Print Friendly and PDF

ARAMAKLA BULUNMAZ -İsmail Kara

|


Babanzâde Ahmet Naim Bey’in secdeden Hakk’a yürüdüğünü öğreneli çok olmuştu; dostlarından Elmalılı Hamdi Efendi’nin vefatına yazdığı meşhur tarih beytini de:
Verdi ser Hamdi bu tarihe cihan
Secdeden gitti Hûda’ya Naim
Fakat bu vefatın arkasında rüyalarla, sayılarla örülü çok katmanlı bir “müslüman tarihi”nin olduğunu yakın zamanlarda öğrendim. İşte bu “tarih”in tabakalarını kendi kronolojisine göre değil de benim öğrenme seyrime göre tahkiye edeceğim.
1.1933 Üniversite reformuyla tasfiye edilenler arasında 1911 ’den beri Darülfünun felsefe grubu hocası olan Ahmet Naim Bey de vardı. Fakat Buharî muhtasarı Tecridi Sarih tercümesi ve şerhi gibi büyük ve muhalled [Ebedî. Dâimî. Bâki. Sürekli olarak kalan] bir işle iştigal ediyor oluşu bu tasfiyeyi muhtemelen gözünde küçültmüştü. Çok az insana nasip olacak bir işin, bir mazhariyetin dünyasında yaşıyordu.
Tercüme “Hasta namazı” bölümüne gelmişti. Kendisi de hasta idi, kalp rahatsızlıkları gittikçe daha fazla kendini hissettiriyordu. Hadisin “[Efendimiz] sonra ikinci rekâtta da evvelkisi gibi yapardı” kısmını tercüme etti, muhtemelen öğle namazının geçmekte olduğunu farketti, metnin tercümesini tamamlamadan kalktı ve namaza durdu, ikinci rekâtın secdesinde de teslimi ruh etti (14 Ağustos 1934, Pazartesi). Hadisin devamını tercüme ederek tamamlayan merhum Kâmil Miras düştüğü dipnotta şunları söylüyor:
“Mütercim merhumun müsveddesi burada hitam buluyor. Bu hadisin tercemesi tarafımızdan ikmâl ve izah edilmiştir. Bir seneden fazla bir zamandan beri hasta bulunan merhum, 1934 senesi Ağustosunun 14üncü Pazartesi günü öğle namazı kılarken ikinci rekâtte secdede teslimi ruh etmişti. Salatı marîza (hasta namazına) dair olan yukarı ki hadisin tercemesi ikmâl edilmeyip de ikinci rekâtte bırakılmasiyle hâdise-i vefatın bu suretle vukuu arasında âşikâr bir alaka vardır. Cenabı Hak ilâhı rahmetine müstağrak buyursun. Âmin” .
[Sahih-i Buharı Muhtasarı Tecrid-i Sarih Tercümesi ve Şerhi,8. bs. Ankara, Diyanet İşleri Başkanlığı Yay., 1983, III, 402 / dn.]
2. Cinuçen Tanrıkorur ağabeyin cenazesinde (29 Haziran 2000) duyduğum bir rüyayı ve tabirini daha yakın bir kaynaktan tahkik etmek ve detay bilgiler almak için Sadettin Ökten ağabeye açtım; onun verdiği bilgilerle daire genişledi. Şöyle ki: Merhum Naim Bey, Tecrid tercümesinin daha başlarında iken hastalıkları yüz gösterince tercümeyi bitirip bitiremiyeceğine dair tereddütlere düşmüş ve işaretler almak üzere istihareye yatmış. Âlemi mânada Peygamber Efendimiz’i görmüş. Fatih Camii’nde Efendimiz namaz kıldırıyor, Naim Bey de ilk safta cemaatı arasında. Efendimiz birinci rekâtı kıldırıp ikinci rekâta kalktıktan sonra geri dönmüş ve Naim Bey’e enfiye ikram etmiş... Rüya bu kadar. Fakat bütün unsurlarıyla ne görkemli ve nezih bir rüya değil mi?
Naim Bey rüyayı, Galatasaray Lisesi’nde birlikte Arapça hocalığı yaptıkları meslektaşı ve dostu Celal Hoca’ya anlatmış ve tabir için Cerrahî Âsitanesi şeyhi Fahrettin Efendi’ye sorması ricasında bulunmuş. Fahrettin Efendi rüya naklini duyar duymaz “ömrü tercümeyi tamamlamaya vefa etmeyecek, erken göçecek, fakat bunu bu şekilde kendisine söylemeyiniz” demiş. Celal Hoca yumuşak bir üslupla tabiri kendisine iletmiş (Ne yazık ki bu tabiri nasıl karşıladığına dair bilgimiz yok). Efendimiz’i rüyada namaz kılarken görmesi de namazda göçeceğinin işareti imiş.
Sadettin ağabeye sordum: Rüyada enfiye görmek menfi bir şey mi? “Öyledir” dedi. “Az da olsa işin içinde biraz kerahiyet var ya! Bunlar inkıtaa işarettir. Süt ve sütten mamul şeyler görmek ise devamlılığa ve iyiye işarettir”8 Bu rüyanın, rahmetli Mahmut Bayram hocadan naklen eksik ve kısmen farklı bir başka anlatımı için bk. Mustafa Özdam ar,  Celal Hoca Kuşağı.İstanbul, M arifet Yay., 1993, s. 196.]
O yaz Celal Hoca Ada’da bir yazlık kiralamış. Kızkardeşi de yanında. Kızkardeşi her sabah kahvesini içer, fincanı ters çevirir, sonra da kaldırıp fala bakarmış. O sabah fincanı kaldırınca, “Ağabey, bugün çok sevdiğin bir zatın vefat haberini alacaksın” deyivermiş. Rüyanın bir tür hakikat olduğunu bilenler için ne kadar ürpertici değil mi? Celal Hoca o gün içindeki kanayacak bölgeleri yoklaya yoklaya ilk vapurla İstanbul’a gelmiş ve “sahabeden biri” dediği Naim Bey’in Hakk’a yürüdüğü haberini almış...
3.         Bilginin de merdivenleri, basamakları ve tabakaları vardır şüphesiz. Bilmek var, bilmek var... Benim “Secde” şiiriyle alakalı malumatımın basamakları tükenecek gibi değil. Hasbelkader bir basamak daha tırmandıkça başdöndürücü unsurlar ziyadeleşiyor.
“Şiirlerini, Akif bazı kimselere ithaf etti. (...) Bunlar, Akif’in ölünceye kadar seveceği insanlardır; bu sevgiler de senelerin neticeleri. (...) Fakat bu ithaflarda Naim’in adı yok. Niçin mi? Çünkü Naim o kadar çok yüksek yerde oturuyordu ki onun eşiğine uzatacağı şiiri Akif bir türlü yazamıyordu. Nihayet ihtiyarlığında Mısır’da yazdı: ‘Secde’. Bunu Fuat Şemsi’ye gönderdi; Naim’e gösterilecek, beğenirse ona ithaf edilecekti. Naim ‘Secde’yi o kadar beğeniyor ki, Akif’in yazısıyla olanı alıkoyuyor, suretini çıkarıp Fuat Şemsi’ye veriyor. Amma Akif, her zamanki bedbinliğiyle meseleyi anlıyor: Naim’in geç kalan cevabı ‘manzumeyi beğenmedi’ demekti; ve şiirini Naim’e ithaf etmekten çekinerek kitabında bastırıyor” .[ Mithat Cemal [Kuntay],  Mehmet Akif-İstanbul, Semih Lütfi Kitabevi, 1939, s. 127-28.]
Bu satırları okuyunca “lâhavle” çekip kalktım, ne kalkması fırladım ve Safahat'a sarıldım. (Çok etkilendiğim ve ‘Hicran’ ve ‘Gece’ gibi her seferinde ancak giryan olarak bitirebildiğim bu şiir şimdi bambaşka bir mâna ve mahiyet kazanmıştı). “Şuhûdundan cüdâdır çok zamanlar var ki, imanım” mısraıyla akmaya başlayan kanlı gözyaşı nehri sarp kayalıklardan haykırarak, düzlüklerden inleyerek nihayete varıyor:
İlâhî! Serseri bir damlanım, yetmez mi hüsranım?
Bırak, taşsın da coştursun şu vahdetzârı imanım
Bırak, hilkatte hiç ses yok, bırak, meczubunun feryad...
Bırak, tehlîlim artık dalgalansın, herçi bâd âbâd!
Kıyılmaz lâkin, Allahım, bu gaşyolmuş yatan vecde...
Bırak, “hilkat”le olsun varlığım yekpare bir secde!
Akif, diyarı gurbette en yakın dostu Babanzâde’nin vefatı haberini aldıktan sonra Şerif Muhiddin’e yazdığı mektupta, “Naim’in vefatı beni çok sarstı; hanümânım yıkılmış da ben altında kalmışım sandım” demiş . [Vefatından kısa bir müddet önce kendisini Alemdağında ziyaret eden Mahir İz’e ise “Naim’in vefat haberi üzerime dağ gibi yıkıldı” demiş; bk. Mahir İz, Yılların izi, 2. bs. İstanbul, Kitabevi Yay., 1990, s. 145.] Bunu biliyoruz ve fakat yıllar önce ona ithaf ettiği şiirin secde ile başlayıp secde ile bitmiş olması “kehanet’ine ne dediğini bilmiyoruz.
Yok yok ben biliyorum: Ecdat garip insanlardır, “Hacıbaba! Sen cevap vermedin ama görüyorsun ya, abdala malum oluyor, bizden habersiz Secde’den gidiyorsun!” demiş, yere bakarak ve dahi Eşref Edip’in İstanbul’dan gönderdiği adi bastona kuvvet verip tebessümle ağlamak arası bir eda ile geçip gitmiştir!
Zeyl
Söz oraya nasıl intikal etti hatırlamıyorum; bu hususi tarihi Cuma dönüşü (Temmuz 2000) karşılaştığımız büyük şair ve fikir adamına ayaküstü anlattım. Ziyadesiyle etkilendi ve şunları söyledi:
“Bunlar müslüman adamlar kardeşim! Bir defa gerçek ‘rüya’lar görüyorlar, görebiliyorlar. Bugünün İslamcıları İslâmın daha düne kadar hayatın içinde ne kadar ciddi ve derin olarak yer aldığının farkında değiller, İslâmî yaşanmamış bir şey zannediyorlar. Bunu bir anlasalar?!”.
Sh:11-15
**********
Küçük yaşlarda bir çocuk Kadir gecesi ile nasıl bağ kurabilir? Heyecanlı bir hikâyeye dönüşmüş “hakikat”leri anlatmak en iyi yol olmalı. Bize de anlatılan bir “hikâye” vardı; çok erken yaşlardan itibaren duymaya başladığımız ve zaman içerisinde keşfetmeye koyulduğumuz bir hikâye... Çok yakınımız olan genç hanım aynı büyük hadiseyi yeniden yaşarcasına heyecanla anlatıyor:
Yaz aylarına rastgelen bir Ramazandı. Sıcak ve uzun... Yayla yaptırmakta olan komşumuz, mahallenin kadınlarını ve kızlarını tahta taşımaya çağırdı. Yayla tahtası hem kalın hem de uzun olduğu için her kadın taşıyamaz. Yaylanın keresteleri de öyledir; güçlü kuvvetli ve dayanıklı erkek ister... Ramazan olduğu için sahuru biraz erken yapıp güneşe yakalanmadan gideceğimiz yere varmalıydık. Yaklaşık iki saatlik bir mesafe.
Sahuru yaptık ve yola çıktık. Önde erkekler, arkada otuz civarında kadın. Gürgenler, çamlar, kızılağaçlar, kestaneler ve fundalıklarla çevrili orman yoluna girdik. Bildiğin patika yol... Ay ışığının aydınlığında yokuş yukarı gidiyorduk. Taşların arasından dökülen soğuk ve tatlı sulardan birine yaklaştığımızda beraber gittiğimiz yaşlı hala benimle bir arkadaşımı geriye çekerek “onlar gitsin, biz burada namazımızı kılalım” dedi. Yavaşladık ve suyun başına geldiğimizde oturduk.
Hala abdestini aldı. Biz almaya başlamıştık ki ortalık birden kıpkırmızı kesildi... Aman Allahım!... Ateşin içine düşmüştük. Orman, dağlar taşlar yanıyor gibiydi... Şaşkınlık içinde halanın sesini duyduk: Kızlar! Gök kapısı açıldı, hemen duanızı yapın! Onun baktığı tarafa doğru baktık. Göğün bir noktasında narın ikiye ayrılması gibi kor halinde bir yer gördük. Şaşkın ve heyecanlı idik, kapı da kapanmaya başlamış gibiydi...
Hala içten gelen bir iniltiyle duasını tekrarlıyordu: Ya rabbi! Günahlarımı affet, Cennetine ko beni!... Yanımdaki gelinin yıllardır erkek çocuğu olmuyordu, o da bir erkek evlat istedi. Ben bekârdım, helal süt emmiş ve “okunmuş” * birinin kısmetime düşmesi için sessizce yalvardım.
* Mahalli dilde okunmuş, hafızlık yapmış, dinî ilimler tahsil etmiş kişi için, bir de okunup üflenmiş su, tuz vb. için kullanılır. Okullaşma oranı arttıkça normal (laik!) tahsil almış kişiler için de "okunmuş” kelimesi kullanılacaktır.
Bunları yapana kadar gök kapısı da kapandı. Kendimizi toparladık, abdestlerimizi aldık, namazlarımızı kıldık. Yola koyulurken hala bizi uyardı: Gök kapısını görmek bir kısmettir kızım, herkese nasip olmaz, herkese de anlatılmaz. Onun için yetişeceğimiz kadınlar bahis açmazsa siz de bir şey söylemeyin, belki de onlar görmemiştir... Gerçekten de yüz, ikiyüz metre ilerimizdeki bu kalabalık herhangi bir şey görmemişti.
Halanın duası öteki dünyaya ait idi. Çocuk isteyen gelinin bir sene sonra oğlu oldu. Adını Zelkif koydular. Ben de helal süt emmiş ve okunmuş birine düştüm. Beni gelin olarak isteyen Kutuz’un evi bir ay kadar önce yanmış, kül olmuştu. Komşularının evine gelin gidecek, yeni bir ev yapmak için yırtınacaktım. Arkadaşlarımdan bazıları da bana bu durumu hatırlatmışlardı. Ben duymazlıktan geldim, çünkü gök kapısı açıkken “okunmuş” birini istemiştim ve taliplim okunmuştu. Zaten gök kapısını görüp de dua edenlerin duası aynen kabul olur...
*
Bu hadisenin ve anlatımın etkisi ve cazibesi yüzünden olmalı ki okumakla ünsiyet peyda ettikten sonra gök / rahmet kapısı ile ilgili bilgiler, anekdotlar dikkatimi çekiyordu. Belki de bir dayanak, sağlam bir kaynak arıyordum. Rastladıklarım daha çok folklor, edebiyat ve türkü malzemesi idi. Fakat Elmalılı Hamdi Efendi’nin Kadir suresi tefsirinde verdiği kısa bilgilere kavuşunca çok heyecanlanmıştım. Merhumun yazdıklarını biraz sadeleştirerek aktarıyorum:
“İbn Haceri Heytemî (r.a.) Tuhfetu'l Muhtac'da der ki: “Kadir gecesini görenin bunu gizlemesi sünnettir. Çünkü onun kemali ve faziletine ancak Allah Teâlâ’nın muttali kıldığı kimseler nâil olur.
“Kadir gecesini görmenin ne demek olduğu konusunda da ulema hayli görüşler ileri sürmüştür. Alusî’nin beyanından açıkça anlaşılan şudur: Onu görmek demek ona mahsus olan nurları ve meleklerin yeryüzüne inmesi gibi hususi şeyleri bilmeyi ifade eden alametleri görmek demektir. Veya böyle bir ilmi ifade eden ve hakikati ancak ehline malum olan bir keşfe ermektir”.
Elmalı Hamdi merhumun, sırrîliği sürdürmek için ifadesini bilerek muğlaklaştırdığını sanıyorum.
*
O muğlaklaştıran ben sırrı faş edeyim: Çok yakınımız olan anlatıcı genç hanım anamdır.
Sh:16-18

Kaynak: İsmail Kara, ARAMAKLA BULUNMAZ, I. Baskı Aralık 2006, İstanbul

Önceki Yazı
« Prev Post
Sonraki Yazı
Next Post »

Benzer Yazılar

Yorumlar