Muhyiddin İbnü’l Arabî, Futuhât-ı Mekkiyye'den
| |
Muhyiddin İbn Arabî kaddesellâhü
sırrahu’l azîz, Futuhât-ı Mekkiyye’sinde beyan buyurduğu hikmetlerden
Herhangi bir yerde Allah Teâlâ’ya
karşı bir günah işlediğinde o yeri terk etmezden önce bir ibadet yapman
gerekir!
Böyle yapınca o mekân aleyhine
şahitlik edeceği kadar lehinde de şahitlik eder. İbadeti yaptıktan sonra oradan
ayrılabilirsin. Aynı şey giydiğin elbise için geçerlidir. Allah Teâlâ’ya,
giymiş olduğun bir elbise içindeyken asi olunca, söylediğim üzere, elbisenin
içindeyken bir ibadet yapmalısın. Kestiğin tırnakların, kılların, tıraş ettiğin
saçın, sakalın, bıyığın, yıkanırken üzerinden ayrılan kirlerin vs. bunlardan
herhangi birisi bedeninden ayrılırken taharede ve Allah Teâlâ’ı zikretme
halinde bulunmalısın. Onlar seni nasıl terk ettiklerini sana soracaklardır.
Bu durumlarda yapabileceğin en kolay ibadet emri hakkında Allah Teâlâ’nın
tövbeni kabul etmesi için dua etmendir. Bu durumda O’nun emrine bağlanırken
zorunlu bir işi yerine getirmiş de olursun. O emir ‘Rabbiniz
size bana dua edin, size icabet edeyim’ ayetinde
ifade edilir. Demek ki Allah Teâlâ sana kendisine dua etmeni emretmiştir.
Ayetin devamında da şöyle der: ‘Bana ibadete karşı büyüklenenleri
cehenneme sokacağım.’ Burada ibadet ile kastedilen duadır
ve benim karşımda zelil olup bana muhtaç olmaktan sarf-ı nazar edenler
demektir. Dua ibadet diye isimlendirilmiş, ibadet de zillet, eziklik ve
yoksulluk anlamına gelir. Onlar cehenneme zelil ve hor bir şekilde
gireceklerken emredileni yapanları ise Allah Teâlâ izzetli bir halde cennete
girmekle ödüllendirir.
Otuzaltıncı Sifr,
“Tavsiye”den (c.XVIII, s.181)
…
Erdemli bir
gençten şöyle bir olay anlatılır: Kurban bayramında Mina’da bulunuyormuş. Bu
genç fakir, bekâr ve dünyalık hiçbir şeye sahip olmayan birisiymiş. İnsanların
Allah Teâlâ’ya deve, inek, koyun ya da sahip oldukları hayvanları keserek
yaklaşmaya çalıştıklarını görmüş. Bunun üzerine şöyle demiş: ‘Allah Teâlâ'm! İnsanlar bu günde
kendilerine verdiğin nimetlerden sahip olduklarıyla sana yaklaşmaya çalışıyor.
Bu yoksul-çaresiz kulunun ise, sana kurban olarak canından başka verebileceği
hiçbir şeyi yok, bari onu kabul et!’ Sözünü
bitirir bitirmez, vefat etmiş. Allah Teâlâ da onu kendi uğruna öldürülen
şehider gibi kabul etmiştir.
Bu konuda
şöyle bir beytimiz vardır:
Kurban olarak ayıplı bir nefis sunuyorum
Ayıplı şeyleri kurban eden kimse görülmüş müdür?
Bir şair buna
benzer şeyler söylemiştir: Mina’da bu gencin gördüğünü görmüş ve şöyle
demiştir:
Kurbanlar
sunuluyor. Ben ise, kanımı ve canımı sunuyorum.. .
41. Kısım.
(c. IV, s. 41)
……
Kaynaklar:
Muhyiddin İbnü’l Arabî, Futuhât-ı Mekkiyye
Futuhât-ı Mekkiyye Tercümesi, hzl: Ekrem
Demirli, 2011,İstanbul
Muhyiddin İbn Arabî kaddesellâhü
sırrahu’l azîz, Futuhât-ı Mekkiyye’sinde beyan buyurdu ki:
İnsan kendisi hakkında Rabbine insaf
gösterdiğinde ya da kendine kendisi nedeniyle insaf gösterdiğinde, halini
bilir. Hatta halini başkalarından çok daha iyi bilir. Bunun tek istisnası
Allah Teâlâ’yı bilenlerdir. Onlar, onu kendinden daha iyi tanırlar. Çünkü
ariflerin kalplerinde bir takım gözleri vardır ki mârifet onlar adına bu
gözleri açmıştır. Bu gözler vasıtasıyla senin kendinden bildiğin hususları
senden öğrenirler. Çünkü sen bu göze sahip değilsin. Bu nedenle Cüneyd-i
Bağdadi, ‘Ârif, sen susarken senin sırrını söyleyendir’ der. Susmak sözün olmayışıdır. Bunun anlamı şudur: Ârif senin kendinden bilmediğini senden bilen kişidir. Örnek
olarak, mizacın bozukluğu hakkında sana gizli kalan şeyi sana baktığında
doktorun bilmesini diyerebiliriz. Sen ise onu bilmezsin. Ârifler,
nefslerin doktorlarıdır.
Doksan Sekizinci Kısım,108. Bölüm,
c.VII, sh. 241
“Sahabe bizden daha
üstündür.” Çünkü onlar, zatı, biz ise ismi elde etmişiz, (öğrenmişiz). Biz de
onların zata riayet ettiği gibi isme riayet edersek ecrimiz artar. Ayrıca
onlarda bulunmayan uzaklık sıkıntısı nedeniyle ecrimiz kat be kat artar.
Dolayısıyla biz, (peygamberin) kardeşleri, onlar ise arkadaşlarıdır. Hz. Peygamber sallallâhü aleyhi
ve sellem bize özlem duyar. Bizden birisine kavuştuğunda ne kadar sevinecektir!
Nasıl sevinmesin ki?
Özlem duyduğu kimse kendisine kavuşmuştur. Artık ona ikramı ve iyiliği hesap
edilebilir mi?
Aramızdan bir amel
sahibi, Peygamberin sahabesinin ameliyle amel eden kimseye göre elli kat
mükâfat alır. Bu ecir, onların ecrinin aynısı değil, bilakis benzeridir. Bu
nedenle Hz. Peygamber sallallâhü aleyhi ve sellem şöyle buyurur: ‘Hatta sizden bile (daha çok
olabilir): Ciddi olunuz ve çalışınız.’ Böylelikle sahabe şunu anlamıştır: Kendilerinden sonra öyle
insanlar gelecektir ki, onlar, Hz. Peygamber sallallâhü aleyhi ve selleme
yetişmiş olsaydı, sahabe onları geçemezdi. Mükâfatlandırma da buradan
kaynaklanır. Allah Teâlâ yardım istenilendir.
Onuncu Kısım, c.I, Sh:307
Adem’in bedeni
ortaya çıktığında, kendisinde cinsel arzusu yoktu. Hâlbuki Allah Teâlâ’nın ilminde, bu
dünya hayatında üreme, çoğalma ve cinsel ilişkinin olacağı takdir edilmişti. Bu
dünyada cinsel ilişki, türün varlığını sürdürmesi içindir. Bu nedenle Allah
Teâlâ, Âdem’in sol kaburgasından Havva’yı çıkartmıştır. Allah Teâlâ’nın ‘Erkeklerin kadınlar üzerinde bir
derecesi vardır’
buyurduğu gibi kadın bu nedenle erkekten bir derece eksiktir. O halde kadınlar,
hiçbir zaman erkeklere katılamaz [seviyesine çıkamaz]. Havva, kaburgadaki
eğiklik (ve de düşkünlük) nedeniyle kaburgadan meydana gelmiştir. Bu sayede
çocuğuna ve kocasına muhabbet besler. Bu meyanda erkeğin kadına düşkünlüğü,
gerçekte kendisine düşkünlüğüdür. Çünkü kadın erkeğin bir parçasıdır.
Kadının erkeğe düşkünlüğü ise kaburgadan yaratılmış olmasından kaynaklanır.
Erkekte kaburga, sevgi ve düşkünlük demektir.
Allah Teâlâ Havva’nın
kendisinden çıktığı Âdem’deki yeri, Havva’ya arzu ile doldurmuştur. Çünkü
varlıkta boşluk kalamaz. [Varlık boşluğu kaldırmaz] Allah Teâlâ o boşluğu arzu ile doldurulduğunda,
Âdem kendisine özlem duyar gibi Havva’ya özlem duymuştur. Çünkü Havva kendisinden bir
parçaydı. Havva da, kendisinden geldiği vatanı olduğu için, Âdem’e sevgi duydu.
Şu halde Havva’nın sevgisi vatan sevgisi, Âdem’in sevgisi kendisini
sevmesidir. Bu nedenle erkek, kendisinin aynı olduğu için, kadına
sevgisini gösterebilirken, kadına ise erkekleri sevmede hayâ diye ifade edilen
güç verilmiştir. Böylelikle gizleme gücü artmıştır. Çünkü Âdem’in kadınla
birleştiği tarzda vatan ile birleşilemez.
Allah Teâlâ ö
kaburgada Âdemin bedeninde biçimlendirdiği ve yarattığı her şeyi
şekillendirmiştir. Allah Teâlâ’nın kendi suretinde Âdem’in bedenini yaratması,
çömlekçinin toprak ve taşta meydana getirdiği şeye benzer. Havva’nın bedeninin
yaratılışı ise marangozun ahşapta yonttuğu şekillere benzer. Allah Teâlâ onu
kaburgada biçimlendirip ve ona suretini yerleştirdiğinde ve onu düzenleyip
dengeye kavuşturduğunda, ona ruhundan üflemiştir. Böylelikle Havva diri,
düşünen ve türemeden ibaret olan doğumun meydana gelmesi için ekin ve ziraat
mahalli olarak var olmuştur. Âdem onda, o da, Âdem’de dinginlik buldu. Böylece
Havva, Âdem için bir elbise olduğu gibi Âdem de onun için bir elbise olmuştur.
Allah Teâlâ şöyle buyurur: ‘Kadınlar sizin için siz de onlar için bir elbisesiniz.’ Âdem’in Havva’ya duyduğu arzu, bütün
parçalarına yayılmış ve onu istemiştir.
Onbirinci Kısım, c.I, sh: 360
Melekler nurlara,
cinler rüzgârlara, insanlar ise bedenlere üflenmiş ruhlardır. Şöyle
denilmiştir: Havva’nın Âdem’den ayrışması gibi (kaburga kemiğinden var olması)
ilk var olan cinden bir dişi ayrışmış (meydana gelmiş) değildir. Bazı kimseler
şöyle iddia etmiştir: Allah Teâlâ cinlerden ilk yaratığı kimsede bir ferc
yaratmış, onun bir parçası diğeriyle cinsel ilişkiye girmiş ve böylelikle
Âdem’in zürriyeti gibi dişi ve erkek doğurmuş, sonra doğanlar birbirleriyle
cinsel ilişkiye girmiştir. Dolayısıyla cinlerin yaratılışı hünsa idi. Bu nedenle cinler ara âlemdendir:
Hünsa dişiye ve erkeğe benzediği gibi cinler de insana ve meleklere benzer.
Onikinci Kısım, c.I sh:383
Melâmîler diye
isimlendirilen Allah Teâlâ’nın kulları, veliliğin en ileri derecelerine
yerleşmiş kimselerdir.
Artık bulundukları derecenin
üzerinde sadece peygamberlik derecesi kalmıştır. Bu mertebe, velilikte
yakınlık makamı diye isimlendirilir. Onlara işaret eden ayet, ‘çadırlarda saf ve çekingen,
yumuşak huylu eşleri’ ayetidir. Allah Teâlâ, cennet
kadınları ve hurilerinin özellikleriyle kendisine çekip koruduğu ve bir göz
görür de kendilerini meşgul eder korkusuyla, âlemin köşelerinde ilahi
kıskançlığın koruma çadırında hapsettiği Allah Teâlâ adamları’nın (Ricâlullah)
nefislerine dikkat çeker. Hayır!
Yemin olsun ki,
yaratıkların onlara bakmaları onları meşgul edemez. Fakat konumlarının
yüksekliği nedeniyle, insanların melâmilerin üzerlerindeki haklarını yerine
getirebilmeleri mümkün değildir. Böylece kullar, hiçbir zaman ulaşamayacakları bir sorumlulukla yüz yüze
gelir. Bunun üzerine, onların görünen tarafları alışkanlık ve ibadet
çadırlarında hapsedilmiştir. Söz konusu çadır, zahiri amellere, farz ve
amellere sabırla devam etmedir. Bu nedenle
Melâmîler âdeti aşmayı bilmedikleri gibi bundan dolayı hürmet de görmezler. Kendilerinden bir bozukluk ortaya
çıkmadığı gibi, genelin örfünde tanımlanmış iyilik (yapmaları nedeniyle) ile
parmakla gösterilmezler. Onlar gizliler, iyiler, âlemde güvenilirler ve
insanlar içinde bilinmeyenlerdir.
Hz. Peygamber
sallallâhü aleyhi ve sellem kutsî bir hadiste Rabbinden şöyle aktarır: ‘Benim katımda en gıpta edilir
velim, namazdan payı olan, gizlide ve açıkta Rabbine güzelce ibadet ve itaat
eden ve insanlar içinde gizli kalan bir mümindir.’ Kastedilen şudur: Söz konusu
kimseler, insanlar arasında ibadetlerinin büyüklüğüyle tanınmadığı gibi açıkta
ve gizlide Allah Teâlâ’nın yasakladığı şeyleri işlemeyen kimselerdir.
Arifin kim olduğu
sorulduğunda adamlardan biri, onları nitelerken şöyle demiştir: ‘Arif,
dünya ve ahirette yüzü kara kimsedir.’ Bu ifadesiyle, sözü edilen grubun halleri hakkında
zikrettiğimiz şeyi kastetmişse, o zaman ‘yüz karalığı’ deyimiyle, arifin
dünya ve ahirette bütün vakitlerini Hakkın tecellilerine ayırmasını kastetmiş
olmalıdır. Bize göre insan, kendisine tecelli ettiğinde Hakkın aynasında
kendisinden ve makamından başkasını göremez. İnsan, var olanlardan biridir
ve oluş, Hakkın nurunda karanlıktır. Dolayısıyla insan, ancak kendi karanlığını
görebilir. Çünkü bir şeyin yüzü, onun zatı ve hakikati demektir.
İlahi tecelli, özel
olarak sadece bu grupta sürer. Dolayısıyla onlar, tecellinin sürekliliği
hakkında ifade ettiğimiz üzere, dünya ve ahirette Allah Teâlâ ile beraberdir.
Onlar Efrâd’ dır (Tekler).
Yüz karalığı ile
efendilik, yüz ile insanın hakikati kastedilirse, bu durumda hadisin anlamı, ‘dünya
ve ahirette o efendidir’ demek olur. Bu yorum mümkün olsa bile, efendilik,
özel anlamda sadece Peygamberler için geçerli olabilir. Binaenaleyh efendilik,
onların yetkinliği iken velilerde bir eksikliktir. Çünkü peygamberler, hüküm
koyma nedeniyle görünmek ve üstün olmak zorundadır. Velilerin ise, böyle bir
zorunluluğu yoktur.
Onaltıncı Kısım, c.II, sh. 69-70
Hz. Peygamber
sallallâhü aleyhi ve sellem, efendisinin dövdüğü bir cariyeye şöyle demiş: ‘Allah Teâlâ nerededir?’ Kadın göğü işaret etmiş. Bunun
üzerine Hz. Peygamber sallallâhü aleyhi ve sellem, kadının işaretini kabul edip
sahibine şöyle demiştir: ‘Onu azad et, çünkü mümindir.’
Neredeliği soran kişi,
Allah Teâlâ’yı en iyi bilen insan ve Allah Teâlâ’nın peygamberidir. Bazı
şekilci âlimler, cariyenin göğü göstermesini ve Hz. Peygamber sallallâhü aleyhi
ve sellemin bu ifadeyi onaylamasını ibadet edilen ilahların yeryüzünde
bulunmasıyla (buna mukabil Allah Teâlâ’nın gökte olması şeklinde) tevil
etmiştir. Böyle bir tevil, gerçeği bilmeyen kimsenin tevilidir. Arapların Şi’ra adında ve rablerin rabbi olduğuna inandıkları gökteki bir yıldıza
taptıklarını biliyoruz. Bu âdeti Ebû Kebşe çıkarmıştı. Ben de onların gökteki
bu Tanrı’ya yakarışlarına vakıf oldum. Allah Teâlâ şöyle buyurmuştur: ‘Şira (yıldız)mn Rabbi O’dur., Gökteki bir yıldıza tapılmasaydı,
bu kişinin yaptığı tevil caiz olabilirdi.
Şira’ya tapma
âdetini çıkaran Ebû Kebşe, Hz. Peygamber sallallâhü aleyhi ve sellemin ana tarafından atasıydı.
Bu nedenle, dedesi Şi’ra’yı tapmayı ortaya çıkardığı gibi kendisi de tek ilaha
tapmayı ortaya koyduğunda Araplar onu Ebû Kebşe’ye nispet edip şöyle derlerdi:
‘Ebû Kebşe’nin
oğlu ne yapıyor!’ sallallâhü aleyhi ve sellem
Onyedinci Kısım, c. II, sh: 77
Hz. Muhammed
sallallâhü aleyhi ve sellemin şeriatı, önceki bütün şeriatları içermiş, önceki
şeriatların sadece Muhammedî şeriatın onayladığı hükümleri bu dünyada sabit
kalmıştır. Biz de onları getiren peygamber kendi vaktinde o hükümleri ortaya
koyduğu için değil, Hz. Muhammed sallallâhü aleyhi ve sellemin onları
onaylaması yönünden söz konusu hükümlerle ibadet ettik. Bu nedenle Hz.
Peygamber sallallâhü aleyhi ve selleme bütün hakikatleri toplama özelliği
verilmiştir.
Günümüzde sorumlu
bütün insan ve cinler Muhammedi’dir ve artık âlemde Hz. Muhammed’in şeriatının
dışında ilahi bir şeriat olmadığına göre, bir Muhammedâ herhangi bir amel
işlediğinde, Muhammed ümmetinden olan bu amel sahibi ameli işlerken kalbinde ve
yolunda kendisine açılan hususlarda, daha önceki peygamberlerden birinin yoluna
tesadüf etmiş olmalıdır. Muhammedî şeriat, söz konusu yolu içermiş, onun yolunu
onaylamış, böylelikle sonucu kendisine eşlik etmiştir. Amel sahibine bu ameli
nedeniyle bir bilgi geldiğinde, o şeriatın sahibine nispet edilir ve İsevî veya
Musevî veya İbrahimî denilir. Bunun nedeni, kendisi için belirginleşen ve ona
görünen ilimlerin Hz. Muhammed sallallâhü aleyhi ve sellemin şeriatının
ihatasında olmasıdır.
Böylece Muhammedi, bu
nispet veya nispetler sayesinde başkasından ayrışır. Bunun nedeni bu insanın,
Hz. Musa aleyhisselâm veya başka bir peygamber yaşayıp kendisine tabi olsaydı
Hz. Muhammed sallallâhü aleyhi ve sellemden miras alacağı şeyleri Hz. Muhammed
sallallâhü aleyhi ve sellemden tevarüs ettiğinin öğrenmesini sağlamaktır. O
peygamberlerin şeriatları, Muhammedî şeriattan önce gelince, o arifi vâris
saydık. Çünkü veraset, sonra gelenin önce gelene vâris olmasıdır. Önce olan
kişi, Hz. Muhammed sallallâhü aleyhi ve sellemin onayından önce, sabit bir
şeriata sahip olmasaydı, (şeriat getirmeyen) nebi ile (bir şeriat getiren)
resul denk olurdu. Çünkü hepimizi Hz. Muhammed
sallallâhü aleyhi ve sellemin şeriatının dönemi birleştirmiştir. Nitekim bu dönemde İlyas, Hızır ve
indiği vakit İsa bize denktir. Çünkü vakit, hükümrandır: Hz. Muhammed sallallâhü aleyhi ve
sellemden sonra şeriat getiren bir peygamberlik olamaz.
Bu yolda, iki
şahsın dışında kimseye Muhammedi denilemez: Muhammedî denilen iki şahıstan biri,
önceki herhangi bir şeriatta bulunmayan bir hükmün bilgisinin miras yoluyla
tahsis edildiği kimsedir. Böylece bu kişiye Muhammedî denilir. İkincisi ise,
bütün makamları birleştirip onlardan makamsızlığa çıkan kimsedir. Buna örnek olarak, Ebû Yezid ve
benzerlerini verebiliriz. Böyle birine de Muhammedî denilebilir. Bu iki şahsın
dışındakiler ise, herhangi bir peygambere nispet edilir. Bu nedenle bir
rivayette ‘Alimler
peygamberlerin vârisleridir’ buyrulmuş ve özel bir peygamberin vârisleridir
denilmemiştir. Bu ifadeyle, bu ümmetin bilginlerine hitap edilmiştir. Aynı lafızlarla
aktarılan hadislerde Hz. Peygamber sallallâhü aleyhi ve sellem ‘Bu ümmetin bilginleri diğer
ümmetlerin peygamberidir’, başka bir rivayette ise, ‘İsrailoğullarının peygamberleri
gibidir’ demiştir.
Otuzaltıncı Bölüm, c. II,sh:186
Ek Bilgi:
‘İsrailoğullarının peygamberleri gibidir’ Bu hadis-i şerifin işaretiyle eğer İslâm
alimleri günümüzde ihlasları ve kemâlatları ile kavi olsalardı Yahudiler bu
kadar seslerini çıkartamazlardı. Veliler de durum farklıdır. Onlar Allah
Teâlâ’nın işlerine fazla karışmak istemezler. Ancak alimler şeriat üzere
durdukları için ve peygamber mesabesinde olduklarından dua ve bedduaları
İsrailoğullarını hizaya getirirdi. Maalesef durum şimdilik bu şekilde değil. İhramcızâde İsmail Hakkı
'KALBİNİ BENİM EVİM YAPIP ONU BAŞKALARINDAN BOŞALTANA NE
VERECEĞİMİ KİMSE BİLEMEZ; KALBİ BEYT-İ MAMUR'A BENZETMESİNLER, ÇÜNKÜ ORASI -BENİM DEĞİL MELEKLERİMİN
EVİDİR VE BU NEDENLE DOSTUM ORADA KALMADI' MÜNAZELESİNİN BİLİNMESİ
Kalp senin evin benim değil! Mamur kıl
onu
Senin
zikrettiğin bir şeyi zikretmiyorum ben .
Kendimi zikretmem bir perde iken
Senin beni zikretmen başka!
Senin beni zikretmen en büyük mutluluk
Ben Seni
zikredersem, zikir Senden bize ait
Sen bizim
zikrettiğimiz bir şeyi zıkretmezsin
Halil’in
meskeni Beyt’in zahiri
Kalbinden
dolayı, sürekli tabi olursun
Ona yerleşmez ve
onu imar etmez •
Hamd o
Allah Teâlâ’ya ki O’nu ifade etmez
O, benim kalbimde
onu tasvir eder
Allah Teâlâ bizi ve seni Ruhu’l-kuds ile
desteklesin, bilmelisin ki, Allah Teâlâ’m rahmeti her şeyi kuşatmıştır. O’nun
rahmetinin bir yönü, kulunun kalbini rahmetle yaratmış ve onu rahmetinden daha
geniş yapmış olmasıdır. Çünkü müminin kalbi Hakkı sığdırır. Nitekim Allah Teâlâ
şöyle der: ‘Beni yerin ve göğüm sığdıramadı, mümin kulumun kalbi sığdırdı.’ Allah Teâlâ’nın rahmeti genişliğine rağmen Allah Teâlâ’ya taalluk
edememiş veya O’nu sığdıramamıştır. Çünkü rahmet Allah Teâlâ’dan olsa bile O’na
dönmez. Hâlbuki Allah Teâlâ kulunun kalbinin O’nu sığdırmasını imkânsız
saymamıştır. Çünkü (insandaki parçalar içinde) Allah Teâlâ’dan öğrenen ve
(hakikati) Allah Teâlâ’dan anlayan kalptir. Allah Teâlâ kalbe kendisini
bilmeyi emrederken, ona ancak yapabileceği bir işi emretmiştir. Böylece Hak
kulun kalbinde bilinen ve akledilen olur. Hâlbuki Allah Teâlâ merhamet edilen
diye nitelenemez. Bu durum yaratıklarının rahmetinin O’na ulaşamayacağını
gösterir. Buna mukabil kalplerdeki takva O’na ulaşır. Nitekim Allah Teâlâ ‘Fakat sizden olan takva Allah
Teâlâ’ya ulaşır’ buyurur. Başka
bir ayette Allah Teâlâ’nın şiarları kastedilerek -ki onlar bir tür Allah
Teâlâ’yı bilmedir-‘onlar kalplerin takvasındandır’ denilir. Başka bir ayette ‘Onların kendileriyle
aklettikleri kalpleri yok mu?’ denilir. Allah
Teâlâ’nın kalpleri akledici diye yaratmış olmasının nedeni, kulun onun
vasıtasıyla ilahi hitabı anlayabilmesidir. Allah Teâlâ’nın kula hitap ettiği hususlardan birisi,
rahmeti her şeyi kuşatırken kulun kalbinin O’nu kuşattığıdır. Şu var ki
burada işaret etmekle yetinip açıklamayacağım bir sır vardır, şöyle ki: Allah
Teâlâ bilinmeyi sevdiğini söylemiştir. Sevginin gereği ise tanınan olmaktır.
Bu maksatla Allah Teâlâ âlemi yaratmış, onlara tanınmış, onlar da kendisini
bilmiştir. Öyleyse yaratılmışlar O’nu kendi düşünceleriyle değil, O’nun kendisini
tanıtmasıyla tanımışlardır. Bu durum ‘kalbi
olan veya kulak veren ve şahit olan kimse için işarettir.’
Muhabbet, zevk bilgisiyken bizde olan
ise sevendir. Seven herkes sevginin gerektirdiği şeyi bilir. Buradan rahmetin
genelliği öğrenilir. Başka bir hadis, Allah Teâlâ’nın gazabının kulun O’nu
gazaba getirmesinden kaynaklandığını belirtir. Öte yandan Allah Teâlâ’nın
tercümanı olan peygamberlerin yaratıklar kıyamette kendilerinden şefaat
istediklerinde şöyle diyecekleri aktarılmıştır: ‘Allah Teâlâ bugün daha önce hiç
kızmadığı ve bir daha kızmayacağı şekilde gazaba gelmiştir.’ Bu gazap intikamla ortadan kalkar. Hz.
Peygamber sallallâhü aleyhi ve sellem ‘Sadaka Rabbin gazabını söndürür’ der. Allah Teâlâ kula sadaka verme imkânı ihsan edendir. Bu durumda
kuluna vermeyi nasip ettiği sadakayla gazabını söndüren bizzat Allah Teâlâ’dır.
Böyle ifadeler çoktur. Fakat Allah Teâlâ’nın kulları nezdinde bu kadarı da
O’ndan (olmak üzere yeterlidir). Biz bir ekleme yapmak istemiyoruz, çünkü biz
O’nu kendisinin bildirmesiyle tanıdık. Bu da -yaratılmışın düşüncesinden
değil-O’nun bildirmesiyle meydana gelen bilgidir.
Allah Teâlâ kulun kalbini evi
edinmiştir, çünkü orayı kendisi hakkındaki marifetin mahalli yapmıştır. Kalp
-nazarî bilginin değil-irfanı bilginin yeridir. Allah Teâlâ kalbi koruyarak
başkasının yerleştiği bir yer olmaktan sakınmıştır. Kul (farklı
özellikleri) kendinde toplayan varlıktır (kevn-i cami). Bu nedenle Hakk’ın o
kul için farklı suretlerde, başka bir ifadeyle her bir şeyin suretinde tecelli
etmesi gerekir; çünkü kul her şeyi bilebilecek (kalbe) sahiptir. Eşyayı
bilmenin yeri ise kalpten başkası değildir. Allah Teâlâ, kulun kalbinin
Rabbinden başkasının gireceği bir yer olmasını kıskanır ve bunun için
kendisinin her şeyin sureti ve her şeyin aynı olduğunu öğretir. Böylece kulun kalbi de her şeyi
kuşatır, çünkü her şey, Hakk’tır. Kalp bu durumda Hakk’ı sığdırmış demektir.
Binaenaleyh herkim hakikati bakımından Hakk’ı bilirse, hiç kuşkusuz, her şeyi
öğrenmiş demektir. Hâlbuki herhangi bir şeyi bilen Hakk’ı bilmiş
sayılmaz. Hatta kul, bildiğini zannettiği şeyi bilmiyordur, çünkü onu bilseydi,
onun Hak olduğunu bilirdi. Bir şeyin Hak olduğunu bilmeyince, kulun o şeyi
bilmediğini söyledik. Allah Teâlâ (kendini sığdıran kalpten söz ederken)
‘müminin kalbi’ demiş, müminden başkasını zikretmemiştir. Çünkü Allah Teâlâ’yı bilmek, O’nun
bildirmesiyle gerçekleşebilir. Teorik/nazarî düşünceyle Allah Teâlâ
bilinemeyeceği gibi O’nun öğretişini müminden başkası da kabul edemez. Çünkü
mümin olmayan kişi, genel itibarıyla, Allah Teâlâ’nın bildirmesini kabul
etmez. Böyle bir insan, söz gelişi, Hakka dair verilen bilgiyi imkânsız
sayabilir. Bu bağlamda ‘imkânsız sayanlar’ kısımlara ayrılır: Bir kısmı
peygamberleri suçlayarak onların hayal gücünün otoritesi altında bulunduklarını
ileri sürer. Bu kısım, Allah Teâlâ’nın kendilerini saptırıp hidayet karşısında
körleştirdiği ve en çok zarara uğrayanlardır. Onlar hidayet yolunda kör
olanlardır. Hakikati bilselerdi durumun böyle olduğunu da anlarlardı. Onlar,
bilgisizlik ile dinden çıkmayı bir araya getirmiş, bu nedenle de mutluluktan
nasipleri yoktur. Allah Teâlâ hakkında böyle bir bilgiyi imkânsız sayan başka
bir grup şöyle der: ‘Peygamberler
Allah Teâlâ’yı en iyi bilenlerdir. Bununla birlikte onlar sözlerinde işin
kendinde olduğu durumu ifade etmek yerine insanların anlayış seviyelerine
inmişlerdir. Çünkü gerçeği olduğu durumda ifade imkânsızdır.’ Bu insanlar, kendisine ve peygamberlerine nispet ettiği hususlarda
Allah Teâlâ’yı ve peygamberi tekzip etmiş, bunu yaparken nazik ifadeler
kullanmış kimselerdir. Bu duruma şöyle bir misal verebiliriz: insan saygı
gösterdiği birinin dinleyenin onun söylediği durumda olmadığını zannedeceği
konuşmalar yaptığını görür. Bu kişi ona ‘yalan söyledin’ demez, sadece ‘efendim
doğru söylüyor, gerçek öyle değildir; gerçek efendimin şu şekilde
söylediğidir’ der. Gerçekte bu kişi onu yalanlar ve nazik bir ifadeyle onu
cahil ilan eder. İşte tevile kalkanların davranışı böyledir.
Bir kısmı, peygamberin ifade ederken
insanların seviyesine indiğini söylemek yerine, şöyle der: ‘Bu sözle
kastedilen, sıradan insanların anladığı değil, şu ve şudur.’ Burada
zikrettikleri yorum, peygamberin vahyini kendisiyle getirdiği dilde mevcuttur.
Bu insanlar, hal itibarıyla önce zikredilenlere benzer. Bununla birlikte onlar
bu konuda kendi görüşleriyle Allah Teâlâ’ya hüküm dayatırlar ve ‘dilden
anlaşılan budur’ (diye) kesin hüküm verirler. Hâlbuki aynı dilin mensuplarının
inandığı anlam söylediklerinden başkadır. Bu durumda gerçek anlamın her iki
yorumun birden olması imkânsız sayılamaz. Söz konusu tevilciler, Allah
Teâlâ’nın kendisine dair vermediği bir hükmü vermiş olmakla yanılmışlardır.
Onlar, sadece akıllarını kendisine bağlayıp sınırladıkları ve daralttıkları bir
ilaha ibadet etmişlerdir.
Bir kısmı şöyle der: ‘Geldiği haliyle vahiydeki lafızlara iman ederiz, fakat
anlamını bilmeyiz.’ (Bu insanlar gerçekte şunu demiş olur):
Biz lafza iman ederken vahyi duymamış kimseler gibi oluruz ve aklın bize
verdiği delile göre sözün zahirinden anlaşılan anlamı imkânsız saymaya devam
ederiz. Demek ki bu insanlar da nazik bir üslupla Allah Teâlâ’ya hüküm
dayatmaktadır. Başka bir ifadeyle onların davranışı, nazik bir ifadeyle, Allah
Teâlâ’ya karşı çıkmak demektir. Çünkü onlar, kendilerini ilahi hitabı
duymayanlar gibi kabul etmektedirler. Başka bir grup ‘(vahyin) lafzına Allah Teâlâ’nın
ve peygamberin lafız hakkındaki bilgisine göre iman ederiz’ derler. Bunlar, Allah Teâlâ bize abes
sözle hitap etmiş diyenlerdir, çünkü (onların anlayışına göre) Allah Teâlâ
bize anlamadığımız bir şekilde hitap etmiştir. Hâlbuki Allah Teâlâ şöyle
buyurur ‘Biz
gönderdiğimiz her peygamberi kavminin diliyle gönderdik ki, onlara açıklasın.’ Vakıa da böyledir. Allah Teâlâ’nın da
buyurduğu üzere, peygamber bize gelen vahyi bize açıklamıştır. Fakat söz
konusu tevilciler, müslüman olmalarına rağmen, peygamberin sözlerinin bir beyan
olduğunu kabule yanaşmamaktadır.
Üçüncü
durum şudur: Onlar Allah Teâlâ’nın basiret gözlerinden
bilgisizlik perdesini kaldırıp nefislerindeki ve ufuklardaki ayetleri
gösterdiği kimselerdir. Bu sayede (görülen her şeyin gerçekte) Hak olduğunu,
başkası olmadığını görürler. Onlar Hakk’a iman ederler. Daha doğru bir ifadeyle
her yönden ve her surette Hakk’ı bilirler ve her şeyi ihata ettiğini
öğrenirler. Dolayısıyla arif her şeyi Hak’ta görür. Bu yönüyle Hak her şeyi
ihata eden bir zarftır. Nasıl böyle olmasın ki? Allah Teâlâ ed-Dehr ismiyle
buna dikkat çekmiş, O’nun dışındaki her şey bu Dehr’e dâhil olmuştur. Her
kim bir şeyi görürse, onu Hakta görmüştür. Bu nedenle Hz. Ebu Bekir radiyallâhü
anh ‘Gördüğüm
her şeyden önce Allah Teâlâ’yı gördüm’ demiştir. Çünkü o şey Hakk’a girene kadar onu görmemiştir ve bu durumda
zorunlu olarak o şeyden önce Hakk’ı görür. Çünkü o şeyin Hak’tan ortaya
çıkışını görmüştür. Öyleyse Hak, bütün varlıkların evidir, çünkü O, varlık
demektir. Kulun kalbiyse Hakk’ın evidir, çünkü kalp Hakk’ı sığdırmıştır. Fakat
söz konusu olan müminin kalbidir, başkasının değil!
Kim Hakkın eviyse
Hakk da onun evidir
Hakkın varlığı,
var olanların aynı
Müminin böyle bir genişliğe sahip
olması, âlemin ve Hakkın suretinde yaratılmış olmasından kaynaklanır. Buna
mukabil âlemdeki herhangi bir parça Hakkın suretinde değildir. Bu nedenle Hak
müminin kalbini kendini sığdırabilecek kadar geniş olmakla nitelemiştir. Ebu
Yezid el-Bestami arifin kalbinin genişliğinden söz ederken şöyle der: ‘Arş’,
yani Allah Teâlâ’nın mülkü ve içermiş olduğu bütün cüzîler ve onların
cevherleri, ‘yüz bin katıyla birlikte’ -ki burada sınırlama değil sadece sonsuzluğu ve ulaşılamazlığı
bildirmemek için böyle bir ifade kullanarak varlığa girenleri kastetmektedir ‘arifin kalbinde bulunsaydı, arif
onları fark edemezdi.’ Çünkü kalp
kadimi sığdırırken hadisi (zamanda yaratılmış) nasıl mevcut olarak hissedebilir
ki? ’ Ebu
Yezid’in ifadesi, dinleyenlerin anlayışı ölçüsünde, kalbin genişliğini anlatan
bir ifadedir. Gerçekte şöyle demek gerekir: ‘Arifin kalbi Hakkı sığdırdığı için
her şeyi de sığdırır.’ Çünkü Hakkın dışında hiçbir şey yoktur.
Dolayısıyla var olan her şeyin sureti arifin kalbinde, yani Hakkı sığdıran
kulun kalbindedir.
Arifin kalbi her
suretin heyulası
Her suret için bir
heyula sanki kalp
Sen şunun ve
bunun arasında
Hakk seni orada
suru olarak yerleştirmiş
Ebu Yezid’inkine benzer bir cümle
Cüneyd-i Bağdadî tarafından söylenmiştir. Cüneyd ‘hâdis olan kadime bitiştiğinde
geride izi kalmaz’ demiştir. Bununla birlikte Cüneyd’in
cümlesi, Ebu Yezid’inkinden daha yetkindir. Çünkü hadisi kadime
bitiştirdiğinde, iz ve eser hadise değil, kadime ait olur. Bu karşılaşmayla
kendinde gerçek ortaya çıkar ki, o da bizim söylediğimizdir (eserin kadim’e ait
olması). Çünkü eserin ve izin bilinmemesi mümkün değildir. Kadim ile
karşılaşmazdan önce eser hadise nispet edilirken hadis kadimle karşılaştığında
kadimde görülür. Buna mukabil hâdis, eserin kendisi olarak görülmüştür. Bu
nedenle Cüneyd söylediğini söylemiştir.
Bu açıklamadan sonra Hz. İbrahim’in bu
mesabede olduğundan kuşku duymayız. O ve bütün peygamberler, Hakk’ı sığdırmış
kimselerdir. Allah Teâlâ onun sırtını Beyt-i Mamur’a dayandırmış, fakat oraya
girmemiştir. Çünkü oraya girmiş olsaydı Beyt-i Mamur, Hakk’ı sığdırmış demek
olurdu. Başka bir ifadeyle Hakk’ı sığdıran birini sığdırmış olacağı için
(dolaylı olarak) Hakk’ı da sığdırmış olurdu. Bu yorum, gerçek bir değil, işarî
bir yorumdur. Çünkü Hz. İbrahim’in bedeni hiç kuşkusuz duvarlarla
sınırlanmıştır. Burada onun ölümle birlikte intikal ettiği berzahtaki suretini
kastediyoruz.
Şiirde geçen ‘Onu kendimden boşaltırım’
ifadesine gelirsek, kastedilen, Kuran-ı Kerim’i okuyan hakkında Hz. Peygamber
sallallâhü aleyhi ve sellemin söylediği sözdür. Hz. Peygamber kutsi bir hadiste
Rabbinden şöyle aktarır: ‘Beni zikretmenin kendisini benden bir şey istemekten alıkoyan kimseye
istediğinden daha iyisini vereceğim.’ Allah Teâlâ şöyle buyurur: ‘Kuşkusuz biz zikri indirdik.’ Kastedilen Kuran’dır.. Başka bir ayette
ise ‘Zikir
ehline sorunuz’ denilir. Kastedilen yine Kuran ehlidir, çünkü Allah Teâlâ ‘Kitapta hiçbir şeyi ihmal
etmedik’ buyurur. Kuran,
her şeyi toplayan kitap demektir. Kim başkanın varlığına inanırsa, kalbini Hak
için boşaltması gerekir.
İnsanlar derece derecedir, çünkü Allah
Teâlâ âlemin bir kısmını ötekilerden üstün kılmıştır. Derecelendirmenin en
faziletlisi, Allah Teâlâ’yı bilmek hususundaki derecelenmedir. Bakınız! Allah
Teâlâ insana kendisine ait olan el-Ahir isminin menzilini vermişken kendisine
O’nu bilmede el-Evvel ismini vermiş, meleği el-Evvel ve el-Ahir arasında ihata
edilen kılmıştır. Mertebeleri bilen, meleğin ve insanın Allah Teâlâ hakkındaki
bilgisinin (derecesini) de öğrenir. Bu nedenle melek -ki o Ruhu’l-emin’dir-
el-Evvel isminden el-Ahir ilahi ismine yerleşmiş kâmil kul olan peygambere
vahiy getirir. Bu durum ‘Allah Teâlâ şahittir’ ayetinde belirtilir. Allah Teâlâ kendi birliğine şahit ederken
kendisiyle başlamış, sonra melekleri, meleklerden sonra bilgi sahipleri olan
insanları zikretmiştir. Öyleyse başında da sonunda da iş ve emir, Allah
Teâlâ’ya aittir. Melek ise o ikisinin arasındadır. Varlığın durumu da
böyledir: İlk olmak Hakk’a aittir. Sonra meleği yaratmış, ardından insanı
yaratmış, ona halifeliği vermiştir. Hâlbuki meleğe halifelik vermemişti, çünkü
ortadaki ihata edilmiş demektir. Meleğin insandan üstünlüğü, Allah Teâlâ
katından ona getirdiği vahiyle ortaya çıkar. Bu durum, akla ve dile göre,
üstünlük hakkında kesin delil sayılmaz. Nitekim göklerin ve yerin yaratılışı
da insanların yaratılışından ‘daha büyüktür
(hâlbuki insan daha üstündür).’ Çünkü insanlar feleklerin hareketiyle ve unsurlarda gerçekleşen
tekvini Kabul etmekle meydana gelirler. Öyleyse sadece özel yönler olduğu gibi
hepsini kuşatan bir yön vardır. Bir varlık bir açıdan diğerlerinden üstün iken
başka bir açıdan da diğerleri üstündür.
‘Allah Teâlâ hakkı
söyler ve doğru yola ulaştırır.’
Yirmi sekizinci sifir, c. XIV, sh. 354-361
Muhyiddin İbn Arabî kaddesellâhü
sırrahu’l azîz, Futuhât-ı Mekkiyye’sinde beyan buyurdu ki:
Çocukların fitne olmasına gelirsek,
çocuk babanın sırrı, ciğerparesi, kendine en bağlı ve yapışık olan varlıktır. Çocuğu sevmek, bir şeyin kendi
kendisini sevmesi demektir. İnsana kendinden daha sevimli bir şey yoktur. Bu nedenle Allah Teâlâ
insanı onun dışında ‘çocuk’ diye isimlendirdiği bir surette bizzat kendisiyle
sınamış, kendine bakmanın Hakkın onu mükellef tuttuğu hakları yerine
getirmekten alıkoyup koyamayacağını görmeyi murat etmiştir. Hz. Peygamber
sallallâhü aleyhi ve sellem kızı Hz. Fatıma aleyhisselâmın hakkı ve onun
kalbinde bilinmeyen mertebesi hakkında şöyle demişti: ‘Muhammed’in kızı Fatıma bile
hırsızlık yapsaydı elini keserdim.’ Hz. Ömer radiyallâhü anh oğluna zina cezası olarak dayak
cezası vermiş, çocuk ölmüş, Hz. Ömer bundan rahatsızlık duymamış, had cezası
uygularken -ki canın telef olmasına yol açmıştır- cana ağır gelen evladını feda
edebilmişti. (Benzer bir durum zina ettiğini itiraf eden bir) kadın hakkında
gerçekleşmişti. Hz. Peygamber sallallâhü aleyhi ve sellem o ikisinin tövbesi
hakkında ‘bundan
daha büyük tövbe olur mu?’ demişti.
Nahoş bir hakkı ve cezayı evlada tatbik edebilmek, en büyük imtihan
vesilesidir. Allah Teâlâ baba hakkında çocuğun ölümüne dair şöyle der: ‘Çocuğunun canını kabzettiğim bir mümin kulumun ödülü ancak
cennet olabilir.’
En büyük imtihan ve en çetin fitne olan bu üç esası sağlam ve muhkem bir
şekilde icra eden ve Hakkın mertebesini tercih edip bütün bu hususlarda Allah
Teâlâ’nın hakkına riayet eden insan, hemcinsleri arasında kendinden daha üstün
kimsenin bulunmadığı biridir.
Oztuzaltıncı Sifr, c. XVIII, sh:207
Kıbleye yönelen herhangi bir günahkârı tekfir
etme. Hz. Peygamber sallallâhü aleyhi ve sellem birisini tekfir etmişse, onu
tekfir edebilirsin. Cemaatle namaz kılmak isteyen bir eşin olduğunda, onu
cemaate gitmekten alıkoyma, fakat evinin onun adına daha hayırlı olduğunu
kendisine öğret. Öfkeyle veya sakinken, kendine, evladına, hizmetçine veya malına beddua
etmekten uzak dur ve kendini koru. Hastayı yemeye zorlama, hiç kimseye ateşle azap etme, et yediğinde
onu bıçakla kesme, çiğneyerek ye!
Oztuzaltıncı Sifr, c. XVIII, sh:323
Hz. Peygamber
yaralandığında şöyle dua etmekteydi: ‘Allah Teâlâ’m! Kavmime hidayet et, onlar
bilmiyor.’ Böylece
Hz. Peygamber sallallâhü aleyhi ve sellem insanlar için Rabbine mazeret
sunuyordu. O bir beşer olduğunu ve beşeriyet hükümlerin bazen kendisine baskın
geldiğini bildiği için de Rabbine şöyle dua ederdi:
‘Allah Teâlâ’m! Bir insan olduğumu bilirsin, bir insan
gibi razı olur, bir insan gibi öfkelenirim.’ [Yani kendim için kızar, razı
olurum.] ‘Allah Teâlâ’m! Kime
beddua edersem, bedduamı onun adına rahmet ve rıza vesilesi yap.’
Yirmi Beşinci Sifir, c. XIII, sh: 91
Muhyiddin İbn Arabî kaddesellâhü
sırrahu’l azîz, Futuhât-ı Mekkiyye’sinde beyan buyurdu ki:
Allah Teâlâ, Hz.
Musa’ya şöyle der: ‘Bana kendisiyle günah işlemediğin bir dille dua et.’ Hz. Musa, ‘O dil nedir?’ diye sormuş, Allah Teâlâ ise, ‘Senin kardeşine, kardeşinin de
sana dua etmesidir’
demiştir! Çünkü her biriniz, bir diğerinize dua ettiğiniz dilinizle bana asi
olmadınız. Dolayısıyla kardeşi adına bana dua eden kişi, temiz bir dille dua
etmiş demektir. Allah Teâlâ duayı ona izafe etmiştir, çünkü dua eden, edilenin
vekilidir. Dua edenin diliyle ise, dua edilen insan günah işlememiştir.
Elli İkinci Kısım;
c. IV, sh. 383
Muhyiddin İbn Arabî kaddesellâhü
sırrahu’l azîz, Futuhât-ı Mekkiyye’sinde beyan buyurdu ki:
Secde etmek, kalbe vaciptir. Kalp secde ettiğinde ise, yüz
secdesinin aksine, secdeden asla kalkmaz.
Sehl b. Abdullah
et-Tüsterî, tasavvuf yoluna girdiği ilk dönemde kalbinin secde etmiş olduğunu
görmüş. Secdeden kalkmasını beklemiş fakat kalkmamış. Bunun üzerine hayrette
kalmış. Yaşadığı hadiseyi bu yolun pirlerine sormaya başlamış, bilen kimse
bulamamış. Çünkü onlar, dürüst insanlardı, gerçekleşmiş bir zevk (tecrübe)
olmaksızın konuşmazlardı. Bunun üzerine Sehl’e şöyle denilmiş:
‘Abadan şehrinde saygın bir şeyh
var, oraya gidersen belki sorunun cevabını alabilirsin.’ Bunun üzerine Sehl, yaşadığı şeyi
sormak için Abadan’a gitmiş, o şeyhin huzuruna girmiş, selam vermiş ve şöyle
demiş:
‘Ey şeyh!
Kalp secde eder mi?’ Şeyh
şöyle cevap vermiş: ‘Eder, hem de sonsuza kadar.’ Böylece, şifasını-bulmuş ve o şeyhin
hizmetine girmiş.
İnsan için göz
görmesiyle bir hal meydana geldiğinde, hiç kuşkusuz, kendisi kemale erdiği gibi
marifeti ve korunmuşluğu da yetkinleşmiş demektir. Artık, şeytan ona ulaşmak için
bir yol bulamaz. Veli hakkında bu koruma ‘muhafaza’ diye isimlendirildiği gibi nebi ve peygamber hakkında ‘ismet (masumluk)’ diye isimlendirilir. Bu farklılık,
peygamber ve nebiler karşısında saygının bir gereğidir. Böylece onların
korunmuşluğuna ‘ismet’ ismi tahsis edilerek, veli ve nebi
arasındaki fark sağlanmıştır. Yine de, bu ikisinin arasındaki, farkı şöyle
açıklayabiliriz: Nebiler, dışta ve içte (zahirde ve batında) şeytandan korunmuş
kimselerdir. Onlar, bütün hareketlerinde Allah Teâlâ tarafından muhafaza edilir
ve sakınılır. Çünkü Allah Teâlâ, onları örnek alınsınlar diye görevlendirdi.
Onların işi, Hakka yakarmak ve O’nunla konuşmaktır. Gönderilmiş nebiler, kendi
adlarına mübah bir işi yapmaktan korunmuştur. Çünkü onlar, söz ve fiilleriyle
hüküm koyarlar. Mübah bir iş yaptıklarında ise, kendilerine uyulsun diye onu
hüküm yapmak üzere işlerler ve Allah Teâlâ’nın o şey hakkındaki hükmünü
takipçilerine bildirirler. Öyleyse, kendilerine indirilen şeyi insanlara
açıklamak peygamberlerin zorunlu görevidir. Allah Teâlâ şöyle buyurur:
‘Ey peygamber! Rabbinden sana indirileni tebliğ
et. Bunu yapmazsan, risâletini ulaştırmamış olursun. Allah Teâlâ seni
insanlardan korur,’ Peygamberin
varislerinin de bu tebliğden büyük bir pay ve nasipleri vardır.
Veli ise, Allah
Teâlâ’nın dilediği bir şeyi kalbine aktarması esnasında, şeytanın yapmasını
arzuladığı işten korunmuştur. Böylece Allah Teâlâ (şeytanın arzuladığı o işin)
hakikatini razı olacağı tarza çevirmekle değiştirir. Bu durumda, veli Allah
Teâlâ katında büyük bir mertebeye ulaşır. İblisin günahtaki ısrarı olmasaydı,
bir daha bu veliye dönmezdi, çünkü veliye getirdiği işin (dürtünün) yakınlık ve
mutluluğunu artırdığını görür. Nebiler ise, şeytanın bir şey aktarmasından
korunmuştur. İşte (nebilere özgü) ismet ile (velilere özgü) hıfz arasındaki
fark budur. Peygamber karşısındaki saygının gereği olarak, hıfz (korunma)
velilere tahsis edilmiştir. Çünkü şeytanın ilahi tecellinin kalplerine verdiği
bilgiden dolayı bazı velilerin kalplerine ulaşma imkânı da yoktur. Allah Teâlâ
şöyle der: ‘Her kovulmuş şeytandan koruyarak’ Kastedilen, şeytanların en büyüğüdür. Çünkü şeytan
herkese makamına yaraşan şeyi aktarır. Şeytan, söz gelişi, bir veliye gelir ve
ona ancak itaatleri yapmasını söyler, itaatleri çeşitlendirir, onun dikkatini
bir itaatten daha üstün bir itaate çeker. Bu durumda veli, ibadetlerde nefsanî
arzularına ait bir etki göremez ve onu yapmaya koşar. Kovulmuş şeytan ise,
velinin verdiği düşünceyi almakla tatmin olur. Veli bu konuda Rabbinden bir
delile sahip olsaydı, hiç kuşkusuz, daha iyi olurdu. Şeytan, ilahi tecellinin
bilgisine herhangi bir şekilde zarar veremez. Bu nedenle Hz. Peygamber
sallallâhü aleyhi ve sellem kendi şeytanı, yani onunla ‘sorumlu yakını’ hakkında şöyle der: ‘Allah Teâlâ bana ona karşı yardım
etmiş, o da müslüman olmuştur.’ Yani, şeytanı peygambere boyun eğerek ona sadece iyiliği
emretmiştir. Allah Teâlâ hakkındaki bilgisi teorik düşünce ve tümevarımdan olan
kimse ise, bu durumda değildir. Şeytan ona kuşkulu kanıtlar verir. Amacı ise,
kişiyi şaşırtmak ve Rabbini bilmeyerek ya da kuşku ya da hayret ya da tereddüt
içinde ölmesini sağlamak için onu düşünme alanına çekmektir. Allah Teâlâ
hakkındaki bilgisi tecelliden meydana gelen veli ise, basirete sahip olarak her
kuşkudan korunmuştur. Çünkü şeytanın, yani insan ve cin şeytanlarının ilahi
tecelli ilminin sahibinin kalbine ulaşma imkânı yoktur. Böyle bir hal ise,
veliler içinde sadece ‘kalbi secde eden’ kimse
için gerçekleşebilir. Çünkü şeytan insandan ancak kalbiyle ve yüzüyle (zahir ve
batın) secde ettiğinde uzaklaşabilir. Kalbi secde etmeyen veli korunmuş değildir.
Kalbin secdesi, Allah
Teâlâ ehlinin yolunda önemli ve büyük bir meseledir, az bulunan bazı fertlerin
dışında kimse için gerçekleşmez. Onlar, rablerinden bir delile sahip
kimselerdir. Delil, Hakkın tecellisi demektir. Bu delili, şeytanın ayrıldığı
kuldan meydana gelen bir şahit (tanık) takip eder ki o da, ‘kalbin secdesi’dir.
O halde, Rabden gelen bir delille onu takip eden şahit bir araya geldiğinde,
kalp korunur ve sakınılır. Bu kalbin sahibi ise, insanları basiretle Allah
Teâlâ’ya çağırır. Tasavvuf yolunda bu makam hakkında sûfilerin şaşırdığı pek
çok sebep vardır. Ebu Yezid şöyle der:
‘İnsanları şu kadar yıl Allah Teâlâ’ya davet ettim,
sonra Allah Teâlâ’ya döndüm, bir de ne göreyim: Hepsi beni geçmiş.’
Bu makamda Ebu Yezid’e
şöyle denilmiş: ‘Arif günah işler mi?’ O da şöyle cevap vermiş: ‘Allah Teâlâ’nın emri mutlaka gerçekleşir.’ Bu ifade, edebin zirvesidir. Çünkü
Ebu Yezid ‘evet’ ya da ‘hayır’ dememiştir. Bu ise, onun hali, bilgisi ve
saygısının yetkinliğindendir. Allah Teâlâ ondan ve onun gibilerden razı olsun!
Kırkyedinci Kısım; c.IV, sh:198-200
Kalp temizliği, secde
eden olması bakımından, Allah Teâlâ’ya secdenin geçerlilik şartıdır. Organların
temizliği ise, secde esnasında manevi yoldan anlaşılır. Çünkü onlar, secde
vaktinde başka bir işle ilgili olamazlar. Kalp ise, böyle değildir. Bu
nedenle, kalp secde ettiğinde ebediyen secdeden kalkmaz. Namazın dışındaki
secde halinde ibadetle ilgilenen organların fiilinde su veya toprağın
kullanılması farz değildir. Secdenin abdestliyken yapılması, daha uygun ve daha
üstündür. Abdullah b. Ömer abdestsizken bile tilâvet secdesi yapardı.
Kırkyedinci Kısım; c.IV, sh: 202
Sehl b. Abdullah el
Tüsterî henüz altı yaşındayken bu makama ulaşmıştı. Bu yoldaki ilk hali, kalp
secdesiydi. Halbuki
büyük hal sahibi uzun yaşamış nice Allah Teâlâ velîsi vardır ki, kalp secdesi
yapamamış, kalbin bir secdesi olduğunu da öğrenememiştir. Bununla
birlikte o, velîlik makamına ulaştığı gibi onda derinleşmiştir de. Kalp secdesi
gerçekleştiğinde, sahibi bir daha başını secdeden kaldırmaz. Kalp secdesi,
başka pek çok ayağın (kadem) kendisinden çıktığı tek kadem üzerinde sabit
kalmaktır. Bu secdeyi yapan kişi, o kadem üzerindedir. Velîlerin çoğu, kalbin
bir halden bir hale dönüştüğünü görür. Zaten kalp de bu nedenle ‘kalp’ diye
isimlendirilir. Bu makam sahibi ise, halleri değişse bile, tek bir yönden onun
üzerinde sabittir. Bu durum ‘kalp secdesi’ diye isimlendirilir. Bu nedenle
Sehl b. Abdullah Abadan’da bir şeyhin huzuruna girdiğinde, kendisine şöyle
sorulmuş: ‘Kalp secde eder mi?’ Şöyle cevap vermiş: ‘Ebediyete kadar.’ Bunun üzerine Sehl, şeyhin hizmetine girmiştir.
Yetmişyedinci Kısım, c. VI, sh: 152
Allah Teâlâ
kendilerinden razı olsun! Allah Teâlâ onları kalp secdesiyle dost edinmiştir.
Onlar, dünya veya ahirette başlarını kaldırmaz. Bu hal, yakınlık hali iken aynı
zamanda Hakka yakın kimselerin bir niteliğidir. Secde ancak bir tecelliden ve
müşahededen kaynaklanır. Bu nedenle Allah Teâlâ ‘secde et ve yaklaş’ dedi. Başka bir ifadeyle, bu secde,
bir ikram, iyilik ve hediye yakınlığıdır. Bir hükümdar huzuruna girip önünde
secde ederek kendisine yaklaşana ‘yaklaş, yaklaş’ der ve istediği ölçüde
yaklaşmasını sağlar. Bu secde esnasında Allah Teâlâ’nın ‘yaklaş’ demesinin
anlamı budur. Bu durum, kime secde edildiğini ve kimin huzurunda olduğunu
bildirmeyi amaçlar. Huzurunda olunan kimse, yakınlığını katmerleştirmek için,
kula ‘yaklaş’ demektedir. Kutsi hadiste Allah Teâlâ: ‘Bana bir karış yaklaşana bir
arşın yaklaşırım’ der.
Kulun Hakka yaklaşması ilahi bir emir nedeniyle olursa, bu, onun iyilik ve
ikramında daha büyük ve yetkin bir davranış olur. Çünkü bu esnada kul, keşfe
dayalı olarak, Efendisinin emrine uymaktadır.
İşte bu,
Allah Teâlâ’nın peygamberine kendileri ve benzerleri için evini temizlemeyi
emrettiği ariflerin secdesidir. Allah Teâlâ ‘Evimi tavaf edenler, itikâfa girenler, rükû ve
secde edenler için temizle’ buyurur. Hz. Peygambere ise ‘Rabbinin övgüsünü tespih et ve secde
edenlerden ol’
buyurdu. Burada, hiçbir zaman başlarını kaldırmayan kimseler kastedilir ki,
böyle bir şey ancak kalbin secdesinde olabilir. Sözünün ardından ise ‘secde edenlerden ol’ demiş, sözünü tamamlayarak ‘sana yakîn (ölüm ve kesin inanç)
gelene kadar Rabbine ibadet et’ demiştir. ‘Yakîn’ vasıtasıyla senden kimin secde ettiğini,
kime secde ettiğini öğrendiğin gibi senin her şeye güç yetiren Hakkın elinde
amade bir araç olduğunu da öğrenirsin. O, seni seçmiş, temizlemiş,
nitelikleriyle süslemiştir. O’nun nitelikleri, (bu secde esnasında) secde
ederek O’nu ve O’na nispet edilmeyi talep etmiştir.
Yetmişdokuzuncu Kısım, c. VI, sh:179
Sehl b. Abdullah,
Abadanlı bir adama kalbin secdesini sormuş. Sehl kalbinin secde ettiğini
görmüş, zamanındaki şeyhlerden bir gruba bunu arz etmiş, onlar ise aym hali
tatmadıkları için ne söylediğini anlamamışlardı. Bunun üzerine Sehl konuyu
bilen birini bulmak üzere yola çıkmış. Abadan’a gelince, bir şeyhin huzuruna
girmiş ve ‘Üstat! Kalp secde eder mi?’ demiş. Bunun üzerine şeyh ‘Eder, sonsuzluğa secde eder’ demiş. Yani secdeden başını
kaldırmaz. Bu sorusuyla Sehl, Allah Teâlâ’nın kendisini kalbinin secdesine
muttali ettiğini anlamış, onun gereğine uymuş, dünyada başını secdeden
kaldırmamış, ahirette de kaldırmayacaktır. Bu nedenle Sehl, bir daha bir şeyin
gerçekleşmesi veya gerçekleşmiş olanın kaldırılması için dua etmemişti. İşte bu, ariflerin bile bilmediği
meçhul bir makamdır. Bu makamda tekler (Efrad) sabit durabilir.
Nebilere seçkin ve
sıradan insanlar için hüküm koyma yetkisi verilip (ahlakta uyulan) ‘örnek’
haline getirilmeselerdi, onların durumu zikrettiğimiz gibi olurdu. Fakat
nebiler, şeriat getirme esnasında kalp secdesinde huzuru esas almışladır. Bu
hal, hiçbir zaman ortadan kalkmayacak şekilde, eşlik eden halin hükmünün
verdiği gücün zirvesidir. Nebi olmayan bu hali bilince, zorlanır. Pek çok yerde
eşyada ilk olanın Allah Teâlâ’ya nispet edilmeye daha uygun olduğunu söylemiştik.
İlkler, kuşkunun girmeyeceği doğrulardır. Aynı zamanda ilk düşünme, ilk bakış,
ilk duyuş, ilk hareket ve ilk sözde zafiyetin giremeyeceği bir güç vardır.
Sadece Allah Teâlâ için olabilecek bütün ilklerde şirk bulunmaz. İlkten sonra
ise, ona girenler girebilir ve girenlerin bir kısmı doğru bir kısmı yanlış
olabilir. Peygambere ilk gelen vahyin sahih rüya oluşuna bakınız! Böylelikle
sahih rüyalar, vahiyde ilklik mertebesini kazanmıştır. Hz. Peygamber
sallallâhü aleyhi ve sellemin gördüğü her rüya sabah aydınlığı gibi
gerçekleşirdi, çünkü sabah aydınlığı, rüya gören insanın uykudan uyanması gibi,
geceden ortaya çıkıştır. Validemiz Hz. Aişe radiyallâhü anhanın yaptığı
benzetmenin güzelliğine bakınız! Böylelikle Allah Teâlâ, bu ümmetin ricali için
hiçbir zaman yanılmayan vahyin başlangıcı olan rüyaları geride bırakmıştır.
Zikrettiğimiz ve dikkatini çektiğimiz hususu anlarsan, Allah Teâlâ’nın bu
ümmete inayetini de öğrenirsin. Allah Teâlâ vahyin özeti olan şeyi onlar için
geride bırakmıştır. Bu menzille ilgili bu kadar açıklama yeterlidir.
Yirmibirinci Sifr, c.XI sh:165
Sehl’in makamı
kalbin secdesi
Başkalarında onun
hükmü yok
Kalb secdeden sonra
başını kaldırmaz
Yüz ise kalkar,
başkalaşma bildirir
Çünkü kıblesini
görmüyor
Kalbin kıblesi isim
ve alametler
Secdesinin
ebediliği hakikatini izhar eder
Yaratıkların
ilimleri onu nereden bilsin?
Bu menzil, temkin
menzili ve Allah Teâlâ’nın dışındaki her şeyin işinin döndüğü menzil diye
isimlendirilir. Aynı zamanda ‘ismet menzili’ denilir.
Bilmelisin ki, Allah
Teâlâ âlemi yaratırken onu zahir ve bâtın kısımlarıyla yaratmış, bizzat âlem
için bir kısmını gayb bir kısmını şehadet (görülen) yapmıştır. Âlemden âleme
görünmeyen yön gayb iken görünen kısım şehadettir. Âlemin bütünü Allah Teâlâ için
şehadet sayılır. Allah Teâlâ kalbi gayb, yüzü şehadet âleminden yaratmıştır. Bu
bağlamda Allah Teâlâ yüz için bir yön belirlemiştir ki yüz ‘Allah Teâlâ’nın evi’ ve ‘kıble’ diye isimlendirilen o yöne secde
eder. Başka bir ifadeyle namaz kılarken insan o yöne yönelir. Allah Teâlâ bu
dönmeyi ibadet saymıştır. Namazın en faziletli işini secde, en faziletli sözünü
Kuran okuyarak Allah Teâlâ’yı zikretmek saymıştır.
Allah
Teâlâ kalp için de bizzat kendisini belirlemiştir.
Kalp
bir başkasına yönelmez!
Allah
Teâlâ kalbe sadece kendisine secdeyi emretti. Kalp keşfe bağlı olarak secde
ederse, hiçbir zaman dünya veya ahirette secdesinden başını kaldırmazken keşif
olmadan secde ederse, başını kaldırır.
Bu başkaldırma ‘Allah Teâlâ’dan gaflet’ ve eşyada ‘Allah Teâlâ’yı unutmak’ diye isimlendirilir. Kim kalp
secdesinde başını kaldırmazsa, o her şeyde Allah Teâlâ’yı müşahede ederek
gördüğü her şeyden önce Allah Teâlâ’yı görür. Hz. Ebu Bekir radiyallâhü anhın
hali buydu. Zannetme ki âlem secde eden değildi de, sonra secde etmiştir. Âlem
her zaman secde edicidir, çünkü âlem için secde zati bir niteliktir. Âlemin
bir kısmı secdesini keşifle yapmış onu bilmişken bir kısmına ise secdesi
gösterilmemiş, dolayısıyla onu bilmemiştir. Keşfi olmayan insan başını secdeden
kaldırdığını, sonra secde ettiğini ve dilediği şekilde davrandığını zanneder!
Bilmelisin ki, zahiri
secde, ayakta durmak veya rükû veya oturma halinden yere kapanarak yüzü toprağa
koyma haline geçmek demektir. İşte böyle yere yatma hali ‘secde’ diye
isimlendirilir. Buradan ise, secde edende gözlerimizle gördüğümüz zahirde sahip
olmadığı bir halin kendisine iliştiğini anladık ve Allah Teâlâ’dan bir halden
bir hale taşınan o yerde durmayı talep ettik. İnsanların bir kısmı ve
benzerleri bunu nispet saymıştır. Bu, ilahi keşfin varlıklar hakkındaki bilgi
hakkındaki verisidir. Bunlar, hareket, durma, bir araya gelme ve ayrılma gibi
olgulardır. Öyleyse hareket cismin varlığından veya cevherden ibarettir. Bir
vakit cisim mekânda ya da tabii yerinde görülürken başka bir zamanda başka bir
yerde ve mekânda görülür ve ‘hareket etti ve yer değiştirdi’ denilir.
Durağanlık cevheri veya cismi bir yerde iki veya daha fazla anda görmek
demektir. Cismin bir mekânda kalması durağanlık ve sükûn diye isimlendirilir.
İçtima ise iki cevher veya cismin aralarında üçüncü bir mekânın bulunmadığı
bitişik iki mekânda bir araya gelmesidir. Ayrışma bir mekândaki iki cismin
aralarında mekânın bulunduğu iki farklı yerde bulunması demektir. Durum bundan
ibarettir.
Kelamcıların bir kısmı
bu konuda keşif sahiplerine uymuştur.
Bu konuda mesele,
hareket ettiricinin kim olduğunu tespittedir?
Hareketli mi, ya da
başkası mı?
İnsanların bir kısmı
hareket ettirenin hareket olduğunu söylemiştir. Hareket cisimdedir ve böylece
onun hareket etmesini ve yer değiştirmesini sağlar. Cismin hareketlenmesini
sağlayan hareket hakkında da bu görüşü benimseyenler arasında görüş ayrılığı
vardır. Hareket kulun iradesiyle mi ilgilidir? Bu durumda hangi hareket olursa
olsun ihtiyari hareket diye isimlendirilir; veya hareketlinin iradesi onunla
ilgili değildir. Bu durumda ise titreyenin hareketindeki gibi zorunlu hareket
diye isimlendirilir. Bütün bunlar, bazılarının zannettiği gibi, bir hareket
olduğunu kabul ettiğimizde böyledir.
İnsanlar bu olguların
araz olduğunda görüş ayrılığına düşmemiştir; ister nispet ister kendileriyle
nitelenen mahalde bulunan anlamlar olsunlar, durum birdir. Çünkü biz onlarda
sahip olmadıkları bir halin kendilerine iliştiğinden kuşku duymayız ve
arazlardan birisinin onlar için zati olması imkânsızdır! Çünkü zati olan,
onları kabul etmektir. İnsanlar bu hareketi veya durağanlığı kimin var
ettiğinde de görüş ayrılığındadır.
O sabit bir varlık ise
hareket ettiren Allah Teâlâ mıdır, başkası mıdır?
Bir kısmı ilk görüşü
benimserken diğer kısmı öteki görüşü benimsemiştir. Bu konuda titreyen gibi
(zorunlu olup olmaması) birdir. Bir kısım olguların varlıkları olmadığını,
onların sadece nispet olduklarını ileri sürmüştür.
Hareket kime nispet
edilir?
Biz ihtiyarî nispet
hakkında şöyle deriz: Allah Teâlâ kul adına bir
irade ve seçim yarattı. Kul bu iradeyle o nispetin hükmünü diler.
Allah Teâlâ’nın iradesinden meydana gelen bu iradeyle ilgili olarak ‘Siz dileyemezsiniz, Allah Teâlâ
diler’
buyrulur. Allah Teâlâ
meşiyet ve iradeyi hem kendisi ve hem bizim için ispatlamış, bizimkini kendi
iradesine dayandırmıştır. Bu, ihtiyari harekette böyledir. Zorunlu harekete
gelirsek, bize göre onda iş tektir:
Birinci sebep Hakkın
meşiyetiyken ikinci sebep Hakkın meşiyetinden meydana gelen iradedir!
Şu var ki burada
keşfin verdiği ve oluş perdesinin ardından kendisini gösterdiği ince bir sır
vardır. Bu durum ‘Siz dileyemezsiniz, Allah Teâlâ diler’ ayetinde belirtilir. Keşfe göre
meşiyet sahibi Allah Teâlâ’dır. Kulda o
konuda bir irade gerçekleşse bile, Hakk onun iradesinin aynıdır. Nitekim Allah
Teâlâ kulunu sevdiğinde onun görmesi, duyması, eli ve bütün güçleri olur.
Öyleyse kulun kendinde bulduğu irade ve meşiyet, Hakkın iradesinden başkası
değildir. Allah Teâlâ dilediğinde ise, dilediği olur. Allah Teâlâ her irade
sahibinin iradesinin kendisidir. Nitekim hareketi kabul eden şöyle der: ‘Zeyd hareket etti.’ Ya da ‘elini
hareket ettirdi.’ Hareketi
kabul eden insan kendi görüşüne göre bu sözü incelediğinde, elini hareket
ettirenin elindeki hareket olduğunu görürsün. Onu görmezsen bile etkisini
hisseder, yine de ‘Zeyd elini hareket ettirdi’ dersin. İşte bunun gibi ‘Zeyd elini hareket ettirdi’ dersin, fakat hareket ettiren Allah
Teâlâ’dır.
Bilmelisin ki, âlemde
hiçbir şekilde durağanlık yoktur. Âlem, dünya ve ahirette, zahirde ve bâtında
sürekli bir halden ötekine intikal eder. Bununla birlikte gizli veya görünür
hareketler vardır. Öyleyse haller gider gelir ve kendilerini kabul eden
varlıklara ulaşır ve kaybolur.
Hareketler, âlemde
farklı etkiler meydana getirir. Hareketler olmasaydı yardım olmayacağı gibi
sayının da bir hükmü olmaz, eşya belli bir ömre kadar devam etmezdi. Veya da
bir yerden başka yere intikal de olmazdı. Bu hallerin varlığının kaynağı ise
Hakkın her gece yakın semaya inmesi, yaratılmış bir Arş üzerine istiva etmesi,
Arş yokken Amâ’da bulunması gibi ilahi niteliklerdir. Bu durum, Hakkın
kulunun duyması, görmesi ve iradesi olmasını gerekli kılan durumdur. Bu
sayede kul görür, duyar, hareket eder ve diler! Öyleyse zuhurunda gizlenen,
gizliliğinde zuhur eden Allah Teâlâ münezzehtir. O kendisini kendinde es-Samed
diye nitelemiştir. O’ndan başka ilah yoktur. Rahimlerde dilediği gibi bize
suret veren O’dur. Geceyi ve gündüzü değiştirir. Bulunduğumuz her yerde bizimle
beraberdir. Bize bizden yakındır. O’nu kendimizle çoğalttık, O’nu O’nunla
birledik. ‘Allah
Teâlâ’dan başka ilah yoktur’ diyerek kendisini birlememizi isteyince, emriyle O’nu
birledik ve kendimizle O’nu çoğalttık.
Hak sana her vakit
hikmetini göstermez
Herhangi bir vakti
hükmünden hali kılmaz
Kalpteki sevince
bak bir
Kalem’den,
Levhalardan sırayla gelir '
Ruhların resulleri
indirirken getirdi onları
Döşeklerimize
Kelim’in mertebesinden
Her gizli bilginin
öğrenilmesi çetin
Akıllara, kadimliğe
ulaşmamış akıllara
Sevgiyle ve
saygıyla onun menzilinin karşısında kalktım.
Baş üstünde
yürürüm, ayaklarımla değil
Olgular bu dört halden
ibarettir. Durağan olduğunda neyle durduğu hakkında olmak üzere, duran hakkında
konuşmamız lazımdır. Hareket ederse, neye doğru hareket eder, bir araya gelince
kimle birleşir ayrışırsa kimden ayrışır?
Allah Teâlâ’dan
başka yok bir başkası
Sadece O var bir de
iradesi
Öyleyse insan, Allah
Teâlâ’da sakin olmuştur. Allah Teâlâ, bilgisinde bulunup dış varlığı
olmadığında onun mekânıdır. Bu yönüyle Allah Teâlâ, onun heyulasıdır. Bu
durumda Allah Teâlâ kulun suretiyle suretlenir ve yaratılmışa ait bir hükmü
olur. Gece ve gündüzde durağan olan şeyler O’na aittir. Gerçeğin başka olması
mümkün değildir. Bununla suretlenir ve yapısı buna dayandırılır, sabitlenir.
Başkasını görürsen,
O’nun suretidir
Ayet ve suretler
çok olsa bile
Menzili olandan
başkası değildir
Fakat surelerdir
onlar, başkaları da onları anlatır
Alemde görülür bir
sükûn ve durağanlık olmadığı gibi akledilir bir hareket de yoktur.
Zıdda bak nasıl
gizlenir
Ondan başka görünen
yok ki?
Hareketin en garip
varlığı, durağanlıktadır, çünkü boşluk dolmuştur. Öyleyse âlem, boşlukta
sakindir. Hareket ise boşlukta olabilir. Bu, cisimlerin hareketidir. Boşluk ise
doludur ve bir eklenmeyi kabul etmez ve eklenecek yer de yoktur. Durağanlık
Allah Teâlâ’da olduğu gibi hareket de O’na doğrudur. Allah Teâlâ ‘Hep birlikte Allah Teâlâ’ya
dönün’ buyurur.
Yani kendisinden çıktığınız varlığa dönün. Onlar Rabbliği ikrar etmek üzere
çıkmış ve sonra dağılmışlardır. Onlara ‘kendinden çıktığınız kimseye dönün’ denmiştir
ki, O da sadece Allah Teâlâ’dır. Allah Teâlâ’ya ancak Allah Teâlâ vasıtasıyla
dönülebilir. Çünkü O yolculukta arkadaştır. Allah Teâlâ dönerse, biz de
döneriz. Çünkü dönmek, hüküm sahibine aittir. Hüküm Allah Teâlâ’ya aittir ve
Allah Teâlâ onlar da dönsün diye kullarına döner.
Dediğimizin
doğruluğu bu
Doğrudan ayrılma
Her nerede
olursanız
Hak sizi gözler
durur
Allah Teâlâ’ya doğru
hareket ettiğinde o hidayet edendir. Ya da isimlerinden birisi el-Mudil’dir. Bu
isim, seni hayrete düşürür. Sonra sana hidayet eder ve hidayetiyle sana döner.
Bu durumda tövbe ederek Allah Teâlâ’ya doğru hareket edersin. O halde sen
el-Mudil isminden el-Hadi ismine doğru hareket edersin. ‘Dönüş Rabbinedir.'
Bir araya gelince
kimle birleşir demiştik: İnsan Allah Teâlâ’yı dost edinmesi itibarıyla Allah
Teâlâ ile birleşir. Bu durum Allah Teâlâ’nın kuluna söylediği, ‘Benim dostumu veli edindiğinde,
Allah Teâlâ dostunun nezdinde bulunur’ ifadesinde geçer. Kim Allah Teâlâ yolunda bir dost edinirse,
hiç kuşkusuz, Allah Teâlâ’yı dost edinmiş demektir. Bir araya gelmek, bundan
başka bir şey değildir.
Bir rivayette Allah
Teâlâ’nın şöyle buyurduğu aktarılır: ‘Kulum! Hastalandım, beni ziyarete gelmedin.’ Kul şöyle der: ‘Seni nasıl ziyaret edebilirim
ki? Sen âlemlerin rabbisin.’ Allah Teâlâ şöyle der: ‘Bilmiyor
muydun falan kulum hasta! Onu ziyaret etmedin, onu ziyaret etseydin, beni orada
bulurdun.’
Çünkü hasta mecburen
Allah Teâlâ’yı zikreder. Zorunluluk, mümkünün varlığının dayandığı aslî
zikirdir. Hak ise O’nu zikredenle beraberdir. Allah Teâlâ yolunda birini dost
edinen, O’nunla bir araya gelmiş demektir. Sen dost isen, Allah Teâlâ’nın
seninle olduğunu bilmelisin. Bir dost edindiğinde, kendisini bir araya getirmiş
olursun ve bu cemiyet sahibinin hak ettiği sevap senin adına gerçekleşir. Bu
durumda dostunu görmekle, Allah Teâlâ’yı görmüş olursun. Bununla birlikte o
dostlukta senden daha yücedir. Öyleyse Allah Teâlâ onun katında senin
katındakinden daha büyük ve daha yücedir. Çünkü Allah Teâlâ velilerinde
kendisini bilmeleri ölçüsünde bulunur. Allah Teâlâ hakkında kim daha cahil ve
daha çok hayretteyse, O Allah Teâlâ’yı daha çok biliyordur.
Bir Allah Teâlâ
dostunun dostluğu sayesinde O’nun söz konusu veliyle ilişkisi senin adma da
gerçekleşip bu sayede Allah’ın seninle ve o veliyle ilişkisini ayırt
edememişsen, onu dost edinmemişsin demektir. Dost edinseydin Allah Teâlâ sahip
olmadığın bir bilgiyi sana vermek üzere o velinin diliyle -duyacağın
şekilde-seninle konuşurdu. Sen de veli isen, ondan dinler ve dostluğunu
müşahede eder, Hak ile duyarsın. Çünkü o senin kulağındır. İşte bu herkesin
kendinden öğrendiği bir zevktir. Onun mahiyetini gerçeği olduğu hal üzere
bilenler anlayabilir.
Ayrışma sözümüze
gelirsek, acaba ayrışma kimdendir? Bu, hadisin devamında belirtilir. ‘Ya da benim yolumda birisiyle
düşmanlık edene...’ Benim
düşmanlık ettiğim kimseden ayrılmışım demektir. Çünkü el-Hadi ismi el-Mudil,
ed-Dar, en-Nafi isminden ayrılır. Kim ilahi isimlerin hikmetini anlarsa, ona
Allah Teâlâ’yı bilme hakkında büyük bir kapı açılır ve bu kapı hiç bir şeye dar
gelmez.
Söylediğimi
bilseydin
Söylediğinden
başkası olmazdım
Sen benim gibi
değilsin, hatta bensin
Ne söz var ne
söylenilen
İfade ettiğimde
hayrete düştüm
Akılların getirdiği
hususta .
Muhakkik keşif
sahibinin gördüğü şeyi dikkate aldığında, ulaşmak istediği hakikate ulaşabilir.
Çünkü hakikat, son derece açık ve göz sahibi için bellidir.
Hal akıllarla ve
zekâlarla oynar durur İsimlerin varlıklarla oynaması gibi Âlemde düşmanlık ve
düşman olma hali buradan ortaya çıkar. Müşahede sahibi alimde zıtların
kendisinde bulunması nedeniyle hal değişmesi olmaz. Çünkü o bütünüyle Haktır.
İşaret ettiğimiz hususu anlayınca, nasıl dost ve düşman olunduğunu, kimin
düşman olduğunu, kiminle dost olunduğunu ve kimin dost olduğunu öğrenirsin.
Seni kendinden var edip sana seni gösteren, sana kendinden ihsan eden Allah
Teâlâ münezzehtir! Nefsini bilen rabbini bilir. Her şey O’na nispet edilir ve
Allah Teâlâ âlemlerden müstağnidir.
Bilmelisin ki, Allah
Teâlâ ilahlığı hevaya nispet etmiş, onu peygamberi Hz. Davud’un mukabili
yaparak şöyle demiştir: ‘İnsanlar arasında hak ile hüküm ver, hevaya uyma!’ Başka bir ayette ‘Hevasını rab edineni gördün
mü? demiştir. Heva kulun iradesidir. Bu
irâde Allah Teâlâ’nın dün-yaya yerleştirdiği meşru teraziyle çelişince, heva
adını alır. Daha önce, ‘Siz dilemezsiniz, Allah Teâlâ diler’ ayetini açıklamıştık. Hevayla hüküm verenin kim olduğunu
öğrendin. Bu nedenle Allah Teâlâ ‘Onu bilgiyle saptırdı’ yani hayrete düşürdü. Çünkü Allah
Teâlâ’yı bilmek O’nun yolunda hayrete düşmeyi gerektirir. Çünkü O’ndan başka
hüküm sahibi yoktur.
Yeryüzü şiddetle
sarsıldı
Sahip olduğu
şeyleri bir bir saydı
Gözler baksaydı
idrak ederdi
Kendilerine
vahyederken rablerine
Yeryüzü haberlerini
söyledi
Ağırlıklarını senin
için çıkartırken
Bu müşahedeye sahip
olmayan insan, Allah Teâlâ’nın varlıktaki yüceliğini bilemez. Bunu bilemeyince
de pek çok bilgiyi kaçırır.
Bilmelisin ki, emir
dört hakikatle sınırlıdır: evvel, ahir, zahir ve bâtın.
Bu
nedenle bilgi dört şeye dayanır. Allah Teâlâ yolunda temkin sahibi olan kimse, kendinde dört
şeyi müşahede eden ve fiillerini de böyle görendir.
Böyle birisi, farzları
yerine getirir. Birinci ikamet budur. Ardından nafile ibadetleri yerine
getirir. Bu zahirinde ve bâtınındaki ikinci ikamedir. Çünkü zahirde bir hüküm
olduğu gibi bâtında da bir hüküm olmalıdır. Böylece Allah Teâlâ’nın hükmü onun
yapısını kuşatır.
Zevk yoluyla müşahede
ettiğinde ise, bu emrin onun adına meydana getireceği şeyi de öğrenir. Bu
nedenle onun zahirinde altı yönü vardır. Altı kâmil sayıdır, çünkü altı, ilk
kâmil sayıdır. Onun altıda birini üçte birine ve yarışma izafe ettiğinde, bütün
haline gelir. Kalp ise altı yönlüdür. Her yönün kalpte bir yüzü vardır ki, o bu yüzün gözüdür ve
söz konusu göz ile Hak idrak edilir. Allah Teâlâ ez-Zahir isminde kula tecelli
ettiğinde, tecelli her şeyi kuşatıcı olması yönüyle bütün yönleri kuşatırsa,
kalbin bütün yüzlerini kuşatır. Haktan onun adına ortaya çıkan her şeyi kuşatır
ve kalp bütünüyle nur olur. Burada kul şöyle der: ‘Rabbim, yaptım.’ Allah Teâlâ ona hitap ederken şöyle
der: ‘Sen salih
kulun dediği gibisin’: ‘Sen onların üzerinde gözetensin.’ Böylece zamir gizliyken açığa çıkar.
Gerçi gizli olan zahir olandan farklıdır. Zuhuru esnasında gizli olmakla
birlikte zamir ortaya çıkmıştır. Böylece Hak için tek bir yönden ‘zahir iken bâtın, bâtın iken
zahir’ dersin.
Çünkü ‘sen’ muhatap zamiridir ve senden başkası değildir. Sen ise hitapta
görülensin. Öyleyse sen isimden farklı olarak görünen zamirsin. Zamir isimleri
Allah Teâlâ’yı bilmede isimlerden daha güçlü ve daha sağlamdır.
Ariflerden birisinden
aktarılır. Ben Ebu Yezid’den
aktarıldığını görmüştüm. Hakkı müşahedesindeki hallerinden birisinde şöyle der:
‘Benim enaniyetim senin enaniyetin!’ Yani nasıl ki, kendi hakikatiyle
isme zamir verilir, aynı şekilde sana da Zahir isminin benzeri olan şey
verilir. Zahir niteliğin benzeri yoktur. İşte bu zamirlerin gücü hakkında
söylediğimiz şeyin ta kendisidir. Âlemde tenzih ve suretlerde ortaklık
gerçekleşir. İki şahıstan birisi gizlenir ve öteki ortaya çıkar. Görünene
bakan, hazır olanın ötekinin aynı olduğunu zanneder. Allah Teâlâ Teâla âleme
haber vermede işaret zamirleri yerleştirdi. Bunun amacı, bu zamirlere
dayanarak, bu karışıldığı kaldırmak ve onun mahiyeti sayesinde, suretiyle gözükeni
ayırt etmektir.
Allah Teâlâ Teâla
insanın ilahi surete göre yaratıldığını bildirir. Hz. İsa şöyle der: ‘Sen onların üzerinde gözetmen
idin: Böylece Hak
ile ilahi surette yaratılmışı ayırt ederek adeta şöyle der: Suretinin
üzerinde yaratılmış olan değil, Sen kendin yönünden onların üzerinde
gözetmendin. Sen bu yerde onların varlığını almış oldun. Bizim zamirler
hakkında yazdığımız Kitabü’l-Hüve adlı, zamir isimleri hakkında gerekli
açıklamaları yaptığımız küçük bir risâlemiz vardır. Bu zamirler kadim hâdis
bütün suretleri kabul eder. Bunun nedeni, onların imkânı ve makamlarının
yüceliğidir. Binaenaleyh âlem, kendisi çok olsa bile, tek hakikate döner.
Varlıktaki her şey Hakk
Görünen her şey halk
Tecelli eden hikmete bak
Hakkın aynında, ihata eder onu
Hakk
Kul Hakk’tır, Hakk Hakk’tır
Hâlbuki ne Hakk’tır ne Hakk
olmayandır
Dostum! Zamanını
hareketleri incelemeyle boşa harcama. Çünkü vakit, değerli! Bizim yöneldiğimiz
şeye bak ve hakikatinin verisine göre ona dayan. Çünkü senin basiretin keskin
olursa, neticede hareketi ve hareket ettireni de öğrenirsin. Hareket yüzün
hareketidir. Hareket ettiren ise oluş perdesinin ardındadır. Netice ise, açıkça
görünen, sefer eden ve varlığını ifade edendir. Öyleyse ona itimat etmelisin.
İşte dostum! Sana nasihatim budur. Bu nedenle Hak kendisine bir intikal nispet
ettiğinde, kendisine belirli bir durumda nispet edilen intikalin ne olduğunu
öğrenmen için neticeyi de zikretti. Buna misal olarak ‘Rabbimiz gecenin son üçte
birinde yakın semaya iner’ hadisini verebiliriz. Sonra neticeyi zikrederek şöyle demiştir: ‘Allah Teâlâ şöyle der: Tövbe
eden var mı? Dua eden var mı? Bağışlanma dileyen var mı?’ Bu ve benzeri pek çok şeyi kullarını
fikir yorgunluğundan ve mazeret beyan etmekten kurtarmak üzere söyler. Çünkü
hareketlerdeki maksat, onların kendileri değil, neticeleridir. Her şeyde durum
böyledir. (İsim cümlesinde) Haber olmasaydı, mübtedanın faydası olmaz ve onu
zikretmek anlamsız kalırdı. Buradan ‘Sizi abes yere yarattığımızı mı zannettiniz’ ayeti anlaşılır. Başka bir ayette ‘Gökleri, yeri ve ikisinin
arasındakileri batıl olarak yaratmadık’ denilir. Burada Allah Teâlâ’nın âlemi yaratmadaki
sebebin ve hikmetin bilgisine dikkat çekilir. Allah Teâlâ’nın isimlerinden biri
Haktır. ‘Allah
Teâlâ âlemlerden müstağnidir’ buyrulur. Bunun anlamı, sabitliğinde değil, dış varlığında
müstağnidir demektir. Âlem sabitlik halindeyken onunla yetinme ve varlığında
müstağnilik gerçekleşir. Çünkü âlem mümkün iken, ilahlığa hakkını vermişti.
Mümkünlerin talebi olmasa ve yokluk halini tattıkları gibi varlık halini
tatmayı istemeselerdi, sabitlik dilleri varlığı zorunlu olan’dan kendilerini
var etmesini istemezdi. Bu talebin sebebi bilgilerinin zevk bilgisi olmasını
istemeleridir. Varlığı zorunlu olan -kendisi için değil-onları onlar için
yaratmıştır. Allah Teâlâ onların varlıklarından müstağni olduğu gibi onların
kendisine ve sabitliğine delil olmasından da müstağnidir. Onların Allah
Teâlâ’ya delil olmaları bakımından yoklukları varlıkları gibidir. Yokluktan var edilen hangi şeyden
Allah Teâlâ’yı bilme hakkında bilgi meydana gelir? Bu nedenle Allah Teâlâ’nın âlemden
müstağni olmasının âlemin varlığında müstağni olmasının kendisi olduğunu
anladık. Bu mümkünün ezelde yoklukla nitelenmesi bakımından garip bir
meseledir. Ezel tercih kabul etmez. Mümkünün yokluğu ezelliğiyle beraber nasıl
onu kabul eder ki? Bu husus, kendisi olması bakımından mümkün olması yönüyle
onun hakkında iki hükmü kabul etmesi demektir. Mümkün adına yokluk var
sayıldığında, varlık hali de var sayılır. Varlık halinde onun sahip olduğu
hükme göre tercih edilendir. Tercih ezelde yokluk halinde ve tercih
edilenin yokluğuyla nitelenmesi itibarıyla mümküne sirayet eder. Tercih edenin
tercihi bu amaçla gerçekleşir. Amaç ve kasıt ise hükmü hakikatinin verisine
göre her birisinde ortaya çıkan manevi bir harekettir. Mahsus olursa, bir
mekânı doldurur ve mekânı meşgul eder; makul olursa, bir anlamı ortadan
kaldırır ve bir manayı var eder, onu bir halden bir hale taşır.
Bu menzilde çeşitli
ilimler vardır: Sınırlı dua ve sınırsız dua, dua edilene karşı neyin söylenmesi
ve nasıl davranılması gerektiği bu menzilden öğrenilir. Hareket ilmi ile sebep
ve neticeleri, bu menzilden öğrenilir. Bilmediği konuda bildiğini zannederek
konuşanın durumu, bu menzilden öğrenilir.
Gerçekte konuştuğu
konuda bilgisi var mıdır yoksa o bilgi değil midir?
Konuşan bilmese bile,
onun bilgi olması zorunlu mudur?
Böyle bir şey âlemde
ortaya çıkar mı?
Bu, mertebeleri
ayrıştırmada Allah Teâlâ için bir yaratmadır. Bu sayede bilgisizin bilenin
karşısında ve bilginin bilgisizlik karşısındaki derecesi ortaya çıkar. Veya
sadece bilgi mi vardır? Allah Teâlâ’nın âlemde ellerinde yarattığı hayretin
belirlenmesi bu menzilden öğrenilir.
Acaba hayret genel
olarak mutluluğu verir mi, yoksa mutsuzluğu mu verir?
Bu konuda hayretin
tafsili var mıdır? Bir kısmı mutluluk verirken bir kısmı bedbahdık mı verir?
Bu konuda hayrete
düşülen şey nedir?
Onda hayrete düşmek zorunlu
mudur, hayrete düşmemek mümkün müdür?
Hayret sahibinin
hayret esnasında bâtınında bulduğu yanmanın sebebi bu menzilden öğrenilir.
Acaba hayret sahibinin hayrete düştüğü konuyu bilmesi hayretin kendisi mi olur?
Böyleyse yanma acısı kalkar. Delillerin ortaya konulması bu menzilden
öğrenilir. Allah Teâlâ onları nazar ve basiret sahibi olan akıllılar için nasıl
düzenledi?
Garibin bilgisi bu
menzilden öğrenilir. Bu, bilgiye kabiliyetli olan kimsenin üzerinde bilgi
almadığı bir vaktin geçip geçmeyişini bilmektir. İlahi mertebe bu menzilden
öğrenilir. Acaba Allah Teâlâ’dan perdeler mi, yoksa Allah Teâlâ’ya delil midir?
Onu perdeleyen nitelik ve yaratıcısına delil olan nitelik, bu menzilden
öğrenilir. Allah Teâlâ’nın kesinlikle tek olarak yaratmadığı ve böyle bir
yaratmanın geçerli olmadığı, iki veya daha fazlasını yarattığı bu menzilden
öğrenilir. Hâlbuki varlıkta bir gecikme ve öncelik söz konusu değildir.
Hak adına birliğin
ancak ilahlığında sabit olması bu menzilden öğrenilir. Varlığında iki veya daha
fazla akli şey gerekir. Bunları nispet veya mutlak birliği bilmedikten sonra
sıfat sayabilirsin. Bunlardan birisi de ilahi isimlerin var olanlara
ilişmesinin bilgisidir. Ahiretin gelinceye kadar koşması, bu menzilden
öğrenilir.
Acaba o nereden
gelir?
Kendisine nispet
edilen bu hareket nedir?
Dünya ve ahiretin
makul olmasının mahiyeti nedir?
Allah Teâlâ’dan yüz
çevirenin bilgisizliği bu menzilden öğrenilir. Hâlbuki Allah Teâlâ ‘Her nereye dönerseniz, Allah
Teâlâ’nın yüzü oradadır’ buyurur. Allah Teâlâ’nın yüzüne yönelen insan nasıl bedbaht olabilir?
O kişi Allah Teâlâ’nın
yüzüne dönmeyi amaçlamasa bile, gerçekte Allah Teâlâ’nın yüzüne dönmüş ve Allah
Teâlâ’nın yüzünden yüz çevirmiştir.
Acaba insan için Allah
Teâlâ’ya her yönden yönelen ifadesi nasıl kullanılır?
Bu, insan bütünüyle
yüz ve göz olduğunda geçerlidir. Böyle bir niteliğe sahip olanın O’ndan yüz
çevirmesi mümkün değildir. Garip bir bilgi, bu menzilden öğrenilir. Bu bilgi
insana ancak kendisini ayakta tutan asıl nedeniyle ondan çıkan şeylerin döneceğinin
bilinmesidir. Bu durum ‘Bütün iş O’na döner’ ayetinde belirtilir. İş bütünüyle O’ndan başlar ve tekrar
O’na döner. Bu, Hz. Peygamber’in ‘Bunlar sizin amellerinizdir, size
döndürülürler’ ifadesinde
belirtilir. Sadece sana döndüğünde övülecek olan davranışların senden çıkması
için çalışmalısın! Son kademinde Allah Teâlâ karşısında huzur sahibi olanın
durumu bu menzilden öğrenilir. Bu, teklif diyarında olabilir. Kazanç ve zararın
konusu bu menzilden öğrenilir.
İnsan için dünyada
veya ahirette bulunacak bir yer var mıdır yok mudur?
Ahiret derken
şeriatların Allah Teâlâ’dan getirdiği ahiret hayatım kastetmekteyim.
Dünyada hâlle
bölünenin ahirette yer olarak bölüneceği bu menzilden öğrenilir. Öyleyse
ahirette iki menzil vardır: Cennet ve cehennem. Dünya da İlci menzil vardır:
Elem ve haz veya azap ve nimet. İnsan niteliksiz olduğu söylenen bir halde
nasıl olabilir?
Misal olarak Ebu
Yezid’in iddiasını verebiliriz. Acaba böyle bir iddia sahibi dünya veya
ahirette olmayan bir mertebenin sahibi midir? Daha mühim ve mühimi dikkate
almayı terk edenin durumu bu menzilden öğrenilir. Geçici durumların âlemde bir
etkisinin olmayışı bu menzilden öğrenilir. Rızıkların hâzineleri bu menzilden
öğrenilir.
Salihlerden birisine bir adam ailesinin çokluğundan şikâyet
edince salih insan ‘Evine git! Kimin rızkı Allah
Teâlâ’ya ait değilse, onu bul ve evden çıkart’ demiş. Adam ‘Hepsinin
rızkı Allah Teâlâ’ya aittir’ deyince, arif şöyle
demiş: ‘Peki onların azlık ve çokluğıından sana ne?’
Müşahedeyle hüküm,
ayrım yapmak ve keşifle hüküm vermek, bu menzilden öğrenilir. İrade, meşiyet,
himmet, kasıt ve niyet arasındaki fark, bu menzilden öğrenilir. Vekilin
kendisini vekil atayanın niteliklerine sahip olması, bu menzilden öğrenilir.
Acaba onların hepsini yerine getirir mi, yoksa bunlar kendisinden talep edilir
mi?
Sözün mertebeleri, bu
menzilden öğrenilir.
Kötülük iyilik ve
güzelliğe göre söze nasıl nispet edilir?
Allah Teâlâ’yı tenzih
ve ispat yoluyla övgünün O’na ulaştırılma yolları bu menzilden öğrenilir.
Bedbaht ve mutlular arasında dünyada gerçekleşecek eşitliği sağlayan husus bu
menzilden öğrenilir. Varlıklara yönelme ve Hakkın yönüne yönelme, bu konuda
övülen ve kınanan hususlar bu menzilden öğrenilir.
Hakkın kendisine
nispet ettiği yapıyı ortaya koyma ile sadece kullarının elleriyle gerçekleşecek
hususlar, bu menzilden öğrenilin Dürülmek ve geri dönmek, lazım ve kaim, boyun
eğen ve inen bu menzilden öğrenilir. Hakkın kullarını çağırdığı ibadetlerde
Hakka yönelinen durumlarda niyetin tekrarlanmasının alametleri, bu menzilden
öğrenilir. Yaklaştırıcı ve uzaklaştırıcı yollar, saliklerin bu konudaki
durumları bu menzilden öğrenilir. Kendilerinde ve üzerlerinde sülük meşru
olunca veya olmayınca, eserlerin hesabı bu menzilden öğrenilir. Bu yoları selim
akıl ve doğru düşünce de gerektirir. Bu konuda -tevkif olmadan-ilahi yakınlık
bu menzilden öğrenilir. Bu hususta sahih olan ve olmayan hususlar bu menzilden
öğrenilir. İnsana uygun yakın nimetlere karşılık Allah Teâlâ’ya hamd bu
menzilden öğrenilir. Âlemde her varlığa ait yararlar, bu menzilden öğrenilir.
Âlemdeki engeller alda ve şeriata göre men edilenler, bu menzilden öğrenilir.
Madumun mevcut suretinde ortaya çıkması, gerçek varlıktan ayrışması bu
menzilden öğrenilir. Nihal ve milel, bu menzilden öğrenilir. Kendisinden ancak
faydası kaybolduktan sonra fayda alınan şey bu menzilden öğrenilir.
Dilencilerin halleri
bu menzilden öğrenilir. Her soruya layık cevap bu menzilden öğrenilir. Hakkın
kullarını amellerinde kabul etmesi veya haram veya kınanmış olmadığı halde
kabul etmeyişi bu menzilden öğrenilir. İlahi azamet ve büyüklük arasındaki
fark, bu menzilden öğrenilir. İhsan ve mahiyeti bu menzilden öğrenilir. Üzüntü
sebebi var iken, Hakkın kendisini üzen işte kulunun vekili olması bu menzilden
öğrenilir. Misille karşılık vermek bu menzilden öğrenilir. Güzel isimlerin
sonuçları, bu menzilden öğrenilir. İmaret, tahriplik ve dünya ve ahiretteki
hükümleri, bu menzilden öğrenilir. Haktan dönüş dönende nasıl bir etki yapar,
bu menzilden öğrenilir. Bir’in çok ile değerlendirilmesi bu menzilden
öğrenilir. Şair şöyle der:
Allah Teâlâ’ya çok
gelmez
Âlemi birde
toplamak
Hadiste geçen
‘tehalüc’ün takdiri ve bu konuda ortadan kalkan ve kalkmayan hususlar, bu
menzilden öğrenilir. Fitnelerin kalplere ilişmesi ve onlara alışan ile
alışmayanın durumu bu menzilden öğrenilir. Kuşkuya kapılanın kuşkusunu baki
kılacak sebep ile onu kuşkudan çıkartabileceği halde bunu yapmayan araştırma bu
menzilden öğrenilir. İman ve bilgi arasındaki fark, alim ve mümin arasındaki
mertebe farkları, bu menzilden öğrenilir. Hakkın kulların razı olacağı işleri
soruşturması, bu menzilden öğrenilir. Onlar Hakkı razı edecek işlerin peşinden
gider. Bu, uygun karşılıktır. Beyanı geride bırakmak, bu menzilden öğrenilir.
Bu esnada kendisine ihtiyaç olmakla birlikte alimin gördüğü bir durum nedeniyle
izahını öne almak mümkündür. İlahi affın talep ettiği şeyin niteliği bu
menzilden öğrenilir. İzhar edilen ilimler ile örtülmesi gereken ilimler, bu
menzilden öğrenilir. Gayb âleminin şehadete şehadet âleminin gabya girmesi, bu
menzilden öğrenilir. İstidrac ve mekir, bu menzilden öğrenilir. Gayesi amel
olup da bu gayenin ortaya çıkmadığı her bilgi bu menzilden öğrenilir. Bunun
nedeni nedir?
Göğün içbükey küre
gibi değil çadır gibi olması bu menzilden öğrenilir. Göklerin yapısı gök
bilimcilerin zikrettiğinden farklıdır.
Acaba yıldızların
dönüşünün sebebi nedir?
Kendilerinden dolayı
mı?
Yoksa onları çevrine
bir felekten dolayı mı dönerler?
Aklî imkânın varlığı
nedeniyle çatışmanın kendisinde gerekli olduğu husus bu menzilden öğrenilir.
Bilginin bilenin nefsine etkisi bu menzilden öğrenilir. Âlemin yaratılışının
cevherlerin varlıklarına dönmesi, bu menzilden öğrenilir. Âlemdeki her tür ve
cinsten seçilmiş ve tercih edilmiş şeyler bu menzilden öğrenilir. Manalarda ve
mana olmayan şeylerde, babalar ve oğullar bu menzilden öğrenilir. Sebeplere
bağlanmak ve onlarla bağlanmayı terk bu menzilden öğrenilir.
‘Allah Teâlâ hakkı
söyler ve doğru yola ulaştırır.’
Yirmi dördüncü sifir
sona erdi.
Yirmidördüncu Sifr, c.XII,
Sh:380-393
Bu yazıyı ateistler okumalı, Allah
Teâlâ insanı kendi zulmü sebebiyle cezalandırır. Çünkü Allah Teâlâ’nın rahmeti
ölçülemez mahiyettedir.
Ateistler, Allah Teâlâ kötülüklere
neden izin veriyor, demeleri yerine insanın dağları taşımadığı yükü
kabullenmesindeki cehalet sorgulanmalıdır.
Muhyiddin İbn Arabî kaddesellâhü
sırrahu’l azîz, Futuhât-ı Mekkiyye’sinde beyan buyurdu ki:
Allah Teâlâ bir kuluna keşif yoluyla
bedbahtlar hakkında müddetin sona ereceğini bildirirse -ki ona merhamet
etsin-kitabımın bu bölümüne onu eklesin. Ben de tafsili olmaksızın genel
anlamıyla onu öğrenmiştim. Allah Teâlâ ‘O gün dönüş Rabbinedir, der. Rabb ıslah eden demektir. Allah
Teâlâ kıyamette insanların arasını bulur ve düzeltir. Nitekim Peygamberden
gelen bir hadiste böyle denilir:
‘Davalı iki adamdan birisinin ötekinden alacağı vardır. Allah Teâlâ’nın
huzurunda dururlar ve alacaklı şöyle der: ‘Benim hakkımı şundan al.’
Allah Teâlâ ona şöyle der: ‘Başını kaldır.’ Başını kaldırınca pek çok hayır ve iyilik görür ve şöyle
der: ‘Rabbim! Bunlar kimindir?’ Allah Teâlâ şöyle der: ‘Bedelini verenin.’ Mazlum şöyle der: ‘Bunun bedelini ödemeye kim güç yetirebilir ki?’ Allah Teâlâ şöyle der: ‘Sen kardeşini affedersen o bedeli ödemiş olursun.’ Mazlum ‘onu
bağışladım’ der ve
kardeşinin elinden tutarak birlikte cennete girerler. Hz. Peygamber sallallâhü
aleyhi ve sellem bunu söyledikten sonra şu ayeti okumuş: ‘Allah Teâlâ’dan korkun ve
birinizin arasını düzeltin.'
Allah Teâlâ kıyamet günü kıllarının
arasını düzeltir ve ıslah eder. Çünkü O’nun özelliği, mazlumun hakkının düşmesi
ve kardeşini bağışlaması gibi, kulların arasında barışı temindir. Kul böyle
yapmışken, Allah Teâlâ kullarına hakkını bırakmada kulundan daha çok bu
niteliğe layıktır.
Bu
bağlamda şirki de başkasına zulüm yapmanın gereği olarak cezalandırmıştır.
Yirmialtıncı sifir, c.XIII, sh: 218
Muhyiddin İbn Arabî kaddesellâhü
sırrahu’l azîz, Futuhât-ı Mekkiyye’sinde beyan buyurdu ki:
Kâmil-ilahi tahsis,
mutluluk ve sureti birleştirmede ortaya çıkar. Bu nedenle müminin kemali,
mekânda halife olmaya bağlıdır. Söz konusu mekânın özelliği, öfke ve gazap
esnasında kudretin nüfuz etmesi şeklinde (ilahi) suretin kemalinin
gözükmesidir. Cennet böyle bir niteliğin yeri değildir, dolayısıyla orası,
halifelik yeri değildir. Orası, velayet yeridir. Velayet sahibine kendisini
aşamayacağı veya yaratılışının başkasını kabul etmeyeceği bir durum tahsis
edilir. Farz-ı muhal, cennette gazabı gerektirecek bir durum olsaydı bile,
velayet sahibi gazap özelliğine sahip olmazdı. Çünkü orası dünya yaratılışından
farklı özel bir mizaca sahiptir. Bu nedenle Allah Teâlâ ‘Yeryüzünde halife yaratacağım’ demiş, ‘âlemde’ dememiştir. Melekler itiraz etmeseydi, secde etmekle
sınanmazlardı. Onlar, bilgide
derinleşenlerin farkına varacağı gizli-ince öfkeye yol açan bir davranış
nedeniyle sulanmışlardı. Âlemde gerçekleşen her ilahi intikam, Allah Teâlâ’yı öfkelendirdikten
sonra gerçekleşir, çünkü Allah Teâlâ âlemi rahmeti nedeniyle yaram ve rahmetin
özelliği, intikam almak değildir. Gazabın özelliği ise
intikamdır. Fakat gazap, tabaka tabakadır. İntikam da onun terazisinde -bir
ilave ve eksilme olmaksızın-ortaya çıkar. İntikam öfkelendiren adına bir
temizlik olarak ortaya çıkar ve bu nedenle intikam sonsuza kadar sürmez. İntikam Allah Teâlâ katındaki belli bir süreye kadardır,
ardından onu rahmet takip eder. Çünkü sonsuz ebedi hüküm, rahmete aittir. Zikrettiğimiz konuya aklını veren ve meseleyi iyi
inceleyen, değerli bir bilgi öğrenir. O bilgi, adaletin ilahi hükme yayılması,
ihsanın kapsayıcılığı ve rahmetin gazabı geçmesini bilmektir. Böyle biri,
Hakkın hükmünü hakikatlerin gereğine göre uygulayacağını bilir. Hakikatler,
kendileri nedeniyle, değişmez ve başkalaşmaz.
Yirmikinci sifir; c.II Sh.371
Muhyiddin İbn Arabî kaddesellâhü
sırrahu’l azîz, Futuhât-ı Mekkiyye’sinde beyan buyurdu ki:
Bazı bilginler intihar
edenin namazının kılınmayacağı, bazı bilginler ise kılınacağı görüşündedir.
Benim görüşüm, intihar edenin cenaze namazının kılınacağıdır.
Allah Teâlâ namazını
kılarak cenazeye şefaate izin vermiştir. Buradan Allah Teâlâ’nın (cenazesi
kılınan her) ölüden razı ve yapılan duanın makbul olduğunu anladık. ‘İntihar
edenin ebedi olarak cehennemde kalacağı’ ve ‘cennetin intihar edene
haram olduğu’ bildirilmiştir. Halbuki intihar edenin cenaze namazının
yasaklandığı hakkında bir ifade gelmemiştir. Öyleyse hadisteki ifade, intihar eden ve cenazesi
kılınmayan kimseye yorumlanmalıdır. Dolayısıyla bu yorum nedeniyle, müminlerin
intihar edenin namazını kılmaları vaciptir. Bu
sayede Allah Teâlâ, namaz kılanın ölü hakkındaki şefaatini kabul edebilir. Özellikle güvenilir rivayetler ve
ilkeler, onun da ateşten çıkmasına hükmeder. Bu durumda, cehennemde ebedi
kalacağı hakkındaki rivayet tehdit olarak yorumlanır.
Bu meselede işaret
edilen hikmet Allah Teâlâ’nın ‘Kendi isteğiyle bana koşana (canına kıyana)
cenneti haram kıldım’ ifadesinde
yer alır. Burada bir işaret ve hakikat vardır. İşaret ‘koşarlar’, ‘koşunuz’, ‘bana bir karış
yaklaşana ben bir arşın yaklaşırım’ gibi ifadelerdir. Ölüm, Allah Teâlâ’ya kavuşma sebebidir. İnsan hayatında yolculuk eder ve
Rabbine kavuşuncaya kadar nefesleriyle menziller aşar. Allah Teâlâ onun için
özel bir sınır (ömür) belirlemiştir. O ise kavuşma vaktini öne almak istemiş, bu sınıra ulaşmazdan önce ona
koşmuştur. İşte bu, kavuşmada bir etkisi olmayan sebeptir. (Kulun kavuşmaya
koşması) Hakk’a kavuşma özleminden kaynaklanmışsa, perdeleri ortadan kaldırarak
O’na kavuşur (seyr ü sülük). Çünkü Allah Teâlâ şöyle der: ‘Ona cenneti haram ederim.’
Cennet örtmek, gizlemek demektir. Başka bir ifadeyle, ‘benden gizlenmesini
engellerim.’ Çünkü o bana canıyla koşmuştur. Bunu ayrıntılı olarak
söylememiştir. Dolayısıyla hadisin mümin için en hayırlı olan anlama
yorumlanması, esasların da bunu desteklemesi bakımından daha uygundur.
Hz. Peygamber
sallallâhü aleyhi ve sellemin ‘kılıçla veya zehir içerek ya da dağdan
atlayarak’ intihar
eden kişi hakkındaki ifadesinde ise müminler ya da mümin olmayanlar
denilmemiştir.
Dolayısıyla ifade yoruma açıktır. İhtimal ortaya çıktığında ise, ilkelere ve
asıllara döneriz. Asıllara döndüğümüzde ise, imanın otoritesinin güçlü
olduğunu, sonsuza dek cehennemde kalmanın imanın gücü karşısında duramayacağını
görürüz. Böylelikle Şari’nin bu ifadesiyle ebedi çekecekleri azabı belirlemede
Allah Teâlâ’ya şirk koşanlardan söz ettiğini kesin olarak anladık. Şöyle der: ‘Nefsini kesici' bir şey ile öldüren’, yani bir müşrik, ‘elindeki kılıcıyla cehennem
ateşine döner ve orada ebedi kalır.’ Yani cehennemde çekeceği azabın böyle bir azap olması onun
hakkında verilmiş bir yargıdır. Aynı şekilde, zehir içip kendini öldüren kişi
de cehennem ateşinde sonsuza değin kalmak üzere azap çeker. Başka bir ifadeyle
o kâfire böyle azap edilir. Bir rivayette ‘herhangi
bir şey ile kendisini öldürene cehennemde öldürdüğü şey ile azap edilir’ denilir.
Bu bağlamda mümine
gelirsek, Allah Teâlâ’nın birliğine inanmak karşısında hiçbir şey duramaz.
Öyleyse ifadenin müşrik hakkında olduğu ortaya çıkmıştır. Şari, bu ifadede
bizzat bir türü belirlemese bile, dinî kanıtlar farklı kaynaklardan alınabilir
ve kanıtlar birbirlerini destekleyecek şekilde birbirlerine eklenir. Çünkü
mümin için mümin, birbirini tutan binaya benzer. Aynı şekilde, bir şeye inanmak
başka bir şeye inanmakla desteklenir, böylelikle birbirlerini güçlendirirler.
Çünkü cennet ehli, cennete girdikten sonra bir nimet olarak, rablerıni görür.
Nitekim rivayette Rabbi ‘ziyaret etmek’ hakkında
böyle bildirilmiştir. Hz. Peygamber sallallâhü aleyhi ve sellem: ‘İnsanlar cennetteki mekânlarına
yerleştiğinde, Hakk’ı görmeye davet edilir’ buyurmuştur.
Binaenaleyh acele edip intihar eden kişi hakkındaki ‘Cenneti
ona haram kıldım’ ifadesinin
‘benimle kavuşmazdan önce’ (cenneti ona haram kıldım) anlamında
söylenmiş olması mümkündür.
Bu durumda intihar eden insanın nimeti görmesi Rabbine kavuşmayı önceler ve
sonra cennete girer. Çünkü intihar eden kişi, onu bu davranışa zorlayan halden,
yani içinde bulunduğu durumdan Allah Teâlâ’nın ona daha merhametli olacağını
görmüştür. İçinde bulunduğu azaba karşı Allah Teâlâ’nın nezdindeki rahatı
hayalinde canlandırmasaydı, kendini öldürmeye kalkışmazdı.
Allah Teâlâ şöyle der: ‘Ben kulumun
zannına göreyim, hakkımda iyi zanda bulunun.’ intihar
eden insan mümin ise Rabbi hakkındaki zannı iyidir. Rabbi hakkında iyi zan
beslemesi onu intihara sevk etmiştir. Bu kutsi rivayetin lafzının
yorumlanabileceği en uygun anlam budur. Çünkü bu tevile aykırı açık bir nas
yoktur. Bu yorum uzak görülebilir. Fakat uzak görmek, sabit ilkeleri inceleyen
kişinin düşüncesindeki uzaklıktan kaynaklanır. Onları zihnine getirip tartarsa
söylediğimizi anlar. Güvenilir bir rivayette şöyle denilir: ‘Kalbinde
zerre miktarı iman bulunan herkesi cehennemden çıkarın.’ Dolayısıyla geride ancak
zikrettiğimiz yorum kalmıştır ve Allah Teâlâ bu rivayette, özel anlamda cenneti
ona haram kıldığını söylemekten başka bir şey dememiştir.
İntihar
eden kimsenin bir ceza çekeceğini kabul etsek bile -ki bu
kaçınılmazdır-cennetin ona yasaklanması, ceza çekmezden oraya girmesinin
yasaklanması anlamına gelir. Onun durumu, büyük günah işlemiş kişilere benzer.
Dolayısıyla bu ifade, intihar eden ve büyük günah işleyenlerin Allah Teâlâ’nın
mutlak iradesinin hükmü altında bulunduklarını ifade eder. Çünkü sicilli
kimseler, büyük günah sahibi olsalar bile cehenneme girmezler. Böyle bir
insanın dünya hayatı boyunca söylediği yegâne şey, ‘Allah Teâlâ’dan başka ilah
yoktur’
ifadesi olsa bile, bu
ona yeterlidir.
O halde söylenebilecek nihaî şey, intihar eden için
tehdidin cennete girmezden önce uygulanacağı ve ona mağfiret edilmeyeceğidir. Hâlbuki Allah Teâlâ, tehdidini
gerçekleştirmenin kendisiyle ilişkilendirilmeyecek kadar cömertlik ve kerem
sahibidir. Bunun yerine, mutlak iradeyi ve cömertliği yeğlemek Allah Teâlâ ile
ilişkilendirilebilir. Bir bedevi dünyevi gayeleri olsa bile kendisine şöyle
niteler:
Bu nedenle, şeriatta
tehdit hakkında bir ifade geçtiği her yerde vaat de geçer. Söz gelişi Allah
Teâlâ şöyle buyurur: ‘Allah’ın vaadinden döneceğini zannetme.’ Öyleyse tehdit, özel olarak kötülük hakkında kullanılırken,
vaat iyilik ve kötülük hakkında beraberce kullanılır.
Kırksekizinci Kısım; c.IV,
sh:262-265
Muhyiddin İbn Arabî kaddesellâhü
sırrahu’l azîz, Futuhât-ı Mekkiyye’sinde beyan buyurdu ki:
Sevgi Şarabı Nedir?
Cevap:
Sevgi şarabı, iki
tecelli arasındaki orta tecellidir. Bu, kesilmeyen sürekli tecellidir ve Hakkın
kendisinde ârif kullarına tecelli ettiği en üst makamdır. Onun başı, zevk tecellisidir.
Kanmayı sağlayan tecelli ise ‘darlık’ sahipleri içindir. Onların içmeleri,
kanmayla biter. Genişler ise, içmekten kanmaz. Buna örnek olarak Ebu Yezid ve
benzerlerini verebiliriz. O halde bu soruda ilk takdim edeceğimiz husus,
sevginin bilinmesidir. Bu durumda, kendisine izâfe edilen içme ve kâse de
öğrenilir.
Birincisi doğal
sevgidir ki, avamın sevgisidir. Bunun neticesi, hayvanî ruhta meydana gelen birleşmedir.
Seven ve sevilenin ruhu, haz ve şehvet coşkusuyla sahibi için tek bir ruh
haline gelir. Bunun sonu ise, cinsel ilişkidir. Çünkü sevgi şehveti, bütün
mizaca suyun yüne yayılması gibi hatta rengin renklide yayılması gibi yayılır.
İkincisi ise
ruhanî-nefsî sevgidir.
Bunun gayesi ise hakkını yerini getirmede ve kadrini bilmede sevgiliye
benzemektir.
Üçüncüsü ise ilahi
sevgidir. Bu ise
Allah Teâlâ’nın kulu, kulun da Allah Teâlâ’yı sevmesidir. Nitekim Allah Teâlâ ‘O onları, onlar da O’nu sever’ buyurur. Her iki uçtan bu sevginin
sonu, kulun Hakkın, Hakkın da kulun mazharı olduğunu görmesidir. Kul kendisinde
zuhur eden Hakk karşısında beden için ruh gibidir. O, kendisinde hiçbir zaman
görülmediği cismin bâtını ve gaybıdır. Onu sadece seven görebilir. Hale da
kulun kendisiyle nitelendiği sınırlar, ölçüler ve arazlar ile nitelenir ve bu
kul O’nu görür. Bu durumda ise Hakkın sevgilisi olur. İş söylediğimiz gibi
olunca, sevginin kendisiyle tanımlanacağı zâtî bir tanımı olamaz. Fakat sevgi,
betimsel ve lafzî anlatımlarla tanımlanabilir. Sevgiyi tanımlayan kimse, onu
bilmemiştir. Ondan bir şey tatmayan kimse, onu tanımamıştır. Ondan ‘kandım’
diyen kimse, sevgiyi tanımamıştır. Sevgi doyması olmayan bir içecektir. Perdelinin
biri şöyle demiştir: ‘Bir şarap içtim bir daha susamadım.’ Ebu Yezid ise şöyle der: ‘Adam dediğin denizleri yudumlasa
bile, dili susuzluktan dışarı çıkan kimsedir.’ İşte işaret ettiğimiz husus budur.
Bilmelisin ki sevgi
doğal olabilir, sevilen ise doğa âleminden olmayabilir. Sevginin doğal
olmasının nedeni, sevenin doğa âleminden olmasıdır ki, bu kaçınılmazdır. Doğal
sevginin nedeni, bir bakış veya duyuştur. Bakış ve duyuş, sevilen gözle
algılanan şeylerden olduğunda bakanın ve duyanın hayalinde bir şey meydana
getirir. Bu görme ve duyma seveni sevdiğinin yaratılışına taşır, musavvire
gücüyle onu hayalinde suretlendirir. Bazen sevilen hayalde tasavvur edilişine
uygun doğal bir suret sahibi veya onun aşağısında veya ondan farklı veya
üzerinde olabilir. Bazen ise sevilenin bir sureti olmayacağı gibi suret kabul
etmeyebilir de. Seven ise, duyduğundan tasavvur edilemeyecek bir şeyi tasavvur
eder. Suret kabul etmeyen bir şeyi tasvir ederken doğanın maksadı, dağılmaktan
ve gücün yetmediği bir şeye bağlanmaktan korkarak, sevileni belirli ve sınırlı
bir durumda toplamaktır.
Sureti olmayan birinin
ya da sureti olsa bile görülmemiş birinin tasvirini yapmanın nedeni budur. Bu
surette sevginin fiili, onun şahsını yüceltmektir. Öyle ki hayal onu tahayyül
etmekten aciz kalır. Bu suretteki büyüklük ve azamet, sevenin bedeninde bir
başkalaşmaya yol açar. Bu nedenle sevenlerin bedenleri bitkinleşir ve zayıflar.
Çünkü gıda maddeleri ona (sevilenin bedenine) yönelir ve büyür, (sevenin)
bedeni küçülür. Çünkü şevk onu yakar ve dolayısıyla bedende beslenilecek bir
şey kalmaz. Bu yakma esnasında sevilenin sureti hayalde büyür. Bu ise (mecazî
olarak) onun ‘yemesidir’. Musavvire gücü, hayaldeki bu surete üstün bir
güzellik ve derin bir hoşluk giydirir. Bu güzellik nedeniyle sevenin dış
sureti, değişir. Bu nedenle rengi sararır, dudakları kurur, gözleri içe batar.
Sonra bu güç, söz konusu surete sevenin bedeninin gücünden aldığı büyük bir
kuvvet giydirir. Böylelikle sevenin güçleri zayıflar, eklemleri titrer.
Sevginin sevendeki
gücü, (bir yandan) sevgilisine kavuşmayı özletirken (diğer yandan) kavuşmaktan
korkutur. Çünkü kendisinde ona kavuşma gücü görmez. Bu nedenle sevgiliyle
karşılaştığında, seven bayılır ve kendinden geçer. Kimde bir fazlalık var ve
sevgisi eksikse, sevgilisiyle kavuştuğunda titrer ve zihni karışır. Şair şöyle
der:
Ayrıldığımızda ne
diyeceğimi düşünüyorum
Sözün kanıtlarım
-alışkanlık olarak-sağlamlaştırıyorum
Bir araya gelince onu
unutuyorum
Konuştuğumda ise,
imkânsızı dile getiriyorum
Doğal sevginin gücü,
seveni sevdiği önünde cesaretlendirir. Fakat bu cesaret -ona karşı değil-onun
lehinedir! Öyleyse seven korkaktır, atılgandır ve cesurdur. Sevdiği
hakkındaki bu tasavvur hayalinde bulunduğu sürece, öyle kalmayı sürdürür. Ta ki
ölür, bedenin nizamı dağılır veya bu suret hayalinden çekilir ve yok olur.
Doğal sevginin bir
yönü de hayalindeki o suretin belirsizleşip onu tahayyül eden nefsin suretine
katılmasıdır. İlci suret hayalde aşırı bir şekilde birbirine benzeşip sevilenin
sureti -tıpkı havanın göze bitişmesi gibi-ona bitiştiğinde, seven onu hayalinde
arar ve artık tasavvur etmez. Onu kaybeder ve kontrol edemez. Ona karşı aşırı
bir yakınlık hisseder. Bu durumda, tıpkı sevdiğini yitiren İçimse gibi, bir
hayal ve hayret onu tutar. İşte ‘özlem’ denilen şey budur. Bu bağlamda arzu
(şevk) uzaklıktan kaynaklanırken özlem (iştiyak) aşırı yakınlıktan kaynaklanır.
Leyla’nın Kays’ı bu makamdaydı. Onunla her ne konuşulsa, ‘Leyla,
Leyla!’ derdi. Çünkü onu kaybettiğini tahayyül ediyordu. Halbuki öyle değildi.
Tahayyül edilen suret o kadar yakındı ki, artık Leyla’yı göremiyor ve yitiren
biri gibi onu arıyordu. Bakınız! Bizzat Leyla dışarıdan kendisine gelip onun sureti
Kays’ın hayalinde Leyla’dan aldığı surede uyuşmadığında, hayalindeki suretle
çatıştığını görmüş, hayalindeki suretin kaybolacağından endişe ederek şöyle
demişti: ‘Benden uzak dur!
Bu suret sevenin
hayalinde güçlendiğinde, hayalin duyudaki etkisinin bir benzerini sevilende
meydana getirir. Bu durum, düştüğünü hayal eden birinin düşmesine ya da
korkutucu bir şeyi tahayyül edip de bundan dolayı mizacı başkalaşan ve sureti
değişen kimsenin durumuna benzer. Bu suret güçlendiğinde, sevilende bir etkisi
olur. Böylelikle sevileni sınırlar, onu sevenden daha çok o kendisini seveni
sever hale gelir. Çünkü nefisler, önderliği sevme özelliğinde yaratılmıştır.
Seven, sevdiğine dönük sevgisinin kölesi ve kuludur. Sevilen ise, ancak bu
seven var olduğunda önder olabilir. Böylelikle başkanlığı, aşkı ölçüsünde, onu
azat eder. Sevilen, sevenin kendisinden uzak duramayacağı ve daima kendisini
isteyeceğiyle ilgili kesin kanaati nedeniyle böbürlenir. Böylelikle görünüşte
bir izzete sahip olur. İçinden ise seveni talep eder. Kendi mülkü olduğu için,
varlıkta onun bir benzerini görmez.
Seven, sevilenin
davranışına neden aramaz. Çünkü neden aramak, aklın niteliğidir ve sevenin aklı
yoktur. Birisi şöyle der:
Akılla yönetilen sevgide hiçbir hayır
yoktur
Bu dizeyi de bana sevenlerden birisi
olan
Ebu’l-Abbas
el-Makkaranî kendisi adına okumuştu.
Nefislerin sahibi akıldan çök
sevgidir
Sevilen ise sevenin
davranışlarını en iyi şekilde sebeplendirir, çünkü seven onun mülküdür.
Böylelikle sevilen -ki sahiptir-yükselsin diye, şeref ve üstünlüğünün ortaya
çıkmasını diler. O kendisinin övülmesini sever. Bütün bunlar, sevginin
eylemidir; sevilende belirttiğimiz hususları yaptığı gibi sevende de
belirttiğimiz durumları meydana getirir. Bu ise şaşılacak şeylerin başında
gelir: Bir mânâ, kendisinde bilfiil bulunmadığı kimsede -ki sevilendir -hükmünü
meydana getirmiştir. Çünkü sevgi, sevende bir etki yaptığı gibi sevilende de
etki yapar. Bu durum Mutezile’nin şu görüşüne benzer: ‘Allah Teâlâ bir yerde bulunmayan
bir İradeyle irade eder. Allah Teâlâ onu ya bir yerde ya da ‘bir yer olmayanda’
yaratmış ve onunla irade etmiştir.’ Bu ise makul olmaktan uzaktır ve anlamların hükümlerini
bulunmadıkları yerde zorunlu yapmaktır. Aynı şekilde sevgi de bir yerde akılla
biraraya gelmez. Öyleyse sevginin hükmünün aklın hükmüyle çelişmesi gerekir:
Doğal sevginin
özelliklerinden biri de, sevenin hayalinde gerçekleşen suretin bulunduğu yerin
ölçüşünce olmasıdır (sevilenin sureti hayali tümüyle kaplar). Hayaldeki bu
suretin herhangi bir şeyi kabul edebileceği bir fazlalığı olmaz. Böyle değilse,
sevginin sureti değildir. Bu özelliğiyle sevginin sureti, diğer suretlerden
farklılaşır. Nitekim âlemin sureti de (âlemdeki şeylerin suretleri), Hakkın
isimlerinin mertebesi kadardır. Binaenaleyh ilahi mertebedeki her bir ismin
-bir eksildik ve fazlalık olmaksızın(ilahi mertebedeki bulunuşu), âlemin
yaratılışındaki etkisi ölçüsündedir. Bu nedenle âlemin yaratılışı, sevgiden
meydana geldi. Bu durumu destekleyen bir rivayet hadiste geçer. Kutsi bir
hadiste Allah Teâlâ şöyle buyurur: ‘Ben bir hâzineydim, bilinmek istedim, halkı
yarattım, onlara bilindim, onlar da beni bildi.’ Allah Teâlâ, sevginin âlemin
yaratılış sebebi olduğunu bildirdi ve böylelikle âlem ilahi isimlere mutabık
oldu. Nefsin cisme aşkı olmasaydı, kendisine zıt olsa bile, ondan ayrılırken
acı duymazdı. Böylelikle, nispet ve şekillerin varlığı nedeniyle, miktarlar ve
haller biraraya gelir. Öyleyse nispetler, neseplerin varlığında esastır.
Bununla beraber ruhlar bedenlerden, anlamlar kelime ve harflerden farklıdır.
Fakat kelime, örtüşme yoluyla anlamı gösterir. Öyle ki anlam bedenlenseydi,
kelimenin niceliğine fazla gelmezdi. Böyle bir şey ise, ‘sevgi’ diye
isimlendirilir.
Ruhanî sevgi ise, bu
tanımın dışında, miktar ve şekilden uzaktır. Çünkü ruhanî güçler, nispi bir
yönelme sahibidir. Seven ve sevilen arasında bakış, duyma ve bilgiden
kaynaklanan iltifatlar ne zaman genelleşirse, bu, sevgi olur; eksik kalır ve
nispetler yeterli gelmezse, söz konusu olan sevgi değildir. Burada
‘nispetlerin’ anlamı şudur: Özellikleri vermek ve ihsan etmek olan ruhlar,
özelikleri tutmak ve almak olan ruhlara yönelmiştir. Birisi kabul olmadığı için
acı duyarken öteki feyiz (akış) olmadığı için acı duyar. Gerçi feyiz yok olmaz.
Fakat zaman ve hazırlık şartları tamamlanmamış olabilir. Böyle bir feyiz, kabul
eden feyiz tarafından ‘feyzin yoksunluğu’ diye isimlendirilir ki, bu, doğru bir
isimlendirme değildir. Ruhlardan her biri, diğerini sevmede bütün güçlerini
kullanır. Böyle bir sevgi iki seven arasında yerleştiğinde, seven sevdiğinden
ayrılmaktan şikâyet etmez, çünkü sevgilisi cisimler ve bedenler âleminden
değildir. Bu durumda iki şahıs arasında ayrılık gerçekleşir ya da -tıpkı doğal
sevgide yaptığı gibi-aşırı yakınlık etkisini gösterir. Anlamlar ise sınırlanmaz
ve bir mekâna yerleşmez. Onları sadece fıtraten eksik kimseler, tahayyül eder.
Böyle biri, sureti olmayan şeyi suret sahibi yaparak tahayyül edebilir.
Ariflerin sevgisi budur. Onlar bu sevgiyle ‘birlik sahibi’ sıradan insanlardan
ayrışır. Bu kişi, halde ve miktarda olmaksızın, yoksunlukta sevgilisine
benzeyen bir sevendir. Bu nedenle seven, sevilen olması bakımından sevdiğinin
kadrini bilir.
İlahi sevgi ise, Allah
Teâlâ’nın el-Cemil ve en-Nur isminden kaynaklanır. Nur, mümkünlerin
hakikatlerine geçer ve onun kendine bakış ve imkân halinin karanlığını
kendinden uzaklaştırır. Böylelikle mümkün hakikatler için kendisinden ibaret
bir görme yaratır. Çünkü o nur vasıtasıyla görülebilir. Bu durumda Allah
Teâlâ o hakikate el-Cemil ismiyle tecelli eder ve o da bu isme âşık olur. Bu
durumda mümkünün hakikati, söz konusu ismin mazharı haline gelir. Mümkünün varlığı
Hakk’ta gizlenir ve kendinden fani olur. Böylelikle bunun Allah Teâlâ’ya bir
sevgi olduğunu bilemez. Ya da kendi nefsiyle Haktan ‘fani olur’. Bununla beraber o bu haldedir
ve Hakkın mazharı olduğunu bilemez ve kendisini sevdiğini bilir. Çünkü her şey,
kendini sevmek üzerinde yaratılmıştır. Zuhur eden her şey ise, bir mümkünün hakikatinde zuhur
eder. Öyleyse sadece Allah Teâlâ Allah Teâlâ’yı sevmiştir. Kul sevgiyle
nitelenmez, çünkü onun sevgide bir hükmü yoktur. Kul Hakk’tan sadece kendisinde zuhur edeni sevmiştir. Hakk
ise zuhur edendir.
Dolayısıyla mümkünün hakikati, bunun da Allah Teâlâ’yı sevmek olduğunu bilemez.
Böylelikle onu ister ve kendi hakikatine bakıyor olması bakımından onu
sevmesini ister. Onu sevmesini sevmesi, kendisini sevmesinin ta kendisidir. Bu
nedenle bu nur, parıltılı olmakla nitelenir. Yani bu nur bir parıltıdır. Çünkü
o, Hakkın mazharı olsun diye, Hakk’tan mümküne uzanır. Bu nitelikteki birisi
niteliğinde zıtları biraraya getirirse, ilahi sevginin sahibidir. Çünkü böyle
bir sevgi, gerçekte de olduğu gibi, onu yokluğa katılmaya sevk eder.
Binaenaleyh ilahi
sevginin belirtisi, mânevî, duyulur, hayali veya tahayyül edilen her mertebede
var olan her şeyi sevmektir. Her bir mertebenin Hakkın en-Nur isminden bir
hakikati vardır ki onunla el-Cemil ismine bakılır. Söz konusu nur ona bir
varlık elbisesi giydirir.
Öyleyse seven herkes, kendini sevmiştir. Bu nedenle Hakk kendisini
mazharlarını sevmekle nitelemiştir. Mazharlar ise a’yândaki yokluktur. Sevgi
ise zuhur eden ile ortaya çıkar. Hakk bu a'yân’da zuhur edendir. İşte zuhur
eden ile mazharlar arasındaki bu ilişki, sevgidir. Sevgi, yokluğa ilişir.
Buradaki ilgisi ise devamdır ve devam gerçekleşmemiştir (dolayısıyla sevgi
gerçekleşmeyen bir şeye ilişmiştir). Çünkü onun bir sonu yoktur. Sonu olmayanın
gerçekleşmeyle nitelenmesi de mümkün değildir.
Sevgi Hakk’ın bir
niteliğidir. Çünkü Allah Teâlâ ‘onları sever’ buyurdu. Aynı zamanda sevgi ‘onlar da O’nu sever’ ayetine göre yaratıkların da bir
niteliğidir. Bu nedenle sevgi, Hakka nispet edilmesi ve Hakkın kendisiyle
nitelenmesi nedeniyle, izzet özelliği kazanmıştır. Bu izzet özelliğiyle de
sevgi yaratıklara yayılır. Böylelikle bu nispet, iki tarafta da bulunduğu yerde
bir zelillik ve horluk meydana getirdi. Bu nedenle sevenin -sevilenin değil-sevginin
izzeti altında zelil olduğu görülür. Çünkü sevilen bazen sevenin kölesi ve onun
otoritesi altında ezilmiş biri olabilir. Bununla beraber sevenin onun
karşısında zelil olduğunu görürüz. Bizim bildiğimiz, izzetin sevgiye ait
olmasıdır, yoksa sevilene ait değildir! Müminlerin emiri Harun er-Reşid
sevgilileri hakkında şöyle demiştir:
Üç sevgili insan gem’imi ele geçirdi
Kalbimin her yerine yerleştiler
Bütün yaratıklar beni istiyorsa, bana
ne!
Onlar isyan ederken, yaratıklar itaat
etse ne olur?
Bu ise hevanın otoritesinden başka
nedir
Onunla güçlendiler, benim otoritemden daha
izzetli oldular!
Burada Harun Reşid,
‘hevanın otoritesi’ sözüyle otoritevi heva gücüne izafe etti.
Allah Teâlâ Kitabının
dışındaki bir yerde kullarına lütuf göstererek şöyle der: ‘Ey
kullarım! Sizi özledim... Ben sizi daha fazla özledim.’ Allah Teâlâ gizli bir lütufla
kendilerine tenezzül ederek hitap eder. Bu hitap, ancak seven olması bakımından
kendisinden meydana gelebilir. Böyle bir şey, O’nu sevenlerden meydana
gelebilir. Öyleyse seven, sevilenin değil, sevginin hükmü altındadır. Bir kimsenin niteliği onun aynı ise,
onun kendisi kendisinde hüküm sahibidir. Burada ilave bir durum söz konusu
değildir ve bir eksiklik yoktur. Sevgi yaratıklarda tam yerleştiğinde (onların
beşeri varlığını) siler. Çünkü yaratık yok olmayı kabul edicidir. Bu nedenle
âlem farklı suretlere girer. Söz gelişi (âlemdeki bir şey) bir surette olur.
Sevgi o surette sahibinin bilmediği yönden aşırıya kaçınca ve tecelli, (daha
önce) zuhur etmediği yönden ortaya çıkınca, suret silinir. Bu kez, suretin
bulunduğu yerde başka bir suret ortaya çıkar. Bu da hükümde -tıpkı ilki
gibi-kendisine döner. İş böyle kesilmeden sürer. Bu nedenle şu sözü söyleyen
yanılır: ‘Alemin
yok olması zorunludur. Allah Teâlâ’nın âlem hakkındaki bdgisinin bir sonu
vardır. Çünkü Allah Teâlâ, âlemdekiler hakkındaki bilgisini ‘ihata’ edicilikle
nitelemiştir.’
Allah Teâlâ’nın bu
hakikati (sevgi) varlıkla nitelenen bütün mümkünlere yayması, O’nun
cömertliğinden kaynaklanır. Allah Teâlâ sevgiye kendisinden daha üstün bir
hazzın olmadığı bir hazzı bitiştirdi. Böylelikle âlemdekilerin bir kısmı
diğerlerini sever. Bu sevgi, mutlak sevgiden sınırlanmış bir sevgidir. Bu bağlamda
‘falan falanı seviyor’ ya da ‘falanca şunu seviyor’ denilir. Söz
konusu olan, (gerçekte) Hakkın belirli bir hakikatte zuhur etmesi ve başka
herhangi bir surette zuhurunu sevmesidir. Öyleyse Allah Teâlâ’yı seven kişi,
herhangi bir şeyi sevenin sevgisini inkâr etmez. Çünkü o seven olarak sadece
herhangi bir mazhardaki Allah Teâlâ’yı görür. Bu ilahi sevgiye sahip olmayan
kimse, seven kimseyi (ve sevgisini) inkâr eder.
Burada ‘bir insanın Allah Teâlâ’yı sevmesi
imkânsızdır’ diyenin sözünde bir incelik vardır: Hakka veya O’ndan olan bir şeye, bir
yolduk nispetinin izâfesi mümkün değildir. Sevgi yoklukla ilgilidir. Dolayısıyla hiçbir yaratıktaki
sevgi Allah Teâlâ’ya ilişmez. Fakat Allah Teâlâ’nın sevgisi, yaratılmışlara
ilişir. Çünkü yaratılmışlar yoktur. Öyleyse
yaratılmış, sürekli ve daima Allah Teâlâ’nın sevgilisidir. Sevgi sürdükçe,
onunla beraber yaratılmışın varlığı düşünülemez. Öyleyse yaratılmış hiçbir zaman
mevcut değildir. Bu hakikat ise yaratılmışın -zuhur eden değil-Hakkın mazharı
olmasını sağlar. Öyleyse ilahi sevgiyle bir şahsı seven kimse, bu tanıma göre
onu sevmiştir. Dolayısıyla onun sevgisi hayal ile ya da belirli bir güzellikle
sınırlanmaz. Çünkü bunların hepsi, onun adına mevcuttur ve sevgi onlara
ilişmez.
Böylelikle sevgideki
üç mertebe arasındaki iki fark ortaya çıkmıştır.
Bilmelisin ki, hayal bütünüyle gerçektir. Tahayyülün ise bir yönü gerçek iken
bir yönü yokluktur (bâtıl).
Sevgi
Kâsesi Nedir? Cevap:
Sevgi kâsesi sevenin
ne aklı ne duyusudur bilakis kalbidir, çünkü kalp halden hale girer (tekallüb).
Sevilen Allah Teâlâ da ‘Her gün bir
iştedir.’ Bu
durumda sevginin ilgileri de, sevilenin fiillerinde türden türe girmesi
nedeniyle çeşitlenir. Bu durum, saf bir cam kâsenin kendisine yerleşen sıvının
değişmesine göre türden türe girmesine benzer. Sevenin rengi, sevdiğinin
rengidir. Böyle bir şey ancak kalp için olabilir. Çünkü akıl sınırlanma
âlemindendir ve bu nedenle ‘bağ’ anlamındaki ‘ikal’ (kelimesinden türetilerek)
akıl diye isimlendirildi. Duyunun
da zorunlu olarak sınırlılık âleminden olduğu bilinir. Kalp ise böyle değildir.
Çünkü sevginin farklı
ve birbirine zıt pek çok hükmü vardır. Söz konusu hükümleri ancak sevgiyle
birlikte onlarda şekilden şekle girme gücüne sahip birisi kabul edebilir. Bu
özellik de sadece kalpte vardır. Halden hale girmeyi Hakka izâfe etmek ise, ‘Bana dua ettiğinde dua edenin
duasına olumlu karşılık veririm’, ‘Siz bıkana kadar Allah Teâlâ bıkmaz’ ve ‘Beni içinden zikredeni, içimden zikrederim’ gibi ifadelerde dile getirilen
duruma benzer. Şeriatın bütünü ya da çoğu, bu bölümle ilgilidir.
Sevgi şarabı kâsede
bulunan şeyin ta kendisidir. Kâsenin mazharın ta kendisi olduğunu açıklamıştık.
Şarap mazharda zuhur eden iken içmek tecelli edenden tecelli edilen adına
gerçekleşen şeydir. Özetle, bunu bilmelisin!
Seksen dokuzuncu
kısım sona erdi, onu yüz on sekizinci soruyla doksanıncı kısım takip edecektir.
Seksen dokuzuncu Kısım; c.VI,
Sh:421-429
Sevginin
Kaynağı Neresidir? , Cevap:
Sevginin kaynağı,
Hakk’ın el-Cemil ismindeki tecellisidir. Hz. Peygamber sallallâhü aleyhi ve
sellem şöyle buyurur: ‘Allah Teâlâ
güzeldir, güzeli sever.’ Bu, sahih bir hadistir. Böylece Allah Teâlâ, kendisini güzeli sevme
özelliğiyle nitelemiştir. Allah Teâlâ âlemi sever ve dolayısıyla âlemden daha
güzeli yoktur. Allah Teâlâ güzeldir ve güzellik özü gereği sevilir. Öyleyse bütün âlem, Allah
Teâlâ’yı sever. Allah Teâlâ’nın yaratmasının güzelliği, yaratıklara yayılmıştır
ve âlem O’nun mazharıdır. O halde âlemdekilerin birbirini sevmesi, Allah
Teâlâ’nın kendisinin sevmesinin bir esintisidir. Çünkü sevgi, herhangi bir varlığın
niteliğidir. Varlıkta da sadece Allah Teâlâ vardır. Celal ve cemal, Allah Teâlâ
için kendiliğinde ve yaratışındaki zâtî bir niteliktir. Cemalin neticesi olan
heybet ile celalin neticesi olan ünsiyet, Yaratan’ın değil, yaratılmışın iki
niteliğidir. Ya da bunlar kendisiyle nitelenene ait değildir. Öyleyse, bir
mevcut heybete kapılır ve ünsiyet edebilir. Hâlbuki Allah Teâlâ’dan başka
mevcut yoktur. O halde eser, niteliğin kendisiyken, nitelik de kendisiyle
nitelendiği esnada nitelenenden başka değildir. Aksine o, nitelenin kendisidir.
Dolayısıyla -eğer
anladıysan-, Allah Teâlâ’dan başka ne seven ne sevilen vardır! Varlıkta sadece
‘ilahi mertebe’ vardır. Bu ise, O’nun zâtı, sıfat ve fiilleridir. Nitekim ‘Allah Teâlâ’nın kelamı ilmi,
ilmi ise zâtıdır’ deriz.
Çünkü Allah Teâlâ’nın zâtına ilave bir şeyin O’nda var olması ya da zâtı
olmayan bir şeyin O’nda bulunup söz konusu şey olmaksızın O’nda bulunmayacak,
aksine sadece onunla var olabilecek Halılığının kemali gibi bir hükmü Allah
Teâlâ’ya vermesi mümkün değildir. Bunun nedeni, Allah Teâlâ’nın her şeyi
bilmesidir. Zâtını övmek maksadıyla Allah Teâlâ bunu kendinden bildirmiş, aklî
delil de bunu göstermiştir. Allah Teâlâ’nın zâtının zâtı olmayan bir şey ile
kemale ermesi imkânsızdır. Aksi halde, Allah Teâlâ’nın zâtı şerefini
başkasından kazanmış olurdu.
Allah
Teâlâ’nın zâtını bilmesinden Allah Teâlâ’yı bilenler, akılların doğru fikirleri
yönünden öğrenemedikleri şeyleri O’ndan öğrenir. Bu bilgi, sûfilerin hakkında ‘aklın bilme yeteneğinin ardında’ dedikleri bilgidir. Allah Teâlâ kulu
Hızır için şöyle der: ‘Ona katımızdan bilgi öğrettik.” Başka bir ayette ‘Ona beyanı öğrettik’ buyurur. Burada Allah Teâlâ, öğretim
işini -düşünceye değil-kendisine tamlama yapmıştır. Buradan, fikrin üzerinde
başka bir makam olduğunu öğrendik. Bu makam kula çeşidi şeylerle ilgili bilgi
verir. Bir kısmı fikir gücüyle algılanabilirken bir kısmı, akıl fikir yönünden
elde edemese de fikrin onaylayabileceği bilgilerdir. Bir kısmı ise fikrin
-tanımlaması imkânsız olsa bile-onaylayabileceği bilgilerdir. Bir kısmı aklın
‘fikir gücü’ yönünden kabul edemeyeceği bilgilerdir. Bunların delillendirilmesi
mümkün değildir. Akıl onları -doğru bir vakıa olarak-Hakk nezdinden öğrenir.
Bunlardan imkânsız adı kaybolmadığı gibi imkânsızlık hükmü de -akla
göre-ortadan kalkmaz.
Hz. Peygamber
sallallâhü aleyhi ve sellem şöyle buyurur: ‘Bilginin bir kısmı hazine gibidir. Onu sadece
Allah Teâlâ’yı bilenler bilebilir. Onu dile getirdiklerinde ancak Allah Teâlâ
ile aldananlar onu inkâr eder.’
Söze gelen bilgi
böyleyse, onların sahip olduğu söze gelmeyen bilgi hakkında ne dersin?
Her bilgi ibareye dökülemez,
bunlar, (kişisel tecrübeye dayanan) zevk ilimleridir. Öyleyse akıldan daha
bilgilisi olmadığı gibi akıldan daha cahili de yoktur! Akıl sürekli bilgi alır.
O halde akıl, bilgisi bilinmeyen âlim iken (aynı zamanda) bilgisizliğinin sonu
olmayan cahildir.
Onun ‘Senin
İçin’ Olan Sevgisinin Şarabı Nedir Ki, Seni O’nu Sevmekten Sarhoş Etti? Cevap:
Tirmizi, burada ‘senin için’ ve ‘O'nun için’ kelimelerindeki edatı, sebeplilik
anlamında kullanmış olabilir. Bu durumda sorunun cevabı sebeplilik bildirmediği
durumdaki sorunun cevabından farklıdır. Bu durumda anlam şöyledir: Onun seni
sevmesinin şarabı nedir ki, seni O’nu sevmekten sarhoş etti?
Birinci ve ikinci
tarzdaki cevap (birbirinden) farklıdır.
Birinci yorumla
şöyle cevap veririz:
Tecellilerin başkalaşması, Hakk’ın şendeki zuhuru bakımından gerçekleşir. Hak,
senden dolayı kendisini sevgiyle nitelemiştir. Bu tecelliden senin adına
gerçekleşen bilgi, senin O’nu seven olman, yani O’ndan dolayı seven olmandan
seni sarhoş eder. Bu durumda sen O’ndan
dolayı kimseyi sevmezken O senden dolayı sever. Sen ortadan kalksan, O sevme
özelliğiyle nitelenmezdi. Sen ise, yok olmazsın, dolayısıyla O’nun sevgiyle
nitelenmesi de ezelidir. İşte bu, birinci ve İkincinin hak ettiği duruma göre
aralarında ince ve kapalı bir fark olmakla birlikte, birinci ve ikinci tarzı
kuşatacak cevaptır.
İkinci yönden
vereceğimiz cevaba gelirsek, Hakk’ın seni sevmesinin şarabı, O’nun senin O’nu
sevmeni sevmesidir. O’nu sevdiğinde ise -ki bu esnada O’nun seni sevmesinin
şarabını içersin-senin O’nu sevmenin O’nun seni sevmesinin aynısı olduğunu
öğrenirsin. O’nun sevgisi, O’nu sevmekten seni sarhoş eder. Bununla beraber,
O’nu sevdiğinin farkındasındır, dolayısıyla ayrım yapamazsın. İşte bu, marifet
tecellisidir. Öyleyse seven, hiçbir zaman ârif olamazken ârif de hiçbir zaman
seven olamaz. Buradan, seven âriften ayrıldığı gibi mârifet de muhabbetten
ayrışır.
Binaenaleyh Hakk’ın sana olan sevgisi, O’nu sevmekten
seni sarhoş eder. Bu ise, şarap içeceğidir. İsra gecesi Hz. Peygamber sallallâhü aleyhi ve sellem onu
içmiş olsaydı, hiç kuşkusuz ümmetinin geneli taşkın olurdu. O’nu sevmen ise,
O’nun seni sevmesinden seni sarhoş etmez. Bu ise süt şarabıdır. Hz. Peygamber
sallallâhü aleyhi ve sellem İsra gecesi onu içmiştir. Böylelikle, Allah
Teâlâ’nın yaratılmışları üzerinde yarattığı fıtrata göre hareket etmiş, ümmeti
de, Peygamber’in zevki ve içeceğinde hidayet bulmuştur -ki bu ilahi korunma ve sakınmadır-,
Böylece ümmet, ayıklık ve sarhoşluk esnasında lehinde ve aleyhinde olan şeyleri
öğrenmiştir.
Öyleyse O’nun seni sevmesinin şarabı, Hakk’ı sevmenin
O’nun seni sevmesinden kaynaklandığını bilmendir.
Bu durumda Hakk, O’nu sevmekten seni habersiz bırakmıştır.
Öyleyse sen, sevensin, (ama) seven değilsin. ‘Atmadın, attığında, fakat Allah Teâlâ
attı. Müminleri güzelce denemek için.’ Bu deneme, kendisinde gözüktüğü
farklı makamlardaki denemedir. Hz. Peygamber sallallâhü aleyhi ve sellemde bu
deneme, düşmanların yüzüne toprak saçmakta görünmüştü. Bu bağlamda Allah Teâlâ
Hz. Peygamber’in attığını söylemiş, sonra atma fiilini ondan olumsuzlamıştır.
Tirmizi bunu ‘sarhoşluk’ diye
ifade etmişti, çünkü sarhoş, akletmeyen (düşünmeyen) demektir. Çünkü
Tirmizi sarhoşlukta Ebu Hanife’nin mezhebindeydi. O, şeriatı Şâri’den
öğrenmezden önce, esas itibarıyla Hanefi’ydi. Bu ise sarhoşluğun tanımında doğrudur.
Fakat içmeden kaynaklanan sarhoşluktan önce bir şey sarhoşta bulunmalıdır.
O da, neşe ve sevinçtir. Bu ise,
sarhoşluğunu tanımında Ebu Hanife’den başkalarının benimsediği görüştür ki,
doğru değildir. Bu konumdaki her sarhoş edici hakkında meşru hüküm düzenlenir.
Neşenin öncelemediği herhangi bir şeyden sarhoş olursa, şeriatın dinî cezasına
ya da hükmî herhangi bir hükmüne muhatap olmaz.
Seksen dokuzuncu
Kısım; c.VII, Sh:15-18
Muhyiddin İbn Arabî kaddesellâhü
sırrahu’l azîz, Futuhât-ı Mekkiyye’sinde beyan buyurdu ki:
İlk insanın
yaratılırken söylediği ilk söz ‘el-hamdülillah (hamd Allah Teâlâ’yadır)’ sözüdür. Bu ifade ‘Onların son sözleri hamd Allah
Teâlâ’yadır’ demektir’ ayetinde belirtilir. Böylece âlem övgüyle ve
hamd ile başlamış, yine onunla sona ermiştir. Hal böyleyken, ebedi bedbahdık
nerede kalmıştır?
Hâşâ! Allah Teâlâ’yın
gazabı rahmetini geçebilir mi?
Allah Teâlâ doğru
sözlü olandır. Veya Allah Teâlâ genel rahmetini (belirli bir kesime tahsis
ederek) daraltır mı?
Bu konuda bir hikâye
vardır:
Sehl b. Abdullah
et-Tüsteri, iblis ile bir araya gelmiş. İblis tartışmada ona şöyle demiş:
Allah Teâlâ ‘Rahmetim her şeyi kuşatmıştır’ buyurur. Ayetteki ‘her’ genellik ifade ederken ‘şey’
en belirsiz olandır. Ben de Allah Teâlâ’nın rahmetinden umut kesmiyorum.’ Sehl şöyle demiş:
‘Önce şaşırdım, sonra
kendi zannımca rahmetin sınırlılığını fark ederek İblis’e şöyle dedim: ‘Ey İblis! Allah Teâlâ rahmetini
‘Ben onu yazacağım’ ayetiyle kayıtlar.’ İblis şöyle karşılık vermiş:
‘Ey Sehl! Kayıtlama O’nun değil, senin sıfatındır.’ Sehl şöyle demiştir:
‘Buna
karşılık bir cevap bulamadım.’
Yirmiyedinci Sifr, c.XIV, sh:44
Taht anlamındaki Arş’a
gelince, Allah Teâlâ’nın bu Arş’ı omuzlarında taşıyan bir takım melekleri
vardır. Onlar, bugün dört melektir, yarın (kıyamet günü) ise sekiz olacaktır.
Bunun nedeni, taşımanın mahşere olmasıdır. Bu dört taşıyıcının suretleri hakkında
İbn Meserre’nin görüşüne benzeyen bir ifade aktarılmıştır. Şöyle denilir:
Bu meleklerin ilki İNSAN, İkincisi ASLAN,
üçüncüsü KARTAL, dördüncüsü BOĞA suretindedir.
Boğa, Samirî’nin görüp
de Musa’nın ilâhı sandığı şeydir. Bu nedenle kavmi için bir buzağı yapmış ve
şöyle demiştir: ‘İşte bu sizin ve Musa’nın ilâhıdır.’ Hikâye meşhurdur.
Allah Teâlâ hakkı
söyler ve doğru yola ulaştırır.
On üçüncü kısım, c. I, Sh:433
Muhyiddin İbn Arabî kaddesellâhü
sırrahu’l azîz, Futuhât-ı Mekkiyye’sinde beyan buyurdu ki:
Tikel ilim olan
mucizeler ilmi nefsin bir kuvveti veya isimlerin özelliklerinden meydana gelmiş
değildir. Çünkü asanın yılan haline gelmesi Hz. Musa’nın himmeti veya ona
verilen isimlerin gücünden kaynaklansaydı, Hz. Musa aleyhisselâm ‘geriye dönüp kaçmazdı.’ Buradan, aracılığıyla mucizelerin
gerçekleştiği kimsenin bilmediği Hakk’ın ilminde bulunan bazı durumlar olduğunu
anladık. Bu menzil, bir hile olmayışında peygamberlerin getirmiş olduğu şeye
komşudur. Fakat onlar, peygamberlerin mucizeleri gibi değildir. Çünkü peygamberlerin getirdikleri
mucizeler hakkında bilgileri yoktur. Bunlar, velilerin himmetleri veya nefislerinin gücü veya
doğrulukları sayesinde ortaya çıkar. Bunlardan hangisini istersen
söyleyebilirsin. Bu nedenle onlara keramet denilmiş, mucize veya sihir diye
isimlendirilmemişlerdir.
Çünkü mucize, ya
engellenerek veya -nefsin gücünün olmayışı ve isimlerin özelliklerinin dışında
kalmasından dolayı-insanın gücünün yeteceği bir şey olmaması nedeniyle,
yaratıkların benzerini yerine getirmekten aciz kaldığı şey demektir. Mucizeler,
peygamberlerin ellerinde ortaya çıkar. Sihir ise, gerçekte doğru olmadığı
halde, içinde doğruya dönük bir yön bulunan şeydir. Kelime, zamanla ilgili
seher (vakti) kelimesinden türetilmiştir. Seher, ışık ve karanlığın karışımı
demektir. Başka bir ifadeyle seher, kendisine sabah aydınlığı karıştığı için,
ne gecedir ne de güneşin ışığı gözlere vurmadığı için gündüzdür. Sihir denilen
şey de böyledir. Sihir, ne mutlaka geçersiz sayılıp yok olan bir şeydir. Çünkü
göz belirli bir durumu algılamıştır ve bunda kuşku yoktur.
Velilerin
kerametleri ise, sihir kabilinden şeyler değildir. Çünkü kerametlerin kendiliklerinde
varlıksal bir gerçeklikleri vardır. Fakat onlar, mucize de değildir. Çünkü
keramet (mucizenin peygamberin bilgisinin ve himmet gücünün dışında
gerçekleştiğini hesaba katarsak), bilgi ve himmet gücüne dayanarak meydana
gelir.
Yirmibirinci Kısım, c.II, sh: 221
İnanç ve iman bahsinde bazen aklın
açıklayamadığı konular bulunur. Bunlar aslında imanı düzeydeki manevî halin
tartılmasında imtihan olarak vazedilmiş hususlardır. Bu nedenle Kâbe’yi dönmek,
Hacer-i esved-i öpmek, şeytanı taşlamak gibi hükümleri bulunan Hacc ibadeti
diğer ibadetlere kıyasla aklın daraldığı ve bunaldığı ibadetlerdendir. İnsanın
ömründe bir kere yapması farz olan bu ibadetin bir dönüm noktası olmasına sebep
oluşu, temelinde bu tür ritüellerin yer alması neden oluyor. [Haccdan sonra bu
kişi çok değişti..] Hacc en çok tevili olan ibadet olmuştur. Hacc için ne
söylenilse bir o kadar az iken, yoksa o
kadar da çok mu denilecek tereddütleri barındırarak, kulun son imtihanı
durumuna dönüşmüştür. Genelde insanların ihtiyarlığa kadar bıraktığı bu ibadet
İslâmın en son farzlarındandır. Sapıtmanın arefesinde olan insanlar bu ibadet yüzünden ayakları
kaymış, inançlarını yitirmiştir. Hacc bir ayıklama potasıdır.
İhramcızâde İsmail Hakkı
Muhyiddin İbn Arabî kaddesellâhü
sırrahu’l azîz, Futuhât-ı Mekkiyye’sinde beyan buyurdu ki:
el-Bezzar, Cafer b.
Abdullah b. el-Mahzuni’nin şöyle dediğini aktarır: ‘Muhammed b. Abbas b. Cafer,
Hacer'i öpmüş, sonra secde etmişti. Ona ‘ne yapıyorsun?’ dedim. ‘Dayın İbn Abbas'ın Hacer'i öpüp
sonra secde ettiğini gördüm’
diye karşılık verdi. Sonra şöyle ekledi: ‘Ömer'in Hacer'i öptüğünü, sonra da ona secde
ettiğini gördüm.’ Başka
bir rivayette, ‘Peygamberin
Hacer'i öpüp ona secde ettiğini gördüm’ demiştir.
Hacer (taş, hacer-i
esved) yeryüzü kaynaklıdır ve Allah Teâlâ yeryüzünü ‘zelil ve hor’ yapmıştır. Zelil horlukta aşırılığı
bildiren bir kalıptır, çünkü kelimenin geldiği feûl (zelûl) kalıbı Arapça’da
mübalağa bildirir. Şair şöyle der:
Kılıcın ucuyla köklerinden vurulmuş
halde
Yeryüzüne -mübalağa
kalıbında-zillet verilmiştir, çünkü zelil kimseler ki onlar Allah Teâlâ’nın
kullarıdır onun omuzlarında, yani üzerinde yürümekle memurdur. Hor bir kimsenin
temas ettiği şey, kendisine temas edenden daha zelildir. Allah Teâlâ bu horlukta yeryüzünün kırıklığını secdeyle
yüzlerin ona sürülmesiyle giderdi. Yüzler insan bedenindeki en şerefli
organlardır. Taş da yerdendir. Öyleyse bu kırıldık ona da eşlik
eder, çünkü o, yüzlerin ve alınların secde ettiği yerdir. Bu sayede yerin ve
taşın kırıldığı onarılır. Allah Teâlâ, topraktan ayrılmış ve kırıklık duygusu içindeyken taşa
secdeyi emretti. Bu
secdeyle taşın da onarandan bir payı olur. Çünkü o, ilgi gösterilen bir taştır
ve Allah Teâlâ’ya nispet edilen ‘sağ el’ olması nedeniyle de öpülmüştür.
Öyleyse onun öpülmesi biat etmek amacı taşır. ‘Sana biat edenler Allah Teâlâ’ya biat
etmiştir.’ Taşa
secde etmenin sebebi budur.
Tirmizi, İbn Abbas’ın
şöyle dediğini aktarır: Hz. Peygamber şöyle der: ‘Hacer-i esved cennetten sütten
daha beyaz bir halde inmişti. Âdemoğlunun günahları onu karartmıştır.’ Ebu İsa şöyle der: Hadis,
hasen-sahih hadistir.
Âdem’in hatası
olmasaydı, dünyada efendiliği ortaya çıkmayacaktı. Hata Âdem’i efendi yapan ve
ona seçilmişliği kazandıran şeydir (İbn Arabi burada siyah anlamındaki sevd ile
efendi anlamındaki seyd kelimeleri arasında anlam ilişkisi kurmaktadır.)
Öyleyse Âdem’in hatası nedeniyle cennetten çıkması, onun efendiliğini ortaya
çıkartmak içindi. Hacer-i esved cennetten çıkarken beyaz idi. Cennete
döndüğünde de, sayesinde başkalarından farklılaştığı ve Hakka yakınlık elbisesinin
üzerinde göründüğü bir izin onun üzerinde kalması gerekir. Allah Teâlâ onu
‘Hakkın sağ eli’ konumuna yerleştirmiştir. Söz konusu el Allah Teâlâ’nın
kendisini yaratırken Âdem’in çamurunu yoğurduğu eldir. ‘Âdemoğullarının hataları onu
karartmıştır.’ Başka bir
ifadeyle, onu öperek kendisini ‘efendi’ haline getirmişlerdir.
Renkler arasında
efendiliği gösteren renk, siyahtır. Allah Teâlâ Hacer-i esvede siyah rengi
giydirmiştir. Bunun amacı, Âdem’i efendi yaptığı gibi, dünyaya çıkışıyla onu da
efendi yaptığını öğretmektir. Âdem’in yeryüzüne inişi -uzaklaşma değil-halife
olmak demekti. Hz. Peygamber, Hacer-i esved’in siyahlaşmasını Âdemoğullarının
hatalarıyla ilişkilendirmiştir. Nitekim Âdem’in efendiliği ve seçilmesi de onun
hatasıyla gerçekleşmiştir. Başka bir ifadeyle hataları sebebiyle Âdemoğullarına
bu taşa secde edip onu öpmeleri ve kendisiyle teberrük etmeleri emredildi.
Bütün bunlar, hatalarına karşı insanlar için bir kefarettir. Hacer-i esvedin
efendiliği bu nedenle ortaya çıktı. ‘Âdemoğullarının hatası Hacer-i esvedi
kararttı’
sözünün anlamı budur.
Yani onu efendi yaptılar. Siyah renk, bu anlama delil yapıldı. Öyleyse bu,
Âdemoğulları hakkında bir kınama değil, övgüdür.
Adem (aleyhisselâm)
ile melekler arasında geçen hâdiseye balcınız! Allah Teâlâ önce meleklere
Adem’in yeryüzünde halife olduğunu söylemiş, melekler Adem hakkında bilinen
sözlerini söylemişlerdir. Böylece kendilerini üstün görüp bu göreve Âdem’den
daha layık olduklarını iddia etmiş, düşüncelerini Allah Teâlâ’nın bu konudaki
bilgisinden üstün tutmuşlardı. Onların bu davranışı, Âdemoğullarının
hatalarının yerini aldığı gibi Âdem'in meleklere efendi olmasının da sebebi
olmuştur. Âdem’in efendiliği ortaya çıksın diye de meleklere kendisine secde
etmek emredildi.
Mutlu, başkasından
öğüt alan kimsedir. Akıllı ise, kullarında uyguladığı hükümlerinde Allah
Teâlâ’ya itiraz etmeyen kişidir. Bu yönüyle akıllı insan, arzusunun hükmüne
uymayacağı gibi yönettiği kimselere de arzusunun hükmüne göre davranmaz. Bu
konularda Allah Teâlâ’nın bir hükmü ve idaresi vardır. Çünkü Allah Teâlâ
duymayı, itaat etmeyi ve ‘yöneticilere itiraz etmemeyi’ emretti. Allah Teâlâ bunu bir emir yapmıştır, çünkü
hükümdarın adil olması, hem bizim hem onun lehinedir; zalim olması ise, bizim
lehimize, onun aleyhinedir. Öyleyse biz, her iki durumda da kârdayız ve
mutluyuz. Allah Teâlâ, bizi mutlu yaptıktan sonra kullarında yarattıklarında
yaptığı işler bize bir zarar vermez.
Yönetici ve
hükümdarlarımızın işledikleri haksızlıklardan söz edersek, onların zulümleri
nedeniyle elde ettiğimiz sevap ortadan kalkar. Aynı zamanda, düşüncemizi bu
konudaki fiiline yeğlediğimiz için Allah Teâlâ’ya karşı saygısızlık yapmış
oluruz. Çünkü yöneticilerin zulümlerinde lehimize olan şey, hiç kuşkusuz,
uhrevî bir paydır. Halbuki bu davranışımızla kendimizi ondan mahrum bırakırız.
Nefsini ahiret ödülünden mahrum bırakan kişi ise, başarısızlığa uğrayandır.
Yöneticilerin adaletinde lehimize olan pay, dünyevîdir. Dünya ise fani ve
geçicidir. Öyleyse biz, gafletin bizi kuşatması nedeniyle, farkında olmaksızın
dünya payını ahiret payına tercih etmekle geçici bir sevinç elde ettik. Öyleyse bu davranışımızla dünya
malını isteyenlerden oluruz. Nitekim Hz. Peygamberin ‘hükümdarların adil olmaları
onların lehinedir’ sözündeki
pay da, uhrevidir. Halbuki hükümdarlar yaptıkları zulümle bu paylarını
değersizleştirmişlerdir. Zulmün vebali ise onlara döner.
Müslüman Allah
Teâlâ’ya teslim olan, tevekkül eden ve bütün işlerin Allah Teâlâ’nın hükmünde
olduğunu gören kimsedir. Bu nedenle de, sadece karşı çıkması emredilen işe
karşı çıkar ve bu karşı çıkma ibadet olur. İtiraz yerinde susarsa, susması
gereken yerde itiraz eden kimse gibi olur. Allah Teâlâ, bizi adalet ile
hükmeden ve ona göre adil davranan saygılı kullarından etsin!
Yetmişüçüncü Kısım,c. VI, sh:62-65
Tirmizî, İbn Abbas’ın
şöyle dediğini aktarır: Hz. Peygamber sallallâhü aleyhi ve sellem Hacer
hakkında şöyle demiştir: ‘Allah Teâlâ’ya yemin olsun ki, Allah Teâlâ onu kıyamet günü
diriltecektir. Kendileriyle gördüğü iki gözü, kendisiyle konuştuğu bir dili
olacaktır. Böylece, Hakk üzere ona temas edenler için tanıklık edecektir.’
Kur’an-ı Kerim’deki
garip ifadelerden birisi, alâ (üzerinde) edatının lam (için) anlamında
kullanılmasıdır. Allah Teâlâ şöyle buyurur: ‘Allah Teâlâ’dan başkası adına (alâ
nusub) kesilen Kast edilen başkası için
kesilen kurbandır. Çünkü aleyhte tanıklık, razı olmayacağın bir şeyle yapılır.
Çünkü aleyhinde tanıklık yapılan kimse bu tanıklığı kabul edip inkâr etmezse,
itirafı nedeniyle bir zarar umabilir. Burada ‘alâ’ edatını kendi anlamında
almak gerekir. Her edat da böyle yorumlanmalıdır. Hal karinesi olmaksızın
hiçbir edat asıl anlamından çıkartılmamalıdır. Aynı şekilde, buradaki ‘alâ’
edatını kendi anlamından çıkartıp onu ‘için’ anlamında yorumlayan kimse de
böyle yapmıştır. Bu kişi, hal karinesini şunda bulmuştur: Hz. Peygamber bu
hadisiyle Hacer-i esved’e dokunmamızı yüceltmiş ve inanarak ona temas
ettiğimizde bizim adımıza büyük bir hayrın gerçekleşeceğini kast etmiştir. Bu
yorum ‘Hakk
üzere’ sözünden
çıkar. Kast edilen, dince belirlenmiş haktır. Çünkü Hacer-i esved, bu imana
sahip her ümmetin temas etmesi için, öpülmek ve dokunulmak üzere konulmuş Allah
Teâlâ’nın sağ elidir. Bu nedenle chak’ sözü belirsiz gelmiş, belirlilik takısı
almamıştır. Allah Teâlâ şöyle buyurur: ‘Herkes için bir yol ve yöntem belirledik.’ Burada da belirsiz gelmiştir.
Öyleyse, bütün şeriatler haktır. Hacer-i esved’e ‘Hakk üzere’ dokunan kimse,
Hacer-i esved’in onun hakkında yapacağı mümin olduğuyla ilgili tanıklığın
kapsamına girer. Hangi dinde ve hangi şeriade olursa olsun, aynıdır.
‘Alâ’ edatını kendi
anlamında bırakmak da mümkündür ki, bu daha doğrudur. Çünkü burada ‘hale’
kelimesi belirsiz gelse bile, anlamı belirlidir. Belirsiz gelmesi, her şeye
yayılmasından kaynaklanır. Öyleyse var olan ve varlıkla nitelenen her şeye,
Hakk eşlik eder. Allah Teâlâ ‘Her nerede olursanız, O sizinle beraberdir’ buyurdu. Her nerede olursak olalım,
Hakk varlık ve oluş bakımından münezzeh ve kendisine layık bir halde, bizimle
beraberdir. Biz, var olan bir şeyiz; bâtıl yokluk; Hakk ise varlıktır.
Hacer-i esved Allah Teâlâ’nın sağ eli, dokunulma ve öpülme
yeri sayıldığı için, kulluğumuz gereği olarak, onu öpmemiz gerekir. Onu öperken, Hakkın bizim görmemiz,
işitmemiz ve bizdeki gerçek fail olduğunu düşünmemeliyiz. Çünkü böyle bir
müşahede içinde olursak, Hakk kendi sağ elini öpmüş, kendi sağ eline temas
etmiş olur. Sağ el, Hacer’dir. Bir şey kendi kendine temas etmez. Âdem (aleyhisselâm) Rabbinin sağ elini seçmiştir. Rabbinin
her iki elinin mübarek sağ el olduğunu bildiği halde, yine de sağ eli
seçmiştir. Kul kıyamet günü
Hacer’e dokunma ağacının meyvesini devşirmek isterse, ona şöyle denilir: ‘Sen Hacer’e dokunmadın, Hakk
kendi eliyle kendisine dokundu.’ Sonra Hacer-i esved getirilir ve ‘bu adamı tanıyor musun?’
diye sorulur. Hacer ‘evet’ der. Ona ‘sana teması hakkında nasıl
tanıklık edersin?’ diye
sorulur. Şöyle karşılık verir: ‘Bana kendi kulluğuyla değil, Senin vasıtanla
temas etti.’ Bunun
üzerine kula ‘Bu tanıklık sayesinde Hacer’e dokunmanın senin vasıtanla değil, Hakk
ile olduğunu öğrendin.’ Bu esnada tanıklık, insanın lehine değil, aleyhine gerçekleşir. Artık
onun talep edeceği bir şey kalmaz. Şâri’, işin kendiliğinde bulunduğu durumu
bize bildirmiştir ki, kul olarak ve bu ibadede yükümlü-mecbur kimseler olarak
Hacer-i esved’e temas edelim. Nitekim Ömer b. Hattab böyle yapmıştı.
Şöyle sorulabilir. Hz.
Peygamber Rıdvan biatinde kendi elini diğer elinin üzerine koyarak, biat etmiş
ve şöyle demişti: ‘Bu, Osman adınadır.’ Osman ise o biatte yoktu. Kul da Hakk vasıtasıyla Hacer’e
temas ettiğinde, Hakk sağ eliyle sağ eline temas etmiş demektir. Çünkü Hakkın
her iki eli de sağ eldir ve bu temas ‘Hakk
üzere’ ona temas
eden kul adına yapılmıştır. Kul da, bunun ürününü kıyamet günü devşirir. Hz.
Peygamber sallallâhü aleyhi ve sellem ‘bu
el Osman içindir’
demişti. Bu yorumda kulun mazereti, müşahede halinin otoritesinin onu etkisi
altına almasıdır. Çünkü kul, dış varlıklarda Allah Teâlâ’dan başkasını müşahede
etmemiştir.
Bu soruya şöyle
karşılık veririz: Hz. Peygamber’in kendi eliyle diğer
eline temas etmesiyle aynı şeyin Allah Teâlâ için düşünülememesi arasındaki
fark şudur: İki benzer arasında ilişki geçerlidir. Peygamber ile Osman’ı
birleştiren şey, kulluk ve yaratılışın hakikati demek olan insanlık
hakikatidir. Bu nedenle Hz. Peygamber Osman adına vekil olabilmiş, her
biri diğerinin yerini alabilmiştir, ikinci ayırıcı ise, biat ettiği elin Allah
Teâlâ’nın eli olmasıdır. Böylece sahabe, elleriyle o ele biat etmişlerdir.
Dokunulan şey Allah Teâlâ’nın eli, dokunan ise, yine Allah Teâlâ’nın elidir.
Allah Teâlâ ile kullar arasında bir ilişki yok iken burada bir ilişki vardır.
Şöyle sorulabilir: Burada ilişki, insanın ‘ilahi
sûrete’ göre yaratılmış olmasıdır ve bu nedenle insanın Allah Teâlâ’nın
isimleriyle ahi aklanması mümkün olabilmiştir. Bu soruya şöyle yanıt
verebiliriz: Sûrete gelirsek onu inkâr etmeyiz. Ahlâklanmadan söz edersek, onu
da inkâr etmeyiz. Fakat burada (hacer-i esved’e) temas kula izâfe edilmiş, teması
ise Hakk vasıtasıyla yaptığı düşünülmüştür. Gerçekte temastan başka bir şey
yoktur ve o Hakk vasıtasıyla gerçekleşmiştir. Öyleyse Hakk, temas etmiştir.
Sûret, hiç kuşkusuz, Hakkın aynı değildir, çünkü sûret Hakk’ın aynı olsaydı
‘Adem’i
kendi sûretine göre yarattı’ denilmezdi. Bu noktada ‘Hakk kulun işitmesi görmesi ve eli olur.’ Burada duyan bakan ya da herhangi
bir fiilin faili olması yönünden o Hakkın aynıdır. Başka bir ifadeyle kul, bu
esnada oluşta bir etkisi, hükmü ve hali olan niteliğin aynıdır.
Kardeşim! Hepsi güzel
haller olsa bile, hacer-i esved’e dokunurken hangi halde olacağını seç! Hepsi
güzel haller olsa bile aralarında açık bir fark vardır. Alâ (‘e, üstüne)
edatını kendi bağlamından çıkartmak sıradan insanlar adına daha uygun,
anlamında bırakmak ise seçkinler için uygun yorumdur. Büyüklerimiz, her iki
yorumla Hacer’e temas edenlerdir; bir (yandan) Hakk vasıtasıyla ona temas
ederlerken bir de kulluk bakımından ona temas ederler. Böylece iki niteliği
birleştirir, iki ödül elde eder, kıyamet günü Hacer onun lehinde ve aleyhinde
tanıklık eder. Nitekim büyük insanlar, Hakk’tan Hakk’a sülük eder.
Makamın Ardında Namaz
Ebu Davud, Abdullah b.
Ebi Evfa’dan şöyle bir hadis aktarır: ‘Hz. Peygamber umre yapmış, Kâbeyi tavaf etmiş
ve makamın ardında namaz kılmıştır.’
Allah Teâlâ İbrahim’in
makamını namazgah edinmemizi emretmiştir. Bunun bâtını yorumunu, daha önce
belirtmiştik. Namaz kılarken ondan habersiz kalmayalım diye, o namazgâhı
görebileceğimiz şekilde önümüze aldık. Böylece onu görmek, içinde değilsek bile
o makamı elde etmeyi Allah Teâlâ’dan istemeyi hatırlatır. Onu görmek bizim
halimiz ise, bu kez, Allah Teâlâ’dan o makamın sürekliliğini ve bizim o halde
kalmamızı istemeyi hatırlatır. Her iki durumda da, onun ardında bulunmamız
gerekir. Bunun amacı, onu ardımıza atarak -kendisini görmediğimiz için de
hatırlamayanlardan olmam azı sağlamaktır.
Yetmişüçüncü Kısım, c. VI, sh:66-69
Muhyiddin İbn Arabî kaddesellâhü
sırrahu’l azîz, Futuhât-ı Mekkiyye’sinde beyan buyurdu ki:
Zeki insanın amelinin
gayesi, asli bir nübüvvet olmalıdır, feri değil! Çünkü seçimlerde onun ihtiyarı
olsa bile, işler gerçekte seçimi kabul etmez. Hakk bütün varlıklarda böyle
yapmıştır. Allah
Teâlâ her cins içinde bir şeyi seçmiştir.
Güzel isimlerden Allah Teâlâ
ismini seçmiş, insanlardan peygamberleri, kulların içinden melekleri,
feleklerden Arş’ı, rükünlerden suyu, aylardan Ramazan’ı, ibadetlerden orucu, devirlerden
Peygamber Hz. Muhammed sallallâhü aleyhi ve sellemin devrini, haftanın
günlerinden Cuma gününü, gecelerden Kadir gecesini, amellerden de farzı
seçmiştir.
Allah
Teâlâ, sayılardan doksan dokuzu, diyarlardan cenneti, cennetteki mutluluk
hallerinden görmeyi, hallerden rızayı, zikirlerden ‘Allah Teâlâ’dan başka
ilah yoktur’ zikrini (kelime-i tevhid), kelamdan Kuran’ı, surelerden
Yasin’i, ayetlerden Ayete’l-Kürsi’yi, mufassalın kısalarından ‘Allah Teâlâ
birdir (ihlas)’ ayetini, zamanların dualarından Arefe günü duasını,
bineklerden Burak’ı, meleklerden Ruh’u, renklerden beyazı, olgulardan bir araya
gelişi, insandan kalbi, taşlardan Hacer-i evsedi, evlerden Beyt-i mamuru,
ağaçlardan Sidre’yi, kadınlardan Meryem ve Asiye’yi, erkeklerden Muhammed
sallallâhü aleyhi ve sellemi seçti. Yıldızlardan güneşi, hareketlerden doğru
hareketi, yasalardan indirilmiş şeriatı, kanıtlardan varlık kanıtını (burhan),
suretlerden Âdem’in suretini seçmiş ve onu ilahi surete göre izhar etmiştir.
Allah
Teâlâ, nurlarda görmeye vesile olan ışığı, iki zıttan ispatı, iki çelişikten
varlığı seçmiştir. Allah Teâlâ, rahmeti gazaba seçmiş, namazın hallerinden
secdeyi, sözlerinden Allah Teâlâ’yı zikri seçmiştir. Allah Teâlâ irade
sınıflarından niyeti seçmiştir. Bu nedenle niyet, âlemin kabul ve reddinde
hükümrandır. ‘Herkes için niyetlendiği vardır.’ Amel edenden başkasını ise
sevapta ve ziyadesinde amel edene katarsın.
çünkü Allah Teâlâ’yı
zikretmek namazdaki en büyük unsurdur. Allah Teâlâ böyle buyurdu: ‘Namaz
taşkınlık ve kötülükten alıkoyar. Allah Teâlâ’yı zikretmek ise daha büyüktür.’
Namaz bir münacattır. Allah Teâlâ’yı zikreden ise, Hakk ile oturandır. Kul
Hakk’ı zikrederse, Hakk onun dili olur. Namazın fiillerinden secdeyi seçmesine
gelirsek, bunun nedeni, secdede şeytandan korunmadır. Şeytan namazın
fiillerinde özellikle secdede insandan uzaklaşır. Çünkü secdesizlik şeytanın
hatasıydı. Secde esnasında şeytan ağlar, üzülür ve pişman olur. Pişmanlık,
tövbedir ve bu kadarlık bir tövbenin de kabul edilmesi gerekir. Allah Teâlâ, ısrarla
tövbe edenleri sever. Secdeden kalkınca şeytan tekrar saptırmaya başlar.
Rahmetin fiili
minnetle gerçekleşir ve zorunlulukla faildir. Rahmet her şeyi kuşattı. Gazap da
rahmetin kuşattıklarından biridir. Rahmet ile katışık olmayan saf gazap yoktur.
Rahmete ise gazap katışmaz. ‘Gazabım bir insana helal olursa o, düşer (yıkılıp gider).’
Böylece gazabı düşme özelliğiyle nitelemiştir. Gazap düşünce rahmete
yuvarlanır, rahmet de kendisini kuşatır ve içerir. Dolayısıyla gazap rahmete
düşebilir ve gazaptaki rahmet vasıtasıyla düşmüştür (düşmek de rahmetin bir
sonucudur). Binaenaleyh gazabın düşmesini sağlayan şey, rahmettir ve saf
rahmet, bu sayede gazabı kabul eder. Gazaptaki rahmet, tıpkı içimi nahoş
ilaçtaki rahmete benzer. Hasta -nahoş olsa bile-onu içer. Onda gizli bir rahmet
vardır ve bu nedenle insan hasta olunca nahoş ilacı içmiş, gizli rahmet de
hastayı iyileştirmiştir. Bu ise saf rahmettir. Bu nedenle ahirette rahmete ve
onun hükmüne ulaşılır. Cehennemlikler ateşten çıkmasa bile onların da ateşte
bir nimeti olacaktır. ‘Allah Teâlâ her şeye kadirdir.’ Allah Teâlâ’nın
dünyada ateşte yarattığı yarar ve rahata bakınız! Allah Teâlâ’nın dünya
hayatında bazı hastalıklara karşı ateşte yarattığı ‘tütsüleme’ yönteminden
başka bir şey olmasaydı, bu bile yeterli bir kanıt olabilirdi. Çünkü tütsüleme
ilaçların en keskinidir. Etkisinin gücü nedeniyle de tevekküle zarar verir.
Gerçekte o, eş-Şafı ve el-Muafı isimlerinin yerini alır. Bu nedenle ilahi
gayret, bu yöntemi kullananın tevekkül sahibi olmadığı hükmünü verir.
çünkü varlık O’nun
niteliğidir. Allah Teâlâ mümkünler için de kendi niteliğini tercih etti. Ancak
bu olabilirdi zaten, çünkü Allah Teâlâ iktidar sahibidir. İktidardan ise varlık
meydana gelir. ‘Allah Teâlâ dilerse sizi götürür, başkasını getirir’ der.
İktidar varlıkta diretmiştir. İrade ise yok etmeyle ilgilidir. Bu durumda onun
adı, el-Mani’dir. Men etmek yokluktur.
İspat kendisine ‘ol’
denilen şeyin ta kendisidir. O şey yoklukta iken Allah Teâlâ onun adına ispatı
olumsuzlamaya tercih etti. O şey de yokluk halinde mümkün olmayı sürdürür. Bu
husus, yokluk halindeki tercihle ilgili ince bir meseledir. Mümkün kendisindeki
bu zâtî yoksunluk nedeniyle -Hale kendisinden bunu istediğinde-varlığı kabul
etmiş ve üzerinde bulunduğu ispat hükmü nedeniyle hızla varlığa koşmuştur.
Hz. Peygamber
sallallâhü aleyhi ve sellem perde nurları hakkında ‘Nur
idi, nasıl gerebilirim ki?’ demiştir.
Sonra Allah Teâlâ, kendisi nur iken, görmeyi vaat etmiştir. Hakk’ın kendisinde
kullarına gözüktüğü nurun bu perde nurlarının arasından seçilmiş olması
gerekir. Perde nurlarına örnek olarak, mutlak birlik, izzet, kibir ve azamet
nurlarını verebiliriz. Bütün bunlar, göz (algısından) yüksek iken hükümleri kalpte
kalır. Onların kalkmasıyla Hale görülürken hükümlerinin kalpte kalmasıyla
kullar görme esnasında kendilerinden geçer. Bu olmasaydı, Hakk’ı müşahede
esnasında kendilerini görürlerdi.
çünkü Allah Teâlâ onu
kendi suretine göre yaratmış, böylece bütün güzel isimlerini ona vermiştir. Bu
isimlerin gücüyle de, kendisine teklif edilen emaneti üstlenebilmiştir. Bu
hakikatin gereği ise, emaneti ehline ulaştırmaktır. Gökler, yerler, dağlar o emaneti
taşımaktan çekinmiş, insan ise onu üstlenmiştir. İnsan -onu taşımasaydı-
‘zalim’ ve cahildir. Çünkü Allah Teâlâ’yı bilmek, O’nu bilmemek demektir. ‘İdraksizliği idrak,
idraktir.’ İnsan bilinmeyen birisi bulunduğunu öğrendiğinde, bilmiş sayılır. Bu
ise, bilinmeyenin olduğunu bilmektir. Bilginin konusu ise O’nu bilmemektir.
Bu kanıt, gerçeğin
sübutunu tam olarak bilmeyi ve hasmın kanıtını geçersiz kılmayı sağlar. Cedelci
kanıtların bu gücü yoktur. Onlar, bazen gerçek olmasalar bile, sadece hasmın
kanıtını geçersizleştirir. Bir hayrete yol açan sofist kanıt ise, metafizik
bilgide bir açıdan cedelci kanıtlardan daha çok varlık kanıtlarına yakındır.
Bunun nedeni, onda
ahiret hayatını ve dünya yararlarını genel anlamda içermesidir. Dünya
hayatındaki iyiliğin sürekliliği için konulmuş akli yasalar ise Allah Teâlâ’ya
yaklaşmayı sağlayıcı özelliklerden yoksundur. Onlar, amellerin kabulü,
derecelerin yükseltilmesi ve cennet ve cehennemlerin ispatıyla ilgili değildir.
Bütün bunları Allah Teâlâ nezdinden indirilmiş şeriatlar ifade edebilir. Allah
Teâlâ’nın kendilerine yazmadığı ibadetler geliştirip onlara Allah Teâlâ’nın
rızasını kazanmak amacıyla hakkıyla riayet edenler, Allah Teâlâ nezdinden
indirilmiş bir şeriat sahipleridir. Onlar bu şeriat içinde iyi adetler ortaya
koymuşlardır. Bu adetler, kendilerine indirilmiş şeriata göre Şâri’nin yasasına
uygundur ve onlara bu adetleri ortaya koyma izni veren Şâri’dir. Akli yasalar
ise bu insanların yaptığı bu adetler değildir. Bu nedenle onlar için bir sevap
belirlenmiştir.
Allah Teâlâ’nın
suretine, göre yarattığı insanı da bu yola tahsis etmiştir. Mutlu, kıyamet günü
bu yolda haşredilecektir. Öyleyse dünya ve ahirette bu yol insana özgüdür,
çünkü günahkârlar gerisin geri harekete göre diriltilecektir. Allah Teâlâ
günah-kârlar hakkında şöyle der: ‘Görsen ki,
günahkârlar Rablerinin nezdinde başlarını öne eğmiştir Yatay-eğik hareket ise, hayvanlara özgüdür. Bu
nedenle dikey hareket, Allah Teâlâ’nın ilahi surette yarattığı insana aittir. Söz konusu varlık, dünya ve ahirette bu niteliğin sahibi
olan insan-ı kâmildir. Bu nedenle Allah Teâlâ Âdem’i bu surete tahsis etti.
Çünkü insan, bu doğrusal hareketin üzerinde-baki kalan mutluluk ehlidir ve bu
nedenle onu ‘halife’ diye isimlendirdi.
Bu nedenle İbrahim
Peygamber, ‘Bu en büyüktür’ demişti. İki yaklaşıma göre güneş, Kürenin kalbine
tahsis edilmiştir. Burası, dördüncü göktür ve İdris (aleyhisselâm) oradadır.
Allah Teâlâ İdris’i yüksek bir mekâna yükselttiğini bildirmiştir. Bu mekânın yüksek
olması, feleklerin kalbi olmasından kaynaklanır. Dördüncü gök, mertebece
(mekanet) yüksektir. Onun üzerinde olan ise -dördüncü gök altında olsa
bile-mesafe bakımından ve başlarımıza nispetle yüksektir. Güneş doğumu ve
batımıyla gece ve gündüzü oluşturur. Allah Teâlâ o ikisi için iki perde yarattı
ki, bu, ‘nikâh’ demektir. Gecenin gündüze girmesi, türeyenlerin varlıklarının
ortaya çıkmasını sağlar. Allah Teâlâ’nın gece ve gündüzde yarattığı yaratıklar,
bu girme ve gizlenmeden doğar. Allah Teâlâ bu varlıklardan her biri adına
güneşin hareketinden gizli bir talep yaratmıştır. Bu talep, varlıkları o
talepten ortaya çıkartmayı amaçlar.
diğer insan
mizaçlarından ayrı olarak, onun mizacının gerektirdiği kemal ve itidaldir. Bu
mizaç sayesinde Hz. Peygamber, ‘Âdem henüz toprak ve su arasındayken
peygamberliğini görmüştür. Bu esnada Hz. Muhammed sallallâhü aleyhi ve sellemin
parçaları, unsurdan oluşan türeyenlerde dağınık bir haldeydi. Bu konu, Misak
ayetinde dile getirilen hususu bilenlerin kavrayabileceği ince bir meseledir.
Allah Teâlâ kendilerini kendilerine tanık tutarak ‘Ben
sizin Rabb’iniz değil miyim?’ diye
sorduğunda, Âdemoğullarını Âdem’in sırtından çıkartmış, onlar da ‘Evet’
demişti. Sözü edilen şey insanların üzerinde doğdukları fıtrat iken sonuçta
insanlar da ona varır. Bu toplama hakkında Hz. Peygamber sallallâhü aleyhi ve
sellem şöyle der: ‘Ruhlar sıralı askerlerdir.’ Allah
Teâlâ onları toplayınca, suretlenme mertebesinde toplamıştır. Onlardan yüz yüze
gelmiş olanlar, burada birbirlerini tanır. Orada sırt sırta gelenler ise,
burada birbirlerini tanımaz. Orada yüzü başkasının sırtına dönük olanlar ya da
bir yanına dönmüş olanlar da, burada aynı şekilde davranır. Bu konuda şu
dizeleri söyledim:
Kalpler sıralı askerlerdir .
Toplanma mertebesinde, gözüken ve
ayrılan
Orada tanışmış olanlar birbiriyle
uzlaşır
Birbirini tanımayanlar ise burada
ayrı düşer
Ahirette herkes bu
tanıklığı onaylayacak ve inkâr etmeyecek, kendi adına Rablik iddiasında
bulunmayacaktır. Allah Teâlâ şöyle der: ‘O gün
uyanlar, uyduklarından uzaklaşacaktır.’ Hz.
Peygamber sallallâhü aleyhi ve sellem, en büyük ilahi tecelligâh olmuştur ve ‘Bu sayede öncekilerin ve sonrakilerin bilgisini
öğrenmiştir’. Öncekilerin bilgisinin bir yönü, Âdem’in isimleri
öğrenmesiydi. Hz. Muhammed sallallâhü aleyhi ve selleme ise ‘cevamiü’l-kelim’
verilmiştir. Allah Teâlâ’nın kelimeleri tükenmez. O, kıyamet günü bütün
yaratıklar üzerinde efendi olacak; melek, resul, nebi, velî ve müminler gibi
şefaatçilerin şefaat etmeleri için şefaat edecektir. Görülen günde makam-ı
mahmud Hz. Peygamber sallallâhü aleyhi ve selleme aittir.
Bu durum, o ikisinin
erkeklere ait kemale katılmaları demektir. Bununla beraber erkeklerin kadınlar
üzerinde bir derecesi vardır ve bu derece gerçektir, kaybolmaz.
Sidre, kulların
amellerinin ulaştığı yer ve ayrım mekânıdır. Amellerin suretleri onun altında
kalır. Allah Teâlâ onları nurlardan -Ki amellerin nurlarıdır-diledikleriyle
örter ve dolayısıyla kimse onları niteleyemez. Daha önce de söylediğimiz gibi
bu nurlar, amellerin nurlarıdır ve amellerin suretlerinden ortaya çıkar.
Böylelikle amelleri gizler, kimse onları betimleyemez. Eşyayı betimlemek,
sınırlamak ve temyiz etmek demektir. Ameller ise farklı farklıdır ve bir takım
mertebeleri olduğu gibi nurları da mertebeleri sayısıncadır. Bir kısmı üstün,
bir kısmı daha üstün; bir kısmı aydınlık, bir kısmı daha aydınlıktır. Üstünün
niteliği daha üstün olandan, aydınlık olanın niteliği daha aydınlık
olanınkinden farklıdır. Dolayısıyla amellerin nurları, herhangi bir nitelikle
sınırlanmaz. Onları bir nitelikle sınırlarsan, zıddı bunu ortadan kaldırır ve
dolayısıyla nitelemede onlara haklarını vermemiş olursun. Amellerin nurları,
tek bir derecede değildir ve bu nurlar, onları örtmüş ve perdelemiştir. Dolayısıyla
kimse, onları niteleyemez. Onlar, böyle gölgelenmiş olsalar bile, bütün
ağaçlara fazla gelecek nur elbiseleri onlara giydirilmiştir. Sidre, yemektir ve
yıkayıcıdır. Kirazları iricedir, şehiderin ruhları ondan beslenir.
çünkü o, her gün hayat
nehrinin damlalarından yaratılmış meleklerin doldurduğu yerdir. Bu damlalar,
hayat nehrine dalan Ruhu’l-Emin’in kanatlarını çırpmasından meydana gelir.
Cebrail bu meleklerin, yani Beyt-i mamur’u dolduran meleklerin yaratılması için
her gün bu nehre bir kez dalar. Bunların sayısı, yetmiş bindir. Bir kez
çıktıklarında bir daha geri dönmezler. Meleklerin imar ettiği yerdeki sır ise
orada kalır ve bir boşluk yoktur. Âlemin tümü, boşluğu doldurmuştur. Artık bunu
araştır! Çünkü o pek yüce bir bilgidir. Bunu araştırmak, varlıkların varlıklar içindeki
dönüşümlerinin; yaratıkların tavırdan tavra girmesinin bilgisini öğrenmeni
sağlar. Böylece Allah Teâlâ’nın her şeye -şey olmayana değil-güç yetiren
olduğunu öğrenirsin. Şey olmayan ise, ‘şeyliği’ kabul etmez; kabul etseydi;
hakikati ‘şey olmamak’ olmazdı. Bir şey kendi hakikatinin dışına çıkmaz.
Dolayısıyla hakkında
‘şey değil’ hükmü verilen bir şey yoktur. Şey hakkında ise ‘şey değil’ hükmü
verilemez.
çünkü onu Allah Teâlâ
biatleşmede sağ elinin yerine yerleştirmek üzere indirdi. Donuklardan daha çok
(Allah Teâlâ’yı) bilen ve O’na daha sürekli ibadet eden kimse yoktur. Çünkü
donuklar, bitki ve canlının hakikatinin yerine getirmekten aciz oldukları
marifet ve mutlak ibadet üzere yaratılmıştır. Bu nedenle donuktan herhangi bir
şey insanda bulunmaz, insanda bulunan her şey, gelişme özelliğine sahiptir ki,
o da bitkilere ait bir özelliktir. Canlı ise, yönlerde tasarruf imkânına
sahiptir. Öyleyse herhangi bir varlık madenden ayrıştığında, kendi hakikatiyle
iddiayla bezenir. Bu ise, her bilenin farkına varmadığı gizli bir çatışmadır.
Sehl (Tüsteri) buna kısmen dikkat çekmiş, fakat gerçeği olduğu gibi
söylememişti. Sehl bu meseleyi biliyordu da söylediğiyle mi yetindi ya da Allah
Teâlâ o esnada söylediğinden fazlasını kendisine bildirdi mi bilemiyorum. Allah
Teâlâ onu sağ el olarak seçmiştir.
Kalp Allah Teâlâ’yı
sığdıran organdır, çünkü Allah Teâlâ her gün bir iştedir. Gün ise, an içinde
teneffüs edenin nefesi miktarıdır. Sürekli başkalaşması nedeniyle ‘kalp’ diye
isimlendirildi. Bakınız! Kalp Rahman’ın iki parmağı arasındadır ve onu Rahman
halden hale çevirir. Başka bir isim Rahman ismiyle birlikte kalbe etki edemez.
Dolayısıyla Rahman ismi, hakikatinde bulunan şeyi verir. Öyleyse Allah
Teâlâ’nın rahmeti, her şeyi kuşatmıştır. Başkalaşma esnasında gördüğümüz her
şey -ki bu, bir sıkıntı, azap ve bedbahtlığa ulaştırabilir-bir rahmet içerir.
Çünkü değişme, Rahman’ın parmaklarıyla gerçekleşmiştir. Çünkü Rahman kalbi söz
konusu durumla doğrulttuğu gibi aynı şekilde diğer hal ile de saptırmıştır.
Öyleyse bu, göreli bir sapmadır. Kalp, doğrulukta değiştirdiği gibi eğrilikte
de kendisini değiştiren ismin (Rahman) otoritesi nedeniyle rahmete varacaktır.
Bu, Allah Teâlâ’dan kullarına dönük bir müjdedir: ‘Ey
kendilerine karşı aşırıya giden (zulmeden) kullarım!’ Burada
herhangi bir aşırıya gitme türü zikredilmeyerek, müsriflerin bütüıı halleri
dile getirilmiştir. ‘Allah Teâlâ’nın rahmetinden
ümit kesmeyiniz., Çünkü sizi saptıran,
Rahman’ın parmağıdır. ‘Allah Teâlâ,
bütün günahları bağışlar.’ Bu, nesh edilemeyecek bir rivayettir. Bu
ifadeyle ‘Allah Teâlâ kendisine şirk koşulmasını
bağışlamaz’ ayetini uzlaştırırız. Hakk
şirki dilediği şekilde cezalandırır, sonra Rahman’ın parmağı onun üzerinde
hüküm verir. Bu durumda müşrik rahmete varır. Şirkin dışında (kalbin
değişmesiyle ilgili) başka sapma türleri ise bağışlanır. Bunların bir kısmı,
cezalandırmadan sonra bağışlanır. Söz konusu kimseler, müşrik olmadıkları halde, büyük günah
işleyen ve kömüre döndükten sonra şefaat ile ateşten çıkanlardır. Buna inanmak vaciptir. Bir kısmı ise, herhangi bir
cezalandırma olmadan işin başında bağışlanır. Öyleyse
herkesin rahmete ulaşması zorunludur.
çünkü toplanma, cem’de
(birlik) ayrım ve temyizi sağlar. Dolayısıyla Rab ve merbub, kadir ve makdur
(güç yetirilen) olmalıdır. Toplama, seçilen şeydir ve ilahi isimlerin
hakikatlerinin ilgileri nedeniyle zorunludur.
Çünkü bütün renkliler,
ona dönüşürken beyaz onlara dönüşmez. Onun beyazlığı, kendinde, gizlidir ve
siyah, kırmızı sarı ve diğer renklerin perdesiyle varlıkta gözükür. Böylece
herhangi bir yerde bulunan renk beyazdan var olduğu gibi görenin gözündeki renk
de beyazdan meydana gelir. Renklinin kendisinde ise aynı şey yoktur. Örnek
olarak beyaz dağların uzaktan kara görünmesini verebiliriz. Onların yanına
geldiğinde beyaz olduklarını görürsün. Halbuki haklarında kara hükmünü
vermiştin. Verdiğin yargında yanılmış, siyahlığı ise doğru görmüş sayılırsın.
Bunun niteliği meçhuldür. Göğün maviliği de öyledir. Gök gözün görmesi
nedeniyle mavi iken kendiliğinde başka bir renkte olabilir.
çünkü melek, felek,
unsur, madde ve doğa kaynaklı bütün suretlere bu Ruh’tan üflenir. Ruh, eşyanın
hayatının bağlı olduğu ve Allah Teâlâ’ya izafe edilen ruhtur. O, hayatın
kendisinden meydana geldiği Rahman’ın nefesidir. Hayat, nimet; nimet ise mizaca
göre gerçekleşen hazzın kaynağıdır. Nitekim serin mizacı hakkında ‘hararetlinin
azap gördüğü şeyden nimetlenir’ demiştik. Bunu anla! Şâri’nin –anlarsan-‘Ateş ehli olan cehennemlikler bulunduğu gibi cennet ehli
olan cennetlikler de vardır’ demesi
yeterlidir. Allah Teâlâ cehennemlikler hakkında ‘orada ölmeyeceklerini ve diri de
kalmayacaklarını’ söylemiştir.
Onlar, soğukluğun varlığı nedeniyle ateşle nimeti talep eder. İşte bu, mizacın
hükmüdür.
çünkü Burak,
miraçların bineğidir. Burak dört ayaklılar ile kanatlıları kendinde toplamış ve
hem yüksek hem süflidir. Nitekim bazı deniz ve kara hayvanları öyledir.
Bu dua, soyutlanma,
horluk ve zamanı belli bir günün bilinmesi mertebesinde huşuyla yapılan duadır.
Arefe, gece ve gündüzü bir araya getirir.
Çünkü bu sure, O’na
özgüdür ve onda herhangi bir varlık zikredilmemiştir. Herhangi bir şeyin mutlak
birliği, O’nun özel birliğine benzemez. Her şeyin birliğinin bu surede ispatı,
Allah Teâlâ’nın kalbini açtığı kimseye ait garip bir bilgidir. Allah Teâlâ bu
sureyi kendi birliğiyle açmış ve yaratılmışların birliğiyle bitirmiştir.
Bilmelisin ki, var olanlar, el-Ahir’in el-Evvel
(Son ve İlk) ile irtibatı gibi -Evvel’in el-Ahir ile irtibatı gibi değil-Allah
Teâlâ ile irtibatlıdır. Çünkü Ahir evveli talep ederken evvel ahiri talep
etmez, çünkü O, âlemlere muhtaç değildir. Bu, özü gereği müstağniliktir. Evvel
ise, mutlak birlik ile nitelenen Allah Teâlâ isminden Ahir’i talep eder.
Bu surenin sonunda
gelen birlik ile içerdiği bilginin kaynağına dikkatini çektim. Bu, el-Evvel ile
irtibatıyla beraber, ona benzemez. Çünkü yaratılmışların birliği Allah Teâlâ’yı
talep ederken Allah Teâlâ onları talep etmez. ‘Siz
Allah Teâlâ’ya muhtaçsınız. Allah Teâlâ zengin ve övülendir.’
Ayetler
alametlerdir. Hiçbir şey için kendinden daha ilk olanı yoktur. Ayete’l-Kürsi
ise O’nun isimleri ve nitelikleridir. Bu ise başka bir ayette bulunmaz. Böylelikle
Hakk, kendisine kendisiyle delil oldu. ‘Allah Teâlâ O’ndan başka ilah
olmayandır.’ Burada Allah Teâlâ, mevcut bir ismi gaip zamirle ispat etmiş
ve olumsuzlamıştır. O’nun görünmeyen bir isimlendirileni vardır. ‘Hayy’dır.’ Bu
ise sahip olduğu isimlerin varlık şartı olan niteliktir. ‘Kayyum’dur.’ O,
kazanmış olduğu her şey ile kendisinin dışındaki üzerinde kaimdir, çünkü O, her
şeye yaratılışını verdi. ‘Onu uyku ve dalgınlık almaz.’ Bu, âlemi korumasıyla
çelişen şeylerden tenzih niteliğidir. Allah Teâlâ Kaim olmasaydı, âlem bir an
bile var olamazdı. ‘Onundur.’ Zamir Allah Teâlâ’ya döner ve gaip zamirdir.
‘Göklerde ve yerde olan şeyler.’ Bunlar, mülk ve köle olarak O’na aittir. Allah
Teâlâ ulûhiyetiyle hükmün bekası için korumayı açıklamaktadır. ‘Kim şefaat
eder?’ Şef (çift ve şefaat) kelimesi, hükümle ikilenmesi demektir. ‘O'nun
nezdinde.’ Burada da gaip zamir vardır. ‘O'nun izni olmaksızın.’ Bu, Allah
Teâlâ olmaksızın, kimsenin bağımsız olamayışından kaynaklanır. Dolayısıyla her
şeyin O’nun izninden olması gerekir. Çünkü burada, şefaat eden ve şefaat
edilenler vardır. Onlar, göklerde ve yerde şefaatçileri ve haklarında şefaat
edilenleri bilir. ‘Önlerindekini bilir.’ Bu, onların üzerinde bulundukları
durumdur. ‘Artlarındakini de bilir.’ Bu ise, kendisine dönmeleridir.
‘Bilgisinden bir şeyi ihata edemezler.’ Kastedilen, eşyaya dair bilgisidir.
‘Ancak O’nun dilediğini.’ Bir kısmını ihata edebilirler, bütününü değil!
‘Kürsüsü kuşattı.’ Kastedilen, bilgisidir. ‘Gökleri ve yeri.’ Yani, ulvî ve
süflî âlemi bilgisi kuşattı. ‘O ikisini korumak ağır gelmez O'na.’ Çünkü söz
konusu olan, manevi bir koruma, gaybi yardım, ulvî ve süflide sürekli
yaratmadır. ‘O Yücedir.’ O’nun yaratıklarından müstağni olması, zâtından
kaynaklanır. ‘Azim-dir.’ Celaliyle Allah Teâlâ’nın heybetinin bulunduğu
ariflerin kalplerinde Yücedir.
Bu sure,
isim ve zamir arasında on altı yerinde Allah Teâlâ’nın zikredildiği bir
ayettir. Aynı şey başka bir ayette bulunamaz. Ayette beş isim açıkça
zikredildi: Bunlar, Allah Teâlâ, Hayy, el-Kayyum, el-Alî ve el-Azim’dir.
Dokuz zamir de açıktır. Bunlar zâhirde gizlenmiştir. İkisi ise bâtında
gizlenmiştir, görünüşte yoktur. Bu iki zamir, bilgi ve meşiyet zamiridir. Aynı
şekilde, Allah Teâlâ’nın bilgisini ve meşiyetini kendisi bilebilir. Dolayısıyla
kimse O’nun bilgisinde ya da meşiyetinde neyin bulunduğunu bilemez. Bunlar,
irade edilen gerçekleşip bilinenin ortaya çıkmasından sonra öğrenilebilir. Bu
nedenle zamir, bilgi ve iradede gözükmemiştir.
çünkü bu sure,
Kuran’ın kalbidir Onu okuyan, Kuran’ı on kez okumuş gibidir. Kalp Sad harfine
mensup suretteki (beşerî suret) en şerefli parça olduğu gibi Sin’e (Ya-sin)
mensup bu sure de en üstün suredir ve o bir mertebedir. Burçlardan ona ait
olan, güneşin şerefli evidir. Burası, başlangıç burcu, ilkbahar mevsimi,
canlanmanın geri gelmesi, başlangıcın zuhuru, doğa âleminin süslenmeye
başlamasıdır. Bunun yanı sıra nefeslerin buharlarının inceldiği dönemdir. Söz
konusu nefesleri kış mevsimi havanın soğukluğu nedeniyle yoğunlaştırmıştı. Soğuk
hava, dışarıya çıkan nefeslere bir donukluk kazandırır. Nefes dışa çıktığında
önce onları yoğunlaştırır, sonra suya çevirir. Bu, kış mevsiminde eline
üflediğinde bulduğun nemliliktir. Hakkın (cc.) her nefes kendilerinde bulunduğu
ilahi şe’nler, bu burca aittir.
Çünkü Kuran, toplama
özelliğine sahiptir ve toplamada ayrım bulunur. Çünkü toplama, çokluğun
delilidir. Çokluk ise teklerdir. Öyleyse çokluk toplamda (cem’de) ayrımın ta
kendisidir. O halde Kuran, Furkan-Kuran’dır.
Çünkü bu, olumlama ve
olumsuzlamayı içerir. Başkasında bu özellik yoktur.
Allah Teâlâ hallerden
rızayı seçti, çünkü o, Hakk’tan mutlular adına gerçekleşecek son müjdedir.
Bundan sonra bir müjde yoktur. Çünkü rıza, bir rivayette yer aldığı gibi,
ebediyete eşlik eden ve insanların (Hakk’ı) görme yerinden dönmelerinden sonra
gerçekleşecek bir müjdedir. Hayır! O, büyük ziyaret esnasında görmenin
geçekleştiği Kesib’te gerçekleşir.
Orası mutluluk ve
bakışın gerçekleştiği yerdir. Bu ise ehlini onun mukabili olan yerde bulunan
sevimsiz şeylerden ve intikam isimlerinin otoritesinin gereğinden gizler.
çünkü o gözün son
noktasıdır. Hiçbir haz, görme hazzına benzemez. Çünkü o, ibadet edilen
hakkındaki görme kesinliğidir (ayne’l-yakîn). •
çünkü o, isimlerin
tekliğini gösterir ve tek ve bileşik sayıları bir araya getirendir. ‘Allah Teâlâ’nın doksan dokuz ismi vardır. Onları sayan
kimse cennete girer.’ Kastedilen sayma, bilgi, ezber ve lafız
bakımından öğrenmedir. ‘Allah Teâlâ tektir ve
teki sever.’
Çünkü farzların
sonucu, kulun Hakk’ın duyması ve görmesi gibi nitelikleri olmasıdır.
Nafilelerle gerçekleşen sevme ise, Hakk’ın kulun duyması ve görmesi olmasını
sağlar. Nafile, farzlardan sonra ikinci derecededir ve bu nedenle farz
önceliklidir. Hakk celalinin gereğine göre (kutsi hadiste) belirttiği gibi ‘kulunun
kulağı’ olmaya inmez. Öyleyse Hakkın kendi niteliğiyle inmesi
gerekir. Bu ise, üzerinde yaratıldığı suret nedeniyle, kulun Hakk’ın niteliği
olmasıdır. Öyleyse kulun niteliği, ‘ilahi suretten’ koparılmıştır. Nitekim
‘Rahim Rahman’dan bir daldır.’ Farz, kesmedir, insan onu yerine getirdiğinde
Hakk’ın niteliği olabilir. Nafile kıldığında ise Hakk onun niteliği olur.
Böylelikle farz nafileden ayrışır ve üstün derece farza ait olur. Farz bunu
sağlamasaydı, Allah Teâlâ ‘Acıktım, beni yedirmedin’ ve ‘Ben kulumun kavuşmasını daha çok özlerim, hiçbir şeyde
tereddüt etmedim...’ gibi kutsi haberlerde bildirilen sözleri
söylemezdi.
Çünkü eşya Hakk’ın
nezdinde kendi kaderleriyle ayrışır. Hakk, gaybdır. Böylelikle kader, (gayb
konumundaki) geceye tahsis edildi. Gece de tıpkı gaybın gizlenmesi gibi
örtünür.
çünkü onda iki suret
ortaya çıkar. Allah Teâlâ bu günü suretlere tahsis etti. Bu ise, nutfenin
(rahme) düştüğü beşinci aydır. Cuma, müennes (dişi) bir gündür. Süslenme ona
ait iken yaratılış da onda tamamlanmıştır. Allah Teâlâ onda bir saati
belirlemiştir ki, bu saat aynadaki nokta gibidir. Bu yer, aynaya yansıyanın
gün aynasındaki yeridir ve orada kendisini görür. Ayna ile aynaya bakan
arasında gerçekleşen surete göre hitap ve teklif gerçekleştiği gibi işaret
isimleri de onunla meydana gelir. Örnek olarak şu, bu, bunlar vb; o, o ikisi,
onlar, sen, siz, siz ikiniz, sizler, sen, seni, ikinizi, vb. gibi zamirler
(şahıs zamirleri-işaret zamirleri); -vikaye nun harfi korumadığında (nî
şeklinde)birinci tekil şahıs zamirini verebiliriz. Bu zamirin zorunlu olarak
enniyette (benlik) bir etkisinin olması gerekir. Bu nedenle vikaye nun’una
harfler âleminden ait olan şey, fütüvvet ve işardır ve yine bu nedenle ‘vikaye
nun’u diye isimlendirilmiştir. O ‘Sana sığınırım hadisindeki ‘sana (ke)’ zamiri
konumundadır. Bu konuda şu dizeleri söyledim:
Vikaye nun’una benzemez
Varlıkta oruçtan ve ahlâktan başkası
Fütüvvet ve isar onun varlığıdır
Lafızda, koruyucu’dan (vikaye) başka
bir şeyimiz yok
Varlığın yarısı Yaratan’ın
niteliğinden ona ait
Mertebeden de; o daim ve baki olandır
Bunların ilki, Hz.
Peygamber’in kemalinin görünmeksizin ve görünerek ortaya çıktığı dönemdir.
Böylece Hz. Peygamber sallallâhü aleyhi ve sellem kendi başına şeriatı ortaya
koymuş,, vekillerinin şeriat yaptığı şeyleri varlığıyla geçersizleştirmiş,
dilediklerini onaylamış, hepsine imanı ortaya koymuştur. Söz konusu
şeriatlardan neshedilen ve edilmeyen her şeyi ispat etmiştir.
İşte bu birinci
asırdır. Ondan sonra, hepsi de fetih ve zuhur ehli olan iki asır daha gelir. Bu
üçü, her ayın üç gününe benzer. Hz. Peygamber sallallâhü aleyhi ve sellem şöyle
der:
‘Bir
grup savaşa çıkar ve onlara aranızda Peygamber’i gören var mıdır? diye sorulur. Onlar
‘evet’ diye yanıt verir. Bu durumda onlara fetih nasip olur. İnsanlardan bir
grup savaşa çıkar. ‘Aranızda Peygamber’i göreni (sahabe) gören (tabiin) var
mıdır?’ diye sorulur. Onlar da ‘evet’ der. Onlara da fetih nasip olur.’ Bu
ikinci nesildir, diğeri ise birinci nesildi. ‘Sonra bir savaşa çıkar. Onlara
aranızda Peygamber’i göreni göreni gören var mıdır?’ diye sorulur. Onlar da
‘evet’ der. Onlara da fetih nasip olur.’
Peygamber buna bir
eklemede bulunmadı. Çünkü ilahi mertebenin dışında bir şey yoktur. İlahi
mertebe ise, zât, sıfat ve fiillerden ibarettir. İşte bu asırların en
hayırlısının anlamıdır. Öyleyse ilk asrın (neslin) inayetiyle hepsine fetih
nasip olmuştur ki kastedilen Hz. Peygamber sallallâhü aleyhi ve sellemin
zâtıdır. Onun nurunun gücü ve otoritesi, kendisini görene veya onu göreni
görene ya da onu göreni göreni görene fetih nasip etmiştir. Hz.
Peygamber’in, ‘En
hayırlı asır benim asrım, sonra onu takip eden, sonra ondan sonra gelendir’ diye dile getirdiği durum budur. Biz onları ayın
üç gününe benzettik. Peygamber’in davet dönemini ise bir aya benzettik. Çünkü
insanlar ‘karn (asır, nesil)’ ve onun zaman ölçüsü hakkında görüş ayrılığına
düşmüştür. Bu bağlamda ileri sürülen görüşlerden birisi, onun otuz yıl
olmasıdır. Bu
nedenle asırları Peygamber’den kıyamete kadar
bir ‘ay’ kabul ettik ve üç karnı (asır) ayın üç günü gibi saydık.
çünkü Hz. Peygamber
kendisine soru soran birine ‘Oruç tutman gerekir,
oruç misilsizdir’ diyerek orucun
benzersizliğini dile getirmiştir. Bu durumda oruç ‘O’nun benzeri bir şey yoktur’
ifadesine benzer. Allah Teâlâ kutsi hadiste ‘Oruç benim içindir’ der. Halbuki
bütün ibadetleri insana ait saymıştır. Oruç ise tenzih niteliğidir ve tenzih
Allah Teâlâ’ya ait olabilir.
Bunun nedeni isimdeki
ortaklığıdır. Ramazan ilahi isimlerden biridir ve böylelikle senenin diğer
aylarına göre saygınlığı ortaya çıkmıştır. Hz. Peygamber onu kameri aylardan saymıştır. Bunun nedeni,
bereketinin senenin tüm aylarına yayılmasını sağlamaktır. Böylelikle bu
bereket, senenin her ayında ortaya çıktığı gibi senenin her günü için ondan bir
pay gerçekleşir. Bize göre, ayların en üstünü Ramazan, sonra
Rebiülevvel, sonra Recep, sonra Şaban, Zilhicce, Zilkade ve Muharrem’dir.
Kameri ayların fazileti hakkındaki bilgim bu kadardır. Senenin diğer aylarının
faziletinin sıralanışını bilmiyorum. Bunlar Safer, Rebiulahir ve Cemâziyelevvel
ve Cemâziyelahir aylarıdır. Bu aylarda faziletin sıralanışı hakkında bilgim
yoktur. Bunlar, fazilette denk midir? Zannı galibime göre, iş böyle olmalıdır.
Çünkü bana gösterilmişti, fakat onu kesin olarak öğrenmemiştim. Bilgim olmadığı
bir konuda ise konuşmam söz konusu değildir.
Çünkü her şeye sudan
hayat verildi. Allah Teâlâ’nın su üzerinde var ettiği Arş bile öyledir.
Böylelikle hayat Arş’a sudan yayılmıştır. Su, Hz. Peygamber sallallâhü aleyhi
ve sellemin ‘Hac Arafat'tır’ hadisindeki (ifade biçimine benzetirsek), en büyük
unsurdur. Bununla beraber hayatın sebebi, suyla beraber başka şeylerdir. Fakat
su (Arafat Haccın en önemli unsuru olduğu gibi) bu şeylerin en büyük unsurudur.
çünkü Arş bütün
cisimleri ihata eder. Allah Teâlâ her şeyi ihata edendir. Arş, felekler
içerisinde ve onun altında bulunan şeylerde öncelik sahibidir. Öyleyse Arş,
ilktir ve ihata edendir. Er-Rahman istiva etmele için bu iki niteliği, yani
ilklik ve ihatayı seçmiştir. Arş mülk ise, onun seçimin dışında olması
yerindedir. Çünkü sadece Allah Teâlâ ve mülkü vardır. Allah Teâlâ’nın dışındaki
her şey O’nun mülküdür. Arş bir ifadede de diğer şeylerden ayırt edilmiştir. Bu
durumda Arş’ın ille olma ve ihata bakımından seçilmesi ortaya çıkar. Çünkü
gölder ve yer Kürsü’nün içerisinde ‘ipe atılmış
düğüm gibidir; Arş’ın içinde Kürsü ise ipe atılmış düğüm gibidir’.
çünkü onlar nurdan
yaratıldı. Onlarm cisimleri nuranidir. Melekler diğer yaratıklara göre ilahi
nura daha yakın olanlardır. Bu nedenle Hz. Peygamber sallallâhü aleyhi ve
sellem Allah Teâlâ’dan kendisini nur yapmasını istemiştir. Bunun nedeni,
doğanın karanlığını bilmesidir.
Amâ, âlemi yaratmazdan
önce O’na ait idi. Buradan Allah Teâlâ güçlü melekleri yaratmış, onları kendi
celalinde hayrete düşürmüştür. Sonra, âlemi yaratmış, onları başkasını
görmeleri için cemalinin celalinde hayrete düşürmüştür. Onlar, Allah Teâlâ’nın
bir kimseyi yarattığını bilmeyenlerdir. Bunun ne üstün bir hal olduğuna
bakınız! Allah Teâlâ Amâ’yı mekânı, Arş’ı istivagâhı, yakın semayı iniş yeri,
yeryüzünü ise beraberliğinin mekânı olarak seçti. Allah Teâlâ her nerede
olursak bizimle beraberdir.
Bunun nedeni, onların
hakikati Allah Teâlâ’dan tebliğ etmeleridir. Allah Teâlâ onları kendisini
bilmek için (dünya hayatına) çıkarttı. Allah Teâlâ bilinmeyi sevmiş, peygamberler vasıtasıyla
yaratıklarına tanınmıştır. Bu bilinme
onlarla gönderdiği kitap ve sayfalarla gerçekleşti. Böylece zâtı bir bilgiyle
onu bildikleri gibi kendilerinde yaratılmış akıllarla da Allah Teâlâ’yı
tanırlar. Allah Teâlâ onlara fikri araştırma gücü verdi. Böylelikle delil ve
kanıtlarla selbî-vücudî (olumsuzlayıcı) bir bilgiyle Allah Teâlâ’yı
bilmişlerdir. Akıl kendi başına bundan fazlasını bilemez. Bundan sonra ise,
zâtî bir bilgiyle peygamberler geldi. Böylelikle yaratıklar, şeriatıyla onlara
tanınan İlah’a ibadet etti. Çünkü akıl, herhangi bir ameli ya da Allah Teâlâ’ya
yaklaşmayı ya da Hakk’a ait olumlu zâtî bir niteliği ortaya koyamaz. Düşünce
deliliyle hareket ettiği sürece, aldın şeriattan payı, ‘O’nun benzeri bir şey
yoktur (ke-mislihi), ifadesinden ibarettir. Burada ‘ke’ benzetme değil, zait
bir harf olarak bulunur. Allah Teâlâ aldın kendi başına algılayamayacağı
bilgileri tebliğ etmesi için peygamberleri seçmiştir. Söz konusu bilgiler,
Allah Teâlâ’nın zâtı ve O’na yaklaştırıcı ameller, terkler ve nispetlerle
ilgilidir.
Onu kelimelerde kendi
makamına yerleştirdi. Bu isim, nitelenen fakat başkasının nitelenmesinde
kullanılmayan bir isimdir. Bütün ilahi isimler bu ismin niteliğiyken o bir
nitelik olmaz. Bu nedenle onda kök aramaya kalkmak, bir zorlamadır. Binaenaleyh
‘Allah Teâlâ’ ismi, türetilmemiş, özel ve kelimeler ve harfler âleminde ilahi
zât için konulmuş bir isimdir. Allah Teâlâ’dan başkası o isimle
isimlenmemiştir. Böylelikle Allah Teâlâ, akü başka bir ilahın olamayacağını
kanıtladığı gibi, onu da ortaklıktan korumuştur.
Böylece Allah Teâlâ’nın seçimlerinden
uyarı yerine geçecek hususları zikretmiş olduk. Bu uyarı, davet edildikleri ibret ve
basiretle bakmaktan habersiz kalan akıllara yöneliktir. Meseleyi tam olarak
açıklamış değiliz. Çünkü bizler, Allah Teâlâ’nın
yarattığı varlıkların ayrıntısını tam olarak bilmiyoruz. Allah
Teâlâ’nın verdiği güçle, varlıkları belli esaslarda sınırlamayı başarırsak, bu
taksime her şey girer. Bu bölümde Allah Teâlâ’nın varlıkta sınırlı yaratıkları
içinden her türden seçip ayırdığı tek tek bireyleri tanıtmayı amaçladık. Onlar,
kendi başına var olan veya var olmayan, mekânlı veya mekânsız ya da dolaylı
olarak bir mekâna yerleşen türler, bundan bir araya gelen ve gelmeyen
varlıklardır. Âlemin ve varlıkların kısımları, belirttiğimiz hususlarla
sınırlıdır. Burada aklın tek başına anlayabileceği göreli bir tafsilat vardır.
Bu ise, eşyanın mertebelerinin ayrışması, birbirlerinden etkilenme,
birbirlerini etkileme ve birbirlerine dayanma bakımından derece derece
olmasıdır. Fakat bu üstünlük, kendilerine olan inayet yoluyla ilahi yakınlığın
üstünlüğüdür. Yoksa hakikatleri onu gerektirmez. Bu üstünlük, kalplerimize
bildirdiği ilham bilgileri ya da indirilmiş kitap ve nebevi haberlerde tebliğ
ettiği bilgilerle öğrenilebilir. Bunun dışında başka bir yol yoktur!
Sünnetler akli
delillerdir, çünkü onlar bir takım yollardır. Farzlar ise kendisine ve
yaratıklarına göre Hakk’ın durumunu bildiren şer’î bilgilerdir.
Ey Allah Teâlâ’nın
kulları!
Kitabında ya da
Peygamber’in dilinde kendisini nitelediği şekilde Allah Teâlâ’ya kulluk ediniz!
Ne bir ilave ne çıkarma ne de bir üstünlüğe yol açacak te’vil yapınız.
Kendisini nitelediği şeyi O’na bırakınız. Bu nitelik (akla göre) imkânsız ya da
çelişik bir şey ise, bu, bizim işin kendiliğindeki durumunu anlamadaki eksiklik
ve acizliğimize yorulur. Teorik akıl gücünün O’nun varlığının bilinmesiyle ve
Hakk’tan kullarına haberleri bildirenlerin doğruluğuyla ilgili yargısını ifade
etmiştik. Dolayısıyla herhangi bir itiraz olmaksızın, çelişik ya da imkânsız
hususları bile kabul etmemiz gerekir. Zâtı kendisince meçhul olan birini akıl zâtıyla ilgili
hususlarda zorunluluk, imkân ya da imkânsız hükmüne nasıl sokabilir ki; Akıl
haddini aşmamalıdır ve kendisine ait hususlarda bize indirdiği ve bildirdiği
işleri Hakk’a bırakmalıdır. Allah Teâlâ hakkı söyler ve doğru
yola ulaştırır. Biz ise, Allah Teâlâ’ya ve bu konudaki bilgisinde Kitap ve
Peygamber’in diliyle O’nun nezdinden gelen hususlara inanmak zorundayız.
Allah Teâlâ bizi nezdinde bulunan şeyleri öğrenmeye muvaffak etsin.
Allah Teâlâ’ya ancak yok olacak kimse itiraz edebilir.
Doksanbeşinci Kısım, c. VII,
sh:175-190
Muhyiddin İbn Arabî kaddesellâhü
sırrahu’l azîz, Futuhât-ı Mekkiyye’sinde beyan buyurdu ki:
Rehbet korkudur, değişmekten ve
kaderden
Ve tehditten, doğru sözlünün
bildirmesi nedeniyle
Doğruluğunu gösteren delil var
Öyleyse korkan ve ürken koşan ve öne
geçendir
Körlük karanlıklarında yürür durur
Korkanın yürümesi veya
âşık-sevdalının yürümesi gibi
Himmetiyle korkarak yürür ve onu
görürsün
Yürüyüşünde korkar, yıldızın
kaymasından bile
Birincisi, tehdidin
gerçekleşmesi,
İkincisi bilginin
değişmesi,
üçüncüsü ise,
takdir edilen işin gerçekleşmesinden korkmak.
Birincisi, hükmü
kalkmayan ve geçerli bir haber yoluyla tehdidin gelmesidir. İkincisi ise,
bilginin değişmesidir. Bu durum ‘Allah
Teâlâ dilediğini siler ve dilediğini sabit kılar” ayetinde belirtilir. Üçüncüsü ise ‘Benim nezdimde söz değişmez” ayetinde belirtilir. Belirli bir
şeyle sınırlanmayan genel rehbet ve korku ise, kulun belirlenmiş cezaların
kendisine uygulanmasından endişe ettiği bütün korkulardır. Burada hükmün ilahi
kaynaklı olmasıyla akıl kaynaklı olması birdir. Akıl kaynaklı hakkında Allah
Teâlâ ‘Kendilerinin
ortaya koyduğu bir ruhbanlık” demiştir. Yani onlar, bunu kendileri adına icat etmişlerdir,
yoksa biz kendimizden onlara bunu yazmadık. Hakk da ruhbanlığı geçerli saymış
ve kendisine riayet etmediklerinde onları cezalandırmıştır. Öyleyse Allah Teâlâ
ruhbanlığı onlara yazmamıştır, (onlar ise) ancak Allah Teâlâ’nın rızasını
kazanmak üzere bunu geliştirmişlerdir. Bu nedenle de Allah Teâlâ, bu konuda
niyetlerini ve maksatlarını güzelleştirsinler diye, ruhbanlığa uyanları
övmüştür. Sözde ise bir takdim ve tehir vardır. Adeta Allah Teâlâ şöyle der: Onlar
ruhbanlığa sadece Allah Teâlâ’nın rızasını kazanmak üzere hakkıyla riayet
etmişlerdir. Burada ruhbanlığa uyanları kast etmektedir. Bizim şeriatımızda bu
ruhbanlığın tezahürü, ‘Kim iyi bir âdet çıkartırsa...’ şeklinde dile
getirilmiştir ki, (bidat-ı hasene) bu da, bir şey üretmek kabilindendir.
Ömer b. Hattab
radiyallâhü anh, insanları Ramazan’da (teravih için) cemaatte toplayınca şöyle
demiştir: ‘Ne güzel
bidat (âdet) oldu bu’ diyerek onu ‘bidat’ diye isimlendirdi. Günümüze kadar
sünnet bu konuda böyle sürmüştür. Meşru ameller (bir kez niyetlenildiklerinde) yapılmaları
zorunlu olduğu için -söz gelişi adale gibiyükümlü korkmuş ve korku kendisini
kaplamıştır (rehbet). Böylelikle korku kendisini hadleri korumaya sevk
etmiştir. Bu nedenle de ‘rahib (korkan)’ diye isimlendirilmişken şeriat da ruhbanlık diye
isimlendirilmiştir. Allah Teâlâ Teala, kitabında ruhbanları övmüştür. Bu
bağlamda bazı insanlar korkularını tehdide bağlarken tehdidin gerçekleşmesinden
endişeye kapılır. Örnek olarak, tövbe etmeden ölen insan hakkında tehdidin
gerçekleşeceğine inanana Mutezile mezhebindeki verebiliriz.
Şöyle ki: Allah
Teâlâ’nın karşılığında cezalandıracağını söylediği bir günahı işleyip korkan
bir müminin kendisinden meydana gelen davranış nedeniyle içinde pişmanlık
duymaması mümkün değildir. Rasûlullâh sallallâhü aleyhi ve sellem şöyle
buyurmuştur: ‘Pişmanlık tövbedir.’ O halde günahkâr müminde pişmanlık vardır ve o pişmandır.
Bu durumda pişmanlığın gerçekleşmesi nedeniyle tehdidin hükmü de ortadan
kalkar. Çünkü müminin günahı nahoş bulması ve ondan memnun olmaması zorunludur.
Bu esnada ise (günah olan) amelini yapmaktadır. Öyleyse mümin, günahı nahoş
bulması ve onun günah olduğuna inanması yönünden salih amel sahibi iken günahı
işlemesi bakımından ise günah sahibidir. Öyleyse bu kişinin sonu, salih amel
ile günahları katıştıranlardan olmaktır. Allah Teâlâ bu sözün ardından şöyle
buyurur: ‘Umulur ki
Allah Teâlâ onların tövbesini kabul eder.’ Allah Teâlâ için ‘umulur ki’ ifadesi, zorunluluk
bildirir. Allah Teâlâ’nın söz konusu kullarına dönmesi ise, onların tövbe
etmesiyle gerçekleşir ve onlara mağfireti kazandıran ise pişmanlıklarıdır.
Pişmanlık tövbe demektir. Günahkârlar pişman olduklarında, Allah Teâlâ’nın
onlara dönmesi gerçekleşmiştir. Böyle biri, üç yönden salih amel sahibidir:
davranışın günah olduğuna inanması, onu yapmayı nahoş bulması ve yaptığına
pişmanlık duyması. Buna karşılık, tek bir yönden de günahkârdır. O da, söz
konusu günahı işlemesidir.
Bu pişmanlıkla
birlikte, ister söylediğimizi bilsin ister bilmesin, yine de korku kendisine
hâkimdir. Çünkü o, bu tövbe üzerindeyken ölse bile, başka nahoş bir fiilin
kendisinden çıkmasından korkar. Çünkü korku kendisinden ayrılmaz ve bu kez
korkunun konusu tehdidin gerçekleşmesinden Hakkın azarlamasına ve sorgu
esnasında kendisinden meydana gelen günahı itiraf etmeye intikal eder. Öyleyse
sürekli korkuyu hisseder. Bu da tehdit türlerinden birisidir. Nitekim Allah
Teâlâ şöyle buyurur: ‘Kim zerre miktarı iyilik yaparsa onu görür: Kim zerre miktarı kötülük
yaparsa onu görür.’
Öyleyse yaptığına vâkıf olması kaçınılmazdır ve kişi o çirkin amelini görmek
-ki görmesi zorunludur-nedeniyle azarlanmaktan korkmaktadır. Allah Teâlâ bu
ayette o amel nedeniyle cezalandırılmaya değinmemiştir. Öyleyse zorunlu olan
görmektir (ceza değil). Bağışlanan kimselerden ise, yaptığı suçun büyüklüğünü
ve bunun karşılığında kendisini bağışlamakla Allah Teâlâ’nın nimetinin
büyüklüğünü görür. Doğru sözlünün haberinin bildirdiği budur, yalan o söze
giremez, çünkü böyle bir şey ilahi mertebe hakkında imkânsızdır. Âlim insan,
Hakkın kullarına dönük hitabının onların aşina olduğu dille gerçekleştiğini
dikkate alabilir. Kur’an-ı Kerîm’in dili, bütün Arapların anlayış birliğine
vardıkları hususlara göre inmiş bir Arapça’dır. Söz konusu hususlar, kendi
örflerine göre, övündükleri veya kınadıkları konulardır. Araplara göre güzel
ahlakın gereği şudur: Güzel ahlak sahibi, söz verirse sözünü tutarken birini
cezalandıracağını söylerse, bağışlar ve affeder. Onların güzel ahlak anlayışı
ve asil insanı övdükleri nitelik budur. (Kur’an-ı Kerîm’de de) Tehdit onların anlayışlarına
göre inmiştir ve akli delillerle bu hususta bir çelişme yoktur. Bunun nedeni
bazı ilahi haberlerde neshin olmayışı ve yalanın imkânsızlığıdır. Maksat, güzel
ahlakı getirmektir. Bir Arap şairi şöyle der:
Ona söz verir veya tehdit edersem
Sözümü tutarım da tehdidimden cayarım
Allah Teâlâ suç
işleyene yönelik tehdidinden vazgeçerek, onu bağışlamak ve affetmekle
özelliğiyle kendisini nitelemiştir. Bunun yanı sıra, söz verdiği iyilikleri
yerine getirmekle kendisini övmüştür. Dilde şöyle denilir: ‘Ona iyilikte ve kötülük
karşısında söz verdim.’ Hâlbuki
‘onu
tehdit ettim’ sadece kötülük
hakkında denilebilir. Allah Teâlâ şöyle der: ‘Her peygamberi kavminin diliyle gönderdik.’ Başka bir ifadeyle aşina oldukları
dille gönderdik. Arapların anlayışlarına göre bağışlamak ve affetmek,
kendisinden meydana gelen kimsenin övülmesini gerektiren davranışlardır.
Öyleyse Allah Teâlâ bu davranışa daha layıktır. Kuşkusuz ki Allah Teâlâ
tehdidini dilediği kimsede uygulayacağını bize bildirmiştir. Bütün bu yorumlara rağmen, tehdidin
gerçekleşebileceği hakkındaki korku kulun kalbinden silinmez. Çünkü
kul, kendisinin cezalandırılacaklardan mı, yoksa bağışlananlardan mı olacağını
bilemez. Daha önce, günahkârın kendisinden meydana gelen günahın ardından
hissedeceği pişmanlıktan söz etmiştik. Pişmanlık tövbenin ta kendisidir.
Pişmanlığı tövbe yapan, sonra da kendisini et-Tevvab ve er-Rahim diye niteleyen
Allah Teâlâ’ya hamd olsun! et-Tevvab, bütün günahlarda kullarına merhametle
dönen demektir. Bu sayede günahkâr kuluna pişmanlık verir ve kulun kendisine
dönmesiyle kul da Allah Teâlâ’ya döner. Allah Teâlâ şöyle buyurur: ‘Sonra Allah Teâlâ onlara döner
ki, onlar da Allah Teâlâ’ya dönsün. Allah Teâlâ merhametli ve tevvab’tır,’
İkinci rehbet (korku) ise, (ilahi) bilginin değiştirebileceğini kesin olarak
öğrenmekten kaynaklanır. İnsan, Allah Teâlâ’nın kendisine dair bilgisinin ne
olduğunu bilmediği için korkar: Acaba o, hakkında değişiklik istenilenlerden
midir, değil midir?
Allah Teâlâ şöyle
buyurur: “Yüz
çevirirlerse, onların yerine bir topluluk getirir ve onlar gibi olmazlar.” Burada Allah Teâlâ sebebi
bildirmiştir ki, yüz çevirmedir. Alameti de bildirir. O da, -Allah Teâlâ’dan
değil-o’nun zikrinden yüz çevirmemektir, çünkü Allah Teâlâ’dan yüz çevrilemez.
Bu nedenle Allah Teâlâ, peygamberine şöyle demiştir: ‘Benim zikrimden yüz çevirenden
sen de yüz çevir.’
Gözetleme yerinde bulunandan nasıl yüz
çevrilir ki?
Her şey O’nun avucunda
ve göz önündedir.
İnsan, bilinenin
değişmesine göre, bilginin değiştiriciliğini müşahede edebilir. Çünkü bilgi
bulunduğu Hakk göre bilinene ilişir. Bu nedenle de -bilginin değişmesi
nedeniyle değil-konusunun değişmesi nedeniyle ilgi ve taalluk değişir. Öyleyse
bilginin değiştiriciliğinden korkmak, gerçekleşen şeyden korkmaktır. Çünkü
gerçekte bilginin değiştirmede bir etkisi yoktur. Değiştirme, kalpte korku
meydana getiren fiilin varlığını var edene aittir. O ise Allah Teâlâ’nın kadir
olmasıdır. Bilgi, değişme ve değişmenin kendisine doğru gerçekleştiği şeyle
ilgilidir. Allah Teâlâ şöyle buyurur: ‘Öğreninceye kadar sizi deneyeceğiz.’ Yani yükümlülükle sizi deneme
esnasında sizden meydana gelen günah veya itaatler ortaya çıktığında, benim
bilgim de -her kim olursa olsun-ona ilişir.
Bilginin
değiştiricilik mertebesi “Allah Teâlâ dilediğini siler ve sabit kılar” ayetidir. Burada Allah Teâlâ,
yazmadan sonra silmeyi zikretti ve yazdıktan sonra da dilediklerini sabit
kılar. ‘Ümmü’l-kitab
O’nun katindadır.’ Ümmü’l-kitab
(kitabın anası), değişmeyen ve silinmeyen ezelî kitaptır. Allah Teâlâ yazdıktan
sonra silinecek ve geride kalacak şeyleri bildiği için, değiştirme bilgiye
izafe edilmiştir. Zikrettiğimiz konuda işin gerçeği ise, bilgide değişmenin
olmayışı ve sadece (bilginin bilinene) ilişmesindeki değişmeden ibarettir.
Allah Teâlâ ‘Allah Teâlâ sizin kendinize ihanet ediyor olduğunuzu bildi’ buyurur. Burada Allah Teâlâ
bilgisinin onların nefislerine ihanet edeceğine ilişmesini kast etmemiştir.
Burada gelecek zaman, geçmiş zaman anlamındadır. Çünkü Arapça’da -kesin
olduğunda-gelecek zaman mazi kipinde gelebilir. Buna örnek olarak ‘Dikkat ediniz! Allah Teâlâ’nın
emri gelmiştir, acele etmeyiniz’ ayetini verebiliriz. Allah Teâlâ bu bildirimden önce
oruçlunun oruç gününün gecesinde eşine yaklaşmamasını emretmiş, bir kısmı Allah
Teâlâ’nın bu konudaki sınırını aşmıştı. Allah Teâlâ bunu bilince, bu fiili
işleyenleri bağışlamış ve mescitlerde itikaf yapanların dışındakiler için,
Ramazan’da geceleyin cinsel ilişkiyi helal kılmıştır. Onlardan ise, böyle bir
fiil kendilerinden meydana gelene kadar, yasağı hafifletmemiştir. Böyle bir iş
yapan kimseden aynı şeyi yapması beklenir ve bu nedenle de -ona merhamet
ederek-kendisine cinsel ilişki mubah yapılır. Böylece aynı şey kendisinden
meydana geldiğinde, onun adına helal ve mubah olup hainlik niteliği kendinden
düşer. Çünkü din, yükümlüdeki bir emanettir.
Takdir edileni
öğrenmekten kaynaklanan korkunun kaynağı ise ‘Benim nezdimde söz değişmez’ ayetidir. Başka bir ayette ise
Allah Teâlâ “Allah Teâlâ’nın kelimeleri değişmez” buyurur. Bu ayette Allah Teâlâ’nın kelimeleri derken var
olanların kast edilmesi mümkündür. Nitekim Allah Teâlâ Hz. İsa aleyhisselâmdan
söz ederken ‘Meryem’e ilka
ettiği kelimesidir’ demişti.
Bu durumda Allah Teâlâ, var olanların bir şeyi değiştirmesini reddetmiş olur.
Değiştirme Allah Teâlâ’ya aittir. Özellikle de ayetin zahiri, bu tevile işaret
eder. Bu durum ‘Yüzünü hanif olarak dine çevir, Allah Teâlâ’nın insanları kendisinde
yarattığı fıtratı, onda değişme yoktur’ ayetinde belirtilir. Yani Allah Teâlâ’nın kelimeleri
(bunu) değiştiremez. Başka bir ifadeyle onlar, bu konuda bir değiştirme
imkânına sahip değildir. Bu ifade, Allah Teâlâ’nın bizi rabliğini kabul etme
özelliğinde yarattığıyla ilgili bir müjdedir. Artık bu kabul, daha sonra bazı
insanlarda ortaya çıkan ortak koşma nedeniyle değişmez. Çünkü Allah Teâlâ,
insanların bu konuda değiştirme (imkânlarını) ortadan kaldırmıştır. Aksine
onlar, kendi fıtratlarında bulunur ve kıyamet günü müşrik de -şirk koştukları
şeyler kendilerinden uzaklaştığında-bu inanca varacaktır. Öyleyse değiştirmenin
insanlara izafe edilmeyişi, rahmete ulaşacakları hakkında onlar adına bir
müjdedir. Ateşte kalsalar bile, bu, oranın bir
yer olması nedeniyle orada kalırlar, yoksa azap ve acı yeri olması nedeniyle
orada kalmazlar. Aksine Allah Teâlâ onları ateşte nimet görmelerini sağlayacak
bir mizaçta yaratır. Öyle ki, bu mizaçla birlikte cennete girselerdi, cennetin
itidali nedeniyle mizaçlarına uygun olmadığı için, acı duyarlardı. Öyleyse her kimin adına Allah Teâlâ’nın kelimesi
bir şekilde gerçekleşirse, çalışmaması gereken bir işte çalışan, arzu etmemesi
gereken bir işi arzu eden kimsedir. Hz. Peygamber sallallâhü aleyhi ve
sellem cennet ehlinin amelini yaparak, insanların gözünde ‘ameliyle cennete
yaklaşan’ biri hakkında şöyle der:
Kaderi öne
geçer ve sonunda cehennemliklerin bir amelini yaparak cehenneme girer.’ Aynı şey cehennemliklerin amelini
yapan kimse hakkında geçerlidir. Sonra şöyle buyurmuştur:
‘Ameller,
sonlarıyla değerlendirilir.’
Hz. Peygamber, bu
hadiste önceki bilginin (kader) kime ait olduğunu ve sonucun söz konusu
bilginin hükmünün ta kendisi olduğunu belirtmiştir. Bu nedenle bir sûfı şöyle
der: ‘Siz sonuçtan korkuyorsunuz. Ben ise kaderden
korkmaktayım (önceki bilgiden).’
(Kaderin) ‘Sabıka’
diye isimlendirilmesinin nedeni, sonucu öncelemiş olmasıdır. İşte bu, hükmü
ancak zamandan sonra ortaya çıkan mevcut bir anlamdır. Bu yönüyle kader bilgisi
(sabıka), bazı kelamcıların (Mutezile) kûmun ve zuhur (gizlenme ve açığa çıkma)
derken dayandıkları ilkeyle ilgilidir. Bilhassa Şâri, cehennemliklerden birinin
mutluların amelini işlemesiyle ilgili olarak buna dikkat çekmiştir. Sonra ‘insanların gözünde...’ der. Aynı şekilde, cennetliklerin
bedbahdarın amelini işlemesi hakkında da ‘insanların gözünde’ demişti. Allah
Teâlâ ise bunu kendilerinden bilir. İşte bu, varlığı kendilerinde olsa bile,
hükmü dışta zuhur eden şeydir. Gösteriş yapanlar da bu kapsamdadır. Şu var ki,
burada varılan yer hakkında bir müjde vardır. Şöyle ki:
Alimler, hükmün öne
geçene ait olduğunu bilir. Sonra gelen ise ondan sonra gelir. Bu nedenle öndeki
öncelik hakkını elde eder. Burada ‘öncelik hakkı’, Adem ve zürriyetidir.
Kuşkusuz Allah Teâlâ’nın rahmeti ve gazabı, bu konuda birbiriyle yarışmış ve
rahmeti gazabını geçmiş, bize mekân olmuştur. Gazap ardından gelmiştir.
Böylelikle rahmet avucunda (kabza) var olduk ve rahmet öne geçerek bize mekân
oldu. Artık gazabın bizde sürekli bir hükmü uygulanmaz. Aksine gazap, bazı
durumları görmemiz için bize ilişir. Bunun nedeni tek bir mekânın bizi
toplamasıdır. Bu nedenle gazap, kendisine olan istidadımıza göre, bize etki
etmiştir. O mekânda rahmet gazaptan ayrıldığında, bize yerleşmesiyle rahmet
bizi almış, biz de Allah Teâlâ’nın gazabından ayrıldık. Gazabın bizde, yani
Ademoğullarındaki hükmü, sonsuz değildir. Bizim dışımızda ki yaratıklarda, söz
gelişi şeytanlardaki süresini ise bilmiyorum. En iyisini Allah Teâlâ bilir!
Bu zevk sahibi, öne
geçen bilgiden (kader) korkmaz. Çünkü yükümlülük diyarının dışındaki yerlerde,
Allah Teâlâ’nın rahmetinden korkulmaz. Öyleyse öne geçen bilgiden korkmak,
belirli bir şeyle ilgili olabilir, rahmet değildir o. Korkulan bu öndeki
(bilgi) ‘bedbahtlık’ olarak takdir edilmişse, sürekli değil, geçicidir. Çünkü
onu destekleyecek bir ilke yoktur, çünkü onun aslı Allah Teâlâ’nın gazabıdır.
Gazap ise -öndeki değil-sonra gelendir. Mutluluğun öne geçmesi ise, sonra
ortadan kalkacak şekilde arızî değildir. Çünkü onun kendisini destekleyen ve
güçlendiren bir aslı ve dayanağı vardır. Bu ise, gazabını geçmiş olan Allah
Teâlâ’nın rahmetidir. Bu nedenle mutlulukla ilgili bu tikel ve arızî durum
sürekli iken, bedbahtlıkla ilgili tikel durum, sürekli değildir. Bunu
bilmelisin! ‘Allah Teâlâ doğruyu söyler ve doğru
yola ulaştırır.’
Otuzsekizinci Sifr- İki Yüz Otuz
Dördüncü Bölüm, c.9 sh: 340-347
Not: Emir Sigası ile yapılan dua
ifadesi Arapça gramere ve vahdeti vücud felsefesine muvafık düşse de, Türkçe
ifade tarzında bu tür niyaz biraz kabih olmaktadır, diye düşünüyoruz. Fakat bu
konuda Muhyiddin İbn Arabî kaddesellâhü sırrahu’l azîz, Futuhât-ı
Mekkiyye’sinde şu şekilde beyanı vardır…
Velilik ve nebilik arasında bir
berzah var
Nebilik ordadır, sırrı bilinmez
İyice incelersen, iki kısımdır o
Birinci kısım yasa koyucu nebilik,
herkes bilir onu
Başka bir kısım daha var ki
Bu kısım yasa getirmez,
İlkinden daha aşağıdır o bu dünyada
Bize göre ise diğeri ortaya çıkar
Varlık şeriatı ve hükmü silinir
Buradan anlaşılır ki, en üstün olan
buymuş
Ve o daha geneldir, çünkü asildir ve
Allah Teâlâ’ya aittir
Çünkü Allah Teâlâ, bizim için en
yetkin velîdir
Nebilik (bildirmek,
haber vermek), ilahi bir özelliktir. Onu ilahi mertebede tutan isim es-Semi’dir
(Duyan). Hükmünü sabit kılan ise, duadaki emir kipi ve kendisinden istenilen
şeye Hakk’ın olumlu karşılık vermesidir. Çünkü (zahirde kuldan ortaya çıkan)
bu talep de, Allah Teâlâ’nın kullarına söylediği ‘yap’ ya da ‘yapma’ şeklindeki
bir isteğidir. Biz ‘duyduk ve uyduk’ deriz, Allah
Teâlâ ise ‘duydum ve karşılık verdim’ der. Çünkü Allah Teâlâ, ‘Bana
dua ettiğinde, dua edenin duasına karşılık veririm’ buyurdu. Kulun talepteki emir
niteliği ‘bize mağfiret et, bize merhamet et’,
‘bizi affet’, ‘bize yardım et, ‘bize hidayet et’, ‘bize rızık ver’ gibi ifadelerdir. Yasaklama kipi
ise, ‘kalplerimizi saptırma’, ‘bizi zalim
kavmin oyuncağı yapma’, ‘kıyamet günü bizi başarısız kılma’, ‘diriltme günü
beni mahzun etme’
gibi ifadelerdir.
Nebilik, zikrettiğimiz
bu hususa ilave bir anlam değildir. Ne var ki Allah Teâlâ, kendisine bundan bir
isim vermemiştir. Halbuki ‘velilik’ kelimesinden kendisine bir isim vererek
el-Velî diye isimlenmiştir. ‘Bize bildirdi’, ‘duamızı duydu’ (gibi ifadeler geçerli olsa bile), Allah Teâlâ kendisini ‘nebi’ adıyla isimlendirmedi. Öyleyse o, her iki yönden de bu konumdadır. Bu
nedenle Rasûlullâh sallallâhü aleyhi ve sellem ‘Resullük ve nebilik kesilmiştir” der. Bunlar, özel bir yönden
kesilmiştir. Başka bir ifadeyle, nebi ve resul denilenler kesilmiştir. Bu
nedenle Rasûlullâh sallallâhü aleyhi ve sellem ‘Benden sonra resul ve nebi
gelmez’
der. Ardından,
resullükten doğru rüyaları geride bıraktığı gibi, müçtehitlerin hükmünü de ‘nebilikten geri kalan şey’ diye nitelemiştir. Başka bir
ifadeyle müçtehitlerden (nebi ve resul) adını kaldırmış, hükmünü geride
bırakmış, ilahi hüküm hakkında bilgisi olmayan kimseye de (Allah Teâlâ) ‘zikir ehline sormayı’ emretmiştir. Böylelikle -şeriatların
farklı olması gibi-kendileri de görüş ayrılığına düşmüş olsalar bile,
müçtehitler kendilerine fetva soran kimseye kanıtın götürdüğü hükme göre fetva
verir. ‘Her
biriniz için bir şeriat ve yol belirledik.’ Aynı şekilde, her müçtehit için de bir hüküm ve yöntem
belirlemiştir. Söz konusu olan şey, bir hükmü kanıtlarken yararlandığı ve yüz
çevirmesinin mümkün olmadığı kanıtıdır. İlahi şeriat bütün bunları
onaylamıştır. Söz gelişi Şafii, (Ebu) Hanife’nin haram saydığı bir hükmü helal
sayarken Ahmed b. Hanbel, Malik’in yasakladığı bir şeyi caiz görür. Birinin
caiz görmediğini diğeri caiz görmüş, bazı hususlarda görüş birliğine varmışken
bazı hususlarda görüş ayrılığına düşmüşlerdir. Hepsi, bu ümmet için dinen
geçerlidir ve Allah Teâlâ nezdinde bizim adımıza onaylanmıştır. Bununla
birlikte biliriz ki, müçtehitlerin mertebeleri, Allah Teâlâ nezdinden
kendilerine vahyedilen resullerden daha düşüktür.
Öyleyse resullük ve
nebilik, bizatihi ve hükümleri yönünden ortadan kalkmamıştır. Kesilen şey,
meleğin kulağına veya kalbine inmesiyle getirdiği resul ve nebiye özgü
vahiydir. Bu nedenle de nebi ve resul isminin kullanımı kesilmiştir. Artık bir
müçtehide nebi veya resul denilmez. Nitekim Allah Teâlâ’nın şeriat yaptığı
hususlarda da nebilerin içtihatta bulunması yasaktır. Müçtehit, kanıt ve
içtihadının kendisini yönlendirdiği görüşe göre insanları irşat eder. Bu isim,
nebi ve resullere özgüdür, Allah Teâlâ’ya ve velîlere bu isim verilmez. Bu
isim, saf kulluğa tahsis edilmiş bir isimdir. Söz konusu kulluk (kölelik),
Efendiye yakınlığın ta kendisidir ve rütbesinde efendiyle didişmemek demektir.
Velilik böyle değildir, çünkü kul, el-Velî isminde Allah Teâlâ ile didişir (bu
isme ortak olur). Bu nedenle ilahi isimlerde bulunmayan ve kulluğa özgü
niteliklerden olması nedeniyle ihlâslı kullara, nebi ve resul adının kesilmesi
ağır geldi.
Nebilik, hükümleri
bakımından ilahi bir nitelik olduğu gibi Hakk kendisine vacip kıldığı şeyleri
de ondan dolayı vacip laldı. Çünkü zorunlu kılmak, şeriata ait bir yetkidir,
yoksa şeriatın dışındaki şeylere ait değildir. Allah Teâlâ şöyle der: ‘Rabbiniz kendisine rahmeti yazdı.’ Bu, şeriatın hükmüdür. Bunu öğren
ve zikrettiğimiz hususta dirençli ol! Çünkü bilgiye ulaşmak kolay, ondan
düşmemek zordur. Bu bölümü yazarken bana gösterilen bir vakıada durumu böyle
gördüm. Öyleyse bu bölümde söylediklerimiz, vakıada gördüklerimizdir. Orada
nebi ve resul isminin sağımda asılı olduğunu gördüm. Üzerinde insanların
yürüdüğü caddeye çıkan bir merdiven vardı. Ben kapıdaydım. Hakk’ın beni durduğu
bu makamın üzerinde kimseye ait bir makam yoktu. Ancak, son derece sağlam bir
şekilde kapatılmış kapının içerisinde (makamı olanlar) vardır. Kapı kapalı olsa
bile, içindekiler bana gizli değildi. Şu var ki, keşf olmaksızın, kimsenin
oraya girmesi mümkün değildir. Bir şahıs bana doğru geldi. Kısa sürede ulaşıp
onu görünce, iniş güçleşti, adam hayrete düştü ve orada durmaya güç yetiremedi.
Beni bıraktı ve o yere geldiğim yola doğru yöneldi, yürüdü, geri dönerek beni
bıraktı. Bu halde uyandım ve bu bölümde yazdıklarımı yazdım.
O gece
rüyamda Rasûlullâh sallallâhü aleyhi ve sellem’i gördüm. Cenazelerin mescide
sokulmasını nahoş karşılıyordu. Bunun yanı sıra erkek ölülere kefen üzerine elbise
örtülmesini de kerih görmüş, üzerinden çıkartılmasını ve kefeninde öylece
bırakılmasını ve kesinlikle bir tabut içinde örtülmemesini emretmişti. Ayrıca,
hava soğuk olduğunda gusül abdesti almam için suyu ısıtmamı ve cenabet
sabahlamamamı emretmişti. Onun cinsel ilişkiyi övdüğünü ve yapanı adına bu
davranışı beğendiğini gördüm. Bütün bunları gece gördüm. O gece Ahmed b.
Hanbel’i de rüyamda gördüm. Ona Rasûlullâh sallallâhü aleyhi ve sellem’in gusül
abdesti almak için suyu ısıtmamı emrettiğini söyledim. O da Buhari’nin
Rasûlullâh sallallâhü aleyhi ve sellemi rüyasında gördüğünü ve bunu kendisine emrettiğini
aktardı. el-Ferberi de Buhari’yi rüyasında görmüş ve Buhari bunu kendisine
emretmiş. (Ahmed dedi ki) Ferberi beni rüyasında gördü -ki ben de kendisini
rüyamda gördüğümde, onun beni rüyasında gördüğünü anladım-ve bana Buhari’nin
kendisine böyle söylediğini aktardı. Ben de ondan bunu öğrendim. Şimdi de sana
söyledim, sen de ona göre davran.’ Uyandım ve aileme benim için su ısıtmalarını
söyledim. Fecirle birlikte gusül abdesti aldım. Bütün bunlar, doğru rüyalardır.
Nebiliğe gelirsek -ki
hemzeli (nübüvv) olmayandır-bu anlamıyla nebilik, yükseklik demektir. Allah
Teâlâ’ya buradan da bir isim verilmedi. Allah Teâlâ’nın bu anlamdaki ismi,
Refıü’d-derecât (Dereceleri yükselten), Zü’larş (Arş sahibi) ve ‘Ruhu dilediği
kullarına aktarır’ gibi isimlerdir. Bunun yanı sıra el-Alî, el-A’lâ isimleri de
bu anlamla ilgilidir. Bu, hemzeli nebiliktir (nebiie şeklindeki mastar). Bu
nebilik, yükseklik anlamındaki nebilikten doğmuştur. Kısaltma asıl, uzatma
ilavedir. Araplar, şiir gerektiriyorsa, uzun olanın kısaltılmasını caiz
sayarlar. Çünkü kısaltma asla dönmektir. Kısa olanın uzatılması ise caiz
değildir. Çünkü o, asıldan çıkmaktır.
(Bu anlamıyla
nebilikte aracı) Ruh, Allah Teâlâ ile dilediği kullar arasında müjdeci ve
korkutucu olarak bulunur. Veliler, daha önce de belirttiğimiz gibi, bu
nebilikten büyük ölçüde tatmışlardır. Nitekim Rasûlullâh sallallâhü aleyhi ve
sellem Kur’an hafızı için, “Nebilik onun iki yanının arasına girmiştir’ der.
Çünkü nebilik onun adına gayb iken peygamber adına görünendir.
Nebi ve velî arasındaki
nebilik farkı budur. Ona nebi denilirken velîye varis denilir. Varislik, ilahi
bir niteliktir. Çünkü Allah Teâlâ, kendinden söz ederken, ‘O varis olanların en
hayırlısıdır’
buyurdu. Öyleyse velî bir peygamberden nebiliği, Hakk kendisini tevarüs ettikten
sonra alabi-lir. Bundan sonra onu, hakkında daha yetkin olsun diye velîye
aktarır. Bu durumda velî, bu noktada başkasına değil, Allah Teâlâ’ya nispet
edilir. Bazı velîler, nebiliği peygamberden tevarüs ederek alır. Onlar,
kendisini gören sahabe ve uykusunda peygamberi görenlerdir. Şekilci bilginler
ise, haleften selefe, kıyamete varıncaya kadar onu alır. Böylelikle, aradaki
bağ uzaklaşır. Velîler nebiliği ‘ona varis olması ve onlara ihsan etmesi’ yönünden Allah Teâlâ’dan alır.
Onlar, tıpkı korunmuş bu ‘yüce bağ’ gibi, peygamberlerin uyanlarıdır. Bâtıl o
bağa önünden ya da ardından giremez. O, Hakim ve Hamid tarafından indirildi.
Ebu Yezid şöyle der: ‘Siz bilgilerinizi ölümlüden
ölümlüye (aktarmayla) alıyorsunuz. Biz ise ölümsüz Diri’den alıyoruz.’ Allah Teâlâ böyle bir makamda
peygamberleri zikrettikten sonra -En’am suresinde-peygamberine şöyle hitap
eder: ‘Onlar
Allah Teâlâ’nın hidayet ettiği kimselerdir ve onların hidayetlerine uy.’ Söz konusu peygamberler ölmüş, Allah
Teâlâ onlara varis olmuştur. ‘Allah Teâlâ varislerin en hayırlısıdır.’ Sonra Rasûlullâh sallallâhü aleyhi
ve selleme onları ulaştırdığı bu hidayeti getirerek onların hidayetine
uydurmuştur. Ulaştıran Allah Teâlâ’tır. O ne güzel bağ, ne güzel mevla, ne
güzel yardımcıdır. Bu, günümüzdeki velîlerin bilgisinin Rasûlullâh sallallâhü
aleyhi ve sellemin ve peygamberlerin hidayetine (uyması gerektiği) hakkındaki
sözümüzün ta kendisidir: Onlar, bu hidayeti Allah Teâlâ’dan almıştır. Allah
Teâlâ, bu bilgiyi katından bir rahmet ve Rablerinin nezdinde haklarında takdir
edilmiş rehberlik olarak onların gönüllerine aktardı. Allah Teâlâ kulu Hızır
hakkında şöyle der: ‘Ona katımızdan bir rahmet ve bilgi verdik.’
Bu anlamıyla nebilik
canlılara yayılır. Allah Teâlâ, ‘Rabb’in
arıya vahyetti’
buyurur. Bütün hayvanlar bu konumdadır. Allah Teâlâ bir insana kuşların dilini,
bitkilerin ve donukların tespihini, yaratılmışlardan her birinin namaz ve
tespihini öğretirse, o kişi nebiliğin bütün varlıklara yayıldığını da öğrenir.
Keşf ve vecd ehli bunu bilir. Fakat bundan dolayı nebi ve resul adı, resullerin
seçkinleri olan meleklerin dışında kimseye verilmez. Onlar, melekler diye
isimlendirilenlerdir. Resullük vermeyen her ruh, sadece ruhtur ve ona ‘melek’
denilmez. Örnek olarak Allah Teâlâ’yı zikreden müminlerin nefeslerinden
yaratılan ruhları verebiliriz. Allah Teâlâ onların nefeslerinden zikir sahibi
adına kıyamete kadar bağışlanma dileyecek ruhlar yaratır. Aynı şekilde,
nefeslerinin bulunduğu bütün iyi davranışlarından da ruhlar yaratır.
Rasûlullâh sallallâhü
aleyhi ve sellemi doğru bir rüyada gördüm. Kâbe’yi işaret ederek şöyle diyordu:
‘Ey bu
evin sakini! Bu evi tavaf ederek, gece gündüz dilediği vakitte namaz kılanı
engellemeyiniz! Çünkü Allah Teâlâ onun davranışından kendisi için kıyamete
kadar bağışlanma dileyecek bir melek yaratır.’ Bunlar, temiz ruhlardır ve bunlardan
herhangi bir görevle gönderilenler, ‘melek’ diye adlandırılır.
Yüzbeşinci Kısım, c. VII, sh:
416-421
Allah Teâlâ zatında âlemlerden müstağni olsa
bile, O’nun kerem, cömertlik ve rahmetle nitelenmiş olduğunu bilmelisin. Bu
durumda rahmet edilen (merhum), ikrama mazhar olanın (mükrem) var olması
gerekir. Bu nedenle Allah Teâlâ şöyle der: ‘Kullarım beni sana sorarsa, de ki ben yakınım!
Dua edenin duasına karşılık veririm.’
Binaenaleyh Allah Teâlâ dua edene kendi
cömertliği ve keremiyle karşılık vermiştir.
Zorda
kalan muhtaca karşı cömertlik, gerçekte, zorda olmayana cömertlikten üstündür.
Mümkün yokluk halinde
varlık halindekinden daha çok Allah Teâlâ’ya muhtaçtır. Yokluk halindeyken
mümküne iddia eşlik etmezken varlık halinde bir iddia taşır. Yokluk halindeki
mümküne varlık ihsanı, cömertlik ve ihsan bakımından daha üstündür. Binaenaleyh
Allah Teâlâ âlemlerden müstağni olsa bile, bunun anlamı, fakirliğin O’nda
bulunmasından münezzehliğidir. Ya da kendisinden başka O’na delil olmasından
münezzehtir. Bu nedenle Allah Teâlâ âlemi kendi cömertliğinden ve ihsanından
var etti. Bu, herhangi bir akıllının veya müminin kuşku duymayacağı bir
hakikattir. Aynı zamanda cömertlik Allah’ın zati bir niteliğidir. Çünkü Allah
Teâlâ kendisi nedeniyle cömert ve ihsan edendir. O halde âlemin var olması
zorunluyken bilginin imkânsızlığı hükmünü verdiği şeyin de olmaması gerekir.
Öyleyse nispetler ve -sıfatları kabul edenlere göre-sıfatların var olması
gerekir. Ya da başka bir mezhebe göre, isimler olmalıdır. Öyleyse tek hakikatte
çokluk bulunmalıdır. Başka bir ifadeyle nispeti veya sıfatı veya ismi kabul
eden herkese göre, her halükarda birçokluk birliği olmalıdır. O halde zatın
nurları, var olanlardan başka bir şey değildir. Bunlar, zatın tecellilerinden
ibarettir, çünkü onlar, bizim için Hakka delil olmanın ta kendisidir. Bu
nedenle Rasûlullâh sallallâhü aleyhi ve sellem ‘Kendini bilen, rabbini
bilir’ demiş, kendisini bildiğinde arifin nefsini Allah Teâlâ’yı bilmeye
delil yapmıştır. Nur kendine olduğu kadar göze görünen şeye de delildir. O
halde var olanların nuruyla var olanlar ortaya çıktığı gibi, kendilerini var
eden de bu nurla onlara görünür. Başka bir ifadeyle var olanlar Yaratıcılarını
ancak kendilerinden tanımıştır. Binaenaleyh O, onların talep ettiğidir. Talep
yaratılmışlar söz konusu olduğunda muhtaçlığı bildirir. Allah Teâlâ talep
edilen iken müstağnidir. Yaratılmışların talep ettiği olması bakımından,
onların kendisine muhtaç olması mümkün olabilmiştir. Bu sayede Allah Teâlâ da
onlardan müstağni kalabilmiştir. Allah Teâlâ’nın onların talebini kabul etmesi,
(kendilerine muhtaç olmasından kaynaklanmaz) cömertlik ve keremden kaynaklanır.
Yirmi dördüncü Sifir, c. XII, sh:
348-349
Kaynaklar:
Muhyiddin İbn Arabî, Futûhât-ı Mekkiyye
Futûhât-ı Mekkiyye
Tercümesi, hzl: Ekrem Demirli, 2011,İstanbul
Genç bile olsan gençle
arkadaşlık etme.
Veya kadınla; sadece Allah Teâlâ
ile ilgilen
Körleştirici fitneden sakın
Onun gafil kalp üzerinde bir
hükmü vardır
Nefsin şehvetinden de sakın!
Nice kalbi ‘Rabbinden anlayan’
efendiyi helak etti
Kadından dost bulan görülmedi
Kemale ermiş Allah Teâlâ
adamlarından başka
Bilmelisin ki
-Allah Teâlâ sana yardım etsin- fitne, denemek demektir. Gümüşü saflaştırmak
istediğinde, ‘Fetentü el-fizza bi’n-nar’ (gümüşü ateşle saflaştırdım) denilir.
Allah Teâlâ şöyle buyurur: ‘Mal ve evlatlarınız fitnedir.’ Yani onlar
vasıtasıyla sizi sınarız: Acaba onlar sizi bizden ve sınırında durmanız için
belirlediğimiz şeylerden perdeler mi, perdelemez mi? Hz. Musa ‘Bu, senin
fitnendir, dilediklerini onunla saptırırsın’ demişti. Hayrete düşürürsün demektir. ‘Dilediğine
hidayet edersin”
Allah
Teâlâ’nın insanı sınadığı en büyük fitnelerden biri, onu kendi suretine göre
yarattığını insana bildirmesidir. Böylece Allah Teâlâ şunu görmek ister: İnsan
kulluğuyla ve imkân haliyle kalacak mıdır, yoksa suretinin üstünlüğü nedeniyle
gururlanacak mıdır? İlahi suretten insanın payı, isimlerin hükmüdür. Böylelikle
insan âlemde halife atanmış ve Haldun suretiyle tam anlamıyla bilfiil var olmuş
biri olarak hüküm verir. Bu sınamayı (fitne) destekleyen şeylerden biri de Hz.
Peygamber’in Rabbinden aktardığı şu (kutsi) ifadedir: ‘Kul nafile
ibadetlerle Allah Teâlâ’ya yaklaştığında, Allah Teâlâ onu sever; sevdiğinde
kendisiyle duyduğu kulağı, gördüğü gözü olur.’ Hadisin devamında el ve ayak
da zikredilmiştir.
Kul bu
konumda olduğunu öğrenince -artık kendisiyle değil-Hakk ile duyar, Hak ile
görür, Hakk ile tutar, Hak ile koşar. Bu ilahi niteliklere sahip olmakla
birlikte, sırf ve yoksul bir kul olarak kalır. Bu konumdayken Haktan müşahede
ettiği şey, tövbeleriyle sevinmek, evine gelenle neşelenmek, arzusunu yenmiş
gence şaşırmak, kulunun açlığı ve susuzluğuna vekil olarak acıkmak ve susamak
özelliğiyle nitelenmek; kulunun hastalığının yerine hastalık ile nitelenmek
gibi davranışlarda Hakkın kullarına tenezzülüdür. Bununla beraber, Allah Teâlâ’nın
rabliğinin izzeti ve ulûhiyetindeki büyüklüğünün gereğini bilir. Öyleyse
(Hakk’ın kullarına dönük) bu ilahi tenezzül, O’nun azamedi ceberut’una veya
nezih ve kadim büyüklüğüne etki etmez.
Allah Teâlâ
kendisini Rabbe yaraşan özelliklere vekil olarak yerleştirdiğinde ise kul şöyle
der: ‘Allah Teâlâ’nın beni üzerinde yarattığını bildirdiği (ilahi) suretin
kemali, imkân dahilindeki hiçbir makamın, kulluğumun mertebesinin ve muhtaçlık
ve yoksulluğun benden ayrılmamasını gerektirir. Nitekim benim özelliklerime
inerken Hak büyüklük ve azametine yine sahipti.’ Hakk ise, bu niteliğe
sahip olduğunda ‘Ne güzel kuldur o, tövbe edendir’ diye kulunu över. Çünkü Hakkın kendisini
görevlendirmesi, onda etki etmemiş, yoksulluk ve zorunluluğundan
çıkartmamıştır. Hakka yaklaşmada haddi aşan kimsede bu aşmanın zıddı ortaya
çıkar. Bu ise, Allah Teâlâ’dan uzaklık ve cezalandırmadır. Artık kendini sakın!
Çünkü genişlikle sınanmak, sıkıntı ve darlık ile sınanmaktan daha ağırdır.
Şehvete
gelirsek, şehvet, şehvet nesnesinin yüksekliğiyle
yükselirken düşüklüğü nedeniyle alçalan nefsin bir aracıdır. Şehvet, haz almaya
elverişli şeylerden haz alma (iltizaz) iradesidir. Haz ise iki türlüdür: doğal
ve ruhanî hazlar. Tikel nefs, doğadan doğmuştur ve doğa onun an-nesi, ilahi ruh
ise onun babasıdır. Öyleyse ruhanî şehvet, doğada saf bir halde bulunamaz.
Geride kiminle haz alındığını (öğrenmek) kalmıştır. Bu bağlamda, sadece uygun
olanla haz alınır. Bizim ile Hak arasında ise, sadece ‘suret’ ilişkisi vardır.
Binaenaleyh
insanın kendi kemalinden haz alması, hazzın en güçlüsü olduğu gibi kendisine
benzer birisinden aldığı haz hazların en güçlüsüdür. Bunun kanıtı, (hemcinsi
olan) bir cariyeye veya oğlana âşık olmanın dışında, (herhangi bir başka
durumda) hazzın insanın bütününe yayılmayışı, herhangi bir şeyi görmek
nedeniyle kendinden tümüyle geçmeyişi ve muhabbet veya aşkın onun ruhanîliğinin
doğasına yayılmayışıdır. Cariyedeki durum değişikliğinin nedeni ise onun tam
benzeri olmasıdır, çünkü o kendisiyle aynı cinstendir. Âlemdeki her bir şey,
insanın bir parçasıdır ve dolayısıyla insan, her; şeye uygun parçasıyla
mukabele eder. Bu nedenle de, benzerinin dışındaki hiçbir şeye, (kendini
kaybedecek kadar) âşık olamaz.
İlahi
tecelli Âdem’in üzerinde yaratılmış olduğu surette gerçekleştiğinde, mana
manayla örtüşür, bütün ile haz alma imkânı gerçekleşir, şehvet zâhir ve bâtında
insanın tüm parçalarına yayılır. Bu, varis âriflerin hedeflediği şehvettir. Bakınız! Leyla sevgisi, Mecnun
Kays’ı kendinden nasıl geçirmişti? Bunun nedeni, belirttiğimiz (hemcins olmakla ilgili)
husustur. Allah Teâlâ aşkından kendinden geçenlerin Hakkın mertebesinden
aldıkları hazzın (ilahi aşk), hemcinslerinden (beşeri aşk) aldıkları hazdan
daha çok ve daha güçlü olduğunu görürüz. Bunun nedeni ilahi suretin insanda
hemcinsinin ona olan benzerliğinden daha yetkin bir şekilde bulunmasıdır.
Binaenaleyh hemcinsinin onun duyması ve görmesi olabilmesi mümkün değildir.
Hemcinsinin olabileceği nihai şey, insanın duyduğu ve gördüğü bir şey
olmasıdır. İnsan Hale vasıtasıyla algıladığında ise daha yetkin bir haldedir.
Öyleyse onun hazzı daha büyük, şehveti daha güçlüdür. Allah Teâlâ ehlinin
şehvetinin böyle olması gerekir!
Gençlerle -ki
sakalsızlar (emred) demektir- ve dinde Şâri’nin hakkımızda onayladığı iyi adet
çıkartan bidatçilerle arkadaşlığa gelirsek, ârif, sakalsız gençlere, -tıpkı düz
taş gibi-üzerinde hiçbir şeyin sabit olmadığı kaygan bir yer olarak bakar.
Çünkü emred, üzerinde bitki olmayan yer demektir. (Aynı kökten türetilen) Arz-ı
merda, bitkisiz yer demektir. Bu müşahede ârife tecrit (soyutlanma) makamını ve
yaşlıya göre gencin ‘Rabbiyle yeni bir ahdi’ olduğunu hatırlatır. Şâri
bu hususu yağmur hakkında dile getirmiştir (Hz. Peygamber yağmur yağarken
başını açmış ve ‘Rabbimin katından henüz geliyordur (hadis-i ahd)’
diyerek yağmurun başına temas etmesini istemiştir). Yaratmaya daha yakın olan
bir şey, ondan daha uzak yaşlıya göre rahmet vesileleri için daha bol, saygın
ve daha yakın bir kanıttır.
Ahdas
(gençler, yeniler) olmalarına gelirsek, onlar Rableriyle yeni sözleşmişlerdir.
Onlarla arkadaşlık yaparken, Allah Teâlâ’nın kadimliğinin ayrışması için bu
yenilikleri (ve sonradanlıkları) hatırlanır. Bu ise, sahih bir yorum ve
ulaştırıcı bir yöntemdir. ‘Hades’, tesnin (adet ortaya çıkartmak) ifadesinden
gelebilir. Allah Teâlâ Teâlâ’nın şu sözleri bunu destekler: ‘Onlara
Rablerinden hâdis bir söz geldiğinde”
ve ‘Rahman’dan onlara hâdis bir söz gelir.’ Ardından bu yeni gelen sözü kabulle
karşılamayanları kınamıştır. İşte âriflerin bu meseleye bakışları böyledir. Müritlere ve sûfılere gelirsek,
onların gençlerle arkadaşlık etmesi haramdır. Bunun nedeni, Allah Teâlâ’nın
aklı zıddı yaptığı hayvani şehvetin kendilerini etkisi altına almasıdır. Akıl
olmasaydı, doğal şehvet övülen bir şey olurdu.
Kadınlara gelirsek, âriflerin onlara ve onlardan dost edinmeye
bakışları, bütünün parçaya ilgi duymasına benzer. Bu durum (erkek ile kadının ilişkisi) bir evin hayatının
kendisine bağlı olduğu sakinlerinden boş kalmasına benzer. Kendisinden kadının çıkartıldığı
erkekteki boşluğu Allah Teâlâ kadına arzuyla doldurdu. Bu durumda erkeğin kadına arzusu, büyüğün küçüğe arzu ve
ilgisine benzer. Onlardan hizmetçi edinmeye gelirsek, ârif onlardan onlar adına
hizmetçi alır. Nitekim Hz. Peygamber sadaka vermelerini emrederken onlardan
böyle almıştı. Çünkü
Peygamber cehennemdekilerin çoğunluğunun kadınlar olduğunu gördüğünde, onları
kurtarmaya gayret etmiştir. Böylece, kendisinden var oldukları için, onlara
karşı daha şefkatliydi. Bu ise, gerçekte insanın kendisine şefkati demektir.
Ayrıca onlar, kemalin
ortaya çıkması için yaratma mahallidir. Bu durumda onları sevmek, Peygambere
uymak ve tabi olmak demektir. Hz. Peygamber, ‘Bana dünyanızdan
üç şey sevdirildi: kadın, güzel koku ve göz aydınlığım yapılan namaz’ demiştir. Burada kadınları da zikretti. Bakınız! Hz.
Peygamber’e kendisini Rabbinden uzaklaştıracak bir şey sevdirildi mi? Hayır,
yemin olsun ki hayır! Aksine ona kendisini Rabbine yaklaştıracak şeyler
sevdirildi.
Müminlerin
annesi Hz. Aişe, kadınların Hz. Peygamber’in kalbinde tuttuğu yeri anlamıştı.
Şöyle ki: Ayet-i kerimede Allah Teâlâ Peygamberin eşlerini serbest bırakıp
onlar da (boşanmak yerine) Hz. Peygamber ile kalmayı tercih etmişlerdi. Bunun
üzerine Allah Teâlâ onları taltif etmek, bu esnada kendilerini tercih ve
gözetmek isteyerek Peygamberin arzusuna aykırı olarak şöyle buyurmuştur: ‘Artık sana başka kadınlar helal
olmaz ve güzellikleri hoşuna gitse bile sahip olduklarından başkası sana helal
değildir., Böylece Allah
Teâlâ, kalbinde kadınların sevgisi yer tuttuğu için, ona merhamet ederek sahip
olduklarını bırakmıştır. İşte bu, Hz. Peygamber’e inen en çetin ayetlerden
biridir. Hz. Aişe şöyle der: ‘Allah Teâlâ Peygamberinin kalbine azap etmez. Yemin olsun
ki, kadınlar kendisine helal oluncaya kadar Peygamber vefat etmemişti.’
Kadınların değerini ve sırrını
bilen kimse, onları sevmede zahit davranmaz (cimrilik yapmaz). Aksine onları sevmek, arifin
kemâlinin bir parçasıdır. Kadın sevgisi, nebevi bir miras ve ilahi bir
sevgidir. Çünkü Peygamber ‘Bana sevdirildi’ diyerek kadınları sevmesini Allah
Teâlâ’ya nispet etmiştir. Bu bölümü iyice düşün ki, şaşılacak sırları göresin!
Şeyhlerin
gözetimi altındaki müridere gelirsek, onlar, bu konuda şeyhlerin hükmüne göre
hareket eder. Şeyhleri gerçek şeyh ve Allah Teâlâ nezdinden takdim edilmiş kimseler
ise, onlar Allah Teâlâ’nın kullarına karşı en samimi insanlardır; böyle
değillerse, onlar ve uyanları (Allah Teâlâ’ya karşı) sorumludur. Çünkü Allah
Teâlâ, kullarının fiillerinin kendisiyle ölçüleceği meşru bir ölçüyü âleme
yerleştirmiştir. Şeyhler sorumludur ve belirli fiilleri emretmelerinin dışında
davranışlarına uyulmaz. Allah Teâlâ şöyle der: ‘Zikir ehline sorunuz” Onlar, Kuran ehlidir. Allah Teâlâ ehli ise
O’nun seçkinleridir. Kuran ehli, Kuran’a göre davranan kimselerdir. Kuran ise,
söylediğimiz mizandır. Hz. Peygamber’den başka kimsenin davranışına uymak,
yakışık almaz. Çünkü insanların halleri farklı farklıdır, birisi için uygun
davranış kendisini yapan başka birinin bozulmasına yol açabilir.
Allah
Teâlâ’dan korkan bilginler ise, Allah Teâlâ’nın dininin doktorlarıdır. Onlar,
dinin hastalık ve marazlarını gideren ve tedavileri bilenlerdir.
Söz konusu
olan Allah Teâlâ’nın Peygamberinin fiilleri olduğunda ise, insanlar onlar
hakkında görüş ayrılığına düşmüştür: Bu fiiller zorunlu mudur, değil midir?
Peygamberin fiilleri hakkında hal böyle iken, başkasının fiilleri hakkında
nasıl olabilir ki? Halbuki Allah Teâlâ ‘Sizin için Allah Teâlâ'nın
peygamberinde güzel örnek vardır’, ‘Bana uyun ki, Allah Teâlâ sizi sevsin’
buyurdu. Bütün bunlar, peygamberin fiillerine uymanın vacip olduğunu
göstermeyen naslardır. Çünkü Peygamber, kendisine uymamız caiz olmayan bir
takım şeylere de tahsis edilmiştir. Bu konularda kendisine uysaydık, günahkâr
ve hatalı olurduk.
Keşf, vecd ve
ilahi hitap ehli olmayan ve ‘verasının nuru mârifetinin nurunu söndürmemiş’ Allah
Teâlâ yolunda (olduğuyla ilgili bir) iddia sahibi her mümin, kalbini Allah
Teâlâ’dan başkasıyla ilgilenmeye yol açan her davranıştan uzak durmalıdır.
Böyle bir şey, onun hakkında bir fitnedir. Ayrıca aklını şehvetine baskın
kılmalıdır, hatta alışkanlıklarını ve doğasının beğendiği işlerini
bırakmalıdır. Kuşkulu yerlerden ve -Allah Teâlâ izin vermedikçe-dinde bidat
çıkartanlarla arkadaşlık yapmaktan sakınmalıdır ki kastedilenler gençlerdir.
Aynı şekilde, aydınlık yüzleri olan sakalsızlarla ve kadınlarla oturup
kalkmaktan ve onlardan yardımcı edinmekten uzak durmalıdır. Çünkü kalpler,
kendisine güzel görünenlere akar ve doğa onları arzular. Nefsanî arzuları
uzaklaştırmada ilahi güç ise, burada yoktur ve mârifet bu sınıftaki insanlarda
yoksundur.
Hakkın
sınamasına ancak saf altın madeni dayanabilir. O, kemal derecesine ulaşmış ve
kendisinde maden toprağından hiçbir şeyin kalmadığı kişidir. Her teklif bir
fitnedir (sınama). Bütün yaratıklar fitnedir. Amellerin sonuçlarını öğrenmek
bir fitnedir. Bu, cennete kadar insana eşlik edecek bir makamdır. Hz. Peygamber
-ki tam bir keşf sahibi ve ötede ne olduğunu bilen biriydi-kabir fitnesinden,
ateş azabından, ölü ve dirilerin fitnesinden Allah Teâlâ’ya sığınırdı.
Şehvete gelirsek,
şehvet, haz veren şeyleri istemektir. Öyleyse şehvet, bir hazdır ve şehvet
duyulan vesilesiyle haz alınan şeyle haz almaktır. Söz konusu şeyin başka birisine
göre haz vermesi veya onun mizacına uygun ya da doğasına yatkın olması zorunlu
değildir. Şehvet iki
türlüdür. Birincisi, dolaylı şehvettir. Bu, uyulması yasaklanan şehvettir ki, yalancıdır. Belirli
bir gün yarar sağlasa bile, akıllı insanın adet haline gelmemesi için ona
uymaması gerekir. Yoksa geçici şeyler, onu etkilemeye başlar. İkincisi ise,
zâtî şehvettir. İnsanın bu şehvete uyması gerekir, çünkü -doğasına yatkın
olduğu için- mizacın sağlığı onda bulunur. Mizacın sağlıklı olması dinin
yaşamasını sağlar, dinin yaşaması ise insanın mutluluğunu sağlar. Fakat insan
bu şehveti, Şâri’nin koymuş olduğu ilahi teraziye göre takip etmelidir. Terazi,
o şehvet hakkında ortaya konulan şeriat hükmüdür. Şeriata uyulduğu sürece, söz
konusu hükmün ruhsat ya da azimet olması durumu değiştirmez. Çünkü şeriat,
Allah Teâlâ’ya götüren meşru yol demektir. Binaenaleyh Allah Teâlâ, mutluluk
sağlayacak şekilde, kendisine ulaştıran şeyi şeriat yapmıştır. Bu esnada şehvet
duyulan şeye her hal ve vakitte şehvet duyulması da zorunlu değildir. Bu
nedenle bu şehveti insanda meydana getiren halin ve onu gerektiren vaktin öğrenilmesi
gerekir.
Dolaylı ve
geçici şehvetler, bazen itaat amelleriyle ilgili olup Allah Teâlâ’dan uzaklığa
yol açabilir. Örnek olarak doğasının beğendiği bir yer görüp orada namaz kılmak
isteyen ya da içinde bulunduğu anda daha üstün olduğunu bildiği bir fazileti
yapmak isteyenin durumunu verebiliriz. Böyle bir davranış, onun Allah Teâlâ
karşısındaki halinde kötü bir sonuç meydana getirir. Bunun ölçüsü, Hakkı
müşahedeyle değil, amelden haz almaktır. Bu ise, gizli aldatmanın bir yönüdür.
Ebu Yezid el Bestami’nin bu hususta derin bir tecrübesi vardı. Bir vesileyle
buna dikkat çekmiştir: Annesi soğuk bir gece kendisinden su getirmesini
istemiş. Ebu Yezid annesine iyi davranan birisi iken kalkmak ona ağır gelmiş.
O, her durumda annesine hizmet etmekten haz alan biriydi. Bunun üzerine, bu
hazda nefsini suçlamıştı. Çünkü annesine hizmet etmekle Allah Teâlâ’m bu
konudaki hakkını yerine getirmenin hazzını aldığını zannediyordu. Bunun
üzerine, daha önceden haz alarak işlediği bütün ibadetleri terk ederek yeniden tövbe
etmiştir. '
Binaenaleyh
nefsin dehlizlerini sadece Allah Teâlâ ehlinin büyükleri bilebilir. Öyleyse
sûfilerin bu konudaki ölçüleri olmaksızın, itaatlerden haz almakla ve
meşakkatin senden kalkmasıyla sevinme ve haz alma! Bu şehvet Allah Teâlâ
yolunda olduğu zannedilen hususlarda bidat ehliyle -ki onlar gençlerdir-taze
parlak delikanlılarla ve kadınlarla arkadaşlığa bitiştiğinde, bu ilginin
ortadan kaldırılışında gizli bir ilahi tuzak vardır. İnsanın hazzı bu sınıfın
dışındakilere iliştiğinde, Allah Teâlâ’nın tuzağı (müridin kendi başına
değerlendireceği) bir teraziyle öğrenilemez. Başka bir ifadeyle sâlik, Allah
Teâlâ için arkadaşlık yapmak ile doğanın şehveti nedeniyle arkadaşlığı ayırt
edemez. Şu var ki sâlik Allah Teâlâ’ı bilenler ile -ki onlar vera sahipleridir-
ya da -zevk sahibi ise-şeyhiyle arkadaşlık yaparsa, (bu tuzağı) öğrenebilir.
Sâlikin genç
ve kadınlarla Allah Teâlâ yolunda arkadaşlık yaptığı iddiasında halini
değerlendirebileceği bir ölçütü olmalıdır: Onları kaybettiğinde bir üzüntü ve
yalnızlık hissi buluyorsa ya da onlarla bir araya geldiğinde heyecan ve
kendilerine yöneldiğinde bir sevinç buluyorsa, bu ölçütü kullanır ve o sınıfla
arkadaşlığının malul olduğunu ve Allah Teâlâ için olmadığını öğrenir. Bununla
beraber, arkadaşlık edilen için bundan bir yarar meydana gelebilir. Bu durumda
arkadaşlık yapılan kişi mutlu olurken seven kişi iki şekilde bedbaht olur:
Birincisi sevilenin kaybolması, İkincisi ise bildiğini zannettiği konuda
bilgisizlik ve cehaletidir. Bu cehalet, Allah Teâlâ için ve Allah Teâlâ yolunda
arkadaşlık yaptığını zannetmesidir.
İnsan
sevgisinin bütün yaratıklara -ki bütün yaratıklar içinde bu sınıflar da
vardır-iliştiği kimselerden olduğunda ise, bu durum, nefs kaynaklı bir aldanış
olabilir. Bunun ölçütü ise, onlardan tek tek ayrılırken yalnızlık çekmeyişidir.
Çünkü insan herhangi bir yaratılmışı görmekten uzak kalamaz. Öyleyse sevdiği
kişi onunla beraberdir ve ondan ayrılmamıştır. Çünkü hepsi birdir. Sevilenin
organlarından biri kaybolduğunda, kendisi seninle kalmayı sürdürür ve bundan
dolayı üzülmezsin. Bütün yaratıklar, birbirleri için organlar gibidir.
İnsan, bu
sınıfların dışında bütün yaratılmışları sevdiğiyle ilgili bir bilgiye sahip
ilçen, her şeyi sevebilir. Sonra bu sınıflar ortaya çıkar ve terazisinde bir
artış bulmadan -ki bunun dayanağı geçerli bir ilkedir-o ilginin bütününe onları
katar. Bu sınıfa karşı davranışında doğa da kendisine eşlik ederse, -söz
gelişi-onlardan birini yitirdiğinde bir acı duysa bile, bu, (onları) davet ve
nasihat ederken Allah Teâlâ yolunda kendilerini sevmesinin duruluğuna etki
etmez, çünkü ilke doğrudur. (Daha önce doğal bir sevgiyle severken) İkinci bir
halde sevgisi genelleştiğinde ise, bu sevgiye güvenilmez. Bu, nefsin bir
şaşırtmasıdır. Ondan uzak durmak ve genel olarak onlarla arkadaşlığı bırakmak
gerekir.
Sözümüz yol
ehlinedir. Sâlikin onlarla arkadaşlık yaparken ikinci halde bulduğu bu
genelleştirmeyi sınamadan geçirmesi zorunludur. Aynı şekilde, nağmelerle
sınırlı sema’ yapan insan, nağmelerle sınırlı semadan kendisini öğrendikten sonra
nağmesiz sema’ yapmaya başladığında, kendini kontrol etmelidir. Öyleyse sınırlı
sema, malul bir ilkedir. Böyle biri, ikinci halde kazanılan mutlak sema’a
itimat etmemelidir, çünkü bu, sınırlı semai bırakmasın diye nefsin bir
kandırmasıdır.
İnsan kendisi
hakkında Rabbine insaf gösterdiğinde ya da kendine kendisi nedeniyle insaf
gösterdiğinde, halini bilir. Hatta halini başkalarından çok daha iyi bilir.
Bunun tek istisnası Allah Teâlâ’yı bilenlerdir. Onlar, onu kendinden daha iyi
tanırlar. Çünkü ariflerin kalplerinde bir takım gözleri vardır ki mârifet onlar
adına bu gözleri açmıştır. Bu gözler vasıtasıyla senin kendinden bildiğin
hususları senden öğrenirler. Çünkü sen bu göze sahip değilsin. Bu nedenle
Cüneyd-i Bağdadi, ‘Ârif, sen susarken senin sırrını söyleyendir’ der.
Susmak sözün olmayışıdır. Bunun anlamı şudur: Ârif senin
kendinden bilmediğini senden bilen kişidir. Örnek olarak, mizacın bozukluğu
hakkında sana gizli kalan şeyi sana baktığında doktorun bilmesini yerebiliriz.
Sen ise onu bilmezsin. Ârifler, nefslerin
doktorlarıdır.
Bilmelisiniz ki, şeyhler kadınlardan hizmetçi edinmekten ve
gençlerle arkadaşlıktan sakındırmışlardır. Bunun nedeni
(insanda bulunan) belirttiğimiz doğal meyildir. Öyleyse mürit, kendiliğinde bir
kadına dönünceye kadar, kadınlardan hizmetçi edinmemelidir. Mürit dişileşir,
(edilgin anlamında) siiflî âleme katılarak yüce âlemin (süflî âleme) aşkını
görür, her hal, vakit ve vâridde nefsini sürekli nikâhlanmış kabul eder. Sûri keşfinde nefsini ve halini
-erkek ya da herhangi bir zamanda adam olarak görmeksizin-sırf dişi görür ve
söz konusu nikâhtan hamile kalıp doğurduğunda, artık kadınlardan hizmetçi
edinebilir ve onları sevebilir. Ariflerin dost edinmesi ise kayıtsızdır. Onlar, sadece alış
ve verişte kayıtsız olan Allah Teâlâ’nın mukaddes elini müşahede eder. Her
şahıs kendi halini bilir; Hak müsamaha gösterse bile, yol tamamen doğrudur ve
şaka, alay ve çocuksuluğu kabul etmez!
İradenin rabbi, hüküm sahibi
efendidir
Varlıkların işleri onun
iradesine göre yürür
Şehvetin kaynağı doğadır
Şehvet duyanın boynunu doğa ele
geçirdi
Doğanın kulcağızı hiçbir zaman
sevinemez
İki menzilde de kölelikten azat
olmayla
Haz almanın hükümleri
bölümlenir
Ufkunun çevresiyle her varlıkta
Onu görürsün, varlıklar ise
haklarını talep eder
Her birine zorunlu hakkını
verir
Bolca verir, başka mülk yok
el-Melik ve el-Cevad’ııı
verdiğinden başka
İhsan her faziletle ona gelir
Halkıyla ve ahlâkıyla ona
görünür
Karışık ihsanı ise görür ki
İhsanın cömertçe verildiği
yerde doğruluğundan
Kulların rızıkları ise
mabudlarıdır
Hepsi, eğer incelersen,
rızkının kuludur
Allah Teâlâ
sana yardım etsin, bilmelisin ki: Tam temkin sahibi kul, Allah Teâlâ ehli olan
kul ve makam sahibi, şehvet duyar ve kemali nedeniyle kendisine şehvet duyulur.
Böylece o, her hak sahibine hakkını verir, çünkü o kendi toplayıcılığını
müşahede etmiştir. Binaenaleyh böyle birinde her şeyden bir hakikat bulunur.
Hal sahibi
-ki fena sahibidir-(herhangi bir şeye) şehvet duymadığı gibi kendisine de
şehvet duyulmaz. Çünkü o, Hakkın gözüyle kendisini görmekten ‘fâni’ iken,
Haktan başkasını göremez ve bu nedenle (herhangi bir şeye) şehvet duymaz, çünkü
Hakk şehvet duyma’ (özelliğiyle) nitelenmez. Ona şehvet de duyulmaz, çünkü o,
Rabbinden başkasının bilmediği meçhuldür. Varlıklar onu tanımadığı gibi
kendisi de kendini tanımaz. Çünkü o, Rabbiyle (ilgilenerek) her şeyden ‘fâni’
olmuştur. Binaenaleyh o, gayb (halindedir). Çünkü şehvet duyulan şeyi bilmek,
bu hükmün gereklerindendir.
Zahit ise, şehvet duymazken kendisine şehvet duyulur. Çünkü nimetler onun adına yaratılmıştır, o ise, nimetleri
‘konulmuş perdeler’ sayarak onlardan kaçar ve onlara şehvet duymaz. Buna karşın
nimetler onun adına yaratılmış olduklarını bildikleri için, zahide şehvet
duyarlar. Zahit makam sahibi olduğunda ise, kendilerine dönük bir ‘cömerdlik’
ve tercih ile onları kullanır. Nimetleriyle Allah Teâlâ’ya karşı asi olan
yalancı karıştıran kimse ise, şehvet duyar, fakat kendisine şehvet duyulmaz! Böylelikle
doğa kendisine baskın geldiği için şehvet duyar, fakat ona şehvet duyulmaz. Çünkü
nimetler, haklarını yerine getirdiğini gördükleri kimseye şehvet duyar.
Hakkı yerine getirmek ise, verdiği nimet karşılığında nimet verene
şükretmektir.
Bilmelisin
ki, şehvet sınırlı-doğal bir irade iken irade ilahi-ruhanî ve doğal bir
niteliktir. Bu nitelik, her zaman madum (var olmayan) ile ilgilidir. Öyleyse o,
şehvetten daha kapsamlıdır, çünkü ondan olan her bir hakikat, kendine uygun
şeye ilişir. Uygun olan, esasta kendisine ortak olandır. Dolayısıyla şehvet,
doğal bir şeye ulaşmayla ilgilidir. İnsan doğal olmayan bir duruma karşı
kendinde bir meyil bulabilir. Örnek olarak manaları, yüce ruhları, kemali
idrake ve Hakkı görmeyi ve O’nu bilmeye meyli verebiliriz. Bu meyil esnasında
insan, ya sûri bir tahayyülden haz alarak bütünüyle ona yönelebilir. Bu ise
şehvetin suret nedeniyle ilişme ve meylidir. Çünkü hayalin cesedi olmayan bir
şeyi cesetlendirmesi, doğanın bir eylemidir. Meyil, gerçekleşen tahayyülden
başka bir şeye ilişebilir, hatta manaları, ruhları ve kemali, sınırlılıktan ve
hayalin kendilerini zabt etmesinden soyut hallerinde bırakabilir. Böyle bir
meyil ise şehvet meyli değil, irade meylidir, çünkü şehvet soyut anlamlara
giremez.
Öyleyse
irade, nefsin ve aklın irade ettiği her şeyle ilgilidir; irade edilen şey,
sevilen veya sevilmeyen bir şey olabilir. Şehvet ise onu elde etmede nefsin
özel hazzının bulunduğu şeye ilişebilir. Şehvetin yeri, hayvani nefs iken
iradenin yeri nefs-i natıkadır (düşünen nefs). Şehvet, şehvet duyulan şeyle haz
almayı varlık bakımından önceler ve tahayyül edilen bir hazzı vardır. Bu
tahayyül, şehvet duyulan şeyin varlığını tasavvura ilişir. Söz konusu haz ise,
varlıkta kendisine bitişiktir. Bu durumda, şehvet duyulan şey gerçekleşmezden
önce nefste gerçekleşir. Haz ise, şehvet duyulan şeyin insanın elinde
gerçekleşmesine bitişiktir. Böylelikle gerçekleşme (için duyulan) şehvet
kalkar, geride haz kalır. Öyleyse şehvet, hazzın kendisi değildir, çünkü
şehvet, şehvet duyulanın gerçekleşmesiyle yok olurken haz geride kalır.
Şu var ki
ilahi gaybın gizliliğinden başka bir şehvet doğa adına gerçekleşebilir ve
ortaya çıkabilir. Söz konusu şehvet, kesilmeksizin, sürekli olarak şehvet
duyulanın bekasına ilişir. İşte bu, hazzı olmayan şehvettir. Çünkü beka, her
zaman, mutlak anlamda gerçekleşmez. Dolayısıyla iş, bir noktada sona ermez ve
bu nedenle beka mevcut olmaz. Özel bir zaman ve belirli bir miktarla
sınırlarsa, arzulanan bu beka, varlığıyla şehvet için bir haz meydana getirir.
Öyleyse haz, özel anlamda şehvet duyulan şeyin gerçekleşmesine bitişiktir.
Ondan geri kalmadığı gibi ne dışta ne de hayalde onu önceler.
Dünyadaki
şehvete gelirsek, onun hazzı, var olan duyulurla gerçekleşir. Cennetteki
şehvetin hazzı ise, hem duyulur hem akledilirin varlığıyla gerçekleşir.
Akledilir olan şeyle gerçekleşen haz, duyulur şeyle gerçekleştiği şekilde
şehvet duyulan şeye ulaşma esnasında mizacın eserin-den ortaya çıkar. ‘Cennet’
derken, bu hükme sahip şehvetin sıradan insanların bildiği cennetten başka bir
yerde olamayacağını kastetmiyorum. ‘Cennet’ derken bu şehvet adına bu hükmün
bulunduğu her yeri kastediyorum. İşte bu, cennet şehvetidir ve onun dünya veya
ahirette gerçekleşmesi durumu değiştirmez. Şehveti cennete izafe ettik, çünkü
orada bu şehvet, cennetliklerden her biri adına gerçekleşir. Dünyada ise,
ariflerden her biri adına gerçekleşir.
Şehvetin mülk
âlemine dönük bir bağı var iken melekût âlemine dönük iki bağı ve nispeti
vardır. Onun bir takım makam ve sırları vardır ki, bunlar derecelerdir. Bu
dereceler, marife veya nekre (belirsiz) gelmesine göre ve bir söze bitişmesine
göre, büyük cümleyle şehvet isminin harflerinin sayısı kadardır. Bu ise
‘eş-Şehvet (marife)’ veya ‘şehvet’ şeklindeki yazımdır. Bir söze bitiştiğinde
ise, sekte (duraklama) he’si te’ye dönüşür. Bu harf, belirlilik ve belirsizlik
halinde, te ve he’nin sayısal değerine sahiptir. Artık sayıları birbiriyle
topla! Ortaya çıkan sayı, bu makam sahibinin elde ettiği şeyin derecelerinin
miktarıdır. Burada Kureyş kabilesinin Arapça şivesi dikkate alınır, çünkü o
cennetliklerin dilidir. İster asıl -ki mebniliktir-ister fer –irabtır-olsun
durum aynıdır.
Burada Arapça
olmayan veya Arapçalaşmış kelime dikkate alınmaz. Her makamın hükmünde de böyle
hareket edilir. Burada, ‘Her insanın isminden bir nasibi vardır’ sözü
yorumlanır. Bunun anlamı, her varlığın kendi isminden bir nasibi olduğudur. Bu
nedenle niteliklerin isimleri gelmiştir ve onlar ise ancak sahiplerini talep
eder. Kendisine ait olmadığı halde bir insana isim vermek bir yalandır. İsim
konusu, en güç meselelerden biridir, çünkü ad koymak ilahi bir iştir. Dolayısıyla
isimlendirilenin bu isimden bir payının olması gerekir. Belirli bir
isimlendirilenin halinde bu pay gizlenirken başkasında gözükür. Bunu algılamak
güçtür ve iradenin tanımı da buna göre yapılır.
Öyleyse
irade sahibi, ilahi, rabbani ve rahmanidir. Şehvet duyan ise özel olarak
rabbani ve rahmanidir. Müslüman (el-müslim), ihsan ve iman sahibi ise irade
edendir. Şehvet sahibi ise müslümandır (müslim). Bu ise, mümin ve ihsan
sahibinin yarısıdır, çünkü o, maddeyle karışık iman ile beraber olduğu gibi teşbih
ile sınırlı ihsan ile de beraberdir.
Doksansekinci kısım, c. VII, sh. 233-245
Kaynaklar:
Muhyiddin İbnü’l Arabî, Futuhât-ı Mekkiyye
Futuhât-ı Mekkiyye Tercümesi, hzl: Ekrem
Demirli, 2011,İstanbul
Önceki Yazı
« Prev Post
« Prev Post
Sonraki Yazı
Next Post »
Next Post »
Yorumlar
Yorum Gönder