SEYYİD AHMED MUHTÂR BELHÎ
| |
HAYATI, ESERLERİ VE TASAVVUFÎ GÖRÜŞLERİ
Mustafa
OKURKAN
ÖNSÖZ
XI. yy.’da
yaşadığı Türkistan bölgesinin önemli sûfîlerinden kabul edilen, baba tarafından
Seyyid, anne tarafından Türk olan, bir süre de Özkend melikliği yapan Seyyid Burhâneddin
Kılıç’ın soyundan gelen, Afganistan’ın Belh şehrinden dört yüz kişilik bir
kafile ile yola çıkıp İstanbul’a ulaştıklarında, ehl-i beyt sevgisiyle tanınan
32. Osmanlı padişâhı Sultan Abdülazîz’in daveti ve teklifi üzerine İstanbul’da
bir konağa yerleşen ve ehl-i beyt’in faziletlerine dair Kütüb-ü Sitte ve
diğer kaynaklardan hazırladığı ve Sultan Abdülaziz’in teşvikiyle basılan “Yenâbiü’l-Mevedde”
isimli eseriyle tanınan, Feyzullâh Efendi’nin vefatıyla birlikte onun yerine
önemli bir fonksiyona sahip Murâd Buhârî Dergâhı’na postnişin olarak atanan
Seyyid Süleyman Belhî’nin torunu ve Hâcegân ile Mevlevî irfânını Melâmîlik
çatısı altında “hikmet” ekseninde bütünleştiren Seyyid Abdülkâdir Belhî’nin
oğlu Seyyid Muhtâr Efendi etraflıca incelendiğinde, o’nun kendine intikal eden
Nakşbendî, Mevlevî ve Melâmî irfânını temsil eden önemli bir ârif, âlim ve edîb
olduğunu görmekteyiz.
Hazırlamış
olduğumuz tez çalışmamızın birinci bölümünün birinci kısmında belgeler ve
bilgiler ışığında Seyyid Muhtâr Efendi’nin hayatını, yetiştiği ve yaşadığı
çevresini, eğitimi ve resmi görevlerini araştırdık.
Birinci
bölümün ikinci kısmında ise Seyyid Muhtâr Efendi’nin eserlerini inceledik. Bu
incelemede Seyyid Muhtâr’ın matbu olarak basılmış olan tek eseri “Hânedân-ı
Seyyidü’l- Beşer Eimme-i İsnâ Aşer” eserini, kendi el yazısı ile bir
deftere yazmış olduğu “Risâle-i Gavsiyye Tercüme ve Şerhi” nin orijinal
nüshasını, kendi el yazısı olan orijinal nüsha halindeki “Kasîde-i
Hamriyye-i Kâdirîyye Tercümesi” ni ve yine kendi yazısıyla kayıt altına
aldığı akıl ile ilgili bir makâlesini referans aldık.
İkinci bölümün
birinci kısmında, Murad Buhârî Dergâhı ve son postnişin Seyyid Muhtâr’a kadar
olan postnişinleri inceledik. İkinci kısmında, Seyyid Muhtâr Belhî ve
Nakşbendîlik, üçüncü kısımda ise Seyyid Muhtâr Belhî ve Melâmîlik başlığı
altında, Melâmiliğin kısa tarihini, Bayrâmî-Hamzavî-İdrisî silsilelerini,
Bayrâmî-Hamzavî-İdrisî rükünlerini ve Seyyid Ahmed Muhtâr’ın Melâmîliğe dair
yaklaşımlarını değerlendirdik.
Dördüncü
kısımda, Seyyid Muhtâr Efendi’nin varlığa ve mertebelerine dâir kabullerini
ontolojik olarak inceleyip, beşinci kısımda seyr ü sülûk’a ait kavramlar
çerçevesindeki anlayışını ele aldık, altıncı kısımda ise hâl, makâm ve
mertebelerle ilgili olarak eserlerinde dağınık bir şekilde bulunan görüşlerini
diğer mutasavvıfların yaklaşımları ile birlikte, tasnif edip yorumladık.
Tez çalışmamız
esnasında, T.C. Cumhurbaşkanlığı Devlet Arşivleri Başkanlığı belgeleri ve
Hamzavî-Melâmî kültürüne âşina olan ve Belhî âilesi ile de münasebetleri olan
kişilerden, Abdülkâdir Belhî’nin önde gelen bağlılarından Osman Kemâlî
Efendi’nin uzun yıllar sohbetlerinde bulunmuş olan Bahâ Doğramacı, Abdulkâdir
Belhî ile husûsî bir yakınlığı olduğu bilinen Üsküdarlı Eşref Efendi ile çok
yakın temasları olan Üstâd Niyâzi Sayın ve babası Ali Erkılıç ve âileden gelen
bilgilerin aktarılmasında, Seyyid Ahmed Muhtâr’ın torunu Cenan Erkılıç ile
farklı zamanlarda gerçekleştirmiş olduğumuz görüşmelerden alınan notlardan
azamî derecede istifade edilmiştir.
Seyyid Ahmed
Muhtâr, yaşadığı dönemin önemli sûfîlerinden kabul edilen ve bir süre de Özkend
melikliği yapan Seyyid Burhâneddin Kılıç’ın soyundan gelen, Belh’den Anadolu’ya
göç edip ve İstanbul’da Sultan Abdülaziz Han tarafından himâye edilen, Murâd
Buhârî Dergâhı’nda yeni bir çevre ve çehre ile ilmî ve tasavvufî faaliyetlerde
bulunan Nakşibendî-Mevlevî Seyyid Süleyman Kundûzî’nin torunu ve Nakşibendî-Mevlevî
irfânını Melâmîlik çatısı altında hikmet merkezli bir sûfî anlayışı ile
bütünleştirmiş olan Seyyid Abdülkâdir Belhî’nin oğludur.
Seyyid Ahmed
Muhtâr, rüştiyede okuyan bir talebe, geçimini memurluktan sağlayan bir âile
reisi, iyi derecede yabancı dil bilen batı ve doğu kültürüne âşina bir
entellektüel, yaptığı tercümelerle ilim dünyasına katkı sağlayan bir mütercim,
âyin-i şerifleri icrâ ve içerik olarak takip eden bir Mevlevî, İstanbul’un en
önemli mânevî müesseselerinden Murâd Buhârî Dergâhı’nın son Nakşbendî şeyhi
olan çok yönlü bir şahsiyettir.
Bu
araştırmamızda materyal olarak müellife ait el yazması nüshalar, yazma eser
kütüphanelerinde bulunan eserleri ve diğer müelliflerin eserlerinde geçen
ilgili konuları topladık. Elde edilen eserlerinin ve hayatı ile ilgili
bilgilerin incelenmesi sonucunda, aynı konularla ilgili diğer eserlerle de
karşılaştırarak yorumlar yaptık.
Anahtar
Kelimeler: Seyyid Ahmed Muhtâr Belhî, Seyyid Abdülkâdir Belhî, Seyyid
Süleyman el-Kundûzî, Seyyid Burhâneddin Kılıç, Melâmî, Hamzavî, Murâd Buhârî
Dergâhı, Hânedân-ı Seyyidü’l-Beşer, Risâle-i Gavsiyye, Kasîde-i Hamriyye.
viii |
This thesis in which the life, works and sufi
views of Sayyid Ahmad Mukhtar Balkhi, who was the last representative of
hamzavi-melamism and the last Naqshbandi postnishin of Murâd Bukhârî Dargah and lived in
the last years of Ottoman and in the early years of the Republic were studied,
reveals the final form of the melâmet school which has been filtered from history in Sufism
and transferred from Khorasan to Anatolian lands.
Sayyid Ahmad Mukhtar was grandson of Naqshbandî-Mawlavî Sayyid Sulaiman al-Qunduzi
who was a descendant of Sayyid Burhan al-Din Qilic, who was accepted as one of
the most important Sufis of his time and who had been the melik of Ozkend for a
while and emigrated from Balkh to Anatolia and was patronized by Soltan
Abdolaziz Khan in Istanbul and was engaged in scientific and mystical
activities with a new environment and face in Murad Bukhari Dervish Lodge and
son of Sayyid Abd al-Qadir Balkhi who integrated the Naqshbandi-Mawlavi wisdom
into a wisdom-centered Sufi understanding under the roof of Melâmism.
Sayyid Ahmad Mukhtar was a miscellaneous person who
was a student at the Ottoman Junior high school, a head of family living off
being a civil servant, an intellectual who is familiar with Western and Eastern
culture with fluent foreign languages, a translator who contributes to the
scientific world with his translations, a Mevlevi person who follows the ayin-i
sheriffs in execution and content, the last Naqshbandi sheikh of Murad Bukhari
Dargah which was one of the most important spiritual institutions of Istanbul.
In this research, as a material, manuscript copies of
the author, his works in manuscript libraries and related subjects mentioned in
the works of other authors were obtained. As a result of the analysis of the
obtained works and information about his life, comments were made by comparing
them with other works on the same subjects.
Keywords: Sayyid Ahmad Mukhtar Balkhi, Sayyid Abd al-Qadir Balkhi, Sayyid Sulaiman
al-Qunduzi, Sayyid Burhan al-Din Qilic, Melami, Hamzavi, Murâd
Bukhârî Dargah, Hanadan Sayyid al-Bashar, Risala
al-Ghausia, Qasida-yi Hamriyya.
Seyyid
Abdülkâdir Belhî, babası ve büyük bir kafile ile birlikte gördüğü bir rüya
üzerine Anadolu’ya göç etmiş, Konya, Bursa ikametlerinden sonra İstanbul’a
ulaşmışlardır. Devrin padişahı Sultan Abdülaziz Han, geldiklerini haber aldığı
bu Seyyidler âilesi’ni İstanbul’da bir konağa yerleştirmiştir. Meclis-i meşâyih
reisi ve Murad Buhârî Dergahı postnişini Feyzullah Efendi’nin (ö.1867) vefâtı
ile birlikte o sıralarda Hac ziyâretine niyetlenmiş olan Süleyman Belhî,
istemeyerek de olsa Murad Buhârî Dergâhı meşihatına tayin teklifini kabul etmiş
ve âile, dergâh’ın konak dairesine yerleşmiştir. Bu süre içerisinde Abdülkâdir
Belhî, daha önce Belh’de, sonra Konya’da ve sonra da Bursa’da gördüğü aynı rüya
üzerine tanımadığı ve yerini bilmediği, zamanın Hamzavî-Melâmî kutbu olarak
kabul edilen Seyyid Bekrü’r- Reşâd-ı Velî’yi arayıp bulmuş ve tam bir
teslimiyetle ona bağlanmıştır. Babası Süleyman Belhî’nin vefâtı ile birlikte
onun yerine Murâd Buhârî Dergâhı postnişînliğine tayin edilmiştir. Seyyid
Abdülkâdir Belhî’nin de vefâtı üzerine postnişînliğe, tezimizde hayâtı,
eserleri ve görüşlerini incelediğimiz büyük oğlu Seyyid Ahmed Muhtâr Efendi
geçmiştir.
Seyyid Muhtâr
Efendi, hem Murâd Buhârî Dergâhı’nın kendinden önceki son postnişîni hem de
Hamzavî-Melâmîliğinin son yüzyılda etkili mümessili, kutbiyetiyle de Melâmî
ricâlinin istinatgâhı olan Seyyid Abdülkâdir Belhî’nin tam bir hayrü’l- halefi
olmuştur.
Bayrâmî veya
Hamzavî-Melâmîliği, tarikattan ziyâde, bir tavır ve meşreb olan Melâmîliğin,
Emîr Sikkînî ile Hamza Bâli’den sonra kullanılmış olan ismidir. İlk dönemlerde
Melâmetî, orta dönemlerde Melâmî ve daha sonra da Bayrâmî- Hamzavî ismini almış
olanların mensup olduğu yola en son kullanımıyla Hamzavîlik denmiştir.
İslâm
tarihinin erken döneminde Selmân-ı Fârisî (ö.656) gibi bazı sahâbîler Melâmî
neşvenin ilk sâhibleri olarak anılmıştır. Daha sonraki dönemlerde Bâyezîd-i
Bistâmî (ö.848), Hamdûn-ı Kassâr (ö.884), Ahmed-i Gazâlî (ö.1126), Şems-i
Tebrîzî (ö.1247), Muhyiddîn ibn Arabî (ö.1240), Mevlanâ Celâleddîn-i Rûmî
(ö.1273) gibi büyük şahsiyetler de Melâmî ricâlinden sayılmışlardır. Özellikle
Muhyiddîn ibn Arabî, “Fütuhât-ı Mekkîyye” isimli eserinde Melâmîleri
uzun bahislerle anlatmış ve genel vasıflarından sözetmiştir. Sonraki
zamanlarda, kendileri de bu meşrebe dâhil olan Mesnevî şârihi Sarı Abdullah
Efendi (ö.1660), Lâlizâde Abdülbâkî (ö.1746), Müstakîmzâde Süleyman Sâdeddin
(ö.1788), Üsküdarlı Hâşim Baba (ö.1783) gibi müellifler Melâmîlikle ilgili
müstakil eserler telif etmişlerdir.
Horasan’da
yayılan ve Melâmîlerin, “Meslek-i Celîl-i Muhammedî” dediği bu meşreb ve
tavrın Anadolu’da tam manasıyla neşv ü nemâ bulması Somuncu Baba namıyla
bilinen Ebû Hamîd-i Velî (ö.1412) yoluyla olmuştur. Daha sonra onun halefi olan
Hacı Bayrâm-ı Velî (ö.1430) ve onun halîfelerinden Emîr Sikkînî (ö.1475) ile
sırren intişâr etmiştir. Hamzavî-Melâmî kutupluğunun intikali üzere bu ekolde
İsmail Maşûkî (ö.1529), Ahmed-i Sarbân (ö.1545), Hamza Bâlî (ö.1572), İdris-i
Muhtefî (ö.1615), Seyyid Bekrü’r-Reşâd (ö.1875) ve Seyyid Abdülkâdir Belhî
(ö.1923) gibi önemli şahsiyetler temâyüz etmiştir.
Hamzavî-Melâmîleri,
tekkeleri, belirli günlerde okunacak husûsî evrâd ve ezkârı, âyinleri ve
kendilerine mahsûs kıyâfetleri olmadığından tanınmaları da zor olan bir
zümredir. Ezelî bir istidat olduğu söylenen bu tavr-ı melâmet her ârifte halka
karşı farklı bir perdeyle perdelenme şeklinde tezâhür etmiştir. Bu perdelenme
durumu ise Allah’ın “rakîb” ismiyle bazı kullarını gözeterek halktan saklamasıdır.
Hamzavî-Melâmîlerin
kutup dedikleri ve bir tane olan mürşidin istidat sahiplerine nazarı
neticesinde tâlibler bu yola dâhil edilip “Beytullâh olan kalbinde Allah’tan
gayrısının bulunmaması ve mâsivânın gönle sokulmaması için gönül beklemesi”
tenbih edilir. Gönül bekleme esnasında mürşîde teslimiyet esastır. Çünkü
Hamzavîlikte sâliki kemâle doğru seyrettiren kuvvet, mürşîdin nazarı ve
sohbetidir.
Hamzavî-Melâmî
yolunda, Ehl-i Beyt-i Mustafâ’ya meveddet ve bu kararlı sevgi neticesinde,
Selmân-ı Fârisî’nin mânevî makamının sırrına eren kutbiyyet sâhibi mürşîdin
sohbet ve nazarından vahdet zevki tahsîl edilmektedir. Yollarının en önemli
esâslarından biri mahfîyyet ve ihlas olduğu için Hamzavî-Melâmîlerde zâhiren
farzlardan başka bir amel de görülmez.
Hamzavî-Melâmîliği’nde,
yolun başında kurb-ı nevâfil üzere olan sâlik, bekâya mazhariyetle kurb-ı
ferâiz mertebesine yükselmektedir. Hamzavî-Melâmîlik yolu esmâ yolu değil
müsemmâ yoludur. Seyr ü sülûkları tarîkat berzâhına (Yedi esmâ talimi) girmeden
nazar ve sohbet yoluyla Hakk’ın zâtına cezbolmaktır. Seyyid Abdülkâdir Belhî,
sâliki nazarla yetiştiren son melâmî kutbu olarak bilinmesiyle birlikte, bu
işrâkî ve hakkânî nazar’ın yerini, kendi zamanı ve sonrasında oğlu Seyyid
Muhtâr tarafından da belirgin bir şekilde ifade edilen “hikmet ve temkîn” usûlü
üzere “işrâkî ve hikemî akıl” almıştır.
Tez konumuzun
merkezinde yer alan Seyyid Ahmed Muhtâr Belhî, resmî tahsili dışında tasavvufî
eğitimini babasından almış, Melâmîliğe babası Abdülkâdir Belhî yoluyla
bağlanmış, yine Nakşbendîliğe, babasından hilafet alarak intisab etmiştir.
Seyyid Muhtâr’ın ilme olan kâbiliyetinin yanında, ayrıca âileden gelen bir şiir
kâbiliyeti de göze çarpmaktadır.
Seyyid Muhtâr
Efendi, vefâtına kadar Murâd Buhârî Dergâhı’nda yaşamış, temsil ettiği ekol
çerçevesinde sohbetlerini ve ilmi çalışmalarını da yine bu dergâhta
sürdürmüştür.
Araştırmanın
Konusu ve Kaynakların Değerlendirilmesi
Araştırmanın
konusu; Hazırladığımız tez çalışmasında Seyyid Ahmed Muhtâr Belhî’nin hayâtını,
eserlerini ve tasavvufî görüşlerini iki bölüm halinde inceledik. Hayâtı ve
eserlerinin incelenmesini kapsayan birinci bölümde, Seyyid Ahmed Muhtâr’ın
nesebi, doğumu, eğitimi, mesleği, sosyal meselelere bakışı, kültürel ve sanat
yönü, âile ve sufî çevresi, tesir halkası, vefâtı ve görüşlerini içeren
eserlerini inceledik.
Tasavvufî
görüşlerini kapsayan ikinci bölümde ise, Seyyid Ahmed Muhtâr’ın son postnişini
olduğu Murâd Buhârî Dergâhı’nın Belhî âilesi zamanındaki fonksiyonu, Seyyid
Ahmed Muhtâr’ın Nakşbendî, Mevlevî ve Melâmîlikle bağlantısı ve nisbet
silsileleri, Melâmîliğin kısa tarihçesi ve ilkeleri, Ahmed Muhtâr Efendi’nin
varlık ve seyr ü sülük anlayışı, tasavvufî hâl, makam ve mertebelere
yaklaşımlarını inceledik.
Kaynakların
değerlendirilmesi; Çalışmamızın bölümlerini oluşturan konuları incelememizde
öncelikle, Seyyid Ahmed Muhtâr’ın 1327’de Ahmed Sâki Bey Matbaasında matbû
harflerle basılan “Hânedân-ı Seyyidü’l-Beşer” kitabı, 1933’de
tercümelerini yaptığı “Risâle-i Gavsiyye Şerhi” ve “Kasîde-i Hamriyye”
eserlerinin kendi el yazısı ile kayıtlı olan yazma defterini, Selçuk Üniversitesi Abdülbâkî Gölpınarlı
Yazma Eserler Kütüphanesinde 142 numarasıyla kayıtlı “İlhâmât-ı Kâdirîyye”
adıyla Gölpınarlı tarafından müellif nüshasından ta’lik yazıyla istinsah edilen
“Risâle-i Gavsiyye Şerhi”, bu eserden 2010 yılında latinize
edilip notlandırarak tarafımızdan neşredilen “İlhâmât-ı Kâdirîyye”
kitabı, aynı eserin
Prof. Dr. Hasan Reşâd Sığındım tarafından bir mukaddime yazısı ile birlikte
Farsça ve İngilizce’ye çevirilip 1938’de Bombay Hicâziyye Matbaası’nda basılan
kitabı ve T.C. Cumhurbaşkanlığı Devlet Arşivleri Başkanlığı’ında bulunan Seyyid
Ahmed Muhtâr ile ilgili belgeler esas alınmıştır. Müellife ait eserlerin
dışında ise, Seyyid Ahmed Muhtâr’ın ailesinden rivayet edilen ve notlandırılan
bilgileri, Seyyid Abdülkâdir Belhî’nin eserlerini ve tezimizin kapsadığı
konularla ilgili tasavvûfî ve biyografik eserleri referans olarak kullandık.
Tez
çalışmamızda kullandığımız başlıca yöntemler ise; müellifin hayâtıyla ilgili
bölümde yazılı ve sözlü bilgileri birbirleriyle ilişkilendirip kronolojik bir
biyografi oluşturduk. Sözlü bilgilerin kaynağı olan kişileri dipnotda
belirttik. Seyyid Ahmed Muhtâr’ın tasavvufî görüşlerini incelediğimiz bölümde,
konu başlıkları ile ilgili kavramların sözlük anlamlarını verdikten sonra
müellifin eserleri içerisinde bağlantılı olan cümleleri konunun merkezine alıp
faydalandığımız diğer eserlerdeki ilgili görüşlerle birlikte yorumladık.
Yorumlarımızın kaynaklarını dipnotlarla belirtik, gerekli yerlerde dipnotlar
içerisinde açıklamalar yaptık.
BİRİNCİ BÖLÜM
SEYYİD AHMED MUHTÂR BELHÎ’NİN HAYÂTI VE
ESERLERİ
1.1.
Nesebi
ve Siyâdet Şeceresi
Baba tarafından
neseben Hüseynî olan Seyyid Ahmed Muhtâr’ın
siyâdet şeceresi, İmâm Muhammed Tâkî el-Cevad’ın (ö.815)
neslinin devam ettiği iki oğlundan biri olan Seyyid Mûsâ el-Mubarka’ya (ö.908) bağlanmaktadır.
İmâm Tâkî’nin neslinin devam ettiği diğer oğlu ise,
Seyyid Mûsâ el-Mubarka’nın ağabeyi İmâm Alî en-Nâkî’dir (ö.868).
Seyyid Mûsâ, Medine’de yaşamış ve
orada vefât etmiştir. Seyyid Ahmed ve Seyyid Muhammed
isimlerinde iki oğlundan[4] Seyyid Ahmed’in nesli de, torunu Seyyid Kemâleddin’in Özkend’e
gidişine kadar[5] Medine’de ikâmet etmiştir.
Hz.
Peygamber’den itibaren kayıt altına alınmış olan
ve Seyyid Abdülkâdir Belhî tarafından Yenâbiü’l-Hikem adlı eserinde[6] tamamı
bulunan şecerenin Seyyid Kemâleddîn’den sonraki kısmı şöyledir;
Seyyid
Burhâneddin Kılıç (k.s) (ö.1096)
Seyyid Cemâleddin (k.s) (ö.?)
Seyyid Nasîreddin (k.s) (ö.?)
Seyyid Gulâmeddin (k.s) (ö.?)
Seyyid Tursun Bâki (k.s) (ö.?)
Seyyid Muhammed-i Ma’ruf (k.s) (ö.?)
Seyyid
İbrâhim (k.s) (ö.?)
Seyyid
Baba (k.s) (ö.?)
Seyyid
İbrâhim Hâce Kelân (k.s) (ö.?)
Seyyid
Süleyman’l-Belhî el-Kundûzî (k.s) (ö.1877)
Seyyid
Abdülkâdir Belhî (k.s) (ö.1923)
1.1.1.
Seyyid
Burhâneddin Kılıç
Miladi XI.
Yüzyılın başlarında doğan, baba tarafından Hz. Peygamber’in, annesinin babası
yoluyla Satuk Buğrâ Hân soyundan gelen Seyyid Burhâneddin Kılıç, Medine’den
Özkend’e göçen Seyyid Kemâleddin’in oğludur.
Abdülkâdir
Belhî’nin Yenâbiü’l-Hikem’de anlattığına göre; Seyyid Kemâleddin, mânevi
bir cezbe ve işâretle memleketi Medîne’den Özkend şehrine gelmiş, geliş
haberini alan Özkend meliki İylek/İlig Mazî (ö.1012)[7], bir aracı
vasıtasıyla Seyyid’i huzuruna çağırtmıştır. Seyyid ise, “Bizim melik ile bir
işimiz yoktur, biz dervişiz, kendileri ise meliktir” cevabını vermiş. Bunun
üzerine İylek[8],
aracı olarak gönderdiği adamına,“eğer müsaade ederlerse biz onun ziyaretine
gidelim şeklinde söyle” diye talimat vermiştir. Bu teklif karşısında Seyyid
Kemâleddin “şimdi bizim gitmemiz gerekti” diyerek Melik’i ziyarete
gitmiştir. Mânevî şahsiyeti ve faziletinden etkilendiği Seyyid Kemâleddin’e
kızını vermeyi teklif etmesi üzerine, “biz buraya dünya işi için gelmedik”
diye cevap alan Melik’in; “sizin buraya gelmeniz de ve bu işte ilâhî bir
taraf var, zuhûrata tâbi olunuz” sözüyle karşılık vermesinin ardından
Seyyid razı olmuş ve Melik’in kızıyla nikahlanmıştır. Bu evlilikten Seyyid
Burhâneddin Kılıç dünyaya gelmiş, Seyyid Kemâleddin bir süre
sonra eşi ve
küçük yaştaki oğlu ile Medine’ye geri dönmüş ve XI. Yüzyılın başında Medine’de
vefat etmiştir.[9]
Özkend’de
doğan Seyyid Burhâneddin’in hayatı ile ilgili olarak, Abdülkâdir Belhî’nin Yenâbiü’l-Hikem’deki
anlatımlarına göre, Seyyid Burhâneddin Kılıç, küçük yaşta iken babası Seyyid
Kemâleddin ve annesi ile birlikte Medine-i Münevvere’ye gitmişlerdir. Seyyid
Kemâleddin’in vefatından sonra ise Melik İylek, kızı ve torunu Burhâneddin
Kılıç’ı Özkend’e getirtmiştir. İylek’in vefatıyla birlikte oğlu olmadığı için
ergenlik çağına gelmiş olan torunu Burhâneddin Kılıç tahta geçirilmiş ve bir
süre meliklik yapmıştır. Fakat nakledildiğine göre, kendine gelen kuvvetli bir
cezbe sonucunda Seyyid Burhâneddin, saltanatı kendi isteğiyle bırakmıştır.[10]
Hâcegî Ahmed
Kâsânî (ö.1542)[11],
Risâle-i Bâbûriyyesi’nin arkasında bulunan derleme bir Risâle’de,
Seyyid Burhâneddin’i “Şeyhü’l-meşâyih” ünvanı ile andıktan sonra, kendi
babasının, “Bizim evlâdımızın Şeyh Burhâneddin Kılıç Hazretleri’ne intisâbı
vardır ve onun evlâdına “Kılıçlıg Ata” derler. Bu şeyh, bir kuru ağaca baksa
yeşertirdi, çok celalli idi” sözlerini nakletmektedir.[12] Abdülkâdir Belhî
de, Seyyid Burhâneddin’in, saltanatı terk ettikten sonra yüksek bir mânevî
cezbe haline büründüğünü yazmaktadır. [13]
Seyyid
Burhâneddin Kılıç, tasavvuf tarihinin önemli sufilerinden Ebu’l- Kâsım Gürkânî
(ö.1080) ile görüşmüş ve Hâce Yûsuf-i Hemedânî’nin (ö.535/1140)[14] sohbetlerinde
bulunmuştur.[15]
Cemâleddin
Karşî’nin (ö.1303) bahsettiği,12 [16] Seyyid Burhâneddîn ile, İsmail Ata’ya
verdiği hilâfetten[17] Yesevîyye
şeyhi olduğunu anladığımız Şeyh Muslihiddîn Hucendî arasındaki intisab
ve irtibat meselesi ise, Seyyid Burhâneddîn Kılıç ile değil,
oğlu Seyyid Mir Divâne’den olan
ve aynı zamanda Seyyid Ahmed Kâsânî’nin babası
Celâleddin Kâsânî’nin soyundan geldiği, Seyyid
Burhâneddin Kılıç’la aynı adı taşıyan torunu Seyyid Burhâneddin
Hâce’dir (ö.1230).
Hîve, Buhârâ ve Taşkent Özbek han ve sultanları ile
Nogay mirzaları ve âyanının Ahmed Yesevî ve Seyyid Burhâneddîn Kılıç nesline göstermiş
oldukları bağlılık ise, Seyyid Burhâneddîn’in kendisinden
sonra bölgede bıraktığı mânevî tesirini bilmemiz açısından
önemlidir. [18]
Şiirlerinde, Ahmed Yesevî’ye karşı olan büyük saygısını yeri geldikçe belirten Özbek Sultanı ve şair
Şiban Han (ö.1510), bir gazelinde Türk şeyhlerinden
Hüsâmeddîn Sığnakî ve Seyyid Burhâneddîn Kılıç ve
Ahmed Yesevî’yi; “Kaysı genc bolgay anıng tig evliyâlar andadur / Biri Sıgnak biri Kılıç biri Türkistan sarı” beytinde övgüyle anmaktadır. [19]
Abdülkâdir
Belhî, Seyyid Burhâneddin’e “Kılıç” künyesinin
neden verildiğini ise rivâyet üzere;
“Bir gün, kibar bir şeyh kendilerini ziyarete gelerek karşılarında
oturmuştu. Şeyhin gönlüne,“Bu Seyyid kimden incinirse onu yokluğa
gönderiyor, kendilerinin yüceliğine bu layık olmadı. Onların yüceliğine suç
bağışlamak yaraşır” şeklinde bir düşünce geldi. Böyle düşünürken ansızın
uykusu geldi ve o esnada gözünün önünde, tavanda muallakta sabit duran iki
tarafı keskin yalın bir kılıç belirdi. Gördü ki, kılıcın etrafında sinekler
uçuşmakta. Bazısı bir o yana bir bu yana uçmakla beraber sağlam kalmakta,
bazısı ise uçarak kılıca çarpıp ikiye ayrılarak yere düşmekte. Şeyh aniden
uykusundan uyandığında Seyyid’in gözü onu seyretmekte idi. Seyyid, “Bu kabahat
sineğin, kılıcın keskin yanına vurmak hatadır. Kılıç yerinde duruştadır. Sinek
ise kendisi onunüstüne gitmiştir. Yoksa götürülüp kesilmiş değil. Sinek eceli
yakın olduğundan kılıcın keskin tarafına çarptı ve iki parça oldu. Bil ki, biz
Hüdâvend’in kılıcıyız”[20] şeklinde anlatmaktadır.
Bu
anlatımlardan ve diğer bilgilerden, “Kılıç” künyesinin Seyyid
Burhâneddîn’in
kısa saltanatı sonrasındaki mânevî siyâdet döneminde kullanıldığı da
anlaşılmaktadır.
Burhâneddin
Kılıç’ın, Seyyid Cemâleddin ve Seyyid Mîr Dîvâne olmak üzere iki oğlundan devam eden nesli, Seyyid Mîr
Dîvâne yoluyla Buhârâ’da, Seyyid Cemâleddin yoluyla’da Kundûz’da hayat sürmüştür.[21]
Seyyid Burhâneddin Kılıç, h.490/m.1096’da Özgen’de vefat etmiş,
kabrinin farklı yerlerde olduğuyla ilgili fikirler olmasına
karşın genel
olarak kabul edilen görüşe göre naâşı, Kırgızistan sınırları içindeki Özgen’e defnedilmiştir.[22]
1.1.2.
Seyyid
Süleyman Kundûzî
Seyyid
Süleyman Kundûzî, 1805 yılında Afganistan’ın Kundûz şehrine bağlı
Hankâh kasabası Çal köyünde doğmuştur. Seyyid
İbrahim Hâce Kelân’ın (ö.?) en küçük oğlu olan Seyyid Süleyman’ın, Seyyid Pâdşâ Hâce (ö.?) ve Seyyid Muhammed Mirzâ (ö.?) isminde iki ağabeyi
vardır.[23] İlk eğitimini Buhara’da tamamlayan ders hocalarından icâzet alan
Seyyid Süleyman, 1843 senesinde Hindistan’a gitmiş, üç yıl Delhî’de
kalmış ve Nakşibendî-Müceddidî tariki
üzere seyr ü sülûk’unu tamamlayıp ağabeyi Seyyid Muhammed Mirzâ’dan
icâzet almıştır. Kunduz’a döndükten sonra, bir câmi, bir hankâh ve bir medrese
yaptırmıştır.[24]
Süleyman
Belhî, Mekke’ye yerleşmek niyetiyle, 1853 yılında ailesi ile birlikte büyük bir
kafile eşliğinde Afganistan’dan ayrılmıştır.[25] Bu
süreçte, irşâd görevini devam ettirmesi için halifesi Muhammed Salâh’ı (ö.?) ve
tedrisatı devam ettirmesi için de Molla İvaz’ı (ö.?) kendi yerine bırakmıştır.[26] Fakat
yolculuğun yönü, bazı şartlardan dolayı Anadolu’ya çevrilmek zorunda kalmıştır.
Süleyman Belhî’nin oğlu Seyyid Burhâneddîn Efendi, bu göçün nedenini manzûm
olarak şöyle dile getirmiştir:
Hicret-i vekâyi’in hep tasviri gayr-ı kâbil / Ateşli mâcerânın nakli değil
mi müşkîl
Peder demişdi terk-i vatan etmedim sebebsiz / Merdâne ihtiyâr-ı mihen
etmedim sebebsiz
Ceddim Hüseyni gördüm habımda bir gece ben / Mâh-ı çehârdehum veş vech-i
şerîf-i rûşen
Ol şeh suvâr olmuş bir esb-i rahvâne / Maşrıkdan oldu semt-i mağribe
hoşrevâne
Bakdım o şâh-ı dinin dü hadim rikâbı / Felek esirin olmuş mâh ile âfitâbı
Şâhane bir nazar da bana eyledi ihâle / Feyziyle anın erdim ser-menzil-i
kemâle
Eserimce gel mealli etdi bana işaret / Var idi işâretinde binler kadr
beşâret
Emrine imtisâlen oldum o şâha pertev / Ayrılmadım o günden bir lahzâ
misl-i pürtû
Vakt-i seher uyandım ferhât ile menamdan / Terk- i diyâr etdim geçtim
nişân u nâmdan
Azâde-ser o gün ben şeh-râh-ı aşk’a düşdüm / Deşt-i mehûf-i gamda bin şevk
ile koşdum
Oldu o yolda bana rehber Hüseyn-i Ma’lum / Hemreh revân sirîşkim nâsır
çehârde mâsum
Çok ay yıl cihânı tahkik de dolaşdım / Leyl u nehâr mülk-i tetkîk de
dolaşdım
Azâde-ser tarîk-i cânâne sâlik oldum / Medfûn olan künûz-ı esrâra mâlik
oldum
Feryâdıma dema-dem lutf-i Hudâ yetişdi / İmdadıma hemîşe Âl-i abâ yetişdi [27]
İran'a ve daha
sonra da Irak yolunu takip ederek Anadolu'ya geçip dört senelik bir seyahatten
sonra 1857'de Konya'ya gelmiştir. Konya'da iken,
Muhyiddîn ibn
Arabî 'nin bazı eserlerini ve özellikle Sadreddîn Konevî Türbesi
Kütüphanesi’nde bulunan Fütühât-ı Mekkiyyesi’ni istinsah etmiştir.
Konya'da üç sene altı ay kalıp, 1861'de Bursa'ya, daha sonra da Sultan
Abdülaziz'in daveti üzerine İstanbul'a gelmişlerdir. Aylık kirası padişah
tarafından verilmek üzere bir konakta misafir olarak kalıp, bir yıl kadar da
Üsküdar’da oturmuşlardır. [28]
1867'de Eyüp
Nişanca'sındaki Şeyh Murâd Dergâhı postnişîni Feyzullah Efendi'nin vefâtıyla
postnişînliğe Süleyman Belhî tayin edilmiştir. On yıl bu vazifede bulunduktan
sonra 1877'de vefât etmiş ve yerine oğlu Seyyid Abdülkâdir Belhî geçmiştir.[29]
Seyyid Süleyman Belhî’nin, “Ecma‘u’l-fevâ’id”, “Maşrıku’l-ekvân”
ve “Yenâbi‘u’l-mevedde” isimlerinde üç eseri bulunmaktadır. Arapça olan
bu kitaplardan sadece son eseri “Yenâbiü’l-mevedde” 1883 senesinde Ahter
Matbaasında basılmış, yazma olan diğer eserlerinin nüshaları kütüphanelere
intikal etmiştir.[30]
1.1.3.
Seyyid Abdülkâdir Belhî
Abdülkâdir
Belhî, h.1255/m.1839’da Afganistan’ın Belh’e bağlı Kunduz şehri Hankâh'ında
doğmuştur. Babası Seyyid Süleyman Belhî'dir. Eserlerinde kendisini
"es-Seyyid Abdülkâdir ibn es-Seyyid Süleyman el-Hüseynî el-Belhî el-
Kundûzî el-Hankâhî ibn es-Seyyid İbrahim ibn es-Seyyid Baba ibn es-Seyyid
İbrâhîm ibn es-Seyyid Ma'ruf ibn es-Seyyid Tursun el-Bâkî ibn es-Seyyid
Gulâmeddîn ibn es- Seyyid Nâsıreddin ibn es-Seyyid Cemâleddin ve hüve ibn
Kudvetü'l-ârifîn es-Seyyid Burhâneddin Kılıç ve hüve ibn es-Seyyid Kemâleddin
kaddesa'llâhu esrârehum" diye takdim etmektedir.[31] Ebû
Hamîd-i Velî neslinden Mustafa Müslim Penâhî (Ö.1941)[32], onun doğumuyla
bağlantılı olarak, Belhî’nin Sırr-ı Alî’ye mazhar
olduğuna
işâretle, doğum tarihinin ebced değeri karşılığının “Mazhar-ı Ali” olduğunu
yazmıştır.[33] Hüseyin
Vassâf Efendi (ö.1929), Seyyid Abdülkâdir Belhî’yi, orta boylu, buğday renkli,
beyaz ve sıkça sakallı, siyah gözlü, hafif ve güzel sözlü olarak tavsif etmekte
ve tahsilinin babası Seyyid Süleyman Belhî’den olduğunu söylemektedir.[34]
Babası Seyyid
Süleyman’dan Nakşibendî hilâfeti almış ve mânevi bir davet üzerine[35], o zamanın büyük
ricâlinden kabul edilen Seyyid Bekrü’r-Reşad Efendiye intisab etmiş ve Reşad
Efendi’nin vefatından sonra Hamzavî-Melâmî kutbu olarak tanınmıştır. Hüseyin
Vassâf, O’nun Melâmî kutbu İdris-i Muhtefî’den de üveysî yolla feyiz aldığını
söylemektedir.[36]
[37]
Seyyid
Abdülkâdir Belhî, geniş ve derin irfânıyla özellikle Mevlevîler üzerinde etkili
olmuş ve Mevlevîlerin bir kısmı tarafından kutub bilinen Ferrûh Çelebi,
Bahâriye Mevlevîhanesi Şeyhi Hüseyin Fahreddîn Dede ve diğer bazı Mevlevîler
müntesibi olmuşlardır. Bektâşîlerden de İbrâhim Mihrabî Baba, Münir Baba, Nâfi
Baba da Seyyid Abdülkâdir Belhî’ye intisab edenlerdendir.34Ayrıca,
Nakşibendiye’den Mustafa Câmî Efendi, Hamidüddîn Aksarâyî’nin neslinden ve
Halvetiyye’den Seyyid Müslim Penâhî, Kâdiriyye’den Yeşilzâde Sâlih Efendi,
Bedeviyye’den Eyüp Selâmî Efendi Tekkesi şeyhi Çiçekçi Muhsin Efendi ve
Uşşakîyye’den Mehmed Hazmî Efendi’de muhibleri arasında sayabileceğimiz önemli
şahsiyetlerdir.[38]
Son zamanların
Mevlevî büyüklerinden, Midhat Bahârî, mürşidleri Hüseyin
Fahreddîn
Dede'nin emriyle Seyyid Abdülkâdir Beİhî’yi ziyarete gitmiş, huzurunda bir saat
kadar kalmıştır. Bahârî, bu müddet zarfında Abdülkâdir Beİhî’nin pek az
konuştuğunu, fakat buna mukabil kalbine bakarak vahdet neş'esiyle sermest
ettiğini bir sohbetlerinde şöyle anlatmaktadır;
“Saliki czc la. terbiye etmek e ora. ١?akıdet neş'esirü ilb;cı etmek
kr
dı-eti re sahip İstanbul'da yalnız Seyyid Abdülkâdir Belhi hazretleri ١?aı-dı. B؛؛n bu zâtı, ııiirşidirıirı vasıtasiyle tamdım. Ve Ol emriyle ziyarete
gittim.
Huzurunda
biir saat k;a.da.r kaldım. Bu kısa mkıddet it؛؛itrıde
meratib-i sülük de
hid-i?t
reş'esini gönlüme ilka ederek;, te١؛؛ahıd?١
oırıuırıda varılan؛؛ UTL^ın sereler
e al,
tehd-i sıa ve tevhid-i zct’ır hakikatini en s veâ/ak’da İlwi€؛n
vezekn bıarıa tattırdı. Huzurlarındantehidi ilakiki neş’esiyle mest olarak
aynldım” [39]
Seyyid
Abdülkâdir ile görüşenler, onun gayet mütevâzi, çok halîm, son derecede
şefkatli, çok tatlı sohbetli ve etkileyici, hikmet sahibi hakîm bir insan
olduğunu belirtmişlerdir.
1341 hicri
senesi Receb ayının yirmi yedinci gecesi 15 Mart I923’te vefa etmiş ve Murâd
Buhârî Dergahı avlusuna babasının yanına defnedilmiştir.[40] Müslim Penâhî,
tıpkı doğum tarihi için yazdığı ebced karşılığını vefat tarihi için de,
bağışlanmış anlamında “ğufrânî” ye denk geldiğini söylemiştir.[41] [42] Baha
Doğramacı (Ö.20 1 5) 39, Seyyid Abdülkadir’in vefat gününü şöyle
anlatmaktadır;
“Abdülkâdirü’l Belhî, 1341/1922 senesi Recep ayının 27'nci gününe tesadüf
eden Regâib Gecesi Kemâlî Efendi’yi yanına çağırtarak elini tutmuş, evvelâ
kendi tab'-ı şairaneleri olan; «im rûz Bahâr âmed eyyam-ı visâl âmed» / «İm
şeb ki şeb-i kadrest eyyam-ı visâl âmed» matla'ı ile başlayan gazelini
okuduktan sonra, Kemâlî Efendi'ye hitâben, Sûre-yi Tâhâ’yı okumasını emretmiş,
o da okumaya başlayıp “lehü 'l-esmaü 'l-hüsnâ”âyetine geldiği esnada,
Hazret-i Belhî'nin rûh-i münevvirleri Âlem-i Cemâl'e intikal etmiş ve ertesi
günü na'ş-ı mübarekleri tekkenin haziresi'ne sırlanmıştır.”[43]
Seyyid Muhtâr
Efendi, babası Seyyid Abdülkâdir Belhî’nin cenaze namazını kılınması esnasında
imâmete Cerrâhî şeyhi Fahreddin Efendi’yi (ö.1966) geçirmesi, Fahreddin
Efendi’nin gördüğü bir rüyanın pratikteki tabiri gibi olmuştur. Abdülkâdir
Belhî’nin cenaze namazını kıldıran Fahreddin Efendi’nin daha önce gördüğü
rüyanın cenaze namazı ile bağlantısı şöyledir;
“Fahreddîn Efendi, genç bir şeyh iken rüyasında Abdülkâdir Belhî’nin vefât
ettiğini görmüş ve bunun üzerine rüyasında ona şöyle bir beyt tekrar
ettirilmiştir;
“Sahîhü'n-neseb, Hüseynîyyü'l meşreb / Saff-ı ehlullâha dâhil bir
mürşid-i kâmil bilirim”
Sabah olduğunda Abdulkâdir Belhî’nin vefât haberi ulaşmış kendisine.
Cenâzeye gidince Osmân Kemâli Efendi, namazı kıldırmak için öne geçmek istemiş
fakat Abdülkâdir Belhî’nin oğlu Seyyid Muhtâr Efendi onu geri çekmiş, orada en
genç şeyh olmasına rağmen Fahreddin Efendi’yi aynen rüyasındaki gibi öne
geçirmiştir. Namaz bittiğinde musalla başında, Fahreddin Efendi bu beyti okumuş
ve “Bir mürşid-i kâmil bilirim ” kısmından sonra “siz nasıl
bilirsiniz merhumu” diye sormuştur.”[44]
Abdülbâkî
Gölpınarlı, Seyyid Abdülkâdir’e dair hazırladığı biyografide o’nun edebî yönünü
anlatırken; “Şiirlerinin umumiyetle tasavvuf hekîmâne ve didak;tik
mahiity?e1;1؛;e oldgw, onlun da d^iğ;e؛r ٠ şairleri gibi şiiri an(;ak bir vasıta
olarak kullandığını, l»e؛d^iî
istiarelere ehemmiyet vermediğini, hatta bazen k yeye bile aldırış e؛twte؛d^iğ;^irı^i,
böyle olmakla beraber ilmilin kuvveti ve benimsediği
i^nitn؛؛؛،dolayısıyla
sözlerinin m etteh, mıantığmın ki ama itfad لآأ^لآ؛؟ألأ٠ا meslekdeki
efcitına kaidar tam kırk cOohz yıl mensuplan?٩١ lits olduğunu, hicri 129 den؛e؛؟e?١’ Cide؛؟
cımanın en؛on z؛ıp olmayanlar tcc indan bile kutup tamnan bu zata s^؛؟n؛ve hatta me
elim ve
kudretli sûjîsi demektezerrekadar tereddüdedilemez’demekttedir ,42
Seyyid
Abdülkâdir Beİhî’nin, Hanife, Fatıma adlarında iki hanımı vardır. Fatıma
Hanım’dan Seyyide Sâliha isminde bir kızı olmuştur. Hanife Hanım’dan ise üç
oğlu ve iki kızı dünyaya gelmiştir. Çocukları, Seyyid Muhtar ( 1873-1933 ),
Seyyid Mehmed Habibullah ( 1890-1970 ), Seyyid Alî Seyfullah ( 1892-1936 ),
Seyyide Mümine Zehra ( ö,1996), Seyyide Hatice Feyziyye ( ö,1977 ) dir,
Soyu, Seyyid
Ahmed Muhtar, Seyyid Mehmed Habîbullah, Seyyid Alî Seyfullah, Seyyide Mümine
Zehra, ve Seyyide Hatice Feyziyye ile devam etmiştir.43
Seyyid
Abdülkâdir Belhî’nin Eserleri;
Şems-i
Rahşan: Farsça ve mesnevî tarzındadır, 7777 beyittir,
Yenâbîu
’--Hikem: Farsça ve mesnevî tarzındadır. 12071 beyittir,
Künûzu
’--Arifin: Farsça ve mesnevî tarzındadır. 5453 beyittir.
Gülşen-i
Esrâr: Farsça ve mesnevî tarzındadır. 6876 beyittir.
Sunûhât-ı
ilahiyye: Farsça ve mesnevî tarzındadır. 2260 beyittir.
Esrâr-ı
Tevhîd: Farsça ve mesnevî tarzındadır. 232 beyittir.
Dîvân-ı
Belhî: Farsça, Türkçe, Çağatayca ve mülemma tarzı gazellerden oluşan bir
Dîvân’dır, Gazellerinde "Kadir-i hikmet, Kadir-i Belhî, "
mahlaslarını kullanmıştır.44
42
Gölpınarlı, Seyyid
Abdülkâdir-i Belhî’nin Hal Tercümesi s, 3,
43
Seyyid Burhaneddîn
Belhî, Defter-i Kuyûdât, Revak Kitabevi, İstanbul, 2017, s.34.
Seyyid Ahmed
Muhtâr, h.1290/m.1873 yılında İstanbul’da dünyaya gelmiştir.[45] Babası,
Seyyid Abdülkâdir Belhî, annesi Hanife Hanımdır. Adı Ahmed Muhtâr’dır. İsminin
önündeki “Seyyid” ifadesi evlâd-ı resûl olmasından dolayı babası, dedesi ve
diğer aile efradı gibi kendisi içinde kullanılmıştır. Bazı kaynaklarda, “Seyyid
Muhtâr el-Hüseyni” ve babası Abdülkâdir Efendi’ye nisbeten “Belhîzâde” künyesi
de kullanılmıştır. Seyyid Muhtâr, dedesi, babası ve amcaları için memleket
nisbeti açısından kullanılan “Belhî” künyesini, İstanbul doğumlu olduğu için
kullanmamıştır. Fakat kendisinden sonra bazı sevenleri tarafından, bu künyenin,
Seyyid Süleyman ve Seyyid Abdülkâdir’le özdeşleşmiş olması ve ondan sonra
halefi olarak Seyyid Muhtâr içinde kullanılmıştır. Seyyid Muhtâr, “ Hânedân-ı
Seyyidü’l-Beşer” kitabı’nda ise ismini “İbnü’l-Hüseynî Ahmed Muhtâr” olarak
kullanmıştır.[46]
Seyyid Muhtâr Efendi, kendisi ve ailesi için, soyadı kanunu
öncesinde, “Ali’den başka er, zülfikardan başka kılıç yoktur”[47] hadisinden
ve neslinden geldiği Seyyid Burhâneddîn’in künyesinin “Kılıç” olmasından
ilhâmen “Erkılıç(oğlu)” nisbesini benimsemiş ve aile çevresine de bunu telkin
etmiştir. Soyadı kanunu çıktığında ise aile bu “Erkılıçoğlu” nisbesini soyadı
olarak kullanmak istemişler, fakat ibârenin uzunluğu nedeniyle “Erkılıç”
soyadını almışlar ve aileye mensup diğer kişilere de mektup yoluyla konuyu
bildirmişlerdir. Belhî ailesine mensup olanların tamamı bugüne kadar Erkılıç
soyadını kullanmışlardır.[48]
Arapça,
Farsça, Çağatayca, Osmânlıca bilen ve Şark Edebiyat’ına da çok iyi vakıf olan
Seyyid Muhtâr Efendi, bu ilimleri babası Abdülkâdir Belhî’den tahsil etmiştir.[49]Ayrıca Sıbyan
mektebinde Kur’an talimi, tecvid, ilmihal, hat gibi
mukaddimân-ı
ulûm eğitimi almış, Dârü’l Feyz-i Hamîdi Mekteb-i Rüşdiyesi’nde de sarf, nahiv
ve Gülistân okumuştur.[50]
Cemâleddin Server Revnakoğlu “Garb kültürü ile de ünsiyet etmiş olduğundan
Fransızca’ya vakıftı”[51] demektedir.
Bir hocadan özel olarak Fransızca dersler alıp, ileri derecede bu dile de hâkim
olmuştur. Hatta Fransızcası’nın çok iyi derecede olduğuna bir gösterge de,
Hâriciyye Nezâreti Tercüme Kalemi’nde tercüme heyeti içinde görev alması ve bir
müddet bu büroda çalışmış olmasıdır.[52]
Akla ve bilime
çok önem veren Seyyid Muhtâr Efendi, Dârü’l Feyz-i Hamîdi Mekteb-i
Rüşdiyesi’nde fenn-i hesâb, coğrafyâ ve hendese okumuştur.[53]
Seyyid Muhtâr
Efendi, 1893 yılında 21 yaşında iken Telgraf ve Posta Nezâreti Âliyesi Mektubu
Kalemine stajyer memur olarak girip iki sene çalışmış, 12 Şubat 1896’da 60
kuruş maaşla vazifeye başlamış, bir sene sonra maaşı 250 kuruşa çıkarılıp
vazifesine devamı tasdik olmuştur. 1913 senesine kadar bu memuriyetine devam etmiştir.[54]
Ayrıca, Hâriciyye Nezâreti Tercüme Kalemi’nde Fransızca tercüme hey’eti
bürosunda da bir süre görev yapmıştır.[55]
Seyyid
Muhtâr’ın kendi ifadelerine göre; “1913 senesi Mayıs ayının 28. günü Eyüp
Sultan Polis merkezine celb edilir. Oradan da bir memur refakatinde gece vakti
İstanbul Polis Müdüriyetine sevk edilir. Ertesi gece İstanbul muhafızlığına
tıkılır. Bir iki parça tarla almak niyetiyle kesesinde taşıdığı parası genç bir
zabit tarafından alınır ve hakaret ederek bayılıncaya kadar dövülür. Darp
sebebiyle iki dişi kırılır. Bu hâdiseden altı gün sonra 5 Haziran 1913’de Bahr-
i Cedîd vapuruyla Sinop’a sürülür. Üç sene Sinop’da sürgün hayatı yaşadıktan
sonra yetmiş beş lira masrafla 12 Temmuz 1332 de İstanbul’a döner. Seyyid
Muhtâr Efendi, kanunî hiçbir sebeb olmadığı halde İstanbul’dan alınıp tekrar
döndüğü zaman arasında geçen 1142 gün zarfında hiçbir cevab verilmediği hatta
isminin bile sorulmadığından niçin tevkîf ve teb’îd edildiğini bilemediğini”
söylemiştir.[56]
Bu süreçte
Abdülkâdir Belhî’de oğlunu ziyaret etmek için Sinop’a gitmiştir. Sinop
cezaevinde Seyyid Muhtâr Efendi ile beraber kalan Bekir adlı bir kişinin
naklettiğine göre; “Seyyid Muhtâr’ın babası Seyyid Abdülkâdir Belhî, oğlunu
ziyarete gitmiş. O kişi de Abdulkâdir Belhî ile bu ziyareti esnasında
görüşmüştür”.[57]
Bu celb
zamanında Bekir Ağa bölüğünde Seyyid Muhtâr’ın koğuşta geçen bir diyaloğu, onun
şatahata meyilli sözler karşısında sergilemiş olduğu tavrı göstermesi açısından
önemlidir. Bu diyaloğu Gölpınarlı şöyle nakletmektedir:
“Bizi, birbirimizden fâsılalı ve arka arkaya olarak sıralara
oturtmuşlardı. Konuşmamız yasak olduğu gibi dışarıya çıkmak icabederse de
Jandarmayla gidebiliyorduk. Sıralar arasında jandarmalar gezip dururken o zat,
arada bir cezbeye gelmiş gibi “En’Allah-Ben Allah’ım” diyordu. Birkaç
kere bu sözü tekrarlayınca dayanamadım, jandarma biraz uzaklaşınca yavaş bir
sesle, “efendim dedim, emretseniz de dışarı giderken yalnız gitsek, jandarma
bizi götürmese, gözlemese”. Bu sözüme karşı erenler, “beni dinlerler mi
ki” dedi, Fakîr de, “deminden beri “En(e)Allah” diyorsunuz ya”
dedim”
Seyyid Muhtâr’a sormuştum; “O ne cevap verdi
efendim?” “Kâfir olan sustu kaldı” (Bakara, 2/258) meâlindeki âyet-i
kerimeyi okuyup “cevap vermediğini” bildirdiler.[58]
Seyyid Ahmed
Muhtâr, Hz. Ali ile ilgili; maliye, iktisad, ticaret ilimlerinin esasını
koyduğu gibi siyaset ve sosyoloji ilimlerinin de ilkelerini ortaya koyduğunu
belirtir. Nitekim “Hânedân-ı Seyyidü’l-Beşer Eimme-i İsnâ Aşer” eserinde
naklettiği Nehcü’l-Belaga’da bulunan, Hazret-i Alî’nin Malîk bin Eşter’e
(ö.658) gönderdiği “Emirname” için; “insafla araştırılıp incelenirse
görülecektir ki, o zamandan bu ana kadar bunca sultanlar, hükümdarlar,
halîfeler, zeki ve meşhur Avrupalı, Türk, Arap dahileri benzerini dahi düşünüp
hazırlayamamışlardır” demektedir.
Seyyid Muhtâr,
Ahidnâme ile ilgili olarak naklettiği şerh metninden; Hazret-i Alî’nin “halk
iki sınıftır, ya dinde kardeşin ya da yaratılışta benzerindir”[59] sözündeki
ayırımın hukuk ve görev açısından olmadığı yalnızca müslim ve gayr-i müslim
şeklinde tasnif için olduğu, her iki sınıfa da adaletle muamele edilmesi
gerektiği, halkın idaresini üstlenenlerin ödüllendirme ve cezalandırmada
hissiyatlarını karıştırmadan adil olmaları gerektiği, amirlerin icraatlarının
kanun namına olacağından dolayı memnuniyet, aşırı sevinç veya şiddet gibi
nefsanî hâller göstermemeleri ve bu hususlarda azami hassas olmaları
gerekliliği,[60] milletin
ilerlemesinin devletin yükselmesi ve ilerlemesi olduğu, Avrupa’da ki
demokrasinin aslında İslami hikmetlerden olduğu,[61] Danışma
Meclisindeki kişilerin, isabetli fikir sahibi, iffet, doğruluk ve haysiyet gibi
vasıflara sahip olması gerektiği, memurluk görevi atamaları ve liyâkat
ölçülerini dikkate alarak, emeğin karşılığının verilmesi,[62] gibi
prensipleri benimsemiştir.
Sosyal
hadiselerin manevî sezgi dünyasında da farklı yankılarının olduğuna örnek
olarak, Gölpınarlı’nın kimden naklettiğini tesbit edemediğimiz ilginç bir
hatıra şöyle nakledilmektedir;
“Seyyid Ahmed Muhtâr Efendi’nin hastalığını haber
alınca ziyaretine gitmiştim. Hasta odasına girince, Efendi’yi yere yüzükoyun
yatar vaziyette buldum. Önünde kalın bir tahta parçası, onun ortasında bir cep
saati büyüklüğünde balmumu, onun üzerine dikilmiş bir tavuk tüyü, onun da
üzerinde yünden yapılmış bir şapka vardı. Ziyaretim boyunca hiç konuşmadılar.
Yalnız, birkaç defa, tavuk tüyüne fiske attılar. Her vuruşta, üzerindeki şapka,
tüyle birlikte sağa sola gidip geldi. Bir müddet sonra izinlerini isteyip
ayrıldım. Bu hadiseden üç gün sonra şapka inkılâbı oldu”.[63]
Seyyid
Muhtâr’ın kültürel yönüne baktığımızda; babası ve ailesinden kendine intikal
eden siyâdet ve melâmet kültürü ve İstanbul’da doğup büyümesi, eğitimini alması
ve bu şehirde memurluk görevi yapmasıyla benimsediği Türk kültürünün yanında,
yaşadığı dergâh çevresinden kaynaklı başta Mevlevî olmak üzere, Nakşibendî, Bektâşî
kültürlerine, dil ve edebiyâta fazlaca olan ilgisinden dolayı Arap ve Fars
kültürüne, yabancı dille ileri seviyede meşgul olması yönüyle Fransız Edebiyatı
yoluyla Avrupa kültürüne de âşinâ olduğu bilinmektedir.
Bütün bunların
yanında musikiye olan ilgisini ise, Dergâh’ta düzenlenen âyinlere katılmasının
yanında, âyin-i şerifler[64]
üzerinde metin ve icra açısından özel bir hassasiyeti
olduğunu ve ayrıca belli makamlarda okunan mersiyelere[65] çok
ehemmiyet verdiğini, nakledilen hatıralardan anlamaktayız.[66]
Seyyid Muhtâr,
ahlakî seciye olarak özellikle, tevazusu, nezâketi ve yardımseverliği ile
tanınan bir kişidir.[67] Aynı
zamanda siyâdetinden kaynaklı hilm ve cesaret de kendinde birarada
görülmektedir. Eserlerinde, ne zaman kendisiyle ilgili bir söz sarfedecek olsa
olabildiğince samimi ve mütevâzı ifâdeler kullanmaktadır.
Kendisini
ziyaret edenlerin, aile ferdlerinin anlatımlarına göre, bir kimsenin bir talebi
varsa onu halletmeye çalışan, elinden geldiğince yardım eden bir kişiliği,
fakirlere yardımda hassasiyeti olan, insani ilişkilerde gayet nazik, yumuşak ve
ılımlı konuşan, hâl olarak kendinde hilmin müşahede edildiği bir örnek insan
modeli karşımıza çıkmaktadır.[68] Seyyid
Muhtâr Efendi fizikî olarak, orta boylu, buğday renkli, köse sakallı, nurânî
yüzlü olarak tarif edilmiştir.[69]
Güzel ahlak’ın
başı olarak kimseyi incitmemeyi esas alan Seyyid Muhtâr, bir dörtlükte konuyu
şöyle özetlemektedir:
Fenâlık
etme bir ferde sakın bir vech ile,
Seyyid’ül
ahlâktır bir kimseyi incitmemek.
İyilik
etmek etmemekten gerçi âlâdır fakat,
İyilik etmekten de evlâdır fenalık etmemek. [70]
1.9.1.1.1.
Seyyid Mehmed Habîbullâh (
1890-1970 )
Seyyid Ahmed
Muhtâr Efendi’nin ortanca kardeşidir. Farsça ve Arapçaya vukûfiyeti olan, çok
iyi Osmânlıca bilen Mehmed Habibullah, Darü’l-Fünûn’da hukuk okuyarak hakimlik
mesleğine yönelmiştir. Tabiattaki canlı ve cansız varlıkların sahip oldukları
özellikleri keşfetmek ilgisiyle havas ilmiyle uzun zaman meşgul olmuş, Erzincan
ve Artvin’de Ağırceza hakimliği yapmıştır. Rakîbe hanımla evlenmiş, bu
evlilikten Mehmed Zeyneddîn (ö.1992) ve Hasan Nureddin (ö.1983) adında iki oğlu
olmuştur.
Mehmed
Zeyneddîn, Denizcilik Bankasında çalışmıştır. Hasan Nûreddîn ise, fotoğraf
alanında ülkemizin önde gelen isimlerinden olup, ülkemizde fotoğraf san’atının
tanıtılması ve yayılmasında önemli katkıları olmuştur. Meydan Larousse
Ansiklopedisi’nin maddelerinin önemli bir bölümünün fotoğrafları kendilerine
aittir.[71]
1.9.1.1.2.
Seyyid Ali Seyfullâh (
1891-1936 )
Seyyid Ahmed
Muhtâr Efendi’nin küçük kardeşidir. Fotoğraf sanatına çok önem verilen aile
içerisinde Ali Seyfullâh, fotoğrafçılıkla uğraşmış ve fotoğrafhane ve aynı
zamanda birde bahçe sineması işletmiştir. Daha sonra Beyazıt’ta büyük bir
bakkâliye dükkanı açmıştır. Bir süre sonra Konya’ya yerleşmesi gerekmiştir. Çok
iyi resim yaptığı bilinen Ali Seyfullâh Konya Lisesi’nde resim hocalığı da
yapmıştır.
Anadolu’nun
birçok yerinde Musakkafat memurluğu yapmıştır.[72]. Bu çok zor ve
tehlikeli görevi bilhassa doğu il ve ilçelerinde yapmıştır. 28 Aralık 1936
tarihinde 45 yaşında vefat etmiştir. Fatma Hikmet Nebile Hanımla evlenmişler,
bu evliliklerinden; Mehmed Sadreddîn ve Ahmed Zahireddin dünyaya gelmişlerdir.
Mehmed
Sadreddîn (ö.2000) Ziraat mühendisidir. İngiltere’de ihtisas yapmıştır. Bir
dönem Ziraat vekâleti umum müdürlüğünde bulunmuştur. İhtisâsı entomoloji
üzerinedir. Ülkemizi birçok ülke nezdinde temsil etmiştir. Çekirge ile
mücadelede çok önemli hizmetleri olmuştur. Farsça, İngilizce, Almanca,
Fransızca dillerini çok iyi bilmekte ve Arapçaya da oldukça âşinâdır.
Ahmed
Zahireddin Efendi (d.1916-ö.1991). Devlet İstatistik Enstitüsünde Maden Şube
Müdürlüğünde bulunmuş daha sonra istatistik istişâre kurulunda görev yapmıştır.
İFSAK’ın (İstanbul Fotoğraf ve Sinema Amatörleri Derneği) oluşmasına öncü bir
yapı olan TAFK’ın (Türkiye Amatör Fotoğraf Kulübü) kurucuları arasında da olan
Zahireddin Erkılıç’ın fotoğraf sanatına büyük katkıları olmuştur.
Dîvân
Edebiyatını çok iyi bilen, Osmânlıca’ya her yönüyle hakim, küçük yaşından
itibaren şiir yazan Ahmed Zahireddîn’in şiirleri mahfî mizacından dolayı pek
bilinmemiş, ancak sevdikleri ile şifâen paylaştıkları bazı şiirleri hafızalarda
kalmıştır. O’nun hem şiir yönünü hem Mevlânâ Celâleddin Rûmî’ye olan hürmet ve
sevgisini göstermesi bakımından bir kıtasını vermek istiyoruz;
Bir ney
gibi kalbini dağlayan ukbâda yaşar
Hükmü
kalmaz güzeli perdeleyen mânânın
Bir semâ
âlemi şevkiyle çıkar arşa kadar
Âsitânından
öpen Hazret-i Mevlânâ’nın [73]
Seyyid Ahmed
Muhtâr, erkek kardeşlerinin dışında Seyyide Mümine Zehrâ
( ö.1996), Seyyide
Hatice Feyziyye ( ö.1977 ) ile birlikte beş kardeşlerdir.
Seyyid
Muhtâr’ın, Muhyiddîn Alî, İhsân Mehemmed Adnân, Fâtıma Hayrün’nisâ, Ali
Zeynelâbidîn olarak üç erkek bir kız çocuğu olmuştur.
1901 tarihinde
doğmuş, altı yaşında vefât etmiştir. Bu kayıp aile için son derece üzüntülü bir
vak’a olmuş ve dergâh haziresine defnedilmiştir.
1.9.1.2.2.
İhsân Mehemmed Adnân
Erkılıç
1906 tarihinde
doğmuştur. İleri derecede Fransızca, Almanca, Farsça ve Osmânlıca bilmektedir.
Türkiye’ye fotorafçılığı getiren ilk kişilerden birisidir. Öğretmenlik yapmış
daha sonra öğretici flimler kurumunda çalışmış, Verem Savaş Derneğinde etkili
çalışmaları olmuştur. Türkiye’de veremin kontrol edilmesinde çok önemli
katkıları olmuştur. 17 Mayıs 1983 tarihinde vefât etmiştir.
1.9.1.2.3.
Ali Zeynelâbidîn Erkılıç
1914 tarihinde
Şeyh Murad Buhârî Dergahı’nda doğmuştur. Seyyid Muhtâr Efendi’nin en küçük oğlu
olan Ali Erkılıç, tekke ve zaviyelerin kapatılmasına kadar olan 1914 ile 1925
yılları arasında Murad Buhârî Dergahı’nın düzen ve işleyişinin son şahididir.
Babası Seyyid Muhtâr’ın vefatından sonra da ailesi ile birlikte Dergah’ın
konağında oturmuşlardır.
Çocukluk
çağında dedesi Seyyid Abdulkadir Belhî’nin de şefkatine muhatab olan Ali
Erkılıç, dedesi ve babasından kendisine yansıyan, tam anlamıyla bir insan olmak
vasıf ve idealini hep üzerinde taşımış, ailesi ve çocuklarına herşeyden önce,
tevazu, yardımseverlik ve dürüstlük ilkeleri doğrultusunda yüksek ahlak sahibi
olmalarını telkin etmiştir.
Ali Erkılıç,
dedesi ve babasına bağlılıkları ile bilinen önemli şahsiyetlerle de mânevî bir
vefa gereği, irtibatlarının hep devam ettirmiştir. Bu minvalde, Abdülkâdir
Belhî’nin önde gelen ihvanlarından ve hilafet verdiği Kemâlî Efendi ve Ekrem
Efendi ile vefatlarına kadar uzun yıllar muhabbet ve hürmet çerçevesinde
bereberliğini sürdürmüştür. Önemli bir edebiyat ve tasavvuf tarihçisi olan
Abdülbâkî Gölpınarlı ise, Seyyid Muhtâr Efendi’den sonra oğluyla olan
irtibatını kesmemiş, çeşitli zamanlarda ziyaret ederek Ali Erkılıç ile sohbet
ve dostluklarını devam ettirmiştir.[74] Bunun
yanında sanat literatürüne kutbü’n-nâyî olarak geçmiş olan ney üstâdı Neyzen
Niyazi Sayın ile de uzun yıllar dostlukları olmuştur.[75]
Denizcilik Bankası’nda baş puantör ve muhasebeci olarak
çalışan Ali Erkılıç, 11 Ağustos 2003 tarihinde İstanbul’da vefât etmiştir.[76]
Doğum tarihi
kesin olarak bilinmeyen Melâmî Hüseyin Dede, İbrâhim Babâ- yı Velî’nin kırk
kalbe bakıcı’nın başlarına tayin ettiği Melâmî rehberidir. Nazarı kuvvetli olan
Hüseyin Dede’nin Seyyid Muhtâr Efendi üzerinde belirgin bir etkisi olmuştur.[77]
Hüseyin Dede,
Mevlevîyeye mensubiyetinden dolayı Mevlevî Hüseyin Dede olarak da
bilinmektedir. Kırklı yaşlarında iken bir vesile ile Kasımpaşa’da sohbetine
katıldığı ve o gün başına bir yemeni bağlayan fakat ucunu farklı bir şekilde
düğümleyen Kethüdâzâde Mehmed Ârif Efendi (ö.1846) hakkında sohbet çıkışında
Emin Efendi’ye; O’nun Hamzavî ricalinden olduğunu, bunu ise yemeni bağlayış
şeklinden anladığını söylemesinden[78],
Hüseyin Dede’nin o yıllarda da Hamzâvî- Melâmîliğine dahil olduğu
anlaşılmaktadır.
Hüseyin Dede,
Eğri Kapı çevresinde İvâz Efendi câmiine yakın bir yerde bulunan Peştemalcı
hanındaki Hamzavî-Melâmî mensuplarına mürebbilik yapmıştır. İdris-i Muhtefî
zamanından beri, Hamzavî-Melâmîlerinin teşkilat merkezi halinde olan Fatih’te
Atpazarı civarında Kırk Çeşmedeki Peştemalcılar hanında Hamzavî ricâlini temsil
eden kırk rehber (kalbe bakıcı) bulunduğu ve kırk kişiden biri vefât edince
yerine adı geçen, Hüseyin Dede’nin başlarında bulunduğu İvaz Efendi hanından
birinin Kırk Çeşmedeki Peştemalcılar hanına gönderilerek kırk kişinin böylece
tamamlandığı bilinmektedir.[79]
Seyyid Muhtâr
Efendi, bir mektubunda; Hüseyin Dede’ye mülâki olduğunu, iltifat ve nevazişine
mazhar olduğunu anlatıp Dede’nin az söyleyen, hafif hafif gülen uzun boylu,
zayıf bir zat olduğunu, sur üstünde kain ve Haliç’e nazır bir hânede ikamet
ettiğini, 90 yaşını geçkin olduğu halde 1305 tarihinde vefât edip Seyyid
Abdülkâdir Efendi tarafından Şeyh Murâd Tekkesi’ne getirilerek hazireye
defnedildiğini söylemekte ve “Kitabe-i senği mezarını bizzat babam yazarak
hakk ettirmişti” demektedir. [80]
1.9.2.2.
Seyyid Bahâüddîn Belhî
Asıl adı,
Muhammed Bahâüddin Bâbü’l-Hak olan Bahâüddin Efendi 1847’de Belh’te doğmuştur.
Seyyid Süleyman Belhî’nin Seyyide Saîde Hanım’dan olan ortanca oğludur. Babası
kardeşleri ve diğer aile efrâdı ile birlikte Anadolu’ya göçetmiştir. Dört yıl
Konya’da kalmış ve Bursa üzerinden İstanbul’a gelmiştir. Sultan Abdülaziz’in
maddi desteğiyle İstanbul’un çeşitli yerlerinde ikâmet eden Seyyid Bahâüddin
Bâbü’l-Hak, ailesi ile birlikte, babasının postişinliğine tayin edildiği Eyüp
Nişancası’ndaki Murâd Buhârî Dergâhı’na yerleşmiştir.[81]
Çok mütevazı
ve babasına karşı çok edepli olduğu söylenen Bahâüddin Efendi’nin Süleyman
Belhî’den Nakşîbendî icâzeti bulunmaktadır ve kendisine has bir muhip halkası olduğu
söylenmektedir.
Seyyid
Bahâeddîn Belhî, ilm-i Simyâ ve Kimyâ ile ciddi bir düzeyde ilgilenmiş, hatta o
dönemlerden kalan, tüpler, sıvı ölçüm cihazları, beherler ve diğer cam
malzemelerin Dergah’ta uzun yıllar muhafaza edildiği nakledilmiştir.[82]
Vefâtına kadar
Dergâh’ta kalan Bahâüddin Babü’l-Hak’ın, aynı Dergâh’ta birlikte yaşadığı ve
çok sevdiği anlaşılan yeğeni Seyyid Muhtâr Efendi üzerinde de tesiri olmuştur.
Seyyid Muhtâr Belhî, babası Abdülkâdir Belhî’nin yanı sıra amcasının da
ilminden ve mâneviyâtından istifâde etmiştir. Vefâtına kadar Murad Buhârî
Dergâhı’ında yaşayan Bahâüddin Efendi, ağabeyi Abdülkâdir Efendi’den önce vefat
etmiş ve dergâh’ın haziresine defnedilmiştir. Vefatıyla birlikte, “belimin
direği kırıldı” şeklinde ifâdesi olan ağabeyi Abdülkâdir Belhî’nin gözünde
de yüksek bir değeri olduğu anlaşılmaktadır. Kendine ait herhangi bir eser
tesbit edilemeyen Bâbü’l-Hak’ın, içinde Seyyid Muhtâr Efendi’nin halinden
bahsettiği ve selâmını ilettiği kardeşi Burhâneddin Belhî’ye yazdığı iki
mektubu bulunmaktadır.[83]
Bahâüddin Bâbü’l-Hak, Hatice Hanım’la evlenmiş, bu evlilikten altı oğlu
ve bir kızı dünyaya gelmiştir.
Yeşilzâde
Sâlih Efendi’in[84]
kendi el yazısıyla kaydettiği fakat ona ait olup olmadığını tam tesbit
edemediğimiz bir kasîde, o’nun Nakşibendî’liğine ve şahsî faziletine dair
ipuçları vermektedir. Kasîde şöyledir:
“Ârif-i billâh ve vâsıl-ı ilallâh es-Seyyid eş-Şeyh Abdülkâdir el-Belhî
el-Hüseynî kuddise sırrahu’l-celî efendimiz hazretlerinin birâder-i
âli-kadrleri merhum Şeyh Muhammed Bahâüddin Efendi hakkında vârid-i hâtır-ı
âcizî olan kasîde-i lâhıkadır;
Cenâb-ı Nakşıbendî-i Bahâüddîn isrinde
Bahâ takdir olunmaz cevher-i dîn-i ûlâsın sen
Öz oğlumsun dişe pîrin becÂdır zatına çünki,
Olan bir sırr-ı kutbiyyetle üssî evliyâsın sen
Sıfât-ı evliyâ’da kadr-i pâkin çünki âlidir
O âli-kadrle bî-şekk veliyy-i hukûfâsın sen
Sen ol bir şeyh-i akdessin kemâlindir Bahâüddîn
Muhallik-i hulk-i Peygamber’le aslu’l-asdikâsın sen
Makâmen Hazret-i Pîr’den sülûkun intihâ bulmuş
Bu ulviyette ferden lâyık-ı vasl-ı Hudâ’sın sen
Şimâli ruvâyla sensin bulan meydân-ı vahdetten
Bu ekmel hâli kim aktâr-ı aktâba revâsın sen
Senin o hâl-i ferdiyyetde gâlî kıymetin vardır
Ki ol rütbe nihâyet taht-ı sahn-ı arşa hem becâsın sen
Hemîn rahmetle yâd oldukça olsun kabr-i pâkin nûr
Bu rütbe evc-i ulyâ-yı behişte sezâsın sen
Tahattur eyleyüp hâl-i zamânın bu meziyetde
“Dede Haydar” lâyık-ı kurb-i Resûl-i Müctebâ’sın sen[85]
Seyyid Muhtâr
Efendi ile 1904-1906 yılları arasında Dergah’ta kalan ve onunla pîrdeş olan
Kemâlî Efendi, 1862’de Erzurum’a bağlı Pasinler ilçesi Güllüköy’de dünyaya
gelmiştir. Erzurum’un meşhur âlimlerinden Cafer Ağa Camii imam ve hatibi
Yeşilzade Seyyid Mustafâ Efendi’nin yanında bir yıl içinde Kuran-ı Kerim’i
ezberlemiş ve kıraat ilminden icazet almıştır. Taşkesenli Şeyh Ahmed Efendi’den
tahsil görmüş ve bu sırada Hâfız-ı Şirâzî ve Fuzûlî’nin dîvânları ile Mevlânâ
Celâleddîn-i Rûmî’nin Mesnevî’sini ezberlemiştir.
Kemâlî Efendi,
Kolağası Alî Rızâ Efendi ile tanışarak sohbetlerine devam etmiş, bu sohbetlerde
kendisinde manevî bir cezbe oluşmuştur. On bir yıl seyahat ederek, Diyarbakır,
Musul, Bağdat, Necef ve Kerbela’yı ziyaret etmiştir. Sonra Trablusşam,
İskenderun, Antakya ve Halep’e geçmiştir. Halep Mevlevîhânesi’nde bir süre
kaldıktan sonra Konya’ya gelmiş ve Konya Mevlânâ Dergâhı postnişîni / Makam
Çelebisi Abdülvâhid Çelebi tarafından dergâhta uzun bir süre misafir edilmiş,
Abdülvâhid Çelebi’nin oğlu Abdülhalîm Çelebi tarafından mesnevîhanlık icâzeti
verilip Mevlevî sikkesi giydirilmiştir.
1901’de
İstanbul’a giden Kemâlî Efendi, Hacı Nazmi Efendi’nin ısrarı üzerine Fâtih
Camii’nde Mesnevî okutmaya başlamıştır.[86] Kemâlî
Efendi, 1904 yıllarında Mesnevi-i Şerif‘ten müntehab tercüme olan “Gülzâr-ı
Hakîkat” eserinin müellifi Fazlullâh Rahîmî ile birlikte Eyüp’e
gittiklerinde Rahîmî Efendi, Seyyid Abdülkâdir Belhî’yi dergâhı’nda ziyâret
eder. Kemâlî Efendi de dergâhın bahçesinde Rahîmî Efendi’yi beklerken kendi
anlattığına göre on dokuz yıl önce gördüğü bir rüyayı aynı heyecan ve tazeliğiyle
yeniden yaşamaya başlar. Bu sırada yanına gelen zat, rüyasında gördüğü kişi,
yani Seyyid Abdülkâdir Belhî’dir. Kemâlî Efendi bu esnada cezbeye kapılarak
orada Abdülkâdir Belhî’ye intisap etmiştir. Belhî’nin izniyle o günden itibaren
iki yıl kadar dergah’ta kalmış ve Abdülkâdir Belhî’nin vefatına kadar O’na
hizmet edip feyiz almıştır.[87]
Abdülkâdir
Belhî’nin vefatından sonra hayatını Şeyh Murâd Dergâhı yakınındaki evinde
geçiren Kemâlî Efendi 8 Ocak 1954’te vefât etmiştir. 10 Ocak günü Eyüp
Camii’nde kılınan cenaze namazının ardından Edirnekapı Mezarlığı’na defnedilmiş
ve kabri başında Şemseddîn Yeşil Hoca, duayla birlikte bir de konuşma
yapmıştır.[88] Kemâlî
Efendi’nin kabir taşına ise kendisine ait olan;
“Cismim rûha döndü elhamdülillâh
Her şey fenâ bulur bâkîdir Allah
Haktır Muhammed’dir hem Resûlullah
Ben Âl-i Abâ’nın kıtmîri idim” mısraları
yazılmıştır.[89]
Vefâtı’ndan sonra şiirleri ve sohbetleri “ Aşk Sızıntıları” ve “İrfan
Sızıntıları” adları altında derlenip basılmıştır.
Seyyid Muhtâr Efendi ile irtibatı olan önemli
şahsiyetlerden biri de Ekrem Baba’dır. Tam adı, “Mehmed Selahaddîn Ekrem” olan Ekrem Efendi, Sultan Abdülmecid
zamanında 1848’de Buhârâ’dan İstanbul’a gelen ve 1875’de Beykoz Akbaba Tekkesi şeyhliğine
getirilen Abdülhakîm Buhârî Efendi’nin (ö.1890) büyük oğludur. İstanbul’da Eyüp Nişancası’nda
doğmuştur. Annesi Sâdiye Hanım’dır. Babası
Abdülhakim Efendi, İstanbul’a geldiğinde yanına
uğradığı Buharalı Abdülkâdir Paşa’nın delaletiyle Eyüp
Nişancası’na yerleşmiştir. Ekrem Baba, 1890 yılında
Abdülhakim Efendi’nin vefatı üzerine Seyyid Abdülkâdir Belhî’nin yönlendirmesi ile Beşiktaş Sinanpaşa Camii Medresesine hafızlığını tamamlaması için verilen on yaşındaki kardeşi Mükerrem Hoca ile birlikte Akbaba Sultan
Camii'nde hafızlık cemiyeti de yapmışlardır.
Babasının
vefatıyla Abdülkâdir Belhî Efendi’nin mânevî himâyesinde olan Ekrem Baba,
Melâmî olmasının yanında, Akbaba Tekkesi’ne şeyh tayini görevi Meclis-i Meşâyih
tarafından Şeyh Murad Buhârî Dergâhı’na bırakıldığı için Seyyid Abdülkâdir
Belhî ona Nakşibendî hilâfeti verip Beykoz Akbaba Dergahı şeyhliğine atamıştır.[90]
Tekkelerin
kapatılmasına kadar Beykoz’da Akbaba Tekkesi’nde annesi
Sâdiye Hanım,
kardeşi Mükerrem Hoca ve kız kardeşleri ile birlikte kalan Ekrem
Baba bir süre sonra iş hayatı sebebiyle İstanbul’a
yerleşmiştir.
Yaz kış
kolları sıvalı, çizmeyle gezen, iri yarı bir zat olduğu nakledilen
Ekrem Hoca,
bir dönem geçimini temin etmek için su satmış ve çevresinde Sucu
Ekrem Baba olarak anılmıştır.[91]
Beykoz’dan getirdiği
Karakulak suyunu, İstanbul Üniversitesi Eski Fen Fakültesi karşısındaki sucu
dükkanında satan Ekrem Baba’nın, su dolu meşe ağacından yapılmış ikiyüz elli
kilo çeken küpleri kolaylıkla su arabasına taşıyıp, arabanın üstüne koyması,
etrafındaki insanlarda hep bir hayret uyandırmıştır.[92]
Gür ve Dâvûdî
sesi ile bilinen, çok temiz saf ve duru bir kalbe sahip, doğruluk ve dürüstlük
timsali ve aynı zamanda insanlarda şaşkınlık uyandıracak derecede çalışkanlığı
ile dikkat çeken Ekrem Hoca’nın, çok kıymet verdiği Murad Buhârî Dergâhı
mensupları ile münasebetleri sürekli olmuştur. Bu doğrultuda özellikle Ali
Zeynelâbidîn Erkılıç ve Seyyid Cafer Erkılıç’ın onunla irtibatları hep devam
etmiştir.[93] Ayrıca
Maraşlı Ahmed Tahir Efendi ile de dostlukları olduğu ve sohbetlerde
bulundukları bilinmektedir.[94] Hiç
evlenmemiş olan Ekrem Baba, 1954’te seksenli yaşlarda Afyon’da vefât etmiştir.
Seyyid Muhtâr
Efendi’nin yakın çevresindeki hal ehli şahsiyetlerden biri olan Eşref Efendi,
1876 yılında İstanbul’un Üsküdar semtinde doğmuştur. Hafız olan Eşref Efendi,
Üsküdar Emetullâh Gülnûş Vâlide Sultan Câmii müezzinliği, Gizlice Evliyâ
türbesi ve Aziz Mahmûd Hüdâyî türbesi türbedârlığı yapmıştır.
Doğuştan
mâneviyâta yatkın bir yapısı olan Eşref Efendi’nin Hamzavî- Melâmî kutbu Seyyid
Abdülkâdir Belhî ile özel bir yakınlıkları olduğu bilinmektedir. Bunun dışında
Fatih Türbedarı Ahmed Âmiş Efendi ve Mehmed Sâbit Efendi ile de yakın irtibatı
olmuştur. Galata Mevlevîhânesi Şeyhi Ahmed Celâleddîn Dede, Necmeddin Okyay
gibi önemli şahsiyetlerde ona kıymet verenler arasındadır.[95]
“Melâmiyyenin
kutbu”[96] dediği
Seyyid Abdülkâdir Belhî’nin özellikle nazarına muhatab olan ve “Evliyâullâh
herşeyini saklar, fakat nazarını saklayamaz”[97] diyen
Eşref Efendi’nin en önemli gördüğü feyz yolu “nazar” olmuştur. Kendisine hizmet
eden ve feyz alanlardan Niyâzi Sayın’ın[98] naklettiği
hatıralar ve “Eşrefnâme”
adıyla derlenen eser içerisinde çok değerli sözleri bulunan Eşref Efendi,
1954’te İstanbul’da vefat etmiş, Karaca Ahmed’de meskenlerin arkasında şair
Nâbî’nin kabri civarına defnedilmiştir.
Abdülbaki
Baykara Dede, 1883’te İstanbul Yenikapı Mevlevîhânesi’nde doğmuştur. Babası
Mehmed Celâleddin Dede, annesi Nazife Zelîha hanım’dır. Hasirizâde Dergâhı
şeyhi Elif Efendi’den (ö.1927) Mesnevî, İsmail Saib Sencer’den (Ö.1940) ilmiye
icâzetnâmeleri almıştır. Abdülvâhid Çelebi tarafından 1903’ten itibaren
dergâhta vekâleten ism-i celâl zikri ve mukabele yapmasına izin verilmiş,
1908’de babasının vefâtı üzerine boşalan şeyhlik makamına asâleten tayin
edilmiştir. Daha sonra da Abdülvâhid Çelebi tarafından dergâhın
mesnevîhanlığını yürütmekle görevlendirilmiştir. Tekkelerin kapatılmasından
sonra, İstanbul Türk Ocağı müdürlüğü, Kütüphaneler Tasnif Komisyonu üyeliği ve
Dârü’l-fünun İlâhiyat ve Edebiyat fakültelerinde Farsça okutan Abdülbaki
Baykara, 28 Şubat 1935 Perşembe günü vefat etmiş ve vasiyeti gereği Yenikapı
Mevlevîhânesi’nin ilk şeyhi Kemal Ahmed Dede’nin yanına defnedilmiştir.
Abdülbaki
Baykara Dede de Seyyid Muhtâr Efendi ile irtibatı olan önemli şahsiyetlerden
biridir. Bu irtibatın ne düzeyde olduğu ile ilgili bilgiler Abdülbaki
Gölpınarlı’dan nakledilmektedir. Abdülbaki Gölpınarlı, birçok Mevlevî’nin
Seyyid Abdülkâdir Belhî’yi kutup bilerek bağlandığını, onun vefatından sonra
ise bir grubun da Seyyid Muhtar Efendi’yi kutup olarak tanıdığını
söylemektedir.[99]
Gölpınarlı,
Yenikapı Mevlevîhanesi son postnişîni Abdülbaki Baykara Dede’nin de kendi
delaletiyle Seyyid Muhtar Efendi’ye intisap ettiğini anlatmaktadır.[100]
Abdülbaki
Baykara Dede, Seyyid Muhtar Efendi’nin vefatına da şöyle bir tarih düşürmüştür:
“O halkın
övündüğü zat, ansızın dünyadan ahirete gitti de onun ayrılığiyle günlerimiz
gecelere döndü, karardı.
O,
peygamberlerin övündüğü Muhammed’in Muhtârı olduğundan ey Bâkî,
“Muhtârü’s-Siyâde / Seyyidliğin seçilmiş eri” de onun vefâtına tam tarih oldu” [101]
Abdülbaki
Gölpınarlı, 12 Ocak 1900’da İstanbul / Kadırga’da doğmuştur. Asıl adı Mustafa
İzzet Baki’dir. Babası Mevlevî, gazeteci Ahmed Agâh Efendi’dir. Abdülbaki
Gölpınarlı, Bâbıâli Hoca Tahsin Medresesi, Yûsuf Paşa İlk Mektebi’nde okur daha
sonra Özel Menbaü’l-irfan İdâdîsi’nin rüşdiye kısmını bitirir. 1916’da babası
öldükten sonra eğitimini yarım bırakarak çalışma hayatına atılır. Menbaü’l-
irfan İdâdîsinde Coğrafya ve Farsça hocalığı yapar. Bir dönem de Vezneciler’de
kâğıtçılık ve kitapçılık yapar. Çorum’da baş muavin, daha sonra başmuallim
olarak çalışır. 1924’te İstanbul’a gelir ve sınavla Erkek Muallim Mektebi’nin son
sınıfına kabul edilir. Abdülbaki Gölpınarlı, 1930’da Edebiyat Fakültesi’nde
yüksek öğrenimini bitirir, Konya, Kayseri, Balıkesir liselerinde edebiyat
öğretmenliği yapar. İki sene de Kastamonu Lisesi edebiyat öğretmenliği yapar.[102]
Gölpınarlı,
1939’da Ankara Üniversitesi Dil ve Tarih-Coğrafya Fakültesi’ne önce okutman,
sonra doçent olarak tayin edilmiştir. 1942’de geçtiği İstanbul Üniversitesi
Edebiyat Fakültesi’nde İslâm-Türk Tasavvûf Tarihi ve Edebiyatı dersleri
okutmuştur. 1949’da kendi isteğiyle emekliye ayrılan Gölpınarlı, 25 Ağustos
1982’de vefât etmiştir. Kabri Üsküdar’da Seyit Ahmet deresindeki mezarlıktadır.[103]
Gölpınarlı,
daha küçük yaşlarda iken babası ile birlikte Bahâriye Mevlevîhanesi postnişîni
Hüseyin Fahreddin Dede’ye intisâb etmiştir. Hüseyin Fahreddin Dede’den Farsça
öğrenen Abdülbaki Gölpınarlı, Fuad Köprülü, Ferid Kam, İsmail Saib Sencer gibi
dönemin en kuvvetli âlimlerinden istifade etmiştir. Ayrıca Eşref Efendi,
Necmeddin Okyay ve Mustafa Düzgünman gibi çok önemli şahsiyetlerin sohbet
meclislerinde bulunmuştur.
1.10.2.1.
Gölpınarlı ve Belhî
Âilesi
Abdülbaki
Gölpınarlı’nın Belhî ailesine ise özel bir muhabbet ve ilgisi vardır. Bu
münasebet ilk ve en önemli sayılabilecek eseri “Melâmîlik ve Melâmîler”i
çalıştığı esnada Ayaklı Kütüphane olarak bilinen İsmail Saib Sencer’in yanına
gittiğinde başlamıştır. Kendisi de Seyyid Abdülkâdir Belhî’ye bağlı[104] olan İsmail
Saib Sencer, o yıllarda Rumeli Melâmîliği’nden [105]etkilenmiş olan
Gölpınarlı’yı, Abdülkâdir Belhî’nin oğlunun hayatta olduğu ve çalışmaları için
faydalı olabileceğini söyleyerek Seyyid Muhtâr Efendi’ye göndermiştir.[106] Bu
süreci Seyyid Muhtâr’ın oğlu Ali Zeynelâbidîn Erkılıç şöyle anlatmaktadır:
“Babamın
vefatına (1933’e değin) üç sene bize devam etti. Zaten, bu üç senenin bir senesi
babamı tanımaya çalışmakla geçti. Malumatı var mı? İstifade edilecek zat mı?
Ona gitmeye devam edeyim mi, etmeyeyim mi? Cevap bulmaya çalıştı. Bu sırada
kitabı çıktı. Dedem Seyyid Abdülkâdir Belhî ve babam Seyyid Ahmed Muhtâr’a
ancak son iki senede (1931-1933) bağlandı” [107]
1.10.2.2.
Gölpınarlı’nın
Nazarında Abdülkâdir Belhî
Gölpınarlı,
Seyyid Abdülkâdir Belhî’nin Farsça yazılmış 2260 beyitten müteşekkil, mesnevî
tarzında kaleme alınan ve 1913 de tamamlanan “Sünûhat-ı İlahiyye ”
eserini 1936 yılında Cafer Erkılıç nüshasından istinsah etmiş ve aynı sene
nazmen tercüme etmiştir. Gölpınarlı, Seyyid Abdülkâdir Belhî’den söz ederken
öncelikle onun Hamzavî kutbu olduğunu, sadece Hamzavîlerin değil diğer tarikat
erbabının, özellikle birçok Mevlevîlerin onu kutub tanıdığı ve ona teslim
olduğu, böylelikle Hamzavî neşesini de benimsediklerini söylemektedir.[108] Gölpınarlı,
Abdülkâdir Belhî’yi “son zamanın en mühim ve tek tasavvûf mümessili”, “yedi
tasavvûfi manzum eseri ve Dîvânı bulunan son zamanın en ünlü sufisi”[109] gibi çok övücü
sözlerle anmaktadır. Gölpınarlı Abdülkâdir Belhî’nin vefatına da tarihler
düşürmüştür.[110]
1.10.2.3.
Gölpınarlı’nın
Gözüyle Seyyid Ahmed Muhtâr
Abdülbaki
Gölpınarlı, Seyyid Muhtâr’a tam bir muhabbetle bağlananlardandır. O’nu,
“Hazretim”,[111] “Maddî,
mânevî efendim”,[112] “Gördüğümüz
insanların, gerçekten de en üstünü ve en insanı”,[113] “Seyyid
Abdülkâdir Belhî’den sonra Hamzavî kutbu”, [114] “Gözüm nuru
efendim Seyyidim Muhtâr-ı zîşânım”, [115] olarak
tavsif etmektedir. Seyyid Muhtâr Efendi, Gölpınarlı’nın akademik çalışmalarına
da çok yardımcı olmup, yol göstermiştir.[116]
Gölpınarlı,
Seyyid Muhtâr Efendi ile Şeyh Murâd Tekkesi’nde birçok görüşmeler yapmış,
bayram günleri tekkenin harem dairesi konağında bayram yemeklerinde Seyyid
Muhtâr Efendi ile biraraya gelmiş ve çeşitli sohbetlerde bulunmuştur.[117] Muhtâr
Efendi’nin vefatından sonra da aynı şekilde oğlu Seyyid Ali Zeynelabidin ile de
dostlukları uzun müddet devam etmiştir. Gölpınarlı, çeşitli illerde görevleri
esnasında annesi Âliye Şöhret Hanım, Seyyid Muhtâr’ın evine gidip gelmiş ve
oğlunun çeşitli istekleri ve ricâlarını Seyyid Ahmed Muhtâr’a iletip, kitap ve
bilgi alışverişi gibi konularda onlara yardımcı olmuştur. [118] Gölpınarlı,
Seyyid Muhtâr’a olan bağlılığını Dîvân’ında da dile getirmiştir. Şiiri
şöyledir:
Bugün ki hem-ser-i hicranım ah Muhtar’ım
Bu ‘iğtirübına nalanım ah Muhtar’ım
Güzide nuhbe-i al-i nebi benî Zehra
Kemal-i şah-ı şehiydanım ah Muhtar’ım
Cemali matla‘-ı hurşîd feyzi akdes-i Hak
Me’ali şafvet-i vicdanım ah Muhtar’ım
Naşıl ben ağlamayım ki zalam içinde gönül
Ne yerde şems-i dırahşanım ah Muhtar’ım
Bileydim ah ‘aceb hangi burcdan doğdun
Ne yüzde tali'-i handanım ah Muhtar’ım
Elimden uçtu o na-yab gevher-i ma‘na
Bu hal-i zarıma giryanım ah Muhtar’ım
Yetimin oldu bu BAKI-yi bmeva rahm et
Cemalin ‘arz ile sultanım ah Mu^tar’ım [119]
Gölpınalı,
Seyyid Muhtâr’ın vefâtına da Farsça bir tarih düşürmüştür: “Seyyid
Abdülkâdir-i Belhîzâde Seyyid Ahmed Muhtâr’ın Târih-i İntikalleri
Efsus
muntakil şod nur-ı kâinat / Hak-i payesi ki kuhl-i uyun-ı mukarrabin
Guftu,
suruş-i gayb-ı huviyyet ki Bakiya / “Muhtâr-ı kutb” sâl-ı vefâteş şeved yakiyn.
Sene 1352
[1933] 23 Cemaziyel evvel [15 Eylül Cuma] Rûz-ı pencşenbe [Perşembegünü] Saat
18
“Ne yazık
ki dostların gözünün sürmesi onun yolunun toprağı olan kainâtın nuru ahirete
intikal etti.
Gayb
aleminin meleği şöyle dedi: Ey Bâkî! “Kutbun Muhtârı” kesinlikle onun vefât
yılı oldu”.[120]
Ayrıca: “Onun
şerefli sedefinin Haşim Efendi’nin yanında gurbete gitmesi cuma günü,
15.09.1933” meâlînde “İğtirab-ı sadef-i şerifeş der nezd-i Seyyid Haşim kuddise
ruz-i cum’a” şeklinde de bir Fârisî tarihi vardır.
“Hamzavîlik
artık gönülde bir neş’e, hafızada bir yad oldu gitti” diyen Gölpınarlı, Seyyid
Muhtâr’ın vefâtından sonra Maraşlı Ahmed Tâhir Efendi’nin sohbetlerinde de
bulunmuştur.[121] Seyyid
Muhtâr’ın hatırasını kardeşi Seyyid Mehmed Habîbullah’da görerek söyle
söylemektedir:
O’nun
necl-i necîb-i vârisi Muhtâr’dan sonra / Cenâb-ı dâderi bir yâd-ı IC iydi oı٠akıwıeMtıte؛n
Habîbullâh
Efendi’nin görürdün vech-i pâkinde / Vasiyy-i Mustafâ’nın nûrunu esrâr-1
kudretten[122]
Gölpınarlı’nın,
Seyyid Muhtâr’ın vefâtından sonraki ilerleyen yıllarda, bazı tasavvufî konulara
ve sûfîlere yaklaşımında görülen tasavvufla da telifi zor olan yaklaşımları
olmasına rağmen, yine de Mevlânâ ve Mevlevîliğe, Abdülkâdir Belhî, Seyyid
Muhtâr ve Melâmîliğe bağlılık ve sevgisi ömrünün sonuna kadar devam etmiştir.
Abdülbâki
Gölpınarlı’nın, telif, tercüme ve şerh olmak üzere basılmış ve basılmamış
toplam 114 kitabı, 400’ü aşkın ilmî makalesi bulunmaktadır.
1.10.3.
Prof. Dr. Hasan Reşâd
Sığındım
1884’te
İstanbul Fatih’de doğmuştur. Doç Dr Sırrı Akıncı’ya; “Şehirliyim, doğum
tarihim 1300, doğum yerim Fatih’tir” demiştir.[123]
Babası miralay
Dr. Selim Bey’dir. İlk tahsilini İstanköy adasında, orta öğrenimini Fatih
Merkez Rüştiyesi ve Vefa İdâdîsi’nde tamamlamıştır. Hasan Reşâd, 1905’te
Kadırga’daki Mekteb-i Tıbbiye-i Mülkiye’den mezun olur ve sonra Emraz-ı Cildiye
ve Efrenciyye (Frengi) bölümünde ihtisasını tamamlar. 1908’de muallim muavini,
1909’da cildiye uzmanı olur. Sınavı kazanan yedi kişi eski adı “fenni
menafi’ül- azâ” (organların yararları bilimi) olan fizyoloji ihtisası için
Almanya’ya gönderilir.[124]
1.10.3.1.
Hasan Reşâd Bey’de
Melâmî Neşve
Hasan Reşâd
Sığındım’ın, bütün bu mesleki ve sosyal hayat serüveninin yanı sıra, mânevî
cephesini incelediğimizde görmekteyiz ki; O, Nakşibendî büyüklerinden Küçük
Hüseyin Efendi’nin (ö.1930) muhiblerindendir. 1930 senesinde Küçük Hüseyin
Efendi’nin vefâtı ile Seyyid Ahmed Muhtâr’a intisâb etmiş ve mânevî tekâmülünü
onun kılavuzluğunda devam ettirmiştir. Seyyid Muhtâr’ın Gavsiye Tercüme ve
Şerhi’ni “İlhâmât-ı Kâdiriyye” ismiyle Farsça ve İngilizce’ye
çevirmiştir. Bu çeviriyi 1938’de Bombay’da Hicaziye matbaasında bastırmış,
kitabın başına bir “arz-ı meram” bir de “mukaddime” yazmıştır.
Hasan Reşâd
Sığındım’ın tasavvuf ilmine vâkıf, hikmet ehli ve dakîk bir usûl erbâbı olduğu,
yazmış olduğu mukaddimeden açıkça görülmektedir.
Hasan Reşâd,
arz-ı merâm kısmında, hakikat ilmine talip olanların her şeyden önce bu ilmin
istinad ettiği;
1)
“Ben gizli bir
hazineydim, bilinmekliğimi sevdim, âlemleri halk ettim”[125]
2)
“Yeryüzünde bir halîfe
yaratacağım”[126]
3)
“Emâneti semâvat ve arza
teklif ettim, yüklenmekten çekindiler”[127]
4)
“İnsanı ahsen-i takvim
üzere halk ettik”[128] gibi
âyet ve hadislerin manâ ve hakikatlerini iyi bilmesi gerektiğini söyledikten
sonra, Şeyh-i ekber Muhyiddîn ibn Arabî’nin Fahreddîn-i Râzî’ye (ö.1210) yazmış
olduğu mektuptan[129],
“Aklın, fikirle ilgili tasarruflarında belirli bir çizgi vardır ki onu
geçemez. Bununla beraber, ilâhî bağışların kabulü husûsunda da husûsî bir
kabiliyete sahiptir. Şu hâlde akıl sahibi bir zat, ilahi cömertlik esintilerine
yönelerek kesb ve nazarın kayıtları ile esir ve bağlı kalmamalıdır. Çünkü böyle
kaldıkça şüpheden kurtulmuş olamaz. Hakkınızda iyi niyet besleyen
kardeşlerinizden bir zât; bir gün sizi ağlarken görmekle, hazır bulunan diğer
zatlar ile beraber sebebini sorduklarında; ‘otuz seneden beri, bir konuda bir
inanca sahiptim. Bugün fikrimde açığa çıkan bir delil ile o inancın gerçek
olmadığını anladım. Bunun da önceki gibi gerçek dışı olabilmesi korkusu ile ağlıyorum’
diye cevap verdiğinizi bana söyledi. İşte bu sizin kendi sözlerinizdir. Akıl ve
fikrin mertebesinde kalanların, sakin ve müsterih olmaları kabil değildir”
sözlerini naklederek hakikat ilmini anlamanın akıl ve fikrin yanında aynı
zamanda
bir kılavuzun
rehberliğinde kalpte işrak eden nurla ancak anlaşılabileceğini söylemektedir. [130]
Hasan Reşâd, İlhâmât-ı
Kâdiriyye’nin mukaddimesinde ise, ilm-i hakikate dair bu gibi kitabları
mutâlaaların neticesinde bazı tenkidler hasıl olabileceğini, ama hemen hükme
varılmaması gerektiğini, çünkü her ilimde olduğu gibi hakikat ilminin de
başlangıcı ve sonu olduğu, her okuyanın irfanı derecesinde idrakinin olacağını
beyan etmektedir. Yine aynı minvalde, her bir müellifin, şairin, eserlerini
inşâ ettikleri vaktin kendi üzerlerinde bir hükmü olduğu ve bu “vakt”
hakikatiyle bağlantılı manâların eserlerine yansıdığını söyleyen Hasan Reşâd,
bu gibi eserlerin müellifin murâdına denk düşebilecek manâya intikâlininde aynı
vakt hâline sahip olmakla mümkün olabileceğini, bunun ise müşkül olduğunu, aynı
üstadtan yetişen talebeler arasında bile aynı eseri anlamakta aralarında
tefavüt olduğu gerçeğini de göz önüne alarak ehliyetsiz tenkitten ziyade
hakikat ilmini anlamaya zemin hazırlamak gerektiğinden bahisle, Seyyid Muhtâr
Efendi’nin mezkur tercüme ve şerhi’nin itinayla mütalaa edilmesini tavsiye
etmektedir.[131]
Dr. Şükrü
Kâmil Tâlimcioğlu 1870 yılında İstanbul'da doğmuştur. Askeri Tıbbiye'den 6 Mart
1890 tarih ve 1264 nolu diploma ile Tabip Yüzbaşı olarak mezun olmuştur.[132]
1.10.4.1.
Şükrü Kâmil Bey’de
Melâmî Neşve
Dr. Şükrü
Kâmil Bey, önemli bir bilim adamı olmasının yanında, Seyyid Muhtâr Efendi’nin
muhib ve müntesibleri arasında bulunan melâmî bir neşveye de sahip derviş
tabiatlı bir insandır. Seyyid Ahmed Muhtâr’ın vefâtından sonra Kemâlî
Efendi’nin de sohbetlerine devam etmiştir. Hatta Kemâlî Efendi, ona atfettiği
manzûm bir mektubunda ondan övgüyle bahsetmektedir:
Tıyne-i
pâkinde tertib eylemiş Hallâk-ı küll / Merhamet, re’fet, haya, iffet, sahâ-yı
bi zevâl,
Sohbet-i
ilm ü marifetle hatib-i bî kıyas / Hikmet-i sırr-ı hazâkatle tabîb-i bî misâl. [133]
Dinî,
tasavvufî görüşlerini yansıtan bazı fikirlerini, oğlu Dr. Reşit’e yazdığı
mektuplarda görmekteyiz. Bu mektuplarda örnek olarak; “Kendini tanıyanların çok
iyi bildiği gibi, İslâmın şartını bir tek bildiğini, onun da haddini bilmek
olduğunu, insanın ruh ve vicdanını ancak yalnızlıkta tenmiye ve tasfiye
edebileceğini, Hakk’ın faal olanları seveceğini, onları saklayacağını, himaye
edeceğini ve mükâfatlandıracağını söyleyen Şükrü Kâmil Bey, itikadının vahdet-i
vücûd itikadı olduğunu söyleyerek; “Her fiilin fâili haktır. Bu mebâdî-i ilm-i
hakikattir. Mebâdî tahsil edilmedikçe ilerisi tabii anlaşılmaz. Evvelâ: Lâilâhe
illâllah ki, bu Lâ fâile illallâh demektir. Her şeyi Haktan bilmek, her şeyi
Haktan başka bir fâile isnad etmemek İslâmiyetin şiâr-ı aslîsidir” demektedir.
Şükrü Kâmil
Bey, Allah’a giden yolların ise esasen iki olduğunu beyan ederek; “Bütün
mevcudatın bir protoplazma ve bir hücreden müteşekkil olduğunu kabul eden
fenle, Allah’ın bütün eşya ve mevcudatta tek bir kuvvet olduğunu kabul edenler
arasında hiçbir fark yoktur. Yalnız gidiş başkadır, yol başkadır. Bunun içindir
ki Allaha giden yol çoktur ve hepsi oraya varır derler. Hakk’a iki yoldan
gidilir. Biri ilim, diğeri amel yolu derler, esası böyle kabul ederler. Hiç
şüphe yok ki ilim yolu, sapıtmamak şartıyla en iyisidir. Fakat maalesef kaale
ve kavele ile uğraşanlar değil, bu yalnız bilmek yoludur. Dünyada mevcut ve her
bir sun’u ilâhi olan ulûmla bezenmek başkadır, bilmek yine başkadır” şeklinde
açıklamalarıyla ilmi ön planda tutmaktadır.
Şükrü Kâmil Bey, mutasavvıf ile dervişin farkını da dile
getirerek; “Her mutasavvıfın derviş olamayacağını, fakat her dervişin okusa da
okumasa da mutasavvıf olduğunu, dervişin kimsenin dinine imanına
karışmayacağını, yalnız zevke hürmet ve riayet edeceğini ve zevksiz hiçbir şey
yapmak caiz olmadığına kani olduğunu, dervişin daima ıtlâka, bağlarını çözmeğe
gideceğini ve kayıtsız yaşayacağını, kayıtsızlığı nereye kadar götürebilirsen
götür, çünkü dervişin Allah’ın hiçbir şeyle mukayyed olmadığını bildiğini”
söyleyerek, sekr hâline yatkın bir dervişlik (melâmet) tavrını övmektedir.[134]
Ömrünün sonuna
kadar Şeyh Murâd Dergâhı’nda yaşayan Seyyid Muhtâr Efendi, 1933 senesinin 13
Eylül’ü 14 Eylül’e bağlayan gecede İstanbul’da vefat etmiştir. Vefatının
öncesinde ihvânı kendiliğinden bir akşam yemeğinde bir araya gelmişler. O
yemekte Seyyid Ahmed Muhtâr Efendi gördüğü bir rüyayı anlatmaya başlamış;
“Âlem-i mânâ’da pederi (Seyyid Abdülkâdir Belhî) gördüm, “Oğlum insanlar
ölmez” dediler. Bu konuşmadan sonra sofrada bulunan ihvanlardan, Abdülbaki
Gölpınarlı’nın annesi, “efendim yoksa bizi bırakıyormusunuz” demişler.
Muhtâr Efendi cevaben, “yok hemşire biraz daha zaman var” diyerek
irtihâllerini ihvanına işaret etmişler. Seyyid Muhtâr Efendi, vasiyeti gereği
Edirnekapı mezarlığında Hamzavî-Melâmî kutbu Seyyid Haşim Efendi’nin yakınına
defnedilmiş. 1968 senesinde, İstanbul Belediyesi’nin yeni Halîç Köprüsü ve
bağlantı yollarının yapılacağı güzergâh üzerindeki mezarlıkların kaldırılacağı
yönündeki ikâz ve tebligatı üzerine Muhtâr Efendi’nin de kabrinin kaldırılması
durumu ortaya çıkınca, oğlu Seyyid Alî Zeynelabidin’in konuyla yakından
ilgilenip, kabrin taşınma işlerinde bizzat bulunmasıyla yine vasiyete riayeten
Seyyid Hâşim Efendi’nin yanına defnedilmiştir. Zirâ burada Seyyid Muhtâr
Efendi’nin kabrinin bulunduğu sofanın bir ucunda Seyyid Haşim Efendi, diğer ucunda ise Seyyid Abdülkâdir Belhî’nin mürşidi
Hamzavî kutbu Seyyid Bekrü’r-Reşâd Efendi
medfundur.[135]
Yenikapı
Mevlevîhânesi son şeyhi Abdulbâki Baykara
Dede onun vefâtına:
“O
halkın övündüğü zat, ansızın dünyadan ahirete gitti de onun ayrılığiyle günlerimiz
gecelere döndü, karardı.
O, peygamberlerin övündüğü Muhammed’in Muhtârı
olduğundan ey Bâkî, “Muhtârü’s-Siyâde / Seyyidliğin
seçilmiş eri” de onun vefâtına tam
tarih oldu” anlamına gelen aşağıdaki kıt’ayı
yazmıştır:
Reft ez dünyâ be ukbâ nâgeh on fahr-i enâm
Tire şod eyyâm-i mâ ez hecr-i vey mânend-i
şam
On ki muhtârest Fahr-i Enbiyâ râ zon sebeb
Keşt
Muhtâru’s Siyâde Bâkîyâ târihi-i tam[136]
44 |
2.1.
Hânedân-ı Seyyidü’l-Beşer
Bu eser, Ehl-i
Beyt İmâmları’nın faziletlerine dair ayetleri, hadisleri, hayatlarını, hikmetli
sözlerini, nasihatlerini içeren 15 bâb 45 fasıl üzere tertib edilmiş yaklaşık
5000 sahifelik bir külliyâttır. Seyyid Muhtâr’ın tek telif eseri budur. Eserin
sonunda ise ilâve olarak Selmân-ı Fârisî, Ebûzer-i Gıffârî, Mâlik bin Eşter,
Ammâr bin Yâsir, Bilâl ve Kamber “radiyallâhu anhum” gibi ashâb ve
bendegânın menâkıb ve tercüme-i halleri vardır. Geniş bir külliyât olan bu eser
Seyyid Muhtâr Efendi’nin yirmi seneye yakın bir çalışmasının neticesidir.
Eserin birinci cildinin birinci kısımının 1327’de Ahmed Sâki Bey Matbaasında
Osmanlıca matbû harflerle basımından sonra diğer cildler basılamamıştır. Bunun
nedeni Muhtâr Efendi’nin ifadesine göre; birinci cild basıldıktan sonra diğer
cildlerin basım işleri üzerinde çalışırken Sinop’a nefy hadisesinin olması, bu
hadiseden kaynaklanan epeyce maddi zarar ve hadisenin manende olumsuz etkisiyle
daha sonra neşri için imkan bulunamamasıdır.[137]
Seyyid Muhtâr, bu eserin telif sebebiyle alakalı olarak, Hz.
Peygamber ve ehl-i beyti’nin hayatlarının öğrenilmesi, güzel ahlaklarının örnek
alınması ancak onlarla ilgili yazılmış eserleri okumakla mümkün olduğunu
söyleyip; “küçük yaşımdan beri îfası arzusunda bulunduğum şu hizmetin vücûda
gelmesinde ihtiyârımın olmamasını unutarak birçok Arabî eseri, Farsça telif
edilmiş kitapları, Türkçe yazılmış eserleri tetkîk ve tetebbua gayret ve
“Hânedân-ı Seyyidü’l Beşer Eimme-i İsnâ Aşer” namıyle mahsul mutâlaamı arza
cür’et ediyorum” demektedir.[138]
2.2.
İlhâmât-ı Kâdirîyye
Tercümesi
İlhâmât-ı
Kâdirîyye Tercümesi adlı eser, Risâle-i Gavsiyye’nin tercüme ve
şerhidir. İçerik olarak çok hikmet ve hakikatleri kendinde toplayan bu tercüme,
Seyyid Muhtâr’ın, Risâle-i Gavsiyye’nin metninden çevirisi ve bazı
şerhlerden istifade ederek kendi fikirleriyle de harmanladığı müntehab bir
tercüme ve şerh mâhiyetindedir. Eserin önemi ise âdetâ Melâmîlerin irfân
anlayışını tamamen yansıtmasıdır. Eserle ilgili olarak Cemâleddin Server
Revnakoğlu[139],
“Şeyhü’l- Ekber’in İlhâmât-ı Rabbâniyye’sinden tercümeler yapmış, içinde
Seyyid Muhtâr Efendi’nin hâşiyeleri, fikirleri vardır” demektedir. Fakat
eserin ismi, Gölpınarlı’nın istinsâh ettiği nüshada “İlhâmât-ı Kâdiriyye
Tercümesi ” olarak geçmekte olup, Hasan Reşâd Bey’de Farsça ve İngilizce’ye
bu isimle çevirip bastırmıştır. Seyyid Muhtâr Efendi’nin kendi el yazısıyla
kaydettiği defterinde ise eserin ismi sadece “Risâle-i Gavsiyye Tercümesi”
olarak kullanılmıştır. Kanaatimizce Gölpınarlı, Muhtâr Efendi’nin tarifi üzere
eseri “İlhâmât-ı Kâdirîyye Tercümesi” ismiyle istinsah etmiştir. Ayrıca
eserle ilgili olarak Revnakoğlu’nun anlatımlarında geçen “İlhâmât-ı
Rabbânîyye” ismi de bir şekilde kullanılmış olacak ki, “İlhâmât-ı
Rabbânîyye” adında bir eser, yanlışlıkla babası Seyyid Abdülkâdir Belhî’ye
nisbet edilmiştir. Araştırmalarımıza göre Abdülkâdir Belhî’ye ait böyle bir
esere rastlanmamıştır.
Seyyid Muhtâr Efendi,
eserin tercüme ve şerhiyle ilgili olarak, Abdülbâkî Gölpınarlı’ya yazdığı bir
mektupta şöyle söylemektedir: “Geçen Kurban Bayramı’nın birinci günü
ale’s-sabah kalkmış, şöylece kendi kendime oturmuştum. Nasıl oldu bilmem,
gözüme Cenâb-ı Gavsü’l-Âzam’ın Risâle-i Gavsiyye’si ilişti. Aldım bir miktar
okudum. Okudukça zevkim arttı. Bu zevk ve neş’e hakire, tercüme etmek arzusunu
uyandırdı. Aczimdeki kemâli unutturdu. Küçük bir deftere yazmaya başladım”. [140]
Seyyid Muhtâr,
eserin yazılmasına teşvik olduğunu söylediği parçayı adı geçen mektuba
yazmıştır:
“Mahabbet;
muhib ile mahbûb arasında perdedir. Muhib, mahbûbta fani olduğu zaman, yani bu
perde aradan kalktığı zaman mahbûbuna vasıl olur.”[141]
Seyyid Muhtâr
Efendi, vefatından az bir zaman önce İlhâmât-ı Kâdirîyye
Tercümesi’ni
yi tamamlamak için çok uzun saatler ve geceler boyu çalışmış, 5 Nisan 1933
tarihinde eseri tamamlamıştır.[142]
Seyyid Muhtâr,
bazı araştırmacıların üzerinde durduğu; eserin Abdülkâdir Geylânî’ye mi,
Muhyiddîn İbn Arabî’ye mi ait olduğu konusuna değinmemiştir.
Risâle-i
Gavsiyye Tercümesi’nin üç farklı yazma nüshası vardır. Biri müellif Seyyid
Muhtâr’ın kendi hattıyla yazdığı orijinal nüsha, diğeri Abdulbâki
Gölpınarlı’nın istinsah ettiği nüsha, bir diğeri de Osmân Ergin’in Gölpınarlı
nüshasından istinsah ettiği nüshadır. Eser, Muhtâr Efendi’nin muhiblerinden
Prof. Dr. Hasan Reşâd Sığındım tarafından Farsça’ya çevrilmiş, kısa bir sunuş
yazısıyla birlikte Bombay’da 1356/1938 de Hicâziyye matbaasında basılmıştır.
Yine Hasan Reşâd Bey tarafından İngilizceye çevrilerek metinleri Arapça olmak
üzere 1357/1938 senesinde Bombay’da basılmıştır.
Abdülbaki
Gölpınarlı’ya ait nüsha, müstensihin kaydına sadık kalınarak “İlhâmât-ı
Kâdiriyye” ismiyle daha önce tarafımızdan neşredilmiştir.[143] Hazırladığımız
tez çalışmamızda ise müellifin kendi el yazısı olan orijinal nüsha esas
alınmıştır.
Seyyid Muhtâr,
bu tercüme ve şerhi hazırlarken Velî Şâh el-Kâdirî’nin[144]
Farsça “Şerh-i
Risâle-i Gavsiyye”[145] nüshasını
esas almış, şerh ederken de bu eserdeki fikirlere mutabık kalmıştır.
2.3.
Kasîde-i Hamriyye-i
Kâdirîyye Tercümesi
Seyyid
Abdülkâdir Geylani’nin en önemli ve sırlı kasîdesi denilen “Hamriyye
Kasîdesi” halk arasında Gavsiyye Kasîdesi olarak da bilinmektedir.
Buradaki “gavsiyye” ifadesi, Muhyiddin İbn Arabî’ye de nisbet edilen Gavsiyye
Risalesi’nin de bazı araştırmacılar tarafından Geylâni’ye ait olduğu
kanaatini pekiştirmiştir.
Kâdirî
mensubları bu kasîdenin okunmasını daha çok havasa uygun görmüşlerdir. Hatta
her bir beytinin kendine has bir özelliği olduğu söylenmişlerdir. Bu eserin
Osmân Ergin’nin istinsah ettiği nüshası tarafımızdan daha önce “İlhâmât-ı
Kâdiriyye” içerisinde neşredilmiştir.[146] Tez
çalışmamızda ise müellife ait el yazısı orijinal nüsha esas alınmıştır.
Seyyid Muhtâr
Efendi’nin ayrıca, aklın tanımı, mertebesi, şerefi, mahiyeti, ilimle irtibatı,
dinle bağlantısı, seyr ü süluk’taki yeri ile alakalı kendi el yazısıyla mahfuz
defterinde[147] Seyyid
Ahmed er-Rifâî’nin (ö.1182) Hikemiyyâtı’ndan Seyyid Muhammed
Ebu’l-Hüdâ’nın (ö.1909) toplayıp 1885’de Beyrut’da neşrettiği “Kalâidü’z-Zeberced”
adlı Arapça şerhinden faydalanarak hazırladığı, konuyla ilgili daha geniş bir
çalışmanın ön hazırlığı gibi kendini hissettiren dokuz sayfalık kısa fakat
içerik olarak önemli bir makâlesi vardır. Bu çalışmayı önemli kılan taraf ise,
Seyyid Muhtâr’ın Hamzavî-Melâmî gelenekte Abdülkâdir Belhî’nin eserlerinde
zımnen ifâde ettiği akıl mefhumunun önemini bu derecede ön planda tutan
Hamzavî- Melâmî mensubu olmasıdır.
Muhtâr Efendi,
bu çalışmasının merkezine felsefî tabirle aklın ontolojik, epistemolojik ve
teolojik konumuyla ilgili olan ayet ve hadislerin yanında, Hazret-i Alî, İmâm-ı
Şâfiî (ö.820), Sa’deddîn-i Natenzî (ö.?), Sâdi-i Şirâzî (ö.1292), Mevlânâ
Celâleddîn-i Rûmî gibi âriflerin sözlerini esas almıştır. Bizde çalışmamızda
Seyyid Muhtâr’ın akla yaklaşımını, izlediği bu yöntem üzere ele alıp değerlendirdik.
Seyyid Ahmed
Muhtâr, eserlerinde tercüme yöntemi olarak metnin aslını önce kullanıp altına
tercümesini yapmayı tercih etmiştir. Aynı şekilde eğer metinle ilgili şerh ve
izah yapacaksa, tercümesinin altına da şerhini eklemiştir.
Tercümelerinde
edebi bir dil kullanarak anlam tercümesi yapmış, şerhlerinde ve başka şehlerden
tercümelerinde ise, ihtiyaç hissettiği yerlerde metne ait kelimelerin lügat ve
ıstılah manalarını verdikten sonra mutabık olduğu görüşleri bazı tasavvufî
ıstılahlarla uyumlu hale getirip, naklettiği görüşleri kendi uslubunca yeniden
ifade etmiştir. Şerh ve izahları içerisinde, ayet, hadis ve ariflerin
sözlerinden metin içi referanslar vermiştir. Ayrıca referansların orijinal
dilindeki metinlerini de kullanmıştır. Seyyid Muhtâr’ın eserlerinde dikkat
çeken özellik, fazla yorumdan ziyade konu üzerinde faklı eserlerden yaptığı
tercülemeler arasında bağlantı kurarak gerekli gördüğü yerlerde izahlar
yapmasıdır.
Seyyid Muhtâr
Efendi’nin eserlerini genel olarak taradığımızda dakik bir ilmi yöntemin hâkim
olduğunu görmekteyiz. Matbu olarak basılmış olan “Hânedân-ı Seyyidü’l-Beşer”
isimli eseri, bu ilmî seviyenin en güzel örneklerindendir.
Eserlerini
ilmî bir hâkimiyetle hazırlarken aynı zamanda edebî vukûfiyetini de cümleler
arasında kullanmıştır. Özellikle Fars Edebiyâtına olan vukûfiyeti,
tercümelerinde açıkça görülmektedir.
50 |
SEYYİD AHMED MUHTÂR BELHÎ’NİN TASAVVUFÎ
GÖRÜŞLERİ
Murâd Buhârî
Dergâhı, 17. asrın ortalarında Şeyhülislâm Minkârîzâde Yahyâ Efendi
(ö.1678)’nin damadı Anadolu kazaskeri Kangırılı (Çankırılı) Mustafâ Efendi
(ö.1679) tarafından dârü’l-hadîs (hadis öğrenimi için kurulan medrese) olarak
inşâ edilmiştir. Aynı müessese daha sonra 1715 yılında bâni Mustafâ Efendi’nin
oğlu Şeyhülislâm Dâmâdzâde Ebü’l-Hayr Ahmed Efendi (ö.1742) tarafından Muhammed
Murâd Buhârî (ö.1720) adına tekkeye dönüştürülmüş ve Nakşbendiyye tarîkatı
müntesiplerine tahsis edilmiştir.[148] Aynı
zamanda bir külliye olan dergâh, mescid, semahâne, türbe, medrese ile yıkılan
selamlık ve harem binalarından meydana gelmektedir.[149]
Murâd Buhârî
Dergâhı’nın Seyyid Muhtâr Efendi’ye kadar olan postnişinleri şöyledir;
Şeyh Muhammed Murâd Buhârî (ö.1720)
Kilisli Alî
Efendi (ö.1734)
Sırrî Alî
Efendi (ö.1755)
Gelibolulu
Şeyh Mustafâ Efendi (ö.1762)
Hacı Hâfız Mehmed Efendi (ö.1784)
El-Hâc Mehmed Efendi (ö.1793)
Hasan Efendi (ö.?)
Mehmed Efendi (ö.?)
Çanakkaleli
Hüseyin Efendi (ö.1820)
Mehmed Es‘ad
Efendi (ö.1844)
Hâfız
Feyzullâh Efendi (ö.1867)
Seyyid
Süleyman Belhî (ö.1877)
Seyyid
Abdülkâdir Belhî (ö.1923)
1640 yılında
Semerkand’da dünyaya gelen Muhammed Murâd Buhârî, Semerkand nakîbü’l-eşrafı
Seyyid Ali’nin oğludur. Yirmi üç yaşında Hindistan’da, İmâm-ı Rabbânî Ahmed
Fârûkî Sirhindî’nin (ö.1624) oğlu Muhammed Ma‘sûm (ö.1668) ile tanışmış ve ona
intisap edip, Nakşbendî ve Kâdirî hilafeti almıştır.[150]
Birçok yerlere seyahat eden Murad Buhârî, İstanbul’a gelmiş ve
Eyüp Nnişancası’nda bir konakta ikamet etmiştir. Daha sonra Şam’a geçmiş,
Anadolu’ya tekrar dönüşünde Bursa’da bulunmuş, bir süre geçtikten yine
İstanbul’a gelmiş ve Şeyh Murad Tekkesi’ne yerleşmiştir.[151] Seyyid
Muhtâr onun Hamzavîliği ve vefatı tarihi ile ilgili olarak, “1132 tarihinde
vefat eden Hazret-i Şeyh Murad-ı Buhârî; Şeyhülislam Seyyid Ali Efendi’den
ahz-ı feyz etmişdir. Vefatında kendi nâmına izafetle yadolunan dergâhın
(evvelce dershane olan)mahall-i mahsusuna defnedilmiştir.”[152]
1.2.
Belhî Âilesi ve Murâd Buhar
Dergâhı
Mesnevîhân
Feyzullah Efendi’nin vefa ile boşalan tekkenin meşihatına Seyyid Muhtâr’ın
dedesi Seyyid Süleyman Belhî tayin edilmiştir. Seyyid Süleyman Belhî,
İstanbul’da altı yıl ikametinden sonra hacc niyetiyle devletten izin ister.
izin verilir ve Medine-i Münevvere’deki kabile reisleri, ikamet etmeleri için
bir ev, aylık maaş, yol masrafları tahsis ederler. Tam bu hazırlıklar yapıldığı
sırada, Meclis-i Meşayih reisi Feyzullah Efendi vefat eder. Meclisin yeni reisi
Osman Selahaddin
Mevlevî ve on
iki üyesi, Şeyh Murâd Dergâh’ını Süleyman Beİhî’ye tevcih eder ve durumu arz
için ziyaretine giderler. Yanına geldiklerinde Süleyman Belhî, “Ben
n tekke
istemedim vekesinlikle kaibul etmiyorum. Ben dost talibiyim, post talibi؛؛İt7:d؛؟
değilim”
der. Bununüzerlne,“ Hazret-i siyâdet-penâ.h’ın söylediği doğ^'^ıd^ır’, Ick biz
sizi 1 1 s؛a؛؛crn
kemal güneşinizle ay?drnlanmal,, cevher dolu ir cn denizinizden
de bize lüt
ediniz, riyazim 1 k ul buyurunuz. Bu؛؛l؛€؛s؛€eyizlenmek istiyoruz. Bu m
dervişlerin
hatırı için bizi şad ediniz” diyerek ısrar ederler. Gönlü yumuşayan Seyyid,
Kur’an getirmelerini ister ve “tefeül edeyim, eğer Hakk izin verirse O’nun ؛؛mi'irıe
uyacağım. Eğer izin vermezse, y?ine emrine tabi olurum. Sizler de diyanet ehli
olduğ;unu7:a ge, JHaz:T'€؛t-ıi
Hakk’m kelamına itaat etmelisiniz” der ve onlar da, kabul ederler. Oğlu
Burhâneddin Efendi, Kur’an-ı Kerim’i getirir ve Seyyid Süleyman öperek bir
sayfa açar. Yûnus Suresinin “ Onlar için ahsenü ’--hüsna ve ziyadesi vardır.”
(Yunus, 10/26) ayeti çıkar. Orada bulunanların hepsi gayet memnun olarak, “Ey
Hazret-i Kamil, g;c>nlüımüi7:üın «أأ6أ€٠سأ şimdi hâsıl oldu.” derler. Bunu üzerine
Süleyman Belhî,, “Meveddetle yıoğrulmuş bu garibin alınyazs boyleymiş. B؛unda
bıyıükbir hayır olduğunuumuyoruz.” der[153]
Süleyman
Belhî, bu tekkede yaklaşık on sene şeyhlik yapmış, ulemadan birçok kimseye
hadis ve tefsir okutmuş, diğer vakitlerini ise araştırmalarına ve kitap
telifine ayırmıştır.
Seyyid
Süleyman Belhî’nin vefâtı üzerine otuz dokuz yaşındaki oğlu Abdülkâdir Belhî,
meclis-i meşayihin tevcihi ile Şeyh Murâd Tekkesi şeyhliğine geçmiş ve
irtihâline kadar kırk altı sene postnişînlik vazifesini yerine getirmiştir.
Nakşibendîliğe
bağlı olan tekke, Seyyid Abdülkâdir Belhî’nin aynı zamanda Hamzavîliğe mensup
olmasından dolayı onun zamanında söz konusu meşrebin temsil edildiği bir merkez
olmuştur. Ayrıca tekkenin, Abdülkâdir Belhî ile olan yakınlıklarından ötürü son
dönem Mevlevîlerinin[154] uğrağı
haline geldiği ve hemen her hafta zikir halkasının ortasında semâzenlerin semâ
ettiği bilinmektedir. Tekke bunun yanında, Murâd Buhar ile Abdülkâdir Belhî’nin
Orta Asya kökenli olmalarından dolayı bu bölgeden İstanbul’a gelenlerin ziyaret
ettiği, barındığı bir mânevî tesis vazifesi de görmüştür.[155]
1923 senesinde
Seyyid Abdülkâdir Belhî’nin vefatı ile birlikte yerine oğlu Seyyid Ahmed Muhtar
Efendi, Dergâh’ın postnişîni olur ve tekke ve zaviyelerin kaldırılması yılına
kadar bu vazifeye resmen devam eder. Daha sonraki yıllarda ise irtihaline kadar
Dergâhta yaşamış, ilmî çalışmaları ve sohbetlerine devam etmiştir.
Murâd Buharı
Dergâh’ında Cumâ geceleri zikir meclislerinin oluştuğu, hatmi hacegan
yapıldığı, Muharrem ayının onuncu gününde aşure pişirilip dağıtıldığı Dergâh’a
Nakşî, Mevlevî, Bektaşîler başta olmak üzere hemen her tarikten, her mezheb ve
meşrepten insanların ziyarete geldiği nakledilmektedir.[156]
Murâd Buharı
Dergâhı, her gün en az 8-10 kişinin geldiği, dilencinin ve müsteşarın aynı
sofraya oturduğu, herkesin eşit muamele gördüğü bir tekkedir. Aç gelenin
doyurulduğu, zengin fakir diye ayırım yapmadan insan olarak her geleni
ağırlamaya çalışan bir dergâh düzeni vardır. Bu çerçevede bir Kurban
Bayramı’nda üçyüzü aşkın ihvanın geldiği aile büyükleri tarafından
anlatılmıştır. Bu dergâh’da en önemli değerin de kalp kırmamak hususunda çok
hassasiyet gösterilmesi olduğu söylenmektedir. Ayrıca Dergâh içerisinde Kimya
gibi pozitif ilimlere ait deneysel çalışmaların yapıldığı, tekke ile harem
dairesi arasında löklanşe pilleri ile çalışan telefon hattının kurulduğu,
ülkemize gelen ilk üç bisikletten birinin dergah’a alınmış olduğu gibi bilgiler
de nakledilmektedir.[157]
Dergâh’ın
evinin fiziki durumu ise; Cümle kapısından girilen yerde, Malta taşından oluşan
taşlık bölümü ve daha sonra tahta zeminli bir sofa vardır. Taşlık ve sofaya
açılan sol tarafta bir oda ve merdiven ile merdiven altında odunluk vardır. Sağ
tarafta ise, bir oda ve tuvalet vardır. Cümle kapısının tam karşısında büyük
bir misafir odası mevcuttur. Daha önceleri bu büyük oda yemek odası olarak
kullanılmış, Muhtâr Efendi bu odada misafirlerini kabul etmiştir. Orta kat
zemini ahşap olup, uzun bir sofanın etrafında sol tarafta Seyyid Abdülkâdir
Belhî’nin yattığı oda ve bu oda ile bağlantılı küçük bir sandık odası vardır.
Sağ tarafta ise merdiven ile yan yana iki oda bulunur. En üst katta sol tarafta
tuvalet ile Muhtâr Efendi’nin odası ve bu odanın yanında Muhtar Efendi’nin
odasıyla bağlantılı bir oda mevcuttur. Nişancı Mustafa Paşa caddesine bakan
evin en büyük baş odası vardır. Bu oda çok daha eski zamanlarda kabul odası
olarak kullanılırmış. Sağ tarafta ise yanyana iki oda mevcuttur. Muhtar Efendi
1899 senesinde evleneceği zaman ev, büyük bir tamirden geçmiştir.[158]
Dergâh’ın
kuruluşundan Seyyid Muhtâr’ın zamanına kadar oluşmuş olan önemli bir kütüphane
ve ayrıca Muhtâr Efendi’ye ait kitapların çoğu Tekke ve Zaviyelerin
kapatılmasından sonra nakledilmiş, kitapların bulunduğu Semahane de
mühürlenmiştir.15[159]
1.3.
Belhî Âilesi’nin
Mevlevîlerle Münâsebetleri
12O7’de
Afganistan’ın Belh şehrinde doğan, Kübrevî tarîkatına bağlı olan babası
Bahaüddin Veled (Ö.1231) ile birlikte I228’de Anadolu’ya gelen ve Konya’ya
yerleşen Celaleddin-i Rûmî’nin, Seyyid Burhaneddin Muhakkik Tirmizi’ye (Ö.1241)
bağlanarak geçtiği tasavvuf eğitiminden sonra karşılaştığı Şems-i Tebrizî’nin
onda meydana getirdiği büyük vecd sonucunda tasavvuf tarihinin zirve şahsiyeti
haline gelmiştir. Kendinden sonra ise adım adım teşekkül eden ekole de
Mevlevîlik denmiştir.[160] “Mevlevîlik
ne demektir?” sorusuna Midhat Bahar Beytur; “Mevlevî, Mevla me؛n؟>up dernektir. İlâhî lise, Tc dc dernektir” dedikten sonra Mevlevî
ve Mevlevîliğin özünü ifade eden bir kıt’a ile şöyle tanımlamıştır;
Bî-vâsıta
e 1 r şems’den
Gr yâ ki
ber de Mev’lev’î’dr.
Bir cezbe
eder cihâı tedir
Ejlkdcıyer
deMevlevîdrr. [161]
Seyyid Muhtâr
Efendi’nin, babası ve dedesinden kendine intikal eden Mevlevî irfânını hem
eserlerinde hemde hayata, insana ve aşka bakışında açıkça görebilmekteyiz.
Seyyid
Muhtâr’ın dedesi ve babasının İstanbul’a gelmeden önce Konya’da kaldıkları dört
yıla yakın süre içerisinde, makam çelebisi Said Hemdem Çelebi (ö. 1859) ile
yakın dostlukları olmuş, Şemseddin-i Tebrizî Türbedârı Ahmed Dede, Süleyman
Belhî’ye Mevlevî hilâfeti vermiştir. Aynı şekilde Abdülkâdir Belhî’nin de
İstanbul’da devam edecek olan Mevlevîlerle olan münasebetleri, mektuplaşmaları[162] ve
eserlerinde, Mesnevî’yi esas tutması, bir kısmında onu tanzîr etmiş olması, yer
yer Mesnevî’den beyitler alıp ve Mevlâna’ya büyük bir hürmet göstermiş
olmasının dergâh içerisindeki yansımaları ve oğlu Seyyid Muhtâr’ın Mevlevî
irfanının kaynağını teşkil etmiştir.[163] Abdülkâdir
Belhî zamanında makam çelebisi Abdülhalim Çelebi (ölm.1925), Yenikapı
Mevlevîhanesi postnişinlerinden Mehmed Celâleddin Dede (ölm.1908), Galata
Mevlevîhânesi postnişîni Ahmed Celâleddin Dede (ö.1946), Bahâriye Mevlevîhanesi
postnişini Hüseyin Fahreddin Dede (ö.1911), melâmetde kutup olarak tanıdıkları
Belhî’nin müntesibi olmuşlardır.[164]
Hüseyin Vassâf, Abdülkâdir Belhî’nin Mesnevî-i Mânevî’nin te’viline
vukûfiyeti hakkında; Mesnevî-i Şerif’in anlaşılması güç beyitlerinden “Lafz-ı
cebrem aşkrâ bî sabr kerd / Her ki âşık nist habs-i cebr kerd”[165] beytinin
te’vilinde şârihlerin âciz kaldıklarını, Hazmi Efendi’nin bu beyit hakkında
Galata Mevlevîhânesi şeyhi Ahmed Celâleddin Dede’ye mektupla müracaata karar
verdiğini fakat bir şekilde muvaffak olamadığından Maraşlı Ahmed Tâhir Efendi
ile birlikte Şeyh Abdülkâdir’in huzurunda iken, onun birden bu beyt’den bahis
açıp her şârihin fevkinde bir manâ verdiğini ve “Hz. Mevlânâ’nın bu beyitten
maksudu bu ma’nâdır dediğini” nakletmektedir. [166]
Seyyid Muhtâr,
dedesi ve babası yoluyla çok âşina olduğu Mevlevî irfanını canlı tutarak Murad
Buhârî Tekkesi’nde devamını sağlamış, dergâh’ta yapılan Mevlevî ayinlerine
öncülük etmiş, çok önemli gördüğü bu ayinlerin mâhiyeti üzerinde de önemle
durmuştur.[167] Mevlevî
çevresiyle irtibatı noktasında özellikle Yenikapı Mevlevîhânesi son postnişîni
Abdülbâkî Baykara’nın muhabbet ve bağlılığını celb etmiştir. Bu doğrultuda
Baykara, şiirlerinin oluştuğu Enfâs-ı Bâkî’ deki son tarih düşürme
manzumesini Seyyid Ahmed Muhtâr için kaleme almıştır. [168]
“Pîr-i
Dest-gîr-i Nazîr Hazret-i Mevlânâ” şeklinde hitâb ettiği Celâleddîn-i
Rûmî’nin Mesnevî-i Mânevî’sini birçok konu da referans alan Muhtâr
Efendi, özellikle önemsediği fakr konusunda Mevlânâ’nın, “Çîst dünya ez hûda
gafil buden / Nî kumaş u nukre vü ferzend ü zen” beyitlerinin fakr-ı
mânevî’yi anlattığına işaret ederek;
“Madem ki bu geçici dünyada
bulunuyoruz. Elbette yemek, içmek hayatımızı devam ettirebilmemiz için
elzemdir. Vücûdumuz bu yemeye ve içmeye muhtaçtır. O halde en nefis yiyecekleri
yiyelim, güzel içecekleri içelim, elbiselerin en temizlerini, en zariflerini
sırtımıza geçirelim. En kibar en nezih meclislerde bulunalım. En terbiyeli, en
nazik kimselerle muhabbetler edelim. Bağlarda bahçelerde safa sürelim,
köşklerde saraylarda oturalım. Arabalar, otomobillerle, yataklı vagon ve
tayyarelerle seyahatler edelim. Kasalar dolusu paramız olsun. Eşimiz, dostumuz,
çoluğumuz çocuğumuzun neş’eleriyle zevkleriyle mutlu olalım. Bunların hiç
birisi dünya değildir. Dünya ancak Hakk’tan gafletdir. Bu kadar hesapsız
nimetlerin, ihsanların sahib-i hakikisinin Hazret-i Hakk olduğunun
bilinmemesidir.[169]
şeklinde şerh etmiştir.
Yine akıl ile
ilgili görüşlerini açıklarken aşkın zirvesine çıkmış olarak anlattığı
Mevlânâ’dan örnek vererek, onun en önce âkillerin efendisi olduğunu ve bu zemin
üzerinde yükselerek tam bir âşıklık makamına çıktığını söylemektedir.[170]
Seyyid
Muhtâr’ın elimize ulaşan bir Mevlevî hilâfetnâmesi olmadığı halde, Mevlânâ’ya
olan derin muhabbet ve bağlığından ve zamanın önemli Mevlevî büyükleri ile olan
yakın münasebetlerinden dolayı dedesi ve babası gibi hulefâ-i Mevlevîyye’den
sayılmıştır.[171]
2.
SEYYİD AHMED
MUHTÂR BELHÎ VE NAKŞBENDÎLİK
Selmân-ı
Fârisî ile zemini oluşan, Bâyezid-i Bistâmî yoluyla Tayfurî ekol olarak
belirginleşen, Horasan bölgesi ve Orta Asya’da Türkçe ve Farsça konuşan Türkler
arasında yayılmış ve Hâce Yûsuf-i Hemedânî’nin halifelerinden Abdülhâlık
Gücdevânî (ö.1179) yoluyla devam etmiş olan Hâcegân tasavvuf ekolü, Muhammed
Bahâüddîn’den (ö.1338) sonra Nakşbendî ismiyle anılmış ve ilerleyen asırlarda
diğer bölgelere de yayılması sonucunda Kâdirîlikten sonra en fazla mensûbu olan
tarikat haline gelmiştir.[172]
Bahâüddin
Nakşbend’den sonra Ubeydullâh Ahrâr (ö.1490) zamanında, Orta Asya’nın en yaygın
tarikatı haline gelen Nakşbendiyye, Ahrâr’ın halifesi Simavlı Abdullah-ı İlâhî
vasıtasıyla “Nakşbendiyye-i Ahrâriyye” olarak Anadolu’ya gelmiş ve
Anadolu, Orta Asya’dan sonra Nakşbendîliğin ikinci büyük merkezi olmuş, daha
sonra Muhammed Murâd Buhârî ile Nakşbendîyye-i Müceddidîyye” olarak
Anadolu ve İstanbul’da köklü bir yapıya dönüşmüştür.[173]
Nakşbendiyye,
üçüncü olarak da İstanbul’a II. Mahmud’un (Ö.1836) kızı Âdile Sultân’ın
(ö.1899)[174] bağlı
olduğu Bâlâ Tekkesi şeyhi Şumnulu Ali Efendi’nin
(Ö.1877) şeyhi
Muhammed Can Bâkûrî (ö.1850) yoluyla “ Nakşbendîyye-i Dihlevîyye ”
olarak gelmiştir.[175]
Nakşbendîyye-i
Dihlevîyye’nin pîri, 1743 yılında Pencap’ta doğan, rüyasında Hz. Ali’nin
doğacak çocuğuna kendi adını koymasını istediğinden babası tarafından Ali ismi
verilen ve bundan dolayı “Gulâm-ı Ali” olarak anılan, fakat daha sonra
rüyasında Hz. Peygamber’in ona “Abdullah” diye hitap etmesi üzerine ikinci isim
olarak “Abdullah” adını kullanan “Gulâm-ı Ali” Şâh Abdullâh-ı Dihlevî’dir.[176]
1824’te
Delhî’deki zâviyesinde vefat eden Dihlevî’den sonra tarikatın bir kolu,
halifesi Hâlid-i Bağdâdî (ö.1827) tarafından “Hâlidîyye” olarak, Dihlevîyye ise
diğer halifeleri yoluyla devam etmiştir. Nakşbendiyye-i Dihlevîyye’nin,
Muhammed Can Bâkûrî’den sonra ikinci olarak İstanbul’a gelişi, Abdullah
Dihlevî’nin halifelerinden Mevlevî Beşâretullah Sâhib’den (ö.1838) hilâfet alan
Seyyid Muhammed Mirzâ’nın hilafet verdiği kardeşi Seyyid Süleyman Belhî yoluyla
olmuştur.
Nakşbendîlik,
tarihi süreci içerisinde kollara ayrılmış, siyasal, sosyal, bölgesel şartlara
göre farklı görünümler sergilemiş olsa da tarikatın asıl ve orijin yapısını
Hâcegân döneminde belirlenen ana ilkeler oluşturmuştur.
Nakşbendîliğin
bu ana ilkelerine baktığımızda esaslar olarak, Hâce Yûsuf-i Hemedânî’nin dört
ilkesi olan; riyâzet, helal lokma, mücahede ve zikir, Abdülhâlık Gücdevânî’nin
sekiz ilkesi; hûş der-dem (her nefeste huzurda olmak), nazar ber- kadem
(dikkatin başka bir yöne sapmaması), sefer der-vatan (kendi içine yolculuk),
halvet der-encümen (kalabalık içinde tekbaşına olmak), yâdkerd (zikri kalbe
indirmek ), bâzgeşt (hakk olan asıl hedefe kilitlenme), nigâhdâşt (zikir ve
nefesin farkında olmak), yâddâşt (huzuru hissetmeyi kalbte alışkanlık haline
getirmek) ve Şâh-ı Nakşbend’in üç ilkesi; vukûf-i zamânî (vakt tecellisini
gözlemek), vukûf-i adedî (sülûkun ilk devresinde zikirde konsantrasyon için
sayıya riayet), vukûf-i kalbî (murakabe yoluyla kalbe hakimiyet) olmak üzere
yerleşmiştir. Gücdevânî ve
Nakşbend’in
ilkeleri, Yûsuf-i Hemedanî tarafından belirlenen ana esasların açılımı
mahiyetindedir. Bunların dışında Bahâüddîn Nakşbend, kendi yolunu daha
toplayıcı bir tanımla; “Gerçi, namaz, oruç, riyâzet ve mücâhede Hazret-i
Ahadiyyet Tekaddes ve Teâla Hazretlerine erişme yoludur, ama benim indimde
“nefy-i vücûd” yolların en kısasıdır” şeklinde ifade etmektedir.[177]
Müstakimzâde
Süleyman Sa’deddîn (ö.1788),
Bahâüddîn Nakşbend’in çok önemli gördüğü halktan ayrılmadan Hakk ile halvet
etme anlamında “halvet der- encümen” halini temin edebilmek için
Nakşbendîlik’de “çille-i havâtır” denilen bir uygulamanın da olduğundan
bahsetmektedir. Melâmîlikteki “gönül bekleme” süresindeki tahliyye-i derûn’un
bir benzeri olan çille-i havâtır; hiçbir havâtır’ın bâtınî nisbete perde ve
manî olmaması hâlini yaklamak için yapılan ve kırk gün süren, havâtırı kalbe
yerleşmeden nefyetme kaabiliyeti kazanmaya denmektedir. Müstakimzâde, anlattığı
bu çilleye örnek olarak ise Hâce Evliyâ-ı Kebîr’in (ö.?) kırk gün çektiği
çille-i havâtır’ını örnek göstermektedir.[178]
Seyyid
Muhtâr’ın kendisi, dedesi ve babasının yıllarca postnişînliğini yaptığı
Nakşbendîlik, Belhî ailesi hakkındaki araştırmalarını bu noktada eksik
bıraktığını düşündüğümüz Gölpınarlı ve sonraki diğer araştırmacılar tarafından
yeteri kadar incelenmemiştir. İncelenmesi gereken konular arasında ilki, Seyyid
Muhtâr Efendi’nin Hz. Peygamber’e bağlanan neslinin Medine’den Özkend’e gelişi
ve Seyyid Burhâneddin Kılıç’ın Hâcegân tasavvuf ekolünün kurucusu Yûsuf-i
Hemedânî ile olan yakın münasebetleri ve devam eden nesli vasıtasıyla Belhî
ailesine kadar intikal eden bu Hâcegân kültürü. İkincisi, Muhtâr Efendi’nin dedesi
Süleyman Belhî zamanında Murâd Buhârî Dergâhı’nın Nakşbendîlik adına kazanmış
olduğu yeni vizyonu. Bir diğeri ise, Abdülkâdir Belhî zamanında Nakşbendîliğin
Melâmîlikle nasıl bir uyum içerisinde fonksiyonelliğini sürdürdüğüdür.
Süleyman
Belhî, neslinden intikal etmiş olan Hâcegân kültürü içerisinde yetişmiş bir
kişi olarak ağabeyi Muhammed Mirzâ’dan aldığı icâzetle birlikte Nakşbendîliği
hilâfet düzeyinde de temsil etmiştir. İstanbul’a yerleşmeden önce ise makam
çelebisi Said Hemdem Çelebi’nin zamanında Konya’da Şems-i Tebriz-i Türbedâr-ı
Ahmed Dede’nin vermiş olduğu Mevlevî hilâfeti ile birlikte İstanbul’a
geldiğinde Murad Buhârî Dergâhı, Nakşbendî ve Mevlevî tasavvuf ekollerinin bir
arada temsil edildiği bir vizyon kazanmıştır. Seyyid Abdülkâdir Belhî zamanında
ise, o, babasından aldığı Nakşbendî hilâfeti üzere postnişinlik vazifesini
Melâmîlik merkezinde birleştirerek yürütmüş, hatta diğer tarikatların
mensublarını da bu tavır üzere kendisine celb etmiştir.
Ca’fer-i
Sâdık’a ait Hatm-i Kibriyâ-i Ca’feriyye’ye[179] [180] dayanan,
Bâyezîd-i Bistâmî, Ebu’l-Hasan Harkânî, Yûsuf-i Hemedânî tarafından uygulanan
ve Abdülhâlık Gücdevânî’nin bu hatm’den yola çıkarak yeniden tertib ettiği Hatm-i
Hâcegân
,180
Murâd Buhârî Dergâhı’nda Cuma günleri icra edilmiştir.
Muhammed
Pârsâ’nın; “Melâmîyyenin hâlleri, Hâcegânîyye’nin hâllerini anlamaya
yardımcıdır”[181] sözünü
Seyyid Abdülkâdir Belhî, kır altı yıl postnişînliği süresinde iki ekolü
mezcederek bu anlayışı uygulama alanına taşımıştır. Belhî’nin bu imtizac
tavrını eserlerinde de açıkça görebilmekteyiz.
Seyyid Muhtâr
Efendi de babasından aldığı hilâfet ve irfan üzere Nakşbendîliği Murâd Buhârî
Dergâhı’nda Melâmîyye ile imtizac halinde temsil etmiştir.
2.1.
Nakşbendîyye-i Dihlevîyye
Nisbeti
Nakşbendîyye
nisbeti, Yûsuf-i Hemedânî’den Bahâüddin Nakşbend’de kadar olan dönemde, Orta
Asya Türk coğrafyası’nda yetişen Hâcegân sûfîleri vasıtasıyla gelişen tasavvuf
ekolünün devamı olan, Nakşıbendî târikâtına bağlığı temin eden zikir telkini
usulü üzerine kurulmuş silsile yapısına denmektedir.
Bu silsile en
erken kayıtları da esas aldığımız zaman, hafî meşreb üzere zikir telkinine
sahip şahsiyetlerin prototip olarak kabul edildiğini ve onlara bağlılığın bir
ifadesi olarak da silsilede isimlerinin önemle belirtildiğini görmekteyiz. Buna
en güzel örnek ise Hâce Yûsuf-i Hemedânî’nin gizli zikir telkînine en önce Hz.
Ebû Bekir’in sonra Selmân-ı Fârisi’nin, sonra Ca’fer-i Sâdık’ın, sonra
Bâyezîd-i Bistâmî’nin, sonra Ebu’l-Hasan Harakânî’nin, sonra Ebû Ali
Fârmedî’nin ve en son kendisinin mazhar olduğunu söylemesidir. [182] Hz. Ebû Bekir’in
gizli zikir telkinini Hz. Peygamber’den aldığı, Selmân-ı Fârisî’nin Hz. Ali’den
aldığı tasavvuf tarihi açısından kesinlik gösteren bir kabuldür.[183] Ca’fer-i
Sâdık’ın ise bu telkini, XIV. yüzyıldaki Nakşbendî silsilelerine baktığımızda
annesinin babası ve Hz. Ebû Bekir’in torunu olan Kâsım İbn Muhammed ibn Ebû
Bekir’den aldığı ifade edilmektedir.[184]
Nakşbendîyye
geleneğinde genel olarak silsile Ca’fer-i Sâdık’ın babası İmâm Muhammed Bâkır
ve ehl-i beyt yoluyla Hz. Ali’ye ve anne tarafından dedesi Kâsım ibn Muhammed
ibn Ebû Bekir yoluyla da Hz. Ebû Bekir’e bağlanmaktadır. Her iki bağlantının da
kavşağında olan İmâm Ca’fer Sâdık’ın ehl-i beyt imâmlarından olması bu
silsileye “Silsiletü’z-zeheb” ismi verilmesinin de kaynağı olmuştur.
Bazı Nakşbendî
silsileleri sadece ehl-i beyt kanalı yoluyla Ca’fer-i Sâdık’dan başlatılmakta
iken Seyyid Muhtâr Belhî’nin Abdullah-ı Dihlevî’nin (ö.1824) halifesi Mevlevî Beşâretullah
Sâhib’den (ö.1838), Seyyid Süleymân Belhî’nin ağabeyi Seyyid Muhammed Mirzâ’ya
(ö.?) verdiği ve onun Süleymân Belhî’ye, onun Abdülkâdir Belhî’ye, onun da
Seyyid Ahmed Muhtâr’a verdiği icâzetnâmeye göre ise silsile Ca’fer-i Sadık’dan
başlamaktadır.
Seyyid Muhtâr
Efendi, Nakşbendî hilâfetini 1902 senesinde, babası Seyyid Abdülkâdir Belhî’den
almıştır. Meclis-i meşayih’de kayıtlı olan bu hilâfetnâme, aynı zamanda Seyyid
Muhtâr’ın babasından sonra Şeyh Murâd Dergâhı postnişînliğinin de bir belgesi hükmündedir.
Seyyid
Abdülkâdir Belhî’nin verdiği ve Seyyid Muhtâr’ın da takrîren yazdığı bu
icâzetnâmenin silsileyi gösteren kısmı söyledir;
Be in
şecere-i aliyye-i silsiletü’z-zeheb minâmend
Ve o
hazret-i ca’ferü’s-sâdık râ ve o bâyezid-i bestâmî râ ve o şeyh ebu’l- hasen
el-harkânî râ ve o şeyh ebû Alî farmedî râ ve o şeyh hâce yûsuf hemedânî râ ve
o şeyh hâce abdülhâlık gücdüvânî râ ve o şeyh ârif rîvegerî râ ve o şeyh hâce
mahmûd incîr-i fagnevî râ ve o hâce Alî er-ramîtenî râ ve o pîr-i nessâc hâce
muhammed baba semmâsî râ ve o Seyyid emîr külâl râ ve o şâh-ı nakşibend
muhammed bahâü’d-dîn el-üveysî el-buhârî râ ve o muhammed buhârî alaü’d-dîn
attâr râ ve o ya’kûb el-çerhî el-hisârî râ ve o şeyh hâce ubeydullah el-ahrâr
es- semerkandî râ ve o şeyh muhammed zâhid râ ve o dervîş muhammed râ ve o
hâcegî semerkandî râ ve o şeyh muhammed el-bâkî râ ve o müceddid-i elf-i sânî
imâm-ı rabbânî şeyh ahmed-i fârûkî râ ve o muhammed el-ma’sûm râ ve o şeyh
seyfü’d-dîn râ ve o muhammed bedevânî râ ve o şemsü’d-dîn habîbullâh cân-ı
cânân râ ve o îşân-ı mevlevî sâhib ve abdullâh-ı dihlevî râ bâz abdullâh
dihlevî îşân-ı mevlevî sâhib râ ve o Seyyid muhammed mirzâ râ ve o Seyyid
süleymân bin Seyyid ibrâhîm hâce kelân-ı hüseynî el-belhî el-kundûzî râ ve o
Seyyid abdülkâdir el-belhî râ ve nîz men hem be püser-i hodem Seyyid ahmed
muhtâr râ telkin kerdem vü icâzet dâdem. Vallâhu yehdî men yeşâ’ü ilâ sırâtin
müstakîm. İlâhî be gurbet be kurbet âkibet Seyyid ahmed muhtâr râ be hayr
gerdân.
Fî gurre-i
şehr-i rebîü’l-evvel sene 1320 ( 1 rebîü’l-evvel 1320 )
Mühür
(Seyyid Abdülkâdir) [185]
Yukarıdaki
icâzetnâmeye göre Seyyid Muhtâr Efendi’nin Nakşibendîyye silsilesi şöyledir;
İmâm Ca’fer es-Sâdık (r.a) (ö.765)
Bâyezid-i
Bestâmî (k.s) (ö.875)
Ebu’l-Hasen el-Harkânî (k.s) (ö.1028)
Ebû Alî
Farmedî (k.s) (ö.1084)
Hâce Yûsuf
Hemedânî (k.s) (ö.1140)
Hâce
Abdülhâlık Gücdüvânî (k.s) (ö.1020)
Hâce Ârif
Rîvegerî (k.s) (ö.1251)
Hâce Mahmûd
İncîr-i Fagnevî (k.s) (ö.1271)
Hâce Alî
er-Ramîtenî (k.s) (ö.1315)
Hâce Muhammed Baba Semmâsî (k.s) (ö.1339)
Seyyid Emîr Külâl (k.s) (ö.1375)
Şâh-ı Nakşbend
Muhammed Bahâüddîn (k.s) (ö.1389)
Alâaddîn-i
Attâr (k.s) (ö.1399)
Yakûb-ı Çerhî (k.s) (ö.1443)
Hâce
Ubeydullâh (k.s) (ö.1490)
Muhammed Zâhid (k.s) (ö.1529)
Şeyh Derviş Muhammed (k.s) (ö.1562)
Hâcegi
Semerkandî (k.s) (ö.1599)
Şeyh Muhammed el- Bâkî (k.s) (ö.1605)
İmâm-ı Rabbâni
Ahmed-i Fârûki (k.s) (ö.1625)
Muhammed el-Mâsum (k.s) (ö.1687)
Şeyh
Seyfü’d-dîn (k.s) (ö.1689)
Muhammed Bedevânî (k.s) (ö.1723)
Habibullah
Cân-ı Cânân (k.s) (ö.1781)
Şah Abdullâh-ı
Dihlevî (k.s) (ö.1824)
Mevlevî
Beşâretullâh Sâhib (k.s) (ö.1838)
Seyyid
Muhammed Mirzâ (k.s) (ö.?)
Seyyid
Süleyman Belhî (k.s) (ö.1877)
Seyyid
Abdülkâdir Belhî (k.s) (ö.1923)
Seyyid
Ahmed Muhtâr (k.s) (ö.1933)[186]
3.
SEYYİD AHMED MUHTÂR BELHÎ VE MELÂMÎLİK
Melâmîlik, hem
tanım hem de tarihî süreci olarak tasavvuf uzmanları tarafından birbirine yakın
bir şekilde tasnif edilmiştir. Yaptığımız araştırmalar sonucunda Melâmîliği,
tanım ve tarihî açıdan yeniden tasnîf etme gereği duyduk.
Seyyid
Abdülkâdir Belhî, mürşidi Seyyid Bekrü’r-Reşâd’ın yolu olarak anlattığı
Melâmîliği tarikatlar üstü görerek; melâmetin her ârifin mesleği olduğunu,
Melâmînin ise temkin ehli (telvinde temkin) olduğunu söylemekte ve yine
melâmeti; “makâm-ı ev ednâ” olarak tarif ettiği, saf ledün ilmi, sâlikten izâfî
benliğin ıskat olduğu, “ıtlak” yolu denen, her türlü kayıttan kurtulmuş
“gönül serbestliği” olarak tanımlamaktadır.[187] Belhî
konuyla ilgili olarak ayrıca, Hamdûn-ı Kassâr’ın “Melâmet, selâmeti elde
etmektir”[188] sözünü
de;
“Sen, onunla olmaktan dolayı melâmete uğruyorsun, Böyle bir melâmet
ancak selâmet olur,
Rintler meclisinde sarhoş olup fırla. O, kime nazar ederse o felaha
erer.
Kalbini dünyanın debdebesinden, gösterişinden arındırmak yoluyla
selamete eriş. Benliği bile yakan onun ateşinden senin varlığından ne kalır ki?
Belhî, ezel gününden beri senin aşkınla hayrandır. O, kıyâmete kadar
senin aşkınla sarhoştur. [189]
Kâmil insanlardan olan kişi, toprağın kapısına düştüğünden yukarı
yükselir.
Onun makamı, her iki bahrin arasıdır. Halis olan kişilerden de, umumdan
da saklıdırlar.
Dış görünüşü iç yüzünün peçesidir. Ârifin mesleği böylelikle
selâmettir. Onlar bu yüzden ârif olmuşlardır. [190]
ifâdeleriyle açıklamakta ve selâmete ulaştıracak melâmet
yolunun hakîkî fakr olan hiçliğe ulaşma yolu olduğuna vurgu yapmakta ve başına
Bâyezîd-i Bistâmî’yi koyduğu bu Tayfûrî-Melâmî ekolün; Hallâc-ı Mansûr, Şems-i
Tebrîzî ve Mevlânâ Celâleddîn-i Rûmî ile devam ettiğine işaret etmektedir. [191]
3.1.1.
Teorik ve Pratik Açıdan
Melâmet
Melâmîliğe
dair mutasavvıflar tarafından yapılan tanımları, teorik ve pratik çerçeve
içerisinde tavır, hâl ve makâm olmak üzere üç grupta toplamak mümkündür.
Melâmîliğin
tavır ve ahlakî yönüyle ilgili ilk ve geniş tanımlarını Abdurrahmân
es-Sülemî’nin (ö.692) yazdığı “el-Melâmetiyye” risâlesinde görmekteyiz.
Ondan sonraki müellifler de başta bu risâleyi esas almak üzere melâmîliğe dair
farklı tanımlar yapmışlardır. Melâmîliğin ahlakî yönü ve tavrına yönelik
tanımları şöyle özetleyebiliriz; Melâmî, iç yüzünde davası, dış yüzünde
yapmacığı ve riyâsı olmayan, iyiliği belli etmeyen, kötülüğü gizleyen, Hak
nezdinde kazandığı başarıları değil, taksiratını göz önünde tutan, kendilerine
hizmet olunmasını, şahsiyetlerinin tâzim edilmesini, kapılarına koşulmasını
istemeyen, herkesin ayıplarıyla meşgul olmaktan vazgeçmiş, nefislerinin
ayıplarıyla meşgul olan, kimselerdir.[192]
Melâmetîler,
Allah’ın farz kıldığı şeyleri ifâ eden, diğer müminlerden hiçbir hâl ile
ayrılmayan, her şehre o şehir halkının elbiselerini giyerek giren, evini
barkını bırakarak cami içinde yaşamayan, Cuma namazlarında herkesin arasına
karışan, Cami içinde belirli yerleri olmayan, küçüklerin işleri peşinde koşan,
çocuklarla oynayan, âileleri hakkında, Allah’ı hoşnut edecek tarzda hareket
eden kimselerdir.[193]
Melâmîlerin
mânevî hallerini ele alıp, aşk ile irtibatını geniş bir şekilde “Sevânih”
adlı eserinde anlatan Ebû Hamîd Gazâlî’nin (ö.1111) kardeşi Ahmed Gazâlî
olmuştur. İyi incelendiğinde, Ahmed Gazâlî’nin bu eserinde, âşıkların hallerine
dair anlattığı konuların aslında tamamının melâmetle ilgili olduğu
görülmektedir. Ahmed Gazâlî’ye göre;
“Melâmet, aşkın kemâlidir.
Melâmetin üç yüzü vardır. Biri, mahlûkata dönük yüzü, biri âşığa dönük
yüzü, diğeri de mâşuğa dönük yüzüdür. Mahlûkata dönük yüzü; maşuğun kıskançlık
kılıcıdır. Âşığın maşukundan başkasına yüzünü çevirmemesi için. Âşığa dönük
yüzü; “vaktin” kıskançlık kılıcıdır. Yani, aşığın kendini maşukta kaybetme
sürecinde aşığın, kendini kendi gözünden bile kıskanması halinde âşığın kendine
bakmaması için. Maşuğa dönük yüzü ise; aşkın kıskançlık kılıcıdır ki, (maşuk)
hep aşktan beslensin, gönlünü başka bir şeye bağlamasın, başka bir şey
aramasın. Bu üç kıskançlık kılıçları, ağyardan ilgiyi bütünüyle kesmekle
ilgilidir.
Melâmet, ayrılığı da kavuşmayı da yutar.
Melâmette, azık; azıksızlık, olmak; olmamak, bulmak;yitirmek, nasip;
nasipsizlik olur.
Melâmet kılıcı mahlûkata dönünce, âşığın yüzünü mahlûktan çeker, maşuğa
döndürür, sonra aşkın melâmet kılıcı da aşığın yüzünü maşuktan çevirir, maşuğa
olan özlem biter ama öyle bir kavurucu özlem başlar ki, artık ne dünya ne
kendi, ne de sevgili arzusu kalır. Aşkın biricikliği üzerinde tam bir “tecrîd”
hali parlar.
Melâmet neticesinde, arazlar ortadan kalkıp yok olunca iş, tekrar kendi
hakikatinin biricikliğine dönmektedir.
Melâmet halinde, bazen olur ki, aşk terk eder, âşık kendinden,
yaratıklardan, maşuktan utanır. Zira aşk, iki yüzlüdür. Her an başka bir renkle
görünür.
Melâmet kılıcı, aşığı kendi benliğinden kestiği vakit, şaşılacak durumlar
ortaya çıkar. Öyle bir noktaya gelir ki, âşık mâşuğun bizzat kendisi olduğuna
inanır.
Melâmet, kemalini bulunca, başlangıçtaki inleyiş, feryad, temâyüle
dönüşür, kusurlu olmanın yerini pâklık alır.
Melâmet, âşığa râm olduğunda âşık, kendinde olduğu zamanki riyâkarlığından
kurtulur, korkusu kalmaz.
Melâmet, aşkın olgunlaştığı ölçüde artar.[194]
Melâmet, bir anlamda âleme intibak edememek demektir. İnkisâr/Kırıklık
demektir.
Melâmet inkisâr (yakıcı kalp kırıklığı) hâlidir. İnkisâr, zamanı geldikte
ve tahammül hâsıl oldukta, Hak Teâlâ’dan salike gelen mânevî mükellefiyettir.
Muhakkik yaratılışlı insanı vehim ve kayd âlemlerinden kurtarır. İnkisâr
istidattan, istidat ezelî nasipten, nasip ise gaybtan gelir. Cenâb-ı Hak kimde
ayniyet görmeye başlarsa inkisâr başlar”[195]
Tasavvuf
literatüründe makâmlarla ilgili kavramlar sûfî ve mutasavvıflar tarafından
farklı farklı tanımlanmış olmasının yanında önemli bir yer ve yekûn
tutmaktadır. Bu kavramların başında gelen “velî” tâbirinin dışında kullanılan
“ricâlullâh” veya “ricâlü’l-gayb” tâbirlerine yapılan târifler de sûfîlere göre
farklılık göstermektedir. Velî kavramı dışındaki tâlib, sâlik, mürid, ârif,
âşık gibi tâbirler bu sebepten dolayı kullanılmıştır. Gelenekte kapsayıcı bir
ifâde olarak kullanılan evliyâ ve velî tâbirlerine daha ince bir nazarla
baktığımızda velî ve diğer tâbirlerin neden ayrı ayrı kullanıldığını daha açık
görmekteyiz. Bu konuyu en ayrıntısıyla eserlerinde dile getiren Muhyiddîn İbn
Arabî, ricâl kavramını velî kavramından bağımsız olarak ele alıp makâmlar ve o
makâmlara mazhar olanlar şekliyle tasnîf etmiştir.
Bahrâbâdlı
Sa’deddîn Hamevî (ö.1273) ise, bu konuyu daha kesin ifâdelerle açıklayarak; “Hz.
Peygamber’den önceki zamanlarda velî tâbiri yoktu, Allah’a yakınlığı olan
kimselere genel olarak peygamber denilirdi. Her dinde şeriat sahibi bir
peygamber olmasına rağmen halkı onun dinine davet edenlere de nebi deniliyordu.
Velî ismi ancak Hz. Peygamber’den sonra kullanılmıştır. Cenâb-ı Allâh, Muhammed
ümmetinden on iki (İmâm) kişiyi kendi velâyetine tahsîs etti, “Ümmetimin
âlimleri benî İsrâil’in Peygamberleri gibidir” hadisine mazhar olanlar bu on
iki velidir. Sonuncusu Sâhibü’z-zamân Mehdî’dir”[196] diyerek,
onların dışındakileri ricâl olarak târif etmektedir. Hamevî’nin bu tarifleri
ile Muhyiddîn İbn Arabî’nin nazariyesini daha iyi anlamaktayız. O’da velâyet
makâmını çok husûsî bir makâm oluşuyla ele alıp diğer büyük insanları ricâl ve
ricâlin sınıfları olarak ele almaktadır.
Abdülvehhâb
Şarânî’nin, “El-Yevâkit ve’l-Cevâhir” kitâbında Fütuhât-ı Mekkiyye’den
naklettiği fakat bütün nüshalarda bulunmayan, “Mehdî’nin Hz. Fâtıma soyundan
olduğunu söyleyip, On İki İmâm’ı sırasıyla saydıktan sonra sonuncusunun İmâm
Muhammed Mehdî olduğu” ifâdeleri ile İbn Arabî’nin Velâyet-i Hassa-i
Muhammediye (Muhammedî özel velâyet) makâmının asâleten sâhiplerinin Ehl-i Beyt
İmâmları olduğunu tasrîh etmesi,[197] Sa’deddîn-i
Hamevî ile aynı görüşte olduğunu göstermektedir. Tek farkla ki, Hamevî’nin On
İki İmâm’dan başka velî olmadığını, diğerlerinin “abdâl” gibi ricalü’l-gayb
olduğunu söylemesine karşın Muhyiddîn İbn Arabî, kendilerini husûsî velâyet
sâhipleri olarak andığı On İki Velî’nin dışındaki ricâli, umumî velâyet
dâiresinde evliyâ’dan kabul etmekte ve fakat tabakalara ayırıp farklı isimlerle
tarif edip bilgiler vermektedir. Hamevî ile İbn Arabî’nin görüşlerinin yakın
olduğu fakat aralarındaki nüansa örnek olarak, Hamevî’nin “Hz. Peygamberden
önce velî tabiri yoktu, velîlerin hepsine nebi denilmekteydi” görüşüne
yakın bir ifâdeyle İbn Arabî ise, “Hz. Peygamber’in gönderilmesinden önceki
kutuplar resûllerdir ve 313 resûldür” demektedir.[198]
Bu doğrultuda,
Melâmîlerin makâmları ile ilgili en ayrıntılı bilgileri de yine Muhyiddîn İbn
Arabî’nin eserlerinde bulmaktayız. İbn Arabî, ricâli; âbidler, sûfiler ve
melâmîler olarak üçe ayırdıktan sonra en yüksek mertebede melâmîlerin olduğunu
söylemektedir. Eserlerinde, özellikle Fütûhât-ı Mekkiyye’de hem başlık
olarak hem de dağınık bir şekilde Melâmîlerden yeri geldikçe bahisler açmıştır.
Ancak kendisi, Melâmîleri öncelikle tâlibler ve vâsıllar olarak ikiye ayırıp
“Nasıl ki, bu ricâl en yüksek mertebededir, onların tâlipleri de diğer
tâliplerin en yükseğindedir”[199]
demektedir. Ahlâk ve tavıra dâir ifâde edilen vasıflar, tâlipleri de
içermekte olup, makâmları ile ilgili anlatılanlar tamâmen vâsıl olmuş
Melâmîleri tanımlamaktadır. Melâmîlerin makâmlarına dâir bu eserlerdeki
îzahları şöyle kategorize edebilmekteyiz;
3.1.2.
Kurbet Makâmı ve Melâmîler
İbn Arabî,
kurbet makâmının sıddıkiyet ve risâlet arasında bir makâm olduğunu söyleyip,
melâmîleri de en geniş dâirede kurbet makâmı sâhipleri olarak anlatmaktadır. Bu
makâm sâhiplerinin ricâl-i gaybtan efrâd zümresi (müferridûn) olduğunu
söyledikten sonra özelliklerini şöyle sıralamaktadır;
“Onlar, ebdâl’in tanımadığı ve evtâd’ın görmediği, gavs, kutup ve kutbun
sağ ve solundaki İmâmeyn’in kendilerine hükmetmediği Efrad zümresidir. Onlar,
düzensiz, bozulmuş işi düzeltip sağlamlaştırırlar (yokluktan varlığa
çıkarırlar). İç içe geçmiş, örülmüş, sapasağlam olanları da yıkarlar (varlıktan
yokluğa döndürürler). Onları Yüce Sübhân, bütün hallerinde bilgiye dayalı kahır
ve izzet delilleriyle güçlendirmiştir. Onlar, hakikat pınarlarını açıklayan
vehim ve akıl kaynaklarında, irfâniyetin ince sanatlarında, nüktelerin
amaçlarını meydana dökenlerdir. Onlar, ilâhî sınırları aşma ve günah işleme
husûsunda suçsuz ve temizlerdir. Onlar, sırları gizlerler, seyr ve ketm
sâhibidirler.(seyr ü sülûkları vardır fakat sırları ehil olmayanlara açmazlar).
Onlar, kendini beğenmiş kibirlilere hücum etmekle taçlanmışlardır. Onlar avam
içinde anılır değildir. Halk gözünden gizlenme güçleri vardır.[200] Onlar, hikmet
sahipleridir. İşleri yerli yerine koyar, sağlamlaştırırlar. Onlar, dünya
hayatının gerektirdiği şeyi dünya hayatına, ahiret hayatının gerektirdiğini de
ahiret hayatına bırakırlar. Onlar, Allah’ın kendilerine baktığı gözle eşyaya
bakarlar, hakikatları karıştırmazlar. Onlar, sadece kendilerini gizleyen ve bu
makamı kendilerine tahsis eden Efendileri tarafından bilinebilir”[201]
İbn Arâbî,
müdebbirlerin de en büyüklerinin Melâmîlerden olduğunu söyleyerek bazı
özelliklerine değinmektedir;
“Onlara, yönetme ve ayrıştırma ilmi verilmiş, dolayısıyla el-Müdebbir ve
el-Mufassıl isimleri onlara aittir. Onlara ait alışılmış ve alışılmamış pek çok
keramet vardır. Bütün âlem, onlara göre apaçık ayetlerdir. Onların düstûru, “işi
yönetir, ayetleri tafsil eder” ayetidir. Onlar, oturaklara oturmuş
gelinlerdir”[202]
İbn Arabî,
emînlik makâmının çıkılabilecek en yüksek makâm olduğunu, ümenâ denilen
velîlerin ancak melâmîler olduğunu söyledikten sonra, “bu makâmın yeri
istiva’dır” (en yüce dostun bulunduğu yer) demekte ve ümenânın çeşitli
vasıflarını şöyle sıralamaktadır;
“Onlar, Melâmîlerin
büyükleri ve seçkinleridir, dolayısıyla halleri bilinemez. onlar,
dünya hayatında insanlar arasında tanınmadan bulunur. Onlar, hallerinde fâni
olmuş, ağızları kapanmıştır. Onlar, Allâh katında bekleyen ve onun katında
gizlenmiş Hakk’ın gelinleridir. Onlar, halk ile iç içe yaşasa ve onlarla haşir
neşir olsalar bile, bu esnada gerçekte onlarla beraber değillerdir. İnsanlar
kendilerini görseydi, onları görmüş olmazlardı”[203]
Seyyid Abdülkâdir Belhî’de, emînlerin makâmını anlatırken;
ârafın ileri gelenlerinden olduklarını, makamlarının istiva olduğunu,
dışlarından halka dönük fakat içlerinde Hakk’la beraber olduklarını, Rahman’ın
nefesinin iki yayın arasına çekilen bu insan-ı kâmil yüzünden olduğunu
söylemektedir.[204]
Muhyiddîn İbn
Arabî, Melâmîlerin pîri saydığı Selmân-ı Fârisî ile ilgili Sırr-ı Selmân ve
Selmânî kutuplar hakkında Fütûhât-ı Mekkiyyesi’nde uzun bir bölüm
ayırmıştır. Bu bölümde Selmân’ın makâmına mazhar kutuplara ait anlattığı
özellikler, melâmîlerle ilgili diğer yerlerde anlattıklarıyla tamamen örtüşmektedir.
Dolayısıyla bu kutuplar efrad içerisinde en yüksek mertebe olan ferdâniyet
makâmı sâhibi melâmî kutupları olmaktadır. İbn Arâbî, “Hızır’da bu makâma
ortaktır” dediği bu makâm ve kutupların sırlarına dair şu bilgileri
vermektedir;
Selmân-ı Fârisî, bu kutuplardan Ehl-i Beyt’in üstünlüğüne vâris olmuştur.
Selman’ın hepsinin arasındaki mertebesi en yüksek mertebedir. Bir insanın
onları kötülemesi, Ehl-i Beyt’e değil, sadece kendisine döner. Onların
sırlarını sıradan insanlar bilemez. Hatta, bu makama sahip olmayan seçkinlerin
çoğu onların sırlarını bilemez. Onların sırlarından biri de, Ehl-i Beyt’in
mertebesini ve Allah’ın, onların rütbelerinin yükseldiği hakkında dikkat
çektiği şeyleri bilmektir. Hızır, söz konusu makamın kutuplarından biri ve en büyüklerindendir.
Onların sırlarından biri, peygamberi sevmeyi iddia etmekle birlikte, Ehl-i
Beyt’e buğz edişte Allah’ın kullarını saptırmasını bilmektir. Halbuki, Hz.
Peygamber, yakınların sevilmesini istemiştir. Hz. Peygamber de Ehl-i Beyt’ten
biridir. Söz konusu kutupların sırlarından biri de, fakihlerin farkında
olmadığı yönden bu Muhammedî şeriatta Allah’ın farz kıldığı şeylerin
doğruluğunu bilmektir. Onların sırlarından biri de, ilahi mertebe hakkında
inandıkları şeylerde inanç ehlinin haklarını teslim etmektir. Onlar, insanlara
neyin tecelli edip böyle inanmalarını sağladığını, kendisine dayandıkları
zorlayıcı sebepte görüş birliği olsa bile görüş ayrılığının nereden
kaynaklandığını bilir. Onlar, Kutb’un (Kutbu’l-aktâb) hükmünün dışındaki yegâne
gruptur. Kutub’un onlarda tasarrufu yoktur. Sayıları üç ve daha yukarısı olan
tek sayılardır. Onların mertebesi, ilâhî mertebelerden, ferdâniyet (teklik)
mertebesidir. Onlara ait ilâhî isim, el-Ferd ismidir. Onlar, her işte öncelik
sahibidir. Dolayısıyla kendileri inkâr edilir, fakat onlar inkâr etmez. Onların
inkâr edilişi, Allah’tan sadece kendilerinin bildiği şeyleri öğrenmiş
olmalarından kaynaklanır. Onlar, Ali b. Ebû Talib’in eliyle göğsüne vurup dile
getirdiği bilginin sahipleridir.[205]
3.1.4.
Rakîb İsmi ve Melâmîler
Gözeten/gözleyen
anlamına gelen “rakîb”, Melâmîlerin “gönül bekleme” dedikleri
murâkebede esas tuttukları, Allâh’ın bir ismidir.
Seyyid Muhtâr
Efendi, Gavsiye Tercüme ve Şerhi’nde, Melâmî vasfına sahip ricâlle
ilgili; “Hakk’ın Esmâ-ül-Hüsnâ’dan olan bir ismi de Rakîb’dir. Bu gibi
velilere yalnız Rakîb ismiyle tecelli eder. Kendisinden başka hiçbir kimsenin o
veliyi bilmesini, tanımasını, sevmesini istemez. “Evliyâi tahte kubâbi lâ
ya’rifuhum ğayrî” hadîs-i kudsîsi mantûkunca o velîyi kimse bilmez, kimse
tanımaz ve kimse sevmez. Ancak Hakk bilir, Hakk tanır, Hakk sever” [206] cümleleriyle
önemli bir yaklaşımı dile getirmiştir.
3.1.4.1.
Üveys-i Karenî ve Melâmî
Prototipi
Hamzavî-Melâmîler
fütüvvet anlayışlarının da tesiriyle kendilerine Selmân-ı Fârisî’den sonra
Üveys-i Karenî’yi de prototip olarak kabul etmişlerdir.[207]
Seyyid
Abdülkâdir Belhî, Üveys-i Karenî’nin, rahmâniyet sırrına mazhar, nefes-i
rahmanî sâhibi, kâb-ı kavseyn mertebesine yükselmiş, istivâ makâmında örtülmüş
ve sırlanmış bir ferd/tek olduğunu, bu sırra da nâdir kişilerin agâh
olabileceğini söylemektedir.[208]
Seyyid Ahmed
Muhtâr’da, rakîb isminin Melâmî velî kullar üzerindeki husûsî tecellîsini
ifadeden sonra bu isme mazhar velilere örnek, aynı zamanda bir melâmî prototipi
olarak Üveys-i Karenî ile ilgili şu rivâyeti nakletmektedir;
“Rivâyet olunur ki; Hazret-i Fahr-i Âlem sallallâhu aleyhi ve âlihî ve
sellem, Makâm-ı Kâb-ı Kavseyn’e vardıkları zaman orada bir kimseyi görürler.
Yere yatmış ve başdan aşağıya kadar üstüne bir kilim örtmüş. Derler ki, İlâhi
burası bir mahall-i edebtir. Bir makâm-ı niyâzdır. Böyle olduğu halde laubâlî
yatan şu zat kimdir? Ve naz etmesinin, bî-niyaz olmasının sebebi nedir?
Fermân-ı İlâhî sâdır olur. Yetmiş seneden sonra azıcık istirahat eder gördüğün
bu kulum Üveysü’l-Karenî’dir. Benden niyaz etdi; “Yâ Rabbi beni her iki cihanda
saklayacaksın, gizleyeceksin. Hiçbir kimse beni bilmeyecek, hiçbir kimse beni
tanımayacak” dedi. Bende Üveys’in arzusu vecihle taahhüd etdim.“Seni ve senin
emsâlini her iki cihanda kimseye tanıtmayacağım, kimseye bildirmeyeceğim”
dedim.”[209]
Bu
anlatımlardan, Melâmîlerin üveysîliğinin bilinen üveysîlik tanımlarından bazı
farklılıklarının da olduğunu görmekteyiz. Bilinen üveysîlik tanımları,
kendisini görmediği halde ya Hz. Peygamberin, ya Hz. Hızır’ın ya Üveys-i
Karenî’nin veya diğer evlîyânın rûhâniyetlerinden feyze ulaşmak
çerçevesindedir. Bu ise kişideki üveysî kaabiliyetin vehbî olarak açılması
sonucunda gerçekleşmektedir.
Meşreben
üveysî oldukları bazı mutasavvıflar tarafından bildirilen[210] Hamzavîlerin,
Üveysî yönleri ise, her şeyden önce Üveys-i Karenî’yi kendilerine bir prototip
olarak seçmiş olmalarıdır. Seyyid Muhtâr Efendi tarafından nakledilen, Üveys-i
Karenî’nin, Allah’tan kendisinin hiç kimse tarafından tanınmamasını, bilinmemesini
talep etmesini Melâmîler kendilerine düstûr edinmişler ve bu talebin
doğrultusunda kesbî olarak da, kendilerini halktan ayrıştırıcı tavırlardan uzak
durmuş, tıpkı Allah’ın Üveys-i Karenî’yi “rakîb” ismiyle gözetip halktan
sakladığı gibi onlarda kalplerinin kapısında bir bekçi gibi durup maneviyata
ait hal ve sırlarını gözetip, korumuş ve hiçbir şekilde ifşa etmemişlerdir. Bir
şekilde ifşa olmuşlarsa, bunu da halk nazarında kırmak için çeşitli yollara
başvurmuşlardır. Bu tavırları onlarda üveysî, yani nur ve feyzi dikey olarak
alabilme kabiliyetlerini geliştirmiştir.
İşrâkî tavra
da benzeyen bu üveysî tavır, yatay olarak başka bir velînin ruhâniyetinden feyz
almak değil, kendi kabiliyetinin açılması sonucunda başka bir üveysînin feyz
aldığı makamdan aynı şekilde kendininde dikey olarak feyz almasıdır.
Bu çıkarımlar doğrultusunda Melâmîlerin tam anlamıyla üveysî
meşreb olduklarını söyleyebilmekteyiz.
3.1.5.
Melâmî Kabir Taşlarının
Anlamı
Mezar
taşlarının Türk-İslam kültüründe hem tarihî hem edebî bir önemi olduğu gibi
tasavvuf kütüründe de meşrep sembolleri açısından ayrı bir öneme sahiptir.
Osmanlı
döneminde düz olanlar istisna edilirse, genellikle insan heykeline benzeyen
mezar taşları yapılmıştır. Serpuşuyla bir baş ve başla gövdeyi birleştiren yüz
ve boyun kısmından sonra âdeta omuzları bulunan bir gövde gelmekte ve bu gövde
ayağa benzeyen bir kısımla pehleye yerleştirilmektedir. Hamzavî-Melâmî
taşlarında ise serpuş ve boyun kısmı bulunmamaktadır. Omuzlar ve ayaklarda
kırık bir tarzda yapılmıştır. Bu tür mezar taşlarına “elsiz ayaksız” anlamına
gelen “Bî ser u pâ” denilmektedir. Hamzavîler yabancılar tarafından,
ancak ölümlerinden sonra bu tür taşlarla bilinmektedir.[211]
Seyyid Ahmed
Muhtâr’da konuyla ilgili olarak; “Evvelce Hamzavî taşları, kolsuz, ayaksız,
başsız bir şekl-i mahsusta olduğu gibi “fâtihâ” dan sonra “fenâ”
ya alâmet ve “lâ mevcûde illâ hû” yahut “hüvellezî lâ ilâhe illâ hû”
ya işâret olunmak üzere “lâmelif’in ortasında bir “he” ve yahut “lâmelif”in
ortasında üç “he” işâretleri konurmuş.Üstüvanî taş, yalnız aktâb’a
mahsus addedilirmiş. Bilâhare bazen yine Hamzavî taşlarının şekli muhafaza
edilmekle beraber bu işaretler konmamağa başlanmış ve Hamzavîliğe delil olarak
kitâbelerin “Allâhu Subhânehû ve Teâlâ” yahut “Hakk Subhânehû ve
Teâlâ” kelimeleri ile başlayıp hulâsaten “Cemi’imü’minîn ve mü’minata
ve... kuluna rahmet eyleye” meâlinde bir yazıyı ihtivâ etmesi takarrür
etmiş ve el’ân devam etmektedir.” şeklinde açıklamalarda bulunmuştur.[212]
3.1.6.
Melâmîliğe Menfî
Yaklaşımlar
Melâmîliğin Anadolu’daki kolu olan Hamzavî-Melâmîliği,
bilinen sistematik bir tarikat olmamasının yanında diğer tarikat mensubları
arasında da itibar görmüştür. Hamzavîlik; tarikattan ziyade, melâmî tavır
gereği özgür ve özgün yapıya sâhip bir topluluk görünümündedir. Bu özelliğinden
dolayı diğer tarikatlardan geçişkenliğin en kolay olduğu ekol
Hamzavî-Melâmîliği olduğunu söyleyebiliriz.
Meşreb
itibariyle üveysî (zâtî istidat), tavır itibariyle Selmânî diyebileceğimiz
Hamzavî-Melâmîliğinin diğer tarikatlara benzerliğini ifâde eden müellifler de
olmuştur. Örneğin Sarı Abdullah Efendi, “Semerâtü’l-Fuâd”ında: “Kalplerini
nefsânî duygulardan tasfiye ve tahliye edip Allah’la baş başa kaldıklarındandır
ki, Halvetiyye denilmiştir. Gönüllerinde Muhabbetullah yazıldığı ve nakş
edildiği için Nakşibendiyye olarak adlandırılmışlardır.” demektedir.[213]
Melâmîliğe
tasavvuf tarihi boyunca yapılmış olan menfî eleştiriler, yine melâmete bağlı
meşreb ve tavırlarından, vahdet-i vücûd’a meyyâl şatahat-vârî söz ve
hallerinden kaynaklı tenkide uğramış sûfîlere karşı olan menfi yaklaşımlara
benzemektedir. Bayrâmî-Hamzâvî Melâmîleri’nden İsmâil-i Ma’şûkî, Hamza Bâlî ve
Sütçü Beşir Ağa’ya yapılan tenkidler ve idamlarıyla sonuçlanan fetvalara
baktığımızda da, tıpkı Horasan Melâmîliği ile ilintili olan sûfîlere karşı
gelişmiş olan olumsuz yaklaşımlarla benzerliği dikkat çekmektedir. Bu
yaklaşımların merkezinde ise ulemâ sınıfının olduğu görülmektedir. Hamzâvîlere
karşı olumsuz tavırların bir başka yüzü daha vardır ki, bunun nedeni Osmanlı
yönetimi ile aralarında görülen siyâsî bir uyuşmazlıktır. Bu uyuşmazlığın
temelinde bazı araştırmacılara göre, doktiriner bir sebep vardır.
Hamzavîlerdeki çok kuvvetli kutub algısı ve bu algının beraberinde getirdiği
mehdilik anlayışı, kendi içlerinde hiyerarşik yapılanmalar gibi siyâsi bir
telakkiyi de hissettirmeleri yatmaktadır. [214]
Hamzavîlerle
ulemâ ve yöneticiler arasındaki zaman zaman artan, zaman zaman durulan menfi
tavırlara, bazı sufilerin de dahil oldukları görülmüştür. Bu doğrultu da
Niyâzî-i Mısrî de yanlış bir algı ve yorumla menfi tavır sergileyenler arasında
gösterilebilmiştir.
3.1.6.1.
Niyâzî-i Mısrî ve Melâmîler
Niyâzî-i
Mısrî’nin;
Erimiz
erdir, pirimiz pirdir / Karamız nurdur, yerimiz Tûr’dur.
İsteyen
yâri, izlesin pîri / Pîrden ayrılan Hak’tan ayrıdur
Mısrî’nin
dinde izzeti zinde / Cümle millette Hamzavî hordur [215]
beyitlerinin son mısrasında geçen, bazı nüshalarda ise “hûr” olarak yazılmış
olan “Cümle millette Hamzavî hordur” ifadesi üzerine, Niyâzî-i
Mısrî’nin, kendisine kötü muamelelerde bulunan kızdığı kişi ve topluluklara,
Hâricilerin bir kolu olan Hamziyye mezhebi[216] mensuplarına
benzeterek “hamziye” şeklinde hitap edip bazı yerlerde olumsuz sözler
söylemesini bu beyitteki “Hamzavî” ifâdesi ile karıştırıp, menfî mana verenler
olmuşsa da, tarihî belgeler, Niyâzî-i Mısrî’nin melâmete uygun meşrebi ve
Melâmîlerin son temsilcilerinin ve özellikle Şeyh Murâd Buhârî Tekyesi son
postnişini ünvanı ile Seyyid Muhtâr Efendi’nin onun hakkındaki müsbet görüş ve
yorumları, gerekse Mısrî Dergâhı son postnişini Mehmed Şemseddîn Efendi’nin
(ö.1936), Abdülkâdir Belhî’ye olan hürmet ve sevgisi [217] iki
ekol arasında böyle bir konunun olmadığı ve yukarıda geçen beyitteki “Hamzavî”
ifâdesinin, Niyâzî-i Mısrî’nin hatıratında geçen olumsuz “Hamziyye” ifadesi ile
bir ilgisinin olmaması bu ibarenin menfî bir anlama işaret etmediğini
göstermektedir.[218]
Beyitde geçen
ifâdeyle ilgili olarak Mustafa Kara (d.1951), Abdülbâkî Gölpınarlı’nın 1931’de
yazdığı “Melâmîlik ve Melâmîler” kitabında bu ifadelerden menfî bir
anlam çıkarılamacağını savunduğunu, ancak 1972’de neşrettiği bir makâlede bu
fikrinden döndüğünü, Bahâ Doğramacı’nın ise Gölpınarlı’ya ait ikinci görüşün
yanlış olduğunu savunduğunu söylemektedir.[219] Bizim
de araştırmalarımıza göre, Gölpınarlı’nın, Şarkiyat Mecmuâsı’nda
neşrettiği makâlede konuyla ilgili olarak, Niyâzî-i Mısrî hakkında savunduğu
menfî görüşler, hem ilmî izah, hem de Melâmîlerin Niyâzî-i Mısrî ile ilgili
yaklaşımları açısından telif edilemeyecek kadar tenkidler içermektedir.[220]
Seyyid Muhtâr
Efendi ise, bu beyti yorumlarken, buradaki ifâdenin “hûr” olduğunu; “Bütün
milleti / âlemi bir irfan cennetine benzetmiş ve bu cennet içindeki hûr da
Hamzavîler’dir demiştir. Yoksa Niyâzî dahî o zevk ile zevkyâb olurken, bütün
şiirlerinde o neş’e görülüyor iken nasıl olur da Hamzavîler aleyhinde bulunur?”[221] diyerek,
bu ifâdeye yanlış mânâ verildiğine değinmesinin yanında, Niyâzî-i Mısrî’nin de
aslında Melâmeti benimseyen sufilerden olduğunu özellikle vurgulamaktadır.
Bu beyitteki
ifâdeyi “hor” olarak aldığımızda da Niyâzî-i Mısrî’nin bir gerçeği dile
getirdiğini, Hamzavîlerin târihî süreç içerisinde hor görüldüğü, çeşitli
sıkıntılara maruz kaldıklarını görmekteyiz.
Kemâlî Efendi
de, kendisine konuyla ilgili sorulan bir soruya; “Bu mısra, her ne kadar
(Hamzavî hordur) veya (Hamzavî hûrdur) şeklinde yazılmış ise de, bizce,
“Hamzavî hürdür” şeklinde olması lazımdır. Çünkü Hamzavîler, dinde de, mezhebte
de, millette de hürdürler” şeklinde Niyâzî-i Mısrî lehinde cevap vermiştir.[222]
Niyâzî-i
Mısrî, İstanbul’a geldiğinde tekke şeyhlerini gezmiş ve İdrîs-i Muhtefî’den
feyz alanlardan Halvetî İbrâhim Efendi’nin (ö.1655) uzun süre sohbetlerine
devam etmiştir. Niyâzî-i Mısrî’nin Hamzavîlerin aleyhinde değil, aksine lehinde
olduğu, IV. Sultan Mehmed zamanında Hamzavîler aleyhinde kendisinden fetvâ
isteyenlere verdiği cevapta açıkça görülmektedir. Mısrî’nin verdiği fetvâ
şöyledir:
Fetvâ
Sûreti
“Bu fetvâyı
müftiye götürsünler, sahîh ise imza edüp Sultan Mehmed’e versinler. Ziyâde
ihsana mazhar olmak mukarrerdir. Ketebehû Muhammed Mısrî el- ma’rûf.
Sual:
Mısrî’yi Sultan Mehmed Hamzavîlere cebren tasarruf ettirirse cemi’i davası
batıl olur mu, olmaz mı?
Zîra,
Allâhu Tealâ’nın Rûh-i Kudsî’si ile koydum derken tasarruf olunursa Lâhût-i
İsâ’ya Nâsût olabilir mi?
El-cevâb:
Tasarrufa kâdir olurlarsa bâtıldır. Hamzavîler mezheb-i hak’dır.
İmza (Ketebehu’l-Mısrî
fir-râbii aşere min şa’bân)” [223]
3.2.1.
VII. Yüzyıl ile XX. Yüzyıl
Arası Dönem
3.2.1.1.
Selmân-ı Fârisî ile
Bâyezid-i Bistâmî Arası Dönem
Başta
Muhyiddîn İbn Arabî, Hâce Muhammed Pârisâ olmak üzere bazı mutasavvıfların
tesbitlerini[224] ve
fütüvvet ehlinin Fütüvvetnâmelerde onu kendilerinin Pîri saymalarını, gerek
tavrı ve gerekse meşrebini göz önüne aldığımızda Selmân-ı Fârisî, melâmîlik
tarihinin ilk temsilcisi olarak kabul edilmektedir. Selmân-ı Fârisî’nin dışında
diğer bazı sahâbîlerde de neşvesi görülen tavr-ı melâmet, en erken dönemde
meşreb olarak Üveys-i Karenî’de, fütüvvet yönüyle de Hasan-ı Basrî’de ön plana
çıkmıştır.
Melâmîliğin
daha sonraki dönemlerde Horasan’da yayılma göstermesinin yine Selmân-ı
Fârisî’nin o bölgede İslâm’ın yayılışının ilk zamanlarındaki tesiriyle de
bağlantısı vardır. Hatta “yuhibbuhum ve yuhibbûnehû” [225] âyetinin
nâzil olması üzerine, Selmân-ı Fârisî’nin de bulunduğu bir ortamda, Hz.Peygamber’in;
“burada
işaret
edilen kavim hangisidir” sorusuna, elini Selmân’ın omuzuna koyarak “O ve
onun kavmi” demesi[226] (buradaki
kavm tabirini ırk değil manevi topluluk olarak anlamaktayız), Medâyin’e vâli
tayin edildiğinde kendisinden nasihat isteyenlere, ümenâ sınıfının Peygamberler
içerisindeki temsilcisi olan Hz.Yûsuf’un kıssasını içeren Yûsuf Sûresi’ni
okuyup “Kıssaların en güzeli aşk kıssasıdır” manâsını telkîn etmesi,
daha sonra bu bölgeden çıkan ricâlin hemen ekserisinin melâmî meşreb olmasının
arkasında Selmân-ı Fârisî’nin mânevî tesîrinin olduğu açıkça görülmektedir.
Horasan
çevresinde, bu meşrebi benimseyen ve önemli bir tesir halkası oluşturan ve
birçok mutasavvıf tarafından bu yolu ilk defa belirgin bir şekilde ortaya
koyduğu kabul edilen Hamdûn-ı Kassâr ise melâmeti çok geniş manada işleyerek
manevi meslek olarak yaymaya başlamıştır. Bu dönemde “Fütüvvet ve Fakr” ön
plandadır. Selmân-ı Fârisî’den başlayıp devam ede gelen melâmet mesleği, Hamdûn-
i Kassâr’la belirginleşmiş ve Bâyezid-i Bistâmî ile birlikte ilk zirvesine
ulaşmıştır. Seyyid Abdulkâdir Belhî’nin Bistâmî’yi bu yolun başı ve kutbu
olmasını söylemesinin yanında bazı müelliflerin eserlerine de baktığımızda
Melamîliğin Selmân-ı Fârisî’den sonra en önemli pîrinin Bâyezid-i Bistâmî
olduğunu görmekteyiz.[227] Melâmîliğin
tarihî seyrini Bayrâmî-Hamzavî nisbeti bağlamında da değerlendirdiğimizden
dolayı bu şekilde bir tasnif yapmanın daha isabetli olacağı görülmektedir.
3.2.1.2.
Bâyezid-i Bistâmî ile Ebû
Hamîd-i Velî Arası Dönem
Bâyezid-i
Bistâmî’ye kadar daha çok fütüvvet yolu üzerinde varlığını sürdüren melâmet
mesleği yeni bir şekle bürünmeye başlamıştır. Bistâmî’nin “tecrîd”i esas alan
anlayışı kendi zamanı ve sonrasındaki Horasan Melâmîlerini etkisi altına almış,
artık Horasan çevresinde aşk ve vecdin merkezde olduğu, hikmet-i zevkî de
denilen ve Ahmed Gazâlî ile kendini daha da belirginleştiren aşk ve melâmet
ekolü, Hakîm Senâî (ö.1131), Ferîdüddin Attâr (ö.1221) gibi şâirlerde ve
nihâyet Şems-i Tebrîzî’de tam manasıyla görülür hale gelmiştir. Bu dönemin öne
çıkan hâkim anlayışı “tecrîd ve aşk” tır.
3.2.1.3.
Ebû Hamîd-i Velî ile
İdrîs-i Muhtefî Arası Dönem
Ebû Hamîd-i
Velî, iki mânevî koldan feyz almıştır. Biri Bâyezid-i Bistâmi kolu, diğeri
Cüneyd-i Bağdâdî koludur. Sekr ve telvîn’in hâkim olduğu Tayfûriyye, sahv ve
temkîn’in hâkim olduğu Cüneydiyye şeklinde iki ekol olarakta kabul edilen bu
iki anlayışı kendinde cemeden Somuncu Baba’da Tayfûriyye meşrebinin ağır
bastığı görülmektedir. Halîfesi Hacı Bayrâm-ı Velî’de ise Cüneydiyye meşrebinin
daha baskın olduğunu görmekteyiz. Hacı Bayrâm-ı Velî’nin halîfelerinden
Akşemseddîn, mürşidi Hacı Bayrâm gibi Cüneydiyye ekolüne yakın bir tavrı
benimserken diğer halifesi ve Bayrâmî-Melâmîliğinin başı kabul edilen Emîr
Sikkînî, Tayfûriyye ekolüne denk düşen tavrı benimsemiş, aynı zamanda Ebû
Hamîd-i Velî’den de terbiye gördüğünden[228] dolayı
olsa gerek meşreben onun halefi gibi bir tavır sergilemiştir. Bu iki ekol veya
meşreb, Melâmîlik tarihî sürecinde “vakt”in gereği ve “kutb”un mazhariyetine
göre şekil almıştır. Zaman zaman sekr ve telvînin, kimi zaman sahv ve temkînin
hâkim olduğu görülmüştür.
3.2.1.3.1.
Bâyezîdîyye Hankâhı
XII. yüzyılda,
tüm tasavvuf çevrelerini etkisi altına alıp, âdeta o güne kadar ki
dînî-ilmî-tasavvûfî müktesebâtı yerinden oynatan, birçok ezberi bozan,
Muhyiddîn İbn Arabî’nin tesiri, özellikle Bâyezîdîyye Hankâhı’ında devam etmiş
olan Tayfûrî irfân geleneğiyle birlikte Melâmîler üzerinde de kendini
hissettirmiş, ve daha önce Anadolu’ya Şems-i Tebrizî, Evhadüddîn Kirmânî
(ö.1238), Sühreverdi Maktul gibi melâmet ehli yoluyla girmiş olan melâmet
anlayışı, Ebû Hamîd-i Velî ile birlikte, Şâzî Çelebi yoluyla Bâyezîdiyye
Hankâhı’ndan intikal eden irfân anlayışıyla bütünleşerek yeni bir çehreye
bürünmüştür.
Ebû Hamîd-i
Velî, tarîkaten Erdebil Tekkesi’nden Alaaddîn Erdebilî’nin Halvetî silsilesine
bağlı olmasına rağmen onun Melâmî tavrını, üveysî olarak feyz aldığı Bâyezid-i
Bistâmî’ye olan nisbeti belirlemiştir. Bu çerçevede onun Bâyezidîyye
Hankâhı’ndan aldığı Tayfûrî-Melâmî irfanı daha sonraki dönemlerde Melâmet
tavrını da belirleyici olmuştur.
Evliya
Çelebi’nin (ö.1682) anlatımına göre Bâyezîdîyye Hankâhı; Mısır, Şam ve Halep
yolu üzerindeki Âsan Köprüsü’nün Humus sınırı tarafında bir bayır üzerine
kurulmuş yüz hâneli bir Arap köyü içerisindedir. Bu köy içindeki bir cami ve
tekke’den oluşan Bâyezîdîyye Hankâhı’nda Bâyezîd-i Bistâmî’ye ait bir kabir
bulunmaktadır.[229] Evliya
Çelebi, bu hangâh’ı ziyareti zamanında, tekke’de yüz kişiden fazla derviş
bulunduğunu söylemektedir.[230] Bu
Hankâh’ın bir özelliği de burada kalan dervişlerin, Ebû Hamid-i Velî’nin
hankâh’da geçirdiği süre içerisinde yapmış olduğu gibi riyâzetle birlikte
halvet uygulamalarıdır. Ebû Hamid-i Velî’nin bu hankâh’da bulunduğu süre
içerisinde üveysî olarak Bâyezîd-i Bistâmî’den feyz almış olması Bistâmî’yi
Melâmîler indinde kendi pîrleri konumuna getirmiştir.
Hamzavî-Melâmîlerinin
genel tavrına baktığımızda ve esmâ yolunu değil müsemmâ yolunu tercih
etmelerini de düşündüğümüzde, erken dönem Melâmîlerinden en uygun prototip
şahsiyetin Bâyezîd-i Bistâmi olduğu bâriz bir şekilde görülmektedir. Nitekim
Melâmeti, ârifler mesleği olarak gören Seyyid Abdülkâdir Belhî, “Künûzü’l-Ârifîn”
adlı eserinde, Bâyezîd-i Bistâmî’ye özel bir başlık açmış, O’nu hâl ve tavrıyla
örnek alınacak bir kutup olarak şöyle tanıtmıştır;
Hakk’ın
âbidi Bistâmî gibi ol / Cân içinde bir sultân ol.
Kutb-ı
Bistâmî ki Şeyh Bâyezid’dir / Kadehi ondan iç “hel min mezîd”i söyle.
Âriflerin
kutbu, kutb-ı Bistâmî’dir / Hak bahrinin en sağlam dalgıcı odur.
Bistâmî
gibi Hakk bahrine gir / Hüdâ esrârının ipucu Hakk bahrindedir.
Pîr-i
Bistâmî ki, Hakk’ı gören göz o’dur / Âriflere cân ve göz gibi olan o’dur. [231]
Ebû Hâmîd-i
Velî’nin üveysî nisbeti bulunduğu Bâyezîd-i Bistâmî’ye ulaşan bir de silsilesi
olduğu söylenmiş ve bazı müellifler tarafından kayıt altına alınmıştır. Emîr
Hüseyin Enîsî (ö.?), Lâlîzâde Abdülbâkî ve Hüseyin Vassâf bu silsileyi
eserlerinde nakletmişlerdir. Enîsî ve Lâlîzâde’nin kaydettikleri iki silsile
arasında bariz isim faklılıkları bulunmakta iken Hüseyin Vassâf ise,
Lâlîzâde’nin eserindeki silsileyi olduğu gibi nakletmiştir.
Araştırma
sürecinde dikkatimizi çeken bu isim farkılıkları üzerine, Ebû Hamîd-i Velî’nin
torunlarından Mustafa Müslim Penâhî’nin manzûm olarak yazdığı şecereye
baktığımızda, bu nakledilen silsilelerin bir tarikât silsilesi değil, aslında
bir neseb silsilesi olduğunu gördük. Ancak bu neseb şeceresinin içerisine Ebû
Hamîd-i Velî’nin Bâyezidîyye Hankâhı’nda kendisinden feyz aldığı Şâzî
Çelebi’nin bağlı olduğu irfânî ekole mensub olan isimlere ait olduğu anlaşılan
nazar ve sohbet silsilesinin, neseb silsilesine dahil edilmiş olduğunu tesbit
ettik. Birbiri içerisine dahil olmuş bu silsilenin asıl yapısında Ebû Hamîd-i
Velî’nin şeceresi, Câfer-i Sâdık’ın oğlu Seyyid Abbâs’ın oğlu Seyyid İbrâhim’in
oğlu Seyyid Musâ-i Sânî ile birlikte, Seyyid Mûsâ’nın Bistâm’a yerleştikten
sonra Bâyezîd-i Bistâmî’ye olan nisbetinden dolayı Tayfûrîyye silsilesiyle
birleşmiştir. Bâyezîdîyye Hankâhı’na nisbet edilen silsile ile ilgili olarak;
Ebû Hamîd-i Velî’nin Şeyh Şâdî isimli birinden feyz aldığı bilgisi, fakat
Enîsî’nin eserinde bu ismin “Şâzîli Çelebi” diye kayıtlı olması ve bir yazma
eser içerisinde şiirine rastladığımız Şâzî Çelebi[232] ismi
de “Şâdî” ile “Şâzî” isiminin karışmış olması kanaatini kuvvetlendirmektedir.
İsmi, Şâdî-i Rûmî olarak da geçen Şâzî Çelebi’nin silsilesi, Enîsî’nin
naklettiği silsileyi takip ettiğimizde Tayfûrî şeyhi olan Osmân er-Rûmî (ö.?) [233] ile
birleşmekde, onun nisbeti de Ebu’l-Hasan-ı Harkânî yoluyla Bâyezîd-i Bistâmî’ye
ulaşmaktadır.[234]
Mevcud silsilede, Şâzî Çelebi ile Osman er-Rûmî arasındaki halka ile, Osman
er-Rûmî ile Ebu’l-Hasan Harkânî arasındaki halkanın belirsiz olması bu
isimlerin Bistâmî’ye olan nisbetlerinin de üveysî olabileceğini
düşündürmektedir.
Bu
tesbitlerden çıkan sonuç ise, Ebû Hamîd-i Velî’de baskın bir neşve olarak tezâhür
eden melâmet tavrı, halîfesi Hacı Bayrâm-ı Velî’de tarîkat teşkilâtı hasebiyle
fütüvvet kurumu olarak kendini göstermiş, Hacı Bayrâm-ı Velî’nin
halîfelerinden, aynı zamanda Ebû Hamîd-i Velî’den de feyz almış olan Emîr
Sıkkînî[235] ile
birlikte Bayrâmî-Melâmîliği adıyla bilinir olmuştur. 1561 yılında Şeyhü’l-islâm
Ebusuud’un fetvâsıyla[236] idam
edilen Hamza Bâlî’den sonra Bayrâmî-Melâmîliği, Hamzavîlik ismiyle de
anılmıştır.
Ebû Hamîd-i
Velî ve İdrîs-i Muhtefî arası olan bu dönemde “cezbe ve telvîn” in baskın
olduğu görülmektedir.
3.2.1.4.
İdrîs-i Muhtefî ile
Abdülkâdir Belhî Arası Dönem
Hamzavîlik,
İdris-i Muhtefî zamanından sonra dışa vurumlu sekr ve cezbenin tersine zâhirde
sahv ve temkînin batında cezbe ve telvînin hâkim olduğu, mâneviyatta tamamen
içine kapanık bir yapıya bürünmüş, kutup, kalbe bakıcı, talip hiyerarşisi çok
sağlam bir şekilde merkezi önem kazanmış ve İdris-i Muhtefî’nin orijin melâmet
anlayışına dönüş tavrı, yeni bir vizyon haline gelmiştir.
Hamzavîlerin,
Muhtefî ve sonrası dönem içindeki ihtifâ ile ilgili tarafını anlamamıza
yardımcı olması noktasında, tekkelerle ilgili bir eser hazırlayan Yeşilzâde
Mehmed Sâlih’in şu ifâdeleri önemlidir; “Üveysiyyü'l-Meşreb olup, ulemayı
rüsûm tarafından her biri birer bühtan ile şehid edilen "Hamzevi"
rical-i aliyyesiyle "İdris-i Muhtefî" hazretlerinin dergahlarında
mestûr ve gayr-i malûm olmakla, bunlar "Rehberimize" idhal edilemedi.”[237]
Kutbun
merkezîliğine bağlı hiyerarşik yapının bu dönemde birinci sırada önemli bir
rükün olduğunu Muhtefî’nin dervîşi Hakîki Bey’in eserinde çok açık bir şekilde
görmekteyiz. Bu dönemden sonra Hamzavî-Melâmîliği, yerinde bir kullanım olarak
Hamzavîyye-i İdrîsîyye olarak anılmıştır.[238] İdrîs-i
Muhtefî ve Abdülkâdir Belhî arası olan bu dönemde “nazar ve ihtifâ” ön plana
çıkmıştır.
3.2.1.5.
Abdülkâdir Belhî ve Sonrası
Dönem
Hamzavî-Melâmî
mürşidi Seyyid Bekrü’r-Reşâd’dan sonra Seyyid Abdulkâdir Belhî, kendisinin
Murad Buhârî Dergâhı postnişînliği dolayısıyla, şöhretken şöhret olmayan,
bilinirken bilinmeyen bir melâmet tavrıyla tekrar kutup seviyesinde ehlince
bilinir hâle gelmiş, fakat üveysî olarak kendisiyle aynı makamdan feyiz aldığı
İdrîs-i Muhtefî’nin tavrını da aynen devam ettirmiştir. Seyyid Abdülkâdir, aynı
zamanda devraldığı Hamzavî kültürünü hem yazdığı eserlerle hem de hayatıyla
yeniden ihya etmiş ve Hamzavî-Melâmîlik içerisinde bir nevi tecdîd vazifesi
görmüştür. Seyyid Abdülkâdir Belhî, Melâmîler içerisinde zamanla yerleşmiş olan
Muhyiddîn İbn Arabî’nin “vücûd”, Sühreverdî’nin “nûr” telakkîlerini cemeder
mâhiyetteki “işrâkî vahdet” anlayışıyla Horasan’da gelişen “sırrî hikmet”
anlayışını ve ilmî müktesebâtını Melâmîlik potasında birleştirip “hikmet ve
temkîn” usûl ve esası üzere, yaklaşık beş yıl “kalbe bakıcı”, kırk sekiz yıl
Hamzavî-Melâmî kutbu olarak tâlib, sâlik ve dostlarını feyizdâr etmiştir. Kendi
yolunun gâyesi olarak en toplayıcı bir ifâde ile, her türlü kayıttan kurtulma
olan, “gönül serbestliği” olarak da tarif ettiği iskat-ı izâfet, yâni; “ıtlâk”
yolu olduğunu söylemiştir.[239]
Seyyid
Abdülkâdir Belhî’den sonra Melâmîlik, oğlu Seyyid Ahmed Muhtâr Efendi, Kemâlî
Efendi ve Ekrem Efendi ile temsilen devam etmiştir.[240] Bu
üç mümessilin dışında da Abdülkâdir Belhî ile özel yakınlıkları olduğu bilinen
Eşref Efendi’nin de dergâh mensubları nezdinde saygın bir yeri olmuştur.
Ayrıca,
Hamzavî-Melâmîlerinin dışında melâmet tavrıyla bilinen, aynı zamanda Seyyid
Abdülkâdir Belhî ile de temasları olmuş olan, Şa’bânîyye’nin büyük meşâyihinden
Fatih Türbedârı Ahmed Âmiş Efendi (ö.1920) ve Rumeli merkezli irşâd
faaliyetlerinde bulunmuş olan Muhammed Nûru’l-Arabî’yi (ö.1888) de Hamzavîlik
tarihi olmasa bile genel anlamda Melâmîlik tarihi içerisinde anmak
gerekmektedir.
3.3.
Bayrâmîyye-i Hamzavîyye-i
İdrîsîyye Nisbeti
Nisbet tabiri,
tasavvuf literatüründe talibin, Hz. Peygamber’e kadar manevi terbiyeyle
birbirini görmüş bir silsileye bağlı mürşide teslim olup, sâliki olduğu yola
bağlılığını ifade etmek için kullanılmaktadır. Hamzavîlikte, sistematik görünüm
arz eden ve diğer zümrelerde olmadığı kadar birinci sırada önemli olan tek
yapı, nisbetin kutup, kalbe bakıcı ve tâlib olarak üç umde halindeki hiyerarşik
yapısıdır. Bu yapı dışında Hamzavîlikte tamamen özgür ve spontane bir hayat
tarzı hâkimdir.
Seyyid Muhtâr
Efendi’nin el yazısıyla kaydettiği Bayrâmîyye Silsilesi olarak bilinen, Ebû
Hamîd Hamidüddîn-i Aksarâyî’ye ait Cüneyd-i Bağdâdî’ye ulaşan telkîn ve irâdet
nisbeti silsilesi söyledir;[241]
Hazret-i
Muhammed Mustafâ (s.a.s) (ö.632)
Hazret-i İmâm
Alîyye’l Murtezâ (k.v) (ö.661)
Hasanü’l-Basrî
(k.s) (ö.728)
Habîb-i Acemî
(k.s) (ö.774)
Dâvud-ı Tâî
(k.s) (ö.783)
Ma’rûf-ı Kerhî
(k.s) (ö.816)
Seriyy-î
Sekatî (k.s) (ö.867)
Cüneyd-i
Bağdâdî (k.s) (ö.909)
Mümşâd-ı
Dîneverî (k.s) (ö.912)
Şeyh Ahmed-i
Dîneverî (k.s) (ö.981)
Şeyh Muhammed
Bekriyy-i Amûyye (k.s) (ö.1065)
Vecîhü’d-dîn
el-Kâdî (k.s) (ö.1109)
Ebu’n-Necîb
Abdülkâhir Sühreverdî (k.s) (ö.1168)
Kutbeddînü’l-Ebherî
(k.s) (ö.1225)
Rükneddîn Alî
Sincânî (k.s) (ö.1230)
Şihâbü’d-dîn
Muhammed Tebrîzî (k.s) (ö.?)
Cemâleddîn
Muhammed Tebrîzî (k.s) (ö.1255)
İmâmü’l-halvetiyye
İbrâhim Zâhid Geylânî (k.s) (ö.1301)
İshâk Sâfî
Erdebîlî (k.s) (ö.1334)
Sadreddîn Mûsâ
(k.s) (ö.1392)
Alî Erdebîlî
(k.s) (ö.1429)
Ebû Hamîd-i
Velî (k.s) (ö.1412)
3.3.1.2.
Hamzavîyye-i İdrisîyye
Silsilesi
Seyyid Muhtâr Efendi’nin her ne kadar babasından aldığı
Nakşibendî hilafeti olsa da, onun asıl mânevî nisbetinin Hamzavîliğe olduğu
açıktır. Kendi el yazısıyla belirttiği Hamzavî-Melâmî nisbet silsilesi
şöyledir; [242]
Ebû Hamîd-i
Velî (k.s) (ö.1412) [243]
Hacı Bayrâm-ı
Velî (k.s) (ö.1430) [244]
Emîr Sikkînî
(k.s) (ö.1476) [245]
Bünyamîn-i
Ayâşî (k.s) (ö.1523) [246]
Pîr Alî
Aksarâyi (k.s) (ö.1527) 246 [247]
İsmâil Ma’şûkî
(k.s) (ö.1529) [248]
Ahmed-i Sarbân
(k.s) (ö.1546) [249]
Hüsâmeddîn-i
Ankarâvî (k.s) (ö.1557) [250]
Hamza Bâlî
(k.s) (ö.1561) [251]
İdrîs-i
Muhtefî (k.s) (ö.1615) [252]
Keyvân Hacı
Kabâî (k.s) (ö.1626) [253]
Sütcü Beşîr
Ağa (k.s) (ö.1663) [254]
Seyyid Hâşim
(k.s) (ö.1678) [255]
Seyyid Alî
Sultân (k.s) (ö.1712) [256]
Alîyyü’n-necîb
(k.s) (ö.1716) [257]
Abbas Efendi
(k.s) (ö.1806) [258]
Hâfız Alî
(k.s) (ö.1831) [259]
İbrâhim
Babây-ı Velî (k.s) (ö.1848) [260]
Seyyid Bekrü’r
Reşâd (k.s) (ö.1875) [261]
Seyyid
Abdülkâdir Belhî (k.s) (ö.1923)
Bu silsile Ebû
Hamîd-i Velî’den iki yolla Hazret-i Alî’ye ondan da Hazret-i Muhammed’e (s.a.s
) ulaşır. Bu nisbetlerin birisi Bayezîd-i Bistâmi’ye, onun vasıtasıyla İmâm-ı
Câfer-i Sâdık’a, onun vasıtasıyla diğer Ehl-i Beyt İmâmları ve Hazret-i Alî’ye
ulaşır. Diğer bir nisbet ise Hasan-ı Basrî’ye, ondan Hazret-i Alî’ye ulaşır[262]. Bazı
kaynaklarda Hasan-ı Basrî ile Hazret-i Alî arasında Kumeyl bin Ziyâd’ın da ismi
kaydedilmiştir[263].
Hamzavî silsilesi, kaynaklarda[264]Şehid
Alî Paşa’ya kadar tesbit edilmiş ve kayıt altına alınmış, ancak sonrasında Zâim
Alî Ağa gibi isimlerde ihtilaflı görüşler sergilenmiştir. Seyyid Ahmed Muhtâr
Efendi ise, kendisine Abdülbâkî Gölpınarlı’nın konuyla ilgili sorularına cevap
mâhiyetinde, silsilenin geri kalan kısmını yukarıda
belirtildiği gibi beyan etmiştir[265].
Silsilede bazı isimler üzerinde ihtilaflı görüşler olmasının yanında[266],
Seyyid Muhtâr Efendi’nin el yazısıyla kaydettiği isimler, Aliyyü’n-necîb’e
kadar, silsilelerle ilgili 1857 de en kapsamlı çalışmayı yapan Sivaslı Mehmed
Râşid Rüstem’in yazmış olduğu isimlerle aynıdır. Ancak Hamzavî silsilesinin
Aliyy’ün-necîb’ten sonrasına Seyyid Muhtâr Efendi’nin silsile kaydının dışında
hiçbir kaynakta rastlanmamaktadır.
Hamzavîlik’de
diğer tarîklerde olduğu gibi icâzet üzere yazılı bir hilâfet müessesesi yoktur.[267] Bundan
dolayı Hamzavî-Melâmî silsilesi âdetâ kutbiyyetin intikal silsilesi
niteliğindedir.
Kutup kavramı,
sûfîler tarafından ricâlü’l-gayb anlayışında manevî bir teşkilatın en tepesinde
bulunan kişi için kullanılmaktadır. Bu kavram, tasavvuf tarihi sürecinde
kullanım alanı olarak daha geniş bir yapıya bürünmüş ve bir çok irşâd kutbunun
olduğu ama en tepedeki kutbun hepsinin de kutbu olduğu anlamında
“kutbu’l-aktâb” tabiri genel olarak kabul görmüştür. Kendisinden istiğase
edilen kutbu’l-aktâb, kevnî tasarrufta bulunduğu makamında “gavs” olarak
adlandırılmaktadır. Bazı mutasavvıflar ise; tasarruf kudreti olan velîye
“kutbu’l- aktâb”, kudret tasarrufu olan velîye ise “gavs” demektedirler.[268]
Her iki tabir
de zamanla dejenere olmuş ve bir tane olduğuna inanılan kutbu’l-aktâb;
tarîkatlar, onların kolları, şubeleri ve hatta halîfeleri adedince kutbu’l-
aktab ve gavs kabulleri görülmüştür.
Bu bilgiler
doğrultusunda bakıldığında Hamzavîlik’de sadece bir tane irşâd merkezi vardır
ve bu merkezdeki kişiye “mürşîd” değil “kutup” denmektedir. Hamzavî-Melâmî
kutbu ise, rical-i gayb dairesindeki kutbu’l-irşâdlara benzemekle beraber
onlardan farklılıkları vardır. Üsküdarlı Eşref Efendi de, Belhî hakkında “Seyyid
Abdülkâdir Belhî, Melâmîlerin Kutbudur”[269] ifâdesi
ile Melâmî kutbiyyetinin ayrı bir makâm olduğuna dikkat çekmiştir.
Ricalü’l-gayb
ve kutbu’l-aktab’la ilgili geniş bilgiler veren Muhyiddîn İbn Arabî,
kutbu’l-aktab’ın dışında her makamın da bir kutbu olduğunu söylemektedir fakat
kutbu’l-aktab’ın tasarrufu dışında olduğunu söylediği Melâmî zümresinin
kutuplarını efrâd içerisinden Selmânî kutuplar olarak anlatmaktadır.[270]
Hamzavîlik
tarihine baktığımızda, Emîr Sikkînî’den itibaren silsilede yer alan isimlerin
hepsinin de kutup olarak kabul edildiğini görmekteyiz. Kutbu’l-aktâb ve onun
tasarrufu altındaki irşad kutuplarının Melâmîler üzerinde tasarrufu olmadığı
gibi, Melâmî kutuplarının da onlara bağlı zümreleri bağlayıcı bir tarafı
yoktur. Ancak istisna olarak kendisinde hem kutbiyyet, hem gavsiyyet, hem de
ferdiyyet makâmlarını toplamış kişiler, zamanındaki bütün ricâl’in başı kabul
edilmektedirler.
Hamzavîlik’de kutbun önemi, onun nazarı ve Hakîkat-i
Muhammediyye’nin sırrına mazhariyeti yönüyle, Rakîka-i Muhammedî’nin[271] sâlike
ulaşması için rûhuna râbıta kurulmasıdır.
Hamzavî
hiyerarşisinde ikinci önemli kişi “kalbe bakıcı” dır. Kalbe bakıcı,
Hamzavî-Melâmî kutbu tarafından tâliplere sohbet ve rehberlik etme amacıyla
tayin edilen kişilere denmektedir.
İdrîs-i
Muhtefî zamanında ve sonrasında Fatih/Atpazarı civarı Kırk Çeşme’deki
Peştemalcılar Hanı’nda kırk kalbe bakıcı’nın bulunduğu, aralarından biri vefat
veya başka bir nedenle ayrılırsa, Eğri Kapı civârındaki İvaz Efendi Camiine
yakın olan Peştemalcı hanından bir kişiyi onun yerine aralarına alıp kırk
kişiye tamamladıklarına[272] dair
bilgiden, Hamzavîlerin çok sağlam bir teşkilat yapılarının olduğunu
anlamaktayız.
Hamzavî-Melâmî
hiyerarşisinde üçüncü önemli kişi ise tâlibdir. Bir câzibe sonucunda içinde
melâmîliğe karşı bir istek oluşan kişiler ya kendileri kalbe bakıcı’yı bulmakta
ya da kalbe bakıcı, firâsetiyle bu istidatı taşıyan kişilerle irtibata
geçmektedir.
Kalbe bakıcı
ile muhatap olmuş tâlib, öncelikle bir müddet spontane olarak soru-cevap
şeklinde istidat testinden geçirildikten sonra eğer kaabiliyeti müsaitse,
tahliye-i derûn yapması telkin edilmektedir. Bir süre kalbini temizleme
çalışmaları yapan tâlibi, kalbe bakıcı takip etmekte ve sohbetleri ile
pişmesine yardımcı olmaktadır. Pişme devresini geçen talip, kalbe bakıcı
tarafından Hamzavî-Melâmî kutbuna ulaştırılıp, onun nazarına muhatap olması
temin edilmekte, kutbun nazarı sonucunda kalbinde işrâk eden nura sahip çıkıp
ifşa etmeden murakabe/gözcülük yaparak onu sırrında muhafaza etmesi
istenmektedir.
Tâlib, kalbe bakıcı ve kutub arasındaki hiyerarşik yapı gereği
uygulanan sistem, Hz. İdrîs’e bağlanan Hermetik yapıdaki, tâlibin incelendiği,
zihnî imtihanlardan geçirildiği ve liyâkat sonucuna göre hermetik bilgi ve
bilgeye ulaşmaya hazırlandığı aşamalara [273] birebir
benzemektedir.
3.4.
Bayrâmîyye-i Hamzavîyye-i
İdrisîyye Erkânı
Muhyiddîn İbn
Arabî, “Fütuhât-ı Mekkiyye” kitabında, “De ki; sizden ehl-i
beyte/yakinlere meveddetten başka bir karşılık istemiyorum.”[274] ayetini
açıkladığı yerde “meveddet” tabirine de dikkat çekerek “Meveddet, sevgide
kararlılık ve ısrar demektir. Bir işte sevgisi sabit olan kimseye sevgi her
durumda eşlik eder. Ehl-i beyt’in değerini ve kadrini ancak Allah’ın onların
işlerine/hallerine muttali kıldığı insanlar bilebilir. Onu öğrenen/bilen ise hemen
kendisine dayanır ve istinat eder. Ehl-i beyt en büyük dayanak ve kendisine
yönelmede en güvenilir şeydir, mercidir. Öyleyse sen de akıbet için onların
sevgisine sarılmalısın. Hz. Peygamber bizden sadece akrabaları/ehl-i beyti
haklarında “meveddet”, yani sürekli-sabit sevgiyi talep etmiştir.”
demektedir.[275]
Hamzavîlikde
önemli bir rükn olan Âl-i Beyt’e meveddet[276], Seyyid
Abdülkâdir Belhî zamanında birinci sıraya yerleşmiştir. Neseben de 32. göbekten
evlâd-ı resûl olan Abdülkâdir Belhî hemen hemen bütün eserlerinde en önemli
esasın ehl-i beyt sevgisi olduğunu dile getirmiştir.[277] Oğlu
Seyyid Ahmed Muhtâr’da aynı esas üzere hareket etmiş ve birinci sırada önem arz
eden bu yakınlara / yakîn ehline, yâni Âl-i Beyt-i Mustafâ’ya meveddet
ilkesini, yazmış olduğu “Hânedân-ı Seyyidü’l- Beşer Eimme-i İsnâ Aşer”
adlı eserinde On İki İmâm’ın hayâtlarını çok güzel bir uslûpla anlatmıştır.
Seyyid Muhtâr
Efendi, ehl-i beyt sevgisinin en önemli bir rükün olduğunu manzûm olarak da
şöyle dile getirmiştir;
Biz teşne-i
sahbâ-yı musaffâ-yı Hüseyniz
Biz hâk-i
reh-i âşık-ı şeydâ-yı Hüseyniz
Gam-dideleriz
vak'a-i dil-sûz-ı fenâdan
Andan beri
düşmen-i a'dâ-yı Hüseyniz
"Lâ
es'elüküm"emri bizim rehberimizdir
Ecr
istemeyiz bende-i kurbâ-yı Hüseyniz [278]
Tevellâ (dost
olma/sevme) ve Teberrâ (uzak durma/sevmeme), kâinatta câri olan câzibe ve
dâfia’ kuvvetlerini insanın kendi bünyesinde aktif hale getirmesidir. Şeriat
lisanıyla; emr-i bi’l-ma’rûf ve nehyi ani’l-münker, târikat lisanıyla; ehl-i
beyti ve sevenlerini sevmek ve sevmeyenlerden uzak durmak, hakîkat lisanıyla
ise; Hakk’da fâni olmak ve mâsîvadan tecerrüd etmek olarak da tarif edilmiştir.[279]
Hamzavî-Melâmîğinde,
teberrâdan kaynaklanan bir tevellâ değil, tevellâ neticesinde ehl-i beyt’in
muhabbetinden kaynaklanan bir teberrâ anlayışı görülmektedir. Bu ise;
tevellâ’da derinleşme neticesinde, istenilen takarrüb/meveddet hakikatine[280] odaklanma
şeklinde olmaktadır. Hatta eserlerinde ilk üç halîfeden teberrî ifâdelerine
rastlanmadığı için bazı araştırmacılar, Hamzavîleri teşeyyu etmiş ehl-i
tasavvuf içerisinde sayarken Abdülbâkî Gölpınarlı ise, bütün araştırmaları
sonucunda konuyla ilgili olarak; “Melâmî-Hamzavîler, ehl-i tevellâ olmakla
beraber hiç bir vakit teberrâda ifrata varmamışlardır. Esâsen teberrâ, vahdet
telakkîsiyle telif edilemez. Melâmîler keşif ve ilhâm erbâbı olduklarından
içtihada tenezzül ve müçtehidi taklitden vârestedirler. Hakikî ma’nasiyle Ali
ve ehl-i beyti, peygamberlerin sırrına vâris ve sâhip bilip sâir eshâba tafdil
eden şia-i mufaddile fırkasının hayrü’l-halefi olmuşlardır” dedikten sonra,
Hamzavîlerin, şia-i ûlâ’ya[281]
benzediklerini ve onların varisleri olduklarını söylemektedir.[282]
Hamzavî-Melâmî
kutbu Ahmed-i Sarbân gibi diğer Melâmî
ricâlinde de rastlanan bu tavır, Seyyid
Abdülkâdir Belhî ve Seyyid Muhtâr Efendi’de
bariz bir şekilde görülmektedir. Seyyid Abdülkâdir Belhî’nin eserlerinin birçok yerinde açıkça âl-i beyt’e ve sevenlerine tevellâ birinci sırada önemli ilke olarak yerini alırken, ilk üç halifeden
teberrî ifadelerine rastlanmamaktadır.
Seyyid
Muhtâr’ın, “Hânedân-ı Seyyidü’l Beşer Eimme-i İsnâ Aşer” eseri’nin
Hazret-i Alî’yi anlattığı bölümlerinde, Hz. Ebû Bekir, Hz. Ömer ve Hz. Osmân’ı
hayır ve hürmetle yâd etmesinin[283] yanında
Hazret-i Alî’yi onlara tafdil etmesi[284], aynı eserin
başka bir yerinde Hazret-i Alî Dîvânı’ndan bahsederken o dönemin savaş
ortamından kaynaklanan târihî menfî ifadeleri ile değil, evrensel ve zaman üstü
hakikatlere dâir beyanlarıyla alakadar olunması gerektiğini söylemesi,[285] Hamzavî-
Melâmîlerinin
tevellâ ve teberrâ’da ölçülerini açıklar niteliktedir.
Buradan çıkan
sonuç ise; Hamzavî-Melâmîliğinde mezheb taassubundan uzak, ehl-i beyt’in
velâyetine tevellâ ile, asıl ve orijin yolun âl-i beyt’in yolu olduğu ve onlara
olan bu meveddet ile “Sırr-ı Selmân”[286], “Sırr-ı Âl-i
abâ”[287], “Sırr-ı Tâha”[288] gibi
sırlara erişmek olarak özetleyebileceğimiz bir anlayış hâkimdir.
Mevlevî Fasîh
Ahmed Dede’nin (ö.1699),[289] Hamzavî-Melâmîleri
tarafından da benimsenip okunan;
Bu mâtemde olan, derd ile hicrâna devâ olmaz.
Bu feryâd-ı Hüseynî’dir, buna uşşâk, nevâ olmaz.
Hasan ile Hüseyin’dir ol Resûl’ün kurretü’l-aynı
Sevenler âl-i evlâdın eşiğinden cüdâ olmaz.
Tevellâsın, teberrâsın bilen uşşâka aşk olsun!
Tarîkatda budur erkân, buna illâ ve lâ olmaz.
Vukûat-i Hüseyn-i Kerbelâ’nın mâtemengîzi
Semâ vü hâme vü savt ü hurûf ile edâ olmaz.
Fasîhâ, nüh felek yâkut u rümmân ile pür olsa
O mihr-i
âlemin bir katre kânına bahâ olmaz.[290] gazeli, bu rüknün Tekke
Edebiyâtı’ndaki güzel bir örneğidir.
Bilindiği
üzere tarikatların ekserisi seyr ü sülûklarında tedrîcen mürşidin
kontrol ve
direktifleri doğrultusunda sâlikin durumuna göre Allah’ın farklı isimlerininin
zikrini esas tutmuşlardır. Bu sülûk tarzında tahallük, yani Allah’ın bir
sıfatıyla sıfatlanma vardır. Bunun yanında, Muhyiddîn İbn Arabî’nin beyânı [291] üzere
ism-i zat’a, yani “Allah” ismine müteveccih olup sıfatlanma değil, fakat zât’a
alaka peydâ etme anlamında taallükü esas tutan, cezbe yolu da denen tarz-ı
sülûk’a da tasavvuf literatüründe müsemmâ yolu denilmiştir. Müsemmâ yolunu esas
tutanlar “Allah” ismine yapışmışlardır. Bu yolu Melâmî ve Ekberîlerin dışında,
farklı ritüellerle birlikte Mevlevîler ve özellikle Hâcegân dönemi
Nakşibendîleri de benimsemişlerdir. Müsemmâ zikri başka bir tarifle; Hakk’ın
esmâ ve sıfatları (subûtî sıfâtlar) üzerinde tefekkür etmeden, (eğer bunlarla
alakalı düşünceler gelirse kalbi bunlardan uzaklaştırarak) ademe (yokluğa)
teveccüh etmektir.[292] Hamzavîler
de, “kalbe bakıcı”nın nazarı neticesinde kalbinde işrâk eden “ism-i zât
(Allâh)”ın nûrunu kalbte tutmak olarak ta tarif edilen, sayı kaydı olmayan
tamamen hafî (gizli) olan, müsemmâ zikri yolunu tercih etmişlerdir.
İsm-i zât’ı
kalbte tutmanın belli bir zamanı ve belli bir sayısı yoktur. Zorunlu olmasa da
gönül bekleme süresince murâkabe zamanlarında, Seyyid Abdülkâdir Belhî’ nin
bahsettiği hafî/gizli olarak haps-i nefes üzere[293] uygulamalar
da yapılabilmektedir.[294]
İsm-i Zât’ın
hüviyetine, “Hû” ismine tam bir odaklanma gayesi olan müsemmâ zikrini
Seyyid Abdülkâdir Belhî şöyle anlatmaktadır:
Yolun şartı müsemmâ’da oluştur. Müsemmâ ile olan zikir Hudâ’dan başka halktan
gizlidir. Müsemmâ zikri zâtın zikridir. Sen Hudâ tarafından
müsemmâ’ya mazhar kılınırsan, sana bütün esmâ da öğretilir.
Allâh lafzı, Hû ismi üzerine mazhardır.
Hû sırrı ise, Allah isminden cereyan
etmektedir. Bütün esmâ Hû ismine dâhildir. Allah, Hû içinde saklı oldu, taayyün edince, Hû’nun nâmının Allâh
olduğunu bil. Hû, “hüve’l-evvel hüve’l-âhir” dir.[295]
Râbıta
meselesi tasavvuf söz konusu olduğunda belki de üzerinde en çok konuşulan,
tartışılan konuların başında gelmektedir. Kelime anlamı “bağ” olan râbıta,
tasavvuf târihi içerisinde çeşitli ekollerce kullanılan, manevî irtibat metodu
olarak yerleşen bir uygulamadır. İştiyâk ve ezelî istidat olan pasif râbıtanın
terakkî ettirici aktif râbıtaya dönüşmesi için sûfiler arasında çeşitli
uygulamaları gelişmiştir.
Tanım ve
uygulamaları noktasında farklı görüşler ve kabulleri olan râbıta, genel olarak
“râbıta-i mevt”[296],
“râbıta-i mürşid”, “râbıta-i huzûr”[297] şeklindeki
üç uygulamasıyla öne çıkmıştır. Bu uygulamalar içinde özellikle mürşid
râbıtası’nın üzerinde, başta Hâlidîler olmak üzere çok durulmuştur. Râbıta-i
mürşid, hayal kuvvesi aracılığıyla mürşidinin vechinde kab-ı kavseyn’i
sembolize eden, aynı zamanda nefs-i nâtıkanın vücûd üzerindeki mahalli olan iki
kaş arasını hayal etmek olarak tarif edilmektedir. Bu râbıta türüne hayâlî
râbıta denilmektedir. Bu râbıta şeklinin dayanağı olarak bazı sûfiler
tarafından Hz. Fâtıma’dan nakledilen şöyle bir rivâyet vardır: “Babamın
yüzüne baktığımda, alnında bir nur parladığını ve bu nurun insanların
kalplerine doğru yayıldığını gördüm. Kendisinden, bunun ne olduğunu sordum.
Bana, bu İslâm’ın nurudur, diye karşılık verdi”[298]
Bazı
mutasavvıflar tarafından hayâlî ve hakîki[299] olarak
iki ana grupta tarif edilen râbıta uygulaması hakkında son dönem sûfilerinden
Abdülazîz Mecdî Tolun (ö.1941) uzun açıklamalarda bulunmuştur. Mecdî Tolun Bey;
râbıtanın, büyük ilâhî bir sırr olduğunu, her müşkülü halledeceğini, fakat
râbıta ile râbıtanın sırrının ayrı şeyler olduğunu, râbıtasız seferin ancak bir
çalkantıdan ibâret olacağını söylemektedir.[300] Mecdî
Efendi, râbıtayı, cism-i kesife, cism-i latife ve cisimden mücerred rûha
yapılan olmak üzere üçe ayırmakta ve sevenlerinden birine yazdığı mektupta; “Benim
hayâlimle değil hakikatimle meşgul ol, hayâl dediğin benim unsuriyatımın,
bedenimin timsâli olacak. Hakîkatim, ruhum ve sırrımdır. Rûhumla meşgul
olabilirsen; kurb, bu’d, ittisâl, infisâl kalmaz. Ortada bir şems-i nevvâr
kalır ki bütün zerrât ânın bilâ-ihtiyâr ve bilâ-haber müncezîbidir”[301]demektedir.
Râbıta ile
ilgili farklı yaklaşımları olan Seyyid Ahmed Hüsâmeddîn Rükkânî’nin (ö.1925)[302] Ebu’l-Avn
el-Ahrâr’dan[303] naklettiği;
“Râbıtanın sıhhati Ehl-i Beyt-i Mustafâ silsilesine câizdir”[304] şeklindeki
anlatımları da Hamzavîlerin râbıta anlayışlarını daha iyi anlamamıza yardımcı
olmaktadır. Hamzavîlerdeki kutup (hakikatine teveccüh edilen) anlayışına
baktığımızda, ya bizzat ehl-i beyt’ten olması, ya da Selmân-ı Fârisî gibi ehl-i
beyt’e dâhil olmuş efrâd’dan birinin olduğunu ve bu kutbun da Hakîkat-i
Muhammediyye’nin sırrına mazhar olduğu ve kendisinden sonra bu sırr kime
intikal ederse onun kutub olduğu anlayışı hâkimdir.[305]
Hamzavîlikte
râbıta, metn-i hakîki denilen[306] Hakîkât-i
Muhammediyye’ye teveccüh olarak kabul edilir. Bu, kim olduğu bilinsin veya
bilinmesin, müferridûndan olan Hamzavî-Melâmî kutbunun hakikatine, yani rûhuna
teveccühle izâh edilmiştir. Bu teveccühün sonucunda tecelli eden himmet sırrına
Abdulkerim Cîlî (ö.1428), “Rakîka-i Muhammedî” demektedir.[307]
Seyyid
Abdulkâdir Belhî, mâsivâya bağlı gönlün dağılmışlığını toplamanın istivâya
yönelmek olduğunu, mâsivâya dönüklükle kuvvetin (kuvvelerin) sivâya(gayra)
yayıldığını, fakat o kuvvetin tekrar toplanmasının yolunun ise istiva üzerinde
karar kılmakla mümkün olabileceğini yani; râbıta’dan maksadın insanın üç ana
yetisi olan kuvve-i akliye (akıl yetisi), kuvve-i şeheviye (her türlü arzu
yetisi) ve kuvve-i gadabiye’nin (öfke yetisi) dengesini bozan diğer kuvvelerin
dağılmışlığının, İnsân-ı Kâmil’in hakîkati olan rûh-i kudsîsine tam bir
teveccühle yüzlerinin kesretten vahdete dönüp dengeye geldiğini söyledikten
sonra, râbıta yapılan bu kutbun vasıflarının anlatımına şöyle devam etmektedir:
“İnsanın tefsiri Kelâmullah olduğundan bütün âlem için metn (yazının aslı)
insan oldu. Çünkü bu metn Hüdavend’in metnidir ki, bu metnin içinde Hüdâvend’in
sırrı gizlendi. Karârı iki bahrin (sıfat ve zat bahrı) arasındadır. Bundan
sevgilinin sırrı gizlenmez. Her iki âlemin arasında berzah odur. Makâmı, kâb-ı
kavseyn’dir. Oturduğu yer hatt-ı istivâ üzerindedir. O, Allah tarafından
insan-ı kâmil kılınmıştır.”[308]
Bu râbıta
şekline Melâmîler tarafından “râbıta-i metn” adı verilmiştir.
Hamzavî-Melâmîlerince kullanılan fakat tasavvufa dâir eserlerde literal olarak
yerleşmemiş “râbıta-i metn” tâbirine, Seyyid Mîr Hamza Nigârî (ö.1886),
Dîvân’ında; “Uşşaka gerek râbıta-i metn ki yohsa / Esmâya devâm ile
müsemmâ ele gelmez.” olarak beyt içerisinde müsemmâ ile de ilişkilendirerek
yer vermiştir.[309]
Lâlizâde Abdulbâki ise tam teveccühe bağlı bu râbıta usûlünü “Sergüzeşt”
adlı risalesinde şöyle anlatmıştır:
“Muhterem
babamdan işittiğim şartlara ve alâmetlere uydum. Hakîkat-i Muhammediye’ye tam
teveccüh ettim, küfürden ve dalâletten kurtuldum, ama vallâhi hâlâ vaktin
sâhibini bilmem. Teveccühüm hakîkatlerinedir, şahsı ma’lûmum değil.”[310]
Sonuç olarak,
Hamzavîlik’de râbıta anlayışının müsemmâya teveccüh, gönül bekleme ve tahliye-i
derûn gibi uygulamalarla iç içe olduğunu, Hamzavî-Melâmî kutbunun Hakîkat-i
Muhammediyye sırrına mazhar ferdiyet makâmı sahibi olduğunu ve râbıtanın o
kutbun cisimden mücerred rûhuna (hakikatine) yapıldığını anlamaktayız. Fakat
konunun başında da belirttiğimiz gibi Hamzavî-Melâmîlerince uygulanan,
“râbıta-i metn” olarak tabir edilen bu râbıta şeklinin literatüre girmemiş
olduğunu görmekteyiz.
Hamzavîlik’de, kutbun tâlipleri bulma, gözetme ve rehberlik
etme amacıyla tayin ettiği kalbe bakıcıları bulunmaktadır. Bu kalbe bakıcının[311] zamanı
geldiğinde kutba ulaştırdığı tâlibin kalbine Hamzavî kutbunun nazar etmesine ve
bu nazar neticesinde meydana gelen işrâke / nurlanmaya nazar-ı hakkânî
denilmektedir[312].
Tâlib, bu nur vâsıtasıyla eşyâya hakkânî bir nazarla bakma kâbiliyeti
kazanmakta ve artık tâlib iken sâlik mertebesine yükselmektedir.
Mukayyed/sınırlı idrakten mutlak idrake geçen sâlikin hakîki cezbeye
ulaşmasıyla birlikte nüfûz-ı nazarı artmakta ve fenâ mertebelerini (fenâ-i
ef’al, fenâ-i sıfât, fenâ-i zât) kat etmektedir. Buna örnek olarak, Mevlevî
Midhât Bahârî, Seyyid Abdulkâdir Belhî’yi ziyaretinden sonra; “Sâliki nazarla
terbiye etmek ve ona vahdet neş'esini ilka etme kudretine sahip İstanbul'da
yalnız Seyyid Abdülkâdir Belhî’nin olduğunu ve kendisinin onun huzurunda bir
saat kadar kaldığını, bu kısa müddet zarfında nazar-ı hakkânîsiyle vahdet
neş'esini gönlüne ilka ettiğini” söylemektedir.[313]
“Gönül
bekleme”, sâlikin gönlünün mâsivâdan boşalması[314]olan tahliye-i
derûn faaliyeti sırasında tekrar mâsivâya bulanmaması için sâlikin kalbini
sürekli murâkabe altında tutmasına denmektedir.
Râbıta-i metn
ve müsemmâ zikrinin bir parçası olan “gönül bekleme”, rakîb ismi üzere yapılan
murakabeye denmektedir. Hamzavîliğe girmek isteyen kişinin ya bizzat Hamzavî
kutbu ya da tayin ettiği kalbe bakıcı tarafından istidat sahibi olup olmadığına
bakıldıktan sonra eğer talib istitad sahibi ise Hamzavîliğe kabul edilip “beytullâh
olan kalbinden O’ndan gayrısının bulunmaması gerektiği” ve “kalbine
Allah’tan başkasının girmemesi için gönül bekçiliği” yapması telkin ve
tenbih edilmektedir. Sâlik gayriyet perdesi ortadan kalkıncaya ve gönül
serbestliğine erişene kadar beklemeye devam etmektedir. Bu devreye gönül
bekleme denmektedir. Gönül bekleme devresinde sâlik “rakîb” ismine bağlı olarak
sırrını ifşa etmemek için sürekli gönlünü gözetmekle yükümlüdür.
Hamzavîler, bu
gönül bekleme devresini çok güzel izah eden, kendisi de aynı zamanda bir kalbe
bakıcı olan Hüseyin Lâmekânî’nin;
Pâk eyle gönül çeşmesin tâ durulunca / Dik tut gözün gönlüne, gönlün göz
olunca.
Efkârı ko, dil destisin ol çeşmeye tutdur / Ol âb-ı safâ bahş ile bu desti
dolunca.
Çün Hakk seni derbân-ı der-i hânesi etdi / Dur kapuda, gayrı koma ta ânı
bulunca.
Şimdi koma kim sonra çıkarması güç olur / Şeytan çerisi hâne-i kalbe
koyulunca.
Ver âşık, evin sâhibine, çık aradan sen / Bî-şek gelir Allâh evine sen
savulunca.
Çektim bu cihân içre hezâr mihnet ü zahmet / Ol Pîr-i Hudâ, mürşîd-i
kâmili bulunca.
Ey "Lâ-yi mekânım”, seni ben çok aradım, çok /
Cânımda mukîm olducağın tâ duyulunca. beyitlerini kendilerine düstûr
edinmişlerdir.[315]
Gizlilik,
saklılık, korumak anlamlarına gelen “mahfîyyet”, Hamzavî-Melâmî tavrının
temelini teşkil eden bir rükündür. Bu gizlilik ve saklılık, mâneviyâtın mahrem
bir sır olduğu kabulü ile Hamzavî-Melâmî dervîşlerince uyulması gerekli olan,
olmazsa olmaz bir esastır. Mahfîyyetin, Allah’ın bizzat bir kulunu halktan
saklamasının yanında dervişin de farklı metodlarla mahfîyyet sahibi olması gibi
bir yönü vardır.
Hamzavî-Melâmîliği’nde
mahfîyet unsurlarını; Kendilerine has sembolik giysilerin olmaması, yaşadığı
sosyal çevrenin kültürüne uygun giyinilmesi, farzlar dışındaki ibâdetlerin gizli
yapılması, günün genel geçer konuşulan dili ile insanlarla konuşulması,
geçimini temin etmek için bir işle meşgul olunması, belirlenmiş gün, saat ve
sayılarca yapılacak evradlarının olmaması, tekke ve zaviyelerinin bulunmaması
şeklinde sıralayabilmekteyiz. Kur’ân’da geçen “takvâ libâsı”[316], bir anlamda,
amelleri ve hâlleri mahrem görüp halktan saklamak/örtmek anlamında tam bir
“mahfîyyet libâsı” olsa gerektir.
Mahfîyyet
üzere kalmak için gerekli olan yukarıda geçen bu unsurların Hamzavî-Melâmî
tarihinde kutup seviyesinde istisnaları da vardır fakat bu istisna durumlarda
da daha farklı melâmet hâlleri o kişileri bir şekilde halktan örterek
mahfîyyete büründürmüştür. Bu istisnâlara; İsmâil
Ma’şûkî ve Hamza Bâlî’de olduğu gibi
vahdet neşvesinin tesiriyle görülen şatahatları veya Hamzavîlerin
dergâhları olmamasına karşın, Seyyid Abdulkâdir
Belhî’nin Murad Buhârî Dergâhı postnişînliğinde bulunmasını örnek verebiliriz.
Mahfîyyet
rüknünün İdrîs-i Muhtefî zamanı ve sonrasında en üst seviyede önemle
uygulandığını görmekteyiz. Atâî’nin onun hakkında Sahn müderrisi Mustafa
Efendi’den naklettiği; “Bu mertebe zuhûrla bu gûne ihtifâ muazzam bir
kerâmettir, ahvâlini tecessüs ettim, salâh ü sedâddan gayri nesne zâhir olmadı” [317] cümleleri,
İdrîs-i Muhtefî’nin ne derece ihtifâ ve temkin sâhibi olduğunu göstermektedir.[318]
Hamza Balî ve
Sütçü Beşîr Ağâ’nın idam edilmeleri gizlilik ilkesini tetiklemiş ve dozajını
artırmış olsa da bu rükn, Hamzavî-Melâmîliğinde reaktif/tepkisel değil,
aslî bir tavırdır.
Mahfîyyeti
sağlayan en önemli hâlin, mahviyet, tevâzu ve yokluk bilinci olduğu
bilinmektedir. Mahviyeti, fakra bağlı olarak değerlendiren Seyyid Muhtâr, mahviyetin, benlikten geçmenin en önemli esası
olduğunu söylemektedir.[319]
Seyyid
Abdülkâdir Belhî’de eserlerinin birçok yerinde mahfîyyete, mahviyete ve
temkîn’e önemle değinmektedir. Buna bir örnek olarak; yolun pîri, başı olarak
anlattığı Bâyezîd-i Bistâmî’yi fakr-ı hakîkî ile özdeşleştirmiş “Fakrı
O’ndan öğren, O Bistâmlı Kutup ki, o’nun fakr ülkesinden oluşu Bistâm şehrini
aydınlattı” diyerek eserinin devam eden bölümlerinde mahfîyyet ve mahviyeti
içeren fakrın önemini anlatmıştır.[320]
Varlık ve
varoluşla ilgili ontolojik anlayışlar, Felsefî, Kelâmî ve Tasavvufî olarak üç
ana disiplinde incelenmiş, farklı sonuçlara ulaşılmış, bazı konularda da görüş
birliğine varılmıştır. Tasavvuf tarihi içerisinde ontoloji üzerinde en
derinlemesine fikirler geliştiren ve bütün tasavvuf anlayışını bu fikirleri
üzerine bina eden sûfî Muhyiddîn İbn Arabî’dir.
Mutlâkiyet
mertebesine, taayyünün olmadığı, “lâ-taayyün âlemi” de denmektedir. Bu mertebe,
tasavvuf literatüründe, Allah’ın gayb-ı mutlakda oluşu, isim, sıfat, tecelli ve
taayyünün söz konusu olmadığı, hazarat-ı hamse’nin ilki dir. Bu mertebe, gerçek
mutlaklık mertebesi, ahadiyet olarak adlandırılmıştır.[321]
Seyyid Muhtâr Efendi, lâ-taayyün kavramını, kendisinde, ismin,
resmin, hiçbir bağın bulunmadığı, zâtî tecellîye, ıtlak’a ermiş bir kul için, “bütün
taayyünatdan kesilmiş, bütün bağlardan azâde kalmış, lâ-taayyün’e ermiştir”[322]
şeklinde kullanarak, son noktaya gelen insanın da bu âlemden bir payı
olduğunu ve gaybûbete girdiğini söylemektedir.
Mâhiyât/hakîkatler,
kalple temas halinde olan, “ceberût âlemi”ni oluşturan “nitelikler”
mertebesidir. Tenezzülatda birinci taayyün derecesidir.
Mâhiyetler
mevcûd olanların hakikatleridir. Nesnelerin isimleri o hakikatlerin isimleridir.
Mâhiyât mertebesi olan bu ceberût âleminde dağınıklık ve tefrika yoktur.[323]
Seyyid Muhtâr
Efendi, ceberût âleminin mâhiyât mertebesi olduğunu söylemektedir.[324] Bu
mertebe Hakîkat-i Muhammediye mertebesidir.
Muhammedî
Hakîkat, bütün varlığın ilkesi[325],
mevcut olan şeylerin ilmî planda öz halinde bulunduğu, birbirinden ayrışmadığı
bir mertebeyi ifâde etmektedir.[326]
Seyyid Muhtâr,
Gavsiye Risâlesi’nde geçen;“Tekrar âlemlerin yaratıcısından sordum;
Yâ Rabbi, sen melekleri hangi şeyden yaratdın? dedim. Buyurdu ki; melekleri
insanın nurundan, insanı da bizzat kendi nurumdan yaratdım” sözlerini
naklettikten sonra buradaki insandan maksadın ancak Hazret-i Muhammed
olabileceğini söyleyip, Nur-u Muhammedî kavramını ele alıp; “evvele mâ
halakallâhu rûhi”, “evvele mâ halakallâhu nûri”, “evvele mâ halakallâhu akli”,
gibi hadîsleri nakletmektedir. Bu üç hadisi yorumlayan mutasavvıflar, burada
ilk yaratılan olarak anlatılan rûh, nûr ve akıl’ın, tek bir cevher olan
Hakîkat-i Muhammediyye’nin işlevsel olarak hayat sahipliği yönünden rûh,
varlığı yönünden nûr, bilirliği yönünden de akıl ismini aldığını
söylemektedirler.[327]
Seyyid Muhtâr, nûr yönüyle; “Bu mukaddes vücûd olmasaydı,
hiçbir şey mevcud olmazdı, demek ki; nûr-u ahad tenezzül etmiş, Ahmed’in pâk
vücûd’u olmuş”[328] sözleriyle
de tüm varlığın kaynağının rûh, nûr ve akıl yönünden Muhammedî Hakîkat olduğunu
anlamaktadır.
Mâkûlât,
akılla temas halinde olan, “Melekût âlemi”ni oluşturan, harici vücudu olmayan,
subjektif bir yapıya sahip, “akledilenler” mertebesidir. Tenezzülatda ikinci
taayyün derecesidir.
Seyyid Muhtâr
Efendi, melekût âleminin mâkûlât mertebesi olduğunu söylemektedir.[329]
Mahsûsât, dışa
dönük duyularla temas halinde olan, “nâsût âlemi” ni oluşturan harici vücudu
olan “maddeler dünyası” mertebesidir. Tenezzülâtta üçüncü taayyün derecesidir.
Seyyid Muhtâr
Efendi, nâsût âleminin mahsûsat, hissedilenler mertebesi olduğunu
söylemektedir.[330]
İnsaniyet;
mahsûsât, mâkûlat ve mâhiyât mertebelerinin âlemleri olan nâsût, melekût ve
ceberut âlemlerini kendinde toplayan beşinci küllî varlık mertebesidir.
Mutlakiyet mertebesinin âlemi olan lâhût âlem’nin insandaki tezahürü ise insana
sürekli varlık veren nefes-i rahmânî ve rûh-u azam tecellisidir. Cevherden
ibâret olan insan hakikatinde mevcûd olan herşey, tedricen kendi vaktinde
ortaya çıkmaktadır.[331]
İnsan kendine verilmiş şâkilesi/fıtratı üzerinde yolculuk yaparak kendi
insanlık mertebesine ulaşmaktadır. Bu yolculukta asıl ulaşılması gereken nokta kâmil
insan mertebesidir. İnsâniyet mertebesinden kasıtta insân-ı kâmil’dir.
İnsân-ı
Kâmil’i, “Nebiye varis, ledünni ilme arif ve ilahi ilhamlara mazhar olan
insan-ı kâmil, tüm ilahi mazharların kendisinde toplanması nedeniyle Resul-i
Ekrem sallallâhu aleyhi ve âlîhi ve sellem efendimiz ve onun varisidir”[332] şeklinde
tanımlayan Seyyid Muhtâr, İnsan-ı Kâmil’in özelliklerini “Bu mukaddes zatlar,
Hakk’ın zikr ve fikrinden, mahabbet’inden, şevk ve zevkinden başka bir şey
bilmezler. Mabudun müşahedesi ile müstağrak, kendi sıfatlarından fâni, Hakkın
sıfatıyla bâkidirler. Bu zevkde olanlar daima şu hitâb-ı celîle muhataptırlar;
“sende zât ve sıfâtımla zâhirim, sen bensin bende senim. Eğer beni ararsan
kendini bulursun. Kendini ararsan beni bulursun. Zira; sen ben oldun, ben sen
oldum. Sen can oldun, ben ten oldum.”[333] “Ey
benim mahbûbum olan İnsan-ı Ekmel! Senin zuhurundan mukaddem benim sırrım idin.
Benim zuhurumdan sonra senin sırrın oldum. Diğer bir tabirle; ezelde sen benim
bâtınım idin, ebedte ben senin bâtının oldum.”[334]İnsan-ı
Kâmil’in yemesi, içmesi, söylemesi, işitmesi, durması, oturması benimledir.
Çünki muhabbet âleminde muhîb ve mahbûb tek bir nefsdir”[335] cümleleri
ile ele almaktadır.
Seyyid Muhtâr,
insan-ı kâmil’in mahall-i esrar olduğunu, daha fazla izahın da mümkün
olmadığından bahisle; “Mahall-i esrâr; İnsan-ı Ekmel’dir. Çünkü Âdem’in
batınında Hakk’ın esrarı mevcudtur. İnsan-ı Kâmil; “el insanu sırrî ve ene
sırrehû” tebşîri ile müşerref olmuştur. Âlem-i kübrâdır, deryâ-yı azîmdir.
Bundan ileri varmak, daha ziyâde tafsîle ve izaha kalkışmak doğru olmadığı gibi
bu hususta aciz olan kalemde kırıktır”[336] demektedir.
Ârif kişiler, insân-ı kâmil tabirinden asıl maksadın Hz. Peygamber olduğunu
söylemişlerdir.[337]
Nübüvvet,
Allah tarafından seçtiği insanlara, hidâyete davet ve irşâd için verdiği
ontolojik yetkiye denilmektedir.
Seyyid Muhtâr
Efendi, nübüvvetle ilgili görüşlerini peygamberlerin vazifeleri, “Hadi” ismiyle
alakası ve bu tecellîden kaynaklı nübüvvetin devamının ne olduğu şeklinde şöyle
açıklamaktadır:
“Peygamberler, peygamber oldukça doğru yolu ümmetlerine lisânen, efâlen ve
ahvâlen gösterirler. Ve gösterişleriyle de davet vazifesi ve nübüvveti yerine
getirmiş olurlar. Bundan ileri geçemezler. Ümmetlerin bu vesayaya imtisalen
hidayeti kabul etmeleri ancak meşiyyet-i ehadiye ye menutdur.”[338]
“Hidayet Nebilere mahsustur. Vazife onlara aidtir. Hazret-i Peygamber
Hâtemü’l- Enbiyâ oldukları içün nübüvvet sona ermiştir. Böyle olduğu halde
ümmetin ferdlerinden olan bir velinin diğer bir kimseye hidayet eylemesi doğru
olur mu? Evet doğru olur. Zira hitama eren nübüvvet-i teşrî’iye dir. Hazret-i
Peygamber’den sonra bir şeriat sahibi gelmez ve gelemez. Çünkü Şeriat-i
Mutahharâ-i Ahmediye beşerin muhtaç olduğu bütün ahkâmı (dinî, medenî, ictimaî)
ihtiva etmektedir. Velilerin hidayeti nübüvvet-i târîfiye’dendir. Her veli
Şeriat-i Muhammediye’nin haricine çıkamaz. O büyük ahkama tabidir. İrşâd ve
hidayetleri şeriaten değil tarîkatendir. Nübüvvet-i târîfiyye hitama ermez,
devam eder ve ila yevmü’l kıyâm devam edecektir. Madâm ki Allah Dâim’dir,
Bâki’dir. Hâdi ismininde ahkamının devamı lazımdır.”[339]
Seyyid Ahmed
Muhtâr, velayetle ilgili görüşlerini Muhyiddîn İbn Arabî’nin görüşleri[340] etrafında
ifade etmektedir. Tasavvûf tarihinde tartışmalara konu olan bu kabul, etraflıca
incelendiğinde görülmektedir ki, bahsedilen velayetin, her nebinin batınındaki
velayet hakikati olduğu, müşahhas evliyânın peygamberlere üstünlüğünü ifade
etmemektedir. Seyyid Muhtâr’ın konuyla ilgili kabulleri; “Hazret-i Risâlet-
penâhi’den bu zamana kadar gelmiş ve gelecek bütün Evliyâullah’ın da
velâyetleri yine o nûr-u akdes sayesinde olmuş ve ila yevmi’l kıyâm olacaktır”[341] şeklindedir.
Seyyid
Muhtâr,“el velâyeti efdalü minen nübüvveh” anlayışına dayanarak
“Peygamberlerin vazifeleri teşrî’i dir. Muameleleri halk iledir. Velâyet ise
tahkîkîdir. Muameleleri Hakk iledir” diyerek, bu velâyetin Nebi’nin velâyeti
olduğunu söyledikten sonra ise, bu yönden velâyetin nübüvvetden üstünlüğünü
izah noktasında şöyle açıklamalar yapmıştır;
Velâyet, beş
suretle Nübüvvet’den efdaldir.
Birincisi;
velâyet Halık’ın sıfatıdır, nübüvvet mahluk’un sıfatıdır.
İkincisi;
velâyet Hakk ile, nübüvvet halk ile meşguldür.
Üçüncüsü;
velâyet emr-i batınîdir, nübüvvet emr-i zâhirîdir.
Dördüncüsü;
velayet hususîdir, nübüvvet umumîdir. Hususî umumîye müreccahtır.
Beşincisi;
velâyetin nihayeti yoktur, nübüvvetin nihayeti vardır. Cenâb-ı Peygamber (lâ
nebiyye ba’di) buyurmuşlardır.” [342]
Seyyid Muhtâr
bu açıklamalardan sonra, velâyet sahiplerinin özellikleri ile ilgili olarak ta
şöyle söylemektedir;
“Evliyâullah Hakk’ın yakınlarıdır, mâbeyncileridir. Bir hükümdarın
mabeyncileri nasıl bir hususiyete, bir imtiyaza sahip ise “ez zâhirü
unvanü’l bâtın” fehvasınca mukarribîn’den olan velilerin de öyle
hususiyetleri, imtiyazları vardır. Her birinin Latîf, Kerîm, Rahîm gibi esmâ-i
cemâlîye ’den birine mazhariyetleri olduğundan kendilerine mensup olsun olmasın
herkese mazhariyetleri dairesinde muamele ederler. İstediklerini beşeriyyet
mertebelerinin en yüksek bir mevkiine geçirirler. Dilediklerini maddî, mânevi nimet
ve ihsân’a müstağrâk ederler.”[343]
“Allah madem “Dâim”dir, “Bâki”dir. Esmâ-i Hüsnâ’dan olan “Hâdi” isminind e
ahkamının devâmı lazımdır. İşte Cenâb-ı Hakk bu sıfatın idâmesine ârifleri
vesile kılmıştır.
Eğer bunun aksini iddiada ısrar edilirse Hâdi ismi celîlinin hükümden
düşüp manasız bir lafz olduğunu kabul etmek gerekmez mi?” [344]
Seyyid Muhtâr,
kendi insanlık mertebesini bulma yolcuğu olan seyr ü sülûkun başında talibin
herşeyden önce hikmeti merkeze alıp akıl dairesindeki seyrini tamamlaması
gerektiğini söylemektedir. Bu anlayış, hikmeti, “aranması gereken bir yitik”[345] olarak
anlatan Hz. Peygamber’in çizdiği arayış metoduna da uymaktadır. Seyyid
Muhtâr’ın akıl ve hikmet ile ilgili görüşlerini “akıl mertebesi” başlığı adı
altında daha ayrıntılı inceleyeceğimizden dolayı bu kısımda hikmet’in genel ve
özelde nasıl anlaşıldığı, nasıl tarif edildiği ve ontolojik olarak “nübüvvet”
ve “velâyet” ile ilintisine değineceğiz.
Yapılan
tanımlarına baktığımızda hikmetin; ayrıştırma, birleştirme, kavrama, herşeye
hakkını verme, herşeyi yerli yerine koyma,[346]düzen, tertib ve
herşeyde illeti arayan hakîme verilmiş sebeplerin ilmi[347] ve
düşünüşte, duyuşta, görüşte isâbet etme kaabiliyeti/yetisi olduğunu
anlamaktayız.[348]
Aranması
gereken olarak dileyene verilen hikmet’le, insana Allah tarafından dilediğine
verilen[349] hikmet’in
aynı kabiliyet ve ilim olduğunu düşündüğümüzde, nasıl aranması gerektiği sorusu
gündeme gelmektedir.
Hikmetin,
kuvve-i akliyenin denge noktası olarak tanımından, hikmeti aramanın yolu ve
aracının ise akıl olduğu sonucu çıkmaktadır. Aklın seyri ile aranılan/dilenilen
hikmet insana verildiği zaman, artık kendisine hikmetin hükmettiği, her durumda
ve her vatanda, o durumun ve o vatanın gerektirdiği şeylere uygun olarak
hareket eden bir “hakîm” denmektedir.[350] İbn
Arabî, bu durumun özellikle Melâmîlik için söz konusu olduğunu söyleyip,
devamında ise; “Onlar bu dünyada meçhuldürler, kim oldukları bilinmez, çünkü
onlar, dünya vatanının meydana getirdiği herhangi bir hükümden kendilerini
açığa çıkaran herhangi birşeyle temâyüz etmezler” demektedir.[351]
Aklın denge
noktası olarak kabul edilen hikmete ulaşabilmek için seyr-i aklî süresince
nefse bağlı dış duyuların dengesi için “riyâzet” ve kalbe bağlı iç duyuların
dengesi için “zikir” uygulamalarına bağlıdır. Bir anlamıyla “riyâzet yollarını
araştırma ilmi”de denilen,[352] hikmet
ile riyâzet ilişkisini ise Kur’an da Hz. Peygamber’in özellikleri ile ilgili
ayette geçen “hikmet” ve “arınma”[353]
bağlantısından çıkarmakta ve riyâzetin hikmeti elde etmenin önemli bir
vasıtası olduğunu anlamaktayız.
Hamzavî-Melâmîlik
planında düşündüğümüzde, ilgili bölümlerde değinildiği gibi zikir, müsemmâ yolu
üzere ya ism-i zat’ı, murakabe/gönül bekleme, ya da ism-i hüviyeti, nefesî
olarak zevk etme şeklinde olmaktadır. Riyâzet ise, mânevî riyâzet esas alınmak
şartıyla, bedeni işlemek anlamında sûrî olarak ta “az yeme” uygulaması şeklinde
olmaktadır. Böylelikle, insanın öfke ve şehvet kuvvelerinin de dengeye
gelmesiyle aklının hikmete inkilab etmesinin önündeki engeller de aşılmış
olacaktır. Seyyid Abdülkâdir Belhî ile birlikte İdris-i Muhtefî zamanında
merkezi konuma yerleşen “nazar” ın yerini “hikmet” almış, oğlu Seyyid Muhtâr da
hikmetin bu merkezîliğini dile getirmiş ve bu doğrultuda hareket etmiştir.
Eşyanın
tabiatı gereği hakikatlere karşı kesâfetle perdelenmiş olan insanın bu
perdeleri aşmasının ve eşyanın hakikatine agâh olmasının yolu olarak hikmete
ulaştıracak ve zemin hazırlayacak, tahlil/çüzümleme, terkib ve taklib yeteneği
kazanmış selim bir müstefâd akla ihtiyacı vardır.
Hikmeti, “Varlık
âleminden hiçbir zaman kesilmemiş olan ezelî bir hamur, ebedî bir akıl” [354] olarak gören
Sühreverdî; bu doğrultuda hikmete ulaşmada sûrî riyâzetle birlikte ilk
başvurulması gereken metod olarak, “ona arınmış olanlardan başkası el
süremez/dokunamaz/manasına ulaşamaz”[355] gerçeğini
“ Kur’an’ı okuyup
tefekkür
ederken, sanki sadece kandine nazil oluyormuş gibi (nefsini başkalarından
temizleyerek) okumak, yani takliden itikad ettiği başkalarından kendine ulaşmış
fikirlerden zihnî riyâzet/tecrîd yoluyla arınarak tefekkür etmek olduğunu
söylemeketedir.[356]
Rûzbihân Baklî
ise, aklî aşk dediği, insandan hiçbir zaman ayrılmayan, fakat dönüşen aklın,
bir anlamda hakîmde görülen aşk tecellisini; “akl-ı küll’ün melekût
âleminde, nefs-i nâtıka çevresindeki seyri esnasında ceberutu müşahededen
etkilenmesinden ortaya çıkar.” şeklinde anlatmaktadır.[357]
Bu
anlatılanlardan sonra, Seyyid Abdülkâdir Belhî’nin yukarıda ifade ettiğimiz
şekliyle merkeze aldığı hikmet anlayışı’nın koordinatlarını, kendinden sonra
sevenlerine yol gösterici bir yâdigâr olarak bıraktığını söylediği eserlerinde
yeri geldikçe tekrar ettiği önemli konular çerçevesinde tesbit edebilmekteyiz.
Seyyid Abdülkâdir Belhî’nin Teşrîn-i Evvel 1331/1915’te kendi hattıyla yazdığı
kısa biyografisindeki açık ifâdelerinden ve eserlerinden “İslâm Felsefesi ve
Tasavvuf”un birleşiminden oluşan bir “hikmet” anlayışının olduğunu
anlamaktayız. Kendisi, bu Hikmet anlayışının merkezinin ise “hakîkat-i
insâniyye” olduğunu söylemektedir.[358] Belhî’nin,
daha önce de naklettiğimiz, yolun başı olduğunu söylediği ve Hamzavîler için
ideal bir kâmil insan olarak gösterdiği Bâyezîd-i Bistâmî’nin, “hikmet-zevkî”
sini hedefleyen bir yöntemi önerdiğini görmekteyiz. Bu yöntem, Bâyezîd-i
Bistâmî’nin tecrid yoluyla ulaştığı hikmet’e, vaktin ve idraklerin zayıflığı
gereği işrâkî/hikemî bir akıl’la ulaşmak olarak özetleyebiliriz.
Seyyid
Abdülkâdir Belhî’nin merkezine “insaniyet hakikati”ni aldığı hikmet anlayışı
çerçevesinde, mahlas olarak “Kâdir-i Hikmet” ve bütün eserlerinde aynı tarz
görülse de 12071 beyitten oluşan bir eserine, “Yenâbiu’l-Hikem” ismini
vermesi dikkate değerdir. Buradan, hakikat-i insâniyenin keşfi yolunda aklın
geliştirilmesi ve olgunlaşması için peygamberler’den, velîlerden ve hakîmlerden
intikal etmiş olan hikemîyâta (küllî kâideler, nazarî prensipler, aforizmalar)
zihnen muhatap olunup ve hazmadilmesi/içselleştirilmesi gerektiğini
anlamaktayız. Bu doğrultuda murakabe ve riyazet eşliğinde aklın olgunlaşması ve
kendi insâniyet mertebesini bulması hedeflenmektedir ki; bu yöntemi Seyyid
Muhtâr’da aynen benimsemiş ve devam ettirmiştir.
Hikmet
arayışının en güzel örneğini hayatıyla göstermiş olan Selmân-ı Fârisî hakkında,
aradığına ulaştığının bir nişânesi olarak Hz. Muhammed’in “Selmân, hikmet
sâhibi Lokmân gibidir” ve Hz. Ali’nin, “Selmân sizin aranızdaki konumu
Lokmân Hakîm gibidir. O, öncekilerin ve sonrakilerin ilmine vakıf, sonu olmayan
bir denizdir”[359] sözleri,
hikmetin hem aranan hem bulunan ve hem de verilen bir makâm olduğunu
göstermektedir.
Hikmet makâmı,
varlık mertebeleri itibariyle beşinci hazret olan insâniyet mertebesine bağlı
nübüvvet ve velâyet makâmlarından sonra gelen üçüncü makamdır. Bu durumda
enbiyâ, evliyâ, hükemâ makâmları olmak üzere değerlendirdiğimizde nübüvvetin,
velâyet ve hikmet makâmlarını kendinde birleştirdiğini, velâyetin, hikmet
makamını kapsadığını ve sadece hikmet makamında olan hakîm bir zümrenin
olduğunu anlamaktayız. Başka bir yaklaşımla, nübüvveti ruh, velâyeti kalp,
hikmeti akıl merkezli makamlar olarak ve nebinin; asaleten nübüvvet, velâyet,
hikmet makâmlarına asaleten, velinin; velâyet ve hikmet makamına asaleten,
nübüvvet makâmına vekâleten, hakîmin ise; hikmet makâmına asâleten, nübüvvet ve
velâyet makâmına vekaleten sahip olduklarını söyleyebiliriz.
Sonuç olarak,
hakîm olmayan velî, hakîm ve velî olmayan nebî bulunmamaktadır. Hem nübüvvet
hem velâyet, hem de hikmete sahip “nebîler” zincirinin sonu, bu üç külli makamı
da kendinde en kamil bir şekilde toplayan insân-ı ekmel, Hz. Peygamber’dir.
O’ndan sonra ise “insân-ı kâmil” olarak, O’nun velâyet ve hikmetine vâris
“velîler” ve daha geniş dairede hikmetine vâris olan “hakîmler”, “insâniyet
mertebesini” temsil etmişlerdir.
116 |
5.
SEYR Ü SÜLÛK ANLAYIŞI
Seyr ü Sülûk tâbiri tasavvufun mihver kavramıdır. Sülûk gitmek/yolculuk anlamına gelirken, seyr ise bu
yolculukta biri, dikey diyebileceğimiz enfüsî yolculuktaki keşifler ve görüşler olurken, ikincisi yatay dilebileceğimiz âfakî yolculuktaki keşf ve görüşler olarak iki kısımdır.
Bazen her ikisi içinde yol alma anlamı verilip “seyr u sülûk”
terkibiyle kullanılmakta olsa da, mutasavvıflar tarafından yine de içerikleri bakımından ayrı ayrı tanımlanmıştır. Bazı
sûfiler cezbeyi, enfüsî seyrin yerinde kullanıp “meczûb-i sâlik” yani; sülûkundan önce cezbe hâlini
yaşayanlar ve “sâlik-i meczûb” yani; sülûktan sonra cezbe sâhibi olanlar, şeklinde bir ayırıma gitmişlerdir.[360]
İnsanın kendi hakikatini arama yolculuğunun dile gelmesiyle birlikte metaforik, sembolik seyr ü
sülûk edebiyâtı da oluşmuştur. Farklı kültürlerde ve dillerde oluşan bu edebiyat içerisinde, insanlık tarihi boyunca ulaşılmaz bilinen hedefe ulaşmanın
önündeki engellere aldırmaksızın ilerlemenin, insanın kendi gerçekliğine
ulaşmasının ve kendi varoluşunu kendisinin gerçekleştirmesinin sembolleri olarak
Simurg, Phoenix, Anka ve Garuda gibi kuşlar üzerinden efsanevi hikayeler, gelişmiştir.[361] Tasavvuf edebiyatı içerisinde Gazneli Hakîm Senâî’nin yazmış olduğu “Seyrü’l-ibâd ile’l-meâd”[362] adlı
risâlesi, seyr ü sülûk’u konu alan şiir formatında en önemli ve daha sonra yazılacak olanlara da öncülük etmiş bir eserdir. Daha
sonra yazılan, Feridüddîn Attâr’ın aşılması zor olan eseri “Mantıku’t-Tayr” ile de sembolik mânevî yolculuk anlatımı
zirvesine ulaşmıştır. Seyr ü sülûk gerçeğinin edebî olarak örneğini
de verdiğimiz eserlerdeki anlatımlarının dışında, pratik tasavvuf içerisinde bizzat yaşanan
ve bir disiplini de olan yapısıyla ilgili Seyyid Muhtâr Efendi’nin de belli kabulleri görülmektedir.
Seyyid Muhtâr, Azîzüddîn Nesefî (ö.1300) gibi seyr ü sülûkla ilgili “seyr-i illallah” ve “seyr-i fillah” olarak fenâ ve bekâ düzleminde iki aşamalı bir görüşe sahiptir.
Azîzüddîn
Nesefî, sâlikin niyetinin “Taharet ve iyi ahlak talep ediyorum”, “İlim
ve marifet talep ediyorum”, “Sırların keşfi ve nurların zuhurunu talep
ediyorum” şeklinde olmaması gerektiğini söylemekte, bunun nedenini ise, “Bunların
her biri, insanlık mertebelerinden birine mahsustur. Sâlik o mertebeye
ulaşmadıkça, o mertebeye mahsus olan şeylerin zahir olmasına imkan yoktur. Eğer
o mertebeye ulaşırsa, istesin veya istemesin, biri söylesin ya da söylemesin, o
mertebeye ait olan birşeyin zahir olmamasına imkan yoktur” şeklinde
açıkladıktan sonra, sâlikin asıl niyetinin, “insan olmak” yani; “mahiyetinde
istidat olarak bulunan kendi insanlık mertebesini bulmak” olması gerektiğini ve
sülûkun ise, insanın mertebesini bulmakla kendi küçük âlem dairesinin
tamamlanmasından ibâret olduğunu söylemektedir.[363]
Nesefî ayrıca;
her sâlikin sülûkunun kendine has olduğunu, kimin nerde duracağı, ne kadar
sürede yol alacağı, hangi halleri yaşayacağının tamamen yolculuk esnasında
görülüp bilinebilecek şeyler olduğunu, sülûkun başının da akıl olduğunu, fakat
cezbe açısından bakıldığında ise seyr-i illallah’ta menzillerin, hatta yolun
bile olmadığını, bir anlık bir cezbeyle bu mertebenin geçilebileceğini
özellikle vurgulamaktadır. Böylece sülûkun aslı, fenâ ve bekâ olmak üzere
sadece iki mertebedir diyerek, diğer teferruatın ise sâlike göre değişiklik
göstereceğinden dolayı izâfî bir tarafı olduğuna da dikkat çekmektedir.[364]
Seyyid Muhtâr
Efendi de seferi; zahirî ve bâtinî olarak ikiye ayırır ve zâhirî olan seferin,
alemde sanatı görmek, bir diğer değişle fiil ve isimlerde sefer etme olarak
tarif eder. Burada yolda kalan insanın ise kalb, ruh ve sırrın zevkinden mahrum
olacağını söyler. Bâtınî seferin de ilâhî tecelliyâtlara mazhar olmak ve hakiki
sevgiliye kavuşmak olduğunu ifade eder. Başka bir tarifle de sûrî olan sefere
“sülûk”, mânevî olan sefere “cezbe”, yani “seyr-i enfüsî” demektedir.[365]
Seyyid Muhtâr
Efendi, tasavvufun genelini de göz önüne alarak, bir sâlik için dört türlü yol
bulunduğunu söyleyerek, tezkiye, tasfiye, tecliye ve tahliye diye tasnif edip
ve her birini dört latifeye bağlayarak; “Sâlik içün dört türlü hal vardır;
tezkiye-i cism ve nefs, tasfiye-i kalb, tecliye-i ruh, tahliye-i sırr isimleri
verilmiştir. Birincisi; cismi, hadesten, nefsi şüphelerden temizlemek.
İkincisi; kalbi, kötü ahlaktan temizlemek. Üçüncüsü; ruhu, Hakk’ın zikri ile
cilalandırmak. Dördüncüsü; sırrı, Hakk’ın gayrı olandan hâli bulundurmaktır. “Bunların
birinden geçilip diğerine varmadıkça terakki mümkün olmaz”[366]dedikten sonra,
nefsin tezkiyesinin; cismi, kirlerden, nefsi de şüphelerden temizlemek[367], tasfiye-i
kalbin, gönlü kötü ahlakın izlerinden temizlemek[368], rûh’un
cilâlanması anlamına gelen tecliye-i rûh’un âşıkların meşgul oldukları ve
bununla zevkiyâb oldukları; yani kendi ruhlarını Allah’tan gayrısına
muhabbetten uzak tutmaları ve “yuhibbuhum ve yuhibbûnehû”[369] hitabıyla
kendilerinden geçerek[370] ruhu,
Hakk’ın zikri ile cilalandırmak[371],
tahliye-i sırr’ın ise, sırr latifesinin Hakk’tan gayrı sanılan ne varsa,
hepsinden boşaltmak anlamına geldiğini söylemektedir.[372]
Çekim/çekmek
anlamlarına gelen “cezbe” tasavvufta Hakk’ın kulunu kendine çekip huzuruna
alması olarak tanımlanmıştır. Hamzavîlikte cezbe, bir hal değil, (Mevlevîlikte
olduğu gibi) sülûk’un esası kabul edilmiştir.[373]
Cezbe,
berzâhiyet usulü üzere sülûku benimsemiş olan tarikatlarda haller grubuna
girmekte fakat müsemmâ yolunu benimsemiş olan Hamzavîlikte dikey olan “seyr”in
karşılığında kullanılmaktadır. Seyyid Muhtâr Belhi’nin yaklaşımından dolayı ve
seyr ile irtibâtına da dayanarak bu kısımda incelenmiştir.
Seyyid Muhtâr
Efendi, süluku, sûrî bir sefer olarak, bir anlamda berzâhî yolculukta
diyebileceğimiz nefs tezkiyesi ve esma zikri yoluyla mesâfe katetmeyle
tanımlamaktadır. Cezbe-i ilâhî’yi ise mânevî yolculuk olarak adlandırarak
müsemmâ yoluna (ism-i zât olan “Allah”, ism-i hüviyyet-i zat olan “Hû”)
tanımlamaktadır. Bunun da kâmil bir mürşid’in nazarının feyziyle ve irşâdıyla
gerçekleşeceğini söylemektedir.[374] Bu
tanımlardan Seyyid Muhtâr’ın cezbe anlayışının sülûk esnâsında gelip geçici
sekr halleri olarak değil, Mevlânâ Celâleddîn-i Rûmî’nin anlayışında olduğu
gibi bütün sülûk uygulamalarından maksadın bu cezbe-i İlâhî’ye/Aşk’a ulaşmak
olduğu şeklindedir.
Talipler yol ayrımı da diyebileceğimiz bir noktada ya meczûb,
ya sâlik, ya sâlik-i meczûb ya da meczûb-ı sâlik olmaktadır. Seyyid Muhtâr’ın, Akıl
Makâlesi’nde akıl ve aşk’ı mukayese ettiği kısımda anlattığı ve önermeler
yaptığı konu, tâlibin bu kırılma noktasında nerede karar kılacağı meselesidir.
Risâlesi’nde, tâlibin akıl faaliyetinde idraki yükselmeden fenâ-i sıfat
mertebesi olan aşkın hallerine bürünmek gibi hevesleri ve bu yönde çalışmaları
olduğu zaman bu süreçte sadece meczûb olup öylece kaldığını, tam tersine
bazılarının da eksik uygulamalardan dolayı sadece sâlik olarak kaldıklarını,
aklın muhatab olduğu argümanların az olduğu ve idraklerin perdelerinin çok
kalınlaşmadığı eski devirlerde tabir yerindeyse daha az bir hasarla, cezbe
yoluyla aşk mertebesine yükselinebildiği halde bu zamanda tam tersine aşk
tecellisi cezbesine erişmenin zor olduğunu, bunun için de tedrîcen, adım adım
ilerleyerek sadece meczûb olmak vartasına da düşmeden akıl mertebesinde belli
bir idrak seviyesine geldikten sonra ancak kâmil bir mürşîd’in nazar ve irşâdıyla
gelen cezbenin insanı meczûb değil âşk mertebesine yükselteceğini
söylemektedir.[375]
Tasavvûfta
zikir, meslek, meşrep ve yetkinlik durumuna göre farklılık gösterse de seyr ü
sülûkta olmazsa olmaz bir esastır. Genel olarak hafî ve celî olarak iki ana
usulde yapılan zikir, tarîkatların yöntemlerine göre değişiklik göstermekte
olup, örneğin; esmâ yolu denen nefsin tezkiyesi üzere yedi mertebeyi kat eden
tarikatlarda, yedi farklı isim sırasıyla ve zamanı geldiğinde mürşidin müride
talimi ile uygulanmakta, diğeri ise müsemmâ yolu denen tarikatlarda ve
Melâmîlikte ism-i zât, ya “kalbî” olarak “Allâh” veyâ habs-i nefes üzere “hafî”
olarak “Hû” şeklinde uygulanmaktadır.
Tasavvuf
tarihi içerisinde zikir usulü ve telkîni noktasında nefesî ve kalbî zikri
kapsayan “hafî”, çârdarbiyye ve cehriyye’yi kapsayan “celî” olmak üzere iki ana
zikir usulü benimsenmiştir. Hafî zikrin Hz. Ebû Bekir’e, celî zikrin ise Hz.
Alî’ye Hz. Peygamber tarafından telkîn edildiği olarak mutasavvıfların ittifak
ettiği ortak bir anlayış vardır. Hz. Peygamber’in hafî ve celî olmak üzere her
ikisine de zikir telkîn ettiği gerçeğine ek olarak, Hz. Peygamber’in, Hz.
Alî’ye sadece celî zikir telkininde bulunduğu görüşü tekrar tetkîk edilmesi
gereken bir konu olarak görünmektedir.
Cemâleddîn
Mahmûd Hulvî,[376] “Lemezât”
adlı eserinde, Hüseyin Vâiz Kâşifî[377] ve
Sofyalı Bâlî’den[378] naklederek
zikir yollarının Hafîyye (nefesî), Pertevîyye (kalbî murâkabe), Çârdarbîyye
(dört vuruşlu, sesli) ve Cehrîyye (yüksek sesli) şeklinde dört usûl üzere
olduğunu ve bu dördününde Hz. Alî yoluyla Hz. Peygamber’e bağlandığını ve
böylelikle hafîyye’nin Selmân-ı Fârisî, pertevîyye’nin Câbir Ensârî,
çârdarbîyye”nin Kumeyl bin Ziyâd ve cehrîyye”nin de Hasan-ı Basrî’den devam
ettiğini ve onlarında bu telkînlerini Hz. Alî’den aldıklarını söylemekde ve bu
dört kişinin aynı zamanda “On yedi kemerbest-i Alî” nin ilk dördü olduğunu
ifâde etmektedir.[379]
Bu bilgilere
dayanarak, Hz. Alî’nin, Hz. Peygamber’den sadece rivâyetlerde öne çıkan cehrî
zikri değil, dört zikir telkînini de aldığını anlamaktayız, çünkü tasavvuf
geleneği içerisindeki zikir telkini yetkisinin ancak kendisinin de telkin almış
olması şartını gözönüne aldığımızda, Hz. Ali’nin dördünü de telkîn edebilmesi
için dördünün de kendisine telkîn edilmiş olması gerekmektedir.
Seyyid Muhtâr,
zikir mertebelerini ele alırken, zikri, dört latîfe ve âlemle
ilişkilendirmiştir. Bu “zikir-âlem-latîfe” eşleştirmesi daha çok Hind menşeli
tasavvuf anlayışına uymaktadır. Nitekim az bir farkla bu tasnîf Hindistanlı
ârif, Velî Şâh ve İmdadullâh Tehânevî’nin tasnîflerine uymaktadır. [380]
Seyyid Muhtâr,
insanın bedeninin nâsût âlemine, kalbinin melekût âlemine, ruhunun ceberut
âlemine, sırrının lâhût âlemine mukabil olduğunu söylemiştir. Bu dört
mertebenin zikirlerini de; nâsûtî olan lisânın zikri; “Lâ ilâhe İllallah”,
melekûtî olan kalbin zikri; “Allah”, ceberûtî olan rûhun zikri; “Hû” ve lâhûtî
olan sırrın zikrini de “Ene” olarak ifade etmiştir.[381] Ancak
sırr latîfesinin zikri olarak “Ene” yi göstermesi önceki kaynaklarda pek
görülmeyen bir bilgidir. “Ene” Bâyezid-i Bistâmî’nin zikri olarak
bilinmektedir.[382] Bu
tertîb üzere seyr ü sülûk mertebeleri açısından değerlendirdiğimizde; “Lâ ilâhe
illallah” zikri akıl mertebesi, “Allâh” zikri aşk mertebesi, “Hû” zikri fenâ-i
zât” mertebesi ve “Ene” zikri de fenâ-i vâlideyn mertebesi ile bağlantılı
olmaktadır.
Seyyid
Muhtâr’ın tasnîfi doğrultusunda bu zikirlerin birincisi hariç diğerleri hafî
zikir usulüne girmektedir. Ancak nâsût âlemine bağlı akıl mertebesindeki
zikrin, lisânın zikri olarak tarif edilmesi bilinen cehrî zikir usulü anlamında
değil, bu mertebede kelime-i tevhîd’in zihnen manasının tefekkür edilmesi ve
sonucunda elde edilen marifetin de ehli ile lisânen hem tashih hem te’yîd üzere
sohbetinin yapılması yönünde olmaktadır. Bu zikre aynı zamanda, zikr-i fikrî de
denilmiştir.[383]
Hamzavîlik’te
benimsenen ve ulaşılması gereken müsemmâ zikri ise, Abdülkâdir Belhî’nin de
üzerinde önemle durduğu, fenâ-i zât mertebesinde, rûh dâiresi ve ceberut
âlemine bağlı olan “Hû” zikridir.[384] Bu
zikir, sayı, zaman ve mekân kaydı olmadan “hafî-nefesî” olmak üzere
uygulanmaktadır. Müsemmâ zikri bölümünde değinildiği gibi bu zikir, “gönül
bekleme” süresinde sâlikin kalbindeki ism-i zat nurunun murakabesi olarakta
bilinmektedir.
Hamzavî-Melâmîlerinden
Hâce Halîl Ağâ’nın zikir ile ilgili manzumesi ise, Hamzavîlerin zikrini ve
zikre verdikleri önemi göstermesi bakımından önemlidir;
“Her nefeste” zikr-i Hak tevfîk-i Rahmân’dır bize
Âyet-i “zikran kesîrâ” emr-i Kur'ân’dır bize!
Her ibâdet kim bulunur zikr-i tesbîh-i Hudâ
Zikr-i Hak’tır cümlesi hep hükm-i Kur'ân’dır bize!
Zikr-i Mevlây-ı celîl-i kadri hasretmek neden?
Her nefeste “zikr-i kalbî” râh-ı erkândır bize!
“İsm-i zât”ın devresinden sâkî-i bakî hemân
Sunduğunda hamr-i aşkı hâl-i sekrândır bize!
Cem’i cem’de cem ile cemü’l-cem’e ettik urûc
“Külle yevmin şe’n” i rü’yet keşf ü iz’ândır bize!
Tahdîs-i ni’met, birr ü in’âm-ı Hak bitmez Halîl
Çün Melâmetle nihân ol isr-i pîrândır bize! [385]
Nasîruddîn
Tûsî, riyâzetin sözlük anlamını, “hayvanı istenilmeyen hareketten menetmekle
ram etmek ve ondan istenilen şeyler hususunda sahibine itaat etmeyi onda meleke
haline getirmektir” olarak tanımlamakta ve riyâzetle kastedilen şeyi, nefsi şehvet
ve öfke kuvvesine/yetisine bağlı olan şeylerden alıkoymak şeklinde
açıklamaktadır.[386]
Seyr ü
Sülûkta, derecesine ve süresine göre değişiklik gösterse de sûrî riyâzet
uygulamaları mutlaka yer almaktadır. Azîzüddîn Nesefî, Hind Sülûku olarak
tanımladığı nûr ve zulmet paradoksundan nura, işrâke ulaşmak için insanın
içinde lamba vazifesi gören bir yetinin parlatılması gerektiğinden söz etmekte
ve bu parlatma işleminin de riyâzet olduğunu söylemektedir. Bunun özü de, “az
yemek, az konuşmak, az uyumak ve uzlet etmek” demektedir.[387]
Tasavvuf
tarihinde riyâzet uygulamaları, uzun süre aç kalmak, sadece nebâtî besinler
yemek ve az yemek olmak üzere üç şekliyle görülmektedir. En erken dönemde
örneğin; Aynu’l-kuzât Hemedânî’nin (ö.1131) sûfî adıyla ilk meşhur olan kişi
dediği, kendilerini İmâm Ca’fer es-Sâdık’a nisbet eden Abdek es-Sûfî (ö.825) ve
onu izleyenlerin, riyâzeti bir hayat tarzı halinde sadece nebâtî besinlerle
yaşamak (vejeteryan) şeklinde kendilerine prensip edindikleri bilinmektedir.[388] Riyâzete
birinci sırada önem veren Sühreverdî el-Maktûl (ö.1191) ise, hakikati isteyen
sâlikin ruhuna mukaddes âlemden ilk mesaj olarak bir “nûr” gönderildiğini, bu
nurun salike huzur ve zevk verdiğini, sâlikin riyâzeti arttıkça bu nurun da
arttığını ifade ettikten sonra; “Burada, asrımızda çok az kişinin hakikatine
vakıf olduğu birçok sır vardır. Bu nurlar ortaya çıktığında salikin aklını
etkisi altına alır, omuz ve bel damarlarında muhteşem lezzeti olan şiddetli bir
kanın akmasına neden olabilir” demektedir.[389] Hâce
Yûsuf-i Hemedânî de, önemli esaslardan saydığı riyâzeti, özetleyici bir tarzda;
yemek, uyumak ve giyinmek gibi arzuların dünyevi arzu ölçüsünde değil, ihtiyaç
nisbetinde olması şeklinde ifade etmektedir.[390]
Hamzavîlik’de
mânevî tarafı daha önemli görülmekle beraber, aktif bir râbıta olarakda tarif
edilen riyâzetin sûrî tarafının da destekleyici bir fonksiyonu olduğunu
görmekteyiz. Hamza Bâlî, eski ağır riyâzet uygulamalarından ziyade nazar
yoluyla işrâkı, nurun parlatılmasını yeterli görürken, Seyyid Abdulkâdir Belhî
ise, kendine has riyâzetleri olmasına rağmen muhiblerine sûri riyâzeti “az
yeme” uygulamasıyla sınırlandırmıştır.[391] Belhî,
bunun dışında özel rîyâzetin de firâseti açtığını söylemektedir.[392]
Seyyid Muhtâr
Efendi de, riyâzet konusunu işlediği yerlerde riyâzeti, sûrî ve mânevî olarak
ele alırken mânevî riyâzeti; beşer kesâfetinin Allah aşkı ile yakılması, dinî
ve dünyevî taleplerden ictinâb, benlik ve ikiliği içeren tozlardan kalbin
yüzünün temizlenmesi diye tanımlamakta ve cemâl-i ilâhî’nin, vuslat-ı hakikinin
ise bu riyâzet olmadan hâsıl olamayacağını söylemektedir.[393]
126 |
6.
HÂL, MAKÂM ve MERTEBE ANLAYIŞI
Hâl, makâm ve
mertebeler konusu tasavvuf tarihi sürecinde birçok sûfi tarafından incelenmiş
ve çeşitli tasnifler yapılmıştır. Konuyla ilgili yapılan yeni çalışmalarda ise
önceden yapılmış tasnif ve tarifler yeniden ele alınmıştır. Hâl ve makamlara
dâir yeni bir analizde, konuyla ilgili olarak, hâl ve makâm meselesinin izâfî
bir konu olduğu, bundan dolayı problemli bir alana girdiği, mutasavvıfların hal
ve makam tanımını kendi meşreplerine ve içinde yaşamış oldukları vaktin gereğine
göre yaptıkları ve buna bağlı olarak aynı kavramın, bir mutasavvıftan diğerine
göre farklılıklar göstermesinin doğal olduğu söylenmektedir.[394]
Seyyid Muhtâr,
hâl, makam ve mertebelerle ilgili görüşlerini cümleler arasında yeri geldikçe
bağlantılar kurarak ifâde etmekte, hâl, makam ve mertebelerin görüldüğü manevî
mesafe katetmeyi de mîrac tabiri ile anlatmaktadır.
Mîrac, uruc
etme, yani; yükselme anlamına gelmektedir. Dînî literatürde ise peygamberlerin
Allah’a doğru manevî yükselişi olarak kabul edilmiştir. Birçok mutasavvıf
tarafından da, evliyanın manevî yükselişi diye tanımlanmıştır. Seyyid Muhtâr
mîracı, sâlikin bulunduğu bir halden diğer bir hale yükselmesi olarak izah
etmiştir. Bu yükselişi ise, sâlikin kendisinde mevcud olan şeyin daha
kıymetlisini bulması şeklinde anlatmıştır. Yine miraç sırasında Hz.
Peygamber’in hiçbir şeye iltifat ve tenezzül etmediğini, bu halet neticesinde “mâ
zâğal basaru vemâ tağâ ”[395]
ayetinin o’nun yüce şanı için nâzil olduğu söylemektedir.[396]
Konuyla ilgili
olarak ayrıca şöyle bir anlatımı vardır:
“Havasın uykuları rahmânîdir. Çünkü, lezzât-ı muşâhede, arsâ-yi visâl ve
üns-i cemâl ile uyurlar ve bu uykuya da inde’l ârifin mîrac tabir olunur. Avam,
yatar uyur. Hakk’tan gafletde olduğu içün sûreti de sîreti de uykudadır. Havas
ise bizim gibi yatar uyur görünür. Yahud bir muktezâ-yı beşerîyet suretde uyusa
bile manada uyanıktır. Çeşm-i hakîkat-bîn’i daima açıktır. Bütün evliyâullah’ın
mîrac’ı bu haletde, yani kendi batınlarında vaki’ olmuştur. Her ne zaman onlara
urûc-ı bâtın zevki hasıl olsa kendi şuûr-ı zâhirîlerinden tecerrüd ederler. Bî-
şuûr olurlardı. Mesrûdat-ı marûzeden anlaşıldığına göre vuslat-ı ilâhiyye akıl
ve şuur dahilinde mümkün değildir. Ancak aşk-ı hakîki ile kendiliğinden geçerek
bî-şuûr olmakla kabildir.”[397]
Mîrac denilen manevî yolculukta görülen haller, karar kılınan
makamlar ve mertebeler sistematik olarak sırasıyla geçildiği gibi salikin
istidatı ve kendisine rehberlik eden kişinin manevi kuvvetine göre, değişikler
gösterebilmektedir. Bazı sâlikler bazı hâlleri görmeden, makamları çok hızlı kat
edebilmektedir. Bu mertebeler sufiler tarafından fena ve beka mertebeleri
olarak iki ana mertebede toplanarak tasnif edilmiştir. Hamzavîlik’de sistematik
bir sülûk tarzından ziyâde işrâkî/üveysî diyebileceğimiz bir seyr süreci
olmasına rağmen Seyyid Muhtâr Efendi, seyrin tedrîcî olmasının hikmetin bir
gereği olduğu kanaatını taşıyarak bu tedricilikte en önemli kısmın ise akıl
mertebesi olduğunu kabul etmektedir. Çünkü diğer mertebeler, birinci mertebede
kazanılmış müstefad selim bir akılla daha selametli geçilebilmektedir.[398]
Akıl
Mertebesi, seyr ü sülûk’un ilk mertebesidir. Seyyid Muhtâr Efendi, hikmet-i
tedriciyye kanununa dayanarak seyr ü sülûkun ilk merhalesinin akıl dâiresi
olduğu düşüncesini taşımaktadır.[399] Bu
mertebenin zikri ve tefekkürü “Lâ ilâhe illallah”dır. Seyr aynası ise nâsut
âlemi, nur kaynağı melekût âlemidir. Sâlik bu mertebede, öncelikle Allah’ın
selbî sıfatlarını tefekkür edip, Ondan tenzih ettiği sıfatları kendi üzerinde
görüp, sonrasında “ilm” ve “kudret” sâhibinin sadece Allah olduğunu idrâk
etmektedir.
Seyyid Muhtâr
Efendi’nin Hamzavî-Melâmî gelenekte ki yerini önemli kılan husus ise babası
Seyyid Abdülkâdir Belhî hariç, önceki Hamzavî ricâlinde görülmemiş bir tarzda
aklı ön plana çıkarması, zamanın ve idraklerin gereği olarak Hamzavî-Melâmî
usûlünde tecdîd diyebileceğimiz, babası Seyyid Abdülkâdir Belhî’nin merkeze
aldığı “hikmet” yolunu “akıl” merkezli olarak devam ettirmesi ve bu doğrultuda
görüşlere sahip olmasıdır.
6.1.1.
Ontolojik, Epistemolojik ve
Teolojik Açıdan Akıl
Lügat
yazarları, filozoflar, kelamcılar, sûfiler, her biri aklın hem tanımı hem de
mâhiyet ve fonksiyonu hakkında farklı görüşler ortaya koymuşlardır. Fakat
filozoflar, kelamcılar ve sûfilerin ekserisi ilk yaratılanın veya zuhûr edenin
akl-ı evvel olduğunu ifade etmektedirler.[400]
Seyyid Ahmed
Muhtâr’da; “Kale’ş şerîf Seyyidinâ Ahmed er-Rifâî” şeklinde başladığı
makalesinde; Ahmed er-Rifâî’den “el-aklü kenzü’l-fevâid-i ve kimyâü’s-
saâ’de” (akıl güncine-i fevâid ve kimyâ-yı saâdetdir)[401] sözünü
ve bu sözün şerhi mahiyetinde olan, öncelikle ontolojik bir yaklaşımla, “Aklın
evvel mahlûkât olduğunu mübeyyen bulunan hadîs-i meşhurda lisân-ı izzetden akla
hitâben “Senden azîz bir şey halk etmedim”[402] ifâdeleriyle
ilk yaratılanın akl-ı evvel olduğunu, sonra “kıyâmet gününde sâlih amellere
karşılık verilecek olan ecir ve mükâfâtın hasenât sahiplerinin akılları
derecesinde verileceği” hadisini de nakladerek aklın çok yüce bir şerefe
sahip olduğuna dikkat çekmektedir.[403]
Akl-ı
evvel/İlk akıl, aklın diğer derecelerinin de mücmel olarak kendinde toplandığı
ilk tecellîdir. Tecellî nazariyesindeki zaman mefhumuna bağlı anlatımların
ötesinde, aklın bütün mertebelerinin tecellisi de süreklilik göstermektedir.
Akl-ı evvel’in, ilk zuhur eden/yaratılan olarak kabul edilişi, aslında tek bir
hakikat olan “Hakikat-i Muhammediyye”nin i’tibârî, yani önemine bağlı olarak,
işlev yönünden aldığı üç isimden (rûh, nûr, akıl) biri olmasından
kaynaklanmaktadır.
Hakîm Senâî,
ilk akl’ı anlattığı “Hadîkatü’l-Hakîka” kitabında, “Akıl,
halkedilenlerin sultânı/akl-ı sultân ve Hakk’ın hüccetidir” dedikten sonra
onun Hz.
Mustafâ’nın
hakîkati olduğunu söylemektedir. Ve yine aklın hem kâdir hem muktedir hem âmir
hem de memûr olduğundan bahsetmektedir.[404] Senâî,
Cebrâil’in makâmının ise, “rûh’un sekînesi, Nûh’un sefinesi” olarak tarif
ettiği “akl-ı fa’al” olduğunu söylemekte[405] ve
Cebrâil için “pîr-i akl” tabirini kullanmaktadır.
Hakîm Senâî’nin
yaklaşımıyla bu anlatılanlardan, tasavvuf literatüründe Cebrail’in makamı
olarak bilinen akıl mertebesinin, Hz. Muhammed’in akl-ı evvel makamından
sonraki ikinci akıl tecellisi olduğu da anlaşılmaktadır.
Seyyid Muhtâr
Efendi, üzerinde farklı görüşler olan epistemolojik bakışla akıl ve ilmin
mukayesesinde aklı ilme önceleyip; “İlim akıl ile tahsil edilmekde olmasıyla
ilmin şerefi dahî ancak akıl ile kâim ve dâimdir. Bir takım ukelâ/âkil kişiler
ilmin akla tercihine kâil olmuşlarsa da “ilim esâsen sıfat-ı hâlık, akıl ise
sıfatı mahlûk olduğundan” bunların maksadları “sıfat-ı hâlık olan ilim,
sıfat-ı mahlûk olan akıldan âlîdir” demek olduğu anlaşılmaktadır” [406] fikrini
dile getirerek ilmin efdal olduğu görüşünün hangi anlamda olduğu ve beşer aklı
ve ilmi düzeyinde düşünüldüğünde ise akıl olmadığı takdirde ilmin de tasavvur
edilemeyeceği, dolayısıyle aklın ilimden mertebece üstün olduğu anlayışına
sahiptir.[407]
Bu yaklaşımla
Seyyid Muhtâr, mütekellimler, hakimler ve sufiler arasında çok tartışılmış olan
bu konuda, Hakk’a nisbetle, aklın ilme, mâkulun ma’luma tâbi olduğu, kula
nisbetle ise, ilmin akla, ma’lumun mâkula tâbi olduğu görüşünü benimsemiştir.
Bu görüş çerçevesinde baktığımızda İbn Arabî ve Cilî’nin görüşlerini, Hakk’a
nisbetle; “malum ilme”, kula nisbetle; “ilim maluma” tabidir şeklinde
anlayabilmekteyiz.
Seyyid Muhtâr,
seyr ü sülûk esnasında akla bağlı olarak ilmin mertebelerini de ilm-i meaş
(ef’al mertebesinde), ilm-i mead(sıfat mertebesinde) ve ilm-i küll(zat
mertebesinde) olarak tasnîf etmiştir.
Teolojik bir
tartışma konusu olan akıl ve din ilişkisi konusunun İslam tarihi ve dinler
tarihi’nde çok uzun geçmişi olduğu bilinmektedir. Görülmeyen bir alemden
bahseden ve gayba imanı gerektiren din ve onun davet ettiği dünya ötesi
hakikatlerinin akıl ile nasıl kavranacağı ve tasdik edileceği ve bu çerçevedeki
kader, irade gibi konular, başta kelâm âlimleri olmak üzere akıl taşıyan
herkesi bir şekilde meşgul etmiştir. “mebde” ve “meâd” gerçeklerinin ortasında
duran dinin, dünyevî tarafına ve kainattaki kevni işaretlere ancak akıl gözüyle
bakılabileceği ve bilinenden bilinmeyene doğru tekâmül eden akılla beraber
tasdik edilen hakikatlerin mahiyetlerine idrakin de yükseleceği fikri ile akıl
ve din ilişkisi üzerinde bir sonuca ulaşılabilmektedir.
Seyyid Ahmed
Muhtâr, bu konu ile ilgili Hazret-i Alî’nin “Dîni ihâta etmeyen/kuşatmayan
akıl, akıl değildir, ve aklın ihâta edemediği dîn de dîn değildir” [408] sözünü
naklederek, bu sözün dahi aklın şeref ve yüceliğine yeterli bir delil olacağını
ve bu akıl cevherinden mahrum olan kişinin cisimden ibaret kalıp, yüce
mertebelere yükselme istidadından uzak olacağını, ama olgun bir akla sahip
kişide ise insanın en güzel kıvamı olan ve ilâhî kelime olarak tarif edilen
insâniyet gerçekliğinin görülebileceği düşüncesiyle akıl ve din ilişkisinde
aklın merkezde olduğu fikrini savunan âlimlerle aynı görüşü paylaşmaktadır.[409]
Akıl ve
mutluluk paradoksu, Peygamberler, sûfîler, alimler, filozoflar ve sıradan
insanların üzerinde kafa yorduğu en çetin konulardan biridir. Bu arayışların
sonunda ulaşılan çeşitli tanımlar, fikirler, uygulamalar hep gündemde
kalmıştır.
Tasavvuf
tarihi içerisinde ise kategorik akıl nazariyelerinden yola çıkarak aklın en alt
mertebesini kastederek yerilen bir akıl anlayışı halk nezdinde yer etmiştir. Tıpkı
nefis denildiğinde sadece olumsuz mertebesi anlaşılır olduğu gibi.
Fakat akla,
kategorik olmayan salt bir bakışla özünün ilk cevher oluşu yönünden tanımlar ve
yönlendirmeler yapan mutasavvıflar da olmuştur. Örneğin;
“Ey oğul,
akla tâbi ol, zira o seni en büyük saadet/mutluluk yolundan götürür”[410] diyen
Seyyid Abdülkâdir Geylânî (d.1078-ö.1166), yine çok güzel bir ifâde ile insanı
mutluluğa ulaştıracak olan aklı şöyle tarif etmektedir:
“Akıl şimşeği inâyet ufkundan, fikir gayelerinin hududunun ötelerinden
çakan bir nurdur. Onun nuru hidâyet aynasının cilalı yüzüne vurunca, sahibi
maddiyat karanlıklarında onun nuruyla, onun aydınlatmasıyla yol bulur. Böylece
onun talep kuşunun başarı kanatları kuvvetlenir ve teveccüh ettiği yönde
kurtuluş sabahı sökmeye başlar. O senin ruhun için “Cebrail/Kutsal Ruh”
mesabesindedir. O, anlayış rehberi ve sırrın tercümanıdır.[411]
Seyyid Muhtâr,
Seyyid Ahmed er-Rifâî’nin, “akıl bütün faydalı şeylerin hazinesi, menbaı ve
mutluğun anahtarıdır” cümlesini referans alarak; beşer mutluluğunun aklı
seviyesinde olacağını, asıl zenginliğin akıl zenginliği olduğunu, aklın iyiliği
çeken kötülüğü iten bir özelliğinden dolayı “kimyây-ı saâdet” olduğu fikrini
ifade etmektedir.[412]
Yukarıda
örneklerinin verildiği, Abdülkâdir Geylânî ve Ahmed Rifâî’nin insanı saâdete
ulaştıracak olduğunu söyledikleri aklın, filozoflarında[413] kabul
ettiği “nazarî akıl” ile “faal akıl” arasındaki “müstefâd/kazanılmış akıl”
mertebesi olduğu anlaşılmaktadır.
Akıl ve Aşk
mukayesesi genelde, birbirine zıt, biri olduğunda diğerinin olamayacağı iki
temel mefhum olarak incelenmiştir. Bu yaklaşımın sonucunda çeşitli düşünce
ekolleri, felsefî ve tasavvufî anlayışlar gelişmiştir.
Seyyid Muhtâr,
akla dair görüşlerini yansıtan referans cümlelerinden sonra, bu sorulara cevap
mâhiyetinde, Sa’deddin Natenzî (ö. ?) [414] ve Sâdî-i Şirâzî arasında
geçen mektuplaşmayı örnek vermektedir. Bu mektuplaşma da Natenzî’nin mektubunun
mâhiyetinde; “tasavvuf erbabı nazarında asıl meselenin Hakk yoluna hidayetin
vesilesinin akıl mı yoksa aşk mı? akıl aşka tercih edilebilir mi?” sorusu
bulunmaktadır. Sadî-i Şirâzî ise cevaben; aklın ilk yaratılan olduğunu bildiren
hadis’e dayanarak “pes kıyâs-ı Mevlânâ Sa’deddîn idâmellâhu âfiyetehu ayn-ı
sevâbest ki akl râ mukaddem dâşet ve vesîlet kurbet dâşet” “ya’nî bu hadîs
gereğince Mevlânâ Sa’deddîn’in aklı aşka tercih edişi pek doğrudur”
şeklindedir. [415]
Seyyid Muhtâr,
bu yaklaşımlarıyla, mutasavvıflar nazarında “asıl meselenin Hakk yoluna insanı
ulaştıracak vesilenin akıl mı yoksa aşk mı olduğu” sorusuna cavabından Sâdî-i
Şirâzî’nin de aklın elzem olduğu yönündeki kanaatini paylaşmaktadır.[416]
Seyyid Muhtâr,
ayrıca Mevlânâ Celâleddîn-i Rûmî’nin aşk hâlinden örnekler verir ve fakat onun
âşıklık makamından önce âkillik mertebesinde de ulaştığı yüce makamdan
bahsedip, aşık sufilerin hallerini taklid edilerek girilen yolda çok vartalara
düşülebileceğini, bundan dolayı kişinin kendi mertebesini bilip tedric kanununa
uyarak önce akıl mertebesinin hakkını vermesi gerektiği görüşünü benimsemiştir.
Seyyid Muhtâr
Efendi, adı geçen makalesinde aklın önemi, mahiyeti, fonksiyonlarına dair
nakiller yaptıktan sonra seyr ü sülûku bir bütün olarak ele alıp hikmet-i
tedriciye kanununa[417] uygun
olarak insanın Hakka seyrinin bu adım adım ilerleme hikmetine bağlı olarak
akıldan başlaması gerektiğine inanmaktadır.[418]
Mânevî
yolculukta aklın Cebrail makamı olması[419] ve
Hazret-i Peygamber’in mi’râcının anlatımında sidretü’l müntehaya kadar olan
kısmında rehberlik vazifesinin Hazret-i Muhammed’in aklı olarak tabir edilen
Cebrail’e has olması, aklın hayret makamına kadar insana rehberlik edebileceği
gibi kabüllerin de aklın seyr ü sülûktaki yeri, vazifesi noktasında önemle
üzerinde durulması gereken bir konu olduğunu göstermektedir.
Seyyid Ahmed
Muhtâr’ın, bütün bu gerçekleri göz önünde tutarak ve Hamzavîlikte diğer
tarikatlarda ki sistematik bir seyr ü süluk’un olmaması, yalnızca vecd ve aşkın
gündemde olması nedeniyle akla yaptığı önemli vurgusu, Hamzavîlik anlayışına
yeni bir kapı açmıştır. Seyyid Muhtâr Efendi, “aşk bize lazım ise akıl
elzemdir”[420]
dedikten sonra bunun nedenini de Muallim Naci’nin (ö.1893) ; “Bizim gibi
acûze-i ehl-i idrâke aşk lâzım ise akıl elzemdir. Zîrâ âşık olayım derken
hikmet-i tedrîciyeye riâyet edemediği içün âkil olmak mertebesinden dahî mahrum
kalmış ve akıl ve aşkdan hîç birisiyle şân veremeyerek sâde bir cünûn ile nâm
almış nice bîçâreler görülmüşdür” [421] cümlelerini
nakletmektedir. [422]
Bu anlatımlardan;
eski zamanlarda aklın muhatab olduğu argümanların azlığı, fakat son devirde bu
argümanların kat be kat fazlalaştığı ve idraklerin zayıflayıp perdelerinin
kalınlaştığı, insanların nazar feyzini kabul kabiliyetlerinin letafetini
yitirdiği ve en önemlisi zamanın tecellisi gereği gibi nedenlerden dolayı,
Hamzavîlik geleneğinin temelini teşkil eden esaslardan nazar-ı hakkanisine
muhatab olunan Hamzavî kutbunun bilinemediği fetret devri denilen zamanlarda,
onun hakîkatine teveccühle beraber nazar-ı akliyi benimsemek ön plana çıktığını
anlamaktayız. Böylece, Âl-i Beyt’e meveddet, tevellâ-teberrâ, râbıta-i metn,
zikr-i müsemmâ, mahfîyyet ve gönül bekleme rükünlerinin yanında seyr-i aklî ile
ilk planda merkezdeki aşkın yerini hikmetin aldığını söyleyebilmekteyiz. Bu
durumda sâlik, akıl mertebesinden fena-i sıfat olan aşk mertebesine geçtiğinde
yaşadığı “hayret” halinin sonucunda tecellisine göre ya hikmete mazhar bir
“hakîm” veya aşk’a mazhar bir “âşık” ya da her ikisine mazhar bir “ârif” olup
seyrine devam eder.
Seyyid Muhtâr
Belhî, seyr-i aklî’nin “akl-ı meâd”, “akl-ı meâş” ve “akl-ı küll” olarak üç
mertebeden oluştuğunu söylemektedir. Bu anlatımlarını, sâlikin manevî yolculuk
süresince aklın katettiği dereceleri olarak ta anlamaktayız.
Akl-ı
Meâş derecesinde kazanılan İlm-i Mead; şehâdet âleminde cereyan eden bütün
fiillerin tesbiti, temyizi ile beraber en güzel şekilde faaliyetine devam
etmesine ve idare edilmesine vasıta olan akl-ı meâş’tan meydana gelen veya
akl-ı meâşın muhatab olduğu zâhirî ilme denmektedir. Bu mertebede akıl,
âleme olan
bağlantılarından ve bu bağlantılardan kaynaklanan zorlanmalardan
kurtulamamaktadır.[423] Akl-ı
meâş, nâsût âleminin aynası olduğu için şehâdet âlemi onun nuruyla müşahede
edilmektedir.[424]
Akl-ı meâş’tan yükselmenin önündeki en büyük engel vehim ve
safsatadır.[425]
Akl-ı meâş mertebesinden, akl-ı mead’e, dolayısıyla ilm-i meâd’e
geçebilmek için her şeyden önce aklın bu mertebedeki engellerinin aşılması
gerekmektedir.
Seyyid Ahmed Muhtâr; aklın kemale doğru seyrinde ilk olarak
kişideki vehmî benlik engelinin aşılması gerektiğini vurgulamaktadır.[426] Vehmi
benlik, akıl ile mutlak benliğin idraki arasında en büyük bir perdedir. Burada
bazı ilim adamları; “vehmî benlik vartasının ancak metn-i hakikiye râbıta[427] ve
dört ilhâmı[428] tanıma
ilmiyle aşılabileceğini, çünkü bu mertebede afaktaki İblis’in enfüste vehim
üzere zuhûr edip, hakikatte aklî olmayan fikirlerin aklî imiş gibi
görünebileceğini” söylemişlerdir.[429]
Akl-ı Mead
yoluyla ulaşılan ilm-i mead, dönülecek
yere ait ilim anlamında, Akl-ı Meâş’tan yükselinen ikinci akıl derecesinde
kazanılan ilme denilmektedir.
Seyyid Muhtâr,
ilm-i meâd’ın bâtın ilmi, mârifet-i sıfât olduğunu ve insanın mânevî kemâlâtına
delâlet ettiğini ifâde edip, seyr-i illallah zevki olduğunu söylemektedir.[430]
Muhyiddîn İbn Arabî’de aklın bu derecesindeki faaliyetini ve
ilm-i meâd’ın marifet-i sıfat oluşuna; “Akıl, kendi nazarıyla ancak selbî
(Allah hakkında câiz olmayan) sıfatları kavrayabilir. Buna da marifet adı
verilmiştir” [431]sözleriyle
açıklık getirmektedir.
Daralma
anlamına gelen kabz ve açılma anlamına gelen bast hallerini bazı sûfiler, “sûfi
ıstılahlarından kabz ve bast; havf ve reca makamlarını geçen kulun ulaştığı iki
haldir. Tasavvûfa yeni giren mürid için havf ne ise arif için de kabz odur.
Mübtedi için reca hali ne ise, arif için de bast hali odur.”[432] diye
tarif etmektedirler.
Abdürrezzâk
el-Kâşânî, kabz ve bastı daha farklı yorumlayarak; kabzı, Hakk’ın kulunu
halktan alıkoyması, onu avam sûretinde gizleyip insanlardan ve münâcâtından
meşgul eden şeylerden koruması diye tarif ederken, bastı da Tevhîd-i ef’al
mertebesinde, fiillerin Allah’a ait olduğunu gören kalbin/sadrın açılması ve
Hakk’ın sâlikin fiillerini üzerine almakla onu bast haline sokması şeklinde
açıklamaktadır.[433]
Seyyid Muhtâr
ise, kabz ve bast hallerine; mutasavvıflar, “gülmek nazdan, ağlamak niyazdan
doğar” demişlerdir, diğer bir tabirle tebessüm cemâle, hüzün celâle delâlet
eder ve insan aynı zamanda her iki hâle de maruz kalabilir. Ârifler visâl zevki
ile handân olurken şevklerinin kemâlinden yahut kabz ve bast mazharı oldukları
için visâlde ağlamakta, firâkte gülmektedirler.[434] şeklinde
yaklaşımlarla kabz ve bast halinin insan üzerindeki etki ve sonuçlarından söz
etmiştir.
Akl-ı küll’e
nisbet edilen ilm-i küll, akl-ı mead yoluyla ilm-i meâd’tan geçen sâlikin
ceberut âleminden tecelli eden nurlar ile tahayyüre girdiği idrak seviyesidir.
Seyyid Muhtâr Belhî, akl-ı küll derecesindeki ilm-i küll’ün
seyr-i fillâh mertebesinden payı olduğuna değinmektedir ki, bunu aklın aşk
tecellilerine muhatab olmaya başladığı bir mertebe olarak da anlamaktayız.
İlm-i küll, rûh dâiresi seyrine geçildiğinde sâlikte bâkî kalan akıl
derecesidir. Bu mertebede ilm-i meâş ve ilm-i meâd cem olmaktadır. Aklın bu
derecesinde istiğrak ve istihlâk hâli görülmekte olup, sâlikin tahayyürüyle
birlikte sadrının açılması ile kalb dairesine geçişinde ise hûzûr hâli hâkim
olmaya başlamaktadır.[435]
Tahayyür,
sâlik’in manevî yolculuğu esnasında aklının tasdikte ve idrakte aciz kaldığı
bir hâldir. Bu tahayyür hâli, Zünnûn-i Mısrî’nin “ilk ve son olmak üzere iki
hayret hâli vardır” dediği hâlin ilkidir.[436]
Seyyid
Abdülkâdir Belhî’nin, eserlerinde önemle üzerinde durduğu, hayret ehli
sâliklerin hâlini en güzel anlatan cümlelerden, darb-ı mesel hâline gelmiş, “El
aczü an derki’l-idrâki idrâkün ve’l-bahsü an sırru’z-zâtihi işrâkün”[437] sözünü
açıklarken “Katre kendi yetersizliğinin denizi içinde bellidir. Aciz olmayan
nasıl temiz kimse olur! Katrelerden katre oluş varlığı kalktığında, onlarda
Hakk’ın denizi gözükür.”[438]Hayret
edişten akıl, O’nun hayranı oldu. Aklın hayreti ise başın içinde tınılar durur [439]
demekle bu acizliğin sâliki tahayyürde bıraktığı, fakat Hakk’ın varlığında
fenâya ulaştırdığını anlatmaktadır.
Hayret hâlinde
iptal olan bir akıldan değil, temyizden çıkıp, hayrân olan bir akl-ı küll’den
söz edebiliriz ki, zaten aşk halini yaşayan sâlikin hayret içinde kalışındaki
faaliyet, aklın bir faaliyeti olmaktadır. Ancak hayret halinde fenâya bağlı
olarak sâlikin kendi fiil ve sıfatlarına şuurunun iptali görülmektedir.
Seyyid Muhtâr
da bu mertebede aklın hâlinin, tahayyürde kalış ile istiğrak ve istihlâk
olduğuna değinmektedir.[440]
Aklın bu
tahayyür hâlinin İzzeddîn Natanzî, akl-ı küll’e ceberut âleminden yansıyan
tecellileri rûhûn idrak ettiğini fakat onun tercümanı olarak aklın, bu idrak
edilen manaları kalbe anlatmaktan aciz kaldığını ve manaların ruhta bâkî
kaldığını söylemektedir.[441]
Aşk Mertebesi,
seyr ü sülûk’ta ikinci mertebe olan, fenâ-i sıfât mertebesidir. Bu mertebe kalp
dairesidir. Seyr aynası melekût âlemi, nur kaynağı ise ceberût âlemidir. Bu mertebe
tecelli eden sıfâtların kalben zevk edilmesidir. Bu mertebenin zikri
“Allâh”tır. Sâlik bu mertebede “Sem’i, Basar ve Kelâm” sıfatlarının
kendine değil Allâh’a ait olduğunu zevk etmektedir. Bu zevkle sâlikin kendinde
gördüğü sıfatların şuuru kaybolmaktadır.
Seyyid Muhtâr Efendi, bu mertebedeki fenâ tecellisinin “kurb-i
nevâfil” yaklaşması olduğunu söylemektedir.[442]
6.2.1.
Fenomenolojik Açıdan Aşk
“Işk”
kelimesi, sarmaşık bitkisine verilen bir isimden türemiş olması, bu bitkinin
sarıldığı ağaç boyunca yapraklarını ikizlemesi ve hatta üzerinde yükseldiği
bitkiyi sıkarak kurutması ya da üzerinde silinmez bir iz bırakması anlamında,
sarılmak ve sıkmak anlam kökenine dayandırılmaktadır.[443]
Anlatımı güç
olsada aşk mefhumu etrafında edebî olduğu kadar sûfiyâne bir retorikte
gelişmiştir. “İnsanın en derinde hissettiği tanımlanamaz idrak durumu”[444] olarak
aşk’ın tarif edilemezliği çerçevesinde “Aşkın kendine özgü doğası bir bakıma
dil ile tanımlanabilmesi ve açıklanabilmesi ile yaşanılan gerçekliği arasındaki
zıtlıkla bilinmektedir”[445] şeklinde
bir paradoksal durumla karşı karşıya kalınmaktadır.
Seyyid Muhtâr,
aşkın tarif ve tanıma sığmayacağını söylemekle birlikte, aşk bir ateştir ki
mahbûb ve maşûkun dışında ne varsa hepsini yakacağını,[446] aynı
zamanda aşkın bir vâsıta olup âşık ile maşûkun birleşmesine sebep olduğu
şeklinde kısaca tarif etmektedir.[447]
Âşık ve
Mâşûk’u oluşturan aşk tecellisinin her iki tarafın ortasında karar kılmış çekim
ve aynı zamanda itim kuvveti olarakta izleri görülebilmetedir.
Seyyid Ahmed
Muhtâr, âşık ve maşuk arasındaki bu keyfiyete alakalı; “Mahabbet; muhib ile
mahbûb arasında bir perdedir. Muhib, mahbubta yok olduğu zaman, yani bu perde
aradan kalktığı zaman mahbûbuna ulaşır” anlamındaki Gavsiye Risâlesi’nde
bulunan cümlenin izâhında: “Bu mes’ele çok dakîk, çok incedir. İzahıda o
nisbetde güçtür. Çünkü ancak zevk ve hal yoluyla anlaşılacak bir keyfiyetdir.
Hendesî bir şekil ile belki bir fikir verilebilir ümidiyle diyeceğim ki; Meselâ
bir daire resmedilse ve bu dairenin herhangi bir noktasından diğer bir
noktasına müstakîm bir hat çizilerek tansif edilse dairenin iki kısma
ayrılacağı bilinen bir şeydir. Bir kısmı muhib ismini alır diğer kısmı da
mahbub olur. Daireyi ikiye bölen müstakîm hat ise mahabbetden ibaretdir. Bu
müstakîm hat (doğru çizgi) daireyi iki kısma ayırdıkça muhib ile mahbûb, âşık
ile mâşûk arasında perdedir. Bu perdeyi ortadan kaldırdığımız zaman dairenin
her noktası muhib, her noktası mahbub olmuş olur. Cenâb-ı Mansûr’un “Ene’l
Hakk” zemzemesiyle hakîkatı ilan etmesi bu perdeyi aradan kaldırmasından
ileri gelmiştir” [448] demektedir.
6.2.1.3.
Aşk-ı Mecâzî ve Aşk-ı
Hakîkî
Özellikle
edebiyat alanındaki anlatımlarda aşk, beşerî ve ilâhî olarak yanlış bir şekilde
kullanılmaktadır. Aşkın doğası gereği beşerî dediğimiz aşk’ta ilâhî, ilâhî
dediğimiz aşk’ta beşerî bir tarafın olmasından dolayı en doğru kullanım mecâzî
ve hakîki aşk tabirleri olmaktadır. Aşkın mecazî kısmına bir beşere duyulan
aşırı muhabbet girdiği gibi sıfat mertebesinde ki Hakk’a olan şedîd muhabbet’te
mecâzî aşk kategorisine girmektedir. Burada mecâzî ya da hakiki olmasının
belirleyicisi, mecâzî’de bir âşığın bir de mâşuğun olması ve hakîkî de ise aşık
ve maşuk’un her ikisinin de aşk’a dönüşüp tekleşmesidir.
Bu konuda
Seyyid Muhtâr, “Mecâzî aşkta bile âşık mâşuk’undan başka bir şey görmezse ve
bütün şeyler aşık’ın gözünde ehemmiyetsiz, kıymetsiz kalırsa nasıl olurda
hakîki aşkta, zâti tecellide her şey yok olmuş görünmez?”[449] ve
“mahabbet aleminde muhîb ve mahbûb tek bir nefsdir. Meselâ; Mecnûn Leylâ’nın
aşkına tutulmuş ve onun mahabbetinde mahv ve fâni olmuştu. O zaman kendisini
Leylâ olarak gördü ve gözüne her şey Leylâ göründü. Ene Leylî, ene Leylî dedi.
Sûrî, mecâzî olan bu aşk ve mahabbet Mecnûn için böyle başka bir hale sebeb
olursa, kudretli bir kimyâger gibi tahmîl ederse, mânevi olan hakîkî aşk, ilâhî
muhabbet tecellilerine ve tesirlerine had ve nihayet düşünülebilir mi?”[450] şeklindeki
görüşleriyle mecâzî ve hakîkî aşkın hem birbirine benzer taraflarını hemde
hakîkî aşkın mecâzîye nisbeten nihayetsiz bir mertebede olduğunu açıklamaktadır.
Tasavvûf
tarihi içerisinde Hallâc-ı Mansûr, Ebu’l-Kasım Gürkânî, Ahmed Gazâlî ve halefi
Aynu’l-kuzât Hemedânî tarafından açıkça dile getirilen aşk ve şeytan meselesine
Seyyid Muhtâr’da temas etmiştir. Konuyla ilgili:
“Şeytân âlim idi. Zahiri ilimde eşi yoktu. Hatta Hakk’a âşık idi. Aşkı
dahî ilmi gibi sûri olduğundan bu konudaki ilahi emre itaât etmedi. Kendinin
ateşten halk edildiğinden bahsederek topraktan daha şerefli olduğu iddiasına
düştü. “Ben yaratılışım yönüyle şerifim sen eşrefsin. Benim secdem sana karşı
olur. Ancak sana secde ederim” demek istedi. İlmin hakikatine, aşkın manasına
tam hakkıyle vâkıf olsaydı, ilahi emre bağlanarak derhal Âdem’e secde eder ve
secdesinin suretde mahluka, hakikatde Hâlık’a ait olacağını bilirdi. İşte
şeytanın ilmi kendisine perde oldu.
Aynu’l-kuzât[451],
evliyaullâhın büyüklerindendir, “eğer hakîkat âleminde şeytanın mertebesini ve
nazını görseniz hayran olursunuz (fe bi izzetike le uğniyennehum ecmaîn)
demesinden maksadı ne olduğunu anlarsınız” demiştir. Bu sözden murâdı; şeytanın
gösterdiği sebat olsa gerektir. Çünkü âlemin lanetini kabul etti, dostdan
başkasına yüz çevirmedi ve Allah’tan gayrı kimseye secde etmedi. Ma’ruz
kalacağı melâmete katlandı. Hasan Basrî Hazretleri de “şeytan bir miheng-i
râhtır (yol terazisi), sâlikin kâzibini (yalancı / sahte) sâdıkından (doğru /
gerçek) ayırt eder. Sâdık olanların asla yoluna mani olmaz”
buyurmuştur.” [452] nakilleriyle uzun bir bahis
açmıştır.
Seyyid Muhtâr
Efendi’nin Temhîdât’dan naklettiği bu cümle, Aynu’l kuzât Hemedânî’nin
cesaretle ifade ettiği şeytana ait görüşlerinden birisidir. Bu konuyu başka
yerlerde de farklı cümlelerle anlatmıştır. Örneğin; Hemedânî, nakledilen
cümleyi daha açıklayıcı olarak şöyle söylemektedir:
“Bu halk, iblisten bir nâm işitir, fakat bilmez ki onun başında nasıl bir
nâz vardır. Hiç pervâsı yoktur. Nâz eder, çünkü had ve hâl’e karîn olmuştur.
Eğer had ve hâl ve zülf ve mûy olmasa asla kemâli olmaz. Görmezmisin ki,
namazda “ euzu billâhi mineş şeytânirracîm” demek vâcib oldu. İşte bu
manadan dolayı nâz eder. “halektenî min nârin ve halektehû min tîn /Ben daha
hayırlıyım ondan; beni nâr’dan halkettin, onu tıyn’den halkettin” ( Arâf,
7/12 ) bu nâzın ta kendisidir. Eğer itikadın yoksa Hudâ’yı dinle ki; “elhamdülillâhillezî
halakassemâvâti vel arza ve cealez zulümâti ven nûr /Hamd, Semâvât ve Arz’ı
halkeden, karanlıkları ve Nûr’u var kılan Allah’a âitdir” ( En’âm, 6/1)
der. Eyvâh ki! siyah beyazsız, beyazda siyahsız kemâl bulmaz. Bu hikmet-i
İlâhiyenin bir iktizâsıdır. Hemedânî, burada “siyah beyazsız beyaz siyahsız
kemâl bulmaz” ifadesinde siyah’ı İblis’e teşmîl ediyor ve yine bu manâya
bakan başka bir ifadesi ise şöyle; “Nûr-i siyâh nedir, bilirmisin? “ve kâne
minel kâfirîn” (Zaten gerçeği örten (kafir) lerdendi) ( Bakara, 2/34 ) ona
hil’at olmuştur. “fe bi izzetike le uğniyennehüm ecmaîn” ((İblis) dedi
ki: izzetine kasem ederim ki, onların tümünü mutlaka şaşırtıp saptıracağım) (
Sad, 38/82 ) kılıcını çekti. “eûzü billâhi mineş şeytânir racîm” (Racîm
olmuş şeytandan Allah’a sığınırım) in kapıcısı oldu.” [453]
İsteyerek ölüm
anlamında psikoljik bir tarafı da olan ihtiyârî mevt, tamâmen aşk’tan yorgun
düşen pervanenin kendini mumun ateşine bırakması gibi âşığın maşuğun çekimine
direnmek anlamında olan ihtiyarında vazgeçmesi ve teslim olması haline
denmektedir. Yani; ihtiyârî mevt, ihtiyârından ölüm anlamına gelmektedir.
Seyyid Muhtâr,
aşkla, ihtiyari mevt arasındaki irtibata da değinerek “ihtiyârî mevt, hiçbir
şeyde azm ve kasd ve ihtiyar olmamak şeklinde tarif edildiğinden insan, bütün
hallerinde kendi tasarruf ve hareketini Hakk’ın emrine tabi’ kılmak, kendiliğinden
hiç birşey yapmamak, iyi, kötü bütün filleri ve hadiseleri Hakk’tan bilmek,
gassalin önünde bir meyyit nasıl ihtiyarsız ve iradesiz bulunuyorsa müridin de
kendi mürşid’i önünde hareketsiz bir ölü gibi ihtiyarsız teslim olması icab
eder. Böyle olduğu takdirde ona mânevî mevt veya mevt-i ihtiyâri denilir. Bu
suretde olan mevte Enbiyâ-i îzam ve Evliyâ-i kirâmdan başka hiçbir ferd nail
olamaz. Sûri olan mevti arzu etmek şer’an menedilmiştir. Halbuki mevt-i
ihtiyâriyi istemek “fetemenneul mevte in küntüm sâdıkîn”[454]
ayet-i kerimesine dayanılarak methedilmiştir.” cümleleriyle açıklamaktadır.
Yine aynı konuyla ilgili farisi bir beyt ve Türkçesi’ni de nakletmektedir:
Her ki o
cânân bed zîn be cân bâşed / Her ki ez aşk be mîred hemi ten cân bâşed”
(Kim ki cânını verir canânıyla yaşar, kim ki aşktan ölür, bütün vücûdu cân
olur) [455]
Akıl ve şuur
mertebelerini geride bırakmış, maşuk’la arasında sadece bir ihtiyârı kalmış
olan âşık ondan da vazgeçtiği anda gerçekleşen hale vuslat denmektedir.
Seyyid Muhtâr,
aşk-ı hakikiyi vuslat-ı İlâhî olarak ifade edip, bunun ise akıl ve şuur
dahilinde mümkün olmadığı, ancak aşk-ı hakîki ile kendiliğinden geçerek bî-
şuûr olmakla kabil olduğunu söylemektedir.[456] Ve
yine, “Vuslat deminde bütün eşya ve mevcûdat yar olsa bile ağyar
menzilesinde kalır”[457] diyerek
hakiki vuslat anında Hakk’tan gayrı yârin kalmadığını masivanın ağyâr
derecesine düşeceğini tekrarlamaktadır.
6.2.1.7.
Velâyet Mertebeleri ve Aşk
Seyyid Muhtâr,
Seyyid Abdülkâdir Geylânî’nin Hamriyye Kasidesi’nin “Muhîb bana visâl
şarabını içirdi, bende şarâbıma, “benim yanıma gel” dedim” beytine yaptığı
şerhte: “Lafz-ı hubb; aynı muhîbtir. Sekânînin fâilidir. Kasât; kâsenin
cem’i, mef’ûldür ve kadeh piyâle manasınadır. Cem’ suretinde olması, sohbet
esnasında bir kadehe kanaat etmeyip yekdiğerini mukayeseden çok piyâlelerin
sunulmasına işaretdir. Visâl kadehlerinden maksad; visâlden muttasıl âlem-i
kuds şarâbının piyâlesidir” dedikten sonra;
“Kâsenin burada manâsı; merâtib-i velâyetdir. Merâtib-i velâyet de çoktur.
Nasıl ki, kadehin içinde şarâb bulunursa, merâtib-i velâyetin de aşkı vardır.
Bundan anlaşılıyor ki; aşk bir mertebe ve bir derecede kalmıyor. İstiyor ki
bilcümle merâtib-i velâyeti görüp geçsin, zâta dahil olsun. Sûfiye demişlerdir
“ve hüve’l hubbu ve mine’l hubbu ve ileyhi’l hubbu zımnihi zahir”.
Ehlullâhın ıstılahında mahabbet-i ilâhiye derece-i kemâlde olursa âna “aşk”
tabir ederler. Visâl burada Hakk’ın zât ve sıfâtıyla mütecellî olması ve
sâlikin zât ve sıfâtının mahv ve izmihlâlidir.”[458]
izahlarıyla
hem aşk ve velayet irtibatına hem de velayet mertebelerinin hepsinde aşkın
farklı bir tecelli ile velayete mazhar kişide mütecelli olduğunu dile
getirmektedir.
Fenâ-i sıfat
olan aşk mertebesinde sâlikin kalbe ait hissî müşkülleri çözülmekle beraber
kabz, bast, vakt, telvîn ve hayret gibi haller görülmektedir.
Sûfilerin
sözleri arasında çok kullanılagelen “vakt” kavramını, İzzeddîn Natanzî; “Vakt
âniden ve birdenbire gaybden gelerek sâlikin tasarrufuna galebe çalıp onu kendi
hâlinden alan, hükmüne boyun eğdiren hâldir. Bu vakt sâliklerin hususiyetidir
ve “sûfî vaktinin oğludur” sözü bu manâya işârettir”[459] şeklinde
açıklamıştır.
Mutasavvıflar,
daha başka ifadelerle vakti, insanın içinde bulunduğu zaman parçası, geçmiş
zamanla gelecek zaman arasındaki şey ve içinde bulunulan hal [460] olarak
tanımlamanın yanında, iki hal arasındaki gel git hali olarak ta tarif
etmişlerdir.[461]
Seyyid Muhtâr,
vakt tabirini açıklarken Hz. Peygamber’in; “Cenâb-ı Risâlet- meâb
(limeallahi vaktün lâ yesâni fîhi meleki mukarreb ve lâ nebîyyi mürsel)
buyurmuşlardır. Yani, benim içün öyle vakitler haller olur ki, o vakitlerde o
zevk ve tecellîye hiçbir melek-i mukarreb, hiçbir meb’ûs peygamber sığamaz”
anlatımına yer vererek “vakt” tâbirinden asıl maksadın İlâhî ve hakîki vuslat
ânı olduğunu ve vuslât zamanında bütün eşyâ ve mevcûdâtın yâr olsa bile ağyâr
derecesinde kalacağını söylemektedir. Bu vuslat vakti içinde iken ise, ibadet
etmek arzusuna düşmenin şirkin ta kendisi olduğunu, çünkü ibâdet için bir âbid,
birde mâbud olması lazım geldiğini ve bu sebeble de ikiliğin meydana çıktığını”[462] söyleyerek
vaktin en yüksek mertebesini anlatmıştır. Bu anlatımlarından Hz. Peygamber’in
vuslat gerçeğinden vaktin esiri ibnü’l-vakt değil, ebu’l-vakt, yani vaktin
hâkimi olduğunu anlamaktayız. Fakat sâlikler de ise “ibnü’l-vakt” olarak farklı
haller de görülmektedir. Vakt hükmündeki hızlı hereketlilik en çok aşk’ın zuhur
mertebesi olan fenâ-i sıfât mertebesinde görülmektedir.
Aşk ve vuslat
merkezli “vakt” yaklaşımını, sûfîler arasında en açık ve geniş olarak ele
alanın Ahmed Gazâlî olduğunu görmekteyiz. Ahmed Gazâlî, “Sevânîh” adlı
eserinde, ruhun arayan gözünün kendini görmek isteyişi sırasında “vakt”in
hükmüne göre ya sevgilinin suretini, ya sıfatını ya da ismini göreceğini
söylemekte
ve “vakt”in kıskançlık/melâmet kılıcından söz edip aşığın
kendine dönüp bakmasına da razı olmadığını söylemektedir.[463] Yine
vakt ve âşığı anlattığı yerde, aşığın “vakt”in esiri olduğu zaman onun
boyasıyla boyanmak zorunda olduğunu ve kabz ve bast, üzüntü ve sevincin onu
kuşatacağını anlatmaktadır.[464]
Ahmed Gazzâlî son olarak da “Eğer kendi vaktinin sırrına agâh olsaydın
ezeliyet ve ebediyet Kâb- ı Kavseyni’nin senin kalbin ve vaktin olduğunu anlardın”[465] demekle
kalbin özelliği olan halden hale dönüşmesinin vakt’deki tecelli ve hükümle
olduğuna dikkat çekmektedir.
Aşk mertebesi
olan fenâ-i sıfât’da, sürekli renkten renge girme, boyanma anlamına gelen
“telvîn”, sâlikte görülen en belirgin haldir. Seyr-i ilallah’da olan telvîn
sahibi sâlikin, sürekli yükselme ve halden hale girmesi, temkîn makâmına
yerleşinceye kadar devam etmektedir.[466]
Sıfâtlarından
çıkmış, Allah’ın sıfatlarında (yedi sıfat) fâni olmuş “telvin” ehli âşıkta,
bekâ mertebesi olan kabe kavseyn, yani cemü’l-cem’in zıllinde bazı hâller
görülmektedir. Bunun tam tersi de olmaktadır. Vâsıl, bekânın son sınırından
fenâ mertebesindeki hallerle boyanabilmekte, yani; telvin ehlinde temkine,
temkin sahibinde telvine mahsus cilvelerle birlikte şatahatlar da
görülmektedir.[467]
Seyyid Muhtâr Belhi, telvin ehlinin sürekli kurb ve bu’d gel
gitleri yaşadığını ve bu gel gitlerin uzaklaşmadan sonra tekrar yakınlaşma gibi
salike zevk verdiğini anlattıktan sonra, telvin sahibinde görülen kurb ve bu’d
hallerinin aslında tıpkı sıfâtî yakınlıktan, fiilî yakınlığa dönüş gibi bir
perde olduğunu söylemektedir.[468]
Seyyid Muhtâr
Efendi’nin konuya yaklaşımına baktığımızda akıl mertebesindeki hayretden sonra,
fenâ-i zât’ın sınırına gelmiş sâlikin kalbinin hayret halinde,
her şeyin fâni olduğunu ve bu halin gereklerinin, istiğrâk (kendinden geçme),
istihlâk (tükenme) olduğunu söylemektedir. Hayreti bir âlem olarak ta
tanımlayan Muhtâr Efendi; “Bu âlem, fark âlemi değil, hayret alemidir. Kesret
âleminde olan dost, düşman, yarar, zarar, lezzet ve elem bu âlemde yoktur.
Burada hepsi bir olmuştur. “Hüve’l evvelü vel âhiru ve’z zâhiru vel bâtın”
[469] sırrı
zâhir olduğundan sâlik nereye baksa gözüne Hakk görünür. Neye nazar etse Hüdâ
manzûr olur. Zâhirde, bâtında görünen Hakk’dır. “Külli şey’in hâlikun illâ
vechehu”[470] nun
anlamı budur.” demektedir.[471]
Benliğin yok
olması anlamına gelen fenâ-i zât mertebesi, seyr ü sülûk’un üçüncü
mertebesidir. Bu mertebe rûh dairesidir. Seyr aynası ceberût âlemi, nur kaynağı
Lâhût âlemidir. Ceberût âlemindeki lâhûtî varlık tecellisinin rûh’ta müşâhede
edilmesidir. Bu mertebenin zikri “Hû” dur. Sâlik bu mertebede varlık vehmettiği
benliğinden tamamen kurtulup vücudun/varlığın Allah’a ait olduğunu sırren
müşâhede etmekte ve bu müşâhedesinin sonunda kendinde gördüğü “hayat” ve
“irâde” şuurunu kaybetmektedir.
Seyyid Muhtâr
Efendi, bu mertebedeki fenâ tecellîsinin “kurb-i ferâiz” yaklaşması olduğunu
söylemektedir.[472]
İnfisal,
bakışını her iki alemden de ayırmak, masivaya iltifat etmemek ve isim ve
sıfatlardan uzaklaşmak olarak tarif edilmiştir. İnfisal fenâ mertebelerinin
sonunda ittisale/birleşmeye zemin olan bir haldir.[473]
İttisal,
mutasavvıflar tarafından, muhibbin/sevenin varlığının fenasından sonra şuhûdî
ve vücûdî olarak iki şekilde gerçekleşen bir hal olarak tanımlanmıştır.[474]
Seyyid Muhtâr Belhi, İnfisal ve ittisal kavramlarını birlikte
kullanarak infisali, her türlü nefsanî hazlardan uzaklaşmak olarak oruca,
ittisali de vuslat, müşahede, sırrî zevk, rûhânî şevklere ulaştıran iftara
teşbih etmekte[475] ve
cismi, hadesten, nefsi şübehatdan tathîr etmedikçe, kalbi ahlâk-ı redie den
temizlemedikçe, ruhu Hakk’ın zikri ile cilalandırmadıkça ve sırrı Hakk’ın gayrı
olandan hâli bulundurmadıkça ve bunların hepsinden infisal etmedikçe ittisâl-i
maâllah zevki, neş’esi husûle gelmez [476] diyerek
sâlikin süluk’un dört halinden de infisal etmesi gerektiğini, yoksa Allah’a
kavuşmanın verdiği ittisal zevkine de ermesinin mümkün olamayacağını
söylemektedir.
Tecrîd; “Haydi
nalinlerini çıkar”[477] hakîkatinin
sâlikteki zuhuruna verilen isimdir. Diğer bir tarifle, şevâhidin şuhûdundan
soyutlanmak[478] ve
isimlerden, sıfatlardan, kainattaki bütün rüsumlardan uzaklaşmaktır.[479]
Seyyid Muhtâr, tecrîdin ibtidâda, şart olduğunu söylemektedir
ki,[480]
bu ibtida, fenânın sonu olan bekânın başı olmaktadır. İki dünyadan alakasını
kesmek anlamında tecrîdin bir ifâdesi olarak anlaşılan “nalinlerini çıkar”
emrine uyarak dünya ve ukba hevesini içinden atan sâlikte kutbiyet ve gavsiyet
arzusu hala bâkî olarak kalmaktadır.
6.4.
Fenâ-i Vâlideyn Mertebesi
Seyyid Muhtâr
Efendi’nin kaynaklarda pek rastlanmayan bir tabirle fenâ-i vâlideyn olarak
tanımladığı bu vâlideyn tecellisi, seyr ü sülûk’da “Terk-i Çehâr-i Edhem”
[481] in
“terk-i terk” olan dördüncü mertebesine denk gelmektedir. Bu mertebe
sırr dairesidir ve tam fenaya erip vâsıl olan sâlik, Lâhût âleminde tecellî
eden eneiyyet sırrlarına agâh olmaktadır. Zikri ise Ene dir.
Seyyid Muhtâr
Efendi, bu mertebeyi açıklarken kutbiyet ve gavsiyet konusuna da değinip,
önceki büyük ricâlin ıstılâhında fenâ-i vâlideyn’in kutbiyet ve gavsiyet makâmı
olduğunu, bu iki mertebeden geçmeyen sâlikin makâmların en yükseği olan
vahdâniyet ve ferdâniyet’e erişemeyeceğini söylemektedir.[482] Ayrıca
bu makamların ehassü’l-havasın hevesâtı kısmına girdiğinden bahsederek; keşif,
kerâmet, yüce mertebeler gibi kutbiyet ve gavsiyetin de arzu edilmemesi
gereğini söylemektedir.[483] Vâlideyn,
ifâdesinde kutbiyyet anneye, gavsiyyet ise babaya teşbîh edilmiştir.
Bu
anlatımlardan aynı zamanda, Fenâ-i Zât Mertebesinde ki “Naleyn”i çıkarma
sonucunda sâlikten tamâmen silinen arzu ve isteklerin dışında bâkî kalan
gavsiyet ve kutbiyet makamına şiddetli arzunun da çıkarılması ile iki makamdan
da tecrîd etmeye fenâ-i vâlideyn tecellisi dendiğini, bu arzudan geçmeyenlerin
ise en yüksek mertebe olan ferdiyet’e ulaşamayacağını, gavsiyet ve kutbiyet
arzusunun da bir perde olduğunu anlamaktayız.
Abdülkerim
Cilî’nin, tecellî-i zât mertebesinde sâlik’de ikâme edildiğini, eğer “zatiyye”
olursa insanı ferdiyyet’le birlikte gavsiyyet’e ulaştırdığını söylediği “ilâhî
lâtife”nin verildiği yer ve zamanın, sâlikin fenâ-i vâlideyn mertebesinde
kutbiyyet ve gavsiyyetten geçtiği yer ve zaman olduğu anlaşılmaktadır.[484]
Kutbiyyet ve
gavsiyyet makamları ile ilgili sûfilerin ortak görüşleri, her asırda ricalü’l-gaybın
en tepesinde bir kutbun bulunduğu ve onun kutbü’l-aktâb olarak tâbir
edildiğidir.
Gavsiyyet ise,
irşâd ve vücûd kutbiyetini kendinde cemeden kutbü’l-aktâbın bulunduğu makâma
verilen isimdir. Kutbü’l-aktâb’tan bu makamda istimdâd ve istiğâse edildiği
zaman aldığı isme gavs denilmektedir.[485] Bazı
ricâlde ise nadiren hem kutbiyet hem gavsiyyet hem de ferdiyyet makamları cem
olabilmektedir.
Yoksulluk ve
yokluk anlamlarında kullanılan “fakr”, tasavvuf literatürü içerisinde önemli
bir yer teşkil etmektedir. Bu makâma çok önem veren Ebû Medyen Mağrîbî (ö.1198)
, fakrın tevhîdin bir gereği ve tefrîd’in bir işâreti olduğunu söylemekle
sâlikin ferdiyete çıkabilmesinin zemini olduğunu vurgulamakta ve fakr
sâhiplerinin de kendilerine göre bazı tavırlarının olduğunu söyleyip; “onlar
mecalsiz gibi yürür, suya dalan kişiler gibi uyurlar, kimseyi kınamazlar,
Allah’tan başkasına bel bağlamaz ve kınayanların kınamalarından korkmazlar”
şeklinde fakrı aynı zamanda melâmet ehlinin sıfatlarıyla anlatmıştır.[486]
Seyyid Muhtâr
Efendi, vusûl kavramını eserinin birçok yerinde hem lügat anlamı hem de
tasavvûfî ve edebî anlamıyla kullanmakta ve fakr ve fâkat ile irtibatı üzerine:
“Fâkat ise, hevesât-ı nefsâniyeyi kırmaktır. Maksuduna ulaşma ve mahbubuna
kavuşma ancak bu fakr ve fâkat ile mümkündür” [487] demektedir.
Seyyid Muhtâr
Efendi’nin en çok üzerinde durduğu ve hemen hemen her konuda değindiği,
Hamzavîliğinde önemli esaslarından biri olan fakr makâmının izâhları yapılırken
“fakr” ve “fâkat” tâbirleri bir arada kullanılmaktadır. Fakrı anlatırken sûri
ve hakikî olarak ikiye ayırıp, hakîkî fakr sahipleri için:
“Fukarây-ı
hakîkiye; “tehallekû bi ahlakillâhi vet tasifû bi sıfâtillâh-Allah’ın ahlâkıyla
ahlaklanın ve sıfatlarıyla sıfatlanın” emriyle, ahlâk-ı ilâhiye ile tehalluk ve
sıfât-ı rabbâniye ile ittisaf edenler dir. Sıfât-ı beşeriyyeden pâk olanlardır.
Onlar “izâ etemmül fakru fe hûvallah”(fakr tamam olunca Allah hû hakikatiyle
tecellî eder) sırrına mazhardırlar” açıklamalarını yapmaktadır.[488]
Seyyid Muhtâr,
fakrı, benlikten, varlıktan geçmek olarak târif ettikten sonra, ubûdiyet sıfâtı
yokluktur, rubûbiyet sıfâtı varlıktır diyerek fakrı yokluğa, yokluğu da
ubûdiyyet sıfâtına bağlamaktadır.[489]
Seyyid Ahmed
Muhtâr’ın bu konuyla ilgili düşünceleri şöyledir:
“Fakr dan maksad mukaddemâ söylendiği gibi hâlen yokluktur. “Fâkat ise
hevesât-ı nefsâniyeyi kırmaktır. Husûl-i maksûd ve vusûl-i mahbûb ancak bu fakr
ve fâkat ile mümkündür. Zira büyüklük zâd ve râhilesi budur. Menzîl-i maksûda
erişenler bu fakr ve fâkat azığıyla yola girmişlerdir.”[490]
“Fakr kelimesinin tekrarına nazaran bu lafzın ikisi sûri, diğer ikiside
mânevî olmak icab eder. Sûri olanların birisi dünyevidir, diğeri uhrevîdir, dinîdir.
Fakr-ı dünyevî; huzuzât-ı nefsâniyeden geçmek, dünyanın zîb ve zîynetine
kapılmamaktır.
Fakr-ı mânevî; benlikten ve varlıktan geçmektir. İnsan kendi benliğinden,
muvakkat ve izâfi olan varlığından geçmedikçe her şeyin masdar ve merci’i
olduğu bilinmek lazım gelen vücûd-ı hakîki tecelliyatına vasıl olamaz.
İkilikten çıkıp tevhîd-i aslî’ye erişemez.
Nasıl ki ilm-i hesapta a’dâdın aslı vâhidtir. Bütün mevcûdât ve mahlûkâtın
aslı ve halıkı da Ferd, Vâhid, Hayy, Kayyûm isimlerini verdiğimiz Cenâb-ı Hakk’tır.
Bu mertebeye inde’l mutasavvifîn fenâfillâh namı verilir. Bu dereceye
erişenlerin ihtiyarı yoktur. Diğeri fenâfillâh makamının icabâtından olan keşf
ve keramât gibi havârikten ma’dûd hâlata aldanmamak, kapılmamaktır. Bu makâma
da bekâbillâh denir. “İzâ etemmü’l fakru fehuvallâh” sırrı zâhir olur.”[491]
Kelime olarak
“bir olma” anlamına gelen, bekâ mertebelerinden “cem” seyr ü sülûk’un beşinci
mertebesidir. Fenâ mertebelerini kat edip vehmî varlığından kurtulan sâlikin
Hakk’a vâsıl olduğu bir mertebedir.
Seyyid Muhtâr
Efendi, bu mertebede, kesrete müteallik olan dost, düşman, yarar ve zarar,
lezzet ve elemin olmadığını söylemektedir.[492] Yine,
Hakk’ın birliğinde, varlığında mahv olmanın kemâl olduğu, cem’in kendi
ikiliğinden, kendi akıl ve şuurundan geçmek olduğunu ifâde etmektedir. [493] Bu
mertebede çeşitli şatahatlar da görülebilmektedir.
Seyyid Muhtâr
Belhî, cem mertebesiyle ilintili olarak bazı mutasavvıflar tarafından
kullanılan, fakat yanlış telakkîlere yol açan ittihad ve hulûl meselesini ele
alırken de şeriat lisânında bu hâllerin beyânının bâtıl olduğunu, çünkü aklın
nazarıyla doğru olmadığını söylemektedir. Akla niçin ters olduğunu ise; “hulûl;
bir maddenin diğer bir maddede münhâl olmasıdır. İttihâd ise; bir maddenin
diğer bir madde ile birleşmesidir” tarifleriyle anlatmaktadır. Bu makamların
ancak akıl ve aşk lisanının birlikteliği yani, hal dili ile anlaşılabileceğini
söyleyip, konuya şöyle açıklık getirmektedir:
“Lisân-ı mâkal ile tarif edilemeyince lisân-ı hâl ile yani; akıl ile
beraber aşk ile, hâlen tarif edilebilir. “innellahe la yü’hazu’l-uşşâke bimâ
sadri minhum” buyurulmuştur. Uşşâk-ı ilâhî; hâlen, zevken bunu
anlayabilirler. Lisan şer’in mahkûmudur, gönül ise Hakk’ın mahkûmudur.
Binaenaleyh lisan halk ile, kalb Hakk ile meşgul ve zevkiyâb olmak icab eder.
Ulema-yı zâhir’in bu ittihâd ve hulûl bahsinde yanıldıkları âşikardır, İttihâd
ve hulûl onların zan ve hükmettikleri gibi Hakk’ın insanın vücûduna hulûlü,
yani münhâl olması, ittihâd da birleşmesi değildir. Buna muvafık bir misal
bulabiliriz. Meselâ bir kimse bir âyineye karşı durupta bakarsa şübhesizdir ki
kendi cemâlini görür. Bu görüş ve bu cemâl âyine ile ittihâd olmaz. Güneşi,
kameri bir havuzda, bir denizde mün’akis görürüz. Bu şems ve kamerin su üzerine
in’ikası hiçbir zaman hulûl mahiyetinde değildir. Binaenaleyh âşık ve ârif olan
zevât- ı kirâm, mahabbet ve aşk-ı ilâhi ile gönüllerine safâ ve cilâ verirler.
Cemâl-i mâneviyi dahi o musaffâ, o mücellâ âyine-i kalblerinde aşikar
görürler”. [494]
“Sekîne”,
manevi yolculuk esnasında gelip giden bir hal, fakat sulukun bir noktasına
gelindiğinde vehbî olarak sâlikte görülen ve devam gösteren bir makamdır.
Seyyid Ahmed
Muhtâr, bu makamda Hakk’tan bir şey istemenin bu makâm ve mertebeden ayrılarak
kendiliğine gelmek olduğunu ve kendiliğine gelmenin ise kemâlin eksikliğine
delalet eden tefrika, ayrılık olduğunu ve bu sebeplerden dolayı evliyaullah’ın
Hakk’tan hiçbir şey istemeyeceğini ve isteyemeyeceğini söylemektedir.[495]
Sekîne
makâmının yukarıda yapılan bu tariflerinden itminan halini anlamaktayız.
Buradaki doymuşluk, isim ve sıfatların tecellisine dönmeyi istemeyen sâlikin
Hakk’ın zatından başka hiçbir şeye iştiyakının olmadığı anlamına gelmektedir.
Sühreverdî
el-Maktûl, sekîne makâmını; “Eğer nurların sırrı hedefine ulaştığında hemen
yok olmadan uzun bir süre bâkî kalırsa, bu duruma “sekine” denilir”[496] ifadeleri
ile tanımlamakta ve sâlikin firâsetinin “sekine” makâmında tamamlandığını,
halkın düşünce ve sırlarından haberdar olduğunu, cennetten latîf sesler
işittiğini, bu makâmdaki sâliki kimsenin engelleyemeyeceği ve istediği kılığa
bürünüp Kibriyâ âlemine gideceğinden ve gerektiğinde miraca çıkabileceğinden
söz etmektedir.[497]
Sühreverdî
el-Maktûl ve Seyyid Muhtâr’ın sekine makâmı ile ilgili söylediklerinden,
sâlikin İttihâd Mertebesinde, masîvâ ilgisinden ve benliğinden kopmuş olmasıyla
birlikte, istemediği, iştiyakının olmadığı âlemler üzerinde bir etkisine alma
kuvveti kazandığını da anlamaktayız. Abdürrezzâk Kaşânî ise sekîne’nin
sahoşluktan sonra ayılanların sekînesi olduğunu, fahiş şatıha mani olduğunu ve
bu makamda kader sırlarından haberdar olunduğunu söyledikten sonra bu
sekînenin, nebi’nin kalbinden ve kalpleri nebî’nin kalbiyle bağlantılı olan
mü’minlerin hasları sayılan evliyanın kalplerinden başkasının kalbine inmeyeceğini
söylemektedir.[498]
6.6.
Kâbe Kavseyn-Ev Ednâ Mertebesi
Kâbe
kavseyn-ev ednâ mertebesi, seyr ü sülûk’un altı ve yedinci mertebesidir. İki
yay aralığı anlamına gelmekte olan kâbe kavseyn kavramı, Seyyid Muhtâr Efendi
tarafından cemü’l-cem makâmının yerinde kullanılmaktadır.
Muhyiddîn
İbn Arabî, bu mertebeyi Hakk’a ve halka ait isim ve sıfatların
Cem’in en uç
sınırı olan kâbe kavseyn mertebesinde, şeyler ve işler birbirinden seçilmekte
ve bunlara bu makamda tafsîl üzere şahit olunmaktadır [499] ve bu şahitlik sonucunda hepsi
Hakk’ta toplanmaktadır.
Seyyid Muhtâr
Belhi, kâbe kavseyn mertebesinin aynı zamanda niyâz/mahbûbiyet makâmı ve
mahall-i edeb olduğunu söylemekte ve Hz. Peygamber’in mîrac’da bu makamdaki
hallerinden bahsetmektedir.[500] Ayrıca
bu mertebeyi kurb-u nevâfil ve kurb-u ferâiz makamlarının fenâsından meydana
gelen bekâ mertebesi olarak da
tarif etmektedir.[501]
Seyyid Muhtâr
Efendi, konuyla ilgili açıklamalarını yaptığı bir yerde, Hz. Peygamber’in kâbe
kavseyn’deki namazından söz açıp, bu hakikatin fazla izah edilemeyeceğini “Bu
namaz öyle bir namazdır ki, Hazret-i Peygamber makâm-ı kâbe kavseyn’e
eriştikleri zaman hitâb vârid olmuş; ( gıf fe innellâhe fis salâti ). Bu hâli
bundan ziyâde tasrîhe imkân yoktur”[502] sözleri
ile “Dur! Allah salat halinde” hitabına dikkat çekmektedir. Bu hitâb, “Allah
ve melekleri Nebî’ye salât ediyorlar”[503] âyeti bağlamında da yorumlanması mümkündür.
Muhammedî
makâmda denilen, “daha yakın” anlamına gelen “ev ednâ” mertebesi ise, seyr ü
sülûkun yedinci ve son mertebesidir. Tasavvuf literatüründe “ehadiyyetü’l-cem”
diye de adlandırılmıştır. Bu mertebe, aşkın da sınırının aşıldığı, “Allâh
vardı ama onunla birlikte hiçbir şey yoktu”[504] gerçeğinde
tarif edilen bir mertebedir.
Saîdüddîn
Fergânî (ö.1300) ; kâbe kavseyn mertebesinde bir temeyyüz, yani kendini
gösterme olduğunu, bununda ayrı bir sarhoşluk verdiğini, ama ev ednâ
mertebesinde bu sarhoşluktanda ayılındığını, artık hakiki bir temeyyüzün söz
konusu olmadığını ve ev edna’nın, hiçbir türden bir başka’nın ve başkalığın yer
almadığı mutlak eşitleme/sevâiyye mertebesi olduğunu söylemektedir.[505]
Temkîn; yerleşme,
mekân tutma anlamıyla tasavvuf’ta, son hal ve makamların hepsinin karar makamı
olarak tanımlanmıştır.
Temkîn
makamında Hakk’ın ikramları devam eder ve daha farklı halde temkîne ulaşabilir,
telvîn gibi görünen bu dönüşümler bu makâmın kendi düzlemindeki
gereklerindendir.[506] Bu
doğrultuda baktığımız da Seyyid Muhtâr’ın yaklaşımının, Muhyiddîn İbn Arabî’nin
“telvînde temkîn”[507] yaklaşımıyla
örtüştüğünü ve Abdülkerim Cîlî’nin, “telvinde temkin Melâmetîlerin makâmıdır” [508] sözleriyle
de bağlantısının olduğu görülmektedir.
Seyyid Muhtâr,
zâtî ve hakîki yakınlığa eren mukarrebîn ve vâsılînin istiğâseleri ve
feryadlarının zatî zevkten ayrılıp sıfâtî ve efâlî yakınlık zevkine dönmekten
korktuklarından olduğunu söylemekte ve zâta ulaşanların tekrar dönüp sıfâta
rücû etmeyeceklerini, bunun onlar için bir tenezzül olduğunu, hakîki tevhide
ulaşan âriflerin kendi şuûr ve varlığından ayrılmış, bî-şuûr olduklarına
değinerek, bu yakınlıktan tekrar başka bir yakınlığa dönmelerinin onlar için
bir uzaklık olacağını ifade etmektedir. Bu ifadelerinin sonunda ise, kurb ve
bu’d gel gitlerinin âriflere ıstırab verdiğini, her ikisinin de aslında
hicab/perde olduğunu anlatmakta ve asıl zevk ve asâyişin makâm-ı temkîn olan
meretebe-i zât’da olduğunu, kurb ve bu’dun telvîn hallerine girdiğini
söylemektedir.[509]
Tek olma,
özgünlükle ayrışma anlamlarına gelen tefrîd, tasavvufta kâinattaki her şeyden
sıyrılarak Hakk ile tek kalmak, Hakk’ın seni kendisiyle tek bırakması olarak
tanımlanmıştır.[510] Ayrıca,
tecrîdle farkını belirtmek için, “tecrid, mâlik olmamak, tefrîd ise, mülk
(memlûk) olmamaktır. Tecrid zahirden ve halktan kopmak, tefrîd kişinin kendi
benliğinden kopmasıdır” şeklinde de tarif edilmiştir.[511]
Seyyid Muhtâr
Efendi’ye göre tecrîd başlangıçta tefrîd ise sondaki makamdır ve tecrid imsaka,
tefrid ise iftara benzemekle, tefrid makamına ulaşan sâlikin artık tecrid
ettiklerine karşı tecride ihtiyacı kalmamaktadır.[512]
Tefrîd, en
genel anlamıyla aynı zamanda salikin geçmiş olduğu makamların mücmel olarak bu
makamda toplanması anlamına da gelmektedir. Daha özel bir tecellî ile tefrîd
ise, şuhûd ve ittisâlde Hakk’la tefrîd yâni ferdiyete mazhâr olmaktır.[513] Bu
mazhariyete ulaşan kişiler bilinmezlikleri ile diğer ricalden ayrılmakta ve
efrâd zümresine dahil olmaktadırlar.
Saf ledün
ilmi, kalbin sırrı şeklinde de tarif edilen, kelime olarak bırakmak, salıvermek
anlamına da uygun olarak ıtlâk makamında sâlikten izâfî benliği ıskat
olmaktadır. [514]
Seyyid Muhtâr
Efendi, ıtlakı açıklarken kurbiyet mertebelerini izah edip ıtlakı ise son makâm
olarak açıklamaktadır. Muhtâr Efendi, bu makâmı açıklamadan önce ise diğer
makamlarla ilgili bilgileri vermekle ıtlakı anlamaya zemin oluşturarak,
ehlullah’ın ıstılahında ilâhî muhabbet zirve bir noktada olursa ona “aşk”
denildiği, bunun ise sâlikin zat ve sıfatının mahv ve izmihlâli demek olduğunu
söyledikten sonra iki fena mertebesinin iki kurbiyet makamı olduğu ve devamında
kâb-ı kavseyn, en sonunda ise ıtlak makamı olan ev-ednâ mertebesi olduğunu
ifade etmektedir.[515]
Bu
açıklamalarla Seyyid Muhtâr Efendi, fenâ mertebelerinden sıfat ve zat
mertebelerinin cem’ine iki makamın fenası demekte ve iki kurbiyet makamını da
iki yay olarak tarif etmektedir.
Sonuç olarak
sâlikin, akıl mertebesinden başlayarak tedricen yaptığı seyr ü sülûk’un son
noktası “ıtlâk” makâmı olmaktadır. Bu makâmda, sâlikte artık beşeriyete ait
izafiyetler tamamen silinmiş, hakîkî hürriyete kavuşmuş, Seyyid Abdulkâdir
Belhî’nin, Reşâd’ın yolu dediği “gönül serbestliği”ne ulaşmıştır.[516]
Seyr ü
sülûk’taki hâl, makâm ve mertebelerin tedrîcî olarak tasnîf edilmiş olmasından,
her sâlikin aynı süre içinde, aynı hâlleri, makâmları ve mertebeleri sırasıyla
yaşayıp geçecek anlamı çıkmamaktadır. Seyr ü sülûk sürecinde sâlikin
istidatının sınırı ve ne derecede kuvveden fiile çıkacağı veya sülük esnâsında
aşk tecellisinde nasıl bir hal alacağı, yolda kalmaların, tökezlemelerin
olabileceği, bunun aksine Hakk’ın şiddetli cezbesiyle çok hızlı bir şekilde
mîrac’da yapabileceği gibi konuları da göz ardı etmemek gerekmektedir.
Araştırmamız
sonunda; Osmanlı’nın son dönemlerinde doğmuş ve Cumhuriyetin ilk on yılını
görmüş Seyyid Muhtâr’ın, nüfuzlu bir âlim ve sûfî olan dedesi Seyyid Süleymân
Belhî’nin Afganistan’dan Anadolu’ya göçetmesiyle birlikte, babası Abdülkâdir
Belhî’nin de Süleyman Belhî’den devraldığı ilmî ve tasavvufî kültürü İstanbul’da
kendisine intisâb ettiği Seyyid Bekrü’r-Reşâd’dan intikal eden Hamzavî-Melâmî
mirasıyla birleştirmesi, İstanbul Eyüp Nişancası’nda önemli bir dergâh olan
Murâd Buhâri Dergâhı’nı yeni bir merkez haline getirmiştir.
Seyyid
Abdülkâdir Belhî’nin kendinde birleştirmiş olduğu ve muhatablarına intikal
ettirdiği “nazar”,”cezbe” ve “hikmet” etrafında, farklı meşrebte muhip çevresi
oluşmuştur. Kendisinden sonra sevenlerinin izleyecekleri yolda kendilerine
hikmeti, temkini ve mahfîyyeti esas almalarının telkinini yapan Abdülkâdir
Belhî, Melâmîliğe dahil ettiği oğlu Seyyid Muhtâr’a Nakşbendî hilâfeti de
vermiştir. Vefâtı ile birlikte yerine postnişîn olan oğlu Muhtâr Efendi, tekke
ve zâviyeler kanununun tatbikine kadar Murâd Buhârî Degâhı’nın son Nakşbendî
postnişînliği görevini de sürdürmüştür.
Tezimizin
hayâtına dâir inceledeğimiz birinci bölümünde, Seyyid Muhtâr’ın her yönüyle
ilmî, edebî, irfânî bir çevrede yetiştiğini, bunun yanında normal tahsilini
devam ettirdiği ve resmi olarak memuriyetde bulunduğunu tesbit ettik. Sosyal
hayattan kendini uzak tutmadan hikmet merkezli objektif bir ilim anlayışı
içinde olduğunu, batı dillerine önem verdiğini ve bu doğrultuda hazırlamış
olduğu eserlerinden de tercüme fâliyetini ön planda tuttuğuna şâhit olduk.
Gerek eserleri içerisindeki ifadelerden gerekse âileden gelen rivâyetlerden,
nezâketi, tevâzusu, yardımseverliği ile bilindiğini gördük.
Tezin ikinci
bölümünde ise, Melâmîğin genel tanım, tarih ve tasnîfini, Hamzavî-Melâmî
silsilelerini ve bu doğrultuda, Bâyezidiyye silsilesini yeniden tetkîk edip
tertîb ettik. Hamzavî-Melâmî rükünlerini, Seyyid Muhtâr’ın seyr ü sülûk, hâl,
makâm ve mertebelerle ilgili yaklaşım ve kabullerini yorumladık.
Tez çalışması
sonunda araştırmamızın tamamını göz önüne aldığımızda, tesbitlerimizden özet olarak;
Ebû Hamîd-i
Velî’nin bir süre kaldığı Bâyezîdîyye Hankâhı’nın çok önemli bir irfân merkezi
olduğu ve oradan kendisine ulaşan, fakat önceki araştırmacıların üzerinde pek
durmadığı, yeniden inceleyip tertîb ettiğimiz ve daha ayrıntılı bir şekilde incelenmesi
gerektiğine inandığımız Bâyezîd-i Bistâmî’ye ulaşan silsilenin orijinal bir
irfân silsilesi olduğu,
Selmân-ı
Fârisî’den Bâyezîd-i Bistâmî’ye kadar “fütüvvet ve fakr”, Bistâmî’den Ebû
Hamîd-i Velî’ye kadar “tecrîd ve aşk”, Ebû Hamîd-i Velî’den İdrîs- i Muhtefî’ye
kadar “cezbe ve telvîn”, Muhtefî’den Seyyid Abdülkâdir Belhî’ye kadar “nazar ve
ihtifâ”, Belhî ve sonrasında ise “hikmet ve temkîn” in ön planda olduğu,
Hamzavî-Melâmî
tarihinde Emîr Sıkkînî ile birlikte dergâhtan çıkan Melâmî zümrenin Seyyid
Abdülkâdir Belhî ile birlikte yeni bir melâmet tavrıyla tekrar dergâh merkezine
döndüğü ve tekke düzeni içerisinde Hamzavî-Melâmîliğini yeniden yapılandırıp
ivme kazandıran ve istikamet çizen Abdülkâdir Belhî’den sonra ise, tekke ve
dergâhların tamamının fonksiyonelliğini yitirmesi ile birlikte melâmîler için
asıl yaşam alanı olan tekke dışı hayat tarzına tekrar dönüldüğü,
Abdülkâdir
Belhî’de toplanan cezbe, nazar ve hikmet mefhumlarından cezbe ve nazar’ın
vaktin hükmüne bağlı idrak dönüşümünün gereği olarak sâlikler üzerinde minumum
tesiri olduğu, fakat maksimum tesire ulaşmanın önündeki bu engelin ise, hikmet
mefhumuna odaklanıp, akıl merkezli bir mârifet kazanımıyla aşılabileceği,
Bu yöntem
doğrultusunda son Hamzavî-Melâmî kutbu Seyyid Abdülkâdir Belhî’nin oğlu Seyyid
Muhtâr’ın, en önemli tarafı olan, babasından gördüğü ve devraldığı bu anlayışla
aklı merkeze alıp seyr ü sülûkun akıl mertebesinden başlaması ve dolayısıyla
tedrîcî olarak ilerlenilmesi gereğinden dolayı aklı aşk’a öncelemesi,
Nazar ve cezbe’nin
yetiştirme usulü olarak kısmen devre dışı kaldığı Belhî sonrası dönemde hiç
kapanmayacak olan “hikmet” merkezli anlayışın melâmet’te yeni tavırlar
geliştirdiği,
Hamzavîlik’de
“fetret” dönemi denen kutbun şahsının kim olduğu bilinemediği zamanlarda, (Şehid
Ali Paşa ve Abbas Efendi arası dönem ve Belhî sonrası dönem gibi) Muhammedî
Hakîkat’in sırrı olan kutbun rûh’una gıyâben teveccüh edildiği, sonuçlarını
çıkardık.
Bu sonuçların
yanında dönem dönem gerekli olarak merkezî mefhûmlar değişse de, Hamzavîlerin
değişmezleri olarak da;
Ehl-i Beyt-i
Mustafâ’ya meveddetin olmazsa olmaz bir ilke olduğunu,
Vahdet
zevkinin gönülde işrâkı için birbirinin içinde saklı olan, metn-i hakîkiye
râbıta, müsemmâ zikri ve gönül beklendiğini,
Dünyevi
meşguliyetlerden tecrîd olmadan hakîkatin enfüste bir sır olarak tutulduğunu,
Halk içinde
halktan farklı bir hayat tarzı benimsenmediği, halkın diline âşinâ, günün genel
geçer giyim kuşamı ne ise onun kullanıldığını,
Zamanın
bilimsel gerçeklerine açık, enfüste muhabbet ile, âfakta akıl ile temâyüz
edildiğini,
Her türlü
mezheb ve meşreb taassubundan uzak, mahfîyyet, mahviyet ve tevâzu üzere
yaşayıp, gönül serbestliğine ulaşıp, âleme vahdet nazârıyla bakıldığını, tesbit
ettik.
Tezimizde
incelediğimiz Seyyid Ahmed Muhtâr Belhî’nin de, yukarıda tesbit ettiğimiz
Melâmîliğin rükün, tavır ve tarzını benimseyip, hayatında tatbik ettiğine şahit
olduk.
Bu doğrultuda
söyleyebileceğimiz son söz ise; genelde Melâmîliğin, özelde Hamzavî-Melâmî
ekolünün incelenmesi gereken daha çok yönlerinin olduğudur. Buna bağlı olarak,
konu üzerinde yeni çalışmaların da yapılması gerekmektedir.
160 |
_______ ,
Bahâ Doğramacı ile Yapılan Görüşme Notları, İstanbul, 2007- 2015.
_______ , Cenan Erkılıç ile Yapılan Görüşme Notları, İstanbul, 2006 -2019.
_______ , Niyâzi Sayın ile Yapılan Görüşme Notları, İstanbul, 2009 -2016.
ABAŞİN S.N.,“Burhaniddin Kılıç”, İslam na Territorii Bıvşey Rossiyskoy İmperii, Moskova: Vostoçnaya Literatura, 2001, fasikül:
3.
ACLÛNÎ İsmail b. Muhammed el-Cerrâhî, Keşfü'l-Hafa, (thk.) Yusuf b. Mahmud el-Hac
Ahmed, Mektebetü
İlmi’l-Hadîs, Dımeşk, 2001.
AKÜN Ömer Faruk, “Abdülbâkî Gölpınarlı”, TDV İslam Ansiklopedisi, 1996, c.14.
AL-HUJWİRİ, The Kashf al-mahjub: the
oldest Persian treatise on sufiism, trans. and ed. R.A. Nicholson, London, 1967.
ALGAR Hamid, “Nakşibendiyye”, TDV İslam Ansiklopedisi, İstanbul, 2006, c. 32.
ALİ İBN-İ EBÎ TÂLİB, Nehcü’l-Belâga,
(Terc.) Abdülbâkî Gölpınarlı, Ansariyan Publications,
Qum, 1989.
ALPTEKİN Turan, Seyyid Ahmed Hüsâmeddîn Eserleri ve Nakşibendî Öğretinin Kökleri,
Demos yay. İstanbul, 2007.
AŞKAR Mustafa, Son Dönem Tekke Mecmûalarından Yeşilzâde Mehmed Sâlih Efendi'nin Rehber-i Tekâya'sı, Tasavvuf İlmi ve Akademik Araştırma
Dergisi, sayı. 3, Ankara, 2000.
ATEŞ Süleyman, İslâm Tasavvufu, Kılıç Kitabevi, Ankara, 1976.
ATİK Hikmet, Mevlevîler-Şiir, Mûsikî ve Tarih Bakımından Ahmet Mithat Bahârî Beytur, İlâhiyât Yayınları, Ankara, 2017.
ATSIZ, Evliya Çelebi Seyahatnâmesi’nden Seçmeler II, Milli Eğitim Basımevi, İstanbul, 1972.
AZAMAT Nihat, “Âdile Sultân”, TDVİslam Ansiklopedisi, İstanbul, 1988, c. 1.
AZAMAT Nihat,
“Evhadüddîn-i Kirmânî”, TDV İslam Ansiklopedisi, İstanbul, 1995, c.11.
AZAMAT Nihat, “İdrîs-i Muhtefî”, TDV İslâm Anksiklopedisi, İstanbul, 2000, c. 21.
AZAMAT Nihat, “Kemâlî Efendi”, TDV İslam Ansiklopedisi, Ankara, 2002, c. 25.
BABUR Gazi Zahîreddin Muhammed, Bâburnâme, (Çev.) ARAT, Prof.
Dr. Reşit Rahmeti, Kabalcı Yayınevi, İstanbul, 2006.
BAKLÎ (Şirâzî) Rûzbihân, Kitâb-i
Abheru’l-Âşıkîyn, Tashih
ve mukaddime, H.Corbin, Muhammed Mo’în, Tahran, 1958.
BARDAKÇI Murat (Arşivi), Abdülbâkî Gölpınarlı’nın
1950’li Yıllarda Murad-ı Buhârî Türbesi’nin Restorasyonu İçin Milli Eğitim Bakanlığı’na Verdiği Dilekçe ve Ekleri, Ek:8.
BARDAKÇI Murat, Melâmîlik ve Melâmîler ve Abdülbâkî Gölpınarlı, (A.Gölpınarlı, “Melâmîlik ve Melâmîler” içerisinde), Gri Yayın, İstanbul, 1992.
BELHÎ Seyyid Abdülkâdir, Gülşen-i Esrâr,
İstinsah. Rahimî Efendi, İBB Atatürk Kitaplığı Osmân Ergin Yazmaları, 636.
BELHÎ Seyyid Abdülkâdir, Dîvân-ı Belhî,
(istinsâh)YEŞİLZÂDE, Mehmed Sâlih, Milli Kütüphâne, Mikro Film Arşivi, 1994 A 4166.
BELHÎ Seyyid Abdülkâdir, Dîvân-ı Belhî,
(Çev.) KARAKÖSE, Doç.Dr. Saadet, İstanbul Tasavvuf ve Mûsikî
Araştırmaları Derneği Yayınları, İstanbul, 2016.
BELHÎ Seyyid Abdülkâdir, Esrâr-ı Tevhîd, Müellif hattı yazma nüshâ.
BELHÎ Seyyid Abdülkâdir, Künûzu’l Ârifîn, Müellif hattı yazma nüshâ.
BELHÎ Seyyid Abdülkâdir, Sünûhât-ı İlâhiye,
Müellif hattı yazma nüshâ.
BELHÎ Seyyid Abdülkâdir, Şems-i Rahşân, Müellif hattı yazma nüshâ.
BELHÎ Seyyid Abdülkâdir, Gülşen-i Esrâr, Müellif hattı yazma nüshâ.
BELHÎ Seyyid Abdülkâdir, Yenâbiü’l Hikem, Müellif hattı yazma nüshâ.
BELHÎ Seyyid Abdülkâdir, Memûrîn ve Ketebe ve Müstahdemin Devlet-i
Aliyyenin Tercüme-i Halleri’nin Tahririne Mahsus Varaka, Ali Zeynelâbidîn Erkılıç Arşivi, 1331/1915.
BELHÎ Seyyid Ahmed Muhtâr, Akıl Makâlesi, Müellif hattı yazma nüshâ.
BELHÎ Seyyid Ahmed Muhtâr, Gavsiye Tercüme ve Şerhi, Müellif hattı yazma nüshâ.
BELHÎ Seyyid Ahmed Muhtâr, İlhamat-ı Kadiriye, (haz.) OKURKAN, Mustafa, Esform matbaası. 2010, Sivas.
BELHÎ Seyyid Ahmed Muhtâr, Tercüme-i Kaside-i Hamriyye-i Kadiriyye, Müellif hattı yazma nüshâ.
BELHİ Seyyid Ahmed Muhtâr, İcâzetnâme ve Silsiletü’z-Zeheb, El Yazma Belge.
BELHÎ Seyyid Burhâneddîn, Defter-i Kuyûdât, Süleymaniye
Küt.Yazma Bağışlar,1380.
BELHÎ Seyyid Burhâneddîn, Defter-i Kuyûdât, Revak
Kitabevi, İstanbul, 2017.
BELHÎ Seyyid Süleymân, Yenâbiü’l Mevedde, Ahter Matbaası, İslambol, 1301.
BELHÎ Süleyman, Delilleriyle Ehl-i
Beyt’e Meveddet, Sufi Kitap, İstanbul, 2018.
BİLGİN Azmi, “İsmail Saib Sencer”, TDV İslam Ansiklopedisi, İstanbul, 2001, c. 23.
BUHÂRÎ Salâh b. Mubârek, Enîsü’t-tâlibîn ve uddetü’s-sâlikîn, (thk. Halil İbrahim Sarıoğlu), Tahran 1371, hş /1992.
CÂMÎ Abdurrahmân, Nafahâtü’l-Üns
min
Hadarati’l-Kuds, Lâmi’î Tercümesi, İstanbul, 1328.
CÂMÎ Molla, Şerh-i Rurbâiyat, (ter) Tâhirü’l-Mevlevî, Litera Yay. İstanbul, 2014.
CEBECİOĞLU Ethem, Hacı Bayram Veli ve Tasavvuf Felsefesi, Altındağ Belediyesi Kültür Yayınları,
Ankara, 2002.
CEBECİOĞLU, Ethem, Şemseddin-i Tebrizî’nin Bazı Kur'an Ayetlerine Getirdigi İş’arî Yorumlar-II, Ankara Üniversitesi İlahiyat Fakültesi Dergisi/41, 2000.
CEYHAN Semih, “Telvîn”, TDV İslam Ansiklopedisi, İstanbul, 2011, c. 40.
CÎLÎ Abdülkerîm, İnsân-ı
Kâmil, (ter). Abdülazîz Mecdî Tolun, İz yayınları, İstanbul.
CUMHUR Memduh, Ahmed Yüksel
Özemre’nin Ardından, Kubbealtı Mecmuası,Temmuz, 2009.
ÇAVUŞ M. Zeliha Stebler, Türk Edebiyâtında Mersiyeler, A.Ü. Türkiyat Araştırmaları Enstitüsü Dergisi Sayı 38,
Erzurum 2008.
ÇETİN Nuran, “Murâd-ı
Buhârî Tekkesi ve Fonksiyonları”, Amasya Üniversitesi İlahiyat Fakültesi
Dergisi, Sayı 4.
ÇIPAN Mustafa, “Fasîh
Ahmed Dede”, TDV İslam Ansiklopedisi, İstanbul, 1995, c. 12.
DEMİRLİ Ekrem, İslam
Metafiziğinde Tanrı ve İnsan, Alfa Yayınları, İistanbul, 2017.
DİKMEN Halil, Mevlevî
Müziği, ( Abdülbâkî Gölpınarlı, Mevlânâ’dan Sonra Mevlevîlik içerisinde,
İnkilap Yay., İstanbul, 1983.)
DİNÂNÎ Ğulamhüseyin
İbrâhîm, Molla Sadrâ ve Sühreverdî Dersleri, Önsöz Yayıncılık, İstanbul,
2019.
DOĞRAMACI Bahâ, Dîvân-ı
Kemâlî’den Aşk Sızıntıları, İstanbul, 1948.
DOĞRAMACI Bahâ, Kemâlî
Dîvânı’ndan Aşk Sızıntıları, Dîvân Matbacılık, İstanbul, 1977.
DOĞRAMACI Bahâ, Niyâzî-yi
Mısrî Hayatı ve Eserleri, Kadıoğlu Matbaası, İstanbul,1988.
DOĞRUL Ömer Rıza, Melâmet,
İnkilap Kitabevi, İstanbul, 1950.
EFENDİ Emin, Menâkıb-ı
Kethüdâzâde el-Hâc Mehmed Ârif Efendi, (Haz.) GÜRKAN, Hasan, YÜCER, Hür
Mahmut, İnsan Yayınları, İstanbul, 2007.
EL-HAKÎM Suad, İbnü’l-Arabî
Sözlüğü, Kabalcı Yayınevi, İstanbul, 2005.
EL-KÂDİRÎ Velî Şâh, Şerh-i
Risâletü’l-Gavsiyye, 1138, Konya Mevlâna Müzesi Yazmaları c. 996, no: 5733.
EL-KARŞÎ Cemâl, el-Mülhakât
bi’s-surâh, İstoriya Kazahstana v Persidskih İstoçnikah- I, (nşr. Ş.H.
Vahidov- B.B. Aminov), Almatı: Dayk Press, 2005
EL-KULEYNİ, Usul-i
Kafi, Kevser Yayınları, İstanbul.
EL-HARAKÂNÎ Ahmed b.
Hüseyin b. Eş-Şeyh, Bâyezid-i Bistâmî (Düstûrü’l-Cumhûr), (ter.) Ozan
Yılmaz, Semerkand Yayınları, İstanbul, 2005.
EMİN Ahmed Süreyyâ, Süreyyâ
Divânı, İstanbul, 1960.
ENÎSÎ Hüseyin, Menâkıb-ı
Akşemseddin (nşr. Ali İhsan Yurd, Fatih Sultan Mehmed Hanın Hocası Şeyh
Akşemseddin içinde), İstanbul 1972.
ENÎSÎ Emîr Hüseyin Menâkıb-ı
Akşemseddîn, İ.B.B. Atatürk Kitaplığı, Yazma Eserler Koleksiyonu, No:
297.792-1.
ERGİN Osman , Balıkesirli
Abdülazîz Mecdî Tolun, Hayatı ve Şahsiyeti, Kenan Basımevi, İstanbul, 1942.
ERÜNSAL İsmail E., XV-XVI.
Asır Bayrâmî-Melâmîliği’nin Kaynaklarından Abdurrahman el-Askerî’nin
Mir’âtü’l-Işk’ı, Ankara 2003.
FARABÎ, Es-Siyasetü'l-Medeniyye,
(çev) Mehmet Aydın, Abdülkâdir Şener, M. Rami Ayas, Kültür Bakanlığı Yayınları,
İstanbul, 1980.
FERGÂNÎ Saîdüddîn, Müntehâ’l-Medârik,
(çev) YALÇINKAYA, Mustafa, Litera Yayıncılık, İstanbul, 2018.
GAZÂLÎ Ahmed, Âşıkların
Halleri, (Sevânihü’l-Uşşâk), (çev) KOÇ, Turan, ÇETİNKAYA Mehmet, Hece Yay.
İstanbul, 2008.
GAZZÂLÎ Ahmed, Aşkın
Halleri (Sevânihü’l-Uşşâk), (çev) KOÇ, Turan, ÇETİNKAYA Mehmet, Gelenek
Yayıncılık, İstanbul, 2004.
GENÇ Reşat, “Karahanlılar
Döneminde Kırgızistan”, Manas Üniversitesi Sosyal Bilimler Dergisi, Sayı
14, Bişkek 2005.
GENÇ Reşat, “Karahanlılar
Tarihi”, Yeni Türkiye Yayınları, Cilt 4, Ankara 2003.
GÖKTAŞ Vahit, Kelâbâzî
ve Tasavvuf Anlayışı, Doktora Tezi, Ankara Üniversitesi Sosyal Bilimler
Enstitüsü Temel İslam Bilimleri (Tasavvuf) Anabilim Dalı, Ankara, 2007.
GÖLPINARLI Abdülbâki
(y.133), Seyyid Abdülkâdir-i Belhî’nin Hal Tercümesi, yazma, Mevlâna
Müzesi A. Gölpınarlı Kitaplığı nr. 133, Konya.
GÖLPINARLI Abdülbâkî, 100
Soruda Tasavvûf, Gerçek Yayınevi, İstanbul, 1985
GÖLPINARLI Abdülbâkî, Melâmîlik
ve Melâmîler, Gri Yayın-Pan Yayıncılık, İstanbul, 1992.
GÖLPINARLI Abdülbâkî, Mesnevi
Tercemesi ve Şerhi I-II, İnkilap Yay., İstanbul, 1990.
GÖLPINARLI Abdülbâkî, Mevlâna’dan
sonra Mevlevîlik, İnkilap Yay., İstanbul, 1983.
GÖLPINARLI Abdülbâkî, Niyâzî-i
Mısrî, Şarkiyat Mecmuası VII, İstanbul Edebiyat Fakültesi Basımevi, 1972.
GÖZTEPE Yüksel, Abdülkerim
Kuşeyrî’de Hâller ve Makamlar, Doktora Tezi, A.Ü. Sosyal Bilimler
Enstitüsü, Sivas, 2012.
GÖZTEPE Yüksel, Hal Ve
Makamın Analizine Yönelik Girişimler, C.Ü İlahiyat Fakültesi Dergisi XII/2,
2008.
HASAN REŞAD, İlhamat-ı
Kadiriyye, (Farsça), Hicaziye Mat, Bombay,1938.
HEMEDÂNÎ Aynü’l-kuzat, Bast-ı
Aşk, Mustafa OKURKAN (haz.), Sivas. (Basılmamış eser).
HEMEDÂNÎ Aynulkudât, Şekva’l-Garîb,
Türkiye Yazma Eserler Kurumu Başkanlığı, İstanbul, 2016.
HEMEDÂNÎ Hâce Yûsuf, Hayat
Nedir (Rütbetü’l-Hayât), (Çev.) TOSUN, Necdet, İnsan Yayınları, İstanbul,
2002.
HEREVÎ Ebû İsmail Abdullah
b. Muhammed el-Ensarî, Menâzilu’s-Sâirîn ile’l-Hakkı’l- Mubîn, Kum,1989.
HEREVÎ Hâce Abdullah
el-Ensarî, Menâzilu’s-Sâirîn, (ter.) TEK, Abdürrezzâk, Emin Yayınları,
İstanbul, 2008.
İBN AHMED Feridûn, Risâle-i Sipehsâlar, (ter.)
YAZICI, Tahsin, Tercüman 1001 Temel Eser, İstanbul, 1977.
İBN ARABÎ Muhyiddîn, Fütûhât-ı
Mekkiyye, (çev) DEMİRLİ, Ekrem, Litera Yay. İstanbul, 2007-2009.
İBN ARABÎ, el-Fütuhât
el- Mekkiyye, Bulak, İstanbul, 1309.
İBN ARABÎ, el-Fütuhât
el- Mekkiyye, Osman Yahya, El-heyetü’l-mısriyyeti’l-âmme li’l- kitab,
Kahire.
İBN ARABÎ, Hikmet ve
Marifet, (çev) Mahmut Kanık, İz Yayıncılık, İstanbul, 1997.
İBN ARABÎ, El-Kurbet,
KUMANLIOĞLU, Hasan Fehmi (çev), Dikensiz Güller, İzmir,
2002.
İBNÜ’L-ARABÎ el-Bülga
fi’l-Hikme, nşr. Nihat Keklik, İstanbul Üniversitesi Edebiyât Fakültesi,
İstanbul, 1960, s. 90a.
İBNÜ'L-ARABÎ Ebu Abdullah
Muhyiddin Muhammed b. Ali, Risale İle'l İmam er-Razi, ( Resailu İbn
Arabi içinde), Daru'l-Kütübi'l-İlmiyye, Lübnan, 2001, s. 184-187.
İBNÜ’L-ESÎR, Usûdü’l-Ğâbe
fî Ma’rifeti’s-Sahâbe, Beyrut, 1409/1989.
İBNÜ’L-ESÎR, el-Kâmil
fi’t-Târih, Darü’l-Kütübi’l-Arabî, Beyrut, 1997.
İBNÜ’L-HÜSEYNÎ Ahmed
Muhtâr, Hânedân-ı Seyyidü’l Beşer Eimme-i İsnâ Aşer, Ahmed Sâki Bey
Matbaası, 1327.
KARA Mustafa, Niyâzi-î
Mısrî, Türkiye Diyanet Vakfı Yayınları, Ankara, 1994.
KARA Mustafa, “Sofyalı
Bâli Efendi”, TDV İslâm Ansiklopedisi, İstanbul, 1992, c. 5.
KARAİSMAİLOĞLU Adnan, “Hüseyin
Vâiz-i Kâşifî”, TDV İslâm Ansiklopedisi, İstanbul, 1999, c. 19.
KARASOY Yakup, Şiban
Han Divânı (İnceleme-Metin-Dizin-Tıpkı basım), Atatürk Kültür, Dil ve Tarih
Yüksek Kurumu Türk Dil Kurumu Yayınları, Ankara, 1998.
KAŞÂNÎ Abdürrezzâk, Şerh-i
Menâzilü’s-Sâirîn, İntişârâtı Hamid, Tahran, 1345.
KÂŞÂNÎ Abdurrezzâk, Letâifü’l-A‘lâm
fî İşârâti Ehli’l-İlhâm (Tasavvûf Sözlüğü), çev. Ekrem Demirli, İstanbul
2004.
KÂŞÂNÎ Abdurrezzâk, Elf
Makâm, TEK, Abdürrezzâk (terc), Emin yay, İstanbul, 2008.
KEKLİK Nihat, İbn’ül-Arabî’nin
Eserleri ve Kaynakları İçin Misdak Olarak el-Fütûhât el- Mekkiyye, Kültür
Bakanlığı Yayınları, Ankara 1990.
KELABÂZÎ, Doğuş
Devrinde Tasavvuf Ta'arruf, (ter.) ULUDAĞ, Süleyman, İstanbul, 1992.
KILIÇ Mahmud Erol, Hermesler
Hermesi, Arkeoloji ve Sanat Yayınları, İstanbul, 2010.
KAMOL Hamza, İstoriya
Mazarov Severnogo Tadjikistana, Naşriyoti Devaştiç, Duşanbe, 2005.
KONUK Ahmed Avnî, Fusûsu’l-Hikem
Tercüme ve Şerhi, (Haz.) Mustafâ Tahralı-Selçuk
Eraydın, İstanbul,
1987-1992.
_______ , Konya Vilâyet Salnâmesi, 1275/1868.
KÖPRÜLÜ Fuad, Türk
Edebiyatında İlk Mutasavvıflar, Diyanet İşleri Başkanlığı Yayınları,
Ankara, 1991.
KUMMÎ Şeyh Abbas, Muntehe’l-Âmâl,
Mektebetü’l-İslâmiyye, Tahran, 1379.
KUNT İbrahim, Yenikapı
Mevlevîhânesi Son Şeyhi Abdülbâkî Mehmed Baykara Dede’nin Enfâs-ı Bâkî’de
Bulunan Farsça Şiirleri, İ.Ü. Şarkiyat Mecmuası, Sayı: 22, 2013/1.
KURNAZ Cemal, TATCI
Mustafâ, “Osmân Hüseyin Vassâf”, TDV İslam Ansiklopedisi,
İstanbul, 1999, c.19.
KURŞUNOĞLU Mustafa Said, Aşkın
Dili: Oğuz Lehçesi, Dede Korkut Türk Dili ve Edebiyatı Araştırmaları
Dergisi, 5.Sayı, 2014.
KURŞUNOĞLU Mustafa Said, Aşk’ın
Neliği ve Kavramsal Doğası, Etüt Yayınları, Samsun, 2014.
KURŞUNOĞLU Mustafa Said, Felsefe
ve Teoloji’de Kutsal Yolculuk Tasavvuru: Gerçeklik Seyyahlığı ve Tanrı’nın
Yolcuları, Ondokuz Mayıs Ünivesitesi İlâhiyât Fakültesi Dergisi, 2013,
Sayı. 34.
KUŞEYRÎ Abdulkerim, Kuşeyri
Risâlesi, (çev) Süleyman Uludağ, Dergah Yayınları, İstanbul, 1991.
LÂLİZÂDE Abdülbâkî, Sergüzeşt,
Kardelen Yayınları, İstanbul, 2010.
LÂLİZÂDE Abdülbâkî, Sergüzeşt,
Furkan Kitaplığı, İstanbul, 2001.
MANSUROV Fatkhiddin,
BADARUDDİN, Faudzinaim Hj., Hace Yusuf Hemedani: İki Büyük Sufi Tarikatının
İlham Kaynağı, Harran Üniversitesi İlahiyat Fakültesi Dergisi, sayı 26,
Temmuz-Aralık 2011.
MASSİGNON Louis, İslâm
Tasavvufu, (çev) AYNÎ, Mehmed Ali, Ataç Yayınları, İstanbul, 2006.
MECLİSÎ Muhammed Bâkır, Bihârü’l-Envâr,
Tahran, 1401/1981.
MEVLÂNÂ, Mesnevî,
(Çev.) Veled Çelebi, Doğan Kitap, İstanbul, 2007.
MEYBEDÎ Ebu’l-Fazl, Keşfu’l-Esrâr
ve İddetü’l-Ebrâr, (haz.) HİKMET, Ali Asgar, Tahran 1357, c.3.
MISRÎ Niyâzî, Niyâzî-i
Mısrî’nin Hatıraları, (Haz.) ÇEÇEN, Halil, Dergâh Yayınları, İstanbul,
2006.
MISRÎ Şeyh Mehmed
Şemseddin, Dildâr-ı Şemsî (Niyâzî-i Mısrî’nin İzinde Bir Ömür Seyahat),
(Haz.) KARA, Mustafa, KABAKÇI, Yusuf, Dergâh Yayınları, İstanbul, 2010.
MÜNCÎ BABA Mehmed Süreyya,
Tarîkat-ı Aliyye-i Bektâşiyye, Kütüphâne-i Sûdî, İstanbul, 1340.
MÜSTAKİMZÂDE Süleyman
Sa’deddîn, Şerî’at-i Tarîkat, Süleymaniye Yazma Eserler Kütüphanesi,
Pertev Paşa / 625.
NABLUSÎ Abdülganî, Ariflerin
Tevhidi, İz Yayıncılık, İstanbul, 2018.
NÂCİ Muallim, Hikemü’r-Rifâî,
Matbaâ-i Âmire, İstanbul, 1304.
NATANZÎ İzzeddîn, Misbâhü’l-Hidaye,
Tasavvûfun Ana Esâsları, (çev) Hakkı Uyur, Kurtuba Kitap, İstanbul, 2010.
NESEFÎ Azîzüddîn, Kitâbu’l-İnsân-ı
Kâmil, Kısmet-i İranşinâsî-i Enstituv-i İran ve Feranse, Tahran, 1341.
NESEFÎ Azîzüddîn, İnsân-ı
Kâmil ( Tasavvufta İnsan Meselesi), (çev) KANAR, Mehmet, Dergâh Yayınları,
İstanbul, 2015.
NİGÂRÎ Seyyid Mîr Hamza, Dîvân,
Süleymân Efendi Matbaası, İstanbul, 1302.
NİGÂRÎ Seyyid, El Yazma
Defter, Ahmed Erdayı Özel Kitaplığı (Tarihsiz).
OCAK Ahmet Yaşar, Osmanlı
Sufiliğine Bakışlar, Timaş Yayınları, İstanbul, 2011.
ÖNGÖREN Reşat,
“Sa‘deddîn-i Hammûye”, T.D.V İslâm Ansiklopedisi, İstanbul, 2008, c. 35.
ÖZ Yusuf, “Afgan
Türkistan Muhacirlerinden Süleyman Belhî Ailesi ve “Defter-i Kuyüdat” Fihristi”,
Bilig (Türk Düyası Sosyal Bilimler Dergisi), Ahmet Yesevi Üniversitesi
Mütevelli Heyet Başkanlığı Yayını, sy. 23, 2002.
ÖZ Yusuf, Belhî Ailesi ve Son Mevlevî Postnişînleri ile Mektuplaşmaları, Selçuk
Üniversitesi X. Millî Mevlâna Kongresi Tebliğler c. 1, Konya, 2002.
ÖZALP Ömer Hakan, “Yeşilzâde Mehmed Sâlih Efendi” TDV İslâm Ansiklopedisi, İstanbul, 2013, c. 43.
ÖZCAN Abdulkadir, “Şehid Ali Paşa”, TDV İslâm Ansiklopedisi, İstanbul, 2010, c. 38.
ÖZEMRE Ahmed Yüksel, Üsküdar’da Bir Attar Dükkânı, Kubbealtı Neşriyat, İstanbul, 2005.
ÖZKÖSE Kadir, Tasavvûfî Hikmetler ve Risâleler, Ensar Yayıncılık, Konya, 2008.
PÂRSÂ Hâce Muhammed, Tevhîde Giriş, (ter.) Ali Hüsrevoğlu, Erkam Yay. İstanbul,
1988.
RAŞİD RÜSTEM Mehmed, Tarikat Silsileleri, El Yazma
Belge, Ahmed Erdayı
Kitaplığı, 1273.
REVNAKOĞLU Cemâleddin Server, İ.B.B Atatürk Kitaplığı, Arşiv no;
233.
RİF’AT Efendi, Mehmed, Nefhatü’r-riyâzi’l-âliye fl beyân-i
tarîkati ’l-Kadiriyye,
Millet Kütüphânesi Ali Emîrî Şer‘iyye Bölümü Numara;1127.
RÜKKÂNÎ Seyyid Ahmed
Hüsâmeddîn, Zübdetü’l-merâtib, İstanbul, 1341.
RÜKKÂNÎ Seyyid Ahmed
Hüsâmeddîn, Mevâlid-i Ehl-i Beyt,( yay) Seyyid Ali Rıza, İstanbul,
1339-1341.
SARI Abdullah Efendi, Semerâtü’i-Fuâd
(Gönül meyveleri), (ter.) Yakub Kenan Necefzâde, Neşriyat Yurdu, 1967.
SAYAR Ahmed Güner, Abdülbâkî
Gölpınarlı, Ötüken Yayınevi, İstanbul.
SENÂÎ Hâkîm, Hadîkatü’l-Hakîkâ,
(Haz.) Dr. Ali Mahmud Sâbirî, Rukiye Teymûriyân, Behzad Saidî, Tarihsiz.
SENÛSÎ Muhammed b. Ali, Selsebîlü’l-Muîn
Fî Tarâiki’l-Erbaîn, (çev) KUMANLIOĞLU, Hasan Fehmi, Tibyan Yay. İzmir,
2002.
_______ , Seyyid Ahmed Muhtâr’ın Sinop’a
Nefy Hadisesi,
Osmânlı Arşivi Daire Başkanlığı, Dosya No:86.
SUNAR Cavit, Melâmîlik
ve Bektâşîlik, Ankara Üniversitesi İlahiyat Fakültesi Yayınları, Ankara,
1975.
SÜHREVERDÎ (el-Maktûl),
Şehâbeddîn, Anka Kuşunun Sesi, (Cebrâil’in Kanat Sesi İçerisinde), (çev)
BARAN, Sedat, Sûfî Kitap, İstanbul, 2006.
ŞARÂNÎ Ebu’l-Mevâhib, El-Yevâkit
ve’l-Cevâhir, (yay.) BEYDÛN Muhammed Ali, Beyrut/Lübnan, 1971.
ŞÂRÂNÎ Abdülvehhâb, Kibrît-i
Ahmer, (çev.) KUMANLIOĞLU, Hasan Fehmi, İzmir İlâhiyât Vakfı Yayınları,
İzmir, 2006.
ŞENALP Muharrem Hilmi, Eyüp
Sultan’da Şeyh Murâd Külliyesi.
_______ , Şiir Mecmuası, İ.B.B Atatürk Kitaplığı, Yazma
Eserler, No: T811 Şİİ1.
ŞİMŞEK Halil İbrahim,
“Murad Buhârî”, TDV İslam Ansiklopedisi, İstanbul, 2006, c. 31.
ŞUŞUD Hasan Lütfi, Tasavvûfun
Derinliklerinde Bir Gezinti, (der) YONSEL Melih, Yaşar Mat. İstanbul, 1996.
ŞUŞUD Hasan Lütfi, İslâm
Tasavvûfunda Hâcegân Hânedânı, Boğaziçi yay. İstanbul, 1992.
TANMAN M. Bahâ, “Şeyh
Murâd Tekkesi”, TDV İslam Ansiklopedisi, İstanbul, 2010, c.39.
TANRIKORUR Ş. Barihüda,
“Mevlevîyye”, TDV İslam Ansiklopedisi, Ankara, 2004, c. 29.
_______ ,Tarîka-i Hatm-i Hâcegân (manzûm), Kitaphâne Mûze ve Merkez-i Esnâd-i
Meclis-i Şûra-yı İslâmî, nr. 507403, 128a.
TAŞKÖPRÜZÂDE Ahmed
İsâmüddîn, Terceme-i Şakâyıku’n-Nu’mâniyye, İstanbul, 1269.
TEHÂNEVÎ İmdâdullâh, Kalplerin
Işığı, (ter) DEDE, Mehmed Es’ad, (haz) KAYA, Adnan, İnsan Yayınları,
İstanbul, 2007.
TEHÂNEVÎ Keşşâfu
Istılâhâti’l-Fünûn, İstanbul, 1404/1984.
TEK Abdurrezzak, Melâmet
Risâleleri, Emin Yayınları, Bursa, 2007.
TEVFÎK Seyyid Ahmed, Mevâlid-i
Ehl-i Beyt, (Naşir) Seyyid Ali Rıza, Şehzâdebaşı Evkâf- ı İslâmiyye
Matbaası, 1339.
TİRMİZÎ, el-Câmiü’s-Sahîh,
Mustafa el-Babi el-Halebî, Kahire, 1975.
TOGAN A. Zeki Velidî, Bugünkü
Türkili Türkistan ve Yakın Tarihi, 2. baskı, Enderun Kitabevi, İstanbul,
1981.
TOSUN Necdet, “Ahmed
Kâsânî”, TDV İslam Ansiklopedisi, İstanbul, 2001, c. 24.
TOSUN Necdet, “XIV. Yüzyılda Yazılmış Çağatayca bir
Yesevî Eseri: Hoca İshak B. İsmail Ata'nın Hadikatü'l-ârifîn'i ", Uluslararası
Hoca Ahmed Yesevi Sempozyumu, 20-21 Şubat 2010, İstanbul.
TOSUN Necdet, Orta
Asya'da Bazı Dinî-Tasavvufî Gelenekler, Ekev Akademi Dergisi, Yıl:12, Sayı:
35.
TOSUN Necdet, “Kırgızistan
Tarih ve Kültüründe Tasavvuf”, “Tasavvuf”İlmi ve Akademik Araştırma Dergisi,
sayı. 36, 2015.
TÛSÎ Nasîruddîn, Seçkinlerin
Ahlakı, (çev) GAFAROV, Anar, İz Yayıncılık, İstanbul, 2009.
TÜRKMEN Erkan, Şems-i Tebrizî’nin
Öğretileri, Konya, 2005.
ULUNAY Refii Cevâd, Milliyet
Gazetesi, Takvimden Yapraklar.
UZUN Mustafa, “Cemâleddin
Hulvî”, TDV İslâm Ansiklopedisi, İstanbul, 1998, c. 18.
ÜNVER Süheyl, Eşrefnâme,
Süleymaniye Kütüphanesi, 002444/Dr.Süheyl Ünver Bağışı/1059, 1047.
VASSÂF Hüseyin, Sefîne-i
Evliyâ, (haz) M. Akkuş, A. Yılmaz. Kitabevi Yayınları, İstanbul.
YILMAZ Hasan Kâmil,
“Cezbe”, TDV İslâm Ansiklopedisi, İstanbul, 1997, c. 7.
YİĞİT Bilge Kaya, Süleymân
Penâhî’nin Nasihatnâmesi, Gazi Üniversitesi Sosyal Bilimler Dergisi,
Vol/Cilt:2, No/Sayı:3, 2015.
ZERRÎNKÛB Abdulhuseyn, Sûfî
Mirasının Değeri, (çev.) ÇELİK Ahmet, Visal Yayınları, İstanbul, 2017.
[4] Şeyh Abbas el-Kummî, Muntehe’l-Âmâl,
Mektebetü’l-İslâmiyye, Tahran, 1379, c. 2, s. 162.
[5] Seyyid Abdülkâdir Belhî, Yenâbi’ü’l-Hikem,
Müellif hattı yazma nüshâ, s. 242.
[6] Belhî, Yenâbiü’l Hikem, s. 819-830.
[7] Sultan İylek/İlig Mazî, XI. yüzyılın başlarında Karahanlılar
tarihinde çok önemli yeri olan bir şahsiyettir. Satuk Buğrâ Hân’ın soyundan
olan İlig Mazî, Ali Arslan Han'ın oğlu İlig Han Nasr'dır. Karahanlılar
Devleti'nin batıdaki eyaletlerini yönetmekle görevlendirilmiş olan İylek,
yönetim merkezi olarak Güney Kırgızistan'ın Özkend şehrini seçmiş ve 1012’de
Özgen’de vefat etmiştir. Kendinden sonra oğlu olmadığı için kısa bir süre
meliklik yapan kızından torunu Seyyid Burhâneddin Kılıç’tan sonra, İlig
Mazî’nin kardeşi Arslan İlig tahta geçmiştir. Bkz. Reşat Genç, Karahanlılar
Döneminde Kırgızistan”, Manas Üniversitesi Sosyal Bilimler Dergisi, Sayı
14, Bişkek, 2005, s. 2; Belhî, Yenâbi’ü’l-Hikem, s. 242.
[8] Doğu bilimcileri tarafından "İlek" şeklinde okunan “İlig”
sözcüğü, millete, ülkeye ve devlete sahip çıkan, onları koruyan" anlamına
gelmektedir. Bkz. “Karahanlılar Tarihi”, Yeni Türkiye Yayınları, Cilt 4,
Ankara 2003, s. 445- 446.
[9] Belhî, Yenâbi’ü’l-Hikem, s. 242.
[10] Belhî, a.g.e., s. 242.
[11] Ahmed
Kâsânî, 1461’de Fergâna/Ahsîkes’e bağlı Kâsân kasabasında doğmuştur. Soyu,
Seyyid Burhâneddin Kılıç’ın oğlu Seyyid Mir Divâne’ye dayanmaktadır. Ubeydullah
el-Ahrâr ve Abdullah eş-Şettâr’ın halifesi Şeyh Muhammed el-Kâdî’ye intisab
etmiş, Nakşîbendîyye ve Aşkiyye tarikleri üzere irşâd’da bulunmuştur. Kâsân’dan
Semerkant’ın Dehbîd köyüne yerleşen Kâsânî, seyyidliğinden kaynaklı “Mahdûm-i
A’zam” olarak bilinmektedir. 1542’de Dehbîd’de vefat etmiştir. Bkz. Necdet
Tosun, “Ahmed Kâsânî”, TDV İslam Ansiklopedisi, İstanbul, 2001, c. 24,
s. 531-532.
[12] Fuad Köprülü, Türk Edebiyatında İlk Mutasavvıflar, Diyanet
İşleri Başkanlığı Yayınları, Ankara, 1991, s. 68.
[13] Belhî, a.g.e., s. 242.
Fârmedî’ye (ö. 1084) intisab etmiştir. Kendisinden
sonra Hâcegân ekolünü devam ettiren halifelerinden en meşhurları, Hâce Abdullah
Barkî (ö.1160), Hâce Hasan Endâkî (ö.1157), Hâce Ahmed Yesevî (ö.1166) ve Hâce
Abdülhâlik Gücdüvânî (ö.1179) dir. Eserleri; Rütbetü’l Hayat, Risale fi
enne’l Kevne Musahharun li’l İnsan, Risale der Adab’ı Tarikat, Risale der Ahlak
ve Münacat ve Menazilü’s Sairin, Menazilü’s Salikin, Safvetü-t
Tevhid li Tasfiyeti-l Murid ve Varidat’dır. Bkz. Fatkhiddin
Mansurov, Faudzinaim Hj. Badaruddin, Hace Yusuf Hemedani: İki Büyük Sufi
Tarikatının İlham Kaynağı, Harran Üniversitesi İlahiyat Fakültesi Dergisi,
sayı 26, Temmuz-Aralık 2011, s. 161-164-169.
[15] Fuad Köprülü, Türk
Edebiyatında İlk Mutasavvıflar, Diyanet İşleri Başkanlığı Yayınları,
Ankara, 1991, s. 68.
[16] Bkz. Cemâl el-Karşî, el-Mülhakât bi’s-surâh, İstoriya
Kazahstana v Persidskih İstoçnikah-I, (nşr. Ş.H. Vahidov- B.B. Aminov), Almatı,
Dayk Press, 2005, s. 202-204.
[17] Necdet Tosun, “XIV. Yüzyılda Yazılmış Çağatayca bir Yesevi
Eseri: Hoca İshak B. İsmail Ata'nın
Hadikatü'l-ârifîn'i ", Uluslararası
Hoca Ahmed Yesevi Sempozyumu, 20-21 Şubat 2010, İstanbul.
[18] Zeki Velidî Togan, Bugünkü Türkili Türkistan ve Yakın Tarihi,
2. baskı, Enderun Kitabevi, İstanbul, 1981, s. 137.
[19] Yakup Karasoy, Şiban Han Divânı ( İnceleme-Metin-Dizin-Tıpkı
basım ), Atatürk Kültür, Dil ve Tarih Yüksek Kurumu Türk Dil Kurumu
Yayınları, Ankara, 1998, s. 23.
[20] Belhî, Yenâbiü’l-Hikem, s. 244.
[21] Hüseyin
Vassâf, Sefîne-i Evliyâ, c. 2, s. 413.
[22] S.N.Abaşin,“Burhaniddin Kılıç”, İslam na Territorii Bıvşey
Rossiyskoy İmperii, Moskova:
Vostoçnaya Literatura, 2001, Fasikül: 3, s. 30; Köprülü, Türk Edebiyatında
İlk Mutasavvıflar, s. 68.
[23] Belhî, Yenâbi’ü’l-Hikem, s. 238.
[24] Süleyman Belhî, Delilleriyle Ehl-i Beyt’e Meveddet, Sufi
Kitap, İstanbul, 2018, s. 23.
[25] Yusuf Öz, “Afgan Türkistan Muhacirlerinden Süleyman Belhî
Ailesi ve “Defter-i Kuyüdat” Fihristi”, Bilig (Türk Düyası Sosyal Bilimler
Dergisi), Ahmet Yesevi Üniversitesi Mütevelli Heyet Başkanlığı Yayını, sy. 23,
2002, s. 157-188.
[26] Belhî, Delilleriyle Ehl-i Beyt’e Meveddet, s. 23.
[27] Seyyid Burhâneddîn Belhî, Defter-i Kuyûdât, Süleymaniye
Küt.Yazma Bağışlar,1380, 65a-66a
[28] Belhî, Delilleriyle Ehl-i Beyt’e Meveddet, s. 24.
[29] Bahâ Doğramacı, Kemâlî Dîvânı’ndan Aşk Sızıntıları, Dîvân
Matbacılık, İstanbul, 1977, s. 27
[30] Yusuf Öz, a.g.e., s. 163-164
[31] Abdülbâki Gölpınarlı, (y.133), Seyyid Abdülkâdir-i Belhî’nin
Hal Tercümesi, yazma, Mevlâna Müzesi A. Gölpınarlı Kitaplığı nr. 133,
Konya.1934.
Aksarâyî’den gelen Halvetî
kolundan da icazeti olan Penâhî, bir dönem de Şeyh Hamîd-i Velî Dergâhı
seccadenişînliği ve Emine Hatun Câmii hatipliği yapmıştır. Bkz. Bilge Kaya
Yiğit, Süleymân Penâhî’nin Nasihatnâmesi, Gazi Üniversitesi Sosyal
Bilimler Dergisi, Vol/Cilt:2, No/Sayı:3, 2015. s. 106. Seyyid Abdülkâdir
Belhî’nin muhiblerinden olan Müslim Penâhî, Sivas vilâyeti Darende kazası
nakibü’l-eşraflığı yapmıştır. Bir dönem İttihad-ı Muhammedi Cemiyeti Dersaadet
Merkezi Meclisi İdare Azası olan Müslim Penâhî, Kurtuluş Savaşı yıllarında bir
şekilde Fransızların eline düşmüş ve yapılan işkence sonucu felç geçirmiştir.
Rahatsızlığından dolayı aksayarak yürümesi ve son zamanlarda gözlerini
kaybetmesi gibi sağlık sorunları yaşayan Müslim Penâhî, 1941’de doksan dört
yaşında vefat etmiştir. (Bahâ Doğramacı, Yapılan Görüşme Notları, 2010.).
Kabir taşında; “Hüve’l-bâki, Sivas vilâyetinin Dârende kazasında, gavs-ı
azâm es-Seyyid Şeyh Hamîd-i Velî kuddise sırrü’-l-celil efendi hazretlerinin
sülâle-i tâhirelerinden es-Seyyid Şeyh Müslim Penâhî hazretlerinin ruhuna
Fâtiha, 15 Teşrin-i evvel 1941” yazılıdır.
[33] Gölpınarlı, Melâmîlik ve Melâmîler, Gri Yayın-Pan Yayıncılık,
1992, İstanbul, s. 181.
[34] Hüseyin Vassâf, Sefîne-i Evliyâ, (Haz.) M.Akkuş, A.Yılmaz.
Kitabevi Yayınları, İstanbul, c. 2, s. 401.
[35] Doğramacı, Kemâlî Dîvânı’ndan Aşk Sızıntıları, s. 27.
[36] Hüseyin Vassâf, a.g.e., s. 402.
[37] Gölpınarlı, Seyyid Abdülkâdir-i Belhî’nin Hal Tercümesi, s.
2.
[38] Doğramacı, Yapılan Görüşme Notları, 2007.
[39] Doğramacı, Kemâlî Dî١ârı’rdar Aşk Sızırtıları
s. 28.
[40] Gölpınarlı, Seyyid Abdilkâdir-i Belhi’nin Hal Tercimesi, s.
3.
[41] Gölpınarlı, Melâmilik ١e Melâmiler,
s. 182.
[42] Nüfustaki adı Mehmed Bahâeddîn olan Doğramacı, 19 Ocak 1920’de
İstanbul’da doğmuştur. Babası, Erbil’in Doğramacızâde ailesine mensup Mustafa
Bey’dir. İlk tahsiline Ankara’da başlamış, babasının tayini dolayısıyla
Amasya’da devam etmiş ve İstanbul’da bitirmiştir. Lise öğrenimini Samsun,
Balıkesir ve Kayseri’de tamamlamış, yüksek öğrenimini kaydolduğu İstanbul Fen
Fakültesinden Edebiyat Fakültesine geçtikten sonra bu üniversiteden mezun
olmuştur. Üniversite yıllarında, Ali Nihat Tarlan, Ali Canip Yöntem, İsmail
Hikmet Ertaylan, Ahmet Caferoğlu, Reşit Rahmetî Arat, Saadeddin Buluç, Ahmet
Hamdi Tanpınar, Mehmet Kaplan, Ragıp Hulusi Özden, Ahmet Tarzi ve Sadeddin
Nüzhet Ergun gibi önemli kişilerden dersler almıştır. Ayrıca, Hattat Halim
Özyağcı’dan, sülüs, nesih, ta’lik ve rik’a dersleri almıştır. 1949’da evlenen
Bahâ Doğramacı’nın iki oğlu
olmuştur. 1949-1955arası S.G.K İstanbul Bölge Müdürlüğünde çalışan Doğramacı,
1955-1981 arasında müfettişlik yapmış ve 1981’de emkli olmuştur. 1982-1995
yılları arasında, Mimar Sinan Üniversitesi Geleneksel Türk El Sanatları
Bölümünde Osmanlı Türkçesi dersleri, sonrasında aynı üniversitede 2001 yılına
kadar paleografya dersleri vermiştir. Mir Hamza Nigari’nin yeğeni Mustafa
Fahreddin Akabâlî, Bandırmalı Tekkesi’nden Fahir Baba ile yakın dostlukları
olan Doğramacı’nın, Eşref Efendi, Yeşilzâde Mehmed Sâlih, Midhat Bahârî gibi
önemli şahsiyetlerle de temasları olmuştur. Tahsili sırasında derslerine gelen
Abdülkâdir Belhî’nin oğlu Seyyid Seyfullâh’dan da etkilenmiş olan Doğramacı’nın
Seyyid Seyfullah’ın oğlu Zahîreddin Bey ile de yakın dostlukları olmuştur. Onun
hayatında asıl tesiri olan kişi ise, on iki sene sohbetlerine devam ettiği
Seyyid Abdülkâdir Belhî’nin önemli ihvanından Osman Kemâlî Efendi olmuştur.
Bahâ Doğramacı’nın, “Niyâzî-yi Mısrî, Hayatı ve Eserleri”, “Kemâlî
Divânı’ndan Aşk Sızıntıları” ve “İrfân Sızıntıları” adlı basılı üç
eseri bulunmaktadır. Bunların dışında, Murâd Buhârî, Şevket Buhârî, Abdullah
İlâhî, Aynu’l-kuzât Hemedânî, Kethudâzâde Arif Efendi ve İbn Arabî’den yaptığı
basılmamış tercümeleri bulunmaktadır. Bahâ Doğramacı, 2015 yılında İstanbul’da
vefat etmiştir.
[45] Sicill-i Umumi, Osmânlı Arşivi, s. 389
[46] Ahmed Muhtâr ibnü’l Hüseynî, Hânedân-ı Seyyidü’l Beşer Eimme-i
İsnâ Aşer, Ahmed Sâki Bey Matbaası, 1327, s. 1
[47] Seyyid Süleymân Belhî, Yenâbiü’l-Mevedde, İslambol, 1301,
s. 137. Ayrıca Bkz. İbnü’l-Esir, el- Kâmil fi’t-Târih,
Darü’l-Kütübi’l-Arabî, Beyrut, 1997, c. 2, s. 44.
[48] Cenan Erkılıç, Yapılan Görüşme Notları, 2019.
[49] Vassâf, Sefîne-i Evliyâ, c. 2, s. 408.
[50] Sicill-i Umumi, a.g.e., s. 389.
[51] Cemâleddîn Server Revnakoğlu, İ.B.B Atatürk Kitaplığı, Arşiv no;
233, s. 457.
[52] Erkılıç, Yapılan Görüşme Notları, 2019.
[53] Sicill-i Umumi, a.g.e., s. 389.
[54] Sicill-i Umumi, a.g.e., s. 389.
[55] Erkılıç, a.g.g.n.
[56] Seyyid Ahmed Muhtâr’ın Sinop’a Nefy Hadisesi, Osmânlı
Arşivi Daire Başkanlığı, Dosya No:86.
[57] Doğramacı, Yapılan Görüşme Notları, 2010.
[58] Bkz. Gölpınarlı, Mesnevi Tercemesi ve Şerhi I-II, İnkilap
Yay. 1990, İstanbul, s. 587.
[59] Hazret-i Ali İbn-i Ebî Tâlib, Nehcü’l-Belâga, (Terc.)
Abdülbâkî Gölpınarlı, Ansariyan Publications, Qum, 1989, s. 369.
[60]Ahmed Muhtâr İbnü’l Hüseynî, Hânedân-ı Seyyidü’l Beşer Eimme-i
İsnâ Aşer, Ahmed Sâki Bey Matbaası, 1327, s.105.
[61] Ahmed Muhtâr ibnü’l Hüseynî, a.g.e., s. 112.
[62] Ahmed Muhtâr ibnü’l Hüseynî, a.g.e., s.107-113-120-138.
[63] Bkz. Ahmed Güner Sayar, Abdülbâkî Gölpınarlı, s. 45.
[64] Mevlevî Âyinleri, dâima bir kişi tarfından Itrî’nin meşhur
Naâtiyle başlar. Bundan sonra neyzenbaşı tarafından yapılan, okunacak âyinin
makamını bütün genişiğiyle gösteren ve 15-20 dakika devam eden ilk taksime,
ondan sonra da devr-i kebîr usulünde bestelenmiş olan ve “devr” ismi verilen
peşreve geçilir. Neylerle çalınan bu peşrevle birlikte “devr-i Veledî” bitmiş
olacağından şeyh postuna doğru yürür, altı adım kadar olan bu mesafe
yürününceye kadar neyzenbaşı kısa bir taksimle makamın esas seyrini tekrar
gösterdikten sonra âyinin selâmları terennümüyle birlikte sırasıyla okunur.
Üçüncü selâm başladıktan biraz sonra, âyin tam bir vecd halini almaya başladığı
sırada sür’ati dâima artan bir yürük semâî usulü başlar. Bbu selâm arasındaki
mûtad ney kısımları (terennümler), âyine daha hareketli bir hal verir. Dördüncü
selâmlar, sükûn ve huzurun yeniden iâdesini temin ve bunu bütün vuzûhuyla iâde
edebilmek endişesiyle dâima evfer usulünde bestelenmiştir. Bu selâmlarda,
nağmeyle usûl, büyük bir maharetle birbirine mezcedilmiştir. Âyinin okuma kısmı
dördüncü selâmda kıraâtıyla bittikten sonra, son peşrev ismi verilen ve sür’ati
bir düyek usûsüyle çalınan peşrevi müteakip, son yürük denilen kısa bir parça
neylerle çalınıp son kısım ismiyle anılan, beş dakika kadar süren ve muhakkak
neyle yapılan bir taksimle âyin tamamen sona erer. Bkz. Halil Dikmen, Mevlevî
Müziği, (Gölpınarlı, Mevlânâ’dan Sonra Mevlevîlik içerisinde),
İnkilap Yay., İstanbul, 1983, s. 464-465.
[65] Tekkelerde, dergahlarda, belli bir musiki formatında da icra
edilen, Arapça “resâ” kökünden gelen mersiye, ölenin ardından onu iyilikleriyle
yad etmek anlamında kullanılmaktadır. Mersiye kısaca, “Ölmüş bir kimse üzerine
yazılmış manzume” olarak ifade edilir. Ölen kişinin iyiliklerinin anıldığı,
çeşitli konulardaki meziyetlerinin dile getirildiği bölümlerinden dolayı
mersiyeler, “methiyenin, ölenin ardından yazılan şekli” olarak da
nitelendirilebilir. Mersiyeler, kaside, gazel, müseddes, muhammes, kıt’a,
terkib-i bend, terci-i bend gibi nazım şekilleriyle yazılabilirse de en çok
kullanılan terkib-i bend şeklidir. Bazı mersiyelerde ölenin vefat tarihi ebcet
hesabıyla belirtildiği gibi, hayatının önemli safhalarına da işaret edildiği
olmaktadır. Dinî-tasavvufî edebiyatta ehl-i beyt sevgisini dile getiren ve Hz.
Hüseyin’in Kerbelâ’da şehit edilişini anlatan mersiyeler hayli çoktur. Bkz. M.
Zeliha Stebler Çavuş, Türk Edebiyâtında Mersiyeler, A.Ü. Türkiyat
Araştırmaları Enstitüsü Dergisi Sayı 38, Erzurum 2008.
[66] Erkılıç, Yapılan Görüşme Notları, 2019.
[67] Niyazi Sayın, Yapılan Görüşme Notları, 2016.
[68] Erkılıç, Yapılan Görüşme Notları, 2007; Hüseyin Vassâf, Sefîne-i
Evliyâ, s. 409; Sayın, Yapılan Görüşme Notları, 2016.
[69] Vassâf, a.g.e., s.406.
[70] Erkılıç, a.g.g.n.
[71] Erkılıç, Yapılan Görüşme notları, 2019.
[72] Müsakkafat; ev, arazi gibi taşınmazların kıymetlerini takdir edip
ona göre vergi tahakkuku oluşturmak.
[73] Erkılıç, Yapılan Görüşme notları, 2019.
[74] Erkılıç, Yapılan Görüşme Notları, 2010.
[75] Sayın, Yapılan Görüşme Notları, 2016.
[76] Erkılıç, Yapılan Görüşme Notları, 2019.
[77] Abdülbâkî Gölpınarlı, Melâmîlik ve Melâmîler, Gri Yayın-Pan
Yayıncılık, 1992, İstanbul, s.179.
[78] Emin Efendi, Menâkıb-ı Kethüdâzâde el-Hâc Mehmed Ârif Efendi,
(Haz.) Hasan Gürkan, Hür Mahmut Yücer, İnsan Yayınları, İstanbul, 2007, s. 327.
[79] Gölpınarlı, Melâmîlik ve Melâmîler, s.179.
[80] Gölpınarlı, a.g.e., s. 179.
[81] Burhâneddîn Belhî, Defter-i Kuyûdât, s. 37.
[82] Erkılıç, Yapılan Görüşme Notları, 2019.
[83] Burhâneddîn Belhî, Defter-i Kuyûdât, s. 119-203.
[84] Yeşilzâde Mehmed Sâlih Efendi, 1872’de Erzurum’da doğmuştur.
Babası, soyu Hz. Hüseyin’e ulaşan Şeyhü’l-kurra Mustafa Niyâzi Efendi’dir. İlk
eğitimini babasından alan ve hıfzını tamamlayan Yeşilzâde, Mülkiye rüşdiyesini
bitirmiştir. Abdülgafur Efendi’den sülüs, nesih ve ta‘lik hatlarından icâzet
almış, Şeyhülulemâ Hacı Süleyman Efendi’den dinî ilimler eğitimi görmüştür.
Yazıcızâde Hacı Derviş Efendi’nin Mesnevî derslerine ve Hâşiîzâde Şeyh Ali
Rızâ’nın sohbetlerine katılan Sâlih Efendi, Dârülmuallimînden mezun olmuş ve
1898-1901 yılları arasında dava vekilliği yapmıştır. Bir süre öğretmenlik
yapmıştır. Kendi isteğiyle I. Dünya Savaşı’na katılmış, iki yıl Kafkas
cephesinde bulunmuştur. Erzurum’un Ruslar’ın eline geçmesinden (16 Şubat 1916)
birkaç gün önce ailesiyle birlikte İstanbul’a geçmiştir. Bu yıllarda küçük
yaşta yetim kalan Şemseddin Yeşil’i mânevî evlât edinip eğitimini üstlenmiş,
daha sonra geçim sıkıntısından dolayı Bursa’a yerleşip fırıncılık yapmıştır.
1920’de Erzurum Milletvekili olarak Büyük Millet Meclisi’ne girmiştir. 1925
yılında İstanbul’da Tarih Öğretmeniliğine başlamış, 1931’de emekliye
ayrılmıştır. Şemseddin Yeşil ile birlikte çıkardıkları Hakikat Yolu
mecmuası ve İslâmiyet Gazetesi’nde 200 kadar yazısı yayınlanmış, 25
tanesi basılmış olarak 50 civarında eseri bulunmaktadır. Bkz. Ömer Hakan Özalp,
“Yeşilzâde Mehmed Sâlih Efendi” TDV İslâm Ansiklopedisi, İstanbul, 2013,
c. 43, s. 498- 499.
Kâdirîyye’ye mensub oluşunun yanında Seyyid Abdülkâdir
Belhî’nin muhibleri arasında olan Yeşilzâde Sâlih Efendi, Seyyid Abdülkâdir’e
ait müellif nüshası olan “Divân-ı Belhî” eserini 1941 yılında, baş
tarafına bir de Belhî’nin kısa biyografisini ekleyerek Millet Kütüphânesi’ne
vakfetmiştir. 1954’te Fatih Sofular’daki evinde vefat eden Yeşilzâde Sâlih
Efendi, Merkez Efendi Mezarlığı’na defnedilmiştir.
[85] Cemâleddin Server Revnakoğlu Arşivi, Süleymâniye
Kütüphânesi, 233, s. 2.
[86] Nihat Azamat, “Kemâlî Efendi”, TDV İslam Ansiklopedisi,
2002. c. 25, s. 234-236.
[87] Doğramacı, Kemâlî Divânı’ndan Aşk Sızıntıları, s. 21.
[88] Doğramacı, Yapılan görüşme Notları. 2012.
[89] Azamat, “Kemâlî Efendi”, TDV İslam Ansiklopedisi, s. 236.
[90] Erkılıç, (Ali Erkılıç’tan naklen) Yapılan Görüşme Notları,
2010; Ayrıca, Bkz. Murat Bardakçı,
Melâmîlik
ve Melâmîler ve Abdülbâkî Gölpınarlı, s. VII.
[91] Doğramacı, Yapılan
Görüşme Notları, 2007.
[92] Erkılıç, (Ali Erkılıç’tan naklen), Yapılan
Görüşme Notları, 2019.
[93] Erkılıç, a.g.g.n.
[94] Dr. Hamdi Hızalan, Yapılan Görüşme notları, 2016.
[95] Süheyl Ünver, Eşrefnâme, Süleymaniye Kütüphanesi, 002444,
Dr. Süheyl Ünver Bahışı/1059, 1947, s. 4.
[96] Süheyl Ünver, Eşrefnâme, s. 5.
[97] Süheyl Ünver, Eşrefnâme, s. 4.
olan Düzgünman’ın yanında ebru, tesbih ve
fotoğrafçılıkla ilgilenmiştir. O yıllarda Necmeddin Okyay’dan ebru dersleri
almaya başlar. Aynı zamanda Abdülbaki Baykara Dede’nin oğlu Gavsî Baykara’dan
ney derleri alır ve Necmettin Okyay’ın onu Devlet Resim ve Heykel Müzesi Müdürü
Halil Dikmen'e götürmesiyle Niyâzî Sayın’ın asıl zemini oluşmuştur. Halil
Dikmen’den on beş yıl ders almıştır. 1950'den sonra da Üsküdar Musiki Cemiyeti
icra heyetinde bulunmuştur. İstanbul Radyosu’nda müzik yayınları şef
yardımcılığı, İTÜ Türk Musiki Konservatuvarı'nda öğretim üyeliği ve Nefesli
Sazlar Ana Bilim Dalı başkanlığı yapmış, ayrıca Washington Seattle
Üniversitesi'nin Etnomüzikoloji Bölümü'nde Tanburî Necdet Yaşar'la beraber ders
ve konserler vermiştir. Çok iyi bir ustası olduğu Ebru sanatını gölgede
bırakacak derecede ney üzerinde ustalaşan Niyâzi Sayın, ney üflemede “Niyâzî
Sayın Ekolü” olarak bilinen bir çığır açmış ve kendisine
Kutbü’n-nâyî/neyzenlerin kutbu denilmiştir. Sanatla mâneviyâtı iç içe gören
Niyâzî Sayın’ın mânevî dünyasını etkileyen ve hayatına yön veren en önemli kişi
Abdülkâdir Belhî’nin dostlarından Üsküdarlı Eşref Efendi olmuştur. Kendisine
tam bir bağlılıkla yedi yıl kadar hizmet eden Niyâzî Sayın, üstadı Eşref Efendi
tavsiyesiyle Bahâriye mevlevihanesi’nden Ali Fânî Dede’nin de sohbetlerine
devam etmiştir. Ayrıca Nafiz Efendi’nin de sohbetlerinde bulunmuştur.
Kendisiyle ilgili “Kutbu’n-nâyî Niyâzi Sayın”, “Sadâ”, “Niyâzi
Sayın-Necdet Yaşar / Türk Müziği Ustaları” gibi albümler yapılmıştır. İki
defa Cumhurbaşkanlığı Kültür ve Sanat Büyük Ödülü alan Sayın, halen Üsküdar’da
hayatına devam etmektedir.
[99] Abdülbâkî Gölpınarlı, Mevlâna’dan sonra Mevlevîlik, İnkilap
Yay. 1983, İstanbul, s. 309.
[100] Gölpınarlı, Mevlâna’dan sonra Mevlevîlik, s. 309.
[101] Gölpınarlı, Mevlâna’dan sonra Mevlevîlik, s. 309.
[102] Ömer Faruk Akün, “Abdülbaki Gölpınarlı”, TDV İslam
Ansiklopedisi, 1996, c. 14, s. 146-149.
[103] Akün, Abdülbaki Gölpınarlı, s.
146-149.
[104] Bkz. Azmi Bilgin, “İsmail Saib Sencer”, TDV İslam
Ansiklopedisi, 2001, c. 23, s. 122-123.
[105] Murat Bardakçı, Melâmîlik ve Melâmîler ve Abdülbâkî Gölpınarlı,
(A. Gölpınarlı, “Melâmîlik ve Melâmîler” içerisinde), Gri Yayın,
İstanbul, 1992, s. II.
[106] Bardakçı, a.g.e., s. II.
[107] Bardakçı, a.g.e., s. III.
[108] Gölpınarlı, Mevlâna’dan sonra Mevlevîlik, İnkilap Yay. 1983,
İstanbul, s.309
[109] Gölpınarlı, Dünü Bilmeyen Yaşayan Bir Ölüdür Ancak,
Milliyet Gazetesi, 1975.
[110] Tarih-i İntikal-i Hazret-i Seyyid Abdülkâdir-i Belhî kaddesallahu
biesrarihi
Hazret-i
pir Abdülkâdir-i Belhî
O
şeref bahş-ı Ehl-i Beyt-i siyadet
Gizleyüp
nur-ı vech-i pakini bizden
Alem-i
gaybe gitti mir-i hüviyyet
Oldu
tarih-i tam rıhlet-i Baki
Geçdi
saki-i cezbe-i ahadiyyet
Sene:1341 H.
Bkz.
Sayar, Abdülbaki Gölpınarlı, Dîvân-ı Baki (yazma nüsha) s. 65
(M.Ülgen arşivi)
[111] Sayar, Abdülbaki Gölpınarlı, s. 139.
[112] Sayar, a.g.e., s. 138.
[113] Gölpınarlı, Mevlâna’dan sonra Mevlevîlik, s. 309.
[114] Gölpınarlı, a.g.e., s. 309, Türkiyede Mezhebler ve
Tarikatlar, İnkilap Yay. s. 260.
[115] Hacer Totan, Abdülbaki Gölpınarlı Dîvânı,Yüksek Lisans
Tezi, Konya, 2013. s. 131.
[116] Sayar, a.g.e., s.139.
[117] Mehmet Hilmi Alkan, Abdülkâdir-i Belhî’nin Sunuhat-ı İlahiyyye
Mesnevisi ve A.Gölpınarlı’nın Manzum Türkçe Çevirisi, Yüksek Lisans Tezi,
Konya, 2005, s. 112.
[118] Totan, Abdülbaki Gölpınarlı Dîvânı, s. 10.
[119] Totan, Abdülbaki Gölpınarlı DîvCnı, s. 232.
[120] Totan, a.g.e., s. 281.
[121] Sayar, Abdülbaki Gölpınarlı, s. 40.
[122] Totan, Abdülbaki Gölpınarlı DîvCnı, s. 306.
[123] S. Akıncı, Dünyaya ün salan bir hekimimiz, Hayat Tarih
Mecmuası 1967, s. 12- 26-30.
[124] 1919-1913 yıllarında Almanya’da kalır. Önce Berlin’de son sene
ise Hamburg Sankt Georg Hastanesi’nin cildiye kliniğinde çalışır. Türkiye’ye
döndükten sonra, Şam Tıbbiyesi (1913-1914) ve Beyrut Tıbbiyesi’nde (1915)
müdürlük ve fizyoloji hocalığı yapar. Hasan Reşad, 1916’da Darülfünun Tıp
Fakültesi Dahiliye Müdürlüğü ve Fizyoloji hocalığına atanmış, ayrıca 1923’e
kadar cildiye dersleri de vermiştir. Hocası Celal Muhtâr’ın istifasından sonra
ise cildiye kliniğinin müdürü olmuş ve 1933’e kadar bu görevini sürdürmüştür.
1933 Üniversite reformunda kadro dışında bırakılan Hasan Reşâd, Afgan Kıralı
Nadir Şah tarafından Haydarpaşa’dakine benzer bir tıp fakültesi kurması için
Kabil’e davet edilmiştir (1933-1938). 1938’de ilk mezunların diplomalarını
verdikten sonra ise Türkiye’ye dönmüştür. Bkz. S. Akıncı, Dünya Tıbbına genç
yaşta adını duyuran hekimimiz, (Hayat Tarih Mecmuasında yayımlanmış yazının
daktilo edilmiş orijinali). İstanbul Tıp Fakültesi Tıp Tarihi ve Etik Ana Bilim
Dalı Arşivi, Hasan Reşat dosyası; Prof. Dr. Hasan Reşat Sığındım (1884-1971).
İstanbul Tıp Fakültesi Tıp Tarihi ve Etik Ana Bilim Dalı Arşivi; O. Bahâdır , 80
yıl önce Cumhuriyet, Cumhuriyet, Bilim ve Teknik eki 2007; S. Akıncı, Bir
değer, bir buluş, Cumhuriyet, 14 Eylül 1975, s. 2
[125] İsmail b. Muhammed el-Cerrâhî
el-Aclûnî, Keşfü'l-Hafa, (thk.) Yusuf b. Mahmud el-Hac Ahmed, Mektebetü
İlmi’l-Hadîs, Dımeşk, 2001, c. 2, s. 155
[126] Bakara, 2/30.
[127] Ahzab, 33/72.
[128] Tin, 95/4.
[129] Ebu Abdullah
Muhyiddin Muhammed b. Ali İbnü'l-Arabi, Risale İle'l İmam er-Razi, ( Resâilu
İbn Arabî içinde), Daru'l-Kütübi'l-İlmiyye, Lübnan, 200l, s. 184-187.
[130] Hasan Reşâd (çev.), Arz-ı Merâm, İlhâmât-ı Kâdiriyye,
Hicaziye Mat. Bombay, 1938. s. 2.
[131] Hasan Reşâd, “Mukaddime”, İlhâmât-ı Kâdiriyye (Farsça
Çevirisi), s. 4.
[133] Doğramacı, Dîvân-ı Kemâlî’den Aşk Sızıntıları, İstanbul,
1948, s. 131.
[134] Çağatay Üstün, Dr. Şükrü Kâmil Tâlimcioğlu’nun oğlu Dr.
Reşit’e yazdığı mektuplardan bölümler, s. 5-12.
[135] Erkılıç, Yapılan Görüşme Notları, 2010.
[136] Abdülbâkî Gölpınarlı, Mevlâna’dan sonra Mevlevîlik,
İnkilap Yay. 1983, İstanbul, s. 309.
[137] Seyyid Ahmed Muhtâr’ın
Sinop’a
Nefy Hadisesi, Osmânlı Arşivi Daire Başkanlığı, No:86, s. 1.
[138] Ahmed Muhtâr
ibnü’l-Hüseynî, Hânedân-ı Seyyidü’l-Beşer, s. 4.
[139] Cemâleddîn Server Revnakoğlu, 1909 yılında İstanbul’da doğmuş,
1968’de vefât etmiştir. Şeyh Murâd Buhârî Dergâh’ına ait araştırmalar yapan
Cemâleddîn Server’in Seyyid Abdülkâdir Belhî’ye özel bir ilgisi vardır. Bu
sebeple oğlu Seyyid Muhtâr Efendi ile de münasebetleri olmuş. Kendi
araştırmalarının bulunduğu arşivde Seyyid Muhtâr’la ilgili şöyle notları
vardır: “Seyyid Abdülkâdir Belhî’nin oğlu ve tekkenin son şeyhi “Seyyid
Ahmed Muhtâr Efendi”,Garb kültürü ile de ünsiyet etmiş olduğundan Fransızcaya
vakıftı. Matbu ve malum asarından başka Şeyhü’l- Ekber’in İlhâmât-ı
Rabbânîyye’sinden tercümeler yapmış ve bu çevirileri eski Dârü’l-fünûn
müderrislerinden Hasan Reşâd tarafından Farsçaya ve İngilizceye yeniden tercüme
edilerek bastırılmıştır. İçinde Seyyid Muhtâr Efendi’nin hâşiyeleri, fikirleri
vardır. Diğer yazılarında olduğu gibi konuşurken de Cenâb-ı Şâh-ı Velâyet
Hazretleri’nin Ebû Turâb künyesini kullanır.” Cemâleddîn Server Revnakoğlu,
İ.B.B Atatürk Kitaplığı, Arşiv no; 233.
[140] Seyyid Muhtâr Belhî, Abdülbaki Gölpınarlı’ya yazdığı mektup,
El Yazısı, s. 1.
[141] Seyyid Muhtâr Belhî, a.g.b, s. 2.
[142] Erkılıç, Yapılan Görüşme Notları, 2015.
[143] Seyyid Ahmed Muhtâr el-Belhî, İlhâmât-ı Kâdiriyye, (haz.)
Mustafa Okurkan, Erform matbaası, 2010; Sivas; İlhâmât-ı Kâdiriyye Tercümesi,
Selçuk Üniversitesi Abdülbaki Gölpınarlı Yazma
Eserler
Kütüphanesi, Kitap no:142.
[144] Hakkında fazla bilgi bulunmayan 18. Yüzyıl Hind âriflerinden olan
müellif kendini, Velî Mülük Şâh es-Sıddıkî el-Kâdirî olarak tanıtmakta ve Kâdirîyye’den
olduğunu söylemektedir. Eserinden m. 1725 yılında hayatta olduğu
anlaşılmaktadır.
[145] Velî Şâh el-Kâdirî, Şerh-i Risâletü’l-Gavsiyye, 1138,
Konya Mevlâna Müzesi Yazmaları c. 996, no: 5733.
[146] Seyyid Ahmed Muhtâr Belhî, Tercüme-i Kaside-i Hamriyye-i Kadiriyye,
İ.B.B.Atatürk Kitaplığı, Osmân Ergin Yazmalar, Numara;297-7.
[147] Seyyid Muhtâr Belhî, Müellif Hattı El Yazma Defter, s. 129.
[148] Nuran Çetin, Murâd-ı Buhârî Tekkesi ve Fonksiyonları,
Amasya Üniversitesi İlahiyat Fakültesi Dergisi, Sayı.4, s .7.
[149] Muharrem Hilmi Şenalp, Eyüp Sultan’da Şeyh Murâd Külliyesi.
s. 2.
[150] Kadirî Silsilesi için Bkz. Mehmed Rif’at Efendi, Nefhatü’r-riyâzi’l-âliye
fî beyân-i tarîkati’l- Kadiriyye, Millet kütüphânesi Ali Emîrî Şer’iyye
bölümü Numara;1127, vr. 189b.
[151] Halil İbrahim Şimşek, “Murad Buhârî”, TDV İslam Ansiklopedisi,
İstanbul, 2006, c. 31, s. 185-187.
[152] Gölpınarlı, Melâmîlik ve Melâmîler, s. 155.
[153] Seyyid Burhâneddin Belhî, Defter-i Kuyudat, Revak
Kitabevi, İstanbul, 2017, s. 15.
[154] Yusuf Öz, Belhî Ailesi ve Son Mevlevî Postnişînleri ile
Mektuplaşmaları, Selçuk Üniversitesi X. Millî Mevlâna Kongresi Tebliğler c.
1, Konya, 2002, s. 149-163.
[155] M.Bahâ Tanman, “Şeyh Murâd Tekkesi”, TDV İslam Ansiklopedisi,
2010, c. 39, s. 62-64.
[156] Hüseyin Vassâf, Sefîne-i Evliya, s. 408.
[157] Erkılıç, Yapılan Görüşme Notları, 2019.
[158] Erkılıç, Ycpılci Görüşme Notlcrı, 2019.
[159] Gölpınarlı, Melâmîlik ve Melâmîler, s. 178.
[160] Ş. Barihüda Tanrıkorur, “Mevlevîyye”, TDVİslam Ansiklopedisi,
c. 29, Ankara, 2004, s. 468-475.
[161] Hikmet Atik, Mevlevîler-Şiir, Mûsikî ve Tcrih Bckımıidci Ahmet
Mithct Bchârî Beytur, İlahiyat Yayınları, Ankara 2017, s. 45.
[162] Konya Dergâh-ı Mevlâna seccâde-nişîni
İbrahim Fahruddîn Çelebi’nin Belhî’ye mektubu için Bkz. Burhâneddin Belhî, Defter-i
Kuyûdât, s. 128.
[163] Yusuf Öz, Belhî Ailesi ve Son Mevlevî Postnişînleri İle
Mektuplaşmaları, Selçuk Üniversitesi X. Millî Mevlâna Kongresi Tebliğler c.
1, Konya, 2002, s. 150.
[164] Gölpınarlı, Seyyid Abdülkâdir-i
Belhî’nin Hal Tercümesi, Mevlâna Müzesi A. Gölpınarlı Kitaplığı nr. 133,
Konya, s. 1-6.
[165] “Cebir meselesi, aşkımı ihtiyarsız bir hale getirdi, sabrımı
elden aldı. Âşık olmayansa cebri hapsetti, onu inkar yahut takyid eyledi” Bkz.
Mevlânâ, Mesnevî, (Çev.) Veled Çelebi, Doğan Kitap, İstanbul, 2007, c.
1, s. 129.
[166] Vassâf, Sefîne-i Evliyâ, s. 402.
[167] Erkılıç, Yapılan Görüşme Notları, 2019.
[168] İbrahim Kunt, Yenikapı Mevlevîhânesi Son Şeyhi Abdülbâkî
Mehmed Baykara Dede’nin Enfâs-ı Bâkî’de Bulunan Farsça Şiirleri, İ.Ü.
Şarkiyat Mecmuası, Sayı:22, 2013/1, s. 146.
[169] Seyyid Muhtâr Belhî, Akıl Makâlesi,
s. 142.
[170] Belhî, Akıl Makâlesi, s. 142.
[171] Murat Bardakçı (Arşivi), Abdülbâkî Gölpınarlı’nın 1950’li
Yıllarda Murad-ı Buhârî Türbesi’nin Restorasyonu İçin Millî Eğitim Bakanlığı’na
Verdiği Dilekçe ve Ekleri, Ek:8.
[172] Hamid Algar, “Nakşibendiyye”, TDV İslam Ansiklopedisi,
İstanbul, 2006, c. 32, s. 335-342.
[173] Algar, a.g.e., s. 335-342.
[175] Algar, Nakşibendiyye, s.
335-342
[176] Algar, a.g.e., s. 335-342
[177] Hasan Lütfi Şuşud, İslâm Tasavvûfunda Hâcegân Hânedânı,
Boğaziçi yay. İstanbul, 1992,s. 59.
[178] Müstakimzâde Süleyman Sa’deddîn, Şerî’at-i Tarîkat,
Süleymaniye Yazma Eserler Kütüphanesi, Pertev Paşa 625. vr. 58b.
[179] Bkz. Seyyid Ahmed Tevfîk, Mevâlid-i Ehl-i Beyt, (Naşir)
Seyyid Ali Rıza, Şehzâdebaşı Evkâf-ı İslâmiyye Matbaası, 1339, s. 145-146.
[180] Hatm-i Hâcegân; Nakşbendî tarikatında yedi kişiden fazla olan
toplulukta Gücdevânî’nin tertibi olan Hatm-i Hâcegân-ı Kebir, yedi kişiden az
olan toplulukta ve tek başına iken ise Bahâüddin Nakşbend’in tertibi Hatm-i
Hâcegân-ı Sağîr şeklinde uygulanmaktadır. Erken dönemlerde sadece bir ihtiyacın
giderilmesi veya bir musibetin defedilmesi için okunan Hatm, daha sonraki
dönemlerde hafta da bir olacak şekilde rutin bir hale dönüşmüştür. Hatm-i
Hâcegân’ın yapılacağı gün için ise cuma ve pazartesi günü tavsiye edilmiştir.
Hatm-i Hâcegân-ı Kebir; 7 Fatiha sûresi, 100 salavat, 79 İnşirâh sûresi, 1001
İhlâs Sûresi, 7 Fatiha Sûresi, 100 salavât ve duâ şeklinde, Hatm-i Hâcegân-ı
Sağîr de; 15 İstiğfâr, Râbıta, 100 Salavât, 500 “Yâ hafiyye’l-eltâf edriknî
bi lutfike’l-hafiyy”, 100 Salavât ve Aşr-ı Şerîf şeklinde uygulanmaktadır.
Bkz. Necdet Tosun, Orta Asya'da Bazı Dinî-Tasavvufî Gelenekler, Ekev
Akademi Dergisi Yıl:12, Sayı: 35, s. 3; Tarîka-i Hatm-i Hâcegân (manzûm),
Kitaphâne Mûze ve Merkez-i Esnâd-i Meclis-i Şûra-yı İslâmî, nr. 507403, 128a.
[181] Hâce Muhammed Pârsâ, Tevhîde Giriş,
(ter.) Ali Hüsrevoğlu, Erkam Yay. İstanbul, 1988, s. 600.
[182] Hâce Yûsuf-i Hemedânî, Hayat Nedir
(Rütbetü’l-Hayât), (Çev.) Necdet Tosun, İnsan Yayınları, İstanbul, 2002, s.
39.
[183] Bkz. Cavit Sunar, Melâmîlik ve Bektâşîlik, Ankara
Üniversitesi İlahiyat Fakültesi Yayınları, Ankara, 1975, S. 34; Cemâleddîn
Mahmûd Hulvî, Lemezât, Tercüman 1001 Temel Eser, İstanbul, 1980, s. 79.
[184] Salâh b. Mubârek Buhârî, Enîsü’t-tâlibîn ve uddetü’s-sâlikîn,
(thk. Halil İbrahim Sarıoğlu), Tahran, 1371 hş /1992, s. 113-115.
[185] Seyyid Muhtâr Belhî, İcâzetnâme ve Silsiletü’z-Zeheb,
Müellif Hattı El Yazma Belge, s. 1.
[186] Belhî, İcâzetnâme ve Silsiletü’z-Zeheb, s. 1.
[187] Seyyid Abdülkâdir
Belhî, Yenâbiü’l Hikem, Müellif hattı yazma nüshâ, s. 171 ; Seyyid Abdülkâdir Belhî, Şems-i
Rahşân, Müellif
hattı yazma nüshâ, s. 113-325 ; Seyyid Abdülkâdir Belhî, Gülşen-i
Esrâr, Müellif
hattı yazma nüshâ, s. 455.
[188] Al-Hujwiri, The
Kashf al-mahjub: the oldest Persian treatise on sufiism, trans. And ed.
R.A. Nicholson, London, 1967, s. 66.
[189] Seyyid Abdülkâdir
Belhî, Dîvân-ı Belhî, (Çev.) KARAKÖSE, Doç.Dr. Saadet, İstanbul Tasavvuf ve Mûsikî Araştırmaları Derneği
Yayınları, İstanbul, 2016, s. 65-66.
[190] Belhî, Künûzü’l-Ârifîn,
s. 83.
[191] Belhî, Künûzü’l-Ârifîn, s. 44-51-52..
[192] Ömer Rıza Doğrul, Melâmet, İnkilap Kitabevi, İstanbul,
1950, s. 22,35.
[193] İbn Arabî, el-Fütuhât el- Mekkiyye, Bulak, İstanbul, 1309,
c.3, s. 45-46.
[194] Ahmed Gazâlî, Âşıkların Halleri, (Sevânihü’l-Uşşâk), (çev)
Turan Koç, Mehmet Çetinkaya, Hece Yay. İstanbul, 2008, s.
14-18-20-29-31-40-48-79.
[195] Hasan Lütfi Şuşud, İslâm
Tasavvûfunda Hâcegân Hânedânı, s. 163 ; Hasan Lütfi Şuşud,
Tasavvûfun Derinliklerinde Bir Gezinti, (der.) Melih Yonsel, Yaşar mat. İstanbul, 1996, s. 36.
[196] Azîzü’d-dîn Nesefî, Kitâbu’l-İnsân-ı
Kâmil, Kısmet-i İranşinâsî-i Enstituv-i İran ve Feranse, Tahran, 1341, s. 320-322.
[197] Ebu’l-Mevâhib eş-Şarânî, El-Yevâkit ve’l-Cevâhir, (yay.)
Muhammed Ali Beydûn, Beyrut/Lübnan, 1971, s. 477.
[198] Nihat Keklik, İbn’ül-Arabî’nin Eserleri ve Kaynakları İçin
Misdak Olarak el-Fütûhât el-Mekkiyye, Kültür Bakanlığı Yayınları, Ankara
1990, s. 441.
[199] Muhyiddîn İbn Arabî, Fütûhat-ı Mekkiyye, (çev) Ekrem
Demirli, Litera Yayıncılık, İstanbul, 2009, c. 7. s. 117.
[200] İbn Arabî, El-Kurbet , Hasan Fehmi Kumanlıoğlu (çev), Dikensiz
Güller, İzmir, 2002, s. 22-23-2425-25-29.
[201] İbn Arabî, Fütûhat-ı Mekkiyye, c. 6. s. 142.
[202] İbn Arabî, Fütûhat-ı Mekkiyye, c. 2. s.142.
[203] İbn Arabî, Fütûhat-ı Mekkiyye, c. 1. s. 291.
[204] Belhî, Künûzü’l-Ârifîn, s. 99.
[205] İbn Arabî, Fütûhat-ı
Mekkiyye, c. 2. s. 115-116-117-118-119-122-123.
[206] Seyyid Ahmed Muhtâr,
Gavsiye Tercüme Ve Şerhi, Müellif hattı yazma nüshâ, s. 66.
[207] Abdurrahman el-Askerî,
Pîr Ali’den şöyle nakletmektedir: “Tarikimiz tarîk-i
Hak’tır, ışkî tariktir, serçeşme-i ışk-ı Hazret-i Ali’dir. Sârbânımız
Aziz Veys’tir”. İsmail E. Erünsal, XV-XVI. Asır Bayrâmî-Melâmîliği’nin
Kaynaklarından Abdurrahman el-Askerî’nin Mir’âtü’l-Işk’ı, Ankara 2003, s.193.
[208] Belhî, Künûzü’l-Ârifîn, s. 99.
[209] Ahmed Muhtâr, a.g.e., s.66.
[210] Yeşilzâde Mehmed Sâlih, Rehber-i Tekâya, s. 237.
[211] Gölpınarlı, Mevlânâ’dan Sonra Mevlevîlik, s. 309.
[212] Gölpınarlı, Melâmîlik ve Melâmîler, s.180.
[213] Sarı Abdullah Efendi, Semerâtü’i-Fuâd (Gönül meyveleri),
(ter.) Yakub Kenan Necefzâde, Neşriyat Yurdu, 1967, s. 152.
[214] Ahmet Yaşar Ocak, Osmanlı Sufiliğine Bakışlar, Timaş
Yayınları, İstanbul, 2011, s. 167.
[215] Niyâzî-i Mısrî, Niyâzî-i Mısrî’nin Hatıraları, (Haz.)
Halil Çeçen, Dergâh Yayınları, İstanbul, 2006, s. 131.
[216] Hârici mezhebi’nin bir kolu olan bu mezheb, 795 yılında Abbasi
Halifelerinden Harun Reşid zamanında ortaya çıkıp, Horasan, Sicistan, Kûhistan,
Kirmân ve havâlisinde büyük tahribatlara sebebiyet veren Hamza bin Ekrek
tarafından kurulmuştur. Bkz. Doğramacı, Niyâzî-yi Mısrî Hayatı ve Eserleri,
s. 91-92.
[217] Bkz. Şeyh Mehmed Şemseddin Mısrî, Dildâr-ı Şemsî ( Niyâzî-i
Mısrî’nin İzinde Bir Ömür Seyahat, (Haz.) Mustafa Kara, Yusuf Kabakçı,
Dergâh Yayınları, İstanbul, 2010, s. 128-132.
[218] “Hamziyye” ifadesinin geçtiği yerler için Bkz. Niyâzî-i Mısrî, Niyâzî-i
Mısrî’nin Hatıraları, s. 99126-154.
[219] Mustafa Kara, Niyâzi-î Mısrî, Türkiye Diyanet Vakfı
Yayınları, Ankara, 1994, s. 56.
[220] Konuyla ilgili olarak Bkz. Gölpınarlı, Niyâzî-i Mısrî,
Şarkiyat Mecmuası VII, İstanbul Edebiyat Fakültesi Basımevi, 1972, s. 213-224.
[221] Gölpınarlı, Melâmîlik ve Melâmîler, s. 246.
[222] Doğramacı, Niyâzî-yi Mısrî Hayatı ve Eserleri, Kadıoğlu
Matbaası, İstanbul,1988, s. 37.
[223] Doğramacı, a.g.e., s. 36.
[224] İbn Arabî, Fütûhat-ı Mekkiyye, c. 11. s. 40.; Hâce
Muhammed Pârsâ, Tevhîde Giriş, s. 469-595.
[225] “O, onları sever, onlarda O’nu sever” Mâide, 5/54.
[226] Ebu’l-Fazl Meybedî, Keşfu’l-Esrâr ve İddetü’l-Ebrâr,
(haz.) Ali Asgar Hikmet, Tahran 1357, c. III, s. 147.
[227] Seyyid Abdülkâdir Belhî, Künûzü’l-Ârifîn, Müellif hattı
yazma nüshâ, s. 14-15.; Muhammed b. Ali es-Senûsî, Selsebîlü’l-Muîn Fî
Tarâiki’l-Erbaîn, (çev) Hasan Fehmi Kumanlıoğlu, Tibyan Yay. İzmir, 2002,
s. 13.
[228] Ahmed İsâmüddîn Taşköprüzâde, Terceme-i Şakâyıku’n-Nu’mâniyye,
İstanbul, 1269, s. 47.
[229] Atsız, Evliya Çelebi Seyahatnâmesi’nden Seçmeler II, Milli
Eğitim Basımevi, İstanbul, 1972, s. 82.
[230] Atsız, Evliya Çelebi Seyahatnâmesi’nden Seçmeler II, s.
82.
[231] Belhî, Künûzü’l-Ârifîn, s. 42-43.
[232] Şâzî Çelebi’nin Bâyezîdiyye Hankâhı’na
ne zaman gittiği ile ilgili elimizde herhangi bir delil bulunmamaktadır.
İhtimalleri gözönünde tutarak, Hamîdüddîn-i Aksarâyî ile birlikte veya daha
önce gitmiş olabilir, ya da birlikte Anadolu’ya dönmüş olabildiğini
söyleyebiliriz. Hayatı ile ilgili herhangi bir kayda rastlanmayan Şâzî
Çelebi’nin “Hubb-i zâtın bu dil-i nâlâne girdi çıkmadı, Benzer ol bir gence
kim vîrâne girdi çıkmadı.
Dervîşin
emsâlini batn-ı sadefden zan edüb,
Nice ğavvâs cân
alub ummâna girdi çıkmadı.” beytlerinin geçtiği bir şiiri vardır.
Bkz. Şiir
Mecmuası, İ.B.B Atatürk Kitaplığı, Yazma Eserler, No: T811 Şİİ1, s. 155.
[233] Şeyh Osmân-ı Rûmî, Mevlânâ zamanında Konya’da yaşamıştır. Şâm’da
Sa’deddîn Hamevî, Evhadüddin Kirmânî, Muhyiddin İbn Arabî ile görüşmüş ve
onlardan istifâde etmiştir. Şâm’dan Konya’ya gelmiş ve burada vefât etmiştir.
Türbesi Konya’dadır. Bkz. Feridûn b. Ahmed, Risâle-i
Sipehsâlar, (ter.) Tahsin Yazıcı Tercüman 1001 Temel Eser, İstanbul, 1977
s. 35; Konya Vilâyet Salnâmesi, 1275/1868, s. 97; Azamat, “Evhadüddîn-i
Kirmânî”, TDV İslam Ansiklopedisi, İstanbul, 1995, c.11, s. 518-520.
[234]Emîr Hüseyin Enîsî, Menâkıb-ı Akşemseddîn, İ.B.B. Atatürk
Kitaplığı, Yazma Eserler Koleksiyonu, No: 297.792-1, s. 146.
[235] Bazı kaynaklarda ismi, “Umeyr Sukeynî” olarak geçmektedir.
(Mehmed Raşid Rüstem, Tarikat Silsileleri, El Yazma (Tomar) Belge. Ahmed
Erdayı Kitaplığı.1273.)
[236] Lalizâde Abdülbâkî, Sergüzeşt, Furkan Kitaplığı, İstanbul,
2001, s.46.
[237] Mustafa Aşkar, Son Dönem Tekke Mecmûalarından Yeşilzâde Mehmed
Sâlih Efendi'nin Rehber-i Tekâya'sı, Tasavvuf İlmi ve Akademik Araştırma
Dergisi, sayı. 3, Ankara, 2000, s. 159.
[238] Mehmed
Raşid Rüstem, Tarikat Silsileleri, Yazma Eser (Tomar), Ahmed
Erdayı Özel Kütüphanesi.
[239]
Belhî, Yenâbiü’l-Hikem, s. 171.
[240] Bardakçı, Melâmîlik ve Melâmîler ve Abdülbâkî Gölpınarlı,
s. VII.
[242] Seyyid Muhtâr Belhî, Hamzavî Silsilesi, El Yazma Belge, s.
1.
[243] 1331’de Kayseri’de doğmuştur. Menevi arayışının sevkiyle Şam’a
giden Hamideddîn Aksarâyî, Bâyezidiyye Hankâhı’nda riyâzete çekilmiş ve Şazî-i
Çelebi ile manevi münasebetleri olmuştur. Oradan Hoy’a geçtiğinde Şems-i
Tebrîzî denilen yerde Hâce Alâeddîn Erdebîli ile tanışmış ve icâzet almıştır.
Sonra Alâaddîn-i Erdebilî’nin emriyle tekrar Anadolu’ya gelmiş ve Bursa’ya
yerleşmiştir. Halkın Fazla teveccühünü kırmak için ordan ayrılıp, Aksarâya
yerleşmiştir. 1412 yılında vefat etmiştir. ( Lâlizâde Abdülbâkî, Sergüzeşt,
Kardelen Yayınları, İstanbul, 2010, s. 3031.)
[244] 1352’de Solfasol’da doğmuştur. Hamîdüddîn-i Aksarâyî’den hilâfet
almıştır. 1430’da Ankara’da vefat etmiştir. Kendisinden sonra Bayrâmî Târikatı
iki ana kola ayrılmış, biri Akşemseddîn’e bağlı Şemsiyye kolu, diğeri ise Emîr
Sikkînî’ye bağlı Melâmîyye kolu olarak devam etmiştir. ( Lâlizâde Abdülbâkî, Sergüzeşt,
s. 34-35.)
[245] Adı bazı kaynaklarda Ömer, bazılarında Umeyr olarak geçen Emîr
Sikkîni, Bursa’da doğmuştur. Hamîdüddîn Aksarâyîden terbiye gördükten sonra
sülûkunu Hacı Bayram Velî’nin yanında tamamlamış, önemli iki halifesinden biri
olmuştur. Bayrâmî-Melâmîliği’nin ilk kutbu olarak tanınmıştır. 1486’da
Göynük’te vefat etmiştir. ( Ethem Cebecioğlu, Hacı Bayram Veli ve Tasavvuf
Felsefesi, Altındağ Belediyesi Kültür Yayınları, Ankara, 2002, s. 80.)
[246]
Ankara’ya bağlı Ayaş’ta doğmuştur. Seyyid olduğu rivâyet edilmektedir. Emîr
Sikkînî’den sonra kutup olarak gösterilen Bünyamin Ayâşî, hakkında söylenen
şüphe üzerine bir ara Kütahya Kalesi’nde hapsedilmiştir. 1523’te Ayaş’ta vefat
etmiştir. ( Abdurrezzak Tek, Melâmet Risâleleri, Emin Yayınları, Bursa,
2007, s. 20-21; Ethem Cebecioğlu, Hacı Bayram Veli ve Tasavvuf Felsefesi,
s. 80.)
[247] Doğum tarihi bilinmeyen Pir Ali Aksarâyî, Bünyamin Ayaşî’den
sonra kutup olarak tanınmıştır.
1539’da Kayseri’de vefat etmiştir. Kendisinden sonra oğlu İsmail Maşukî,
kutupluğa geçmiştir.
( Abdurrezzak Tek, Melâmet
Risâleleri, s. 23.)
[248] Babası Pir Ali’den sonra kutupluğa geçen İsmail Ma’şûkî, Ayasofya’da
yaptığı ateşli Hallacvârî şatahat içeren konuşmalarına, Kanuni Sultan
Süleyman’nın uyarılarına rağmen devam etmiş, Şeyhülislam Kemalpaşazâde’nin
verdiği fetva ile 1529’da on iki müridi ile birlikte Sultan Ahmet’te idam
edilmiştir. (Ethem Cebecioğlu, Hacı Bayram Veli ve Tasavvuf Felsefesi,
s. 105; Lâlizâde Abdülbâkî, Sergüzeşt, s. 40.)
[249] İsmail Maşuki’den sonra kutbiyet makamına geçen Hayrabolu’lu
Ahmed Sarban, Pir Ali Aksarayi’nin terbiyesinden geçmiştir. Ahmedî ve Kaygusuz
mahlasları ile şiirler yazmıştır. 1545’te Hayrabolu’da vefat etmiştir.
(Abdurrezzak Tek, Melâmet Risâleleri, s. 28.)
[250] Ankara/Kutluhan’da doğmuştur. Duyulan bir şüphe üzerine Ankara’da
hapsedilmiş ve 1557’de orada vefat etmiştir. ( Ethem Cebecioğlu, Hacı Bayram
Veli ve Tasavvuf Felsefesi, s. 106; Lâlizâde Abdülbâkî, Sergüzeşt,
s. 44.)
[251] Aslen Bosnalı’dır. Kendisinde görülen şathiler gibi sebeplerle,
Şeyhülislam Ebussuud Efendi’nin verdiği fetva ile 1561’de Tahtakale/Deveoğlu
Çeşmesi önünde idam edilmiştir. Kendisinden sonra adına izafeten
Bayrâmî-Melâmîlerine Hamzavî denmiştir. (Abdurrezzak Tek, Melâmet Risâleleri,
s. 32.)
[252] Asıl adı Ali er-Rûmî, Tırhalalı’dır. Terzilik yaptığından dolayı
Hüsâmeddîn Ankaravî tarafından İdrîs ismi verilmiştir. Kırk altı yıl kutbiyette
kalmıştır. 1615’te vefat etmiştir. ( Lâlizâde Abdülbâkî, Sergüzeşt,
s.50.)
[253] İdris-i Muhtefi’den sonra kutup tanınmıştır. 1626’da vefat
etmiştir. ( Lâlizâde Abdülbâkî, Sergüzeşt, s.55.)
[254] Arnavutluk/Koniça’da doğmuştur. Şeyhülislam’ın fetvasıyla 1663’te
Fenerbahçe koyunda idam edilmiştir. (Abdurrezzak Tek, Melâmet Risâleleri,
s. 41.)
[255] Seyyid Haşim, Bursalı’dır. 1678’de vefat etmiştir. ( Abdurrezzak
Tek, Melâmet Risâleleri, s. 42.)
[256] Paşmakçızâde Ali Efendi, 1639 ‘da doğmuştur. 1712’de İstanbul’da
vefat etmiştir. Kabri Edirnekapı mezarlığındadır.
[257] 1682’de İznik/Sölöz’de doğan Şehid Ali Paşa, 1716’da Varadin’de
şehid edilmiştir. Ali Paşa’nın naaşı Defterdar Efendi tarafından Belgrad’a
götürülerek kale içindeki Kanûnî Sultan Süleyman Camii hazîresine
defnedilmiştir. Fakat Avusturyalı’ların yetmiş sene sonra Belgrad’ı ele
geçirmesinden sonra naşı yerinden alınmış. Kabri Hersek’tedir. Bkz. Abdulkadir
Özcan, “Şehid Ali Paşa”, TDV İslâm Ansiklopedisi, c. 38, İstanbul, 2010,
s. 433-434.
[258] 1806’da vefat etmiştir. Hakkında fazla bilgi yoktur.
[259] 1831’de İstanbul’da vefat etmiştir.
[260] 1848’de İstanbul’da vefat etmiştir.
[261] Seyyid Bekrü’r-Reşâd, Aslen Mora’lıdır. Oradan Istırumça'ya
gelmiş ve Hüseyin Paşa’nın hususî kâtipliğinde bulunmuştur. Bekrü’r-Reşad
Efendi, Üsküp, Manastır, Işkodra, Selânik’de memuriyetlerde bulunduktan sonra
İstanbul’a gelmiş ve İhtisap ağası Hüseyin Bey’ in kâhyası olmuştur. Hüsyin
Bey’in 1387 de vefatından sonra Fatih’te Boyacı kapısındaki konağında inzivaya
çekilmiş ve 1292 Rabiülevvel’inde vefat etmiştir. Edirnekapısı’nda Şeyhülislâm
Paşmakçızâde Seyyid Ali Efendi’ye yakın bir yerde (Şâir Baki’nin mezarının
karşısı) defnedilmiştir. Bkz. Gölpınarlı, Melâmîlik ve Melâmîler, s. 180.
[262] Mehmed Raşid Rüstem, a.g.b.
[263] Mehmed Raşid Rüstem, a.g.b.; İsmail Hakkı Bursevi, Silsilenâme-i
Celvetiyye, Pamuk yay. İstanbul, s.67.
[264] Gölpınarlı, Melâmîlik ve Melâmîler, s. 176.
[265] Gölpınarlı, a.g.e., s. 178.
[266] Gölpınarlı, a.g.e., s. 173-174-175.
[267] Doğramacı, “Mukaddime”, Künûzü’l-Ârifîn, s. A-6.
[268] Ahmed Süreyyâ Emin, Süreyyâ Divânı, İstanbul, 1960, s. 98.
[269] Süheyl Ünver,
Eşrefnâme, s. 5.
[270] İbn Arabî, Fütûhat-ı
Mekkiyye, c. 2. s. 115-123.
[271] Himmet tecellisindeki Muhammedî yardım. Bkz. Abdülkerîm
Cîlî, İnsân-ı Kâmil, (ter.) Abdülazîz Mecdî Tolun, İz
yayınları, İstanbul, s. 284.
[272] Gölpınarlı, Melâmîlik
ve Melâmîler, s. 179.
[273] Mahmud Erol Kılıç, Hermesler Hermesi, Arkeoloji ve Sanat
Yayınları, 2010, İstanbul, s. 131.
[274] Şûrâ, 42/23.
[275] İbn Arabî, Fütûhat-ı Mekkiyye, c. 2, s. 116; c. 17, s.
242.
[276] Sayın, Görüşme Notları, 2009; Doğramacı, Görüşme
Notları, 2010; Erkılıç, Görüşme Notları, 2007.
[277] Abdülkâdir Belhî’nin eserlerinde Ehl-i Beyt muhabbetine örnek
teşkil eden yerlerin çokluğu bu çalışmamızı aşan mahiyettedir. Örneğin, sadece
dîvânı’nda Hz.Alî ve ehl-i beyt’e dair dokuz uzun manzûme yazmıştır.
[278] Biz Hz. Hüseyin’in tertemiz şarabına susamışlarız / Biz Hz.
Hüseyin’in tutkun âşıklarının yolunun toprağıyız.
Gönül
yakıcı Kerbelâ vakasından beri kederliyiz / O günden beri de Hz. Hüseyin’in
düşmanlarının düşmanıyız.
Karşılık
yok (sadece yakınlara sevgi)buyruğu bizim yol göstericimizdir / Hz. Hüseyin’in
yakınlarının kölesi olarak bizde karşılık beklemiyoruz. Bkz. Hüseyin
Vassâf, Sefîne-i Evliya, s. 405.
[279] Müncî Baba Mehmed Süreyya, Tarîkat-ı Aliyye-i Bektâşiyye,
Kütüphâne-i Sûdî, İstanbul, 1340, s. 17-19.
[280] Şûrâ, 42/23.
[281] Şia-i Ûlâ; Hz. Peygamber döneminde ve sonrasında Hz. Ali’nin en
yakınında bulunan ilk üç halife’ye teberrîsi olmayan Selmân-ı Fârisî, Ebû Zer
Gıffârî, Mikdâd bin Esved, Ammar bin Yâsir, Huzeyfe-i Yemânî, Bilâl-i Habeşî,
Kâmber-i Ali, Üveys-i Karenî ve Kumeyl bin Ziyâd gibi sahâbe ve tâbi’îne İslam
tarihçileri tarafından kullanılan bir isimdir.
[282] Gölpınarlı, Melâmîlik ve Melâmîler, Gri Yayın-Pan
Yayıncılık, 1992, İstanbul, s. 99/199.
[283] Ahmed Muhtâr ibnü’l Hüseynî, Hânedân-ı Seyyidü’l Beşer Eimme-i
İsnâ Aşer, Ahmed Sâki Bey Matbaası, 1327, s. 20-21-33.
[284] İbnü’l Hüseynî, a.g.e., s. 28-29-30-31-32-33-34.
[285] İbnü’l-Hüseynî, a.g.e., s. 68.
[286] Sırr-ı Selmân ile ilgili özel bir bahis açan Muhyiddin İbn
Arabi’nin anlattıklarına göre; Selmân sırrı, efrad denilen, kutbun tasarruf
dairesi dışında olan, en yüksek mertebedeki melâmî kutublarının vâkıf olduğu
bir sırdır. İbn Arabî bu bölümde, Selman-ı Fârisî’yi ehl-i beyte dâhil eden
sırlardan uzun bahisler açmıştır. (Muhyiddîn İbn Arabî, Fütûhat-ı Mekkiyye,
(çev) Ekrem Demirli, Litera Yayıncılık, İstanbul, 2009, c.2, s. 111-120.)
[287] Keyfiyetini tam bilemediğimiz, ama Hz. Muhammed, Hz. Fâtıma, Hz.
Ali, Hz. Hasan ve Hz. Hüseyn’in makâm-ı sırda tek bir hakikat olduğu gibi
manaları ihtiva eden sır.
[288] Sâlikin kâlbinin ve düşüncesinin Allah’tan başkasından boş olması
anlamına gelen tecrîd makamına işârettir. Mevlâna Abdurrahmân Câmî, bu tecrîd
sırrını “Nalinlerini çıkar (Tahâ, 20/12) hükmünce Hakk’tan uzaklık
vesilesi olan her şeyi kendinden uzaklaştırmaktır” şeklinde
açıklar.
(Dr. Seyyid Cafer Seccâdî, Tasavvûf
ve İrfan Sözlüğü, Ensar yay, İstanbul, s. 466.)
Kemâlî Efendi de, dîvân’ında “Anâsır
kisvesinden seyr kıldım sırr-ı Tâhâ’ ye / Ridâ-yı Murtezâ’yı giydim
azmetdim ev ednâ’ye” beytiyle bu sırra değinmiştir. (Bahâ Doğramacı,
Kemâlî
Divânı’ndan
Aşk Sızıntıları, s. 80.)
[289] Adı Ahmed, mahlası Fasîh’tir. İstanbul’da doğan Fasîh Dede, hurde
ta‘lik hattını ilk yazan hattat olarak anılmaktadır. Galata Mevlevîhânesi şeyhi
Gavsî Dede’ye intisap eden melâmî meşreb Dede, hücrenişîn olarak bu
mevlevîhâne’de bulunmuştur. Fasîh Ahmed Dede 1699’da İstanbul’da vefat
etmiştir. Vasiyeti üzerine naşı, Şabaniyye’nin Nasûhiyye kolunun pîri Mehmed
Nasûhî Üsküdârî tarafından yıkanmış ve Galata Mevlevîhânesi’nin hâmûşânına
defnedilmiştir. Divan, Divançe, Münşeat, Münâzara-i Gül ü Mül, Münâzara-i
Rûz u Şeb, Tenbâkûnâme, Kalem Makalesi olmak üzere yedi eseri
bulunmaktadır. Bkz. Mustafa Çıpan, “Fasîh Ahmed Dede”, TDV İslam
Ansiklopedisi, İstanbul, 1995, c. 12, s. 213-214.
[290] Mehmed Rif ‘at Hademî, Sefînetü’l-Esrâr, Kütahya Mustafa
Yeşil Kütüphanesi, (İstinsah Tarihi 1845), s. 34b-35a.
[291] “Lafza-i celâl taalluk içindir, tehalluk için değildir. Yani,
kul, lafza-i celâli baz alarak belirli bir ahlak elde edemez. Fakat esma-i
hüsna’nın her birisinde işaret edilen ahlakla ahlaklanabilir.” (Muhyiddîn İbn
Arabî, Abdullah Taha Feraizoğlu (çev), Mevâki’un-Nucûm, Kitsan yay.
s.34.)
[292] Molla Câmî, Şerh-i Rrubâiyat, (ter) Tâhirü’l-Mevlevî, Litera
Yay. İstanbul, 2014,s. 149.
[293] Ahmed Yüksel Özemre, Üsküdar’da Bir Attar Dükkanı,
Kubbealtı Neşriyat, İstanbul, 2005, s. 106.
[294] Pâs-ı Enfâs’ta denilen bu uygulama; Nefesini göbek altından göğüs
bölgesine, içeriye çekerken “Hû” ismine odaklanıp, bir müddet nefesini “Hû”
ismi üzere tutup, sonra “Allah” ismine odaklanarak nefesini dışarıya vermek
şeklinde anlatılmıştır. (İmdâdullâh Tehânevî, Kalplerin Işığı, (ter)
Mehmed Es’ad Dede, (haz) Adnan Kaya, İnsan Yayınları, İstanbul, 2007, s. 104)
[295] Belhî, Künûzü’l-Ârifîn, s. 278-283.
[296] Gözünü kapayıp ölüm hallerini düşünmek.
[297] Her an Allah’ın huzurunda olma bilincini taşımak.
[298] Seyyid Ahmed Hüsâmeddîn, Zübdetü’l-merâtib, İstanbul,
1341, s. 9.
[299] Osman Ergin, Balıkesirli Abdülaziz Mecdi Tolun, Hayatı ve
Şahsiyeti, Kenan Basımevi, İstanbul, 1942, s.254.
[300] Ergin, a.g.e., s. 252-257.
[301] Ergin, a.g.e., s. 254.
[302] Seyyid Ahmed Hüsâmeddîn er-Rükkânî, 1848 de Dâğıstan sınırları
içinde bulunan Tabasaran/Rükkân’da doğmuştur. Abdullah-ı Dihlevî’nin halifesi
olan babası Sadullah Muhammed Saidü’r-Rükkânî’den Nakşibendî hilafeti almıştır.
Arapça, Türkçe Tasavvuf ve tefsire dair eserleri basılmıştır. 25 Nisan 1925’te
İstanbulda vefat etmiştir. (Turan Alptekin, Seyyid Ahmed Hüsâmeddîn Eserleri
ve Nakşibendî Öğretinin Kökleri, Demos yay. İstanbul, 2007, s. 1517.)
[303] Ebu’l Avn El Ahrâr’ın asıl adı İsâ’dır. H.684 senesinde Dâğıstan
/ Rükkân kasabasında doğmuş, 749 senesinde vefât etmiştir. (Seyyid Ahmed
Hüsâmeddîn, Mevâlid-i Ehl-i Beyt,( yay) Seyyid Ali Rıza, İstanbul,
1339-1341, s. 96.)
[304] Seyyid Ahmed Hüsâmeddîn, a.g.e., s.9.
[305] Sarı Abdullah Efendi, Semerâtü’l-Fuâd, s. 151.
[306] Râbıtanın gerçekleştiği mânevî makâm. Âdeta manevî kelimelerden
oluşmuş, yek vücud bir metin anlamında, Hakikat-i Muhammediyye’ye işâreten
kullanılan bir tâbir.
[307] Cîlî, İnsân-ı Kâmil, s. 284.
[308] Belhî, Künûzü’l-Ârifîn,
s. 306-307-308.
[309] Seyyid Mîr Hamza Nigârî, Dîvân,
Süleymân Efendi
Matbaası, İstanbul, 1302, s.105. ; Dîvân-ı Seyyid Nigârî, El Yazma Defter, Ahmed Erdayı Özel Kitaplığı, s.15.
[310] Lalîzâde, Sergüzeşt,
s. 61.
[311] Lalîzâde, Sergüzeşt, s.69
[312] Lalîzâde, a.g.e., s.69
[313] Doğramacı, Kemâlî Divanı’ndan Aşk Sızıntıları, s. 28.
[314] Doğramacı, “Takdim”, Künuzü’l-Arifin, s. A-5-8.
[315] Gölpınarlı, Melâmîlik ve Melâmîler, s. 83.
[316] A'râf, 7/26.
[317] “Bu kadar açıkça insanların arasında bulunduğu hâlde bu derece
mahfî/gizli kalabilmesi çok büyük bir keramettir. Hakkında yaptığım araştırma
sonucunda, salih bir insan olmasının dışında bir bilgi
görmedim.”
[318] Azamat, “İdrîs-i
Muhtefî”, TDV İslâm Anksiklopedisi, İstanbul, 2000, c. 21, s.
489-491.
[319] Seyyid Ahmed Muhtâr
Belhî, a.g.e., s. 39; Okurkan, a.g.e., s. 28.
[320] Belhî, Künûzü’l-Ârifîn,
s. 19.
[321] Abdülganî en-Nablusî, Âriflerin Tevhidi, İz Yayıncılık,
İstanbul, 2018, s. 33.
[322] Belhî, İlhâmât-ı Kâdiriyye, s. 95; Okurkan, a.g.e.,
s. 84.
[323] Azîzüddîn Nesefî, İnsan-ı Kâmil, s. 228.
[324] Belhî, İlhâmât-ı Kâdiriyye, s. 28; Okurkan a.g.e.,
s. 17.
[325] Ekrem Demirli, İslam Metafiziğinde Tanrı ve İnsan, Alfa
Yayınları, İstanbul, 2017, s. 233.
[326] Abdülganî en-Nablusî, Ariflerin Tevhidi, s. 34.
[327] Azîzüddîn Nesefî, İnsan-ı Kâmil, s. 146.
[328] Belhî, a.g.e., s. 33; Okurkan, a.g.e., s. 22.
[329] Belhî, a.g.e., s. 28; Okurkan, a.g.e., s. 17.
[330] Belhî, İlhâmât-ı Kâdiriyye, s.28; Okurkan a.g.e.,
s.17.
[331] Azîzüddîn Nesefî, İnsân-ı Kâmil, s. 26.
[332] İbnü’l-Hüseynî, Hânedân-ı Seyyidü’l-Beşer, s. 52.
[333] Belhî, İlhâmât-ı Kâdiriyye, s. 30; Okurkan, a.g.e.,
s. 19.
[334] Belhî, a.g.e., s. 36; Okurkan, a.g.e., s. 25.
[335] Belhî, a.g.e., s. 37; Okurkan, a.g.e., s. 26.
[336] Belhî, a.g.e., s. 59; Okurkan, a.g.e., s. 48.
[337] Cilî, İnsân-ı Kâmil, s. 339.
[338] Belhî, İlhâmât-ı Kâdiriyye, s. 62; Okurkan a.g.e.,
s. 51.
[339] Belhî, a.g.e., s. 91; Okurkan a.g.e., s.80.
[340] “Bir peygamberin veli ve arif yönü, peygamberlik yönünden daha
üstün ve daha şereflidir. Peygamber tek, fakat mertebeleri farklıdır; yoksa
böyle bir ifadenin anlamı, içimizden bir velinin peygamberden üstün olduğu
anlamına gelmez.” Bkz. Suad el-Hakim, İbnü’l-Arabî Sözlüğü, Kabalcı
yay.İstanbul, 2005 s. 501. “ Bizce bir veli, peygamberden daha üstün değildir.
Zillete düşmekten Allah’a sığınırız. Keşif ve varlık sahipleri bu tarife göre o
sözleri söylerler. Zira, bizde itibar, sadece makamlaradır.” Bkz. İbn Arabî, El-Kurbet
, (çev) Hasan Fehmi Kumanlıoğlu, s. 34.
[341] Belhî, İlhâmât-ı Kâdiriyye, s .63; Okurkan, a.g.e.,
s. 52.
[342] Belhî, a.g.e., s. 67; Okurkan, a.g.e., s. 56.
[343] Belhî, a.g.e., s. 61; Okurkan a.g.e., s. 50.
[344] Belhî, a.g.e., s. 92; Okurkan a.g.e., s. 81.
[345] Tirmizi, el-Câmiü’s-Sahîh, Mustafa el-Babi el-Halebi,
Kahire, 1975, s. 19.
[346] İbn Arabî, Hikmet ve Marifet, (çev) Mahmut Kanık, İz
Yayıncılık, İstanbul, 1997, s. 199.
[347] İbnü’l-Arabî, el-Bülga fi’l-hikme, nşr. Nihat Keklik,
İstanbul Üniversitesi Edebiyât Fakültesi, İstanbul, 1960, s. 90a.
[348] Erkan Türkmen, Şems-i Tebrizî’nin Öğretileri, Konya, 2005,
s. 26.
[349] Bakara, 2/269.
[350] İbn Arabî, Hikmet ve Marifet, s. 199.
[351] İbn Arabî, Hikmet ve Marifet, s. 191.
[352] Tehânevî, Keşşâfu Istılâhâti’l-Fünûn, İstanbul, 1404/1984,
c.I, s. 370.
[353] Bakara, 2/151.
[354] Vâkı’a, 56/79.
[355] Ğulamhüseyin İbrâhîm Dinânî, Molla Sadrâ ve Sühreverdî
Dersleri, Önsöz Yayıncılık, İstanbul, 2019, s. 223.
[356] Ğulamhüseyin İbrâhîm Dinânî, Molla Sadrâ ve Sühreverdî
Dersleri, s. 223.
[357] Rûzbihân Baklî, Kitâb-i Abheru’l-Âşıkîyn, Tashih ve
mukaddime, H.Corbin, Muhammed Mo’în, Tahran, 1958, s. 15-17.Abdulhuseyn
Zerrînkûb, Sûfî Mirasının Değeri, (çev.) Ahmet Çelik, Visal Yayınları,
İstanbul, 2017, s. 261.
[358] Seyyid Abdülkâdir Belhî, Memûrîn ve Ketebe ve Müstahdemin
Devlet-i Aliyyenin Tercüme-i Hallerinin Tahririne Mahsus Varaka, Ali
Zeynelâbidîn Erkılıç Arşivi, 1331/1915.
[359] İbnü’l-Esîr, Usûdü’l-Ğâbe
fî Ma’rifeti’s-Sahâbe, Beyrut, 1409/1989, c. 2, s. 268; Muhammed Bâkır
Meclisî, Bihârü’l-Envâr, Tahran, 1401/1981, c. 22, s. 317. (Ayrıca bkz. Sekafî,
Ebû İshak İbrâhim b. Muhammed İbn Hilâl es-Sekafî, el-İstinfar
ve'l-Garat, (thk) Seyyid Abdüzzehra Hüseyni, Beyrut, 1407/1987, s.
102; İsfahânî, Hilye, I/185; İbnü’l-Cevzî, Sıfatü’s-Safve, I/546; Zehebî,
Târîhu’l-İslâm, s. 516; el-Huzâî, Tahricü’d-Delâleti’s-Semiyye,
s. 89; İbn Sa’d, et- Tabakât, IV/86; Fidâî, Companions of the
Holy Prophet, I/81.)
[360] Sarı Abdullah Efendi, Semerâtü’i-Fuâd, s. 51.
[361] Mustafa Said Kurşunoğlu, Felsefe ve Teoloji’de Kutsal Yolculuk Tasavvuru: Gerçeklik
Seyyahlığı Ve Tanrı’nın Yolcuları, Ondokuz Mayıs
Ünivesitesi İlâhiyât Fakültesi Dergisi, 2013, Sayı. 34, s. 177.
[362] Bkz. Senâî Gaznevî, Seyrü’l-ibâd ile’l-meâd, Mesnevîhâ-yı
Hakîm-i Senâî, (nşr. M.Takî Müderris-i Razavî), Tahran, 1348
hş. içinde, s. 179-233.
[363]Azîzüddîn Nesefî, İnsan-ı Kâmil (Tasavvufta İnsan Meselesi),
(çev) Mehmet Kanar, Dergâh
Yayınları, İstanbul, 2015. s. 64-65-66.
[364] Azîzüddîn Nesefî, İnsan-ı Kâmil, s. 272.
[365] Belhî, İlhâmât-ı Kâdiriyye, s. 40; Okurkan, a.g.e.,
s. 29.
[366] Belhî, İlhâmât-ı Kâdiriyye, s. 77; Okurkan, a.g.e.,
s. 66.
[367] Belhî, a.g.e., s. 77; Okurkan, a.g.e., s. 66.
[368] Belhî, a.g.e., s. 77; Okurkan, a.g.e., s. 66.
[369] “O, onları sever, onlarda O’nu sever” Mâide, 5/54.
[370] Belhî, a.g.e., s. 59; Okurkan, a.g.e., s. 48.
[371] Belhî, a.g.e., s. 77; Okurkan, a.g.e., s. 66.
[372] Belhî, a.g.e., s. 77; Okurkan, a.g.e., s. 66.
[373] Hasan Kâmil Yılmaz, “Cezbe”, TDV İslâm Ansiklopedisi,
İstanbul, 1997, c. 7, s. 504.
[374] Belhî, İlhâmât-ı Kâdiriyye, s. 40; Okurkan, a.g.e.,
s. 29.
[375] Seyyid Muhtâr Belhî, Akıl Makâlesi, s. 142.
[376] 1574’te İstanbul’da doğmuştur. Dîvân-ı Hümâyun çavuşluğundan
ayrıldıktan sonra rüyasında Merkez Efendi’nin işaretiyle Halvetî-Sünbülî şeyhi
Necmeddin Hasan Efendi’ye intisap etmiştir. Daha sonra Kahire’de bulunan
Gülşenî Âsitânesi şeyhi Hasan Efendizâde İbrâhim Efendi’yi intisap etmiş ve
hilâfet almıştır. 1064’te vefat etmiştir. Lemezât adlı eseri en mşhur
kitabıdır. Bkz. Mustafa Uzun, “Cemâleddin Hulvî”, TDV İslâm Ansiklopedisi,
İstanbul, 1998, c. 18, s. 347.
[377] 1427’de İran’ın Horasan bölgesinde Sebzevâr’da doğmuştur. Mevlânâ
Abdurrahman Câmî vasıtasıyla Nakşibendîyye’ye bağlanmıştır. Kâşifî, Abdurrahmân
Câmî’nin vefatından sonra Herat’tan ayrılmış ve 910 /1505 senesinde Sebzevâr’da
vefat etmiştir. Bkz. Adnan Karaismailoğlu, “Hüseyin Vâiz-i Kâşifî”, TDV
İslâm Ansiklopedisi, İstanbul, 1999, c. 19, s. 16-17.
[378] Sofyalı Bâlî, Ustrumca’da doğmuş, eğitimini Sofya ve İstanbul’da
tamamlamıştır. Halvetî şeyhlerinden Kasım Çelebi’ye intisap etmiştir. Kazâ ve
kader ile ilgili İbn Kemal’e reddiye yazmış, Fusûsü’l-hikem’i şerh etmiştir.
1553’te vefat etmiştir. Bkz. Mustafa Kara, “Sofyalı Bâli Efendi”, TDV İslâm
Ansiklopedisi, İstanbul, 1992, c. 5, s. 20-21.
[379] Cemâleddîn Mahmûd Hulvî, Lemezât, s. 79.
[380] İmdâdullâh Tehânevî, Ziyâu’l-Kulûb (Kalplerin Işığı), s.
99.
[381] Belhî, İlhâmât-ı Kâdirîyye., s. 29; Okurkan, a.g.e.,
s. 18.
[382] İbn Arabî, Fütuhât-ı Mekkiyye, c. 8, s. 103.
[383] İmdâdullâh Tehânevî, Ziyâu’l-Kulûb, s. 120.
[384] Belhî, Künûzü’l-Ârifîn, s. 278-283.
[385] Gölpınarlı, Melâmîlik ve Melâmîler, s. 176.
[386] Nasîruddîn Tûsî, Seçkinlerin Ahlakı, (çev) Anar Gafarov,
İz Yayıncılık, İstanbul, 2009, s. 66.
[387] Nesefî, İnsan-ı Kâmil, s. 32-33.
[388] Aynulkudât el-Hemedânî, Şekva’l-Garîb, Türkiye Yazma
Eserler Kurumu Başkanlığı, İstanbul, 2016, s. 256; Louis Massignon, İslâm
Tasavvufu, (çev) Mehmed Ali Aynî, Ataç Yayınları, İstanbul, 2006, s. 54.
[389] Şehâbeddîn Sühreverdî (el-Maktûl), Anka Kuşunun Sesi,
(Cebrâil’in Kanat Sesi İçerisinde), (çev) Sedat Baran, Sûfî Kitap, İstanbul,
2006, s. 50-51.
[390] Hâce Yûsuf-i Hemedânî, Hayat Nedir (Rütbetü’l-Hayât), s.
91.
[391] Belhî, Yenâbiü’l-Hikem, s. 147.
[392] Seyyid Ahmed Muhtâr’ın babası Seyyid Abdülkâdir Belhî’nin
firâseti ile ilgili şâhid olduğu vaıâlardan birini Refii Cevad Ulunay şöyle anlatıyor:
“Abdülkâdir Belhî’nin keşf ve kerametlerine bizzat şahid oldum. Huzurunda
bulunduğumuz sıralarda birdenbire oğluna: “Muhtâr !, biraz sonra filan zat
gelecek, bekletmeyin doğru yanıma getirin.” Hakikaten beş on dakika sonra
dediği adamın odaya girdiğini görürdük, o zaman pek genç olduğum için bana
teveccühünden şımarır; “Efendimiz! Bunu nasıl biliyorsunuz?” diye sorardım,
gülerdi: “Bu bir şey değil, riyazet meselesidir. Bunu mahalle bakkalı da yapar.
Bundan çok daha mühim şeyler vardır, onlara heves et”, derdi. Fakat o zamanlar
biz; Havâ-yı aşk eser serde / Efendim nerede, ben nerede? şarkısını
söylüyorduk. Bkz. Refii Cevad Ulunay, a.g.e.,
s. 2.
[393] Belhî, İlhâmât-ı Kâdiriyye, s. 94; Okurkan, a.g.e.,
s. 83.
[394] Yüksel Göztepe, Hal ve Makâmın Analizine Yönelik Girişimler,
C.Ü İlahiyat Fakültesi Dergisi XII/2 ~, 2008, s. 407- 417.
[395] Necm, 53/17.
[396] Belhî, İlhâmât-ı Kâdiriyye, s.100; Okurkan, a.g.e.,
s. 89.
[397] Belhî, a.g.e., s. 56; Okurkan, a.g.e., s. 45.
[398] Belhî, Akıl Makâlesi, s.144.
[399] Seyyid Muhtâr Belhî, a.g.e., s. 144.
[400] Bkz. Nesefî, İnsan-ı Kâmil, s.
142-145; Cîlî, İnsân-ı Kâmil, s. 272; Hâkîm Senâî, Hadîkatü’l-
Hakîkâ, Dr. Ali Mahmud Sâbirî,
Rukiye Teymûriyân, Behzad Saidî, Tarihsiz, s. 155-156;
[401] “Akıl bütün faydalı şeylerin hazinesi ve mutluluğun kimyasıdır”.
[402]“Allah Azze ve Celle aklı yarattı. Akıl, arşın sağ yanından, Onun
nurundan yaratılan ilk rûhânî varlıktır” Bkz. El-Kuleyni, Usul-i Kafi,
Akıl ve Cehalet Kitabı, Hadis no;1-14.
[403] Belhî, Akıl Makâlesi, El Yazma, s.129.
[404] Senâî, Hadîkatü’l-Hakîkâ, s. 155-156.
[405] Senâî, Hadîkatü’l-Hakîkâ, s. 154.
[406] Belhî, Akıl Makâlesi, s. 130.
[407] Belhî, a.g.e., s. 130.
[408] Belhî, a.g.e., s. 132.
[409] Belhî, a.g.e., s. 132.
[410] Abdülkâdir Geylânî, Risâleler, (haz) Dilaver Gürer, İnsan
Yayınları, İstanbul, 2013, s. 256.
[411] Geylânî, a.g.e., s. 101.
[412] Belhî, Akıl Makâlesi, s.134.
[413] Farabi, es-Siyasetü’l-Medeniyye, (çev) Mehmet Aydın,
Abdülkâdir Şener, M.Rami Ayas, Kültür Bakanlığı Yayınları İstanbul, 1980, s. 2,
5, 38, 40-41.
[414] Mevlânâ Sa’deddîn Natenzî; Sâdi-i Şirâzî zamanında yaşamış Dîvân
sahibi İranlı bir edibtir. Hayatı hakkında kaynaklarda fazla bir bilgiye
ulaşılamamıştır. Ancak Sâdi-i Şirâzî’ye sorduğu soruları içeren manzum mektubu
Sâdi-i Şirâzî’nin Gülistan’yla birlikte basılmıştır.
[415] Belhî, Akıl Makâlesi, s. 142.
[416] Farsça olan bu manzûm mektûbun içeriği Seyyid Muhtâr’ın Akıl
Makâlesi’nin içerisinde mevcuttur. Ayrıca Sadi-i Şirazi’nin “Beş Meclis”
eseriyle birlikte Büyüyen Ay yayınlarından “Akıl ve Aşk” ismiyle
neşredilmiştir.
[417] Belhî, Akıl Makâlesi, s. 144.
[418] Belhî, a.g.e., s. 144.
[419] Abdülkâdir Geylânî, Risâleler, s. 101.
[420] Belhî, a.g.e., s. 144.
[421] Muallim Nâci, Hikemü’r-Rifâî, Matbaâ-i Âmire, İstanbul,
1304, s. 27-28.
[422] Belhî, a.g.e., s. 144.
[423] Belhî, İlhâmât-ı Kâdiriyye, s. 98; Okurkan, a.g.e.,
s. 87.
[424] Pârsâ, Tevhîde Giriş, s. 421.
[425] Belhî, Akıl Makâlesi, s.130.
[426] Belhî, a.g.e., s. 130.
[427] Râbıtâ-i Metn.
[428] Murâkabe/Gönül Bekleme esnâsında salike gelen; rûhânî, melekî,
şeytânî ve nefsânî ilhamlar.
[429] Doğramacı, Yapılan Görüşme Notları, 2010.
[430] Belhî, İlhâmât-ı
Kâdiriyye, s.
98; Okurkan, a.g.e., s. 87.
[431] Abdülvehhâb Şârânî, Kibrît-i
Ahmer, İzmir İlâhiyât Vakfı
Yayınları, İzmir, 2006,
s. 30.
[432] Abdulkerim Kuşeyrî, Kuşeyri
Risâlesi, (çev) Süleyman Uludağ, Dergah Yayınları, İstanbul, 1991, s. 184.
[433] Abdürrezzâk Kâşânî, Elf Makâm, (ter.) Abdürrezzâk Tek, Emin yay. İstanbul, 2008, s. 303.
[434] Belhî, İlhâmât-ı
Kâdiriyye, s.
81; Okurkan, a.g.e., s. 70.
[435] Belhî, a.g.e., s. 98; Okurkan, a.g.e., s. 87.
[436] Kelabâzî, Doğuş Devrinde Tasavvuf Ta'arruf, (ter.)
Süleyman Uludağ, İstanbul, 1992, s. 197-198.
[437] “Onu idrakteki aczini kavramak idraktir, zâtını anlatmaya
çalışmaksa şirktir”. Bu söz, Hz. Ebû Bekir’e atfedilmektedir.
[438] Belhî, Sünûhât-ı İlâhiye, Müellif hattı yazma nüshâ, s. 1.
[439] Belhî, Künûzü’l-Ârifîn, s. 284.
[440] Belhî, İlhâmât-ı Kâdiriyye, s. 98.
[441] İzzeddîn Natanzî, Misbâhü’l-Hidâye ( Tasavvûfun Ana
Meseleleri), (çev) Hakkı Uyur, Kurtuba Kitap, İstanbul, 2010, s. 101.
[442] Belhî, İlhâmât-ı Kâdiriyye, s. 102; Okurkan, a.g.e.,
s.92.
[443] Mustafa Said Kurşunoğlu, Aşk’ın Neliği ve Kavramsal Doğası,
Etüt Yayınları, Samsun, 2014, s. 199.
[444] Mustafa Said Kurşunoğlu, Aşkın Dili: Oğuz Lehçesi, Dede
Korkut Türk Dili ve Edebiyatı Araştırmaları Dergisi, Sayı. 5, 2014, s. 124.
[445] Kurşunoğlu, Aşk’ın Neliği ve Kavramsal Doğası, s. 202.
[446] Belhî, a.g.e., s. 87.
[447] Belhî, İlhâmât-ı Kâdiriyye, s. 88.
[448] Belhî, a.g.e., s. 47; Okurkan, a.g.e., s.36.
[449] Belhî, İlhâmât-ı Kâdiriyye s. 54; Okurkan, a.g.e.,
s.43.
[450] Belhî, a.g.e., s. 37; Okurkan, a.g.e., s. 26.
[451] Aynu’l-kuzât Hemadani, h.492 /m.1098 senesinde İran / Hemedânda
doğmuş, h.525 / m.1131’de 33 yaşında idam edilip medresenin kapısına
asılmıştır. Vahdet-i vücûd itikadını izhar eden Hemedânî’nin en meşhur eseri Kitâb-ı
Temhidât bütün görüşlerinin özeti niteliğindedir. Temhidât ve Aşk’a
dair bölümü, Bast-ı Aşk ismiyle tarafımızdan hazırlanmış fakat
basılmamıştır. Temhidât, Çeştiyye âriflerinden Muhammed Hüseyin
Gisûdirâz tarafından Urduca şerhedilmiştir. Diğer eserleri ise; Zübdetü’l
Hakâik, Mektubât, Şekva’l Garîb’tir. Ayrıca O’na nisbet edilen birçok
başka eserde bulunmaktadır.
[452] Belhî, İlhâmât-ı Kâdiriyye, s. 85; Okurkan, a.g.e.,
s. 74.
[453] Aynü’l-kuzat Hemedânî, Bast-ı Aşk, (haz) Mustafa Okurkan,
(Basılmamış eser), Sivas, 2007, s. 13-14.
[454] Al-i İmran, 3/168.
[455] Belhî, İlhâmât-ı Kâdiriyye, s.45; Okurkan, a.g.e.,
s. 34.
[456] Belhî, a.g.e., s. 56; Okurkan, a.g.e., s. 45.
[457] Belhî, a.g.e., s. 32; Okurkan, a.g.e., s. 31.
[458] Belhî, İlhâmât-ı Kâdiriyye, s. 102; Okurkan, a.g.e.,
s. 92.
[459] İzzeddîn Natanzî, Misbâhü’l-Hidâye, s.141.
[460] Abdulkerim Kuşeyrî, Kuşeyri Risâlesi, s. 180.
[461] Abdürrezzâk Kâşânî, Elf Makâm, s. 294.
[462] Belhî, İlhâmât-ı Kâdiriyye, s. 42; Okurkan, a.g.e.,
s.31.
[463] Ahmed Gazzâlî, Âşıkların Halleri, ( Sevânihü’l-Uşşâk ),
(çev) Turan Koç, Mehmet Çetinkaya, Gelenek Yayıncılık, İstanbul, 2004, s.
19-23.
[464] Gazzâlî, Âşıkların Halleri, s. 45.
[465] Gazzâlî, a.g.e., s. 30.
[466] Kuşeyrî, Kuşeyri Risâlesi, s. 211.
[467] Gazzâlî, Âşıkların Halleri, s. 44.
[468] Belhî, İlhâmât-ı Kâdiriyye, s. 65; Okurkan, a.g.e.,
s. 54.
[469] Hadid, 57/3.
[470] Kasas, 28/88.
[471] Belhî, a.g.e., s. 98; Okurkan, a.g.e.,
s. 87.
[472] Belhî, İlhâmât-ı
Kâdiriyye, s. 102; Okurkan, a.g.e., s. 92.
[473] Abdürrezzâk
Kâşânî, Elf Makâm, (ter.) Abdürrezzâk Tek, Emin yay, İstanbul,
2008, s. 306.
[474] Natanzî, Misbâhü’l-Hidâye, s. 426.
[475] Belhî, a.g.e., s. 44; Okurkan, a.g.e., s. 33.
[476] Belhî, a.g.e., s.77; Okurkan, a.g.e., s. 66.
[477] Tâ-Hâ, 20/12.
[478] Hâce Abdullah el-Ensarî el-Herevî, Menâzilu’s-Sâirîn,
Abdürrezzâk Tek (terc), Emin yay, İstanbul, 2008, s. 145.
[479] Abdürrezzâk Kâşânî, Elf Makâm, s. 310.
[480] Belhî, İlhâmât-ı Kâdiriyye, s. 44; Okurkan, a.g.e.,
s.33.
[481] İbrâhim Edhem’e nisbet edilen ve Nakşibendilikte de önem kazanmış
olan bu terk tarifi şöyledir;
1.Terk-i Dünyâ; Dünya arzularını terk.
2.Terk-i Ukbâ; Cennet nimetleri arzularını terk.
3.Terk-i Hestî; Her iki terki birleştirip terk.
4.Terk-i Terk; Sâlikte tekrar uyanan
kutbiyet ve gavsiyet gibi mânevî makam arzularını ve bununla birlikte, terk
etme isteğinin de terk edilmesi. Bkz. Ethem Cebecioğlu, Şemseddin-i
Tebrizî’nin Bazı Kur'an Ayetlerine Getirdigi İş’arî Yorumlar-II, Ankara
Üniversitesi İlahiyat Fakültesi Dergisi, 41, 2000, s. 59.
[482] Belhî, a.g.e., s. 96; Okurkan, a.g.e., s. 85.
[483] Belhî, İlhâmât-ı Kâdiriyye, s. 99; Okurkan, a.g.e.,
s. 88.
[484] Cîlî, İnsân-ı Kâmil, s. 132.
[485] Şuşud, a.g.e., s. 135.
[486] Kadir Özköse, Tasavvûfî Hikmetler ve Risâleler, Ensar
Yayıncılık, Konya, 2008, s. 90.
[487] Belhî, İlhâmât-ı Kâdiriyye, s.44; Okurkan, a.g.e.,
s.33.
[488] Belhî, a.g.e., s. 32; Okurkan, a.g.e., s. 21.
[489] Belhî, a.g.e., s. 39; Okurkan, a.g.e., s. 28.
[490] Belhî, a.g.e., s. 44; Okurkan, a.g.e., s. 33.
[491] Belhî, İlhâmât-ı Kâdiriyye, s. 58; Okurkan, a.g.e.,
s. 47.
[492] Belhî, a.g.e., s. 98; Okurkan, a.g.e., s. 87.
[493] Belhî, a.g.e., s. 41; Okurkan, a.g.e, s. 30.
[494] Belhî, İlhâmât-ı Kâdiriyye, s. 41; Okurkan, a.g.e.,
s. 30.
[495] Belhî, a.g.e., s. 51; Okurkan, a.g.e., s. 40.
[496] Sühreverdî (el-Maktûl), Anka Kuşunun Sesi, s. 52.
[497] Sühreverdî (el-Maktûl), Anka Kuşunun Sesi, s. 53.
[498] Abdürrezzâk
Kaşânî, Şerh-i Menâzilü’s-Sâirîn, İntişârâtı Hamid, Tahran, 1345,
s. 160-161.
[499] Saîdüddîn
Fergânî, Müntehâ’l-Medârik, (çev) Mustafa Yalçınkaya, Litera Yaıncılık,
İstanbul, 2018, s. 452.
[500] Belhî, İlhâmât-ı
Kâdiriyye, s. 67; Okurkan, a.g.e., s. 56.
[501] Belhî, a.g.e., s. 103; Okurkan, a.g.e.,
s. 92.
[502] Seyyid Ahmed Muhtâr
Belhî, İlhâmât-ı Kâdiriyye, s. 42; Okurkan, a.g.e., s. 31.
[503] Ahzâb, 33/56.
[504] Bkz. Buhârî, “Bed ü ’l-halk”,
1, “Tevhîd”, 22; Tirmizî, “Menâkıb”, 74.
[505] Saîdüddîn Fergânî, Müntehâ’l-Medârik, s. 484.
[506] Kuşeyrî, Kuşeyrî Risâlesi, s. 212.
[507] İbn Arabî, Fütûhat-ı Mekkiyye, c. 9, s. 249-252.
[508] Semih Ceyhan, “Telvîn”, TDV İslam Ansiklopedisi, 2011, c.
40, s. 409-410.
[509] Belhî, İlhâmât-ı Kâdiriyye, s.65; Okurkan, a.g.e.,
s. 54.
[510] Süleyman Ateş, İslâm Tasavvufu, Kılıç Kitabevi, Ankara, 1976,
s. 86.
[511] Vahit Göktaş, Kelâbâzî ve Tasavvuf Anlayışı, Doktora Tezi,
Ankara Üniversitesi Sosyal Bilimler Enstitüsü Temel İslam Bilimleri (Tasavvuf)
Anabilim Dalı, Ankara, 2007, s. 302.
[512] Belhî, İlhâmât-ı Kâdiriyye, s. 44.
[513] Kâşânî, Elf Makâm, s. 311.
[514] Hasan Lütfi Şuşud, İslam
Tasavvufunda
Hacegan Hanedanı, s. 20.
[515] Belhî, İlhâmât-ı
Kâdiriyye, s.103;
Okurkan, a.g.e., s. 92.
[516] Belhî, Yenâbiü’l Hikem, s.171; Belhî, Şems-i
Rahşân, s.
113-325 ; Belhî, Gülşen-i Esrâr, s. 455.
« Prev Post
Next Post »
Yorumlar
Yorum Gönder