelliklerini ve onu
elde etmenin şartlarını bilmeden önce, imametin özelliklerini ve onun
şartlarını sıralamak, yine hükümranlığın özelliklerini ve şartlarını ve bu
ikisi arasındaki farkları bilmeden önce, bunlardan bahsetmek, yersiz
konuşmaktır. Yersiz olan her söz ise hakikati olmayan bir hezeyandır! Bu
bakımdan bizim öncelikle hükümranlığın özelliklerinden bahsetmeden önce
peygamberliğin özelliklerinden bahsetmemiz gerekir. Bu konuda şöyle deriz:
Peygamberliğin
özelliklerinden ilki, meleklerden gelen vahiy ve haberlerdir. Sonra ümmet
içerisinde daveti açıkça ortaya koymaktır. Sonra indirilen kitabı veciz lafızlarla
tedvin etmek ve onun kıraatini fesahatle ortaya koymak, sonra manalarının
tefsirini ve yorumunun çerçevesini izah etmek, sonra ondan elde edilen sünnetleri
ortaya koymak ve hasta nefisleri bozuk ve zayıf görüşlerden arındıracak tedavi
yöntemlerini, kötü adetleri, çirkin işleri ve hoş olmayan fiilleri
belirlemektir. Sonra nefisleri bu adet ve görüşlerden uzaklaştırmak, onların
kusurlarını ortaya koymak suretiyle vicdanlardan silmek, bu adetlerden
kaynaklanan hastalıkların, onlara dönmeyi engellemek suretiyle tedavisini
yapmak, nefislere vakar, güzel adetler, temiz fiiller, övülen huylar ile ve
kıyamet günü [verilecek olan] bol sevabı övmek ve ona teşvik etmek suretiyle
şifasını vermektir.
Peygamberliğin
özelliklerinden birisi de kötü nefisleri doğru yola döndürme ve onları azgınlık
yolunun sarp yokuşunda ısrarla ilerlemekten alıkoyma siyasetinin keyfiyetini
bilmektir. Yine gaflet içerisindeki nefisleri ve eğlenceyle oyalanan ruhları bu
derin uykularından uyandırma siyasetinin keyfiyetini bilmek ve dirilişi unutan
nefislere, diriliş gününü hatırlatmaktır. Böylece onlar şunu söyleyemezler:
Bize ne bir müjdeleyici, ne bir uyarıcı ve ne de bir kitap geldi!
Peygamberliğin
özelliklerinden bir diğeri de, şeriatta sünnetin icra edilmesi, dinde
izlenecek yolun açıklanması, helal ve haramın ortaya konması, dünya işlerinin
tamamına dair hadlerin ve hükümlerin ayrıntılı bir şekilde gözler önüne
serilmesi; sonra dünyada züht hayatının özendirilmesi, ona aşırı bağlanmanın
yerilmesi ve insanların avamdan, havastan ve bu ikisi arasındaki tabakalardan
olanlarına dair hükümlerin ayrıntılı bir şekilde belirtilmesidir. İlim ehli
arasında meşhur olan buna benzer özellikler, Tevrat, İncil ve Kur an gibi
vahyedilmiş kitaplarda ve peygamberlerin (a.s.) sahifelerinde mevcuttur.
Hükümranlığın
özelliklerine gelince; onun ilki, oyuna başvurulan tebaadan biat almaktır.
Havas ve avamın mertebelerini düzene koymak ve halktan haraç ve vergileri
toplayıp tahsil etmektir. Rızkı orduya ve diğer halk sınıflarına dağıtmak,
sınırları ve ülke topraklarını korumak, krallardan ve başkanlardan gelen barış
ve ateşkes çağrısına cevap vermek gibi hoş karşılanan işleri yapmak, kalpleri
uzlaştırmak ve dağınıklığı önlemek için hediyeler vermektir. Buna benzer
özellikler, başkanlar ve kralların malumudur.
Sonra
bil ki, belki de bu özellikler herhangi bir vakitte insanoğlundan bir şahısta
bir araya gelebilir. O zaman bu kimse hem peygamber hem de kral olur. Belki de
iki şahısta bulunabilir. O zaman da onlardan biri bu ümmete peygamber, diğeri
ise onlar üzerine sultan olur.
Bil
ki, bunlardan birinin ayakta durması ancak diğerinin bulunmasıyla mümkündür.
Nitekim Fars kralı Erdeşîr, vasiyetinde şöyle demiştir: “Kral ve din ikiz
kardeştirler. Bunlardan biri ancak diğeriyle ayakta durabilir”. Çünkü din,
mülkün/ egemenliğin temelidir. Mülk ise dinin koruyucusu... Temeli olmayanın
yıkılması kaçınılmazdır. Koruyucusu olmayan ise zayi olmuştur. O halde mülk için
bir temel, din için de bir koruyucu gereklidir.
Sonra
bil ki Allah Teâlâ, Hz. Davud’da (a.s.), Hz. Süleyman’da (a.s.) ve Allah’ın
sadık kulu Hz. Yusuf’da (a.s.) mülkün ve nübüvvetin özelliklerinin hepsini
topladığı gibi, peygamberi Hz. Muhammed’de (a.s.) de bu ikisini bir araya
getirmiştir. Nitekim Hz. Peygamber (a.s.), peygamber olarak gönderilişinin
başlangıcında, Mekke’de yaklaşık on iki yıl kalmış, bu esnada insanları dine
davet etmiş ve onlara dinin temel esaslarını öğretmiştir. Sonuçta peygamberliğin
tüm özelliklerini şahsında toplamış ve onları en mükemmel dereceye
ulaştırmıştır. Bundan sonra ise Medine’ye hicret etmiştir. Orada da yaklaşık on
sene ümmetin işlerini yoluna koymuş, düşmanları sakındırmış, haraç ve vergiyi
toplayıp tahsil etmiştir. Düşmanlarla barış ve ateşkes antlaşmaları yapmış,
hediyeler alıp vermiştir, onlardan evlenmiş ve onlara kız vermiştir. Böylece
hükümranlık işini de en sağlam şekilde gerçekleştirmiştir.
Sonra
bil ki, Yüce Allah, peygamberliğe hükümranlığı da ekleyince, bunu dünyaya önem
vermesi ve onu istemesinden dolayı yapmamıştır. Fakat Allah, [seçtiği] ümmeti
için din ve dünya işlerini birleştirmeyi murat etmiştir. Burada Onun birincil
kastı, dindir. Hükümranlık/mülk ise çeşitli sebeplerden dolayı arızîdir. Birincisi,
eğer hükümranlık Onun [seçtiği] ümmetinin dışında bir toplulukta olursa,
bunların Onun [seçtiği bu ümmeti] dinlerinden uzaklaştırmalarından ya da
Firavun un İsrail oğullarına yaptığı gibi egemenlikleri altındaki topluluklara
azabın en kötüsünü reva görmelerinden emin olunamaz. İkincisi, Erdeşir’in
söylediği şu sözdür: “Hükümranlık ve din ikiz kardeştirler"
Üçüncüsü, insanların tabiatları ve yaratılışları itibariyle yalnızca
krallarının dinlerine rağbet etmeleri, sadece onlardan çekinmeleridir. İşte bu
özelliklerinden ve burada açıklaması uzun sürecek olan daha başkalarından
dolayı Allah, peygamberi Hz. Muhammed’de (a.s.) hem peygamberliği hem de
hükümranlığı bir araya getirmiştir. Bu mesele Yahudi ve Hıristiyanlara ağır
gelince; onun peygamberliğini reddettiler ve onda şüpheye düştüler. Hâlbuki
onlar, Hz. Muhammed’de (a.s.) hükümranlık ile peygamberliği bir arada
gördüklerinde ve Allah’ın (c.c.), Hz. Davut’un ve Hz. Süleyman’ın kıssalarını
Yahudi ve Hıristiyanlara, bu ikisinin peygamberliğini ve Allah’ın onlarda
peygamberliği ve hükümranlığı bir araya getirdiğini ve böylece hükümranlığın
onların peygamberliğine bir zarar vermediğini onayladıkları için, kesin bir
kanıt olarak indirdiğine tanık olduklarında, Hz. Muhammed’in de durumunun aynı
olduğunu kabul etmeleri gerekirdi. Çünkü hükümranlık, peygamberlik için bir
eleştiri konusu olamaz.
Bil
ki ey kardeş! Yüce Allah, Hz. Muhammed’de hükümranlık ve peygamberliği bir
araya getirmiştir. Ve onu katından bir ruh ile teyit etmiştir. Sonuçta o da
Allah’ın kendisine tahsis ettiği güçlü bir tabiat ve sağlam bir kuvvet ile bu
ikisinin hakkını gerektiği şekilde vermiştir. Nitekim Yüce Allah şöyle
buyurmuştur: “Kuşkusuz Sen, büyük bir ahlâk üzeresin."[18]
Bu durumda olan kimse çok azdır. Çünkü peygamberlik, beşerî faziletlerden kırk
küsur hasletin bir arada bulunmasıyla gerçekleşir. Hükümranlık ise bunların
dışında daha başka şartların bulunmasını gerektirir.
Bölüm
Bil
ki, kralların bazı huyları, peygamberlik hasletlerine aykırıdır. Bunun nedeni,
hükümranlığın dünyevî bir iş olmasıdır. Peygamberlik ise uhrevi bir iştir.
Dünya ve ahiret sanki birbirlerinin zıttıdırlar. Kralların çoğu ise dünyaya
rağbet ederler. Onu arzulayarak ahireti hatırlamayı bir kenara bırakırlar.
Dolayısıyla ahireti unuturlar. Peygamberlere (a.s.) gelince; onların hasleti,
dünyada zahitçe yaşamayı ve ahirete rağbet etmeyi özendirmektir. Onlar bunu
emrederler ve buna teşvik ederler. Bu itibarla bazı kralların durumu,
peygamberlik durumuna aykırıdır. Ancak Allah’ın kendilerinde hükümranlık ve
peygamberliği bir araya getirdiği peygamberler, dünyaya çok fazla rağbet
etmezler. Onun iştah çeken yönlerine düşkünlük göstermezler. Nitekim Yüce
Allahü, sadık kulu Hz. Yusuf’tan (a.s.) şu sözü hikâye etmektedir. “Ey
Rabbim, kuşkusuz bana hükümranlık verdin ve bana rüyaların tevilini öğrettin.”[19]
Onun bu sözü, dünya hayatında zahitlerden birisi olduğuna işaret
etmektedir. Hz. Davut’un ve Hz. Süleyman’ın (a.s.) durumları da bunun gibidir.
Yüce
Allah, Hz. Davut’un (a.s.) kıssasında, onun çok tövbekâr ve yumuşak huylu
olduğundan bahsetmiş; Hz. Süleyman’ın (a.s.) kısasında da onun şu sözünü
nakletmiştir: “Bu, Rabbimin bana şükür mü yoksa nankörlük mü edeceğimi
görmesi için bir lütfudur.”[20]
Hz. Peygamber in durumu da böyleydi. O da dünyada zahitçe yaşadı ve ahirete rağbet
etti. Haberde rivayet edildiğine göre, Cebrail (a.s.), Hz. Peygambere
yeryüzünün anahtarlarını sundu ve şöyle dedi: Bunları al, böylece Allah katındaki
hiçbir şey senin için eksik kalmaz. Bunun üzerine Hz. Peygamber şöyle dedi: “Bunların
hiçbirisine ihtiyacım yok. Çünkü bunların helal olanlarının hesabı, haram
olanlarının ise azabı vardır.” Kuşkusuz o, bunu, dünyaya rağbet etmemeleri
için ümmetine olan şefkatinden dolayı yapmıştır. Yüce Allah’ın şu
buyruklarıyla bu hususa delil getirmişlerdir: “Dünyanın geçici menfaatini
istiyorsunuz, hâlbuki Allah, ahireti diliyor”[21],
“Hayır siz, dünya hayatını tercih ediyorsunuz, hâlbuki ahiret daha hayırlı ve
daha süreklidir”[22],
“Ahiret senin için dünyadan daha hayırlıdır.”[23]
Bölüm
Cebir/Kadercilik
Meselesine Dair
Bu
konuda şöyle deriz: Bil ki, cebir/kadercilik meselesi de insanlar arasındaki
temel ihtilaf sebeplerinden birisidir. Bu konudan da farklı görüşler ve
mezhepler ortaya çıkmıştır. Bu mesele üzerinde, devirler ve asırlar boyunca
ihtilaf eden âlimler ve cedel/tartışma ehli, cebriye ve kaderiye olmak üzere
iki gruba ayrılmışlardır. Cebriyeyi bu konudaki inanç ve görüşlerine, işlerin
sonucuna bakmaları ve onları dikkate almaları sevk etmiştir. Onlar, oluş ve
bozuluş, varlık ve yokluk sahasına çıkan işlerin ve olayların tümünün Allah’ın
takdirine ve ezelî ilmine göre gerçekleştiğini ve bunun aksine hiçbir şeyin
olmadığını gördüklerinde, kendi elleriyle işledikleri fiillerden hiçbirine
kadir olmadıkları, bunların hiçbirinden kaçınmaya ve gerçekte onları terk
etmeye güç yetiremeyecekleri zannı ve iddiasında bulundular. Dolayısıyla
bunların hepsini kaza ve kadere nispet ettiler.
Bunların
basımlarına ve muhaliflerine gelince; onların bu konudaki bakışları ve
dikkatleri; emirlere ve nehiylere, övgüye ve yergiye ve güç ve kuvvet sahibi
olan akıllı kimseye vaat edilen ödül ve cezaya yönelmiştir. Onlara göre
cebriyeciye yukarıdaki hususlarla delil sunulmuş, onun bu konudaki mazereti
ortadan kaldırılmıştır. Artık onun ne Allah’ın ne de insanın katındaki herhangi
bir kimseye kaza ve kader ve Allah’ın olaylara dair ezelî bilgisi ile bir delil
getirmesi mümkün değildir. Çünkü hiç kimse, işin ve fiillerinin başlangıcında
Allah’ın kaza ve kaderinin ve ezelî bilgisinin [ne yönde tecelli ettiğini]
bilmemektedir. Bu durum ona ancak, yaptığı işi bitirdikten veya Allah’ın
emrettiği şeyi terk ettikten sonra açık olarak gözükmektedir. İşte cebriyenin
basımlarının ve muhaliflerinin bakış açısı ve değerlendirmesi budur. Hiç kuşkusuz
bu mesele kendi hali üzere kalmış, ihtilaf devam etmiştir. Bu konuda hüküm
verme, günümüze kadar devam etmiştir. Öyle görünüyor ki, bu konudaki inceleme,
değerlendirme, araştırma ve tartışma artarak devam ettiği sürece, ihtilaflar da
kıyamete kadar gittikçe artacaktır.
“
Allah, kıyamet günü onların arasında ihtilaf ettikleri konulardaki hükmünü
verir.”™
Sonra
bil ki, Allah’ın mahlûkatından herhangi bir şeye kadir olan ve herhangi bir işi
yapan hiç kimse yoktur ki, Allah onu buna muktedir kılmış, bu konuda ona güç
vermiş ve onu yapmayı ona kolaylaştırmış olmasın.
Bil
ki, Allah’ın kadir olanlara kudret ve kuvvet sahiplerine kuvvet vermesi ve
işleri onlara kolaylaştırması, Onun onlardan herhangi birisini, herhangi bir
fiili yapmaya veya onu terk etmeye zorladığı anlamına gelmez.
Bil
ki, kadir olanlardan herhangi birinde, herhangi bir fiili veya işi yapmak üzere
bulunan her kudretin ya da kuvvet sahiplerinden herhangi birinde bulunan kuvvetin
bizzât kendisi bu kimsede söz konusu fiili ve ameli hem yapma hem de terk etme
imkânı verir. Örneğin, konuşan kimse, dilinde konuşmak üzere yaratılmış olan
kuvvetin aynısıyla susmaya da güç yetirir. [Yürümek için] ayaklarda, açmak için
gözlerde yaratılan kudretin durumu da aynıdır. Kişi aynı kudretle bunları terk
etmeye de kadirdir.
Kendileriyle
fiillerin yapılmaya güç yetirildiği diğer kuvvetlerin durumu da buna benzer.
Bununla birlikte belki bir fiili terk etmek, onu yapmaktan, bir diğerini yapmak
da onu terk etmekten daha kolay olabilir. Bu durum, söz konusu kudret
aracılığıyla kolaylaştırılmış olan işlere yönelten unsurlara göre değişir. Buna
örnek olarak gece hırsızlık yapan hırsızın durumu verilebilir. Rahat yataklarda
uyumak, her hâlükârda gecelerin zifiri karanlığında uzak mekânlara güçlükle
gidip korku ve ürkeklikle evlerin duvarlarını delmekten ve yüksek duvarlara
tırmanmaktan daha kolaydır. Ancak hırs ve arzu, şiddetli ihtiyaç, geleceğe dair
ümitler, iştahı kabarmış nefisler, işlerin sonunu hesap etmemek, kuruntulara
aldanma ve şeytanın vesveseleri
78.
Secde, 32/25.
gibi
sebepler, onları daha zor olan fiili yapmaya, daha güç olan işi
gerçekleştirmeye ve daha kolay olanı ise terk etmeye sevk etmiştir.
Diğer
zor ve güç fiillerin ve işlerin durumu da bu örnekte anlatıldığı gibidir. Onların
da terk edilmesi, işlenmelerinden daha kolaydır. Ancak şöyle denilmiştir: “Herkese
yaratılışına uygun olan şey kolaylaştırılmıştır”. Bazısına bir fiili işlemek,
diğer bazısına ise onu terk etmek kolay gelir.
Ey
kardeş! Sakın sen, herhangi birinden bir fiilin meydana gelebileceğinin, ona
herhangi bir işin kolaylaştırıldığının ve kendisi için çok gerekli olmayan bir
şeyi terk etmesinin, Allah’ın bu kimseye dair değişmeyen ve kesin olan kazası
ve kaderi olarak isimlendirilen ezelî bilgisinin dışında bir şeyle olduğunu
zannetme. Bu kaza ve kader, “İman Risâlesfnde açıkladığımız üzere, [astrologların
literatüründe] yıldızların hükümlerinin ve felekî şekillerin etkilerinin
zorunlu sonuçları olarak nitelendirilir. Oraya bakılabilir...
Bölüm
Sonra
bil ki, insanlar var olduktan bu yana yıldızlara dair hükümler de onlar arasında
temel ihtilaf sebeplerinden birisi olmuştur. Âlimler, yıldızlara dair hükümlerinde
üç gruba ayrılmışlardır: Birinci grup, felekî fertlerin, bu süflî fertler
içerisinde var olmadan önce varlıklara delalet ettiğine ve onların bu fertler
üzerinde fiillerinin ve etkilerinin bulunduğuna inanır. İkinci grup, onların bu
fertlere hiçbir etkisinin ve delaletinin bulunmadığına, onların hükmünün,
cansız varlıklar ve sahralara ve ıssız çöllere atılan taşlar hükmünde olduğunu
kabul eder. Fakat onlar, yalnızca, astroloji ilminin verilerini incelemeyi terk
ettikleri, onu öğrenmekten gafil oldukları ve onun hakkında araştırma yapmaktan
uzak durdukları için böyle söylediler ve yıldızların delaletleri ile fiillerini
inkâr ettiler.
Yıldızların
[bir şeylere] delalet ettiğini söyleyenlere gelince; onlar bunun uzun
tecrübelerden, ümmetten ümmete ve nesilden nesile pek çok günler, aylar ve
seneler içerisinde devam edip gelen yoğun incelemelerinden sonra doğruluğunu
açıkça görmüşler ve hakkında bilgi sahibi olmuşlardır. Nitekim bu durum, [bu
konuya ilişkin] hükümlere dair kitaplarda açıklanmıştır.
Yıldızların
[bir şeylere] delaletlerinin, fiillerinin ve tesirlerinin bulunduğunu, onların
diri ve konuşan olduklarını, Allah’ın melekleri, feleklerinin efendileri ve
göklerdeki sakinleri olduklarını söyleyenlere gelince; onlar, bunu ilahiyât
ilimleri ve onlara dair hükümleri inceledikten sonra öğrenmişlerdir. İlahiyat
ilimlerini; tabiat ilimlerini ve onların hükümlerini inceledikten sonra, tabiat
ilimlerini; matematik ilimlerini ve onların hükümlerini inceledikten sonra,
matematik ilimlerini ise; günleri, ayları ve yılları alan uzun bir süre onlar
üzerinde eğitim gördükten sonra öğrenmişlerdir. Sonuçta, tesirde bulunanları,
kâinattaki yıldızların rûhânîyeti olarak nitelendirmişlerdir.
Sonra
bil ki, âlimler, öğrendikleri ve üzerinde düşündükleri ilim ve edebiyat konusunda
onu inkâr edenlerin ve cahillerin sözlerine bakarak şüpheye düşmezler. Aynı
şekilde akıllı kimseler de, içerisinde yetiştikleri ve yakınlık duydukları dini
ve mezhebi terk etmeme fıtratı üzere yaratılmışlar ve ibadeti bu dinin
pratiğine uygun olarak alışkanlık haline getirmişlerdir. Dini, batıllığını
açıkça görüp kusurunu fark etmeden, babalarından, şeyhlerinden ve üstatlarından
almışlardır. Bu yüzden onlardan herhangi biri, doğruluğu kendilerine açıkça
belli olmayan, gerçekliği doğrulanmayan ve hakkında kesin bir kanıt ortaya
konmayan herhangi bir din ve mezhebe girme arzusu duymazlar. O halde sen,
insanları, babalarının dinlerini ve atalarının yollarını takip ediyorlar diye
kınama!
Bil
ki, hak, her dinde mevcuttur, her lisanda dile getirilmiştir. Her insana
şüphenin gelmesi caizdir, mümkündür! O halde sen, ey kardeş! Her din ve mezhep
ehline, sahip olduğu şeye ya da izlediği yola göre hakkı açıkla. Ondan
kendisine gelen şüpheyi kaldırmaya çalış. Eğer güzel yapabileceksen bu işe
giriş. Aksi takdirde onu yapmaya kalkışma ve onu güzel yaptığın iddiasında
bulunma. Sahip olduğun din ve mezhebe sımsıkı tutunma. Onun hayırlı yönlerini
araştır. Eğer onda bir hayır bulursan, ondan daha aşağısı üzerinde durmaya
kalkışma. Nitekim sana gerekli olan, en hayırlısını ve en faziletlisini alman,
ona geçinendir. Öyleyse insanların mezheplerinin kusurlarını saymakla meşgul
olma. Ancak kendi mezhebinin kusursuz olup olmadığına bak.
Bil
ki, akıllı insan, kötü huylarından, çirkin fiillerinden ve hoş olmayan amellerinden
endişe ettiği gibi kendi mezhebinin kusurlarından endişe eder. O, başkalarının
ayıpları, kötü huyları ve çirkin fiilleriyle ilgilenmez. Nitekim bir özdeyişte
şöyle denilmiştir: “Ey Âdemoğlu, senin iki mahallen vardır: Biri, nefsinin
ayıplarının bulunduğu, diğeri ise başkalarının ayıplarının bulunduğu
mahalledir. Sen başkasının ayıplarının bulunduğu mahalleden geçerken her şeyi
gözünün önüne alır, durmadan sağı solu gözlersin, ama kendi ayıplarının
bulunduğu mahallede, her şeyi arkana atar, hiçbir şeye bakmazsın”. Bir Yunanlı
bilge şöyle demiştir: “İnsan kendi ayıplarına karşı kör ve sağırdır. Çünkü ona
en sevimli gelen şey, kendisidir. İnsan, sevdiği şeye karşı ise kör ve
sağırdır”.
Sonra
bil ki, ilimlerin pek çok türü vardır. Her tür, çeşitli dallara ayrılmıştır.
Her bir dal ise diğerinin himayesi altındadır. Her ilmin ehli de onda farklı
mertebelerde bulunur. Kimisi onu öğrenmeye yeni başlamıştır. Kimisi onda
derinleşmiştir. Kimisi de bu ikisi arasında, farklı mertebelerde bulunur. Her
ilim ve mezhep ehline Allahü Teâlâ deliller nasip etmiştir. Dolayısıyla onlar
hükümlerinde ve onlarla ilgili çıkarsamalarında doğru da yanlış da
yapabilirler. Bunlardan biri bazen az bazen de çok olur. Bunların hepsi,
nefislerinin kuvveti, eğitimlerinin uzunluğu ve konu üzerindeki dikkatleri
oranındadır. O halde sen, sanatın batıl olduğunu zannetme; olabilir ki,
deliller, o sanat erbabının, çıkarsamada bulunurken yaptıkları hataları ve
beceriksizlikleri yüzünden doğru değildir.
Bil
ki, yıldızlar ve onların [birtakım şeylere] delaletleri doğrudur ve haktır.
Onlar Allah’ın tayin etiği ve yörüngelerini belirlediği felekî fertlerdir. Her
ne kadar astrologlar/müneccimler, bazı çıkarsamalarında ya da çoğunda hata
etseler de, bu durum astroloji ilmini batıl kılmaz. Nitekim Allahü Teâlâ,
astrolojiyi İdris peygamber için bir mucize kılmıştır. Onun zamanındaki kral
buna iman etmiştir. Onun burada uzun sürecek bir hikâyesi vardır. Tıp sanatı da
bunun gibidir. Çünkü onun da delaleti sahihtir. Bununla birlikte tâbipler,
çoğu kez belirledikleri çıkarsamalar doğrultusunda verdikleri hükümlerinde,
bazen isabet bazen de hata ederler. Bu durum, tıp sanatının geçersiz olduğunu
göstermez. [Bu konu da] Allah’ın belirlediği deliller ise, nabız atışlarının ve
idrarın renginin ve çeşitli nedenlerden dolayı hastanın hallerinin
değişmesidir. Fakihlerin, hâkimlerin ve müftülerin, helal ve haram gibi dini hükümlerdeki
durumu da buna benzer. Onlar da Allah’ın indirmiş olduğu kitaplardaki ayetlerden
ve şeriatın hükümlerinin belirlediği esaslardan hareketle bir çıkarsamada
bulunarak ortaya koydukları hükümlerinde, bazen isabet bazen de hata
edebilirler. Onların hataları ve beceriksizlikleri de bu ilimleri, sanatları ve
ileri sürülen delilleri iptal etmez. Dolayısıyla noksanlık ve acizlik,
kemalinin eksikliğinden dolayı insandan kaynaklanmaktadır.
Sonra
bil ki, azap vaadi de âlimler arasındaki temel ihtilaf meselelerinden birisidir.
Onlardan bir kısmı, Allah’ın sevap ve ödül vaadinde olduğu gibi azap ve ceza
vaadini de yerine getirmesi, Onun hüküm ve adaletinin bir gereği olduğuna
inanır. Çünkü O, vaadini yerine getirmezse yalancı olur. Allahü Teâlâ bundan
münezzeh, ulu ve yücedir.
Bir
kısmı ise, Onun böyle bir durumda yalancı olduğunu kabul etmez. Çünkü bunlara
göre yalan, kişinin yapmadığı bir şeyi yaptığını haber vermesi yahut da yaptığı
halde yapmadım demesidir. Ancak kişi, yapacağım deyip de onu yapmazsa, [yalancı
değil] sözüne muhalif olur. İyi bir vaatte bulunup da ona muhalefet eden kimse,
kınanır ve vefasız sayılır. Ancak ceza ve azap vaadine muhalefet etmek, belki
af, bağışlama, rahmet, acıma, şefkat, kerem, hoşgörü ve lütuf olarak görülür.
Nitekim bu tür övülen özellikler, Allah’ın lütfuna, rahmetine, keremine ve
ihsanına uygundur. Bazı Arapların şu sözü bu kabildendir:
Kuşkusuz
ben, bir ceza ya da ödül vaadinde bulunduğumda, ceza vaadime muhalefet eder,
ödül vadimi yerine getiririm. Çünkü ceza vaadine muhalefet etmek, bir keremdir;
onunla iftihar ederim. Nitekim Allah’ın kuluna yaptığı ceza vaadi de müşfik,
iyi ve âlim bir babanın, cahil ve problemli çocuğuna yaptığı ceza vaadine
benzer. [Örneğin] o şöyle der: Şunları ve şunları yiyip içme, ancak şunları ve
şunları yap. Eğer dediklerimi yapmaz ve öğüdümü tutmazsan, seni döver, hapseder
ve cezalandırırım. Eğer çocuk bunları yapmaz, babasının öğüdünü tutmaz, onun
söylediklerini yerine getirmez, kendisine yasakladığı şeylere uymaz da men
edildiği şeyleri yer ve içerse ve kendisine emredilenleri terk ederse, hasta ve
rahatsız olur, sıhhatini kaybeder, daha yararlı ve faydalı olanları kaçırır,
sonuçta elem ve acı içerisinde kalır. Buna karşın şefkatli baba ise ona yaptığı
ceza vaadini yerine getirme, onu döverek acısını ve ıstırabını artırma
konusunda şefkat eder de bunlardan vazgeçer. Yüce Allah’ın kulları için vermiş
olduğu azap hükmü ve vaadi de bunun gibidir. Elbette bu Ona, Onun rahmetine,
cömertliğine, keremine ve ihsanına daha layıktır.
İyileri
ödüllendirme vaadinin ne zaman ve nasıl yerine getirileceği meselesine gelince;
bu tür meseleler, ilimlerin en karmaşık ve sırların en hassas olanlarındandır.
Âlimler bu konuda çok şey söylemişlerdir. Akıl sahibi kimselerden çoğunun akılları,
bu mesele karşısında hayrete düşmüştür. Onlardan bir kısmı, bunun ölmeden önce
dünyada olduğuna inanır. Bir kısmı ise öldükten sonra ahirette gerçekleşeceğini
kabul eder. İnsanlardan çoğu ise ahireti inkâr eder, onu bilmez ve onun
varlığını kabul etmez. Onun varlığını kabul edenler de onun mahiyeti, keyfiyeti
ve yapıları hakkında çeşitli mezheplere ayrılmışlardır. Bir kısmı, ahiretin bir
ödül ve ceza yurdu olduğuna, onun ancak göklerin harap olup tüm mahlûkatın yok
olmasından sonra gerçekleşeceğine, sonra da Allah’ın, onları ikinci kez yeni
bir yaratılışla tekrar hayata döndüreceğine, ardından da onlara dünyada
işledikleri hayır ve iyiliğin sevabını, şer ve kötülüğün ise cezasını
vereceğine inanır.
Bu
durum, genel halk ve din işlerinden hiçbir şey bilmeyip, dini taklit ve iman
yoluyla kabul edenler için iyidir. Allah’ın bazı matematiksel ve tabiî ilimleri
inceleyen has kullarına gelince; bu görüş onlar için uygun olmaz. Çünkü akıllı
ve bilge kimselerin çoğu, göklerin harap olmasını inkâr ederler ve bunu kabul
etmekten şiddetle kaçınırlar. Dolayısıyla onlar için iyi olan, ahiret hayatına
ve onun, tıpkı ana rahmindeki mevcudiyetin ardından dünya hayatındaki
mevcudiyetin, gençlik günlerinin ardından ihtiyarlık zamanının ve cehalet
döneminin ardından akıl, temyiz, hikmet ve kemal günlerinin gelmesi gibi,
dünyadaki mevcudiyetin ardından ahiretteki mevcudiyetin geleceğine
inanmalarıdır. Bunlar, nefsin başına, bedeni terk etmesinin ardından,
dünyadaki gaflet ve ölümden önceki derin cehalet uykusundan uyanır uyanmaz
gelen hallerdir. Ahiretin bilgisine bir delil olması için dünya hayatını
düşünüp, onun hallerine ve işlerinin nasıl döndüğüne ibret nazarıyla bir bak!
Eğer bunu yapmazsan, cehalet körlüğü içerisinde ölmüş olursun. Sonra da ahiret
hayatına karşı körleşir ve yolunu şaşırırsın. Biz, “Elemler ve Lezzetler
Risalesinde, öldükten sonra iyilerin nasıl ödüllendirilip, kötülerin de
nasıl cezalandırıldığı meselesinin bir kısmını anlatmış, bir kısmını da “Diriliş
ve Kıyamet Risalesinde zikretmiştik. Şimdi ise bu konunun diğer bir
kısmından bahsetmek istiyoruz.
Bölüm
İyilerin
Ödüllendirilmesine Dair
Bu
konuda şöyle deriz: Bil ki, ey kardeş! İyilerin ödülü, ahirette, marifetteki dereceleri
ve salih amellerdeki gayretleri ölçüsünde kat kat artar. İnsanlar amelleri
bakımından farklı mertebelerde bulunurlar. Herkes tabiatı uyarınca hareket
eder. Avamın ve cahillerin hallerinin en iyisi, orucu, sadakayı, namazı, Kuran
okumayı, tesbihatı ve buna benzer onları bela ve musibete maruz kalmamaları
için lüzumsuz, batıl ve boş işlerden alıkoyacak farz ve sünnet ibadetleri
çoğaltmaktır.
Allah’ın
has kullarının amellerinin en faziletlisi ise, beş duyuyla algılanan ve akılla
idrâk edilen nesnelerde, özellikle de bunların dinle ilgili olan kısımlarında
işlerin nasıl yürütüldüğü üzerinde düşünmek, onları dikkatlice incelemektir.
Nitekim şöyle denilmiştir: “Hayırlı işlerin en faziletlisi, tek bir
haslettir; oda tefekkürden ibarettir.” Yüce Allah da şöyle buyurmuştur: “De
ki: ‘Size tek bir öğüdüm vardır: Allah için ikişer ikişer ve tek tek kalkınız,
sonra düşününüz.”[24]
Sonra
bil ki, insan duyulur nesneler üzerinde akıl yürütüp onları tanıdığında ve
akılla bilinen nesneler ve onların nedenleri hakkında düşünüp araştırdığında,
karşısına şu iki yol çıkar: Birincisi, sağ tarafa gider; bu yol onu hidayete
ve doğruya götü rür. İkincisi ise sol tarafa gider; bu yol da onu cehalete ve
sapıklığa iletir. Bunun nedeni, âlemin işlerinin iki tür olmasıdır: Bunlar,
tümellerden (külliyyât) ve tikellerden (cüz’iyyât) ibaret olup
başkası yoktur. İnsan, tümelleri düşünmeye, onların hallerini ve işlerini
dikkatlice incelemeye ve onlardaki hikmetleri araştırmaya başladığında, bunlar
ona apaçık bir şekilde görünür. Onları ve hakikatlerini tanıma imkânı bulur.
Onlarla ilgili doğru olana ulaşır. İnsan bu konuda her ilerleme kat ettiğinde,
hidayeti, yakîni/bilgisinin sağlamlığı, nuru, basireti ve hakikate ulaşmadaki
derecesi artar. Böylece Allah’a daha fazla yaklaşır ve Onun katında daha
değerli olur. İnsan, tikeller üzerinde düşünmeye, onları ve nedenlerini
araştırmaya başladığında ise; onlar kendisine gizlenir ve bağış kapılarını
kapatır. İnsanın onlarla ilgili tefekkürü arttığında, hayreti ve şüpheleri
artar. Böylece Allah’tan daha fazla uzaklaşır. Dolayısıyla insanın kalbi acı
veren bir azap içerisinde kalır.
Örneğin,
insan öncelikle kendisi hakkında düşünmeye başlayıp, vücudunun yapısını,
nefsini, cesedinin nasıl terkip edildiğini, önce babasının sulbünde değersiz
bir su olduğunu, sonra sağlam bir karargâhta nutfe/sperm haline geldiğini,
sonra nasıl küçücük bir et parçasına dönüştüğünü, sonra kemiklere nasıl et
giydirildiğini, sonra birbirini izleyen aşamalardan
sonranasılembriyohalinegeldiğini, sonra cesedinin fitilinin, Ruhülkudüs’ten
çıkan nurun kıvılcımlarını nasıl kabul ettiğini, sonra oluş evreni olan ana
rahminden son evreni olan dünyaya nasıl çıkarıldığını, sonra nasıl duyumsayan
ve algılayan bir çocuk haline geldiğini, sonra cahil bir çocuk iken nasıl
terbiye edildiğini, sonra yetişip bilgin ya da cahil bir genç haline
geldiğini, sonra nasıl gücü nispetinde âlim, filozof, bilge, tedbirli ve mülk
sahibi bir adam olduğunu, sonra nasıl züht ve ibadet ehli bir kişi haline
geldiğini, ardından ömrünün uzayıp da nasıl başlangıçta olduğu gibi kuvveti
gitmiş zayıf biri haline döndüğünü, sonra da [Allah’ın], “Allah sizi zayıf
olarak yarattı, sonra bu zayıflığın ardından size kuvvet verdi, sonra bu kuvvetin
ardından size tekrar zayıflık ve ihtiyarlık verdi; O dilediğini yaratır”
[buyruğunda geçtiği üzere] dinçliğin ve kuvvetin ardından zafiyetin ve
ihtiyarlığın geldiğini; işte insan, düşkünlükten tamlığa, üstünlükten en yüksek
kemal noktasına doğru seyreden bütün bu halleri tefekkür ettiğinde, kendisini
yoktan var eden, yetiştirip büyüten bilge bir sanatkârının bulunduğunu zorunlu
olarak bilir ve aklı buna tanıklık eder.
Bil
ki, Yüce Allah diridir, âlimdir, kadirdir, her şeyi bilendir, hikmet sahibidir,
lütufkârdır, cömerttir, iyidir, şefkatlidir ve çok merhamet edendir. Şayet
insan, anatomiyi ve organların faydalarından, hayvanlardan, bitkilerden,
madenlerden, semavi varlıklardan, feleklerin terkiplerinden ve bunlara benzer
Allah’ın yoktan var ettiği şaşırtıcı sanatlarını anlatan ilim ve bilimlerin
kitaplarını incelediğinde, bu incelemesi nispetinde Allah’a ve ona layık olan
sıfatlara dair bilgisi, marifeti ve basireti artar. Böylece o, Ona daha yakın
olur ve onun, Ona kavuşma iştiyakı artar. İşte bu, sağ tarafa giden yoldur. Bu
yol, üzerinde yürüyeni Allah’a ve Onun cennetlerinin nimetlerine ulaştırır.
Sol
tarafa giden diğer yola gelince; o yol insanı şüphelere, şaşkınlığa, sapıklığa
ve körlüğe götürür. Bu yol, insanın işe, ilimleri, edebiyatı ve matematiği
incelemeden ve ahlâkını güzelleştirip nefsini arındırmadan önce, çocukların
niçin acı çektiklerini bilmek, iyi ve hayırlı kimselerin niçin musibetlere
maruz kaldığını anlamaya çalışmak, haberleri araştırmak, kötü hadiselerin
etkilerini azaltmak, niçin akıllı ve ihtiyatlı olan Zeyd’in fakir olup da aciz
olan Amr’ın zengin olduğu, niçin, aptal olan Cafer’in yönetici, bilge olan
Abdullah’ın ise hor ve hakir düştüğü, niçin bu adamın zayıf olup da, öbürünün
kuvvetli ve sıhhatli olduğu, niçin bu kurtçuğun küçük olup da şu devenin büyük
olduğu, niçin bu filin kocaman cüssesine rağmen dört ayağı bulunduğu halde, şu
böceğin küçücük bedeni olmasına rağmen altı ayağının ve iki kanadının bulunduğu,
böceklerin, sineklerin, maymunların ve pirelerin ne işe yaradığı, domuzları ve
kertenkeleleri yaratmada ne tür bir faydanın bulunduğu, akrepleri ve yılanları
yaratmadaki hikmetin ne olduğu gibi, başkaları şöyle dursun, bilginlerin uzman
olanlarına bile gizli kalıp zor gelen ve sayılarını ve nedenlerini Allah’tan
başka kimsenin bilemeyeceği kadar çok olan tikel meseleleri keşfetmeye
kalkışmasından ibarettir.
İnsan
bunların nedenlerindeki hikmeti ancak ilahiyât ilimlerini inceledikten sonra
bilebilir. O, ilahiyât ilimlerini ancak tabiî hadiseleri inceleyip onlar
üzerinde tefekkür ettikten, bunları akılla bilinen nesneleri inceledikten,
bunları da duyulur nesneleri inceleyip onlar üzerinde iyice düşündükten sonra
bilebilir. Kim bu ilimler ve bilimlerde yeterli dereceye ulaşmadan, onların
eğitimini almadan ve nefsini arındırıp ahlâkını güzelleştirmeden önce, yukarıda
anlattığımız zor meselelerin ardına düşerse, onları kavrayıp anlayamaz.
Sonuçta evrendeki her şeyin kendi haline bırakıldığını ve kâinatın hikmet
sahibi [bir yaratıcının] inayeti ve her şeyi bilen bir sanatkârın sanatı
olmadan tesadüfen meydana geldiğini veya âlemlerin rabbinin, [yarattığı]
âlemlerdeki işlerinden gafil olduğunu, bu yüzden orada hikmete uygun olmayan işler
yaptığını düşünür. Yahut Onun oralarda ne olup bittiğinden haberinin bulunmadığını
ya da bu tikel nesneler üzerinde düşünmeyip onlara önem vermediğini veya
mahlûkatın zayıf olanlarına rahmeti ve ilgisi az olan katı birisi olduğunu
zanneder. Yahut da onun kader programını icrasında ve hükümlerinde mahlûkatı
yormasının, takdirinde aşırılığa kaçmasının, fiillerinin çoğunda adaletsiz ve
hikmetsiz olmasının ve zayıfa yardım etmemesinin mümkün olduğunu kabul eder.
Felsefi ilimlerde ilerlemiş olan geçmiş bilginlerden çoğunun, bilmeyi
arzuladıklarında akıllarını şaşırtan bu tür zanları, şüpheleri ve hayrete
düşüren şeyleri, onların dışındaki, bilinen sırların hakikatlerini bilmeyen ve
eğitimsiz olan kimseler nasıl bileceklerdir. Nitekim şöyle denilmiştir:
Fars’ın bilgesi, Büzercümihra, bu anlaşılması zor hadiseleri düşündüğünde,
onların nedenlerini anlayamadı ve sonuçta Allah’ın hikmet ve adalet sahibi
olduğu kendisine açıkça göründüğü için, bunun bir kanıtı olarak şöyle dedi: “Kuşkusuz
kulun başına gelen musibetlerin, bilemeyeceği hikmetleri ve nedenleri vardır.”
Böylece o, bu zor meseleleri bilmekten aciz olduğunu kendi kendisine itiraf
etmiş oldu.
Nitekim
şöyle söylenir: Bir peygamber, bir keresinde bir dağın eteğindeki bir pınarın
başına uğrar ve ondan abdestahr. Sonra namazını kılmak için dağa tırmanır. Bu
esnada bir atlının bu pınara yöneldiğini, ondan su içtiğini, atını da
suladığını ve ardından para kesesini pınarın başında unutarak atma binip
gittiğini fark eder. Sonra bir koyun çobanının gelip para kesesini gördüğünü ve
onu alıp gittiğini izler. Sonra oraya, üzerinde sıkıntı ve miskinlik alameti
bulunan oduncu bir ihtiyar gelir. İhtiyarın üzerinde ağır bir odun yükü vardır.
İhtiyar yükünü oraya bırakır ve zafiyetin şiddetinden, yor gunluktan, ter ve
bitkinlikten kurtulmak için istirahat etmek üzere sırt üstü uzanır. Bu durumu
izleyen peygamber, düşünür ve kendi kendisine şöyle der: Eğer bu para kesesi
yerinde dursaydı, bu zayıf ihtiyarın onu alması; şu genç, zengin ve kuvvetli
çoba nı n onu almasından daha iyi olurdu! Ancak çok geçmeden atlı, su içtiği
yere geri döner, para kesesini arar ve bulamaz. Oradaki ihtiyardan keseyi
sorar. İhtiyar çekinerek şöyle der: Ondan hiçbir haberim yok. Atlı ona vurur ve
öldürünceye kadar işkence eder. Sonra da çekip gider. Bu durumu gören Peygamber
şöyle der: Ya Rabbi! Bu meselenin hikmeti nedir? Adalet bunun neresinde? Bunun
üzerine Allah ona şöyle vahyeder: İhtiyarın babası geçmiş zamanda atlının
babasını öldürmüştü. Atlının babasında da çobanın babasının kesenin
içerisindeki para kadar bir alacağı vardı. Kısası uyguladım ve borcu iade
ettim. Dolayısıyla Ben, hikmet ve adalet sahibiyim.
Yine
anlatılır ki, Allah’ın peygamberlerinden birisi, içerisinde çocukların oynadığı
bir nehre uğrar. Bu çocukların arasında ama bir çocuk daha vardır. Onlar bu
çocuğu suyun içerisine batırıp çıkarırlar. Çocuk, onlardan kurtulmaya çalışır
ancak başarılı olamaz. Peygamber bu durumu düşünür ve Rabbine ona görme
duyusunu iade etmesi ve böylece diğerleriyle onun arasının eşitlenmesi için dua
eder. Allah çocuğa görme duyusunu iade ettiğinde, çocuk gözlerini açar ve diğer
çocuklardan birine yaklaşır. Onu tutar ve suya batırır. Öldürünceye kadar da
bir daha dışarı çıkarmaz. Aynısını diğerlerine de yapmayı ister ancak onlar
kaçar. Bu durumu gören peygamber, Allah’a onları bunun şerrinden koruması için
dua eder. Bunun üzerine Allah ona şöyle vahyeder: Aslında ben onları bunun
şerrinden korumuştum, ancak sen benim hükmüme razı olmadın ve mahlûkatımdaki
tedbirime itiraz ettin. Böylece bu peygambere âlemde meydana gelen bu tür
işlerin hepsinde, Allah’tan başkasının bilemeyeceği bir sırrın, tedbirin ve
hikmetin bulunduğu açıkça görünmüş oldu.
Allahü
Teâlâ Kur anda, bu bağlamda iki peygamber arasında geçen konuşmayı anlatmıştır.
Bunlardan birisi, şeriat, emir, nehiy, hadler, vergiler ve hükümler sahibi olan
Hz. Musa (a.s.), diğeri ise, sırra, gaibe ve gizli şeylere vakıf olan Hızır
(a.s.)’dır. Hz. Musa’nın, onun hikmetin gereğine uygun olarak yaptığı işlere
nasıl itiraz ettiğine ve onun da, Hz. Musa’ya, sabredemediği işlerin iç yüzünü
nasıl bildirdiğine bir bak! Bu hikâyeleri bu bölümde, yalnızca pek çok fırka ve
mezhebin, âlimlerin üzerinde düşündükleri ve nedenlerini araştırdıkları bu tür
zor meselelerden kaynaklandığı için anlattık. Çünkü onların anlayışları,
bunların keyfiyetini bilmeye yetmeyince, Allah’ın korudukları, kalbini hidayete
erdirip marifete ulaştırdıkları hariç, diğerlerinin görüşleri ve mezhepleri
farklılık arz etmiştir. Nitekim Yüce Allah şöyle buyurmuştur: “Allah’ın
ilminden Onun dilediğinden başkasını ihata edemezler. ”[25].
Melekler ise şöyle demiştir: “Senin bize öğrettiğinden başka bilgimiz
yoktur.”[26]'
Allah’ın bir başka buyruğu da şöyledir: “Ey Rabbimiz! Sen her şeyi ilminle
ve rahmetinle kuşattın.”[27]
Bölüm
Sonra
bil ki, zor meseleler, sayısını Allah’tan başka kimsenin bilemeyeceği kadar
çoktur. Ancak bunların hepsi şu üç tür içerisinde birleşir: Birincisi, cismânî
tabiatın duyulur meseleleridir. İkincisi, akılla kavranan rûhânî meselelerdir.
Üçüncüsü ise, cismânî ve rûhânî meseleler arasında yer alan matematiksel
meselelerdir. Cismânî meselelere gelince; bunlar da üç kısımdır: Birincisi,
açık ve görünür olanlar; İkincisi, latif ve ince olanlar; üçüncüsü ise bu ikisi
arasında olanlardır. Bu meselelerden bir kısmını, tabiat risâlelerimizde
anlatmış ve her risâlede, uygun düştüğü kadarıyla ve maksadı karşılayacak
ölçüde onlardan söz etmiştik.
Rûhânî
meseleler de üç kısma ayrılır: Birincisi, hayal gücüne yakın olanlar; İkincisi,
uzak olup zihinde tasavvur edilmesi ve hayal gücünün imgelemesi mümkün
olmayanlar; üçüncüsü ise, bu ikisi arasında bulunanlardır. “Akılla bilinenlere
(akliyyât) dair risâlelerimiz’de matematiksel ve metafıziksel meselelerin bir
kısmından söz etmiştik.
Matematiksel
meseleler de üç kısımdır: Birincisi, hayal gücüne yakın olanlardır. Bunlar için
en küçük düşünce yeterlidir. İkincisi, son derece uzak olanlardır. Bunların
tasavvuru için, çok yoğun düşünmek ve hassas bir araştırma yapmak gerekir.
Üçüncüsü ise, bu ikisi arasında olanlardır. Bunların da bir kısmını, matematiğe
dair risâlelerimizde zikretmiştik.
Bunların
hepsi dokuz türden ibaret olup, âlimler arasındaki çeşitli zor meselelerin
hiçbirisi bunların dışında kalmaz. Bunların alt kısımlarına gelince; sayılarını
Allah’tan başka kimsenin bilemeyeceği kadar çokturlar.
Sonra
bil ki, Yüce Allah bu ilimlerin ve fenlerin her bir türü için insanlardan bir
ümmet yaratmış, onların nefislerinin doğasına bu ilimlere karşı bir muhabbet
yerleştirmiş, onlara bunları araştırma, öğrenme, inceleme ve düşünme imkânı
vermiştir. Böylece ilimler ve fenler, onlar aracılığıyla korunmuş, onların yok
olmalarının önüne geçilmiştir. Nitekim O, her bir sanat ve ticaret için de
insanlardan bir ümmet yaratmış, bunları onların dünya hayatı boyunca geçim
vasıtaları kılmıştır. Bu yüzden onların hepsi, insanların din ve dünya
işlerinde kendilerine ihtiyaç duymalarından dolayı korunarak devam etmiştir.
Sonra
bil ki, ilimler ve fenler, sanatların, ticaretlerin ve amellerin birbirlerinden
üstün olması gibi birbirlerinden üstün olurlar. Onların ehli ve erbabı da aynı
şekilde üstün olurlar. Her ilmin erbabının en üstünü, ilimde derinleşmiş
olanlar, onların usullerini ve detaylarını bilenlerdir. Bu durum, sanat ve
ticaret erbabının en üstününün, onlarda en mahir ve onlar hususunda üstat
olanların olmasına benzer.
Sonra
bil ki, her ilim ve fen, her insanın öğrenmesine ve onunla ilgilenmesine uygun
değildir. Ancak her insanın öğrenmesi öncelikli olan ilimler, cehaletine mazeret
ileri sürmesi mümkün olmayanlar ve elde etmesi, üzerine vacip olanlardır. Ey
kardeş! Öncelikle aklınla düşün, basiretinle ayırt et. Sonra da, ameller,
sanatlar ve ticaretlerden kendin için gerekli olanı tercih ettiğin gibi ilimler
ve fenlerden de kendin için gerekli olanı seç.
Sonra
bil ki, insanlar; halleri, sanatları, amelleri, ahlâkları, görüşleri,
mezhepleri, ilimleri ve marifetleri bakımından sayılamayacak kadar çok
tabakalara ayrılmışlard ı r. Ancak bunların hepsini şu üç tabakada toplamak
mümkündür: Birinci tabakayı, ka dınların, çocukların ve cahillerin geneli
oluşturur. İkinci tabaka, âlimlerden ve ilim lerde derinleşmiş olan bilgelerden
oluşur. Üçüncü tabaka ise bu ikisi arasında olanlardır. Bunlardan her bir
tabakanın, kendileri için en uygun ve öncelikli olan ilmi vardır. Bu ilimlerden
bir kısmı, havasa/seçkin kimselere uygun olup, avam için uygun değil, diğer bir
kısmı da avam için uygun olup havasa uygun değildir. Ancak ilimlerden,
fenlerden ve edebiyattan avama, havasa ve bu ikisi arasında bulunan tabakaların
hepsine uygun olanı, dine, onun adap ve erkânına ve bunlarla ilgili amellere
dair ilimdir.
Sonra
bil ki -Allah sana yardım etsindine, onun adap ve erkânına ve bunlarla amel
etmeye dair ilim, üç kısma ayrılır: Birincisi, açık ve görünür olan; İkincisi,
gizli ve görünmez olan; üçüncüsü ise bu ikisi arasında bulunanlardır. Dinin
hükmünden, adap ve erkânından avam için en uygunu, açık, görünür ve ortada
olanlardır. Namaza, oruca, zekata, sadakalara, kıraate, tespihe, tehlile ve
ibadetlere, keza haberlere, rivayetlere, kıssalara vb dair; öğrenmeye, teslime
ve imana bağlı olanlar bu türdendir. Avam ve havas arasında yer olan orta
tabakalarda bulunanlara en uygun olan din ilimleri, onun hükümlerini anlamaya,
uygun olan yaşayış biçimini araştırmaya, “tefsir” (açıklama), “tenzil” (gökten
vahiy indirme) ve “tevil” (yorum) gibi lafızların manalarını, “muhkem” (net
anlamlı) ve “müteşabih” (anlamı kapalı) olanları incelemeye ve dinde taklitten
hoşlanmayan kimsenin içtihada ve dikkatli düşünmeye imkânı bulunduğunda kesin
kanıt ve burhân aramasına dair ilimlerdir.
Hikmette
üst mertebelere ulaşanların ve din ilimlerinde derinleşmiş olanların, ardına
düşmeleri ve üzerinde düşünüp araştırma yapmaları en uygun olanı ise, dinin
sırları, gizli meselelerin iç yüzleri, ancak şehvet kirlerinden, kibrin ve
riyanın pisliklerinden arınmış olanların ulaşabileceği saklı sırlarıdır. Bu,
yasa koyucuların meramlarını, onların rumuzlarında ve latif işaretlerinde
aramaktan ibarettir. Onların anlamları meleklerden alınmıştır. Yine onların
tevili ve manalarının hakikati, Tevrat’ta, İncilde, Zebur’da, Kuranda ve
peygamberlerin sahifelerinde mevcuttur. Bunlar, evrenin yaratılışının başlangıcına,
göklerin ve yerin altı günde yaratılışına, sonra Allah’ın Arşa istiva etmesine,
ilk insanın topraktan yaratılışına, ondan ve neslinden ahit alınışına,
meleklerin rablerine sitem edişlerine, yine onların yalnızca rablerinin sözünü
dinleyip Âdem’e (a.s.) secde etmelerine, İblis’in ise secde etme konusunda
kibirlenip isyan etmesine, ebedilik ve bitmeyecek saltanat ağacına vb zamanın
ve günlerin geçmesiyle ortadan kalkan hadiselere dair haberlerin işaretlerinden
ve anlamlarından ibarettir. Ayrıca bunlar, berzahta beklemek, diriliş, kıyamet,
haşir ve neşir, mizan, A’râf’ta durmak, sırattan geçip cennete girmek, cennetin
nimetleri ve varlığının keyfiyeti, cehennemin derecelerinin ve onun ehlinin
azabının mahiyeti gibi geleceğe dair haberlerin işaretleri ve anlamları
cümlesindendir. Bunlara benzer meseleler, peygamberlerin (a.s.) kitaplarında
zikredilmiştir. Bunların anlamları nı ıı hakikatine gelince; bu ilimlerden ve
marifetlerden bir kısmını, ilahı yasa kuyuculuğa dair risâlelerimizde
açıklamıştık.
Sonra
bil ki, daha önce anlatılan bu üç tabakaya mensup kişiler, ilim ve marifetlerinde
farklı derecelerde bulunurlar. En yüksek mertebelerde ve derecelerde bulunmak
mümkün olduğuna göre, kendin için aşağıda olanlara rıza gösterme; talebin
doğrultusunda çalış. Kuşkusuz senden üstte yer alanlar, şu andaki
mertebelerinde değillerdi. Sonra talepleri doğrultusunda çalıştılar. Allah da
onları “Yolumuz uğruna gayret edenleri, kuşkusuz yollarımıza
kavuşturacağız”^ vaadinde geçtiği üzere taleplerine kavuşturdu.
Bölüm
Sonra
bil ki, kuşkusuz ilimlerin en şereflisi ve marifetlerin en değerlisi, Allah’ı
ve Ona layık olan sıfatları bilmektir. Âlimler Onun zâtının mahiyeti hakkında
konuşmuş, Onun hakikati ve sıfatları konusunda sözü uzatmışlardır. Ancak çoğu
yöntem ve kurtuluş yolunun sisli havasında yönünü şaşırmıştır. Bunun nedeni, bu
konunun işaret itibariyle meramdan en uzak, ancak vicdan itibariyle mezheplere
en yakın olmasıdır. Nitekim Yüce Allah bir örnek ile bu manalara şöyle işaret
eder: “... Issız çöllerdeki serap gibidir ki susayan onu su zanneder.
Sonra
bil ki, vicdanı bu fırsatı kaçıran kimse, Onun zâtının gizli ve sıfatlarının anlaşılmaz
ve saklı olmasından dolayı kaçırmamıştır. Ancak Onun zuhurunun şiddetinden ve
nurunun azametinden dolayı kaçırmıştır. Onun zâtını ve sıfatlarının hakikatini
bilmeye çalışanlar, bunu sadece diğer duyulur tikel nesneleri araştırdıkları ve
yine diğer külli varlıkları inceledikleri gibi ele almışlardır. Hâlbuki bu
külli varlıklar, yoktan var edilen ve birer sanat eseri olarak ortaya konan
cevherlerden, arazlardan, sıfatlardan, sıfatları alan nesnelerden ibarettir.
Bunların hepsi, zamanın, mekânın, varlıkların, fertlerin, türlerin ve cinslerin
kapsamları içerisinde yer almaktadırlar. Yine bunların her biri hakkındaki şu
dokuz şeyin bilinmesi istenir ve onlar araştırılır: O var mı? O nedir? O kaç
tanedir? O nasıldır? O hangisidir? O nerededir? O ne zaman var olmuştur? O
niçin var olmuştur? Ve o kimdir?
Sonra
bil ki, hüviyetleri yoktan var eden, mahiyetleri ortadan kaldıran, nicelikleri
icat eden, keyfiyetleri oluşturan, mekânları birbirinden ayırt eden, ilintileri
ve nedenlere bağlı olanların nedenlerini düzenleyen bir varlık için, “o nedir”
denemez. Ayrıca onun hakkında şu sorular da sorulamaz: O nasıldır? O kaç
tanedir? O hangisidir? O ne zaman var olmuştur? O niçin var olmuştur? Bu tür
konularda ve araştırmalarda Allah ile ilgili yalnızca şu iki soru sorulabilir:
O var mıdır? O kimdir? Nitekim onun hakkında şöyle denir: O, şöyle şöyle yapan;
böyle böyle ortaya koyandır. Bu yüzden Firavun, Hz. Musa’ya, “Âlemlerin Rabbi
de nedir” diye sorduğunda, O, bu sorunun “nedir” kısmına cevap vermedi. Sadece
Allah’a ve Onun rablığına/rububiyetine yakışanları anlattı ve bu bağlamda
şöyle dedi: “O, göklerin, yerin ve bu ikisi arasındakilerin rabbidir.”[28]
[29]
[30]
Bu cevap Firavunu tatmin etmedi. Bu yüzden etrafında konuşan insanlara şöyle
dedi: “Duyuyor musunuz? Ben ona, Onun ne olduğunu soruyorum,
O
bana kim olduğunu söylüyor.” Kureyş müşrikleri de Hz. Peygambere aynı şekilde
sordular ve onunla tartışarak şöyle dediler: Biz putlarımıza ve kendi
ilahlarımıza tapıyoruz. Biz onları görüyoruz, müşahede ediyoruz ve tanıyoruz.
Sen de bize taptığın kendi ilahından haber ver. O nedir? Bunun üzerine Allahü
Teâlâ şöyle buyurdu: “De ki: ‘O birdir.’”[31]
Onlar bu cevaba ise şöyle karşılık verdiler: “O anlaşılamaz ve bilinemez.”
Onlar bu soruyla, Onun zâtının mahiyetini kast ediyorlardı. O bir cevher mi,
yoksa araz mı? O bir nur mu, yoksa karanlık mı? O bir cisim mi, yoksa ruh mu? O
dışarıda mı, yoksa içeride mi? O ayakta mı, yoksa oturuyor mu? O boşta mı,
yoksa meşgul mü? Allah ile ilgili bunlara benzer, Onun rububiyetine yakışmayan
sorular soruyorlar ve araştırmalar yapıyorlardı. Allah zalimlerin
söylediklerinden ulu ve yücedir.
Bölüm
Sonra
bil ki, zât ve sıfatlarla ilgili ihtilaf meselesi de âlimlerin fırka ve
mezheplere ayrılmasının temel nedenlerinden birisidir. Çünkü zihinlerinde
Allah’ın mahiyetini ve Ona layık olan sıfatların keyfiyetini tefekkür ettikleri
zaman, onların anlayışlarına pek çok zan ve kuruntu ilişmiştir. Hâlbuki zanlar
kişiyi doğruya ulaştırmaz, zihinler onunla kargaşadan kurtulamaz, nefisler
huzur bulup kalpler tatmin olmaz. Bu hal ancak insanın onlardan herhangi
birisine inanıp nefsin onunla huzura ermesi ve kalbin de tatmin olmasıyla son bulur.
İnsanlardan
bir kısmı, Allah’ın faziletli şahıslardan birisi olduğuna inanır. Onlara göre
Allah’ın övülen pek çok sıfatı ve değişen pek çok fiili vardır. O,
yaratıklarından hiçbirisine benzemez. Onun dışında mahlûkatı arasında kendisine
denk olan hiçbir şey ve kimse yoktur. O mekânı olmayan bir mekânda tüm
yaratıklarından ayrı olarak tek başına bulunmaktadır. Bu, avamdan olan halkın
tamamının ve havasın da çoğunun görüşüdür.
Onlardan
bir kısmı, Allah’ın gökte, tüm mahlûkatın reislerinin üstünde olduğuna, diğer
bir kısmı ise, Onun göklerdeki Arş’ın üzerinde bulunduğuna, oradan gökler ve
yer ehlini gözetlediğine, onlara nazar ettiğine, onların sözlerini işittiğine
ve onların vicdanlarında olanları bilip, işlerinden hiçbirisinin kendisine
gizli kalmadığına inanır.
Bil
ki bu görüş ve inanç, kadınların, çocukların, cahillerin ve matematik ve tabiat
bilimlerinden ve aklî ve metafizik ilimlerden hiçbir şey bilmeyen halkın geneli
için iyidir. Çünkü onlar bu görüşe ve inanca bağlandıkları zaman, Allah’ın varlığı
hakkında kesin bir kanaate varırlar. Böylece Onun peygamberleri aracılığıyla
gönderdiği emir ve yasaklar manzumesinden oluşan tavsiyelerini hak ve gerçek
olarak bilip kabul ederler. Sonuçta onları öğrenerek Allah’ın ödül vaadini ümit
edip, ceza vaadinden de korkmak suretiyle onlarla amel ederler. Günahlardan ve
kötülüklerden kaçınırlar. Hayır ve iyi olanla amel ederler. Bunda da onlar ve
avamdan ve havastan onlarla muamele edip birlikte yaşayan kimseler için bir
yarar vardır. Elbette onlar bu inandıkları şeylerden dolayı Allaha hiçbir
surette zarar veremezler.
İnsanlardan,
ilim ve marifet bakımından bunların üzerinde bulunan diğer bir grup, bu görüşün
batıl olduğuna inanır. Onlara göre, Allah’a kendisini herhangi bir mekânın
kuşattığı bir şahıs olarak inanmak gerekmez. Aksine O, bütün varlıklar içerisine
sirayet etmiş olan rûhânî bir surettir. Bu yüzden Onu hiçbir mekân ve zaman
kuşatamaz. Ona bir duyunun temas etmesi mümkün olmadığı gibi, Onda bir değişiklik
ve sonradan oluş da söz konusu edilemez. Yerlerde ve göklerde, mahlûkatının
işlerinden en küçük bir şey bile Ona saklı kalmaz. O onları oluşlarından önce
ve yok oluşlarından sonra bildiği gibi, oluş hallerinde de görür ve bilir.
İlim,
irfan ve akıl bakımından bu gurubun üstünde olan diğer bir grup ise, Onun bir
suretinin bulunmadığına inanır. Çünkü onlara göre suret, ancak heyûlâ ile birlikte
bulunabilir. Aksine O, rûhânî nurlardan basit bir nurdur. “Gözler onu idrâk
edemez; fakat O, gözleri idrâk eder."67
İlim,
irfan ve düşünce itibariyle bunların üzerindeki bir kısım insanlara gelince;
onlar, Allah’ın ne bir şahıs ve ne de bir suret olduğuna inanırlar. Bilakis
onlara göre O, tek bir kuvvet sahibi olan tek bir hüviyettir. Bununla birlikte
O’nun şaşırtıcı pek çok fiili ve sanat eseri vardır. Mahlûkatından hiç kimse,
O’nun ne olduğunu, nerede ve nasıl bulunduğunu bilemez.
O,
varlıkların kendisinden taştığı bir varlıktır. Varlıkların suretlerini heyûlâda
ortaya çıkaran odur. O bütün keyfiyetleri zamandan ve mekândan münezzeh olarak
yoktan var etmiştir. Aksine O, “Ol” demiştir, o da oluvermiştir. İlk
prensiplere dair risâlemizde açıkladığımız üzere, O, bir sayısının bütün
sayılarda bulunması gibi hiçbir şeyle iç içe girmeden ve onunla karışmadan her
şeyde mevcuttur.
Sonra
bil ki, Yüce Allah hikmetinin bir gereği olarak nefisleri Kendi mahiyetini
öğrenmeyi istemeye ve Kendisinin varlığını bilmeye yöneltip sevk etsin diye
nefislerin yaratılışında, hiçbir öğrenme ve kazanım söz konusu olmaksızın
Kendi hüviyetini doğal yoldan tanıma imkânını var etti. Nefislerin bunları
bilmeyi arzulaması, onları tüm metafıziksel, doğal, matematiksel, aklî ve
tecrübî ilimleri bilmeye yöneltip sevk eder. Sonuçta bu ilimler ve fenler
sağlam bir şekilde inşa edildiğinde, nefisler Allah’ı hakkıyla tanır, Onunla
huzura erip tatmin olurlar ve sebat ederler. Böylece en yüksek saadet ve
mutluluk olan ahiret saadeti ve mutluluğuna ererler.
Sonra
bil ki, saadet ve mutluluk, dünyevî ve uhrevi olmak üzere iki kısımdır. Dünyevî
saadet ve mutluluk; her şahsın bu dünyada mümkün olduğu kadar uzun bir süre en
iyi haller ve en yüksek gayeler üzere kalmasıdır. Uhrevî saadet ise, her
nefsin, cesedi terk ettikten sonra sonsuza dek en mükemmel haller ve en yüksek
gayeler üzere kalmasıdır.
Sonra
bil ki, nefislerin en iyi halleri, metafıziksel meseleleri ve İlahî marifetleri
bilmesi, onlardan haz alması, sevinç ve neşe içerisinde olması, sonsuza dek bu
hal üzere kalmasıdır. Nitekim Hz. Peygamber (a.s.) şöyle buyurmuştur: “Cennette
hiçbir gözün görmediği, hiçbir kulağın işitmediği ve hiçbir beşerin kalbine
doğmadığı şeyler vardır." [32]
Bölüm
Sonra
bil ki, sıfatlar meselesi de âlimler arasındaki ihtilaflı meselelerden
birisidir. Ancak o, bir asla dayalı detay konuları olan meseleler arasındadır.
Kuranın yaratılışı ile ilgi konuşanların sözü bu detay konulardandır. Kuşkusuz
Kuranın yaratıldığı hükmü, sözün/kelamın, sadece konuşanın ortaya çıkardığı
harflerden ve seslerden ibaret olduğu [tezi üzerine] bina edilmiştir. Bu asla
göre Kuranın yaratılmış/mahlûk olması gerekir. Harfleri ve sesleri sadece işaretlerden
ve aletlerden ibaret görüp sözün ancak zihinlerde bulunan anlamlardan ibaret
olduğu şeklindeki bir aslı kabul edenlere gelince; onların bu aslına göre
Kuranın mahlûk olmaması gerekir. Çünkü Allahü Teâlâ, ilminde bulunan bu
anlamları ezelî olarak bilmektedir. Bu anlamlar, Onun ezelden beri malumudur.
Âlimlerden bir kısmı da sözü, her konuşanın herhangi bir manayı, hangi dil,
ibare ve işaret ile olursa olsun bir başkasına aktarması olarak tanımlar.
Örneğin Allah’ın Cebrail’e (a.s.) olan sözü, bu anlamları ona aktarmasından
ibarettir. Cebrail (a.s.) de [onları] Hz. Muhammed’e, o da ümmetine, ümmetin
bir kısmı ise diğerine aktarmıştır. Bunların hepsi yaratılmıştır.
Allah’ın,
Cebrail’e (a.s.) aktarmasına gelince; o yaratılmış değildir. Çünkü Allah’ın aktarması,
O’nun yoktan var etmesinden ibarettir. Yoktan var etme ise, tıpkı ilmin âlimden
ve öğretenden ayrı olması gibi yoktan var edilenden başka bir şeydir. Bu konuyu
tartışanların çoğu ise, yaratılmış ve yoktan var edilmiş ile yaratma ve yoktan
var etme arasında bir fark gözetmezler.
Sonra
bil ki, yaratma; Allahü Teâlâ’nın “Sizi topraktan yarattı"™
buyruğunda olduğu gibi, bir şeyi diğer bir şeyden var etmekten ibarettir.
Yoktan var etmeye gelince; o, bir şeyi yoktan var etmedir. Allah’ın kelamı da
yoktan var etmedir. Allah onunla yoktan var edilenleri var etmiştir. Nitekim
Yüce Allah şöyle buyurmuştur: “Bir şeyi dilediğimiz [onu yoktan var
ettiğimiz] zaman, sözümüz sadece, o şeye öl’ demekten ibarettir, o da hemen
oluverir."[33]
[34]
Varlıklar, sadece onun “Ol” sözüyle oluşur. O halde bu muhaliflerin iddiasına
göre, bir şey yaratılmış/mahlûk ise “Ol” sözüyle oluşur.
Sonra
bil ki, âlimlerin Allah’ın malumatının ezelîliği konusundaki ihtilafı da ayrılığa
yol açan temel meselelerden birisidir. Onlardan bir kısmı, Allah’ın ezelî malumatının,
cevherler ve arazlar olarak kadim/öncesi bulunmayan şeyler olduklarına
inanırlar. Çünkü onlara göre şey, kendisinden haber verilene ve bilinene denir.
Allah, eşyayı, onu yokluktan varlığa getirmeden ve yaratmadan önce bilir. Bu
bazı filozofların ve zamanımızdaki bazı kelamcıların görüşüdür.
Âlimlerden
bir kısmı ise, Allah’ın, Kendisinden başka hiçbir şey bulunmadığını, sonra
eşyayı yaratacağını ve onları cevherler ve arazlar haline getireceğini,
ardından onları şu anda bulundukları hal üzere birleştireceğini ve bildiği gibi
yapacağını ezelî olarak bildiği görüşündedirler.
Dileme
(meşîet) ve irade meselesi de âlimler arasındaki temel ihtilaf
meselelerinden birisidir. Onlardan bir kısmı, Allah’ın ilminde, kötülükler,
isyanlar ve çirkin işler gibi kesinlikle dilemediği ve irade etmediği şeylerin
bulunduğuna inanır.
Onlardan
diğer bir kısmı, Allah’ın ilminde, onu değiştirmeye kudreti olduğu ve onun kötü
ya da iyi olduğunu bildiği halde dilemediği bir şeyin bulunmasını mümkün görmez.
Bir
başka grup ise Allah’ın dileme ve irade ile ancak mecaz olarak nitelendirilebileceği
kanaatindedir. Onlara göre Allah sadece ilim ile nitelendirilebilir. Onun olacağını
bildiği şeyin olması, ister Kendisi isterse başkası aracılığıyla olsun zorunludur.
Olmayacağım bildiği şeyi ise ne Kendisi ne de kulları oluşturamaz. Dolayısıyla
bu konuda iradeye ihtiyaç yoktur; bu yüzden o, bir anlam ifade etmez. Çünkü
irade ile bir şeyin olup olmayacağını bilmeyen kimse nitelenir. Kişi eğer onu
seçerse, olmasını diler, seçmez ise olmasını dilemez.
Bu
asla göre Allah’ın dilemesi ve iradesi konusunda tartışmaya dalan her iki grup
da iradeyi hakiki anlamında ele almamışlar, bilakis unu mecazi anlamda
kullanmışlardır.
Daha
başkaları ise şu şekilde bir çıkarsamada ve iddiada bulunur: Eğer kullardan
emredildikleri ve yasaklandıkları hususların gerçekleşmesi ya da
gerçekleşmemesi ancak Allah’ın ezelî bilgisine göre oluyorsa, o zaman, ödül
vaadinin ve ceza tehdidinin, övme ve yermenin anlamı nedir? Bunlarda ne gibi
bir hikmet vardır? Bu sözü söyleyen kimse, şunu bilsin ki kınama ve yerme, kula
malumun ondan meydana gelmesinden dolayı değil, tam aksine emredildiği ya da
yasaklandığı konularda çalışma ve gayreti terk etmesinden dolayıdır. Kul
çalışır ve gayret eder, ardından da malum ondan meydana gelirse, o övülür;
bundan dolayı ödülü ve methedilmeyi hak eder. Kul [iyi niyetle] gayret eder de
ondan kendisine emredilen meydana gelmez, ya da yasaklanan meydana gelirse, o
bu konuda mazurdur. Gayretinden dolayı affı ve bağışlanmayı hak eder.
Sonra
bil ki, Yüce Allah, aynı zamanda tövbeyi, pişmanlığı ve bağışlanmayı dilemeyi
de emretmiştir. Bunlar da Allah’a itaatin ve dinin bir parçasıdır. Kul
bunlardan dolayı sevabı ve ödülü hak eder. Tövbe, pişmanlık ve bağışlanma
dileği ise ancak günahtan sonra olur.
Nitekim
Hz. Peygamberden şöyle rivayet edilmiştir: “Âdemoğlunun günah işleyip tövbe
etmesi ve ardından da Allah’ın onları bağışlaması söz konusu olmasaydı, Allah,
günah işleyip tövbe eden ve ardından da Kendisinin onları bağışladığı başka bir
topluluk yaratırdı.”
Sonra
bilki, Yüce Allah, kullarına tıpkı itaat durumunda onlara korunmayı, başarıyı
ve lütfü ihsan ettiği gibi, sadece günah işledikleri zaman af ve mağfiret ile
bağış ve ihsanda bulunur. Bu hususta O şöyle buyurmuştur: “(Ey Peygamber,
benim adıma onlara] de ki: ey nefislerine zulmetmekte aşırı giden kullarım,
Allah’ın rahmetinden ümidinizi kesmeyin”[35],
“Allah’ın rahmetinden ümidini ancak kâfir olan topluluk keser”[36],
“Rabbinin rahmetinden ancak sapıtmış olanlar ümidini keser.”[37]
Sonra
bilki, fakihlerin en iyisi ve bilgelerin en üstünü, insanlara güzel öğüt verenleri,
onları Allah’a davet edenleri, Onayöneltenleri, onları dünyada zühde özendirenleri,
ahirete rağbet ettirenleri, Allah’ın gazabından korkutanları, Onun rahmetinden
ümit kestirmeyenleri, Ondan sakındıranları, Allah’ın lütfunu, ihsanını ve
rahmetini onlara güzelce anlatanları, Allah’a isyanda bulunma ve Ona itaati
terk etme konusunda onlara ruhsat vermeyenleridir. Çünkü bunlarda Allah’ın
rahmetine güvenmeden Ondan ümit etme vardır. Bunlar insanları, Allah’a
kavuşuncaya kadar korkuyla ümit ve arzuyla çekinme arasında tutar. Elbette
Allah dilediğini onlara yaptırır, muradını onlar arasında en iyi şekilde
gerçekleştirir. Onun hükmünü ve takdirini reddedebilecek hiç kimse yoktur. O
dilediğini eksiksiz olarak yapandır.
Bil
ki, ey kardeş! Allah sana ve bize katından bir rahmet ile yardımda bulunsun.
Fırkalardan ve mezheplerden bir kısmı, onlara inanan müntesiplerine elem verir
ve onların kalplerinde sıkıntı oluşturur.
Bunlar
bozuk görüşler ve değersiz inançlardır. Bu fırka ve mezheplerden bir kısmı ise
ehlinin nefislerine haz verir, onların kalplerinde sevinç doğurur. Bunlar da
iyi görüşler ve sağlam inançlardır.
Sonra
bil ki, bozuk görüşler sayılamayacak kadar çoktur. Ancak biz burada bir kıyasta
bulunma imkânı vermesi ve kendilerinden ve benzerlerinden sakınılması için
onların bir bölümünü zikredeceğiz. Bunlardan bir kısmı, âlemin ezelî olduğunu,
onun bir yaratıcısının ve düzenleyicisinin bulunmadığını kabul edenlerin
görüşüdür. Kuşkusuz bu görüş, kendisine inananların nefislerine elem verir,
onların kalplerinde sıkıntı doğurur. Çünkü bu görüşte olan kimse, dünyada ya
mutlu ya da mutsuz olur. Eğer mutlu olursa, bu mutluluğun kendisine nereden
geldiğini bilemez. İçerisinde bulunduğu halin mahiyetini anlayamaz. Bu yüzden
de kendisine verilen bu iyilikten dolayı kime teşekkür edeceğini bilemez; ondan
daha fazlasını isteyemez. Ondan ne dünyada ve ne de ahirette kendisine
verilenden daha hayırlısını talep edemez. Dahası kesin olarak bilir ki, sahip
olduğu nimet ve bol geçimlik devam etmeyecektir. İçerisinde bulunduğu bu nimet
ve bol geçimliğin devam etmesini şiddetle arzulamasına ve istemesine rağmen
onu terk edecektir. Her ölümü ve yok oluşu hatırladığında aşırı istekleri onu
kaygılandırır. Bizzât ölüm ona uğrar. Hayatı boyunca ölüm ve yok oluş
korkusuyla yaşar. Helak olup gitme korkusuyla titrer. Sonra da hasret ve ölümden
sonrasında bir hayır ve yaptığı işten ve iyilikten bir sevap ve karşılık ümit
etmemenin verdiği pişmanlık üzere ölür. Bu onun dünyadaki halidir. Ahiretteki
sürekli devam edecek olan hasret, pişmanlık, hayıflanma, açık ziyan ve geri
dönme arzusu ise; artık kendisiyle arzuladığı şey arasına bir perde olmuştur.
Eğer
mutsuz ise, bu öbüründen daha kötü bir hal, daha acı bir yaşam ve daha berbat
bir gidişattır. Çünkü o, ömrünün tamamını kendisi için takdir edilmeyen şeyleri
isteyerek cehalet, sıkıntı, yorgunluk ve mutsuzluk içerisinde bitirir. O bilmez
ki istemekle rızkında hiçbir artış olmaz. Yine o, kendisine verileni ve
kendisinden men edileni, kimin verip men ettiğini de bilmez ki ondan bir
talepte bulunabilsin, ondan isteyebilsin, başka bir vakit kaçırdığı fırsatın
yerine ondan bir hayır ve karşılık ümit edebilsin! O rabbini tanımaması
yüzünden, kendisinin kaybettiğini başkasının bulduğunu gördüğü için ömrü
boyunca gam, hüzün ve feryat ile yaşar. Sonra da ölümden sonra bir hayır,
dünyadan ayrılışının ardından işlediği ameline bir sevap ve yaptığı iyiliğe bir
karşılık ümit etmemenin verdiği hasret, üzüntü ve pişmanlıkla ölür. “Hem
dünyayı hem de ahireti kaybeder. İşte apaçık kayıp budur.”[38]
İnananların
nefislerine elem ve sıkıntı veren bozuk ve değersiz inançlardan birisi de
âlemin iki yaratıcısının bulunduğuna inananların görüşüdür: Onlardan birisi hayırlı
ve üstün; diğeri ise kötü ve alçaktır. Bu ikisi ya yan yana ve birbiriyle
karışmış bir vaziyette ya da birbirlerinden ayrı ve birbirleriyle çekişir bir
durumdadır. Her biri diğerine bir şeyde ya da tüm şeylerde muhaliftir. Zaman
içerisinde her biri partnerinden dolayı bir gayret, sıkıntı ve bela
içerisindedir. Çünkü ona galip gelmeye ve ondan kurtulmaya çalışır. Kim bu
görüşe inanırsa, o, bu üstün ve hayırlı olanın nerede olduğunu bilmez ki ondan
bir talepte bulunsun, ona sığınsın ve onun hayrını ümit etsin. Yine şu kötü
olanın nerede olduğunu bilmez ve onu tanımaz ki onun azabından kaçabilsin,
onun kötülüğünden ve zulmünden kurtulabilsin. O ömrü boyunca bir şaşkınlık ve
bocalama içerisinde yaşar. Nefsi bu durumdan elem duyar, kalbi sıkıntıya girer.
Korku ve dehşet içerisinde olur. İçerisinde bulunduğu durumdan nasıl
kurtulabileceğini ve bu ters yüz olmuş halden nasıl uzaklaşabileceğim bilemez.
İnananlarının
nefislerine elem veren bozuk ve değersiz görüşlerden bir diğeri, âlemin
sonradan olduğuna, onun bir sanat eseri olarak var edildiğine ve hikmet sahibi
tek bir sanatkârının bulunduğuna; bununla birlikte dirilmenin, Allah’ın huzurunda
toplanmanın, kıyametin, hesabın ve Allah’a kavuşmanın olmadığına inananların
görüşüdür. Bu duruma inanan kimse, ahirete kavuşacağını ümit etmez, ameline ve
yaptığı iyiliğe karşılık bir sevap ve ödül beklemez. Onun durumu ve hükmü
âlemin yaratıcısı olmayan ezelî bir varlık olduğuna inan kimsenin durumu ve
hükmü gibidir. Daha önce anlatıldığı üzere o da tıpkı öbürü gibi acı, ıstırap
ve elem duyar. Yüce Allah onların bu durumuna, kendi dillerinden şöyle işaret
etmektedir: “Sadece dünya hayatımız vardır. Orada ölür, orada yaşarız.”[39]
Sonra
bil ki, görüş, hal ve inanç bakımından insanların en kötüsü ve bedbahtı, hesap
gününe inanmayanlar, ahireti ümit etmeyenler ve sonundan korkmayanlardır. Çünkü
o, ömrünün tamamını dünyayı istemek, bedenine yarar sağlamak için geçim
işlerini düzeltmek ya da kendisinden bir zararı defedip şehevi arzusuna ulaşmak
yahut da dünyada ebedi kalmayı temenni ederek bir hazzı elde etmek uğruna
tüketir. Hâlbuki o, kesin olarak bilir ki bunlara ulaşamaz ve elinde bulunanlar
da sürekli değildir. Ölüm onun için kaçınılmazdır. Sonra da ölümden sonra
ameli için bir sevap, yaptığı iyiliğin karşılığında bir ödül ümit etmez ve bu
görüşünden de geriye dönmez. Aksine, müminlerin ve ariflerin ümit ettikleri
hayırlardan, nimetlerden ve lezzetlerden umudunu keserek hasret ve pişmanlık
üzere ölür.
Sonra
bil ki, Yüce Allah hikmetinin bir gereği olarak nefislerin doğasına, var olma
ve sonsuza kadar kalma arzusunu yerleştirmiştir. Onların yaratılışında yokluğa
ve faniliğe karşı hoşnutsuzluk ve istençsizlik duygusu var etmiştir. Sonra da
onları; dünyaya meylederler, onunla huzura erip yetinirler diye bunlardan menetmiştir.
Dolayısıyla nefisler bu dünyada eksiktirler; tam değillerdir. Ahirette ise tam
ve kemal derecesindedirler. Tamlık ve kemal halindeki süreklilik daha üstün,
daha haz verici ve daha şereflidir. Nitekim cesetler de ana rahimlerinde tamhğa
ulaşmamış bir vaziyettedirler. Doğduktan sonra tam ve kemal derecesine
yükselirler. Bu durum akıllı kimseler için saklı değildir.
Sonra
bil ki, dünyada tamlık ve kemal noktasına, ancak ana rahmindeki noksanlık
halinin azalması ve belli aşamaların geçilmesiyle ulaşmak mümkündür. Nefislerin
dünyadaki durumu da cesetlerin ana rahmindeki durumuna benzer. Nefislerin cesetleri
terk ettikten sonraki durumlarına gelince; bu, cesetlerin ana rahmini terk etmelerinden
sonraki duruma benzer. Çünkü ölüm, tıpkı doğumun, cesedin ana rahmini terk
etmesinden başka bir şey olmadığı gibi, nefsin cesedi terk etmesinden başka bir
şey değildir. Nitekim ölümün hikmetine dair risâlede bu durumu açıklamıştık.
Bölüm
Sonra
bil ki, âlimler herhangi bir hüküm hakkında bir söz söylediklerinde, bu
herhangi bir neticeye ilişkin bir öncülden ibarettir. Örneğin onlar, “tabiat
batıl bir iş yapmaz” sözleriyle, ister bilinsin ister bilinmesin âlemde var
olan her şeyin bir hikmet üzere olduğunu kast etmişlerdir. Nefislerin ebedi
olarak yaşamaya aşırı istekleri ve onların fâniliği çirkin bulmaları ancak bir
hikmet iledir. Eğer nefisler için cesetleri terk etmelerinden sonra beka söz
konusu olmasaydı, o zaman onların yaratılışlarında bulunan bu bekaya aşırı
istek ve fânilikten nefret etme duygusunun varlığı saçma olurdu. Çünkü dünyada
ebedi olarak kalmak, elbette canlı olan hiçbir kimse için mümkün değildir. O
halde bu beka, ancak yok olduktan sonradır.
Sonra
bil ki, bizim bu hükmü, bu bölümde zikretmemizin sebebi, nefisler için Allah’ı
bilmekten sonraki en şerefli, en değerli ve en f aydalı bilginin, öldükten
sonraki durumun ve son dirilişin hakikatini bilmek olmasıdır. Nefislerin
öldükten sonraki durumu bilmesinin en üstün ve en sağlam yolu ise; onların
kendilerini, cevherlerini ve kendilerine yakışan sıfatları bilmeleridir. Bu her
nefsin, kendisini rûhânî bir cevher, bizzât diri, bilkuvve bilici ve tabiî
olarak fâal olduğunu ve cesedi terk ettikten sonra da ya lezzet, sevinç ve
ferahlık içerisinde ya da gam ve hasret içerisinde bâkî kalacağını bilmesinden
ibarettir. Biz bu durumu çeşitli risâlelerimizde açıklamıştık. Allahü Teâlâ da
bundan yaklaşık dokuz yüz ayette bahsetmiştir.
Bölüm
Yine
inananlarının nefislerine elem veren bozuk ve değersiz inançlardan biri de,
kendi yaratıcısının ve ilahının Yahudilerin öldürdüğü ve insanlığını çarmıha
gerdiği Ruhülkudüs olduğuna inananların görüşüdür. Hâlbuki Onun insanlığına
gelen azabın ardından lahutiliğinin kendisini terk ettiğini görünce, ilahlığın
da ortadan kaybolduğu anlaşılmıştır.
Sonra
bil ki, bu görüş ve inanç da sahibine, katile karşı bir öfke ve hınç, maktule
karşı ise bir hüzün ve gam kazandırır. Sonra bu onun içinde nefsine elem verip
kalbini de sıkıştırarak bir ömür kalır. Ömrü boyunca düşmanından intikam almayı
şiddetle arzular. Sonra bu arzusunu yerine getiremez. Böylece hasret ve gazap
üzere ölür. Mehdi olarak beklenen üstün imamın, muhaliflerden korktuğu için
gizlendiğine ve bu yüzden ortaya çıkamadığına inananların durumu da bunun
gibidir.
Sonra
bil ki, bu görüşte olan kimse, ömrü boyunca imamının çıkmasını bekler, onun
gelişini arzular ve ortaya çıkması için acele eder. Sonra ömrünü tüketir ve imamını
görememenin, onun kim olduğunu bilememenin verdiği hasret ve üzüntü ile ölür.
Şair[40]
bu durumu şöyle anlatır:
Görmüyor
musun nasıl da otuz yıldır
Sabah
akşam daima hasretle yürüyorum.
Sonra
bil ki, bu tür bozuk görüşler ve inançlar, sayısını Allah’tan başka kimsenin
bilemeyeceği kadar çoktur. Biz onların bir kısmını, hepsinin inananlarının
nefislerine elem verdikleri ve bu durumun onlar için Allah’ın zikrini terk
edip Ondan başkasıyla meşgul olmalarına bir ceza olarak gerçekleştiği bilinsin
diye burada zikrettik. Nitekim Allahü Teâlâ bunu şöyle ifade eder: “Allah’ı
unuttular; Allah da onlara kendilerini unutturdu.”[41]
Yani onlar Allah’ı zikretmeyi ve Ona itaati terk edip, Ondan başkasının zikri
ve itaati ile meşgul oldular. Bunun üzerine Allah da onları, kalpleri sıkıntı
ve nefisleri elem içerisindeyken kendi hallerine bıraktı. Nitekim Yüce Allah bu
duruma da şöyle temas etmiştir: “Kim Rahmanın zikrinden yüz çevirirse, ona
yanından hiç ayrılmayacak bir şeytanı yoldaş ederiz.”[42]
Sonra
bil ki Allah, Onun sıfatları, hükümleri ve kuralları hakkında ortaya atılan bu
bozuk ve değersiz görüş ve inançlar, inananlarının nefislerinde tutuşmuş olan
bir ateş ve onların kalplerinde parlayan bir alevdir. Bu ateş belli bir vakte
kadar onlara elem verir, tayin edilmiş olan ecel vaktine kadar onlara sıkıntı
oluşturur. Nitekim Yüce Allah bu duruma şöyle işaret eder: “Allah’ın
tutuşturulmuş ateşi; gönüllere işleyen bir ateş. ”[43]
Sonra
bil ki, insanlardan hiçbiri Allah’ı tanıma aşamasına, bu bozuk görüşler
aşamasını geçmeden ulaşamaz. Ancak onlar bu aşamayı ya çocukluk günlerinde ya
da ondan sonra geçerler. Sonra Allah dilediğini şirkten uzaklaşmaktan ibaret
olan doğru yoluna ulaştırır ve onu cehennemden korur. Nitekim Allah şöyle vaat
etmiş ve demiştir: “Sizden ona [cehenneme] uğramayacak [doğrudan ya da
dolaylı olarak onun dehşetini hissetmeyecek] hiç kimse yoktur.”[44]
Bil
ki bozuk görüşlere ve değersiz inançlara sahip olanlar iki gruba ayrılır: Bunlardan
birisi, insanlardan olan şeytanlardır. Bunlar açıkça görülen bozuk görüşlere
mensupturlar. Bu görüşleri benimsemişler ve onlara sempati duymuşlardır. Diğeri
ise cinlerden olan şeytanlardır. Onlar da gizli olan bozuk görüşlere
mensupturlar. Onlar bu görüşleri saklamışlar ve onların üstünü örtmüşlerdir.
Onların kardeşleri,
izleyicileri,
öğrencileri ve taraftarları ise, onlardan bu görüşleri alanlar ve onların
gittikleri yolu izleyenlerdir.
Bil
ki, bunlardan her bir taife maziye karışıp yok olduğunda ve cesetleri çürüdüğünde
ve onların nefisleri, asırlar boyunca kendilerinden önce geçip giden reislerinin,
hocalarının ve üstatlarının nefislerine karışınca, onların yerini kendi
yollarını ve yöntemlerini izleyen halefleri alır. İşte onların durumu kıyamete
kadar böylece devam eder. Yüce Allah bu durumu şöyle anlatır:
“Elçilerimiz
onlara geldiğinde, onların canlarını alırlar ve onlara şöyle derler: ‘Hani
Allah’tan başka çağırdıklarınız nerede?”'00
Ölüm meleği ve beraberindekilerin bu sorusuna onlar şöyle cevap verirler:
"... Bizden kaybolup gittiler. Böylece kâfir olduklarına dair kendi
aleyhlerine tanıklık ettiler. Bunun üzerine ölüm meleği şöyle der: cinlerden ve
insanlardan sizden önce göçüp gitmiş olan ümmetlerin arasına katılın.”'0'
Böylece azap içerisinde rezil oldular ve anladılar ki zalimlerin ta
kendileri imişler. Bu esnada daha sonraki izleyici öğrenciler, kendilerinden
önceki liderleri için şöyle derler: “Rabbimiz işte onlar bizi saptırdılar,
ateşten onlara azabı iki kat ver.”'02 Bunlar ve cehennemde
birbirlerine nasıl hitap edecekleri hakkında pek çok ayet vardır. Bunlar
cehennemin çeşitli tabakalarında ve katlarında yer alırlar.
Sonra
bil ki, bozuk görüş sahiplerinin nefislerinin elem duymasında ve kalplerinin
sıkıntıya uğramasında çok büyük bir hikmet ve çeşitli hususiyetler vardır. Bunlardan
birisi, bu elemlerin ve sıkıntıların onların günahlarına kefaret olması, kötülüklerini
arındırmasıdır. Diğeri, bunların onların nefisleri için bir tür riyazet ve düşük
hallerinden tam ve kâmil derecelere çıkmalarına birer vesile olmalarıdır. Çünkü
dünya, riyazet, imtihan, meşakkat, tecrübe ve deneyim yeridir. Bir diğeri,
Allah’ın onlara olan ihsanının, nimetinin rahmetinin ve lütfunun açıkça
görülmesidir. Çünkü Allah onları bu kötü durumlardan kurtarmış ve doğru yoluna
ulaştırmıştır. Nitekim Allah, İslâm dininin müntesiplerine her gün ve gecede
on yedi defa “Bizi doğru yola ulaştır...”'03 demeyi farz
kılmıştır. Yine Allah, onların hidayete erdikleri andaki sözlerini bize şöyle
aktarır: “Bizi bu doğru yola ulaştıran Allaha hamd olsun. Eğer O bizi
doğruya ulaştırmasaydı, biz doğru yolu bulamazdık.”'04
Sonra
bak ve hidayeti nasıl Allah’a ve hayrı, sevabı ve ödüllerini ise amellerine
nispet ettikleri üzerinde bir düşün.
Bölüm
Sonra
bil ki, Allah, insanın yaratılışında ve tabiatında akıllı kimselerden hiçbirisinin
başkasının emri altına girmeme yetisini yaratmıştır. Dolayısıyla insan, bir
başkasına ya istediği ya da korktuğu için itaat eder.
Bil
ki, arzulanan ve korkulan şeyler; acil ve şimdi, acil olmayan ve gaip olmak üzere
iki kısımdır. Acil ve şimdi olan, beş duyunun tanıklık ettiği şeylerdir. Acil
olmayan
100. A’râf,
7/37.
101. A’râf,
7/38.
102. A’râf,
7/38.
103. Fatiha,
1/6.
104. A’râf,
7/43
ve
gaip ise beş duyunun tanıklık edemediği şeylerdir. Ancak imgelem ve hayal gücü
bunların vasıf ve niteliklerini tasavvur edebilir. Bil ki acil olmayan gaipten
korkmak ya da onu arzulamak; ancak âlim ve kadir olanın doğru vaadi ve tehdidi
ile gerçekleşebilir.
Arzulanan,
arzulayan açısından ne kadar önemli ve gerçekleşme ihtimali ne kadar yüksek
olursa, ondaki buna karşı olan arzu da o nispette güçlü ve çok olur. Kendisinden
korkulanın durumu da bunun gibidir. Yüce Allah, cinlerden ve insanlardan olan
mahlûkatım cennet nimetlerine özendirmiş ve müminlere bu konuda söz vermiştir.
Yine onları cehennem azabıyla korkutmuş ve bu hususta da kâfirlere ve kötülere
tehditte bulunmuştur. Allah onlara verdiği sözü gerçekleştirmeyi ise Kendisiyle
buluşma vaktine bırakmıştır. Bu ya dünyada, ölümden önce ya da ahirette,
ölümden ve ruhların bedeni terk etmesinden sonra olur. Allah kullarına elçiler,
tanıklar ve doğru sözlü peygamberler göndermiştir. Bu peygamberlerle birlikte,
kitabı ve insanların adaleti muhafaza etmeleri için ölçüyü indirmiş; kitabında
da ödül vaadini ve ceza tehdidini zikretmiş ve bunları gerçekleştireceğini
yemin ederek garanti altına almıştır. Nitekim Yüce Allah şöyle buyurmuştur: “Allah,
peygamberleri müjdeleyiciler ve uyarıcılar olarak göndermiştir.”'05
Yine Allah şöyle demiştir: “Allah, mümin erkeklere ve mümin kadınlara
cennetler vaat etmiştir.”'06 Allah, sonra yemin ederek verdiği
sözleri gerçekleştireceğini şöyle teyit etmiştir: “Göğün ve yerin Rabbine
andolsun ki bu, sizin konuşmanız kadar kesin ve gerçektir.”'07
O, sonra da kıyametin yakınlığını şöyle dile getirmiştir: “Kıyamet hadisesi,
ancak bir göz kırpması kadar hatta ondan daha yakındır.”'08
Bununla
birlikte O’nun vermiş olduğu bu söz, beş duyunun algı alanının dışında olduğu
için, insanların çoğu onu inkâr etmişler, onun mahiyeti ve varlığı ve ne zaman
gerçekleşeceği gibi konularda şüphe ederek şaşkınlık içerisine düşmüşlerdir.
Allahü Teâlâ onların bu konudaki görüşlerini bize şöyle aktarır: “Oysa
tehdit edildiğiniz şey ne kadar, hem de ne kadar uzak!”'09, “Daha
önce bize ve atalarımıza da bu tür tehditlerde bulunuldu.”"0
Müminlere
gelince; onlar Allah’ın vaatlerini onaylarlar ve onların gerçekleşmesini
beklerler. Bununla birlikte, onları onaylayanların hatırlarına gelen ve onlarda
şüphe, şaşkınlık ve inkârın oluşmasına yol açan bazı bozuk düşünceler ve
değersiz inançlar da bulunmaktadır.
Bunlardan
biri, Allah’ın kulunun iyilik ve kötülüğüne ancak ölümden sonraki ahiret
hayatında mükâfat ve ceza vereceğine inananların görüşüdür. Ya da bu görüşte
olanlar, ahiret [hayatının] ancak yerlerin ve göklerin harap olmasından sonra
geleceğine inanırlar. Bu görüş ve inanç, sahibini ahiret hayatına
hazırlanmaktan uzaklaştırır; onda amellerine sevap ve yaptığı iyiliklere ödül
verileceği
105. Bakara,
2/213.
106. Tevbe,
9/72.
107. Zâriyât,
51/23.
108. Nahl,
16/77.
109. Mü’minûn,
23/36.
110. Mü’minûn,
23/83. ümidini ve kötülüklerinin cezasını göreceği korku ve endişesini azaltır.
Yüce Allah bu duruma şöyle işaret etmiştir: “Onlar bu azabı uzak görür;
hâlbuki biz onu yakın görüyoruz.”"' “Sanki bu adamlara uzak bir
yerlerden sesleniliyor.”[45]
[46]
Allah’a karşı sorumluluk bilincinde olanlara vaat edilen cennetin ve Allah’ın
kullarını sakındırdığı cehennemin var olmadığına inananların görüşü de
böyledir. Buna benzer görüşler ve inançlar, kendilerine inananları verilen söz
konusunda şüpheye düşürür ve onların buna olan rağbetini azaltır. Ceza tehdidi
ve ondan çekinmenin hükmü de bunun gibidir.
Yine
Allah’ın velilerinin, emin kullarının, elçilerinin ve cennet ehlinin Allah’ı göremeyeceğine
ve onun rütbesini ve mahiyetini bilemeyeceğine inananların görüşü de bunun
gibidir. Bu görüş ve inanç da Allah’tan ümit kesmeye yol açar. Aynı şekilde,
Allah’ın günahları bağışlamayacağına, kötülükleri ve hataları affetmeyeceğine
inananların bu görüşü de Allah’ın rahmetinden ümit kesmeye götürür. Bunlar vb
inançlar, kişinin cennet nimetlerine olan arzusunu ve cehennem azabına karşı
duyduğu korku ve endişesini azaltır.
Bu
konudaki bozuk görüşlerden bir diğeri de şüpheli şeylerde ruhsat bulunduğuna,
yasaklananların ve haram kılınanların da helal olduğuna inananların görüşüdür.
Bu görüş, sahibine Allah’a karşı cürette bulunma, onun koyduğu sınırları aşma
ve haramlarını işleme inancı kazandırır. Bu görüşün sahibi, gizlide
hemcinslerine muhalefet eder, açıkta ise münafıklık ve riyada bulunur.
İşlerinde doğru ve dürüst davranmaz, verdiği sözü yerine getirmez. Kendisine
bırakılan emanete iyi davranmaz. Bu tür özelliklerde ise din ve dünyanın her
ikisinin de fesada uğraması söz konusudur.
Bozuk
görüşlerden bir başkası ise merhametli, şefkatli ve çok acıyan Allah’ın kâfirlere
ve asilere cehennem çukurunda, sırf onlara olan öfkesinden dolayı azap ettiğine
inananların görüşüdür. Bunlar, onların cesetleri yanıp kömür ve küle dönüştükçe,
ikinci kez yanmaları için vücutlarındaki kan ve sıvıların yenilendiğini de
kabul ederler.
Ey
kardeş! Bil ki bu görüş de sahibini rabbine karşı suizanda bulunmaya sevk eder.
Böyle bir kişi, rabbinin rahmetinin az, kasavetinin ise çok olduğuna inanır.
Yüce Allah bunların hepsinden ulu ve yücedir.
Cennet
ehlinin cesetlerinin, tıpkı dünya ehlinin olduğu gibi etten ve cisimlerinin de
tabiî olduklarına, değişimi ve dönüşümü kabul ettiklerine ve afetlere maruz kaldıklarına
inananların görüşleri de bu tür bozuk görüşlerden bir diğeridir. Eğer sen,
Allah’ın cennet ehlini nitelendirdiği vasıfları düşünürsen, onlara orada bir
yorgunluğun dokunmayacağı, orada ilk ölümlerinin ardından artık bir daha ölümü
tatmayacakları ve orada ebedi olarak kalacakları gibi Kur anda zikredilen
birtakım vasıfların etten oluşan cesetlere ve tabiî cisimlere uygun düşmediğini
görürsün.
Bil
ki bırakın bilge kimseleri akıllı kimselere bile bunlara inanmaları yaraşmaz.
Ancak kadınların, cahillerin ve çocukların bunlara inanması iyidir. Çünkü bu
görüş onların anlayışlarına uygundur. Dolayısıyla onlar için yararlı olur,
onların akıllarını vaat edildikleri cennet nimetlerine ve tehdit edildikleri
cehennem azabına yatırır. Böylece onlarda kötü işlerde bulunma endişesi ve
korkusunu artırarak bunları terk etmelerini sağlar. Yine onlarda amellerine
verilecek sevap ümidini kuvvetlendirir. Sizin üzerinize gerekli olan ve size
başkasında değil, sadece bu makamda uygun düşen, yaşlıların dinidir; [onlar
gibi düşünmeden ve sorgulamadan inanmaktır].
Ancak
Allah’ın ayırt etme (temyiz), akıl ve anlayıştan azıcık nasip ettiği, böylece
hikmet ilimlerini inceleme imkânı bulan kimseye gelince; bu görüş onlar için
yararlı olmaz ve onlara uygun da düşmez. Çünkü o, bu tür görüşleri aklına arz
ettiğinde onları inkâr eder. Dolayısıylabu durumda şüphe ve şaşkınlık içerisine
düşer. Böylece suizanda bulunarak bozuk hayallere kapılır.
Sonra
bil ki, insanların mezhep bakımından en kötüsü ve görüş bakımından en çirkini,
bir şeye inanıp da aklının onu inkâr ettiği ve nefsinin de onun hakkında şüpheye
düştüğü kimsedir. Bu bakımdan böyle bir kimse rabbine karşı suizanda bulunur.
Allahü Teâlâ bu durumu şöyle dile getirir: “Bu, sizin rabbinize karşı
beslediğiniz bir zannınızdır. Zannınız sizi mahvetti ve kaybedenlerden
oldunuz.”"3
Bu
konudaki bozuk görüşlerden bir diğeri de Allah’ın bir halk yaratıp onu terbiye
ettiğine, yetiştirip büyüttüğüne, sonra onlara hükümranlık verdiğine ve kullarına
karşı onları güçlendirdiğine ve onlara kendi arzında imkân verdiğine, sonra da
onları düşmanlık ve kin besleyen bir grup olarak atadığına -ki bunlar İblis ve
onun şeytanlardan olan ordularıdırbunların Allah’a rağmen diledikleri gibi hareket
ettiklerine inananların görüşüdür. Onlara göre Allah bu şeytanlara dileme,
irade etme, düşmanlıkta bulunma, güçlü ve uzun ömürlü olma imkânı vermiş, onların
süresini uzatmış, rızıklarım ve nimetlerini bollaştırmıştır. Bu görüş sahibi,
İblis ve orduları, onlara nispet ettiği kötülükler ve onların Allah’a
muhalefet edip düşmanlıkta bulunduklarına dair inancı hakkında düşündüğünde,
onlara karşı öfke ve kinle dolar. Onlara karşı düşmanlık ve nefret beslemeye
başlar, sonuçta eline fırsat geçtiğinde onları öldürme, rızıklarım kesme ve
kininin şiddetinden dolayı elinden geleni yapma noktasına gelir. Bunları
yapmaya güç yetiremeyince, ömrü boyunca, öfke, keder ve acı içinde kalır. Kalbi
sıkıntıya girer. Hatta işi daha da ileriye götürerek belki Allah’ın onları
yaratması, onları yetiştirmesi, rızıklarım bollaştırması, yaptıkları işlerde
onlara imkân vermesi ve sürelerini uzatması hakkında düşünmeye başlar da
vicdanında rabbini mahkûm eder, Onu kınar, Ona karşı içinden, “onları niçin
yarattın, niçin yetiştirip rızık verdin, niçin onlara kullarına karşı imkân
verip onların başına musallat ettin” diyerek hasım olur. Neden, niçin ve nasıl
gibi sorularla gelen vesveseler ve Allah’ın mahlûkatındaki tedbirine, iradesini
gerçekleştirmesine ve ezelî ilmine göre icra ettiği malumatına itiraz eden
nefislere acı veren helak edici zanlar çoğalır. [47]
Bölüm
Bil
ki, bu bozuk görüşleri ve inananlarına elem veren değersiz inançları zikretmemiz,
burada inananlarına haz veren, onların kalplerine sevinç dolduran ve ruhlarına
müjdeler esinleyen bir görüşün de bulunduğunun bilinmesi ve ona bir delil
olması içindir. Bu, Allah’ın veli kullarının görüşü ve Onun salih kullarından
seçkin olanlarının inancıdır. Yine bu, rablerine teslim olmuş, gizlide ve
açıkta Ona şirk koşmayan rabbanilerin yoludur. Bunlar kalplerini cismânî
şehvetlerin kirlerinden arındırmış, ahlâklarını değersiz adetlerden temizlemiş
ve vicdanlarından bozuk görüşleri atmışlardır. Böylece uzuvlarını kötülüklerden,
dillerini çirkin ve ayıp şeylerden korumuşlar ve kalplerinin özüne Allah ile
birlikte ihlâsı yerleştirmişlerdir. Bu bakımdan onlar, Allah’a gizlide ve
açıkta mahlûkatındaki tedbirinden dolayı bir itirazda bulunmamışlar,
kalplerini ıslah etmişler, nefislerini temizlemişler ve ahlâklarını
güzelleştirmişlerdir. Onlar vicdanlarında Allah’ın mahlûkatından hiçbiri için
bir kötülük beslemezler ve kendilerini herhangi bir kimseden üstün görmezler.
Gizlide
ve açıkta halka iyi davranırlar. Nitekim Yüce Allah onları şöyle nitelendirmektedir:
“Rahmanın kulları yeryüzünde mütevazı bir şekilde yürürler. Cahiller
kendilerine iliştikleri zaman selam diyerek [oradan uzaklaşırlar].”"4
Onlar
yeryüzünde cesetleriyle yürürler, nefisleri ise en yüksek makam ile meşguldür.
Onlar, Allah’ı tanıdıkları için Ondan başkasını terk etmişlerdir. Daima Onunla
ve Onun zikri ile meşgul olurlar. Onlar güzel davrandılar. Allah da güzel
davrananlarla beraberdir. “... Güzel davrananlara bir sorumluluk yoktur.”[48]
[49]
Hz. Peygambere soruldu: “Bu güzel davranış nedir?” O da şöyle cevap verdi: “Allaha
sanki sen Onu görüyormuşsun gibi ibadet etmendir. Her ne kadar sen Onu
göremezsen de O seni görür” Allah’ın veli kulları onu nasıl göremez; Onun
saf ve temiz kulları Onu nasıl müşahede edemez! Onlar Onun şu buyruğuna inanıp
hak olduğunu kabul ederler: “ Üç kişinin gizli bulunduğu yerde dördüncüleri
mutlaka O’dur; beş kişinin gizli bulunduğu yerde altıncıları mutlaka
O’dur.”"[50]
Yine Allah şunları söylemektedir: “Kuşkusuz insanı biz yarattık, Nefsinin
ona neler fısıldadığını biliriz. Biz ona şah damarından daha yakınız”"[51],
“Rabbinin hükmüne sabret; Kuşkusuz sen bizim gözetimimiz altındasın”"[52],
“Ben ikinizle birlikteyim; [halinizi] görür ve işitirim”"[53],
“Nerede olursanız olun; O sizinle birliktedir.”[54]
Bölüm
Sonra
bil ki, nefislerin lezzeti, ruhların neşesi ve kalplerin rahatlığı içerisinde
nurun ferahlığından daha lezzetlisi ve daha rahatı yoktur. Bu nur, Allah’ın
veli kullarının kalplerine, Kendisine kavuştukları günde onlara vaat ettiği
cennet nimetlerine olan kesin (yakîn) inancı bırakır. Dolayısıyla onlar Allah’ı
sevaba ulaşmak ve ahirette bol ihsan elde etmek için ümit etmezler.
Nefislerinde, Ona olan muhabbetlerinin şiddetinden ve Onun ihsanını çokça
anmalarından dolayı Onu görmeye ilişkin şiddetli bir arzu duyarlar. Nitekim
şöyle denilmiştir: Kalpler kendilerine iyilik edene muhabbet besleme ve
kendilerine kötülük edene de nefret duyma fıtratı üzere yaratılmışlardır. Yüce
Allah da şöyle buyurmuştur: “İman edenlere gelince; onların Allaha olan
muhabbeti çok şiddetlidir.”'2' Allah kendisinden başkasına
muhabbet duyan kimseleri şöyle kınar ve yerer: “İnsanlar arasında Allah’tan
başkasını Ona ortak koşanlar vardır. Onlar bunları Allah’ı sever gibi
severler. îman edenlere gelince; onların Allah’a olan sevgileri daha
şiddetlidir.”'22
Sonra
bil ki, özelliklerini anlattığımız bu lezzeti, Allah’ın veli kulları kalplerinde
daha dünyada iken bulurlar. Bu, onların bazı gayretlerinin bir semeresi ve bazı
amellerinin sevabının bir mukaddimesidir. Onlara daha dünyada iken acil olarak
verilmiştir.
Çünkü
onlar, Allah’ı gereği gibi tanıdıklarında, Onun dışındaki her şeyi terk etmişler,
gizlide ve açıkta Onunla ve Onun zikri ile meşgul olmuşlardır: “Onları
Allah’ı anmaktan ne bir ticaret ne de bir alış-veriş alıkoyur.”'23
O anda, onların kalplerindeki bozuk düşünceler kaybolup gider, nefislerini
meşgul eden önemsiz inançlar ortadan kalkar; kendilerinde anlatılamayacak
ölçüde bir rahatlık, ferahlık, hoşluk ve lezzet bulurlar.
Hikmetle
ilgili bahislerde açıkça ortaya çıktığına göre, bazı lezzetler sadece elemlerden
kurtulmaktan ibarettir. Bil ki Yüce Allah bu lezzeti ve neşeyi, veli kulları
için dünya hayatında bir müjde kılmıştır. Ahirette ise, elbette Allah’ın
katındaki daha hayırlı ve daha kalıcıdır. Nitekim Yüce Allah şöyle buyurmuştur:
“Allah’ın kulları için çıkardığı ziyneti ve rızkın temiz olanlarını kim
haram kılabilir? Deki: ‘bunlar dünya hayatında müminler için, kıyamet gününde
ise yalnızca onlara tahsis edilmiştir.”'24 Onlara bu konuda hiç
kimse ortak olamaz.
Bil
ki bozuk görüşlerin çözülmesinin ve rablerini tanıdıkları anda Allah’ın veli
kullarının kalplerinden sökülüp gitmesinin nedeni, onların Allah’ı tanımayı
murat ettiklerinde, Onu tanıyacaklarına dair inançlarıdır. Onlara hak açıkça
görünüp Allah’ı gereği gibi tanıdıkları anda kalplerinde bulunan bozuk, sahte
ve uydurulmuş şeylerin hepsi çözülüp gider. Nitekim Hz. İbrahim’den (a.s.)
Yüce Allah’ı tanımayı murat edişinin başlangıcıyla ilgili şöyle aktarılmıştır:
“Gece kendisini bürüdüğünde. ”[55]
[56]
[57]
[58]
[59]
“Ben müşriklerden değilim dedi”'26 İşte peygamberlerin (a.s.)
rablerini ilk araştırmaya başladıkları sırada tanımaya başlamaları böyledir.
Onlar, Hz. Âdem’in zürriyetinden, Hz. Nuh’tan, Hz. İbrahim’den ve Allah’ın
hidayet verip seçtiği kullarından bu yana, Allah’a layık olan sıfatları bu
şekilde tanımışlar ve bilmişlerdir. Nitekim Allah bu durumu şöyle anlatır: “Allah
sizi analarınızın karınlarından hiçbir şey bilmez bir halde çıkarmıştır”[60]
[61]
[62],
“Bilmedikleriniz size öğretildi.”121* Allah peygamberi için ise
şöyle demiştir: Sen kitap nedir, iman nedir bilmezdin.”'[63]
Yine Onun şu buyrukları: “Ey Rabbim ilmimi artır”[64],
“Hiç ölü olan kimse, dirilttiğimiz ve kendisi için ışığında yürüyeceği bir nur
yarattığımız kimse gibi midir?”[65],
“Hiç bilenlerle bilmeyenler bir olur mu?”[66],
“Allah sizden iman edenlerin ve kendilerine ilim verilenlerin derecelerini
yükseltir”[67],
“Onların [âlimlerin] rableri katında dereceleri vardır”[68],
“Allah’tan ancak bilen kulları korkar.”[69]
Âlimleri öven eden ve cahilleri de yeren pek çok ayet vardır.
Sonra
bil, ki tüm cahillerin nefisleri, âlimlerin nefislerine nispetle ölüdür. Bunun
nedeni, âlimlerin kalplerinin açık, göğüslerinin geniş ve ferah, hidayet nuru,
irfan kokusu ve ilim çiçekleriyle dolu iken; cahillerin kalplerinin ise
sıkıntılı ve kapalı, göğüslerinin vesvese ve hayallerle sıkışmış, dar ve
karanlık, kuruntularının hadsiz, fikirlerinin cehaletin zifiri karanlıklarına
gömülmüş ve nefislerinin de vesvese ve hayallerle dolu olmasıdır. Allahü Teâlâ
Kuranın çeşitli ayetlerinde bu durumu şöyle aktarmaktadır: “Allah kimi doğru
yola iletmek isterse, onun göğsünü İslâm’a açar... [kimi de saptırmak isterse,
göğe yükseliyormuş gibi, kalbini dar ve sıkıntılı kılar. Allah böylece,
inanmayanları küfür bataklığında bırakır]”[70],
“[Allah göklerin ve yerin Nur udur]. Onun nuru, içinde ışık bulunan bir kandil
yuvasına benzer.”[71]
[72]
Ya da Allah’ın şu buyruğunda geçtiği gibi: “Veya derin denizin
karanlıklarına benzer. Onu üst üste dalgalar ve dalgaların üstünde de bulutlar
örter; karanlıklar üstünde karanlıklar; insan elini uzattığı zaman, nerdeyse
onu bile göremez. Allah’ın nur vermediği kimsenin nuru olmaz.”13s
Bil
ki, nefislerin hayat ve uyanıklığı, tıpkı cesetlerin hayat ve uyanıklığının
duyu ve harekete bağlı olması gibi, ilim ve marifete bağlıdır. Hayvanların her
cinsine özgü yiyecek çeşitleri vardır. Bunlar onların cesetlerinin gıdalarıdır.
Bunlardan bir kısmı toprağın üzerinde bitenler, bir kısmı ağacın meyveleri ve
yapraklarıdır. Herkes tabiatına uygun olanı arzular ve nefisleri ondan lezzet
alır. Bunların hepsi hayvanların mizaçlarına, cesetlerinin terkibine ve
yiyeceklerini almalarındaki adetlerine göredir.
Nefislerin
de yiyeceklerine ve içeceklerine iştah duymaları ve onlardan lezzet almaları
tıpkı bunun gibidir. Onların da renkleri ve tatları farklıdır. Kimisi şunu arzular
ve ondan lezzet duyar; öbürü ise ondan lezzet almaz. Kimisi bir vakitte iştah
duyduğuna diğer bir vakitte duymaz. Bilakis ondan nefret eder ve tabiatı ondan
kaçar ve eziyet çeker.
Nefislerin
ilimlerden, marifetlerden, sanatlardan, ticaretlerden, amellerden, mesleklerden
ve işleri evirip çevirmekten haz almaları ve onları arzulamaları da buna
benzer. Çünkü insanların kimisinin mizacı sanatlara ve mesleklere yatkındır.
Bunlar, onları öğrenmeyi arzularlar ve onlardan haz alırlar. Kimisinin
mizaçları ticarete ve alış verişe uygundur. Bunlar, onlardan haz alırlar ve
onları arzularlar. Kimisi, mal ve servet biriktirmeyi çok arzular ve ona
düşkündür.
Kimisi,
malını harcamaktan; taşınmaz mülkler ve binalar edinmekten, yeryüzünü imar
etmekten, ekinleri ve nesli korumaktan, hayvanları evcilleştirip terbiye etmekten
ve çoğaltmaktan haz alır ve bunları arzular. Kimisi, yemeye, içmeye, kadınlara
ve genç oğlanlara, oyun eğlence ve şarkıya, tavlaya, kumara ve bunlarla
öğünmeye, güzelliği ve asabiyeti ile iftihar etmeye ve düşmanlık beslemeye;
harplerde savaşmaya ve düşmana meydan okumaya, baskınlara ve yağmalamaya,
fitneler, kötülükler ve düşmanlıklar içerisinde yer almaya düşkündür ve bunları
arzular. Kimisi, oruca, namaza, sadakaları vermeye, Kur'an okumaya, tespihe,
huşu duymaya, iyiliğe, takvaya ve ibadete ve bu türden olan hayırlı amellere
muhabbet duyar, nefsi bunları arzular ve bunlardan haz alır. Kimisi, ilim ehli
ile buluşmaya, âlimlerin sözlerini dinlemeye, ilim ve edep peşinde koşmaya ve
haberleri, rivayetleri ve hadisleri öğrenmeye düşkündür ve bunlara muhabbet
duyar. Kimisi, dil bilgisini, şiiri, hitabeti, fasih konuşmayı, söylenceleri,
kelamı vb şeyleri öğrenmeyi çok arzular ve bunlardan haz alır. Kimisi,
aritmetik ve geometri ilmini, astrolojiyi, tıbbı, mantığı, matematiği,
felsefeyi vb şeyleri çok ister ve bunlardan lezzet alır. Kimisi, tılsımı,
rukyeyi, sihri, simyayı ve hokkabazlığı sever ve bunlardan haz alır. Kimisi de
tabiat ve metafizik ilimlerini incelemeyi, onları araştırmayı, kâinatta bozulan
ve sürekli olarak kalan varlıkların hakikatlerini öğrenmeyi arzular ve
bunlardan lezzet alır. Bunların hepsi, yıldızların, onların doğumlarında ve
adetlerinde, babalarının, üstatlarının ve öğretmenlerinin yol ve yöntemleri üzere
yetişmelerinde cari olan hükümlerinin gereklerine ve ömürleri boyunca
arzularının peşinden koştururken kardeşlerinden ve dostlarından yanlarında
bulunan kimselere göre gerçekleşirler.
Ey
kardeş! Aklını kullan, basiretinle temyizde bulun ve kendin için bu arzulanan
şeylerden sana uygun olan ve hoşnutluk duyacağın şeyi seç. Bil ki işler
arasında nefislere yerleştirilmiş ve onlarda tabiat olarak yaratılmış şeyler
bulunduğu gibi, sürüp giden adetlere dönüşen ve insanın sürekli yapmasıyla
alışılmış, dolayısıyla da onun ikinci bir mizacı ve tabiatı haline gelmiş olan
şeyler de vardır.
Bölüm
Bil
ki, ey kardeş! Kuşkusuz güzel ahlâk ve ölçülü gidişat, meleklerin
ahlâkındandır. Fakat bunlardan bir kısmı, nefislerin yaratılışında
yerleştirilmiş iken diğer bir kısmı da sürüp giden alışılmış adetlerden
ibarettir. Kötü ahlâk ve çirkin gidişat ise şeytanların ahlâkındandır.
Bunların da bir kısmı nefislerin yaratılışında yerleştirilmiş iken diğer bir
kısmı cari olan adetlerden ibarettir. Çocuklar küçüklüklerinden itibaren
bunlara göre yetişip terbiye olurlar. Yada insanlar bunları birlikte
bulundukları kimselerden alırlar; babalarından, annelerinden, kız ve erkek
kardeşlerinden, komşularından, öğretmenlerinden ve üstatlarından
edindikleriyle terbiye olurlar.
Bil
ki, belki bu övülen hususlar, çocukluktan itibaren insanda gereği gibi bir
arada bulunmaz. Bununla birlikte akıllı olana gereken şey, hallerini, ahlâkını,
gidişatını, âdetlerini ve inançlarını gözden geçirmesi, dikkatlice
değerlendirmesi; böylece bozuk ve önemsiz olanlarını terk etmesidir. Kişi cari
olan adetler üzerinde durmamalı, yaratılıştan gelen tabiat ile delil
getirmemeli, aksine, gayret etmeli, düşünmeli ve [iyi ve kötüyü] ayırt
etmelidir. Kuşkusuz Allahü Teâlâ, bilgeleri, elçileri ve peygamberleri yalnızca,
düşük tabiatlar ve cari olan adetlerle birlikte gelişen bozuk işleri düzeltmek
için göndermiştir. Âlimler ve bilgeler, siyasete/insan yetiştirmeye dair
kitaplarında, her insanın işe öncelikle kendi ahlâkını ve âdetlerini ıslah
ederek başlaması gerektiğinden söz etmişlerdir. Kişi ancak kendi ahlâkını
düzeltip ölçülü hale getirdiğinde, başkasını ıslah etmeyi arzulamalıdır.
Nitekim Peygamber (a.s.) şöyle buyurmuştur: “Hepiniz sorumluluk
taşımaktasınız; herkes sorumluluğu altında bulunanlardan mesuldür.” Allahü
Teâlâ da şöyle buyurmuştur: “Ey iman edenler! Kendinizden sorumlusunuz.”'[73]
[74]
[75]
Sonra
bil ki, insanların çoğu, kendi aralarındaki problemleri çözmeleri için
rablerinden gelen emir ve tavsiyeleri ve peygamberlerinin nasihatlerini terk
ettiler. Kendi aralarında yardımlaşma ve dayanışma, birbirlerini sevip sayma ve
birbirlerine yakınlık duyma gibi, Allah’ın kendileri için çizdiği yolda
yürümek suretiyle nefislerini elem verici azaptan kurtaracak şeylerden
uzaklaştılar. Birbirlerinin ayıplarını sayıp dökme ve birbirlerine çirkin
davranma gibi kendilerine yasak edilen şeylerle meşgul oldular. Bu yüzden
fırkalara, mezheplere ve gruplara ayrıldılar. Böylece aralarında kıyamet
gününe kadar düşmanlık ve kin ateşi tutuşturuldu. Nitekim onların bir kısmı
diğer bir kısmını, kalplerine acı ve nefislerine elem vermekle itham etmektedir.
Onlar azapta müşterektirler. Onlardan ilk önce gelenler ile sonrakiler aynı
kulvardadır. Allahü Teâlâ onların bu durumunu şöyle anlatır: “Her ümmet
cehenneme girdiğinde kardeşine [yani kendisinden sonra gelene] lanet etti.”'4"
Ve [Derler ki:] “Onlar rahat yüzü görmesin. Behemehal ateşe gireceklerdir.”'4'
Yine [cehenneme giren önderler] şöyle diyecekler: “Rabbimiz işte şunlar
[yani bize göre hareket edenler] bizi saptırdılar.”'[76]
Bunun üzerine onlara şöyle denilir: “Kazandıklarınıza karşılık, cehennem
azabını tadın.”[77]
Çünkü siz, Rabbinizin tavsiyesini ve Peygamber inizin öğüdünü terk ettiniz. Ve
Allah şöyle buyurdu: “Biz onlara zulmetmedik, ancak onlar kendilerine
zulmediyorlardı.”[78]
Yani onlar, tavsiyeleri terk etmelerinden dolayı zâlim olmuşlardı.
Bil
ki, bozuk görüşler çoktur. Anlattıklarımız, dikkate alan ve düşünen kimseler
için yeterlidir. Onlarla meşgul olanlar çoğunluktadır. Onlar tanınmazlar,
üstlerinden gelinemez, zararlarından emin olunamaz. Onların tamamı İblis’in
ordularıdır. Onlar, kötüler, kâfirler, fâsıklar, münafıklar ve bidat ve dalalet
ehlidir. Ancak onların din ve takva ehli için en kötü olanları, âlimlere en
çok zarar verenleri ve bilgelere en fazla düşman olanları, duyulur nesneler
hakkında bilgileri olmadığı halde akılla bilinenler/makulat ile meşgul olan
zalimler, mücadeleci hasım kâfirler ve aşırı günahkârlardır. Bunlar burhânlar
ve kıyaslar oluşturmaya çalışırlar. Ne yazık ki onlar matematikte iyi değillerdir.
Tabiat ilimlerini bilmedikleri halde metafizik hakkında konuşurlar. Meclislere
katılırlar ve din sahasında, yeryüzündeki kötülüğe rağmen ilahi adaletin nasıl
savunulacağı ve parçalanmayan en küçük parça gibi meselelerle ilgili ilim ifade
etmeyen ve hikmetli hiçbir netice vermeyen şeyler hakkında mücadele ederler.
Hiçbir
hakikati ve varlığı bulunmayan ancak sahte kuruntular içerisinde yer alan bu
tür hayalî ve yaldızlı meselelerde, iddia sahiplerinin kesin bir kanıt ortaya
koymaları mümkün değildir. Bu konuları soruşturanların da bir burhânı yoktur.
Onlar, meclislerinde bunlara dalarlar ve bunlar hakkında çekişmek, ağız dalaşı
yapmak, birbirlerine karşı çıkmak ve birbirlerini yalanlamak suretiyle
vakitlerini zayi ederler. Kendilerine bizzât var olan, insanlar arasında takdir
edilmiş ve bilgeler katında meşhur olan şeyler hakkında bir şey sorulduğunda,
güzel bir cevap veremezler. Sorup araştırmak kendilerine ağır geldiğinde ise
inkâr ederler ve “bilmiyorum” ya da “Allah ve elçisi daha iyi bilir” demekten
kaçınırlar. Aksine kendi taşkınlıkları ve cehaletleri içine dalıp giderler.
Oralarda muhal/imkânsız olan şeyleri iddia ederler. Belki onları iptal etmek
için yaldızlı sözler söylerler. Böylece bilgelere ve âlimlere karşı çıkarlar ve
bunlarla ilgili onlara çirkin ifadelerde bulunurlar. Örneğin şöyle derler: Tıp
ve astroloji ilmi batıldır. Yıldızlar donmuş katı maddelerden ibarettir.
Feleklerin varlığı yoktur. Tıp ilmi faydasızdır. Geometri ilminin hakikati
yoktur. Mantık ve tabiat ilmi, küfür ve zındıklıktır. Onlarla uğraşanlar inatçı
inkârcılardır. İşte bu mücadeleciler, [yukarıda zikredilen ilimlerde âlim
olanlar] hakkında inanılmaz iddialarda bulunurlar. Onlardan hurafeler
aktararak şöyle derler: “İşte onların sözleri, mezhepleri, görüşleri ve inançları
bunlardan ibarettir”. Belki de haklarında söz ettikleri [bozuk inançlı]
topluluk, ne az ne de fazla hiçbir şey konuşmamış ve onların [kendileri hakkında
söyledikleri bu türden] şeylere inanmışlardır. Eğer onların bir inancı ve görüşü
olsaydı bile bunların hiçbiri onu işitemezdi. Onlar, inançları ve yok olup
gitmek üzere olan mezhepleriyle ölmüşlerdir. Onların mezhebini kimse bilmez ve
müşahede etmez. Onlar hayvanlar gibidir. Belki de daha aşağıdırlar.
Ancak
[onlar hakkında] mücadeleye girişen bu adamlar, [kendileri gibi] mücadeleci
olanlar arasında onların bu görüşlerini ortaya çıkarırlar. Bu tür bozuk
inançlara ve önemsiz görüşlere fasih ibarelerle cevap verirler. Onları en açık
beyanlarla izah ederler ve en düzgün hatlarla en kaliteli varaklara yazarlar.
Ardından onları, ilim, hikmet ve değerli görüş sahibi olan ve sağlıklı ayırt
etme yeteneği bulunan topluluklara, çirkin ve fitne uyandıracak bir tarzda
nispet ederler. Böylece onları zayıf görüşlü olarak lanse ederler ve onların
bu görüşlerini eskilerin masalları olarak nitelerler. Hâlbuki bu mücadeleci
adamlar, söz konusu bu görüşleri kendi kalplerinde barındırırlar, kendi
zihinlerine bu bozuk görüşleri ve önemsiz mezhepleri iyice yerleştirirler.
Bunlar onları hayrete düşürür, hakikatler konusunda onları fırkalara böler.
Gerçekten de bu görüşlerin ve mezheplerin [gerçek] sahipleri, mezheplerini
ortaya çıkarmak, kendi görüşleri için delil sunmak ve inançlarını izah etmek
uğruna bütün güçleriyle gayret etseler ve mallarını harcasalardı, yine de bu
görüşleri pek çok zihne yerleştiren bu mücadelecilerin yüzde biri kadar bile
başarılı olamazlardı.
Bütün
bu belaya rağmen yine de onlar bu yaptıklarıyla İslâm’a yardım ettikleri
iddiasında bulunurlar ve dini ikrar ederler! Günümüze kadar onlardan biri eliyle
ne herhangi bir Yahudi’nin tövbe ettiği, ne de herhangi bir Hıristiyan’ın ve
Mecusi’nin onların görüşleri aracılığıyla inançlarına tutunarak Müslüman olduğu
rivayet edilmiştir. Bilakis Yahudiler ve Hıristiyanlar kendi inançlarını ve
mezheplerini muhafaza ederek daha da fazla yayılmışlardır. Çünkü onlar, bu tür
mücadeleci adamlara baktıklarında, onların dinin hükümleri üzerindeki
çekişmelerini, birbirleriyle olan ihtilaflarının ve tartışmalarının çokluğunu,
birbirlerine olan düşmanlıklarını ve birbirlerine lanet etmelerini görmüşler ve
bu hal içerisinde bulunan söz konusu adamların ve onların mezheplerine giren
kimselerin durumunun ancak Allah’ın şu sözlerine muhatap olanlara benzediğini
düşünmüşlerdir: “Cehennemegiren her ümmet, [kendisinden sonra gelen]
kardeşine lanet okudu ’'45, “Dediler ki: onlar rahat yüzü
görmesin.”'46 İşte dinde çekişip düşmanlık edenlerin içinde
bulundukları durumun hükmü budur.
Sonra
bil ki, kuşkusuz sen insanların din ve mezhepler, ilimler ve sanatlar, ticaretler
ve meslekler bakımından içerisinde bulundukları hallere göre oluşan tabakalarına
ve cemaatlerine bir göz attığında; onlar arasında, düşmanlığın, kinin, incitici
söz ve davranışların ve lanet okumanın, bu mücadeleci sınıfın arasında
görülenlerin yüzde birine bile ulaşmadığını görürsün. Çünkü sen, bu mücadeleci
sınıfın birbirini tekfir ettiğine ve bazısının diğer bazısından yüz çevirdiğine
tanık olursun. Yine onlardan her birinin, kendisine muhalif olanların
mallarına el koymayı helal saydığına ve onların kâfirler ve zındıklar
olduklarına ve cehennemde sonsuza dek kalacaklarına tanıklık ettiklerini
görürsün. Hiç kuşkusuz [onların] âlimleri, insanlara kin ve nefret duymuşlar;
onları ilim ve edep öğrenmekten ve marifet peşinde koşmaktan uzaklaştırmışlar
dır. Nitekim insanlar onların bu hallerine baktıklarında, kendileri
öğrenmedikleri gibi başkalarını da öğrenmeye bırakmadıklarını görürler. Onların
bu durumu, ancak şu haldeki köpeğin durumuna benzer: O bir yemliğin başında [79]
[80]
uyur ve ondan yemez. Bununla birlikte atı da bırakmaz ki, ondan yesin. Sonuçta
kendisi de at da zarar ve bitkinlik içerisinde ölür.
Hüseyin
b. Ali’den (as) şöyle dediği rivayet edilmektedir: “Ey kötülük bilginleri,
cennetin kapısına oturdunuz. Ne siz cenneti hak edecek ameller işliyorsunuz, ne
de başkalarının sizi geçip cennete girmesine izin veriyorsunuz!”
Dolayısıyla halk, taşıdıkları özellikleri anlattığımız bu adamlara
yöneldiğinde, sen onları sakındır. Çünkü onlar [gerçek] ilim erbabına düşman,
takva ehline muhalif ve İhvân-ı Safâ’ya karşıdırlar. Onların halleri ve
ahlâkları, şeytanların ahlâkıdır. Kuvvetleri, deccallerin kuvvetidir. Dilleri
çok konuşur, ancak kalpleri kördür. Sözleri fasihtir; ancak manalarını
bilmezler. Onlar kendilerini [gerçek] âlimlerle mücadeleye, bilgelerle zıtlaşmaya
ve ahmaklarla çekişmeye adamışlardır. Ne bir hikmet bilirler ne de dinin
hükümlerini tahkik ederler. İlahi kitaplardan kendilerine bir delil
sunulduğunda, onun hakkında şüphe duyarlar. Müteşabih/anlamları kapalı olan
ayetlere uyup anlamları açık olan ayetlerden elde edilen ilmi terk ederler.
Yüce Allahü onların bu durumlarını şöyle anlatır: “Kitabı Sana indiren Odur.
Onun bazı ayetleri muhkemdir /anlamları açık olandır. Bunlar kitabın temel
kısımlarını oluşturur. [Diğerleri ise çeşitli anlamlıdırlar. Kalplerinde
eğrilik olan kimseler, fitne çıkarmak, kendilerine göre yorumlamak için
onların çeşitli anlamlı olanlarına uyarlar. Oysa onların yorumunu ancak Allah
bilir. İlimde derinleşmiş olanlar: ‘Ona inandık, hepsi Rabbimizin
katındandır’derler. Bunu ancak akıl sahipleri düşünür]”[81]
Sonra
bil ki, Yüce Allah veli kullarına bol bol iyilik ve ihsanda bulunur. Eğer doğru
yolu bulmak ve Allah’ın hidayetine mazhar olmak ve haniflik dini ile selefin
yolunda yardım görmek ve doğruya ulaşmak istiyorsan, Onun velilerinden olan has
kulları hakkındaki hükmüne, onlara nasıl telkinde bulunduğuna, onların
hikâyelerini, sözlerini, dualarını ve Kendisine yönelişlerini nasıl anlattığına
bir bak. Sonra dinin hükümleri, peygamberlerin tavsiyeleri ve bilgelerin
işaretleriyle amel et. Düşmanlıkları, kötü ahlâkı, günah işleri ve çirkin
amelleri de terk et. Yine bozuk görüşlerden uzak dur ve ister felsefî, ister
dini, ister matematiksel, ister tabiî ya da metafıziksel olsun, ilim öğren.
Çünkü bu ilimlerin hepsi nefsin gıdası, onun dünya ve ahiretteki hayatıdır.
Sakın bilmeyenlerin yolunu izleme. Nitekim Yüce Allah onları şöyle nitelendirmiştir:
“İnsanlardan bir kısmı da hiçbir bilgisi olmadığı halde Allah hakkında
mücadeleye girişir... ”[82]
Kuşkusuz
öğrendik ki bu ilimler ve fenler hakkında elli bir tane risâle vardır. Bunlardan
her biri, ilimlerin bir dalı ve fenlerin bir türü hakkındadır. Onları arayıp
bulun ve okuyun. Göreceksiniz ki onlar kolaydır, kişiyi yormaz ve sıkmaz. Allah
seni, bizleri ve tüm kardeşlerimizi dosdoğru yolu bulmaya muvaffak kılsın.
Seni, bizi ve tüm kardeşlerimizi eksiksiz olanın yoluna ulaştırsın. Kuşkusuz O,
kullarına çok acıyan ve çok şefkat gösterendir. Allahın salât ve selamı
Peygamberimiz Hz. Muhammed’in ve Onun tüm ehl-i beytinin üzerine olsun.
Mezhepler
ve Dinler Risâlesi tamamlandı. Bundan sonra, Yüce Allah’a giden yolun
mahiyetine dair risâlemiz gelecektir.
İkinci
-İhvân-ı Safâ Risâlelerinin Kırk ÜçüncüRisâlesi
Allah Azze ve Celle’ye Giden Yolun Mahiyetine Dair[83]
Rahman
ve Rahim Olan Allah’ın Adıyla!
Allah’a
hamd, seçtiği kullarına selam olsun, “Allah mı daha hayırlıdır, yoksa O’na
ortak koşulan varlıklar mı?”[84] [85]
Ey
kardeşler! Allah sizi ve bizi kendinden bir ruh ile desteklesin! Biliniz ki,
Yüce Allah mahlûkatı yarattı, şekillendirdi, işleri düzene soktu ve yoluna
koydu, sonra arşa istiva etti ve yükseldi. Kullarından bir topluluğu
seçmesi, seçkin kılması, Kendisine yaklaştırması, kurtarması, ilminin gizli
yönlerini ve gaybının sırlarını onlara açması ve onları; kullarına, kendisine
ve komşuluğuna davet etmeleri ve onlara sırlarını haber vermeleri için
göndermesi, rahmetinin lütfundan, cömertliğinin mükemmelliğinden ve ihsanının
tanımğındandır. Bunun amacı, onların cehalet uykusundan uyanmaları, gaflet
yatağından kalkmaları, bilginler (ulemâ) gibi hayat sürdürmeleri, mutlu insanlar
gibi yaşamaları ve ebedilik yurdunda varlığın yetkinliğine ulaşmalarıdır.
Nitekim O, bundan kitaplarında bahsetmiş ve peygamberlerinin (salla'llâhü
aleyhi ve sellem) diliyle anlatmıştır. Allah buyurdu ki; “Gökleri ve yeri
altı günde yarattı ve sonra arşa istiva etti”2 Yine buyurdu ki; “Allah
Âdemi, Nuh’u, İbrahim ailesini ve İmran ailesini birbirinden gelmiş nesiller
olarak seçip, âlemlere üstün kıldı’.’[86]
Sonra yine buyurdu ki; “Allah peygamberleri müjdeleyici ve uyarıcı olarak
gönderdi ve yanlarında insanların anlaşmazlığa düştükleri şeyler konusunda
aralarında hüküm vermek üzere kitabı hak olarak indirdi”[87]
Sonra yine buyurdu ki; “Allah selam yurduna çağırır ve dileyeni doğru yola
iletir’.’[88]
Ey
kardeşler! Allah sizi ve bizi kendinden bir ruh ile desteklesin! Biliniz ki,
oraya ulaşmak ancak şu elbiseyi giymek (bu iki özelliliğe sahip olmak) ile
mümkündür: Bunlardan birisi nefsin arınması, diğeri yolun doğruluğudur. Nefsin
arınması, insan cevherinin özüdür. İnsan ismi, nefis ve bedene birlikte
verilir. Beden, et, kan, kemik, damar, sinir ve deri gibi şeylerden meydana
gelen şu görünen vücuttur. Bütün bunlar, yere ait karanlık, ağır, değişken ve
bozulan cisimlerdir. Nefis ise göğe ait ruhânî, diri, nurânî, hafif, hareketli,
bozulmayan, bilen ve şeylerin suretlerini idrak eden bir cevherdir. Onun
(nefsin) duyulur ve düşünülür varlıkların suretlerini idrak etmesi aynaya
benzer. Aynanın şekli düzgün ve yüzü parlak olursa, orada cisimsel şeylerin
suretleri olduğu gibi görünür. Aynanın şekli eğri olursa, cisimsel şeylerin
suretlerini gerçekte olduğundan farklı gösterir. Aynı şekilde aynanın yüzü
paslı olursa, elbette orada hiçbir şey görünmez.
Nefsin
durumu da böyledir. O, bilir ve üzerinde bilgisizlikler birikmezse, kötü
amellerle kirlenmemiş temiz bir cevher ve çirkin huylarla paslanmamış saf bir
öz olur. O, sahih niyetli olur ve yanlış düşüncelerle bozulmaz. Kendi
âlemindeki ruhsal şeylerin suretleri onun özünde görünür. Nefis onları
hakikatleriyle idrak eder ve duyuların sağlıklı ve sağlam olması halinde
cisimsel şeyleri duyularıyla idrak ettiği gibi, duyulara uzak kalan konuları
aklıyla ve cevherinin saflığıyla gözlemler. Nefis, bilgisiz, cevheri arı
olmayan, kötü amellerle kirlenmiş veya çirkin huylarla paslanmış ya da yanlış düşüncelerle
bozulmuş olur ve bu hal üzere devam ederse, Yüce Allah’ın dediği gibi, ruhânî
şeylerin hakikatlerini idrak etmekten mahrum, Yüce Allah’a ulaşmaktan âciz ve
ahiret nimetlerinden uzak kalır. Nitekim Yüce Allah şöyle buyurmuştur: “Şüphesiz
onlar ogün Rablerini görmekten mahrum kalacaklardır.”[89]
[90]
Ey
kardeşler! Allah sizi ve bizi kendinden bir ruh ile desteklesin! Biliniz ki,
onun (nefsin) Rabbinden mahrum kalması, cevherini, âlemini, başlangıcını ve
sonunu bilmemesidir. Onun bilgisizliği, Yüce Allah’ın dediği gibi, amellerinin
kötü ve fiillerinin çirkin olmasından dolayı özüne çöreklenen pastan ileri
gelir. Allah şöyle buyurur: “Hayır, onların yaptıkları kalplerini
paslandırmıştır.”s Onun eğriliği, Yüce Allah’ın dediği gibi,
bozuk düşüncelerinden ve kötü huylarından kaynaklanır. Allah şöyle buyurdu: “Onlar
yoldan sapınca Allah da kalplerini doğru yoldan saptırdı.”[91]
Ey
kardeşler! Allah sizi ve bizi kendinden bir ruh ile desteklesin! Biliniz ki,
nefis, bu nitelikler üzere devam ettiği sürece kendi özünü görmez. Allah’ın
belirttiği gibi kendi âleminde bulunan bu güzel, üstün, lezzetli ve hoş şeyler
onun özünde görünmez. Allah şöyle buyurdu: “Canlarının istediği ve
gözlerinin hoşlandığı her şey oradadır. Siz orada ebedi olarak kalacaksınız.”[92]
Ve yine buyurdu ki, “Hiç kimse yapmakta olduklarına karşılık olarak onlar
için saklanan göz aydınlıklarını bilemez?[93]
Ey
kardeşler! Allah sizi ve bizi kendinden bir ruh ile desteklesin! Biliniz ki,
nefisler bu şeyleri müşahede etmedikçe, onlara rağbet etmezler, onları
istemezler ve onlara özlem duymazlar; Yüce Allah’ın dediği üzere, sanki körmüş
gibi kalırlar: “Çünkü gerçekte gözler değil, göğüslerdeki kalpler kör olur.”[94]
Ey
kardeşler! Allah sizi ve bizi kendinden bir ruh ile desteklesin! Biliniz ki,
nefisler kendi âlemlerinin durumunu görmezler ve şu an dünya hayatında sahip
oldukları halin dışında bir varlıklarının olmadığını zannederlerse, o zaman
Yüce Allah’ın dediği gibi, hep dünyada kalmayı arzularlar, orada ebedi yaşamayı
temenni ederler, ondan hoşlanırlar, onunla huzur bulurlar, ahiretten ümitlerini
keserler ve yeniden dirilişi unuturlar. Allah şöyle buyurdu: “Dünya
hayatından hoşnut oldular ve onunla tatmin oldular.”[95]
Yine buyurdu ki, “Kabirlerdeki kâfirlerin ümit kestikleri gibi tamamen
ahiretten ümitlerini kestiler”[96]
Sonra,
Yüce Allah’ın dediği gibi, kendilerine peygamberlerin (salla'llâhü aleyhi ve
sellem) diliyle gelen Allah’ın tavsiyesi hatırlatıldığında hiçbir öğüt
almazlar. Allah şöyle buyurdu: “Kendilerine öğüt verildiği zaman öğüt
almazlar”[97]
Sonra onlar ölünceye kadar sanki hiçbir şey duymamış gibi direnerek ve
kibirlenerek körlük, bilgisizlik ve azgınlık içinde kalırlar. Nefsin bedenden
ayrılması ve bedeni kullanmayı terk etmesi demek olan ölüm sarhoşluğu
geldiğinde, hoşlanmadığı halde onu terk ettiğinde, bedeni kullanmayı ve duyulur
şeyleri idrak etmeyi bıraktığında, uyanmak için kendi özüne döner. Fakat Yüce
Allah’ın dediği gibi, günahlarının ağırlığından, kötü amellerinden ve çirkin
âdetlerinden uyanamaz. Allah şöyle buyurdu: “Günahlarını sırtlarına
yüklenirleri’[98] O
zaman beden aracılığıyla elde ettikleri duyulur lezzetler ellerinden kaçtığını
ve kendi âlemlerinde bulunan düşünülür lezzetleri elde edemediklerini anlarlar.
Yine o zaman dünya ve ahireti kaybettiklerini fark ederler. Bu apaçık bir
hüsrandır. Bu da tamamlanmıştır, olup bitmiştir.
Nefsin
Terbiyesi ve Huyların Düzeltilmesine Teşvik Hakkında
Yolun
doğruluğu dediğimiz diğer haslete (özelliğe) gelince: Dünya işlerine ait
herhangi bir isteğe yönelen kimse, bu yönelişinde yolların en yakın ve yürümesi
en kolay olanını arar. Çünkü o, yakın bir yolunun bulunmaması halinde aradığı
şeye ulaşmada gecikeceğini bilir. Aynı şekilde yolun yürümeye elverişli
olmaması halinde oraya ulaşmasını engeller veya yürümesini zorlaştırır. Yolların
en yakını doğru çizgi üzerinde olandır. Yürümeye en elverişli olan yol ise
üzerinde engel bulunmayan yoldur. Nefislerini arındırdıktan sonra Yüce Allah’a
yönelen, esenlik yurdunda ahiret nimetlerine istek duyan (rağbet eden) ve göğün
melekûtuna yükselip melekler topluluğuna katılmak isteyen kimselerin
maksatlarında yolların en yakınına yönelmeleri gerekir. Nitekim Yüce Allah
şöyle buyurdu: “İşte onlar doğruyu arayıp bulmuşlardır”[99]
[100]
Yine eksiklikten münezzeh olan şöyle buyurdu: “İşte bu, benim dosdoğru
yolum. Artık ona uyun. Başka yollara uymayın. Yoksa o yollar sizi parça parça
edip Onun yolundan ayırır. İşte size bunları emretti’.’111 Yine
Yüce Allah buyurdu: “Ben size, babalarınızı üzerinde bulduğunuz dinden daha
doğrusunu getirmiş olsam da mı? de.”[101]
Yüce Allah’ın dediği gibi, Onun bize tavsiye ettiği ve peygamberlerinin (salla'llâhü
aleyhi ve sellem) diliyle tâbi olmamızı emrettiği doğru yolun ne olduğunu
açıklamak ve Rabbimizin vaat ettiği şeye ulaşmak için o yola nasıl koyulmamız
gerektiğini anlatmak istiyoruz. Yüce Allah onların ne diyeceğini şöyle anlatır:
“Rabbimizin bize vadettiğini biz gerçek bulduk. Siz de Rabbinizin
vadettiğini gerçek buldunuz mu?’ diye seslenirler.
Onlar,
‘Evet’ derler"[102]
Fakat gerçekte biz onu, ancak, ölçülü bir söz, doğru bir kıyas ve Yüce Allah’ın
beyanında ve peygamberlerinin (salla'llâhü aleyhi ve sellem) sünnetinde olduğu
gibi açık delillerle, onun hak olduğunun açıklığa kavuşması için Allah’ın
ufuklarda ve nefislerimizde bulunan diğer ayetlerinin etkili bir tasviriyle
açıklayabiliriz. Nitekim Yüce Allah şöyle buyurdu: “Kesin olarak inananlar
için yeryüzünde ve kendi nefislerinizde birçok alametler vardır. Hâlâ görmüyor
musunuz?”[103]'
Biz bunu yaparsak temizlerden başkasının dokunamadığı birikmiş ilimlerin ve
gizlenmiş sırların kapıları açılır.
Ey
kardeşler! Allah sizi ve bizi kendinden bir ruh ile desteklesin! Biliniz ki,
hiç kimsenin Yüce yaratıcının zatı ve sıfatları hakkında tahmin ve varsayımla
konuşmaması gerekir. Aksine O’nun hakkında ancak nefsini arındırdıktan sonra
tartışması gerekir. Yüce Allah’ın buyurduğu gibi bu, şüphe, şaşkınlık ve
sapıklığa götürür. Allah şöyle buyurdu: “İnsanlar arasında hiçbir bilgisi,
yol göstericisi ve aydınlatıcı bir kitabı olmadan Allah hakkında tartışıp
duranlar vardır'.’[104]
Biz her şeyden önce başlıyoruz ve nefsi çocukluktan itibaren alıştığımız kötü
huylardan nasıl arındırmamız gerektiğini açıklıyoruz; beyana en açık, anlamaya
en yakın ve öğütte en etkili olması için bunu matematik (riyâzî)
risâlelerimizde çeşitli bölümler halinde anlatıyoruz ve her bölümde atasözü
haline gelmiş örnekler (darbımeseller) veriyoruz. Bundan sonra, yönelenler
için bir yöntem ve isteyenler için bir yol gösterici olması için bu risâlelerde
Aziz ve Çelil olan Allah’a giden doğru yolun ne olduğunu ve ölçülü bir söze ve
açık delillere nasıl uyulması gerektiğini açıklayan daha başka bölümler de
sunuyoruz. Bu iki husustan sonra Yüce Allah’ın ilhamıyla bildiğimiz ve
dostlarının kitaplarının ve peygamberlerine (salla'llâhü aleyhi ve sellem) indirilenlerin
tefsirlerinden çıkardığımız, irşat ve sembollerinde filozofların dilinde
ifadesini bulan canlı ilahi işleri ve saklı ilahi sırları; âlemin yokluktan
sonra meydana gelmeye başlama sebebini, nefsin düşmesini, aldanmasını, ilk
insanın yaratılışını, isyan etme sebebini, meleklerin konuşmasını, Âdem’e secde
etmelerini, iblis ve cinler kıssasını, onun secdeden yüz çevirmesini, ebedilik
ağacı ve yok olmayan mülkü, Âdem’in soyundan söz alınma sebebini, kıyamet
haberlerini, sura üfürülmeyi, yeniden dirilmeyi, yayılma ve hesabı, hükmün
verilmesini, sırattan geçmeyi, ateşten kurtulmayı, cennete girmeyi, Yüce Rabbin
ziyaretini, peygamberlerin (salla'llâhü aleyhi ve sellem) kitaplarında
anlatılan buna benzer haberleri ve onların manalarının hakikatlerini açığa
çıkarmaya başlıyoruz. İnsanlar arasında öyle akıllı, ayırt etme yetisi kazanmış
(mümeyyiz) ve filozofmuş gibi görünen topluluklar vardır ki, bu konular
hakkında düşündükleri ve onları akıllarıyla kıyas ettikleri zaman, onların
gerçek manalarını tasavvur edemezler. Onları, vahiy lafızlarının görünen
(zâhir) kısmının işaret ettiği şeye göre yorumladıkları zaman, akılları bunu
kabul etmez ve o zaman şüphe ve şaşkınlığa düşerler. Bu şaşkınlık uzun
sürdüğünde, kılıç korkusundan bunu dilleriyle ikrar etmeseler bile, kalpleriyle
inkâr ederler.
Yine
insanlar arasında ilim ve temyizde onlardan daha aşağıda olan öyle topluluklar
vardır ki, onun hak olduğuna inanırlar ve bunu bilirler. Başka topluluklar ise
onları taklit ederek alırlar ve üzerinde düşünmezler. Yine insanlar arasında
öyle bir grup vardır ki bu tür meseleleri işittiklerinde nefisleri onlardan
nefret eder ve bunların dile getirilmesinden tiksinirler. Onun hakkında konuşan
veya soru soran kimseyi küfür, zındıklık ve üstüne düşmeyen şeyi yapmakla
suçlarlar.
Onlar,
nefisleri cehalet uykusuna dalan topluluklardır. Onlara öğüt veren kimsenin
tedavilerini ilahi kitapların ayetleri, ellerinde bulunan peygamber haberleri
ve şeriat hükümlerindeki had, rusûm* ve misaller ile öğüt vererek
yapabildiğinin en zarifiyle iyi bir şekilde tedavi eden dost bir tabip olması
gerekir. Bütün bunların hepsi, dünya ve ahiret (mebde ve me ad) konularına ait
olup onların ihmal ettikleri hususları nefse hatırlatmaya yönelik
işaretlerdir. Bunlar, farzların özel sayılar şeklindeki miktarları, peygamberlerin
belirli şartlardaki hükümleri, belli vakitlerde onların eda edilmesi, çeşitli
yönlere yönelme ve ister Tevrat, ister İncil, isterse Kur’an ehlinden olsunlar,
farklı şekillerde ibadet etme gibi hususlardır. Onların şeriat hükümlerinin
zahirine bağlı kalmaları, peygamberlerinin kitaplarını okumaya aşırı istek
duymaları ve önem vermeleri ve onlardaki din ve dünya hükümlerinin doğruluğunu
kabul etmeleri, âlemler konusundaki bilgisizliklerinden ve mebde meadı
unutmalarından sonra onlara hatırlatmada bulunan kimselere bir delil ve bizim
daha önce anlatmış olduğumuz bu meselelerin manalarına ilişkin inkârları
hususunda onlara bir şâhittir. Bu meselelerin manalarını inkâr eden bu topluluk
putlara, heykellere, ateşe, güneşe, yıldızlara ve benzeri şeylere tapan
kimseler olsalar da bu böyledir. Zira, onların şeriat kitaplarında, mabet
resimlerinde ve gelenek hükümlerinde de bununla ilgili nebevi şeriat ve
dinlerdekine benzer bir takım örnekler ve işaretler vardır. Fakat onlara hatırlatmada
bulunan kimselerin bunları bilmeleri gerekir.
İnsanlar
arasında bu tür meseleleri işittiklerinde nefisleri onların cevaplarına yönelen
ve manalarını bilmeyi arzulayan bir topluluk vardır. Onların cevabını
işittiklerinde hiçbir delil ve burhan olmadan kabul ederler. Onlar, nefisleri
sağlam ve henüz yanlış fikirlerle bozulmamış ve cehalet uykusuna dalmamış olan
kimselerdir. Hatırlatmada bulunan kimse onları aşamalı olarak öğretme yoluna
başvurmaya ihtiyaç duyar. Nitekim biz bunları öğretmenler ve öğrenciler için
yazdığımız ilk iki risâlede anlattık. Nefisleri güzelleştiği, zihinleri
arındığı ve akılları güçlendiği zaman insan suretinde tasvir ettiğimiz beş
risâlede açıkladığımız ve delillerini, insan suretindeki örneklerle izah
ettiğimiz üzere, onlara bu meselelerin cevaplarını burhanlarıyla sunarsın.
İnsanlar
arasında ilim erbabı olan, bazı ilimler üzerinde düşünen ve filozofların bazı
kitaplarını onaylayan veya onların münazaralarını kelamcılardan,
felsefecilerden ve din âlimlerinden dinleyen bir topluluk, bu tür meseleler hakkında
konuştular ve onlarla ilgili çeşitli cevaplar verdiler, bir şey üzerinde görüş
birliğine varmadılar ve onlar hakkında aynı görüşü açıklamadılar; bilakis bu
konuda onlar arasında çekişmeler ve tartışmalar meydan geldi. Bunun sebebi,
onların ellerinde bütün bu meseleleri cevaplamalarını sağlayacak bir tek doğru
esasın ve düzgün kıyasın bulunmamasıdır. Fakat onların esasları değişik,
kıyasları farklı ve yanlıştır.
Ey
kardeşler! Allah sizi ve bizi kendinden bir ruh ile desteklesin! Biliniz ki
farklı esaslara dayanarak cevap vermek ve değişik kıyaslarla hükmetmek
çelişkili ve yanlış olur. Biz bütün bu soruları cevapladık. Onların çoğu, bir
tek asıl ve bir tek kıyasa dayalı meselelerdir. O asıl insan suretidir. Çünkü
insan sureti, Allah’ın mahlûkatı üzerindeki en büyük delildir. Çünkü o, onlara
en yakın olanıdır. Onun delilleri daha açık, burhanları daha doğrudur. O (insan
sureti), Allah’ın kendi eliyle yazdığı kitap, hikmetiyle inşa ettiği bina,
yarattıkları arasına koyduğu ölçü, hesap günü hak ettikleri sevap ve cezayı
tarttığı terazi, bütün âlemlerin suretlerin kendisinde toplandığı bütün, Levh-i
mahfuzdaki ilimlerin özeti, her inkârcıya karşı şahit, her hayra götüren yol
ve cennet ile cehennem arasına çekilmiş sırattır.
Hakiki
ilimlerde öncülük iddiasında bulunan ve daha önce geçen bu sorulara güzel cevap
verdiğini söyleyen kimsenin onun cevabını bir tek asıl ve kıyasa dayalı olarak
araması gerekir. Onun felekler, gezegenler, unsurlar, hayvanlar, bitkiler ve
diğerlerinden oluşan bütün varlıkların suretleri arasında insan suretinden
başkasını asıl kabul etmesi mümkün değildir. İnsan suretinden başka bir şeyi
asıl kabul ederse diğer varlıkları onunla kıyaslayamaz ve bu sorulara bizim
kıyasladığımız ve cevapladığımız dışında bir şeyle cevap veremez. Böyle
yaparsa herkes bir tek görüş, bir tek din ve bir tek mezhep üzerinde ittifak
eder; çelişki ortadan kalkar ve doğru herkese açıkça görünür. Bu, herkesin
kurtuluşuna vesile olur.
Biz
hiç kimseye, Yüce ve Mukaddes Allah’ın geleneğine uymak için nefsini bu iki
kitapta söylediğimiz ve anlattığımız şeylerle eğitmeden bu gibi konular
üzerinde düşünmesine ve onlar hakkında soru sormasına müsaade etmeyiz. Nitekim
O, şöyle bildirmiş ve söylemiştir: “Biz Musa ile otuz gece için sözleştik ve
buna on gece daha ekledik"[105]
Çünkü Musa (as) nefsinin arınması için geceleri namaz kıldı, gündüzleri oruç
tuttu. İşte o zaman Yüce Allah onu kurtardı ve onunla konuştu.
Peygamber’in
(salla'llâhü aleyhi ve sellem) şöyle dediği rivayet edilmektedir: “Kim kırk
gün sadece Allaha kulluk ederse, kalbi kapalı bir dilsiz de olsa, Allah onun
kalbini açar ve göğsünü genişletir ve dilini hikmetle konuşturur"
Bundan
dolayı filozofların öğrencilere hikmet kapısını açmak ve özel isteklilerin
(mürit) sırları keşfetmesini sağlamak istedikleri zaman nefislerinin arınması
ve huylarının güzelleşmesi için önce onları razı etmeleri ve nefislerini edeple
süslemeleri gerekir. Zira hikmet, kendisine özel bir mekan açmak istediğin
gelin gibidir, çünkü o ahiret hazinelerindendir. Filozof, hikmet konusunda
öğrencilere onun sırları kendilerine açılmadan önce gerekli alıştırmayı
yapmazsa, onun durumu, kralın kapı muhafızının ahmak bir topluluğa edep ve
terbiye almadan huzura girmelerine izin vermesine benzer. O böyle yaparsa
cezayı hak eder. O zaman o, onların terbiyesi için gerekeni yaptı. Sonra onlar
hem yapmadılar hem de kabul etmediler. Filozof kınamadan uzak oldu ve onlara
suçluluk gerekti. Çünkü sen aç kişiye yiyecek ve içecek ikram ettiğin zaman onu
doyurursun. O aç olarak ölünceye kadar yemezse kanıyla alınır: “Kim bir
mümini kasten öldürürse onun cezası ebediyen kalmak ve Allah’ın gazabına
uğramak üzere cehennemdir."[106]
Ey
saygılı ve merhametli kardeş! Allah seni, bizi ve bulundukları ülkelerde tüm
kardeşlerimizi doğruya muvaffak etsin! O, kullarına karşı şefkatlidir.
Allah
Azze ve Celle’ye Giden Yolun Mahiyeti ve Ona Ulaşma Şekli
hakkındaki risâle sona erdi. Bunu İhvân-ı Safanın İnancı hakkındaki
risâle takip edecektir.
İlahi
ve Dînî Yasalara Dair İlimlerin
(el-Ulümu’n-nâmüsiyye ve’ş-şer‘iyye)
Üçüncü -İhvân-ı Safâ Risâlelerinin Kırk DördüncüRisâlesi
İhvân-ı Safa’nın İnancının ve Rabbânîlerin Mezhebinin
Açıklanmasına Dair[107]
Rahman
ve Rahim Olan Allah’ın Adıyla!
A |
llah’a
hamd, seçtiği kullarına selam olsun, “Allah mı daha hayırlıdır, yoksa Ona
ortak koşulan varlıklar mı?”[108]
Ey
kardeş! Allah seni ve bizi kendinden bir ruh ile desteklesin! Bil ki, biz, en
yüksek gaye olan Yüce Allaha ulaşma yolunun mahiyetini ve onun bilgisine
ulaşmanın şeklini açıklamayı bitirdik. Şimdi bu risâlede İhvân-ı Safanın inanç
sistemini (itikad), Rabbânîlerin mezhebini ve nefsin bedenden
ayrıldıktan sonra baki kalacağını anlatmak istiyoruz. Bu ayrılış burhan değil,
ikna yöntemiyle tabiî ölüm olarak ifade edilmiştir. Diyoruz ki;
Bil
ki, anlatıldığına göre geçmiş zamanda bilgeler arasında tıp dostu bir adam
vardı. Şehirlerden birine girdi; halkta sebebini bilmedikleri ve hastalık
olduğunu anlamadıkları gizli bir hastalığın olduğunu gördü. Bu bilge, onları bu
hastalıktan uzaklaştırarak nasıl tedavi edeceğini ve müptela oldukları bu hastalıktan
onları nasıl şifaya kavuşturacağını düşündü. Onlara maruz kaldıkları durumu
haber verdiği takdirde sözünü dinlemeyeceklerini, öğüdünü kabul
etmeyeceklerini, bilakis belki de kendisini düşmanlıkla suçlayacaklarını,
görüşünü çürütmeye çalışacaklarını, edeplerini hafife alacaklarını ve ilmini
ayağa düşüreceklerini anladı. Türünün fertlerine duyduğu aşırı şefkat,
merhamet, sevgi ve Aziz ve Çelil olan Allah’ın rızasını gözeterek
iyileşmelerini istemesi sebebiyle onlarla ilgili bir çözüm yolu üretti: Bu
şehir halkından hastalığa yakalanmış faziletli bir adam talep etti. Ona tedavi
için hazırladığı ve iyileştirmek için dumanını içine çektirdiği şuruplardan
birini verdi. Adam hastalığı nedeniyle hapşırdı ve vücudunda hafiflik,
duyularında rahatlık, bedeninde sağlık ve ruhunda güç hissetti. Ona teşekkür ve
hayır dua etti, dedi ki: “Beni tedavi etmek için yaptıklarına karşılık olarak
giderebileceğim bir ihtiyacın var mı?” Dedi ki: “Evet, kardeşlerinden birini
tedavi edebilmem için bana yardım et!” “Başüstüne!” dedi. Bu konuda anlaştılar
ve tedavi için iyileşmeye en yakın olduğunu gördükleri başka bir adamın yanma
girdiler. Onu arkadaşlarından ayrı bir yere aldılar ve bu ilaçla iyileştirdiler.
O da hastalığından kurtuldu. Aldığı ilacın etkisinden kurtulunca onlar için
hayır dua etti, onları tebrik etti ve şöyle dedi: “Bana yaptığınız iyiliğe
karşılık
giderebileceğim
bir ihtiyacınız var mı?” Onlar şöyle dediler: “Kardeşlerinden birini
iyileştirme konusunda bize yardım et!” “Başüstüne!” dedi. Bu konuda anlaştılar
ve başka bir adamla görüştüler; onu ilk adam gibi tedavi ettiler ve
iyileştirdiler. Sağlığına kavuştu ve onlara ilk iki kişinin dediklerini dedi.
Onlar da ona, ilk kişiye dedikleri gibi dediler.
Sonra
şehirde herkesi tek tek tedavi etmek için gizlice dağıldılar. Sonunda birçok
insanı iyileştirdiler. Yardımcıları, dostları ve tanıdıkları arttı. Sonra
insanların huzuruna çıktılar, onları tedavi ile keşfettiler ve onlar üzerinde
iyileştirme yoluyla üstünlük kurdular. İnsanlarla tek tek görüşüyorlardı. Bunlardan
bir kısmı ellerinden, bir kısmı ayaklarından tutuyor, diğerleri de ona zorla
ilaç çektiriyor ve içiriyorlardı. Sonunda bütün şehir halkını iyileştirdiler.
Ey
saygılı ve merhametli kardeş! Allah seni ve bizi kendinden bir ruh ile desteklesin!
Bil ki, bu, peygamberlerin (salla'llâhü aleyhi ve sellem) davete başlarken,
insanlara, unuttukları ahiret ve yeniden diriliş konusunu hatırlatmalarına ve
nefislerin hastalığı olan cehalet ve gaflet uykusundan uyandırmalarına benzer.
Çünkü Peygamber -kendisine ve ailesine salat ve selam olsungörev ve davetinin
başlangıcında işe önce eşi Hatice (as), sonra amcasının oğlu Ali (as), sonra
arkadaşı Ebu Bekir, sonra Malik, Ebu Zer, Suheyb, Bilal, Selman, Cübeyr, Beşşar
ve otuz dokuz erkek ve kadına varıncaya kadar diğerleri ile başladı. Resulullah
(sav), İslam’ı iki adamdan yani Ebu Cehil veya Ömer b. Hattab’tan biriyle
güçlendirmesi için Aziz ve Çelil olan Allah’a dua etti. Duası Ömer hakkında
kabul edildi ve o Müslüman oldu. Böylece kırk kişiye ulaştılar ve açıktan davet
ettiler. Bunun nasıl olduğuna ilişkin hikâye uzun ve meşhurdur.
Musa
(as) da peygamberliğinin başında Mısır’a girdiğinde böyle yaptı. Önce kardeşi
Harun’u ve İsrailoğullarmdan, Yakub’un çocuklarından olan âlimleri davet etti.
Nihayet gizlice sayıları kırka ulaştı. Sonra ortaya çıktılar ve Firavun u
davete yöneldiler. Onun hikâyesi uzundur. Bir kısmını risâlelerimizde
anlattık. Risaletinin başlangıcında Beyt-i Makdis’te Mesih (as) da böyle
yaptı.
Ey
kardeş! Bil ki, ilim iki çeşittir: Bedenler ilmi ve dinler ilmi.
Peygamberler (as) nefislerin doktorları, dostları ve halifeleridir. İşte bu,
erdemli kardeşlerimizin mezhebidir. Biz, diğer kardeşlerimizi de ona davet
ediyoruz. Ey saygılı ve merhametli kardeş! Kardeşlerine yardımcı ve destekçi
ol. İnşallah muvaffak olursun.
Bil
ki, ahireti dilleriyle ikrar edenlerin çoğu, onun hakkında şüpheye düşerler ve
hayret ederler, onun hakikatini ve yolunu bilmezler; fakat sadece sonuncunun
baştakinden rivayet ettiği, uyanın uyulandan anlattığı taklit yoluyla bilirler.
Bunlar, birinin elini diğerinin omzuna koyduğu bir körler topluluğuna
benzerler. Deve sürüsü gibi dizilir ve yürürler. Eğer onların gören bir başkanı
olmazsa hepsi yok olurlar. Ey kardeş! Seni onlardan olmaman için uyarırım.
Sapıklara yol gösteren gören başkan, kör ve abraşı iyileştiren dost bir tabip
ol. Sakın hasta, dertli ve tedavi edecek birine muhtaç olma. Bil ki, tabipler
bir hastanın tedavisi ve iyileşmesi konusunda görüş birliğine vardıklarında, o
derdi teşhis ettiklerinde ve onun tedavisi konusunda ayrılığa düşmeden şefkat
ve nasihatle yardımlaştıklarında, Allah bu hastayı onların ellerinde en kısa
sürede iyileştirir ve en az gayretle şifaya kavuşturur. Fakat eğer ihtilaf
eder, ayrılığa düşer ve birbirlerini tekzip ederlerse, hasta aralarında
mahvolur, ölür, Allah ona onlar sebebiyle şifa vermez ve ilimlerinden
faydalanamazlar.
Ey
kardeş! Kardeşlerine yardım et, onlarla uyumlu ol ve onlara nasihat et ki,
Allah vaat ettiği gibi, senin sayende kullara yarar sağlasın ve işlerini
iyileştirsin. O şöyle dedi: “Bir onun ailesinden, bir de kadtntn ailesinden
hakem gönderin. Eğer iyilik isterlerse Allah aralarını uzlaştırır”[109]
Haberde işittiğin gibi, Sıffın gününde iki hakem iyilik istemediler; bilakis
her biri diğerini aldattı, diğerine tuzak kurdu, hile ve desiseye saptı.
Bundan dolayı barışta doğruya muvaffak olamadılar. Müminlerin Emiri bu durumdan
razı olmaksızın döndü.
Ey
saygılı ve merhametli kardeş! Allah seni ve bizi kendinden bir ruhla desteklesin!
Bil ki, biz İhvân-ı Safâ’yız, arı kimseler ve iyi arkadaşlarız. Biz atamız
Âdem’in mağarasında bir süre uyuduk. Kaderin cilveleri ve zamanın felaketleri
üzerimizde değişip durmaktadır. Hatta büyük şeriat sahibinin krallığı altındaki
ülkelerde ayrılıktan sonra buluşma vakti geldi. İkinci risâlede anlattığımız,
havada yükselen ruhânî şehrimizi seyrettik. Orası, lanetli düşmanları İblis
kendilerini aldattığında atamız Âdem, karısı ve soylarının çıkarıldığı yer idi.
O dedi ki; “Ey Âdem, sana ebedilik ağacını ve yok olmayan saltanatı
göstereyim mi?"[110]
Onun sözüne kandılar ve onları açgözlülük ve acelecilik kapladı. Hemen işe
koyuldular ve yeme hakları olmayan şeyi vaktinde hak etmeden önce istediler.
Mertebe ve dereceleri düştü, avret yerleri göründü ve zürriyetleriyle birlikte
birbirlerine düşman olarak oradan çıkarıldılar. Onlara denildi ki; “Birbirinizin
düşmanı olarak (orada) ininiz. Size yeryüzünde bir zamana kadar yerleşme ve
yararlanma vardır. Orada yaşayacaksınız, orada öleceksiniz ve (kıyamet günü)
oradan çıkarılacaksınız”[111]
Cehalet ve gaflet uykusundan uyandığınız zaman, size sur ile üflendiği zaman
kabirleriniz yarılacak ve sanki direklere doğru koşan kimseler gibi
mezarlarınızdan hızla çıkarılacaksınız.
Kardeşim!
Allah seni ve bizi kendinden bir ruh ile desteklesin! Acele etmek ve bizimle
birlikte atamız Nuh (as)’ın yaptığı kurtuluş gemisine binmek ister misin?
Böylece gök apaçık bir duman getirmeden önce tabiatın tufanından kurtulursun,
madde denizinin dalgalarından güvende olursun ve boğulmazsın.
Yoksa
kardeşim! Atamız İbrahim’in kesin inananlardan olması için gece bastığında
gördüğü göklerin melekûtunu görünceye kadar bizimle birlikte bakmak mı
istersin?
Yoksa
kardeşim! Miadı tamamlamak ve “Ey Musa!” denilen Eymen’in yanında mikata
(buluşma yerine) gelmek mi istersin? Böylece işin biter ve şahitlerden olursun.
Yoksa
kardeşim! Rabbin arşının sağ tarafında İsa’yı (el-Eysu’), babanın oğlunun
yaklaştırıldığı gibi, onun makamına yaklaştırılmış halde görmek veya
etrafındaki bakanları görmek için sana ruhun üflenmesi ve azarın senden uzaklaşmasını
amaçlayarak topluluğun orada yaptığı şeyi yapmak mı istersin?
Yoksa
Yezdan’ı Ferihun alanında kendisinden ışık parlar halde görmek için Ehrimen
karanlığından çıkmak mı istersin?
Yoksa
Eflatunun planladığı felekleri görmek için Adimun mabedine girmek mi istersin?
Onlar, müneccimlerin işaret ettikleri şeyler değil, ancak ruhânî feleklerdir.
Çünkü Yüce Allah’ın bilgisi, aklın ihtiva ettiği makulleri ihtiva etmektedir.
Akıl, nefsin ihtiva ettiği suretleri ihtiva eder. Nefis, tabiatın ihtiva
ettiği olanları ihtiva eder. Tabiat, maddenin ihtiva ettiği ürünleri ihtiva
eder. O zaman onlar biri diğerini ihtiva eden ruhânî feleklerdir.
Yoksa
gönderilen Ahmed’in Makam-ı mahmudda olduğu fecrin doğuş anında miracı görmek
için Kadir gecesinin başından itibaren yatmamak, dolayısıyla karar verilmiş
ihtiyacını engellenmeden ve kaybolmadan istemek ve yakınlardan olmak mı
istersin? Ey saygılı ve merhametli kardeş! Allah seni ve tüm kardeşlerimizi bu
işaret ve sembolleri anlamaya muvaffak kılsın, bu sırların hakikatlerini
basiret gözüyle görmen için kalbini açsın, göğsünü genişletsin, ruhunu
arındırsın ve aklını aydınlatsın! İçinde nefsin hayatı olduğu halde
ayrıldığında bedenin ölmesinden korkma. O zaman kendisinin onlardan olduğunu
vehmetmeksizin Allah’ın ölümü temenni eden dostlarından olursun. Dedi ki; “Ey
Yahudiler, bütün insanların değil de yalnız kendinizin Allah’ın dostları
olduğunuzu iddia ediyorsanız, bunda da samimi iseniz haydi ölümü temenni edin,
bakalım”[112]
Ey
kardeş! Bil ki, bedenin ayrılmasından sonra senin sevginden dolayı ödüllendirildiğini
görmeyen kimse sana sevgi konusunda doğru konuşmaz, nasihatte ihlâslı
davranmaz. Sana yardım etme konusunda kendi bedenine bir yarar sağlamak veya
bir zararı ondan uzaklaştırmak dışında bir amaç gütmeyen kimseye aldanma!
Bil
ki, birinin bedeninin ölmesine dair korkusu, diğerinin kurtulması söz konusu
olan menfaati arama konusunda yardımlaşan her iki kişiden biri bedeninin kurtulmasını
ister. Eğer arkadaşının bedeni telef olursa o bu yarar sayesinde kurtulur. Böylece
kendisi imrenilen kimse, arkadaşı mağdur ve ölmüş kimse olur.
Kardeşim!
Bil ki, din ve dünyanın iyiliğini ararken birbirlerine yardım etme konusunda
kardeşlerimizin görüşü ve inancı böyle değil, bilakis şöyledir: Onların ahlâk
güzellikleri ve inanç sağlamlıklarından bazıları, tarih kitaplarında rivayet
edildiği üzere, Heyatıla Kralı Hişan’ın veziri bilge adamdan rivayet edilen
şeylerdir. Fars Kralı Firuz, ordusuyla birlikte savaşmak için ona doğru
yönelince, ona haber ulaşınca ve ona karşı koymaya gücünün yetmeyeceğini
anlayınca vezirlerini topladı ve bu konuda onlarla istişare etti. Bazıları
savaşmasını, bazıları kaçmasını, bazıları da hile yapmasını önerdi. Hile
yapmasını önerenler arasında bilge bir adam şöyle dedi: Ey kral! Benim ince bir
hilem var; eğer onu kabul eder ve uygularsan hem sen, hem ordun hem de tebaan
kurtulur, ülken güven içinde olur ve düşmanın helak olur. Kral dedi ki: Haydi,
bana görüşünü ve hikmetini göster. Bilge şöyle dedi: Bana meclisi boşalt. O da
öyle yaptı. Dedi ki: Bana göre, hâzinelerini toplayıp şöyle korunaklı bir yere
yönelmen, ordunla birlikte kalkman, filan yere geçmen, elimi ve ayağımı kestikten,
gözlerimi oyduktan sonra beni bu mekânımda bırakman, bana kızman ve
çevrendekilere ve kapındakilere şöyle demen gerekir: Sana karşı hainliğim ve
nasihatsizliğim sadır oldu. Bu onun cezasıdır! Sonra Fars kralının sana
yaklaştığını anladığında yolculuğa çıkman, beni yerimde bırakman ve çözüm
önerim tamamlanıncaya kadar beklemen gerekir. Kral dedi ki: Allah’a yemin olsun
ki, senin müsaade ettiğine müsaade eden herhangi bir insanı ne gördüm ne de
olabileceğini sanıyorum. Bilge şöyle dedi: Böyle bir şeye benden önce kurnaz ve
akıllı adam izin verdi. Kral dedi ki: Bana onun nasıl meydana geldiğini anlat.
Bilge şöyle dedi: Anlatıldığına göre, bir inci avcısı topluluğu inci
çıkaracakları bir adaya gittiler ve onlara tuzak kurup çıkardıklarının bir
kısmını almak için hilekâr bir adam takıldı. İstedikleri şeylere ulaşıp geri
döndüklerinde adam, hizmetine karşılık olarak verdikleri küçük incilerden başka
hiçbir şey elde edemedi. Sonra önlerine yol kesiciler çıktı. İnci avcıları
onları görünce her biri yanında bulunan kıymetli cevherleri alınmasından
korkarak yuttu. Kurnaz adamın alınmasından korkacağı hiçbir şeyi yoktu.
Dolayısıyla hiçbir şey yutmadı. Yankesiciler onları yakalayınca üstlerini
aradılar, yanlarında küçük incilerden başka bir şey bulamadılar. Onlara dediler
ki: Büyüklerini nereye sakladınız? “Bundan başka bir şey bulamadık.” dediler.
Dediler ki: Hayır, onları yuttunuz, karınlarını yaracağız. O gece onları
hapsettiler ve karınlarını yarmaya niyetlendiler. Dalgıçlar gece boyu düşünmeye
başladılar. Kurnaz adam kendi kendine düşündü. Akıllı bir adamdı. Onlardan
ayrılıp eşkıyalara şöyle dedi: Ben size ancak şu şu sebeple arkadaşlık
ediyorum. İstediğim hiçbir şeye sahip olmadım. İçinizde benden başka bir şey
yutan kimse olmadığını anladım. Eğer bir kimsenin karnı yarılırsa onda hep
birlikte helak edeceğimiz bir şey bulunur. Kendimi size feda etmeyi düşündüm.
Böylece belki kurtulursunuz. Onlara şöyle demek istiyorum: Eğer mutlaka gerekli
ise birinin karnını yarın. Bir şey bulursanız diğerlerine de aynısını yapın.
Eğer bir şey bulamazsanız bizim doğru sözlü olduğumuzu biliniz. Fakat aramızda
kura çekmek için bize mühlet veriniz. Kimin kurasına çıkarsa istediğiniz
elinizin altındadır. Eğer bunu kabul ederlerse kuranın bana çıkması için hile
yaparım. İnşallah eğer siz kurtulur da ben ölürsem sizden soyuma iyi
davranmanızı ve elinizdekilerden onlara vermenizi istiyorum. Ona böyle yapıldı,
fakat karnında hiçbir şey bulunamadı, böylece topluluk kurtuldu. Ey kral, ben
biliyorum ki eğer düşmanlarımız bize galip gelselerdi ben kesinlikle helak
olmuştum. Hilem gerçekleşirse kral, adamları, tebaası ve beraberindekilerin
kurtulmalarını ve bedenim telef olsa da düşmanımızın helak olmasını istiyorum.
Buna rağmen bu adamın yaşamak isteyen genç bir adam olması sebebiyle benden
daha müsamahakâr olduğunu görüyorum. Ben ise hayattan bıkmış yaşlı bir adamım.
Bununla birlikte kralın kurtulduğunda benim soyuma bu adamın onlardan
beklediğinden daha iyi davranacağını ve ardımdan yapılacak güzel bir anmadan
dolayı bu adamda olduğu gibi olacağını biliyorum. Ayrıca benim canımı kendileri
için feda ettiklerimin sayısı onun canını kendileri için feda etiklerinden daha
çoktur.
Sonra
kral emretti, bunun üzerine ona, Fars Kralı Firuz’un kendisine yaklaşması ve
yolculuk etmesi sebebiyle işaret ettiği şey yapıldı ve yerinde bırakıldı.
Firuz’un adamları onu bu halde görünce, kendisine onun durumunu ve bunu ona kimin
yaptığını sordular. O, kendisinin Heyatıla Kralı Hişan’ın vezirlerinden
biri olduğunu ve Firuz’la savaşma konusunda kendisiyle istişare ettiğinde ona
barışı ve haraç ödemeyi tavsiye ettiğini iddia etti. Fakat o bundan hoşlanmadı
ve gördüğünüz şeyleri yaptı. Haberi Firuz’a ulaştı, getirildi, soruldu ve böyle
cevap verdi: Firuz onu doğruladı ve şöyle dedi: Değindiğin hususta isabet
ettin. O şöyle dedi: Ey kral, Bana şefkat gösterir, beni yanında götürürsen
beni yırtıcı hayvanlar parçalamaz. Ben sana şu gittiğin korkunç yoldan daha
yakın olan bir yol gösteririm. Nasihatini kabul etti. Dedi ki: İki günlük azık
hazırlayın. Onları uzak bir çöle götürdü. İki gün yürüyünce azıkları bitti.
Şöyle dediler: Ne kadar kaldı? Dedi ki: Az [kaldı], hızlı yürüyün. O gün yürüdüler.
Ertesi gün olunca ona şöyle dediler: Ne kadar kaldı? Dedi ki: Bilmiyorum. Ben
bu yola göre göre koyuldum. Şimdi halimi görüyorsunuz. Kendiniz için kurtuluş
arayın. O bölgede dağıldılar; onların çoğu öldü, Firuz az sayıdaki özel
korumasıyla birlikte kurtuldu ve ülkesine döndü. Hişan onunla anlaşma yaptı,
maiyetiyle birlikte sağlıklı olarak ülkesine döndü. O ihtiyarın soyu, ülkedeki
insanların en değerlileri oldu. İhtiyardan geriye kardeşleri, arkadaşları ve
türünün bireyleri arasında güzel bir hatırakaldı.
Erdemli
ve değerli kardeşlerimizin dine yardım etmek ve hayatı aramak için birbirlerine
yardım etmedeki görüşü budur. Bedenlerinin ölmesini din ve dünya konusunda
kardeşleri için iyilik olarak görünce ruhları bedenlerinin ölmesine razı oldu.
Çünkü onlar o bilge ihtiyarın ve o erdemli ve akıllı gencin ümit ettiği gibi,
hatta onlardan daha fazla ümit ediyorlar. Onların inanç ve düşüncesine göre,
kim bunu Allah rızası, dine yardım ve kardeşlerin iyiliği için yaparsa onun
ruhu bedenden ayrıldıktan sonra göğün melekûtuna yükselir, melekler zümresine
girer, Ruhulkudüs’le yaşar, felekler fezasında, gökler uzayında mutlu, neşeli,
zevk içinde, ikram görmüş ve gıpta edilir bir şekilde yüzer. Aziz ve Çelil olan
Allah’ın sözü şöyledir: “Güzel söz ve salih amel ona yükselir”[113]
Bunla müminin ruhunu kast eder. Yine dedi ki: “Allah yolunda öldürülenleri
sakın ölü sanma. Bilakis onlar Rableri katında diridirler; Allah'ın kendilerine
verdiği nimetlerle mutlu bir şekilde rızıklandırılırlar”[114]
Ayetin sonuna kadar devam eder.
Her
âlim, bu bedenlerin toprakta çürüyeceğini ve parçalanacağını, bu üstünlüğün
bedenlerini dine yardım ve kardeşlere iyilikte bulunma yolunda telef etmeye
razı olan o nefislere ait olduğunu bilir. Nitekim Rasûlüllah salla'llâhü aleyhi
ve sellem Mekke’den Medine’ye hicret edince müminlere oraya hicret etmeleri
emrini içeren bir mektup yazmıştır. Bazısı hemen hicrete kalkıştı, bazısı küçük
yaştaki çocuklarını, yaşlı babasını, kardeşini, arkadaşını, uygun karısını,
sıcak yuvasını, elinden çıkmasından korktuğu birikmiş mal veya ticaretini
kaybetme korkusu gibi çeşitli engelleyici sebeplerle geri durdu. Yüce Allah
Peygambere (salla'llâhü aleyhi ve sellem) şu ayeti indirdi ve Rasûlüllah
salla'llâhü aleyhi ve sellem onunla görevlendirildi: “De ki: Babalarınız,
oğullarınız, kardeşleriniz, eşleriniz, akrabanız, elde ettiğiniz mallar, durgun
gitmesinden korktuğunuz ticaret, hoşunuza giden evler sizce Allah’tan,
Peygamberinden ve Allah yolunda savaşmaktan daha sevgili ise Allah’ın buyruğu
gelene kadar bekleyin. Allah fasık kimseleri doğru yola eriştirmez’.’[115]
[116] [117]
Onu
okuyunca Resulullah’a (salla'llâhü aleyhi ve sellem) hicret etmeye kalkıştılar.
Geride yiyecek azlığı ve yol uzunluğu sebebiyle çıkmaya güç yetiremeyen zayıf
bir topluluk kaldı. Onlar zarar edenler olarak kaldılar. Mekkeli müşrikler
onlara eziyet ederek, hapsederek, döverek ve öldürerek saldırmaya başladılar.
Bunun üzerine onlar, Aziz ve Çelil olan Allah’a yakardılar, içinde bulundukları
sıkıntıdan kurtarması için ona dua ettiler ve Resulullah’a (salla'llâhü aleyhi
ve sellem) müşrikler tarafından maruz bırakıldıkları eziyeti haber verdikleri
bir mektup yazdılar. Yüce Allah bu ayeti indirerek Resulullah’a (salla'llâhü
aleyhi ve sellem) müminleri ellerinden kurtarmak için müşriklerle savaşma konusunda
izin verdi. Dedi ki; “Size ne oluyor da: ‘Rabbimiz! Bizi halkı zalim olan bu
şehirden çıkar, katından bize bir sahip çıkan gönder, katından bize bir
yardımcı lütfet’ diyen zavallı çocuklar, erkekler ve kadınlar uğrunda ve Allah
yolunda savaşmıyorsunuz?” Resulullah (sav), Mekkeli müşriklerle savaşmak
için Bedir savaşma çıktı. İki topluluk karşılaşıp düelloya kalkışınca Ensar da
harekete geçti. Müşrikler şöyle bağırdılar: “Ey Muhammed, bize dengimiz olan
kişileri gönder.” Rasûlüllah salla'llâhü aleyhi ve sellem şöyle dedi: “Ey
Haşimoğulları, peygamberinize yardım etmek size vaciptir” Amcası Hamza,
Ali ve Ebu Ubeyde ayağa kalktılar ve düello ettiler; böylece savaş kızıştı.
Savaş müşrikler üzerinde cereyan ediyordu. Resulullah’ın (salla'llâhü aleyhi ve
sellem) yanında yetmiş civarında muhacir asker vardı. Müşrik ordusu içinde
babası, kardeşi, arkadaşı, akrabası veya aşireti olmayan hiçbir muhacir yoktu.
Onlara yüz vermediler, kılıçla savaştılar, onların ve kendilerinin telef
olmasından korkmadılar. Çünkü onlar bunun, dine yardım, kardeşlerine iyilik,
Resulullah’a (salla'llâhü aleyhi ve sellem) itaat ve Aziz ve Çelil olan
Allah’ın rızasını kazanma olduğunu biliyorlardı.
Uhud
günü de savaş şiddetlenince de böyle oldu. İnsanlar bozguna uğradılar. Rasûlüllah
salla'llâhü aleyhi ve sellem beraberindeki az sayıda asker içinde kaldı.
Peygamber (salla'llâhü aleyhi ve sellem) dedi ki; “Bugün kim bana yardım
eder ve nefsini feda ederse onun için cennet vardır” Ensar’dan üç kişi
ayağa kalktı ve müşrik okçulara karşı durdular, Resulullah’a (salla'llâhü
aleyhi ve sellem) vücutlarıyla siper oldular ve tamamen şehit oluncaya kadar
onun canını korudular. Çünkü onlar onun sağ kalmasında dine yardım ve
kardeşlerine iyilik olduğunu ve Resulullah’ın (salla'llâhü aleyhi ve sellem) kendilerine
ölüm korkusunu ve dünya hayatına düşkünlüğü öğretmediğini biliyorlardı. Fakat
din henüz tamamlanmamış, şeriat kemale ermemişti. “Bugün sizin için dininizi
kemale erdirdim ve size nimetimi tamamladım”'0 ayeti inince Rasûlüllah
salla'llâhü aleyhi ve sellem ölümü temenni etti ve bunun üzerine şu ayet indi: “Allah’ın
yardımı ve fetih geldiğinde ve insanların bölük bölük Allah’ın dinine
girdiğini gördüğünde Rabbini hamd ile tespih et ve ondan bağışlanma dile. Çünkü
o, tövbeleri çok kabul edendir’.’" Rasûlüllah salla'llâhü aleyhi ve
sellem şöyle dedi: “Nefsim bana ölümümü haber verdi” Dedi ki: Ey
Allah’ın elçisi, eğer Allah’tan seni ümmetin arasında kıyamet gününe kadar baki
kılmasını istersen onlar senden yararlanırlar. Dedi ki; “Biz Allah’a aidiz
ve ona döneceğiz. Allah, dostlartnt dünyada ebedi kılmaktan kaçındı” Sonra
şöyle dedi: “Peygamber kardeşlerimi özlüyorum " Sonra vefat
edinceye ve Aziz ve Çelil olan Allah’a gidinceye kadar çok az bir süre kaldı.
Allah onun makamını yüceltsin. Allah ona, ailesine ve bütün peygamberlere
salat ve selam etsin!
Bil
ki, peygamberler, onların takipçileri, halifeleri ve onlar gibi düşünen
filozoflar, nefislerin onlara yerleştirilmesi sebebiyle bedenleri küçük
görürler. Çünkü onlar, bu bedenlerin nefisler için hapishane, perde, sırat,
berzah veya a’raf olduğunu düşünmektedirler. Biz bu manaları risâlelerimizde
yorumladık. Nefis yeniden diriltilmedikçe bedene acır. Yeniden diriltildiğinde
bedenden ayrılmak ona önemsiz görünür. Söylediklerimizin doğruluğuna delalet
eden şeylerden biri, Hint bilgeleri olan Brahmanların bedenlerini yakmalarıdır.
Cehalet ve düzenbazlıktan dolayı böyle yapan kimselere söyleyecek sözümüz
yoktur. Biz yalnızca onların bilge olan basiret sahiplerinden bahsetmek
istiyoruz. Çünkü onlar, nefisler için bedenlerin civciv için yumurta veya
cenin için rahim konumunda olduğuna inanmaktadırlar. Yine onlara göre tabiat
onu kucağında yetiştirir ve yaratılış ve suret tamamlanıncaya kadar onun
üzerine titrer. Yaratılış ve suret tamamlanınca onu önemsemez. Yavru veya
çocuğun sağlıklı dünyaya gelince yumurta çatlar veya rahim yarılırsa onunla
ilgilenmez.
Nefsin
bedenle ilişkisi de böyledir. Kendisinin bedensiz bir varlığının olduğunu, bu
varlığın bedenle birlikte olan varlık ve bekadan daha hayırlı, daha kalıcı,
daha zevkli ve daha iyi olduğunu bilmedikçe bedene acır, onu korur ve ona
şefkat gösterir. Cüz’î nefisler tamamlanınca, onların suret ve bilgileri
yetkinleşince, nefis bu uyku ve gafletten uyanınca, bu cismânî âlemdeki
yalnızlığını fark edince, tabiat esaretinde, madde denizinde ve cisimler
çukurunda kaybolmuş, bedenin hizmetine girmiş, hissedilirlerin süsüyle aldanmış
ve zatının bir hakikati olduğunu anlayınca, cevherinin faziletini bilince, onun
âlemine bakınca, maddeden ayrılmış olan o ruhânî sureti seyredince, o aklî
renkler, boyalar ve lezzetleri görünce ve o nurlar, sevinç, neşe, mutluluk ve
rahatlığı müşahede edince bedenden ayrılmak önemsizleşir ve onu Aziz ve Çelil
olan Allah’ın rızası, dine yardım ve kardeşlere iyilik uğrunda feda etmek
ister. Bunun delillerinden biri de peygamberlerin (as), bedenler öldükten sonra
nefislerin baki kalacağına ve hallerinin iyi olacağına inanmalarıdır. Musa, İsa
ve diğer peygamberlerin (as) yaptıkları buna örnektir. Nitekim Musa (as)
arkadaşlarına ve kardeşlerine şöyle demiştir: “Yaratanınıza tevbe edin ve
nefislerinizi öldürün. Bu, yaratanınız katında sizin için daha iyidir.”[118]
Bununla bedenleri kılıçla öldürmeyi kast ediyor. Çünkü nefis cevherine demir
erişmez. Çünkü kavim, Musa’nın dağa gitmesi üzerine buzağıya tapmakla imtihan
edildiler. Musa döndüğünde ve onlar saptıklarını anladıklarında pişman olup
tevbe ettiler. Musa, buzağıya tapmaktan uzak duranların gönderildikten sonra
kendi sünnetinde sebat edenler; buzağıya tapanların ise gönderilmeden önceki
cahiliye sünneti üzere yaşayanlar olduğunu anlayınca ve kendi ölümünden sonra
kalmaları halinde dini, sünneti ve şeriatında başka bir şey ihdas
etmeyeceklerinden emin olmadığını görünce doğru davranışın onları
İsrailoğulları bölgesinden sürgün etmek olduğunu düşündü. Yüce Allah, halkın
iyiliği ve yararına olması nedeniyle bu konuda ona izin verdi. Daha sonra Musa
onlara şöyle dedi: “Eğer Yüce Allah’ın tevbenizi kabul etmesini istiyorsanız
zulümleri terk edin, vasiyetleri yazın, kefenler giyin, musallaya çıkın ve
Allah’a dua edin. Umulur ki size acır, tevbenizi kabul eder veya hakkınızda
verdiği hükümden vazgeçer.” İster istemez böyle yaptılar. İtaatkâr, bedenini
öldürmede nefsi için hayır ve iyilik olduğunu bilen kimse; hoşlanmayan ise bunu
bilmeyen ve gözü haberlere kapalı olan kimsedir.
Sonra
Musa, buzağıya ibadetten uzak duranlara kılıçlarını alıp buzağıya tapanların
boyunlarını vurmalarını, onlardan hiçbir kimseye acımamalarını ve Allah’ın dini
konusunda onlara merhamet göstermemelerini emretti. Kavim kendilerine emredileni
yaptı ve sabretti. Çünkü onlar bunda nefisleri için hayat olduğunu
biliyorlardı. O öldürülenler içinde her birinin kardeşi, oğlu, akrabası veya
kardeşi vardı. Bu durum onları öldürmelerini engellemedi. Zira onlar
bedenlerini öldürmede nefisleri için hayır, din için yardım, geriye kalan
kardeşleri için iyilik, Musa’ya itaat ve Rabbin rızası olduğunu biliyorlardı.
Aynı
şekilde o sihirbazların nefisleri de bedenlerinin öldürülmesi veya çarmıha
gerilmesine razı oldu. Nitekim Firavun onlara demişti ki: “Ben size izin
vermeden ona inandınız öyle mi? Dediler ki: “Seni, bize gelen açık açık
mucizelere ve bizi yaratana tercih edemeyiz. Öyle ise yapacağını yap! Sen,
ancak bu dünya hayatında hükmünü geçirebilirsin. Bize, hatalarımızı ve senin
bize zorla yaptırdığın büyüyü bağışlaması için Rabbimize iman ettik. Allah,
(mükâfatı) en hayırlı ve (cezası) en sürekli olandır”'3 Onların
hepsini çarmıha gerdi. Ondan korkmadılar. Nefisleri bunda kendileri için hayat
ve kurtuluş, dine yardım, kardeşlere iyilik, Musa’ya itaat ve Rabbin rızası
olduğunu bildikleri için bedenlerinin ölmesini hoş karşıladılar.
Musa,
buzağıya tapanların öldürülmesinden sonra Rabbine münacat için dağa gitmek
istedi. Harun ona dedi ki: “Yanında beni de götür. Ben İsrailoğullarının senden
sonra başka bir bidat çıkarmayacağından ve senin de bana tekrar kızmayacağından
emin değilim.” Musa onu götürdü. Yolun bir noktasında iken kabir kazan iki
adamla karşılaştılar. Onların yanında durup şöyle dediler: “Bu kabri kimin için
kazıyorsunuz?” Harun’a işaret ederek dediler ki: “Şu adama benzeyen bir insan
için.” Sonra ona şöyle dediler: “İlahın hakkı için, indin ve gördün mü, orası
geniş mi?” Harun elbisesini çıkardı, Musa’ya verdi, indi ve orada uyudu. Ölüm
meleği o anda onun ruhunu aldı, kabir kapandı ve Musa oradan, ondan ayrı
düşmesine üzülüp ağlayarak ayrıldı. Yanında Harun’un elbiseleriyle
İsrailoğullarına döndü. Onu suçlayıp şöyle dediler: “Onun kıskandığın için
öldürdün!” “Allah onu onların dediklerinden temize çıkardı. O, Allah nezdinde
itibarlı idi”'4 Musa, Harun’un vefatından sonra az bir süre
kaldı. Nihayet onlara Tevrat’ı yazdı, onlara ihtiyaç duydukları şeyleri tavsiye
etti, Yuşa’ya teslim ve tevdi etti. İnsanlar onun gözden kaybolmasına
ağlamaktayken dağa çıktı ve Rabbine ruhunu teslim etti, sonra vefat etti. İkisi
de Rablerine gittiler. O onların (s.a)
13.Tâhâ,
20/71-73.
14.
Ahzâb 33/69. makamlarını
yüceltti. İsrailoğulları Musa’nın vefatından sonra kırk yıl doğru yoldan sapmış
halde kaldılar. Sonunda onlara Yusuf oğlu Nun’un oğlu Yuşa (as) peygamber
olarak gönderildi. O, Musa’nın İsrailoğullarına “Allah’ın sizin için yazdığı
kutsal beldeye girin.”[119]
dediği sırada Allah’ın nimet verdiği iki adamdan biriydi:
Peygamberlerin
(as) nefsin bekasına ve bedenden ayrıldıktan sonraki iyiliğine delalet eden
delillerinden biri de Mesih’in (as) insan tabiatıyla eylemde bulunması ve
Havarilere şöyle bir tavsiyede bulunmasıdır: Mesih, İsrailoğullarına peygamber
olarak gönderildiğinde onları Musa’nın dinine intisap etmiş, şeriatının görünen
kısmına tutunmuş, Tevrat’ı ve peygamberlerin kitaplarını okudukları halde
gereklerini yerine getirmez, hakikatlerini ve sırlarını bilmez, aksine onları
âdet olarak kullanır, taklit yoluyla uygular, ahireti bilmez, ona rağbet etmez,
yeniden dirilişi anlamaz, onunla ilgili olarak dünya, ona aldanış ve temenniden
başka bir şey anlamaz, uyguladıkları şeriat ve din geleneği konusunda dünyayı
talep etme dışında bir şeyi kavramaz halde gördü. Peygamberlerin ümmetleri
davet etmekteki amacı sadece şeriat ve sünnet koymak ve dünyayı ıslah etmek
değildir. Onların amacı aynı zamanda madde denizine dalmış nefisleri
kurtarmak, onları tabiatın esaretinden alıp özgürleştirmek, cisimlerin
karanlıklarından ruhlar âleminin aydınlıklarına çıkarmak, onları cehalet ve
gaflet uykusundan uyandırmak, yürekleri yakan cismânî arzular ateşinin
acısından kurtarmak, korkunç bedensel hazlara kanmaması için bilinçlendirmek,
onu nefsanî hastalıklardan, sıcak ve soğuk, açlık ve susuzluk azabından,
hastalık ve sakatlıkların acısından, fakirlik ve ölüm korkusundan, üzüntü ve
kederden, zamanın afetlerinden, düşmanların öfkesinden, arkadaşlara üzülmekten,
dost ve akrabalara acıma ıstırabından, basımların düşmanlığından, akranların
tuzağından, komşuların kıskançlığından, şeytanın vesvesesinden ve anbean zuhur
eden felaketlerden kurtarıp şifaya kavuşturmaktır.
Mesih,
onlarla ahireti inkâr eden, din, peygamberlik, kitap, sünnet, yol, şeriat,
dünyadan yüz çevirip ahirete yönelmeyi bilmeyen kimseler arasında fark
olmadığını görünce, onlar için üzüldü, onlara acıdı, türünün fertlerine şefkat
besledi, onların kendilerine yerleşen bu hastalıktan nasıl kurtulup
iyileşeceklerini düşündü ve onları kınama, ayıplama ve tehdit ile azarlaması
halinde bunun kendilerine fayda vermeyeceğini anladı. Çünkü bütün bunlar
Tevrat’ta ve peygamberlerin (as) ellerinde bulunan kitaplarında zaten vardı.
Onlara tedavi eden tabip kılığında görünmeyi düşündü. İsrailoğullarının
mahallelerinde dolaşmaya başladı. Onlarla tek tek görüşüyor, vaaz ediyor, öğüt
veriyor, örnek veriyor, cehaletten uyandırıyor, dünyada zahit olmaya
özendiriyor, ahirete ve oranın nimetlerine teşvik ediyordu. Nihayet çamaşır
yıkayan bir topluluğa uğradı ve onların önünde durup şöyle dedi: Şu elbiseleri
bir düşünün, yıkadığınız, temizlediğiniz ve ağarttığınız zaman onları
sahiplerinin vücutları kan, sidik ve dışkı ile pislenmiş halde giymelerine
gönlünüz razı olur mu? Şöyle dediler: Hayır, kim böyle yaparsa o beyinsizdir. O
dedi ki: Ama siz öyle yapıyorsunuz. “Nasil?” dediler. Dedi ki: Çünkü siz bedenlerinizi
temizlediğiniz ve elbiselerinizi yıkadığınız halde, onları nefisleriniz
pisliklerle kirlenmiş, cehalet, körlük, dilsizlik, kötü huylar, haset, nefret,
hile, aldatma, hırs, cimrilik, kötülük, suizan ve adi şehvetlerin peşine düşme
gibi rezilliklerle dolmuş bir halde giydiniz. Siz kölelik zilletine düşmüş
bedbaht kimselersiniz. Size ölüm ve kabirden başka rahatlık yoktur. Dediler ki:
Nasıl davranalım? Bizim için başka bir yaşam tarzı var mı? Ölümün,
ihtiyarlığın, acının, hastalığın, açlığın, susuzluğun, korkunun, üzüntünün,
fakirliğin, muhtaçlığın, yorgunluğun, sıkıntının, kederin, halk arasında
kıskançlığın, nefretin, böbürlenmenin, kibrin olmadığı, bilakis sakinlerinin
rahatlık, huzur, nimet, hoşnutluk ve sevinç içinde gezerek, karşılıklı tahtlara
kurulmuş halde mutlu ve neşeli kardeşler oldukları gökler melekûtuna rağbet
etmek ister misiniz? Öyle ki onlar felekler uzayında ve gökler sahasında
seyahat ederler, âlemlerin Rabbinin melekûtunu seyrederler, arşının etrafında
melekleri dizilmiş ve Rablerini hamd ile ve benzerini daha önce hiçbir insan ve
cinin işitmediği ilahi ve ezgilerle tespih eder halde görürler. Siz ebediyen
onlarla birlikte olursunuz. Ne yaşlanır, ne ölür, ne acıkır, ne susar, ne
hastalanır, ne korkar ne de üzülürsünüz! Onlara çokça nasihatte bulundu, sözü
ruhlarına işledi. Aziz ve Çelil olan Allah onlar için hayır diledi, onlara
işittirdi, onları doğru yola sevk etti, göğüslerini genişletti, kalplerini
açtı, gözlerini ışıttı. Böylece Mesih’in basiret gözüyle, kesinlik ışığıyla ve
iman doğruluğuyla müşahede ederek anlattıklarını müşahede ettiler, onu
arzuladılar, dünyadan, onun aldanış ve isteklerinden yüz çevirdiler, dünya
şehvetlerini talep etme kulluğundan kurtuldular, yırtık elbiseler giydiler ve
Mesih’le birlikte onun gittiği her beldeye seyahat ettiler.
Her
gün bir Filistin köyünden diğerine, İsrailoğullarının yaşadığı bir şehirden
ötekine geçmek Mesih’in âdeti olmuştu. Bu esnada insanları tedavi ediyor,
onlara vaaz veriyor, öğütte bulunuyor, onları göğün melekûtuna çağırıyor, oraya
özendiriyor, dünyadan el etek çektiriyor, onlara buranın aldanış ve emelini
açıklıyordu. Bunun üzerine o, İsrailoğulları kralı ve onların ayak takımı
tarafından arandı, bir gurup insan ile beraberken yakalanması için üzerine
hücum edildi. İnsanların arasından uzaklaştırıldı. Ona güç yetirilemez ve
hakkında bir haber alınamaz. Nihayet onun hakkında başka bir köyden haber
duyulur, orada aranır. Bu, Mesih ile onlar arasında otuz ay boyunca cereyan
eden bir hadisedir. Yüce Allah onu vefat ettirmek ve kendisine yükseltmek
isteyince Havarileri Beyt-i Makdis’te bir odada onunla bir araya geldi ve şöyle
dedi: “Ben babamıza gidiyorum. Ben insanlık tabiatımdan ayrılmadan önce size
bir tavsiyede bulunacağım ve sizden bir söz ve ahit alacağım. Kim tavsiyemi
kabul eder ve ahdimi yerine getirirse yarın benimle birlikte olacaktır. Kim de
tavsiyemi kabul etmezse asla ben ondan, o da benden değildir. Ona: “O nedir?”
dediler. Dedi ki; “Etraftaki krallara gidin, onlara size öğrettiklerimi tebliğ
edin, onları sizi davet ettiğim şeye davet edin ve onlardan asla korkmayın.
Ben insanlık tabiatımdan ayrıldığım zaman babamızın arşının sağında semada
duracağım. Gittiğiniz her yerde sizinle birlikte olacağım ve babamın izniyle
sizi yardım ile destekleyeceğim. Onlara gidin, öldürülmediğiniz, çarmıha
gerilmediğiniz ve ülkeden sürgün edilmediğiniz sürece onları yumuşak üslupla
davet edin, onları tedavi edin, iyiliği emredin, kötülükten alıkoyun.” Şöyle
dediler: “Bize emrettiklerini doğrulayan delil nedir?” Dedi ki; “Ben bunu yapan
ilk kimseyim.” Ertesi gün çıktı ve insanlara göründü. Onları davet etmeye ve
öğüt vermeye başladı. Sonunda yakalandı ve İsrailoğulları kralına götürüldü.
Onun çarmıha gerilmesini emretti, bunun üzerine onun insan tabiatı çarmıha
gerildi. Elleri çarmıh tahtalarına çivilendi ve kuşluktan ikindiye kadar
gerilmiş olarak kaldı. Su istedi, sirke içirildi. Mızrakla yaralandı, sonra
tahtanın olduğu yere gömüldü, kabrin başında kırk kişi bekçi olarak
görevlendirildi. Bütün bunlar arkadaşlarının ve Havarilerinin gözü önünde
yapıldı. Onu bu durumda görünce kesin olarak inandılar ve onun kendilerine
aykırı bir şey emretmediğini anladılar. Bundan sonra kendilerine görüneceğini
vaat ettiği yerde üç gün toplandılar. Aralarında bulunan o işareti gördüler.
İsrailoğulları arasında Mesih’in öldürülmediği haberi yayıldı. Kabir kazıldı,
fakat İnsanî tabiatı bulunamadı. Gruplar arasında görüş ayrılığı çıktı,
dedikodu arttı. Onun hikâyesi uzayıp gider. Daha sonra tavsiyesini kabul eden
Havariler ülkelere dağıldılar. Onların her biri yönlendirildiği yere gitti.
Birisi Mağrip ülkesine, diğeri Habeş ülkesine, ikisi Roma ülkesine, ikisi
Antakya kralına, birisi Fars ülkesine, birisi Hint ülkesine gitti. İkisi
Mesih’in düşüncesine davet etmek üzere İsrailoğulları bölgesinde kaldı. Nihayet
onların çoğu öldürüldü. Mesih’in daveti Havarilerin fiilleri sayesinde
onlardan sonra ülkenin doğusunda ve batısında yayıldı. Onların kendi
bedenlerini önemsememeleri, nefsin bekasına ve bedenlerin ölümünden sonra
hallerinin iyi olacağına inandıklarına delalet eder. Rahiplerin, arkadaşlarının
ve onun en hayırlı takipçilerinin fiilleri buna dayanır. Onlardan biri kendi
rahip hücresinde bedenini yıllarca hapseder, yiyecek, içecek, lezzetler,
elbise, yumuşak yatak, zevk ve şehvetleri terk eder. Bunun sebebi, nefsin
bekasına ve bedenin ölümünden sonraki iyi haline olan kesin inançtır.
Rahmanın
dostu İbrahim’in bu görüşte olduğuna delalet eden delillerden biri onun şu
sözüdür: “Beni yaratan ve bana doğru yolu gösteren O’dur. Beni yediren ve
içiren O’dur. Hastalandığım zaman bana şifa veren O’dur. Benim canımı alacak,
sonra beni diriltecek olan O’dur. Hesap günü hatalarımı bağışlayacağını umduğum
O’dur. Rabbim bana hikmet ver ve beni iyiler arasına kat.”[120]
Doğru
sözlü Yusuf’un sözü ise şöyledir: “Rabbim! Bana hükümranlık verdin, rüyaların
yorumunu öğrettin. Ey göklerin ve yerin yaratanı! Dünya ve ahirette işlerimi
yoluna koyan sensin; benim canımı Müslüman olarak al ve beni iyilerin arasına
kat.”[121]
Bir
düşün, onlar iyilerin arasına bedenleriyle mi yoksa nefisleriyle mi katılmak
istediler? Bedenleri, yaratıldıkları yeryüzü toprağından başka bir şeye mi
katıldı? Onlar, et, kemik, kan, damar, sinir ve dört karışımın meydana
getirdiği diğer unsurlardan meydana gelen bedenlerini değil, temiz, üstün,
ruhânî, semavî ve nuranî olan nefislerini kast etmişlerdir.
Peygamberimizin
Ehl-i beytinin (as) bu görüşte olduğunun delillerinden biri, Kerbela günü kendi
bedenlerini öldürülmeye teslim etmeleridir. Onlar Yezid ve Ziyad’ın hükmüne
dönmeye razı olmadılar; nefisleri bedenlerinden ayrılıncaya kadar susuzluk,
yaralama ve dövmeye sabrettiler. Göğün melekûtuna yükseltildiler; kendilerinin
Allah’tan, Allah’ın da kendilerinden razı olduğu temiz ataları Muhammed ve Ali,
Muhacirler ve onlara zorluk anında tâbi olan Ensar ile buluştular. Eğer o
topluluk nefislerin bedenlerinden ayrıldıktan sonra baki olacağına kesin olarak
inanmasalardı bedenlerinin helak edilmesi, ölüm, dövme ve yaralamaya teslim
edilmesi ve dünya hayatının lezzetinden ayrılmak için acele etmezlerdi. O
topluluk davet edildikleri ahiret hayatını, oradaki rahatlık ve ebediliği,
dünyanın aldanış ve musibetinden kurtuluş olarak bildiler ve ona kesin olarak
inandılar. O topluluk tasavvur ve tahkik ettikleri gerçeklere doğru aceleyle
atıldılar ve hayırlara koştular. Onlar Rablerine arzu ve korku ile dua
ediyorlar ve onun ihtişamından ürperiyorlardı.
Kardeşim!
Allah seni ve bizi kendinden bir ruh ile desteklesin! Onlara ve sünnetlerine
uymak, yollarından yürümek, hedeflerine doğru ilerlemek, nefsini tabiatın
esaretinden kurtarma vaktini geçirmeden acele etmek, onu madde denizinden
kurtarmak, cisimler çukurundan, bedenler karanlığından, yakıcı şehvet ateşinden
ve şeytanın yanında duyusal zevklere aldanıştan çıkarmak, soylu insanların yaptıkları
gibi seni seven, hem seni hem kendilerini kurtarmak için çabalayan samimi
kardeşler ve iyi arkadaşlarla dost olmak, onların sohbetine ilgi göstermek,
sözlerini dinlemek, meclislerinde huzurunda yapılan konuşmaları anlamak,
inançlarını öğrenmek için kitaplarını incelemek, ahlaklarıyla süslenmek,
ilimlerini öğrenmek, adil hayat tarzlarına göre yaşamak, temiz sünnetlerini
uygulamak, onların melekî hayat tarzlarına uygun, ebedî ve mutlu yaşamak için
aklî şeriatlarını kavramak, şeytanının dünya işlerini ve bedenlerinin
yaşamasını iyileştirme ve ondan zararı giderme amacı dışında seni istemeyen,
farkında olmadan nefislerini helak eden kardeşleriyle arkadaşlık etmekten
kaçınmak ister misin?
Metafizikçi
bilge filozofların bu görüşü savunduklarını gösteren delillerden biri,
Sokrat’ın bedenini ölüme teslim etmesi ve iradî olarak zehir içeceğini
içmesidir. Şöyle ki, bu adam, Yunan ülkesinin bilge ve filozoflarından biri
idi. Dünya, onun nimet ve lezzetleri konusunda zahitlik gösterdi, ruhlar
âleminin sevinç ve huzuruna rağbet etti, insanları onlara çağırdı ve teşvik
etti ve onları oluş ve bozuluş âlemindeki makamdan uzak durmaya özendirdi. Ona
kral ve eşraf çocuklarından oluşan bir topluluk icabet etti. Gençler ve ileri
gelenlerin çocukları onun hikmetini ve konuşmasındaki az bulunur ilginçlikleri
dinlemek için etrafında toplandılar. Onun dünyayı ve süsünü isteyen muhalif bir
topluluk ona haset etti. Onu oğlancılıkla suçladılar. Onun putlara tapmayı
küçük gördüğünü ve onlara bunu emrettiğini söylediler. Bunu krala
yetiştirdiler. On bir adam, katlinin vacip olduğu yönünde onun aleyhine
şahitlik yaptılar. Öldürülmesi hakkında düşünmek üzere aylarca hapiste tutuldu.
Hapiste iken yanında muhalif veya taraftar yetmiş kadar filozof, nefsin
bedenden ayrıldıktan sonra bekası ve iyiliği konusundaki görüşü ve inancı
hakkında münazara yapmak üzere toplandı. Onlarla tartıştı ve nefsin bedenden
ayrıldıktan sonra bekası ve iyiliği konusundaki görüşünü düzeltti. Onun bir
kitapta açıklaması uzun sürecek bir hikâyesi vardır. Ona söylenen şeylerden
birisi şudur: Eğer mazlumsan para fidyesi ödeyerek veya kaçarak kurtulmak ister
misin?
Dedi
ki; “Yarın Namus’un/şeriatın bana; ey Sokrat, hükmümden niçin kaçtın demesinden
korkuyorum.”
Ona
dediler ki: “Çünkü mazlumdum, dersin.”
O
şöyle dedi: “Bir düşünsenize! Eğer Namus (kanun/şeriat) bana; hükümle sana
zulmeden ve aleyhinde yalancı şahitlik yapan on bir adil kişiden dolayı bana
zulmetmen ve hükmümden kaçman gerektiğini mi düşünüyorsun, derse ben ne
derim?” Bu konuda onlarla tartıştı. Çünkü halk şeriatlarının hükmüne bağlıdır.
Adil kişiler insanlardan biri aleyhinde herhangi bir şekilde hüküm verirlerse,
mazlum dahi olsa o kişiye bu hükme boyun eğmesi gerekir. Boyun eğmeyen kimse
Namusun yani Şeriatın hükmüne karşı zulmetmiş olur.
Sokrat
işte bundan dolayı öldürülme hükmüne boyun eğdi. Sonra dedi ki: Şeriatı hafife
alanı Şeriat öldürür. O zehirli şerbeti içince etrafındaki filozoflar ona
üzüldükleri için ağladılar. Onlara şöyle dedi: “Ağlamayın. Ben siz bilge ve
erdemli kardeşlerden ayrılsam da bilge, erdemli ve iyi kardeşlere gidiyorum.
Filan filan kişi bizden önce gitti. Kendisinden önce ölmüş bulunan bilge
filozoflardan bir topluluğu saydı. Dediler ki; biz senin gibi bilge bir babayı
kaybettiğimiz için kendi nefislerimize ağlıyoruz.”
Yunan
filozofu Eflatunun bu görüşü yani nefsin bedenden ayrıldıktan sonra bâki
kalacağını ve iyiliğini savunduğunu ve ona inandığını gösteren delillerden
biri, felsefesinin (hikmet) bir kısmında söylediği şu sözdür: “Bizim için
hayrı arayacağımız ahiret olmasaydı, dünya kötülerin fırsat yeri olurdu.” Yine
dedi ki; “Biz burada şeytanların yanında tabiata esir düşmüş yabancılarız.
Atamız Âdem’in işlediği bir suç sebebiyle âlemimizden çıkarıldık.” Buna benzer
bir söz daha vardır.
Mantıkçı
Aristoteles’in bu görüşte ve inançta olduğunun delillerinden biri, onun el-Tüffaha
diye bilinen risâledeki konuşması, vefatı sırasında söyledikleri ve felsefenin
üstünlüğü konusunda yaptığı kanıtlamadır. Çünkü filozof nefsin bedenden ayrıldıktan
sonraki durumuna felsefesiyle karşılık vermektedir.
Sayının
sahibi, fazıl ve bilge Pisagor’un bu görüşte ve inançta olduğunu gösteren
delillerden biri, onun Altın Risaledeki konuşması, Diogen’e tavsiyesi ve
sonundaki şu sözüdür: “Sen havada boşlukta olacak şekilde bu bedenden
ayrıldığında ne insanlığa ait ne de ölümü kabul edici olarak sağlam ve sakin
bir şekilde seyahat edersin.”
Biz
bu görüşü filozofların söz ve vasiyetleri, peygamberlerin fiilleri ve şeriat
sünnetleriyle delillendirdik. Çünkü Namus’ta/şeriatta felsefe namına adından
başka bir şey bilmeyen felsefe meraklısı bir topluluk ve şeriatın sırları
namına onun törenlerinden başka bir şey bilmeyen şeriatçı bir topluluk vardır.
Orada iyi yapmadıkları şeyleri konuşurlar, bilmedikleri şeyler hakkında
münazara yaparlar, bazen felsefeyi şeriatla, bazen de şeriatı felsefeyle
çürütürler, hayret ve şüpheye düşerler, saparlar ve sapıtırlar.
Nefsin
bedenden ayrıldıktan sonra bekasına delalet eden şeylerden biri, her akıl
sahibinin, insanların ölülerine nefsin bedenden ayrıldığı sırada ağlamaları ve
üzülmeleri hakkında düşünmesidir. Eğer bedenlerine ağlıyorlarsa bedenler
bütünüyle gözlerinin önünde olduğu ve onlardan hiçbir şeyin eksilmediğini
gördükleri halde bu ağlama niye? Eğer onları üzerlerine sürülen ilaçlarla uzun
süre değişmeyecek şekilde muhafaza etmek istiyorlarsa bu onlar için mümkündür.
Aksine nefislerinden ayrıldıklarında onlardan çekinirler, manzaralarından
hoşlanmadıkları ve rezilliklerinden utandıkları için defnederler. Eğer onların
ağlamaları o bedenlerden çıkan hareket, fiil, hikmet ve erdemlerin kaybolmasına
duyulan üzüntüden dolayı ise niçin bunların uykudayken kaybolmalarına
ağlamıyorlar? Nabız atışı ve solunum dışında onların hepsi yok olur. Kardeşim!
Bu sevgi, ülfet, ünsiyet ve yakınlığın yüksek nefisler ve değerli cevherler
sebebiyle olduğunu görmüyor musun? Bu ağlama, üzüntü, hayıflanma ve çekinmenin
bedenlerinden bu hareket, konuşma, fiil, fazilet, sanat ve hikmetler çıkan
nefislerin kaybolması sebebiyledir.
Nefsin
öldükten sonra bekasına ve iyiliğine delalet eden şeylerden biri de insanların
bağışlanma dilemek, dualarına karşılık görmek ve sayelerinde Aziz ve Çelil olan
Allaha yol bulabilmek için salihler, veliler ve hayırlı kişilerin kabirlerine
gitmeleridir. Rableri katında kendileri için şefaat etmelerini dilerler ve
kabirleri başında dua ederek dünyevî ihtiyaçlarının giderilmesini isterler.
Bütün dindarların hakikati olmayan bir konuda ittifak edeceklerini
düşünebiliyor musun? Aksine bu, Aziz ve Çelil olan Allah’ın belirttiği gibi,
âlimlerden başkasının idrak edemediği kapalı bir ilim ve gizli bir sırdır.
Allah onları şu sözünde olduğu gibi başkalarına gizli kalan bilgileri
dolayısıyla övmüştür: “Kıyamet günü gerçekleştiği zaman suçlular bir saatten
fazla kalmadıklarına dair yemin ederler. İşte böyle döndürülürler. Kendilerine
bilgi ve iman verilenler ise şöyle dediler: Allah’ın kitabına göre yeniden
diriliş gününe kadar kaldınız. İşte bu diriliş günüdür; fakat siz
bilmiyordunuz.”18
İhvân-ı
Safâ’nın birbirleriyle nasıl buluştuğunu, dünya geçimliğini arama hususunda
birbirleriyle nasıl yardımlaştıklarını, arkadaşından önce ölenin halinin ne olacağını,
arkadaşından sonra geriye kalan kimsenin nasıl yaşayacağını açıklamamız
gerekir. Anlatıldığına göre, bir deniz adasındaki dağ başında bulunan bir şehir
vardı. Orası, bol nimetli, huzur dolu, havası güzel, suyu tatlı, toprağı hoş,
çok ağaçlı, meyveleri lezzetli ve toprak, su ve havasının gerektirdiği şekilde
birçok hayvan türü bulunan verimli bir yerdi. Oranın halkı kardeş ve amca çocukları
idiler ve bir tek adamın soyundan gelmişlerdi. Onların hayatı, aralarındaki
muhabbet, merhamet, şefkat ve yumuşaklık sevgisiyle yürüyen ve tabiatları zıt,
kuvvetleri aykırı, görüşleri farklı, çirkin davranışlı ve kötü ahlâklı zalim
şehir halkı arasında olduğu gibi kıskançlık, azgınlık, düşmanlık ve kötülük ile
bozulmayan en güzel hayattı. Sonra o erdemli şehir halkından bir grup gemiye
bindiler. Gemileri parçalandı ve dalga onları içinde yüksek ağaçlı engebeli bir
dağ, küçük meyveler, yerden kaynayan pınarlar, bulanık sular, karanlık
mağaralar ve açgözlü yırtıcılar bulunan başka bir adaya attı. O adada
genellikle maymunlar yaşardı. Deniz adalarının bazısında iri yapılı, çok
kuvvetli, her gün ve gece orada hâkim olup onlara saldıran ve maymunların bir
kısmını yakalayıp kapan kuşlar vardı. Boğulmaktan kurtulan o kişiler adada
acıktıkları için karınlarını doyuracakları meyveler ve su içecekleri pınarlar
aramak üzere dağıldılar. O ağaçların yapraklarıyla örtünüyorlar, gece o
mağaralara sığınıyorlar, oralar sayesinde sıcak ve soğuktan korunuyorlardı.
Maymunlarla onlar arasında ünsiyet oluştu. Çünkü onlar yırtıcı türlerinin
insanlara en çok benzeyeniydiler. Dişi maymunlar onlara, şehveti olanlar da bu
maymunlara aşık oldu. Onlardan hamile kaldılar, doğurdular, ürediler,
çoğaldılar. Uzun zaman yaşadılar, o adayı vatan edindiler, o dağa sığındılar, o
duruma alıştılar, ülkelerini, refahlarını ve başlangıçta birlikte oldukları
halklarını unuttular. Sonra o dağın taşlarından binalar yapmaya, evler inşa
etmeye ve o meyveleri tamahkârca toplamaya başladılar. Onları açgözlü kimseler
biriktiriyordu. O maymunların dişileri hususunda rekabet etmeye, bu hallerde en
şanslı kimselere gıpta etmeye başladılar ve orada ebedî kalmayı temenni
ettiler. Aralarında düşmanlık ve nefret doğdu ve savaş ateşi tutuştu. Sonra
onlardan bir adam uyuyan kişinin gördükleri üzerinde düşündü: Sanki o çıktığı
şehre dönmüştü. O şehrin halkı onun geldiğini duyunca sevindiler. Onu şehrin
dışında akrabaları karşıladılar. Yolculuk ve gurbetin onu değiştirdiğini
gördüler. Onun şehre bu halde girmesini istemediler. Şehrin girişinde bir su
gözü vardı. Onu yıkadılar, saçını tıraş ettiler, tırnaklarını kestiler, ona
yeni elbiseler giydirdiler, güzel koku ile buğuladılar, süslediler, bir bineğe
bindirdiler ve şehre soktular. Şehir halkı onu görünce sevindiler. Ona
arkadaşlarını, yolculuklarını, zamanın onlara yaptıklarını sormaya başladılar,
onu meclisin başköşesine oturttular, ona ve ümidi kestikten sonra dönüşüne
şaşırarak etrafında toplandılar. O, onlardan dolayı ve Aziz ve Çelil Allah’ın
kendisini o gurbet, bataklık, o maymunlarla arkadaşlık ve meşakkatli hayattan
kurtarması sebebiyle sevindi. O bütün bunları uyanıkken gördüğünü sanıyordu.
Kendisini o mekânda maymunlar arasında görerek uyanınca kalbi kırık bir halde
üzüldü, o yerde inzivaya çekildi, kederlendi, ülkesini düşündü ve oraya
gitmeyi arzuladı. Rüyasını bir kardeşine anlattı. O kardeş, zamanın unutturduğu
ülkesi, akrabaları, halkı ve içinde bulundukları refahı hatırladı. Önlerindeki
konu üzerinde istişare ettiler ve görüş alışverişinde bulundular. Dediler ki;
nasıl dönülebilir ve buradan kurtuluş nasıl sağlanabilir? Akıllarına şöyle bir
çare geldi: İkisi yardımlaşacaklar, o adanın tahtalarını toplayacaklar, bir
deniz gemisi yapacaklar ve şehirlerine dönecekler. Aralarında birbirlerini
yüzüstü bırakmayacaklarına, tembellik etmeyeceklerine, bilakis azmettikleri
konuda bir tek adam gibi çalışacaklarına dair söz verdiler. Sonra şöyle
düşündüler: Eğer yanlarında başka bir adam olursa o bu hususta kendilerine en
çok yardım eden kişi olacaktır. Sayıları arttıkça amaç ve maksatlarına daha
çok ulaşacaklardır. Kardeşlerine şehirlerinin durumunu anlatmaya, onları dönüş
için teşvik etmeye, orada kalma konusunda soğutmaya başladılar. Hatta bir
topluluk içinden bir grup binecekleri ve kendisiyle şehirlerine dönecekleri bir
gemi yapma konusunda anlaştılar. Bu sırada onlar ağaçları kesme ve o gemiyi
yapmak için tahtaları yayma konusunda kararlılık gösterdiler. Çünkü maymunları
kapıp götüren o kuş gelmişti. Onlardan bir adamı kaptı ve yemek üzere onunla
havada uçtu. Uzaklara uçunca onu düşündü. Onun yemeyi alışkanlık haline
getirdiği maymunlardan olmadığını anladı. Onunla bir kuş olarak geçti. Hatta
onunla çıktığı şehrin üzerinden geçti ve onu evinin üzerine atıp serbest
bıraktı. Adam ülkesinde, evinde, ailesi ve akrabaları arasında olduğunu
düşününce şunu temenni etmeye başladı: Keşke bu kuş her gün uğrasa ve onlardan
birini alıp şimdi yaptığı gibi şehrine atsa! Ama kuş bu topluluk içinden onu
kaptıktan sonra ayrılığına üzülerek onun için ağlamaya başladılar. Çünkü onlar
kuşun ona ne yaptığını bilmiyorlar. Onlar onun halini ve ona ne olduğunu
bilseler kardeşlerinin kendileri için temenni ettiğini temenni ederler.
İhvân-ı
Safâ’nın, arkadaşından önce ölen kimse hakkındaki inancının böyle olması
gerekir. Çünkü dünya o adaya, ahalisi de maymunlara benzer. Burada kuş ölümü
temsil eder. Allah dostlarının durumu da gemileri parçalanan toplumun durumuna
benzer. Ahiret ise terk ettikleri şehir konumundadır. Bu, değerli
kardeşlerimizin dünyada yardımlaşmaları hakkındaki inançları ve ölümün
kendisini kardeşlerinden önce aldığı kimse hakkındaki kanaatleridir.
Ey
kardeş! Gaflet ve cehalet uykusundan uyan! Dünya aldanış ve sıkıntılar
yurdudur. Akıllı kimse hüzün ve musibet yurdunda ebedi kalmak istemez. Allah
seni, bizi ve tüm kardeşlerimizi doğruya muvaffak kılsın ve rüşd yoluna
iletsin.
İhvân-t
Safanın İnancı ve Rabbanilerin Mezhebi hakkındaki risâle
bitti. Bunu İhvân-t Safanın Birbirleriyle İlişki Şekli, Din ve Dünya
Konusunda Birbirleriyle Yardımlaşmaları ve Samimi Şefkat ve Sevgileri Risalesi
takip edecektir.
İlahi
ve Dînî Yasalara Dair İlimlerin
(el-Ulûmu'n-nâmûsiyye ve’ş-şer‘iyye)
Dördüncü -İhvân-ı Safâ Risâlelerinin Kırk BeşinciRisâlesi
İhvân-ı Safâ’nın Birbirleriyle İlişki Şekli, Din ve Dünya Konusunda
Birbirleriyle Yardımlaşmaları ve Samimi Şefkat ve Sevgilerine Dair[122]
Rahman
ve Rahim Olan Allah’ın Adıyla!
A |
llah’a
hamd, seçtiği kullarına selam olsun, “Allah mı daha hayırlıdır yoksa O’na
ortak koşulan varlıklar mı?”[123]
Ey
kardeş! Allah seni ve bizi kendi katından bir ruh ile desteklesin! Bil ki, nerede
bulunurlarsa bulunsunlar bizim kardeşlerimizin -Allah onların yardımcısı olsunbelli
vakitlerde toplanacakları, ilimlerini müzakere ettikleri ve sırları hakkında
konuştukları, başkalarının girmediği, sadece kendilerine ait bir meclislerinin
bulunması gerekir. Onların müzakerelerinin çoğunun psikolojiye, duyu ve
duyulura, akla ve akledilir olana (makûl), ilahi kitapların sırlarına
ilişkin düşünce ve araştırmaya, nebevi vahiylere ve dinin kapsadığı konuların
anlamlarına dair olmalıdır. Yine onlar, matematiğin dört dalını, yani
sayıları, geometriyi, astronomiyi ve telifi/musikiyi müzakere etmelidirler.
Onların en çok özen göstermeleri ve arzulamaları gereken şeye gelince, bu,
gayelerin en yükseği olan İlâhi ilimleri araştırmalarıdır.
Özetle,
kardeşlerimize -Allah Teâlâ onların yardımcısı olsungerekli olan, ilimlerin
hiçbirini atlamamaları, hiçbir kitabı terk etmemeleri ve hiçbir mezhep üzerinde
taassup göstermemeleridir. Çünkü bizim görüşümüz ve mezhebimiz tüm mezhepleri
kapsamakta ve tüm ilimleri içine almaktadır: Bu da, duyulur ve aklî, başlangıcından
sonuna, gizlisinden açığına, kapalısından apaçık ortada olanına kadar tüm
varlıklara, tamamının tek bir ilkeden, tek bir nedenden, tek bir âlimden ve çeşitli
cevherlerini, farklı cinslerini ve türlerini kuşatan tek bir nefisten gelmeleri
açısından hakikat nazarıyla bakmaktan ibarettir.
İkinci
Risâlede zikrettiğimiz üzere bizim bilgilerimiz dört kitaptan alınmıştır: Birincisi,
bilgelerin ve filozofların matematiğe ve doğa bilimlerine dair kitapları;
diğeri Tevrat, İncil, Kuran ve sayfalar (suhuf) gibi peygamberlerin
(hepsine salât ve selam olsun), manaları ve içlerindeki gizli sırları,
meleklerin getirdikleri vahiyle alınan kitapları; üçüncüsü, feleklerin şu
andaki terkibini, burçların kısımlarını, gezegenlerin hareketlerini ve
cisimlerinin miktarlarını, zamanın tasarruflarını, ilkelerin dönüşümlerini,
madenlere, hayvanlara ve bitkilere dair ilimleri ve insan eliyle yapılan
kısımları, mahiyetlerine uygun şekilleri ve suretleriyle birlikte konu edinen
fizik kitaplarıdır. Bunların hepsi Allah’ın latif sıfatının bir yansıması olan
ince manalara işaret eden suretlerden, kinâyelerden ve insanların dış yüzünü
görüp içindeki anlamları bilmedikleri hassas sırlardan ibarettir.
Dördüncüsü,
yalnızca saygı değer ve iyi elçiler[124] olan
temiz meleklerin elleriyle dokunabileceği ilahi kitaplardır. Bu kitaplarda yer
alan bilgiler, nefislerin cevherleri, cinsleri, türleri ve tikelleri, onların
cisimler üzerindeki tasarrufları, onları hareket ettirmeleri, onlar üzerinde
tedbir ve tahakkümde bulunmaları, onların fiillerini ortaya çıkarmaları ve
onları zamanın, vakitlerin, asırların ve devirlerin geçmesiyle bir durumdan
diğerine intikal ettirmeleri; bazılarının bir zaman cisimlerin karanlığına gömülmeleri,
bazılarının ise bir müddet sonra bedenlerin karanlıklarından çıkıp yükselmeleri,
gaflet ve unutkanlık uykusundan uyanmaları, hesaba ve mizana gitmek üzere
mahşerde toplanmaları, sıratı geçmeleri, cennetlere ulaşmaları, cehennemde ve
onun en derin yerlerinde hapsolmaları ya da berzahta kalmaları veya araf üzerinde
durmaları gibi konulara ilişkindir. Nitekim Allah bu konularda şöyle demiştir: “Onların
arkasında diriliş gününe kadar (geri dönmelerini engelleyen) bir perde (berzah)
vardır."[125]
Yine mübarek ve yüce olan Allah şöyle buyurmuştur: “Araf’ta herkesi
simalarından tanıyan birtakım adamlar vardır’.’[126],
“Bunlar, Allah’ın, evlerinde adının anılmasına ve yüceltilme sine izin verdiği
ve kendilerini hiçbir ticaretin ve alışverişin Onu anmaktan alıkoymadığı
adamlardır"[127]
Bizim erdemli ve değerli kardeşlerimizin hali işte budur. Ey kardeşler! Onların
yolunu izleyiniz, onlar gibi olunuz! Nitekim biz, bu ilimlerin erbabı olan
kardeşlerimizin muhtaç olduğu her şeyi risâlelerimizde açıkça ifade ettik.
Nerede
bulunurlarsa bulunsunlar, bizim kardeşlerimizin -Allah onların yardımcısı
olsungerekli olan, yeni bir dost ve yakın bir arkadaş edinmek istediklerinde,
onun durumunu dikkate almaları, onu tanımaya çalışmaları, ahlakını test
etmeleri, dostluğa, temiz sevgiye ve gerçek kardeşliğe uygun olup olmadığını
öğrenmek için mezhebini ve inancını soruşturmaları gerekir. Çünkü insanlar
arasında tabiatları dengesiz ve ölçüsüz, adetleri bozuk ve kötü, mezhepleri
farklı ve batıl olan topluluklar vardır. Nitekim onların bir kısmı hayırlı bir
kısmı şerli, bir kısmı nankör bir kısmı müteşekkir, bir kısmı güvenilir ve bir
kısmı son derece güvensiz, bir kısmı yumuşak huylu bir kısmı bön, bir kısmı
cömert bir kısmı cimri, bir kısmı cesur bir kısmı korkak, bir kısmı çok
kıskanç bir kısmı sevecen, bir kısmı günahkâr ve kötü bir kısmı çok iffetli ve
iyi, bir kısmı sürekli feryat eden bir kısmı çok sabırlı, bir kısmı çok aç
gözlü bir kısmı çok kanaatkâr, bir kısmı iyi huylu bir kısmı kötü huylu, bir
kısmı çok kaba ve katı kalpli bir kısmı nazik ve zarif, bir kısmı akıllı bir
kısmı ahmak, bir kısmı bilgili bir kısmı cahil, bir kısmı muhabbetli bir kısmı
buğz edici, bir kısmı uyumlu bir kısmı uyumsuz, bir kısmı münafık bir kısmı
ihlâslı, bir kısmı samimi bir kısmı hilekâr, bir kısmı kibirli bir kısmı alçak
gönüllü, bir kısmı düşman bir kısmı dost, bir kısmı mümin bir kısmı zındık, bir
kısmı arifbir kısmı nankör, bir kısmının bahtı açık bir kısmı bahtsızdır.
Kısacası onlar, bunlara benzer övülen ve yerilen, dolayısıyla birbirine zıt
huylara sahiptirler.
Bil
ki, hiç kuşkusuz bütün bu grupların en şerlileri hesap gününe inanmayanlardır.
Bu
huyların en şerlileri ise İblis’in kibri, Âdem’in hırsı ve Kabil’in
kıskançlığıdır. İşte bunlar, günahların anasıdır.
Bil
ki, insanlar, bedenlerinin mizacının terkibindeki ve doğumları sırasında feleğin
şekillerindeki farklılığa göre bir ahlakî tabiata sahiptirler. Bu durumu Ahlak
Risalesinde şerhiyle birlikte ifade ettik.
Bil
ki, insanlar içinde tek bir ahlakî tabiatta bulunanlar olduğu gibi övülen ve yerilen
huylara birlikte sahip olanlar da vardır. Kötü adetler kötü ahlakı, güzel
adetler ise övülen ahlakı güçlendirir. Görüşler ve inançlarla ilgili durum da
aynıdır. Nitekim insanlardan bir kısmı kendi dini ve mezhebinde, kendisine
muhalefet eden herkesin kanını dökmenin helal olduğunu düşünür ve buna inanır.
Örneğin, Yahudiler, Hariciler ve Allah’ı inkâr edenlerin durumu böyledir.
Onlardan bir kısmı da kendi dini ve mezhebinde, insanların hepsine merhamet
etmenin ve şefkat göstermenin, günahkârların durumuna üzülmenin ve onların
bağışlanmasını dilemenin, ruh sahibi tüm canlılara acımanın onların hepsinin
iyiliğini istemenin gerekli olduğunu düşünür ve buna inanır. Bu da müminlerden
iyilerin, zahitlerin ve salihlerin mezhebidir. Bizim değerli kardeşlerimizin
mezhepleri de bu şekildedir.
Bir
dost ve kardeş edinmek istediğinde sana gerekli olan, dirhem ve dinarları,
ekime ve dikime elverişli olan arazileri, kızını vereceğin damatları, satın
alacağın mülkleri ve malları seçip ayırt ettiğin gibi onu da seçip ayırt
etmendir.
Bil
ki, kardeş edinmedeki tehlike bunların hepsindeki tehlikelerden daha büyük ve
önemlidir. Çünkü doğruluk kardeşleri, hem din hem de dünya işlerinde yardımcılardır.
Onlar kibrît-i ahmer (kırmızı kükürt)’den bile daha değerlidirler.
Onlardan birini bulursan hemen onun eteğine tutun. Onlar göz aydınlığı,
dünyanın nimeti ve ahiret saadetidirler. Çünkü doğruluk kardeşleri, düşmanları
uzaklaştırmada yardımcı, dostlar meclisinin süsü, sıkıntılar ve belalar anında
dayanılan direkler, bollukta ve darlıkta karşılaşılan kötü durumlarda
destekçiler, ihtiyaç zamanı için saklı hazine, önemli işlerde gerilen kanat,
yükseklere çıkılan merdiven, şefaat talebi söz konusu olduğunda kalplere giden
bir vesile ve korku ve dehşet gününde sığınılan bir kale konumundadırlar.
Kaybolduğunda onlar seni korurlar, zayıfladığında seni güçlendirirler, senin
bir düşmanını gördüklerinde üzerine çullanırlar. Onların her biri, meyveli
dallarını sana uzatan, hoş kokulu yapraklarıyla seni gölgelendiren ve güzel
gölgesiyle sana örtü olan mübarek ağaç gibidir. Zikrettiğinde sana yardım eder.
Unuttuğunda sana hatırlatır. Sana iyiliği emreder ve onda seninle yarışır. Seni
hayra teşvik eder, onun için koşuşturmanı sağlar ve seni ona götürür. Malını ve
nefsini senin uğruna feda eder.
Ey
kardeş! Allah seni bu nitelikte birisiyle mesut kıldığında, sen de onun uğruna
nefsini ve malını feda et. Onun namusunu kendi namusun bil. Kanatlarını ona
ger. Sırrını ona ver. İşinde ona danış. Onunla görüşerek gözünü aydın kıl.
Senin yanında bulunmadığı zaman, onu anarak ve durumunu düşünerek ünsiyetini
sürdür. Bir ayak sürçmesi söz konusu olursa onu affet. Bir kusuru olursa, onun
yanında bunu azımsa ve bu yüzden ona ürkütme ki senin kininden korkuya
kapılmasın. Bir kötülük ettiğinde, iyiliğini gördüğün geçmişi hatırla. Böylece
o, sana yakınlık duyar ve senin sıkıntı vermenden emin olur. İşte bunlar ona
muhabbet duyman konusunda en güvenilir ve onun kardeşliğinin sürekliliği için
en uygun olan hususlardır.
Ey
kardeş! Bil ki, insanlar arasında dostluğa, kardeşliğe ve yakınlığa hiçbir
surette uygun olmayan kimseler vardır. Arkadaşlık kurduğun ve birlikte
bulunduğun kimseye bak. İçini bilmeden dış görünüşe aldanma. İşin acı sonucunu
hesap etmeden, hemen gelen lezzete aldanma. Eğer bir kardeş ve dost edinmek
istersen, öncelikle onun durumunu bir dikkate al. Ahlakını dene. Mezhebini ve
inancını soruştur. Adetlerine, karakterine, kılık kıyafetine ve hareketlerine
bir göz at. Çünkü içtekini sezmeye çalışan kimseye dış görünüşe baktığında
saklı bir şey kalmaz.
Bil
ki, insanlar arasında dost görünen kimseler vardır. Bunlar sana katılıyormuş
gibi gözükerek iç yüzünü saklarlar. Sana muhabbet gösterir, kalbinde ve
vicdanında ise aksini beslerler. Sakın aldanma ve uyanık ol.
Bil
ki, insanların işleri dış görünüşü itibariyle tabiatlarında bulunan huylarına,
yetiştikleri çevrede edindikleri adetlerine ve inandıkları şeylere göre
gerçekleşir. Eğer birini, kibirli ve kendini beğenmiş veya huysuz ve inatçı
veya katı ve kaba veya çekişmeci ve tartışmacı veya kıskanç ve kindar veya
münafık ve gösterişçi veya cimri ve pinti veya korkak ve aşağılık veya hilekâr
ve aldatıcı veya hırslı ve açgözlü veya hak ettiğinden fazla övgüye ve taltife
düşkün veya kendine denk olanları hor gören veya akranlarını ve insanları
küçümseyen, onları kınayan veya gücüne ve kuvvetine güvenen bir vaziyette
görürsen, bil ki, o, dostluğa ve temiz kardeşliğe uygun birisi değildir. Çünkü
bu huylar, görüşler ve adetler onun kardeşlerine olan sadakatini bozar. Nitekim
kendisine gerekli olmayan bir şeyde hak iddia eden kimse, kendisine gerekli
olan bir konuda fedakârlıkta bulunmaz. Kıskancın, inatçının ve aşırı öfkelenin
durumu da böyledir. Bu tür huylar onun hakkı kabullenmesine engel olur.
Huysuzun ve kibirlinin durumu da aynıdır. Bu huylar da onun tartışmayı ve
muhalefeti terk etmesine engel olur. Yine kabalık ve katılık, kişiyi tatlılık
ve yumuşaklıktan alıkoyar. Geçimsizlik ve öfke de sahibini kendini büyük
görmeye ve kibre sevk eder. Özet olarak söylemek gerekirse, bu huyların tamamı
sevgiyi yok eden, temiz kardeşliği ortadan kaldıran, nefislere ağır gelen,
ünsiyeti ve rahatlığı gideren, tabiata aykırı olan ve hayatı zehir eden ve
ondan soğutan şeylerdir.
Bil
ki, dostluk çift kutuplu bir tabiatta gerçekleşmez. Çünkü iki zıt bir arada bulunamaz.
Bunun örneği, cömert ve cimridir. Bunlar tabiatları itibariyle birbirlerine
zıttırlar. Dolayısıyla onlar arasında bir sadakat olmaz. İkisi için de katıksız
bir sevgiden söz edilemez. Hayat ikisine birden huzur göstermez. Zira cömert
olan, cömertliğinin gereği olarak malını sarf etmek ya da bir iyilikte
bulunmak istediğinde; cimri ise bunu bir ziyan olarak görür ve gerekli ve uygun
olmayan şeyi yapar. Cimri, tabiatı itibariyle cimriliğinin gerektirdiği şekilde
malını elinde tutar; cömert ise bunu yapılması hoş olmayan çirkin bir davranış
olarak görür. İşte bunların hepsi, onlardan her birinin arkadaşına karşı
yaptığı ayıbın bir sebebidir. Nitekim cimri, cömerdin aklı kıt, malını zayi
eden ve işlerinin sonucunu hesap etmeyen birisi olduğunu düşünür. Cömert de
cimrinin aşağılık, bayağı, hakir ve himmeti eksik birisi olduğunu düşünür.
İkisi arasında bir dostluk oluşup devam etmeye başladığında, bu soğukluğa ve
gerginliğe dönüşür ve sonuçta birbirine düşman olurlar. Düşmanlığın ardından da
katı ve tavizsiz bir tutum gelir. İşte birbirine zıt ve aykırı olan iki huyun
durumu budur. Kuşkusuz bu ikisi çatışmayı gerektirir, çatışma da birbirine
galip gelme arzusunu doğurur, galip gelme arzusu öfkeye, öfke kin ve nefrete
yol açar. Kin ve nefret ise dostluğun zıddıdır.
Bil
ki, dostlar ve kardeşler edinmek, mal, yiyecek ve hububat gibi şeyleri toplamaya
benzer. Nitekim insanlardan bir kısmı uygun bir dost bulmak için ömrünü tüketir
de yine de bulamaz. Bu durumda olan kimse ömrünü mal toplamak için tüketip de
buna imkân bulamayan kimseye benzer. İnsanlardan bir kısmı bol servet ile
rızıklandınlır, bir kısmı serveti kazanmada güzel hareket ederken onu muhafaza
etmeyi aynı güzellikte yapamaz. İşte kardeşler ve dostlar edinmek isteyen
kimsenin durumu buna benzer. Onların bir kısmı dostlarını korumayı ve onların
işlerini gözetmeyi iyi yapamazlar. Bu yüzden dostluğun ardından düşmanlık ve
muhabbetin ardından kin ve nefret ortaya çıkar.
Öyleyse
senin, dost edindikten sonra, onu korumada, işlerini gözetmende ve haklarını
vermende çok fazla gayretli ve özenli olman gerekir. Böylece dostluk, uzun bir
arkadaşlığın ardından, sevgiye ilişen usanç, sıkıntı, şek, şüphe ve zan ya da
sizin bozgunculuğunuz için çalışan muhalif birisinin lâf taşıma veya gammazlığı
gibi şeyler yüzünden düşmanlığa dönüşür. Bu itibarla ey kardeş! Sen bu konuyu
iyice araştır ve ondan gafil olma.
Ey
kardeş! Bil ki, insanların durumu çeşit çeşittir. Tek bir hal üzere kalan çok
azdır. Nitekim zenginlikten fakirliğe veya fakirlikten zenginliğe veya
hazardan sefere veya bekârlıktan evliliğe veya zilletten izzete veya
işsizlikten meşguliyete veya darlıktan nimete veya yüksek mertebeden aşağıya
veya düşük mertebeden yükseğe veya sanayiden ticarete veya bir toplulukla
sohbetten başka bir toplulukla sohbete veya bir mezhebin görüşünden diğerine
veya gençlikten ihtiyarlığa veya sağlıktan hastalığa, dünya hallerinden ya da
işlerinden hiçbir hal ve iş yoktur ki onların birinden diğerine intikal
edildiğinde, insanlarda, çok azı hariç yeni bir huy ve başka bir karakter
meydana gelmiş, kardeşlerine karşı tutumu değişmiş, dostlarına farklı
davranmaya başlamış olmasın. Bunun tek istisnası, İhvân-ı Safadır.
Onların sadakati zatlarından ayn düşünülemez. Bunun nedeni, her sadakatin bir
sebebinin bulunmasıdır. Bu sebep ortadan kalktığında, ona bağlı olan sadakat
de ortadan kalkar. Ancak İhvân-t Safa nm sadakati böyle değildir.
Kuşkusuz onların sadakati yakın akrabalık sadakati gibidir. Onların yakınlığı
ise birbirleri için yaşamaları ve birbirlerine mirasçı olmalarıdır. Onlar
kendilerini farklı bedenlerde bulunan tek bir ruh gibi görmekte ve buna
inanmaktadırlar. Gerçekte bedenlerin durumu ne kadar değişirse değişsin, ruh
asla değişmez ve farklılaşmaz. Nitekim şair bu durumu şöyle anlatmıştır:
Bedenimdeki
ruhumu ihtiyarlatmaz bedenimin ihtiyarlığı
Olsa
da her ne kadar yüzümde ihtiyarlığın harap izleri
Sökülse
de bedenimdeki her tırnak, durur ruhumun tırnakları
Kalmasa
da ağzımda tek bir diş, kalır ruhumun dişleri
Zaman
değiştirir bende ruhumun dışındaki her şeyi
Çıksam
da ihtiyarlığın zirvesine, andırır ruhum genç bir delikanlıyı
Diğer
bir haslet de onlardan birisinin kardeşine bir iyilik yaptığında, bunu onun
başına kakmamasıdır. Çünkü o bilir ve inanır ki bu yaptığı iyilik aslında kendi
nefsinedir. Eğer tutar da kardeşi ona bir kötülük yaparsa, ondan asla
uzaklaşmaz. Zira bilir ki bu kendisinden kendisine yapılan bir kötülüktür. Her
kim kardeşi hakkında böyle düşünür ve kardeşi de onun hakkında aynı şekilde
inanırsa, hiç biri günün birinde herhangi bir sebep ya da durumdan dolayı
kardeşinin değişerek kendisine sıkıntı vereceği konusunda bir endişeye
kapılmaz.
Onlardan
birini [dost edinmeyi] başardığında, onu tüm dostlarına, akrabalarına, aşiretine,
yanlarında yetiştiğin komşularına tercih etmelisin. Çünkü o, sana kendi
sulbünden gelen çocuğundan, babanın sulbünden gelen kardeşinden, uğruna tüm
kazancını harcadığın ve tüm çabalarını sarf ettiğin eşinden daha hayırlıdır.
Öyleyse onun hakkını onların hakları gibi bil. Hatta onu onların hepsine tercih
etmen gerekir. Zira onlar seni senden kendilerine gelecek bir menfaat
dolayısıyla severler, seni kendilerinden uzaklaştıracağın bir zarar yüzünden
isterler. Sana muhtaç olmadıklarını hissettiklerinde ise senden uzaklaşıp
başkalarını arzularlar, seni kendilerine ihtiyaç duyduğun bir anda yüzüstü
bırakırlar. Hâlbuki bu kardeşin seni bunların hiçbirisinden dolayı değil,
aksine sadece senin ve kendisinin farklı bedenlerde bulunan tekbir ruhtan
ibaret olduğunu düşünmesinden ve buna inanmasından dolayı arzular. Seni
sevindiren onu da sevindirir, seni üzen onu da üzer. Senin onun için istediğini
o da senin için ister. Bil ki, iyilerin kalpleri temizdir. Çünkü onların
nefisleri arınmıştır. İşlerin içyüzleri onlara saklı kalmaz. Zira işlerin iç
yüzü onlara her şeyin dış yüzünü gören gözlere göründüğü gibi görünür. Temiz
kardeşlerine karşı onlara gösterdiğin yüzünden başkasını içinde gizleme. Çünkü
bunların hiçbiri onlara saklı kalmaz ve sen bunları onlardan gizleyemezsin.
Bil
ki, insana rızık olarak verilen şeylerin en hayırlısı mutluluktur. Mutluluk ise
dâhili ve haricî olmak üzere iki kısımdır. Dâhili olan da iki kısımdır: Biri
bedende diğeri ise nefiste olandır. Bedende olan sıhhat ve güzellik gibi şeylerdir.
Nefiste olan ise zekâ ve güzel ahlak gibi şeylerdir. Haricî olan da iki
kısımdır: Birisi, mal ve dünya metaı gibi elin sahip olduğu şeylerdir. Diğeri
ise eş, dost, çocuk, kardeş, üstat, öğretmen, arkadaş ve sultan gibi
hemcinslerimizden olan akranlardır. Bunların içinde, en mutluluk vereni ise ey
kardeş! Doğru yolu gösteren öğretmen, eşyanın ve işlerin hakikatini bilen ve
hesap gününe inanan arif ve âlimdir. Yine o, dinin hükümlerini bilen, ahiret
ile ilgili konularda basiret sahibi olan, yeniden dirilişe dair meselelerden
haberdar olan ve bu tür konularda irşatta bulunan kimsedir. Uğursuzluğun en
kötüsü ise sana bunların zıddının rastlamasıdır.
Bil
ki, öğretmen ve üstat, babanın, tıpkı bedenine babalık etmesi ve onun varlığının
sebebi olması gibi, ruhunun babası, onun yetişmesinin sebebi ve hayat bulmasının
nedenidir. Nitekim baban sana bedensel bir suret vermiş, öğretmenin ise sana
ruhânî bir suret vermiştir. Çünkü nasıl ki, baban bedeninin dünyadaki varlığının
sebebi, seni yetiştiren ve sana, sürekli yokluk, değişme ve akıp gitme yurdu
olan dünyada geçim yollarını gösteren bir kimse ise öğretmen de ilimlerle senin
ruhunu besleyen, onu marifetle terbiye eden, ona ebedi ve sonsuz nimetin,
lezzetin ve sevincin yolunu gösteren birisidir. O halde ey kardeş! Rabbinden
seni, doğru yolu öğreten, gösteren ve ona sevk eden birisine rast getirmesini
niyaz et. Bolca ihsan ettiği nimetlerinden dolayı Allah’a şükret.
Bil
ki, dünyada (nâmûs) ilim ehline benzeyen, din ehli ile karıştırılan
topluluklar vardır. Bunlar ne felsefe bilirler, ne de dinin hakikatinden
haberdardırlar. Bununla birlikte eşyanın hakikatlerini bildiklerini iddia
ederler, kapalı ve anlaşılması zor konuların iç yüzlerini araştırmaya
yeltenirler. Hâlbuki bunlar kendilerine en yakın şeyler olan nefislerini
tanımazlar, apaçık konuları bile ayırt edemezler. Yine bunlar akıllarda açıkça
maruf olan duyularla idrak edilen varlıklar hakkında da düşünmezler. Bununla
birlikte tafra (bir cismin bir noktadan diğerine aradaki mesafeleri kat
etmeden, sıçrayarak intikal etmesi), galika (cismin bir mekânda sabit
olmayıp sürekli hareket etmesi), cüz’ün lâ yetecezzâ (parçalanmayan en küçük
parça, atom) vb. maddî bir gerçekliği bulunmayan vehme dayalı konulara
dalarlar. Onlar apaçık şeylerden bile şüphe ederler. Ayrıca onlar, konuşmada
inatçılığa saparak ve tartışmada zanna dayalı deliller ileri sürerek imkânsız
olan şeylerin varlığını iddia ederler. Örneğin, ateşin yanmadığı, karenin
çapının, kenarlarından birine eşit, gözün ışığının, bir göz kırpma esnasında
yıldızlar feleğine ulaşan bir cisim ve astrolojinin batıl olduğu gibi yalan ve
uydurma iddialarda bulunurlar. Ey kardeş! Onlardan sakın. Çünkü onlar, dilleri
keskin ve kalpleri körelmiş deccallardır. Onlar, hakikatlerden şüphe edenler ve
doğru yoldan sapanlardır.
Bil
ki, onlar bilginler için bir sıkıntıdır. Onlar peygamberleri (üzerlerine selam
olsun) yalanlayanlardır. Bilgileri başkalarından aparırlar ancak onları tetkik
etmezler. Bu yüzden de bilmedikleri şeyleri iddia ederler. Beceremedikleri konular
hakkında konuşurlar. Onlar başka türlü değil, tıpkı şanı yüce olan âlemlerin
Rabbinin kendilerini nitelendirdiği gibidirler: “Siz kavgacı bir
topluluksunuz.”[128]
[129]
Vadilerde şaşkın şaşkın dolaşırlar, yapmadıkları ve bilmedikleri şeyleri
söylerler. Ey kardeş! Allah bizi ve seni bu tür yerilen sıfatlara sahip
olanlardan korusun, onların şerlerinden emin kılsın. Onlar düşmanlardır,
onlardan sakın.
Bil
ki, ey kardeş! Sana zeki, sağlam tabiatlı, iyi huylu, zihni berrak, ilmi seven,
hakkı araştıran ve mezheplerin herhangi birisinde taassup göstermeyen bir
öğretmenin rastlaması da senin mutluluk vesilelerindendir.
Bil
ki, zihinlerin herhangi bir bilgiye, inanca ve görüşe sahip olmadan önceki durumu,
üzerine hiçbir şey yazılmamış olan temiz bir beyaz sayfa gibidir. Ona gerçek ya
da yanlış bir şey yazıldığında, orası dolmuş olur. Dolayısıyla bu oraya başka
bir şeyin yazılmasını engeller. Onu silmek ve ortadan kaldırmak da zordur. İşte
zihinlerdeki düşüncelerin durumu da bunun gibidir. Onda öncelikli olarak ister
doğru ister yanlış olsun herhangi bir bilgi, inanç ya da adet yer tuttuğunda,
artık onu söküp atmak ve yok etmek zordur. Nitekim şair bu durumu şöyle ifade
etmiştir:
Ben
arzuyu tanımadan önce onun arzusu bende uyandı
Kalbime
bomboş iken rastladı ve onu kapladı
Durum
anlattığım gibi olduğu takdirde sana düşen, ey kardeş, çocukluktan itibaren
bozuk görüşlere, düşük adetlere ve kaba saba huylara inanan ve sahip olan çok
yaşlı kimseleri ıslah etmek için uğraşmamandır. Çünkü onlar seni yorarlar,
sonra da ıslah olmazlar. Yavaş yavaş ıslah olsalar bile iflah olmazlar. O halde
sana düşen, kalpleri temiz, edepli olmayı isteyen, ilimlere dair düşüncelere
henüz başlayan, hak yolu ve ahiret yurdunu arzulayan, hesap gününe inanan,
peygamberlerin (üzerlerine selam olsun) şeriatlarıyla amel eden, onların
kitaplarını araştıran, boş arzuları ve tartışmayı terk eden ve mezheplerinde
taassup göstermeyen gençlerle meşgul olmandır.
Bil
ki, Allah Teâlâ genç olmayan hiçbir peygamber göndermemiştir. Genç olmayan
hiçbir kuluna hikmeti vermemiştir. Nitekim şanı yüce olan O, bu gibi kimseleri
anıp överken şöyle demiştir: “Onlar birtakım gençlerdir ki, Rablerine iman
ettiler, Biz de onların hidayetlerini artırdık.”* Yine Allah Yüce şöyle
buyurmuştur: “Biz, İbrahim denen bir gencin, putlarımızı diline doladığını
işittik”[130]
Aziz ve Çelil olan Allah’ın bir başka buyruğu: “Hani, Musa, genç arkadaşına
şöyle demişti...”[131]
Bil
ki, Allah’ın gönderdiği her peygamberi ilk önce yalanlayanlar, halkının felsefeye
ve düşünceye dalan tartışmaya/cedele girişen yaşlılarıdır. Nitekim Allah Yüce
onlan şöyle nitelendirmektedir: “Meryem oğlu misal verilince, senin halkın
buna gülüp geçiverdi. ‘Bizim tanrımız mı yoksa o mu daha iyidir?' dediler. Sana
böyle söylemeleri, sadece, tartışmaya girişmek içindir. Onlar şüphesiz kavgacı
bir topluluktur'.'[132]
Bil
ki, şanı yüce olan Allah’ın lütufları sayılamayacak kadar çoktur. Fakat
bunların hepsi şu iki cinsin kapsamındadır. Her cinsin de pek çok türü vardır.
Bu cinslerden biri bedensel, diğeri ise ruhsal kazançlardır. Bedensel
kazançlardan biri mal, ruhsal kazançlardan biri ise ilimdir. İnsanlar, bu iki
büyük nimet bakımından şu dört mertebede bulunurlar: Onlardan bir kısmı, mal
ve ilmin ikisiyle birden rızıklandırılmıştır. Bir kısmı ise her ikisinden de mahrum
kalmıştır. Bir kısmı, mal ile rızıklandınlıp illimden mahrum kalırken, diğer
bir kısmı ilim ile rızıklandınlıp maldan mahrum kalmıştır. Bizim kardeşlerimize
gerekli olan, mal ve ilim ile birlikte rızıklananlardan biri olmalarıdır. Çünkü
bu, Aziz ve Çelil olan Allah’ın nimetlerine şükretmeye sevk eder. Dolayısıyla
ona, her ikisinden de mahrum olan kardeşlerinden birisini yanına alması ve ona
Allah’ın kendisine verdiği mal ile destekte bulunması gerekli olur. Böylece o,
bu destek ile dünyada bedensel hayatını sürdürür. Ardından, ruhunun da ahiret
yurdunda ebedi bir hayat bulması için ona yardım eder ve kendi ilminden öğretir.
İşte bu, Allah’a en büyük yakınlık ve Onun rızasını kazanmanın en iyi yoludur.
Yine
onun, kardeşine infak ettiği malı başına kakmaması ve onu hakir görmemesi
gerekir. Nitekim o, bilir ki, kardeşinin mahrum olduğu şey, ona verdiği şeydir.
Nasıl ki, o, kendi sulbünden gelen oğlunu yetiştirmek üzere harcadığı malını
onun başına kakmaz ve vefatından sonra biriktirdiği malına onu varis kılarsa,
ruhânî oğlunun başına da kakmaması gerekir. Çünkü kendi sulbünden gelen oğlu ne
ise ruhânî oğlu da o dur. Bu bağlamda Peygamberden (üzerine salât ve selam
olsun), Ali (üzerine selam olsun) ile ilgili şöyle rivayet edilmiştir: “Ben
ve sen, bu ümmetin babasıyız” Yine o (üzerine salât-ü selam olsun) şöyle
demiştir: “Mümin müminin aynı anne-babadan gelen kardeşi [gibi]dir”
İbrahim de (üzerine selam olsun), şöyle demiştir: “Bana tâbi olan bendendir”
Aziz ve Çelil olan Allah, Nuh (üzerine selam olsun), “Kuşkusuz oğlum benim
ademdendir” dediğinde, ona şöyle demiştir: “O senin ailenden değildir.
Çünkü onun yaptığı iyi bir iş değildir'.'[133]
[134]
Yine Yüce Allah şöyle buyurmuştur: “Sura üfürüldüğünde, o gün onların
arasında nesep bağı kalmaz. Birbirlerine hiçbir şey de soramazlar”12
Görüldüğü üzere Allah, ahirette bedensel nesep bağının hiçbir fayda
sağlamayacağını açık bir şekilde ifade etmiştir.
Bu
anlamda Hz İsa da (üzerine selam olsun) Havarilerine şöyle demiştir: “Benim
ve sizin Babanızın katından geldim” Yine Yüce Allah şöyle buyurmuştur: “Babanız
İbrahim'in dini.. .”[135]
Bu babalık, ruhânî olandır; onun nesep bağı hiç kesilmez. Nitekim Peygamber
(üzerine salât ve selam olsun) şöyle demiştir: “Kıyamet gününde benim nesebim
hariç, her nesep bağı kopar.” Yine o, bu bağlamda şöyle demiştir: “Ey Haşim
oğulları! Kıyamet gününde insanlar bana amelleriyle gelmezler. Siz de bana
nesebinizle gelirsiniz. Ne var ki ben size Allah’tan gelecek hiçbir şeye engel
olamam.” Kuşkusuz o, burada, bedensel nesebi kastetti. Zira o, bedenler yok
olup sadece ruhânî nesepler kalınca, ortadan kalkar. Nitekim cesetler
parçalarına ayrıldıktan sonra ruhların cevherleri kalır. Her ne kadar kişi
ölümünden sonra adını, sulbünden gelen oğlunun yaşatacağını sanırsa da ruhânî
oğlu da yaşadığı sürece onun adını ondan aldığı ilmi yaymak suretiyle
bilginlerin meclislerinde ve hayır ehlinin toplantılarında yaşatır. Nitekim o,
ondan her bahsettiğinde, ona yönelmiş ve onu rahmetle anmış olur. Zaten biz,
öğretmenlerimizi ve üstatlarımızı sulplerinden geldiğimiz babalarımızı
andığımızdan ve onlara rahmet okuduğumuzdan daha fazla anarız. Yine kişi, her
ne kadar bu kendi sulbünden gelen oğlunun büyüdüğünde kendisine fayda
sağlayacağını ve dünya işlerinde yardım edeceğini ümit ederse de öbür ruhânî
oğlu belki ilim, hikmet, hayır ve Allah katındaki mertebe bakımından ondan önde
olur, ilmiyle öğretmenine şefaat eder, böylece o farkında olmadan onu
şefaatiyle kurtarır. Nitekim Yüce Allah bu durumu şöyle anlatır: “... Babalarınızın
ve oğullarınızın hangilerinin size fayda bakımından daha yakın olduğunu
bilemezsiniz. [Mirasla ilgili anlatılan bu taksimat] Allah tarafından tespit
edilmiştir'.'
Kardeşlerimizden
mal ile rızıklanıp da ilim ile «zıhlandırılmayan kimseye gelince, ona düşen,
mal ile rızıklanan bir kardeşini araması, onu kendi yanma alması ve onu
malından faydalandırmasıdır. Böylece o da onu ilminden faydalandırır, sonuçta
her ikisi de din ve dünya işlerini yoluna koymada birbirine yardım etmiş olur.
Mal sahibi kardeşin üzerine düşen, malından faydalandırdığı ilim sahibi
kardeşini minnet altında bırakmaması, fakirliğinden dolayı onu hor
görmemesidir. Çünkü mal, dünya hayatında bedenin hayatını sürdürmesini sağlayan
bedensel bir kazançtır, ilim ise Ahiret hayatında ruhun bekasını sağlayan
ruhânî bir kazançtır. Ancak ruhun cevheri bedenin cevherinden daha hayırlıdır.
Yine ruhun hayatı bedenin hayatından daha iyidir. Çünkü bedensel hayat bir
müddet devam eder, sonra kesilir ve yok olur. Ahiret yurdundaki ruhânî hayat
ise ebedi olarak baki kalır. Nitekim Yüce Allah bu durumu şöyle anlatır: “Orada
ilk ölümlerinin dışında başka hiçbir ölüm tatmazlar”[136]
İlim ve hikmet sahibi kardeşe gerekli olan ise mal sahibi kardeşine
haset etmemesi, cehaletinden dolayı onu hor görmemesi, ilmiyle ona caka
satmaması ve ona öğrettiği şeylere karşılık olarak ondan bir bedel talep
etmemesidir. Zira biri malı, diğeri de ilmiyle kardeşine yardım eden bu iki
arkadaşın örneği, bir bedene bitişik olan ve onun tamamının ıslahı peşinde
koşan ve bu uğurda yardımlaşan el ve ayak gibidir. Çünkü el, ayağa nalınlarını
giydirdiğinde ya da ondan bir dikeni çıkardığında ne bir karşılık ne de bir
teşekkür bekler. Aynı şekilde ayak da eli istediği yere götürdüğünde ya da
kesilme korkusu olduğunda onu gizleyip kaçırdığında, ondan ne bir karşılık, ne de
bir bedel ister. Çünkü her ikisi de tek bir vücudun aletleridir. Dolayısıyla
birisinin varlığını sürdürmesi, diğerinin varlığının devam etmesine bağlıdır.
Keza ne kulak bir nidayı işittiğinde gözü, ne de göz nida edeni gördüğünde
kulağı minnet altında bırakır. Zira her ikisi de tek bir nefsin iki kuvvetidir.
Her ikisinin de iyiliği, duyulurları duyumsamada nefse hizmet ve itaat ederken
birbirlerine yardımcı olmalarına bağlıdır.
Din
ve dünyanın ıslahına çalışırken İhvân-ı Safanın yardımlaşmalarının bu şekilde
olması gerekir. Çünkü dinin ıslahı yolunda, mal sahibi kardeşin, malıyla ilim
sahibi kardeşe yardım etmesi, ilim sahibi kardeşin de ilmiyle mal sahibi
kardeşe yardım etmesi, bir çöl yolunda birbirlerine arkadaşlık eden şu iki
adamın durumuna benzer. Bunlardan birisi, gözü gören, bedeni cılız, fakat
yanında taşıyamayacağı kadar ağır yükü bulunan bir adam, diğeri ise görme
engelli, gürbüz, fakat yanında hiçbir yükü bulunmayan bir adamdır. Gören adam,
görme engellinin elinden tuttu ve onu peşi sıra götürdü. Görme engelli adam da
gören adamın ağır yükünü omuzlayarak taşıdı. Böylece imkânlarını paylaşmış
oldular ve yolu kat ederek her ikisi birden kurtuldular. Bu itibarla onlardan
hiçbiri diğerini yardımıyla helak olmaktan kurtarmasından dolayı minnet altında
bırakamaz. Zira onların her ikisi de ancak birbirlerine olan yardımlarından
dolayı kurtuldular. Yardımlaşma, yalnızca iki ya da daha fazla kişi arasında
olur. Cahil kardeş, görme engelli gibidir. Fakirin durumu, zayıf olana benzer.
Zengin olan kardeş güçlü olan gibidir. Bilgili kardeşin durumu, görene benzer.
Yol, ruhun bedenle sohbetinin misalidir. Çöl, dünya hayatıdır. Kurtuluş ise
Ahiret hayatıdır. İşte bizim kardeşlerimizin, din ve dünyanın ıslahı uğruna
yardımlaşmalarının misali budur.
İlimle
rızıklanıp mal ile rızıklanmayan, ayrıca kardeşlerimizden malı ile kendisine
yardım edecek birini bulamayan kimsenin durumuna gelince, ona düşen sabretmesi
ve bir ferahlık anını beklemesidir. Kuşkusuz Aziz ve Çelil olan Allah, onu bir
iş ya da ondan fakirliğin yükünü hafifletecek bir kardeş ile destekleyecektir.
Nitekim aziz olan Allah, veli kullarına vaatte bulunurken şöyle demiştir: “Allah
Kendisinin emirlerini yerine getirip yasaklarından kaçınan kimseye bir çıkış
yolu verir ve onu hiç ummadığı yerden rızıklandırır”[137]
Yine Yüce Allah şöyle buyurmuştur: “Allah Kendisinin emirlerini yerine
getirip yasaklarından kaçman kimsenin işini kolaylaştırır.”[138]
Maldan
mahrum olan kardeşimizin şunu da bilmesi gerekir: İlim ile rızıklanan mal ile
rızıklanandan daha hayırlıdır. Çünkü ilim hem dünya hem de ahret hayatında
ruhun bekası için bir sebeptir. Mal ise sadece dünyada bedenin hayatta kalabilmesi
için bir vesiledir. Ruhun bedene üstünlüğü ve onun cevherinden daha değerli
oluşundan, yine ruhun hayatının ve zatının fazileti konusundan daha önce bahsetmiştik.
Şu halde onun hem mal hem de ilimden yoksun olan kardeşinin durumunu düşünmesi
lazımdır. Böylece Allah’ın kendisine olan nimetini bilir ve her hâlükârda
şükreder. Zira şükür malın ziyadesini gerektirir. Nitekim Yüce Allah bu hususta
da şöyle buyurmuştur: “Eğer şükrederseniz, kuşkusuz size artırırım”[139]
Kardeşlerimizden
ne malı ne de ilmi bulunan, fakat temiz bir ruha, güzel bir ahlaka, bozuk
görüşlerden arınmış bir kalbe sahip, hayrı ve hayır ehlini seven ve bunlardan
Allah’ın kendisi için takdir ettiğine sabredip razı olan kimsenin durumuna
gelince, onun bilmesi gerekir ki, güzel ahlaka, temiz kalbe, hayır sevgisine ve
bunlardan kendisine takdir edilene sabreden kimse, ilim ve maldan mahrum olan
kimseden daha hayırlıdır. Çünkü biz, insanlar arasında, ilim ve mal ya da
ikisinden biri verilen kimselerin, zikrettiğimiz bu hasletlerden hiçbirine
sahip olmadığını görüyoruz. Hatta ahlakı güzelleştirme üzerine kitaplar yazan
ve insanlara güzel davranmayı emreden, fakat kendileri insanların ahlak
bakımından en kötüsü olan âlimler ve felsefeciler topluluğunun var olduğuna
tanık oluyoruz. Buna karşın, fazla bilgi sahibi olmayan, bununla birlikte
yukarıda anlattığımız temiz ahlaka sahip olan kimselerin bulunduğunu da görüyoruz.
O halde açıkça ortaya çıkmıştır ki, güzel ahlak Yüce Allah’ın lütuflarından
biridir. Nitekim bir haberde şöyle denilmiştir: “Allah, halkın ahlakını,
rızkını ve ecelini belirleme işini tamamlamıştır.” Yine Yüce Allah Peygamberi
Muhammed’i (üzerine salât-ü selam olsun) güzel ahlakından dolayı överken şöyle
demiştir: “Şüphesiz ki Sen, büyük bir ahlak üzeresin’.’'9
Yüce Allah’ın bir başka sözü: “Eğer kaba ve katı kalpli olsaydın etrafından
dağılıp giderlerdi’.'[140]
[141]
Yine bir başka haberde şöyle denilmiştir: “İnsan güzel ahlakı sayesinde
cennet'te oruçlunun makamına ulaşır.” Çünkü güzel huy, meleklerin ahlakı ve
cennet ehlinin nişanıdır. Bu durum Kuranda da şöyle anlatılır: “Kadınlar
dediler ki; hâşâ, bu bir insan değil, o ancak çok güzel bir melek... ”[142]
Kötü
huy ise şeytanların ve birbirlerini kıskanan, birbirlerinden nefret eden ve
birbirlerine lanet okuyan cehennem ehlinin ahlakıdır. Yüce Allah, Kuranda onların
durumunu şöyle anlatır: “Her ümmet oraya girdiğinde, kardeşine lanet okur.”
Yine onlar [oraya gelen kardeşlerine] şöyle derler: Hiç de hoş gelmediler,
cehenneme yaslanacaklar. Onlar da bunlara şöyle derler: Asıl siz hoş
gelmediniz. Böylece onlar azapta ortak olurlar.
Bil
ki, kuşkusuz işaret ettiğimiz ve teşvikte bulunduğumuz bu konuda, kardeşlerimizin
ruhsal kuvvetlerinin dört mertebesi vardır: Birincisi, ruhlarının cevherinin
saflığı, kabuldeki kusursuzluğu ve tasavvurdaki süratidir. Bu, İkinci Risâlede
anlattığımız üzere sanat erbabının bulundukları şehirlerdeki mertebesidir. Bu,
duyulur nesnelerin manalarını ayırt eden akıl gücüdür. Bu güç, doğumdan on beş
yıl sonra düşünce gücüne bağlı olarak ortaya çıkar. Yüce Allah bu hususa şöyle
işaret etmiştir: “Çocuklarınız ergenlik çağma ulaştığında... ”[143]
Onlar bizim, konuşmalarımızda ve risâlelerimizde iyi ve merhametli
kardeşlerimiz olarak andığımız kimselerdir.
Bu
mertebenin üzerinde, siyaset erbabı olan başkanların mertebesi bulunmaktadır.
Onlar, kardeşlerimizi gözeten, onlara karşı cömertlik, ihsan, şefkat, merhamet
ve muhabbet sahibidirler. Bu da doğumdan otuz yıl sonra akıl gücüne bağlı
olarak ortaya çıkan hikmet gücüdür. Allah Yüce bu hususa ise şöyle işaret
etmiştir: “Musa olgunluk çağına gelince, ona hikmet ve ilim verdik”[144]
Onlar da bizim, risâlelerimizde hayırlılar ve erdemliler olarak nitelendirdiğimiz
kardeşlerimizdir.
Üçüncü
mertebe bunun üzerinde olan, iktidar, buyruk, yasaklama ve yardım erbabı olan,
bu buyruğa inatçı bir muhalif başkaldırdığında, onu yumuşaklık ve lütufla
ortadan kaldıran ve ona ıslahında şefkatle muamele eden kralların mertebesidir.
Buna gelince, o doğumdan kırk yıl sonra ortaya çıkan nâmûsiyye/kanun gücüdür.
Yüce Allah bu güce işaret ederken şöyle demiştir: “Sonunda erginlik çağına
erince ve kırk yaşına varınca: “Rabbim! Bana (ve anne babama verdiğin) nimete
şükretmemi (ve benim hoşnut olacağın yararlı bir işi yapmamı) sağla...”[145]
Onlar, bizim kendilerini değerli erdemliler olarak nitelendirdiğimiz
kardeşlerimizdir.
Dördüncüsü,
bunun üzerindeki ve hangi mertebede bulunurlarsa bulunsunlar bizim
kardeşlerimizi ona davet ettiğimiz mertebedir. Bu ise teslimiyet, sağlam kabul
ve hakkı apaçık bir şekilde müşahede etme mertebesidir. Bu da doğumdan elli yıl
sonra ortaya çıkan meleklik gücüdür. Bu, ahirete (mead) dönüşe ve maddi
ayrılışa hazırlayan bir güçtür. Bunun üzerine yükseliş gücü gelir. Sen onun
sayesinde göklerin melekûtuna erişir ve dirilişten haşir ve neşre, hesap ve
mizana, sırat köprüsünün üzerinden geçmeye, cehennem ateşinden kurtuluşa ve
celal ve ikram sahibi Rahman a komşuluğa varıncaya kadar kıyametin [tüm]
hallerini müşahede edersin. Yüce Allah bu mertebeye de şöyle işaret etmiştir: “Ey
huzura ermiş olan can! O Senden, Sen de Ondan hoşnut olarak Rabbine dön! İyi
kullarımın arasına gir. Cennetime gir”[146]
Yine Yüce Allah, Hz. İbrahim’in dilinden aktardığı sözünde bu duruma şöyle
işaret etti: “Beni nimet cennetine varis olanlardan kıl”[147]
Benzer şekilde Allah, Hz. Yusuf’un dilinden buna şöyle işaret etti: “Rabbim!
Bana hükümranlık verdin, rüyaların yorumunu öğrettin. Ey göklerin ve yerin
yaratanı! Dünya ve ahirette koruyucum ve yardımcım Şensin; benim canımı
Müslüman olarak al ve beni iyilere kat”[148]
İsa (üzerine selam olsun) Havarilerine söylediği şu sözünde de aynı şeyi
kastetmiştir: “Ben bu [bedensel] heykeli terk ettiğimde, havada Arş’ın
sağında, sizin ve benim Babamın önünde duruyor olacağım. Size şefaat edeceğim.
Civardaki krallara gidiniz. Onları Allah Teâlâ’ya davet ediniz. Onlardan
korkmayınız. Nereye giderseniz gidin, kuşkusuz Ben sizin yardımcınız ve
destekçinizim.” Peygamberimiz Muhammed de (üzerine salât-ü selam olsun) bu
duruma şöyle işaret etmiştir: “Şüphesiz siz yarın Havuzun başına
geleceksiniz” Bu tür rivayetlerin hepsi Ashap arasında meşhurdur. Kendisine
zehir verildiği gün Sokrat da bu konuya şöyle değinmiştir: “Erdemli
kardeşlerim! Her ne kadar ben kesinlikle aranızdan ayrılıyor olsam da şimdi
bizden önce göçüp gitmiş olan değerli kardeşlerime gidiyorum.” Bu konuda söz
uzayıp gitmektedir: Nitekim Pisagoras da Altın Risâlesi’nin sonunda
şöyle demiştir: “Eğer ruhun bedeninden ayrılırken sana tavsiye ettiğim şeyleri
yaparsan, havada insani özellikler taşımadan ve ölüme maruz kalmadan varlığını
sürdürebilirsin.” Biluher Liyuzasif/Bluher Yuzasif de uzun bir söz içinde
kralın vezirine, “Söyle bana, sen kimsin?” diye sorduğunda vezirin cevabını
aktarırken bu konuya şöyle temas etmiştir: “Göklerin melekûtunu bilenlerdenim.”
İşte biz kardeşlerimizi bunlara davet ediyoruz. Allah dilediğini doğru yola
ulaştırır. Yüce olan O, şu sözünde bu durumu anlatır: “Allah barış ve
esenlik yurduna çağırır. O dilediğini doğru yola ulaştırır’.’2*
Kuranda bu anlama gelen pek çok ayet vardır. Cennet ehlinin ve nimetlerinin
vasıflarını anlatan tüm ayetler bu minvaldedir.
Bil
ki, bu işe davet edilenlerden istenen şeyler dört kısımdır: Birincisi, bu işin
hakikatini kabul etmektir. İkincisi, bu işi izah edip açıklığa kavuşturmak için
çeşitli örneklerle onun üzerinde düşünmektir. Üçüncüsü, kalpten ve içten onu
tasdik etmektir. Dördüncüsü de bu işi, kendisine uygun amellerle ilgili
içtihatlarda bulunarak iyice tahkik etmektir. Bil ki, dil ile ikrar edip de
onun hakkında düşünmeyen kimse mukallittir. Onun hakkında düşünüp de tasdik
etmeyen kimse şüpheci ve şaşkındır. Bu işi tasdik ettiği halde ona uygun
amellerle ilgili içtihatta bulunarak onu iyice tahkik etmeyen kimse, ifrat ve tefrite
düşmüştür. Onu diliyle yalanlayıp kalbiyle de inkâr eden kimse ise zındık ve
kâfirdir. Nitekim Allah Teâlâ bu konuda şöyle buyurmuştur: “Ahirete
inanmayanların kalpleri bunu inkâr eder; onlar büyüklük taslarlar’.’[149]
[150] [151] “Hiç
kuşkusuz onlar için cehennem ateşi vardır. Elbette onlar, oraya ilk önce
gidecek olanlardır’.’20 Bil ki, bu işi diliyle ikrar edip
kalbiyle onun hakikati üzerinde düşünen kimse, kendisinde daha önce hiç tanık
olmadığı şu dört hasleti bulur: Birincisi, nefis kuvveti ve bedensel bağlardan
kurtuluş, İkincisi, nefislerin cehennemi olan maddî bağlardan kurtuluş
talebiyle harekete geçme, üçüncüsü, nefsin bedeni terk ettiğinde kurtuluş
ümidi, dördüncüsü ise Allah’a güven ve bu işin tamama ve kemale ereceğine
kesin inançtır.
Bil
ki, Kuranı ve bütün peygamberlerin (üzerlerine selam olsun) kitaplarını ve
onların gaipten verdikleri haberleri kabul eden herkes, bu konuda şu dört
mertebeden birinde bulunurlar: Onlar ya dilleriyle ikrar edip kalpleriyle
tasdik etmezler ya da hem dilleriyle ikrar edip hem de kalpleriyle tasdik
ederler, fakat onun anlamlarını ve açıklamalarını bilmezler veya dilleriyle
ikrar edip kalpleriyle tasdik ederler ve onun apaçık anlamlarına da vakıf
olurlar, ancak onun gerektirdiği görevleri yerine getirmezler. Diliyle ikrar
edip kalbiyle tasdik etmeyen kimse, anlayış ve kavrayış bakımından nasibi az
olandır. Bu kimse, peygamberlerin kitaplarındaki lafızların zahirlerinin
işaret ettikleri anlamlar üzerine aklıyla düşünüp basiretiyle onları kavrasa da
aklı bunları kabul etmez. Çünkü o bunların ince anlamları ve gizli işaretleri
üzerinde düşünmez, dolayısıyla da kalbiyle onu inkâr eder ve onun hakkında
kuşkuya düşer. Diliyle ikrar edip kalbiyle tasdik eden kimseye gelince, o,
peygamberlerin, imamların, hidayet önderlerinin, râşit halifelerin ve sâlih
müminlerin hakikati üzerine ittifak ettikleri ve insanlardan kavrayış ve
basiret sahibi olan erdemli kimselerin kabul ettiği bu türden açık konular
üzerine düşünür ve onları bilir. Ancak onun anlayışı, kavrayışı ve aklı bu
işlerin hakikatlerini tam olarak idrak edip onlar üzerinde düşünmeye yeterli
değildir. Onun açık anlamını bilen, fakat onun gerektirdiği görevi tam olarak
yerine getirmeyen kimsenin durumuna gelince, Allah onu, peygamberlerin
(üzerlerine selam olsun) kitaplarında zikredilen bu tür konuların sırlarına ermede
başarıya ulaştırmış, ona doğruyu göstermiş ve onu buna ulaştırmıştır. Ancak o,
kendisini bunların hayrını görmesine ve gereklerini yerine getirmesine yardımcı
olacak birini bulamamıştır. Zira o, yalnızdır ve hiçbir iş de yalnız olarak
gerçekleştirilemez. Aksine o, özellikle de şeriatla/ilahî yasayla ilgili bir
meselede büyük bir topluluğa muhtaçtır. Sonuç itibariyle o, en azından kırk
hasleti kendisinde toplayan birine ya da bu kırk hasletin kendilerinde
bulunduğu kalpleri uzlaşı halinde olan kırk kişiye muhtaçtır.
İhvan-t
Safada adabı muaşeretin keyfiyetine dair risâle burada
sona ermiştir. Bundan sonra, imanın mahiyetine ve tahkiki imana ulaşmış
müminlerin vasıflarına dair risâlemiz gelecektir.
İlahi
ve Dînî Yaslara Dair İlimlerin
(el-ülîımun-nâmîısiyye ve’ş-şer‘iyye)
Beşinci -İhvân-ı Safâ Risâlelerinin Kırk AltıncıRisâlesi
İmanın Mahiyeti ve Araştırmacı Müminlerin Özelliklerine Dair[152]
Rahman
ve Rahim Olan Allah’ın Adıyla!
A |
llaha
hamd, seçtiği kullarına selam olsun, “Allah mı daha hayırlıdır, yoksa O’na
ortak koşulan varlıklar mı?”[153]
Ey
saygılı ve merhametli kardeş! Allah seni ve bizi kendinden bir ruhla desteklesin!
Bil ki, şanı yüce olan Allah Kur anda müminleri çokça andı, onları güzel bir
şekilde methetti ve övdü. Onlara hem dünyada hem de ahirette bol sevap
vereceğini vaat etti. Aynı şekilde kâfirleri de çokça andı, onları yerdi, hem
dünyada hem de ahirette tehdit etti ve korkuttu. Biz gerçekte kimin mümin,
kimin kâfir olduğunu açıklamak istiyoruz. Bu konu birçok ilim sahibine karışık
gelmiştir. Öyle ki hiçbir bilgi ve açıklamaya dayanmadan birbirlerini tekfir
etmişler ve lanetlemişlerdir. Fakat birçok ilim sahibi bilgi ile iman
arasındaki farkı bilmediği için biz öncelikle aralarındaki farkı açıklama
gereği duyduk. Zira kelamcıların çoğu, imanı bilgi diye adlandırmaktadır. Onun
işitme yoluyla sağlanmış bir bilgi olduğunu söylemektedirler. Kıyasla bilinen
şey, akıl yoluyla elde edilmiş bir bilgidir. Biz gerçekte neyin ilim/bilgi
olduğunu açıklamak istiyor ve şöyle diyoruz:
Filozoflar,
bilginin, nefsin bilinenlerin resimlerini zatında tasavvur etmesi olduğunu
söylerler. Bilgi böyle olunca nefis, işitme yoluyla gelen haberi hakikatiyle
tasavvur etmez. O zaman bu, bilgi değil, iman, ikrar ve tasdik olur. Bundan
dolayı peygamberler ümmetlerini önce imana davet etmişler, sonra açıklamayı
müteakip tasdik etmelerini istemişler, daha sonra da gerçek bilgileri aramaya
teşvik etmişlerdir. Dediklerimizin doğruluğunun delili, Aziz ve Çelil olan
Allah’ın şu sözüdür: “Gayba iman edenler’.’[154]
[155]
“Gaybı bilenler” demedi. Sonra onları şu sözüyle bilgi aramaya teşvik etti. “Ey
akıl sahipleri, ibret alın!’2 Sonra şöyle diyerek methetti: “Allah
içinizden iman edenlerin ve ilim verilenlerin derecelerini yükseltir’.’[156]
Yine dedi ki: “Bilgi ve iman verilenler.”[157]
Bunlar, bilgi ile iman arasındaki farkı göstermek açısından yeterlidir. Her
müminin gerçekten mümin mi yoksa şüpheli ve kuşkulu mu olduğunu bilmesi için
imanın şartlarını ve müminin sıfatlarını açıklamak istiyoruz. Çünkü müminler
peygamberlerin varisleri ve öğrencileridir. Peygamberler dirhem ve dinar değil,
ilim ve ibadet miras bırakırlar. Şanı yüce Allah’ın belirttiği gibi, bu ikisini
alan kimsenin nasibi çok olur: “Sonra biz seçtiğimiz kulları Kitaba mirasçı
kıldık. Onlardan kendilerine zulmedenler vardır. Onlardan ortada olanlar
vardır. Yine onlardan Allah’ın izniyle hayırlı işlerde öne geçenler vardır.
İşte bu büyük lütuftur”[158]
Yine Yüce Allah dedi ki: “Bu, Allah’ın dilediği kimseye verdiği lütfudur.
Allah büyük lütuf sahibidir!’[159]
Ey
kardeş! Allah yardımcın olsun! Bil ki, Allah’ın kullarına verdiği nimetler sayılamayacak
kadar çoktur. Fakat biz insanla ilgili olanların bir kısmından söz edeceğiz.
Bunlar iki türdür: Biri, mal, eş, çocuk ve dünya metaı gibi dışarıdandır;
diğeri içeriye ait olup o da kendi içinde iki kısımdır: Biri, sağlık, suret
güzelliği, bünye, güç ve deri yetkinliği gibi bedene ait olanlar; diğeri nefse
ait olanlardır. Nefse ait olanlar da iki kısımdır. Biri huy güzelliği, diğeri nefsin
zeki ve cevherinin saf olmasıdır. Bunlar bütün bilgilerde esastır. Ey kardeş!
Bil ki, bütün insanlar bilgi açısından dört mertebededirler: Bazısına bilgi
verilmiş, fakat iman verilmemiştir; bazısına iman verilmiş, fakat bilgi
verilmemiştir; Bazısına her ikisinden de bolca verilmiştir; bazısı ise her
ikisinden de mahrumdur. Yüce Allah buna şu sözüyle işaret etmiştir: “Kendilerine
bilgi ve iman verilenler dediler ki; Allah’ın kitabına göre siz, diriliş gününe
kadar kaldınız. İşte bu diriliş günüdür; fakat siz bilmiyordunuz!’[160]
Bununla onların en üstün makamda olanlarını haber vermiştir. Çünkü diriliş ve
kıyamet konuları en üstün bilgiler konumundadır.
Kendilerine
iman verildiği halde bilgi verilmeyenler; insanlar içinde peygamberlerin (as)
kitaplarında bulunan yeniden diriliş, mebde ve mead, meleklerin halleri ve
makamları, kıyamet, haşr ve neşir, hesap, mizan, sırat, son yaratılışta
meallerin karşılığı ve cennet nimetleri gibi duyulara kapalı ve vehmin
tasavvurundan uzak olan haberleri ikrar eden gruptur. Onların bilgileri az olsa
da peygamberlerin haber verdikleri ve filozofların işaret ettikleri ahiret
sevabı ve cennet nimetleri ile ruhları yatışmıştır. Sır ve aşikâr olanda onları
doğrularlar, bu nimetlere rağbet ederler, onları isterler, onlar uğrunda
çalışırlar; fakat nasıl, nerede, ne zaman ve niçin sorularını sorarak onları
araştırmayı, ortaya çıkarmayı ve hakikatleri üzerinde düşünmeyi terk ederler.
Allah onlara şu sözüyle işaret etmiştir: “Sağ ehlinden selam sanaY”
Onlar için emniyet, uğurluluk, güven (eman) ve iman vardır.
Bilgiden
nasipleri olduğu halde imandan nasipsiz olanlar, insanlar içinde filozof ve
bilgelerin kitapları üzerinde düşünen, onları araştıran ve geometri, astroloji,
tıp, mantık, diyalektik ve fizik gibi edeplerden hoşlanan, fakat şeriat
kitapları ve nebevi vahiyler üzerinde düşünmeyi, dinî konuların sırlarını
araştırmayı ve şer’î sembollerin gizliliklerini açığa çıkarmayı terk eden bir
topluluktur. Onlar haberlere gözlerini kapamış olup onların hakikatlerinden
şüphe etmektedirler. Onların manalarını bilmede şaşkın, sırlarının
inceliklerini bilmede cahil ve büyük değerinden gafildirler. Allah onlara şu
sözüyle işaret etmiştir: “Sahip oldukları bilgiyle şımardılar"'1
Hem
bilgi hem de imandan mahrum olanlar, bu dünya hayatında refah içinde yaşayan
bir topluluktur. Onlar gece gündüz arzularını yerine getirmekle meşguldürler,
nimetlerinin gelip geçici tat ve lezzetlerine kanmaktadırlar. Onlar edepleri
aramayı terk ederler, ilim ve âlimlerden yüz çevirirler ve nefsin kurtuluşunu
ve ahiret talebini hedefleyen dinî konular, şeriat hükümleri ve sünnetin
gereklerinden gafildirler. Allah onlara şu sözüyle işaret etmiştir: “Onlar
faydalanırlar ve hayvanların yediği gibi yerler. Cehennem onların kalacakları
yerdir"'0
Kendilerine
hem bilgi hem de iman bolca verilenler, Allah’ın şu ayetle işarette bulunduğu
erdemli, iyi ve kerim kardeşlerimizdir: “Allah içinizden iman edenlerin ve
bilgi verilenlerin derecelerini yükseltir”" Edep çeşitleri, ilginç
ilimler ve hikmetler konusunda işlediğimiz elli bir risâlede size onların
mezhebinden bahsettik, ahlâklarını öğrettik, görüşlerini açıkladık. Ey iyi ve
merhametli kardeşler! Oralara bakınız. Böylece belki Allah’ın size olan
desteği ve ondan gelen bir ruh sayesinde onların manalarını anlamaya muvaffak
olursunuz, âlimler ve bahtiyarlar gibi yaşarsınız, göğün melekûtuna yükselecek
bir yol bulursunuz, mele-i alaya bakarsınız ve topluluklar halinde cennete sevk
edilirsiniz.
Kardeşim!
Bil ki, âlimlerin ilim derecelerinin farklı olması gibi, müminlerin de iman
dereceleri farklıdır. Çünkü insan bir ilim derecesine, henüz ulaşamadığı dereceler
üstünde parlamadıkça ulaşamaz. Nitekim Allah şu sözüyle buna değinmiştir: “Her
ilim sahibinin üstünde bir bilen vardır"'2 İşte o bundan
dolayı onu ikrar etmeye ve kendisinden daha arif ve bilgili kimsenin sözünü
tasdik etmeye ihtiyaç duyar.
Âlim
ve müminin fazileti, bilgi ve imanla ilgili olarak daha önce anlatılanlar
açıklığa kavuşunca şimdi her birisinin mahiyetini anlatmak ve nicelik ve
niteliklerini açıklamak istiyoruz. Diyoruz ki;
Bilgi,
bilinenin bilen kişinin nefsindeki suretidir. İman ise senden daha bilgili olan
kimsenin senin bilmediğin şeyler hakkında verdiği haberleri tasdik etmektir.
Bil ki, bilenin nefsindeki birçok suretin maddede varlığı yoktur. Bu konuyu net
olarak incelememiz gerekir. Bilenlere ilişen şüphelerin çoğu bu kapıdan girer.
İman,
haber vereni dediği ve bildirdiği hususlarda tasdik etmektir. Fakat nefsinde
olanın tersine nice haber veren vardır ki onun kast etse de yalancı olur. Aynı
şekilde nice yalancıyı tasdik eden kimse vardır. Bu da açık bir incelemeye
ihtiyaç duyar. Çünkü şüphe, söyleyenlere ve dinleyenlere bu kapıdan girer. Bu
manaların bir kısmını mantık risâlelerimizde açıkladık.
9.
Mü’min, 40/83.
10.
Muhammed,
47/12.
11.
Mücadele,
58/11.
12.
Yûsuf, 12/76.
Kardeşim!
Bil ki, iman bilgiyi miras bırakır. Çünkü onun varlığı bilgiden öncedir. Bundan
dolayı peygamberler (as) ümmetlerini önce haber verdikleri şeyleri ikrar etmeye
ve duyularının idrakinden ve vehimlerinin tasavvurundan uzak olan şeyleri tasdik
etmeye davet etmişlerdir. Dilleriyle idrak edince onları müminler diye adlandırdılar.
Sonra onlardan, Allah’ın belirttiği gibi, kalp ile tasdiki istediler: “Doğruyu
getiren ve onu tasdik eden kimseler, işte onlar sakınanlardır”[161]
İman
ile başlayan ilk şey, peygamberlerin melekleri, onlar haber vermeden önce
beşerin güç yetiremediği haberler konusunda tasdik etmeleridir. Nitekim Yüce
Allah şöyle demiştir: “Peygamber, Rabbinden kendisine indirilene iman etti,
müminler de iman ettiler. ...”[162]
Kardeşim! Bil ki, melekler imana muhtaçtırlar. Onların bilgi dereceleri
farklıdır. Nitekim (Allah) onlar hakkında şöyle haber vermekte ve demektedir: “İçimizde
belli bir makamı olmayan hiç kimse yoktur”[163]
Meleklerin en üstün olanları, Arşı taşıyan meleklerdir. Onlar bilgi açısından
en üst makamdadırlar. Yine onlar, şanı yüce Allah’ın haber verip dediği gibi,
imana muhtaçtırlar: “Arşı taşıyanlar ve onun etrafındakiler Rablerini hamd
ile tespih ederler ve ona iman ederler?[164]
Bil
ki, sen de ilimde senden üstün ve bilgide senden yüksek olan haber vericinin
sözüne inanmaya ve onu tasdik etmeye muhtaçsın. Çünkü sen eğer sana haber
verene inanmazsan en üstün ilim ve en yüksek bilgiden mahrum kalırsın. Sana
haber vereni tasdik etmenin başlangıçta onun doğruluğuna hüsnü zan besleme
dışında bir yolu olmadığını bilirsin. Sonra vakit ilerledikçe onun doğruluğu
senin için açıklığa kavuşur. Başlangıçta onu burhan ile talep etme. Fakat
kulağınla duyduğunu aklınla tasavvur etmeye çalış, bundan sonra yol ve burhan
ara. İlimde yolu yarılarsan taklide razı olma. Yolun başında iken burhan
isteme. Fakat kardeşim! Sözlerini dinlemek, karakterlerini görmek, sırlarına
vakıf olmak, nefsinin cevher saflığını onların kendi cevher saflıklarını
tasavvur ettikleri gibi tasavvur etmek, kalbinin gözüyle onların kendi kalp
gözleriyle baktıkları gibi bakmak ve aklının nuruyla onların kendi akıllarının
nuruyla gördükleri gibi görmek için erdemli kardeşlerinin, bilgin
arkadaşlarının ve samimi dostlarının meclisine gel! Böylece belki nefsin gaflet
ve cehalet uykusundan uyanır, ilimlerin ruhuyla canlanır, mutlu kimseler gibi
yaşar ve mele-i alaya bakmak için göğün melekûtuna yükselmeye muvaffak olur.
Orada ağır, karanlık, değişen ve bozulan bedeninle değil; pak, temiz, duru ve
şeffaf nefsinle mutlu, neşeli, sevinçli ve keyifli olursun. Ey kardeş! Allah
seni doğruya muvaffak etsin, seni ve tüm kardeşlerimizi bulundukları ülkelerde
rüşde iletsin!
[1] Feth, 48/4, 7.
[2]
En’âm, 6/37.
[3] Kasas, 28/71.
[4]
Kasas, 28/73.
[5]
Peygamberler ve onların varisleri olan âlimler, (ç.n.)
[6] Zuhruf, 43/24.
[7] F.nam, 6/112.
[8] Şûra,
42/13.
[9] Mâ
ide, 5/48.
[10] Hac,
22/67.
[11] Şûra, 42/13.
[12] İbn
Hanbel, Müsned, Kahire, trs., 1/445; İbn Hibban, Sahih, tahkik:
Şuayb Arnavut, Beyrut 1993,1/276.
[13]
Mücadele, 58/11.
[14]
Yusuf, 12/76.
[15] Bakara, 2/286.
[16]
Fâtır, 35/32.
[18] Kalem, 68/4.
[19] Yusuf, 12/101.
[20]
Nemi, 27/40.
[21] Enf
al, 8/67.
[22]
A’lâ, 87/17.
[23]
Duha,93/4.
[24] Sebe, 34/46.
[25] Bakara, 2/255.
[26]
Bakara, 2/32.
[27]
Mü’min, 40/7.
[28] Ankebut, 29/69.
[29] Nûr,
24/39.
[30]
Meryem, 19/65.
[31] İhlâs, 112/1.
[33] Fâtır, 35/11.
[34]
Yâsîn, 36/82.
[35] Zümer, 39/53.
[36]
Yusuf, 12/87.
[37]
Hicr, 15/56.
[38] Hac,
22/11.
[39] Mü’minûn,
23/37.
[40] Da
bel el-Huzâî, Ehl-i beyte ait bir mersiyesinde bu sözü dile getirmiştir.
[41]
Haşr, 59/19.
[42]
Zuhruf, 43/36.
[43]
Hümeze, 104/6-7.
[44]
Meryem, 19/71.
[45]
Meâric, 70/6.
[46]
Fussilet,41/44.
[48]
Furkân, 25/63.
[49]
Tevbe, 9/91.
[50]
Mücadele, 58/7.
[51] Kâf,
50/16.
[52] Tûr,
52/48.
[53]
lahâ, 20/46.
[54]
Hadîd, 57/4.
[55] Bakara, 2/165.
[56]
Bakara, 2/165.
[57] Nûr,
24/37.
[58]
A’râf, 7/32.
[59] Bu
hikâyenin tamamı için bkz., Enam 6/76-79.
[60] Enam, 6/79.
[61]
Nahl, 16/78.
[62]
Nahl, 16/78.
[63]
Şura, 42/52
[64]
Tâhâ, 20/114.
[65] Enam,
6/122.
[66]
Zümer, 39/9.
[67]
Mücadele, 58/11.
[68]
Enfal, 8/4.
[69]
Fâtır, 35/28.
[70]
Enam, 6/125.
[71]
Ayetin tamamı için bkz., Nûr 24/35.
[72] Nûr,
24/40.
[77]
A’râf, 7/39.
[78]
Nahl, 16/118.
[81] Âl-iİmran, 3/7.
[82]
Ayetin devamı için bkz. Hac, 22/3.
[83] Çeviri: Doç.
Dr. M. Kazım Arıcan, Yıldırım Beyazıt Üniversitesi Öğretim Üyesi.
[84] Nemi, 27/59.
[85] Hadîd, 57/4.
[86] Âli İmrân,
3/33.
[87] Bakara,
2/213.
[88] Yûnus, 10/25.
[89] Mutaffıfm,
83/15.
[90] Mutaffıfm,
83/14.
[91] Saff, 61/5.
[92] Zuhruf,
43/71.
[93] Secde, 32/17.
[94] Hac, 22/46.
[95] Yûnus, 10/7.
[96] Mümtehine,
60/13.
[97] Saffât,
37/13.
[98] Enam, 6/31.
[99] Cin, 72/14.
[100] Enam 6/153.
[101] Zuhruf,
43/24.
[102] Araf, 7/44.
[103] Zâriyât,
51/20-21.
[104] Lokmân,
31/20.
Mantık terimi olarak“Had”, öze,
“resim” ise ilintiye ait tanımdır, (y.h.n)
[105] Araf, 7/142.
[106] Nisa, 4/93.
[107] Çeviri: Doç.
Dr. Murat Demirkol, Yıldırım Beyazıt Üniversitesi Öğretim Üyesi.
[108] Nemi, 27/59.
[109] Nisâ, 4/35.
[110] Tâhâ, 20/120.
[111] Araf,
7/24-25.
[112] Cuma, 62/6.
[113] Fâtır, 35/10.
[114] Âl-i İmrân,
3/170.
[115] Tevbe, 9/24.
[116] Maide, 5/3.
[117] Nasr suresi.
[118] Bakara, 2/54.
[119] Ma ide, 5/21.
[120] Şuarâ,
26/78-83.
[121] Yûsuf,
12/101.
[122] Çeviri: Prof.
Dr. Metin Özdemir, Yıldırım Beyazıt Üniversitesi Öğretim Üyesi.
[123] Nemi, 27/59.
[124] Abese, 80/15-16.
Sefere: Amelleri kaydeden melekler demektir.
[125] Mü’minûn,
23/100.
[126] A’râf, 7/46.
[127] Nûr,
24/36-37.
[128] Zuhruf,
43/58. Ayetin asıl manası şöyledir: “Onlar kavgacı bir topluluktur.”
[129] Kehf, 18/13.
[130] Enbiyâ,
21/60.
[131] Kehf, 18/60.
[132] Zuhruf,
43/58.
[133] Hûd, 11/46.
[134] Mü’minûn,
23/101
[135] Hacc, 22/78.
' Nisa, 4/11. Ayetin üst tA’rafında
vârislerin alacakları paylar ayrıntılı bir şekilde verilmektedir, (ç.n.)
[136] Duhân,
44/56-57.
[137] Talak, 65/2.
[138] Talak, 65/4.
[139] İbrahim,
14/7.
[140] Kalem, 68/4.
[141] Âl-iîmrân,
3/159.
[142] Yûsuf, 12/31.
[143] Nûr, 24/59.
[144] Kasas, 28/14.
[145] Ahkâf, 46/15.
[146] Fecr,
89/27-30.
[147] Şuarâ, 26/85.
[148] Yûsuf,
12/101.
[149] Yûnus, 10/25.
[150] Nahl, 16/22.
[151] Nahl, 16/62.
[152] Çeviri: Doç.
Dr. Murat Demirkol, Yıldırım Beyazıt Üniversitesi Öğretim Üyesi.
[153] Nemi, 27/59.
[154] Bakara, 2/3.
[155] Haşr, 59/2.
[156] Mücadele,
58/11.
[157] Rûm, 30/56.
[158] Fâtır, 35/32.
[159] Cuma, 62/4.
[160] Rûm, 30/56.
8. Vakıa,
56/91. “Ey sağdaki, sana selam olsun!” şeklinde anlamlandıranlar da vardır.
Diyanet İşleri Başkanlığı ve Diyanet Vakfı mealleri böyledir. (ç.n.)
[161] Zümer, 39/33.
[162] Bakara,
2/285.
[163] Saffât,
37/164.
[164] Mümin,40/7.
« Prev Post
Next Post »
Yorumlar
Yorum Gönder