Print Friendly and PDF

Bugünün Diliyle MEVLÂNÂ II

|


Negoftemet    merov    ancâ    ki    âşnât    menem
Derin serâb-ı fenâ çeşme-î hayât menem

Oraya gitme demedim mi sana,
seni yalnız ben tanırım demedim mi?
Demedim mi bu yokluk yurdunda hayat çeşmesi
ben’im?

Bir gün kızsan bana, alsan başını,
yüz bin yıllık yere gitsen,
dönüp kavuşacağın yer ben’im demedim mi?
Demedim mi şu görünene razı olma,
demedim mi sana yaraşır otağı kuran ben’im asıl,
onu süsleyen, bezeyen
 ben’im demedim mi?
Ben bir denizim demedim mi sana?
Sen bir balıksın demedim mi?
Demedim mi o kuru yerlere gitme sakın,
senin duru denizin
ben’im demedim mi?

Kuşlar gibi tuzağa gitme demedim mi?
Demedim mi senin uçmanı sağlayan ben’im,
senin kolun kanadın
 ben’im demedim mi?
Demedim mi yolunu vururlar senin,
demedim mi soğuturlar seni.
Oysa senin ateşin ben’im, sıcaklığın
ben’im demedim mi?
Türlü şeyler derler sana demedim mi?
Kötü huylar edinirsin demedim mi?
Ölmezlik kaynağını kaybedersin demedim mi?
Yani beni kaybedersin demedim mi?
Söyle, bunları sana
hep demedim mi?

Dil   çu   dâne      misâl-i   âsyâ
 Âsyâ key dâned in gerdiş çirâ
Gönül buğday tanesine benziyor, bizse değirmene.
Değirmen nereden bilecek bu dönüşün sebebi ne?
Değirmen taşına benziyor beden, düşünce ve kaygı, suyu.
Su kulak kabarttı, dinledi,
taş başından geçeni söyledi durdu.
Su der ki:
Değirmencidir suyu ark’a döken, ona sor sen bu işi.
Ey ekmek yiyen, der sana değirmenci,
ekmekçi dediğin de kim oluyor bu değirmen bir dönmedi mi?

Başından geçenler uzar gider, gelmez sonu bir türlü.
Yücelik sayesinde bilgi değirmeni bir hayli tane övüttü.
Söylesin sana, ona sor.
Tebrizli Şems, devlet kuşu,
padişahın kutluluk göğünde yücelere doğru
uçuyor da uçuyor.

Ger   nehusbî   şebekî   can   çi   şeved
Ver nekûbî der-i hicran çi şeved
Bir gececik uyuma, ne olur.
Ayrılık kapısını çalma bir gececik.
Bir gececik dostların gönlü olsun,
ne olur sabahı et bir gececik.
Bir gececik gözlerimiz seninle aydın olsun,
kör olsun şeytan bir gececik.
Dünyayı güzel kokular sarsın bütün.
Karanlıklardan ışıklar aksın ovalara.
Sofrandakiler dirilsin bir gececik.
Bir gececik uyuma, ne olur.
Ayrılık kapısını çalma bir gececik.
Bir gececik ata bin, meydana gel.
Gönüller bir gececik rahat olsun,
göğüsler meydana dönsün bir gececik.
Yeniler giyinelim biz kulların.
Musa gibi sen bir sopa al eline.
Sopa bir anda elinde yılan olsun.
Süleyman gibi sen karıncaların yanına var.
Karıncalar bir anda birer Süleyman olsun.
Ne olur, bir gececik kapısını çalma ayrılığın.

Hezeyan    ki    goft    duşmen    be    derûn-ı    dil    şinîdem
Pey-i men tasavvurîrâ ki bikerd hem bidîdem
Düşman saçmasapan lâflar eder,
duyar can kulağım.
Benim için kötü şeyler düşünür, görür can gözüm.
Üzerime köpeğini salar, ısırır köpek ayağımı,
çok acılar çekerim, çok acılar.
Köpek değilim, onu ısıramam, ısırırım dudağımı.
Büyük kişilerin sırlarına ortağım,
gene de na şu kadar övünemem.
Bütün ayıplar bende ama,
ne yapıp yapmalı, ulaşmalı dostlara,
geride kalmayı kendime yediremem.

Bâdâ    mübarek    ber    cihan    sûr-u    arûsîhâ-yı   
Sûr-u arûsîrâ Hudâ bibrîd ber bâlâ-yı mâ
Toy, düğün kumaş oldu, ölçüldü biçildi.
Toy, düğün elbise oldu uzun boya.
Toylar, düğünler tam bizim için,
toyumuz, düğünümüz kutlu olsun dünyaya.
Şekere eş oldu dudu kuşu, zühre eş oldu aya.
Toylar, düğünler tam bizim için,
toyumuz, düğünümüz kutlu olsun dünyaya.
Bugün hayat öylesine rahat.
Bugün yürekler öylesine ferah.
Bugün insanlar öylesine kardeş.
Toylar, düğünler tam bizim için,
toyumuz, düğünümüz kutlu olsun dünyaya.
Ey şehrimizi aydınlatan sultan,
güvey oluyorsun bir güzele bu gece.
Ne de güzel yürüyorsun mahallemizde salına salına,
ne de güzel akıyorsun deremizde çağlaya çağlaya,
ey bizi unutmayan, bizi arayan dost,
ey bizim suyumuz, ırmağımız.
Toylar, düğünler tam bizim için,
toyumuz, düğünümüz kutlu olsun dünyaya.

Dostlarım, gün bugün,
oynayın, raksedin, dönün.
Bir bölük halk deniz gibi köpürüyor,
bir bölük halk dalga dalga secdede.
Bir bölük halk kılıç gibi savaşıyor,
bir bölük halk kanımızı içmede.
İşte girdi gerdeğe nesrinle gül,
işte astım davulumu boynuma.
Toylar, düğünler tam bizim için,
toyumuz, düğünümüz kutlu olsun dünyaya.

Mâ der cihan muvâfakat-i kes nemîkûnîm
Mâ hâne zîr-i künbed-i atlas nemîkûnîm
Bu dünyada ne kimseye uymuşluğumuz var,
ne şu atlas kubbe altında ev kurmuşluğumuz.
 Biz susuz kalmışız,
içtikçe içiyoruz.
Güzel bir sarhoşluğumuz var,
güzel, hiç doymayan.
Rahmet denizinin dalgasıdır bu,
bir saman çöpünden başka bir şey değildir bu
dalganın üstünde düşman.
Aşağılık kişinin peşine düşmemeyi şiar edindik biz.
Gönül dalgasını bırakmamayı şiar edindik.
Şu yokluk yurdunda Nuh ve Halil gibi,
ölmezlik denen yerde aşk çardağı kurmak varken,
burnu büyük Âd ve Samud gibi köşkler kurmamayı,
 Kafdağı’nda avlanmak dururken
Gerkes gibi leş avlamamayı,
iyi yürekli,
tertemiz dostları bırakıp kahpeleri aldatan dev’e yönelmemeyi,
şu kapkara toprağa
meyvası cefa olan fidanı dikmemeyi,
 kafiyeye de, şiire de önem vermemeyi,
bizden olmayan şeylere pek aldırış etmemeyi şiar edindik.

Renc-i   ter   dür   ez      ey      râhat-ı   canhâ-yı  
Çeşm-i bed dûr ez tü ey tü dîde-î bînâ-yı mâ
Hastalıklar senden uzak olsun,
ey canlarımızın rahatı, ey gören gözümüz,
kem gözler senden uzak olsun!
Bedenin sağlam olsun, ay yüzlü güzel,
 gölgen başımızdan eksik olmasın!
Gül bahçesine benzeyen yüzün,
 o gönül otlağımız,
ovamızın yeşilliği, nasılsa hep öyle kalsın,
hep öyle taze, yeşil.
Bizim canımıza gelsin senin bedenine gelen ağrı.




Yâr   merâ   çu   uşturan   bâz   mehâr   mîkeşed
Uştur-i mest-i hîşrâ der çi katâr mîkeşed
Sevgili tutmuş yularımdan beni,
develer gibi habire çeker.
Esrik devesini böyle nereye götürür,
böyle hangi katara?
Hem canımı çiğnedi benim o,
 hem bedenimi çiğnedi.
Gönlümü bağladı benim o,
kırdı şişemi.
Ne iş yaptırmaya götürür, bilmem,
 nereye götürür beni.
Sevgili takar beni oltasına,
atar karaya balık gibi.
Sevgili kurar gönlüme bir tuzak,
avcıdan yana çeker sürür beni.

Bakarım tabiat başlar büyük işine:
Bulutlar gelir uzaktan katar katar,
 küme küme. Bulutlar sular ovaları.
Bulutlar yürür dağlara doğru.
Uyanır açar gözlerini yeryüzü.
Gökler çalar davulunu.
Dalların gönlüne çeker gülün özü
en güzel kokusunu baharın.
Tohumun gönlü başlar vermeye tohum.
Ağaç durmadan söyler, döker içini.

İy    cihân-ı    âb    u    gil       men   turâ    bişnâhtem
Sad hezârân mihnet u renc u belâ bişnâhtem
Seni bildim bileli, ey balçık dünya,
başıma nice belâlar geldi,
nice mihnet, nice dert.
Seni sırf belâdan ibaret gördüm,
seni sırf mihnetten, dertten ibaret.
Isa’nın yurdu değilsin sen,
yayıldığı yersin eşeklerin.
Nerden tanıdım seni bilmem ki,
nerden parçası oldum bu yerin?
Bana vermedin bir yudum tatlı su,
sofranı yaydın yayalı.
Elimi ayağımı bağladın gitti,
elimin ayağımın farkına varalı.

Bırak da bir ağaç gibi
yerin altından çıkarıp ellerimi
sevgilinin havasıyle sarmaşdolaş olayım,
uzayıp gideyim bâri.
Ey çiçek,
dedim çiçeğe,
dedim, bu küçük yaşta sen, neden ihtiyar oldun bu kadar,
dedim, nasıl oldu bu böyle?
Çocukluktan kurtuldum,
dedi çiçek, sabah rüzgârını tanıyalı,
hep yukarlara doğru çıkar yukarlardan gelmiş bir ağaç dalı.
Şunu da söyledi çiçek:
Madem aslımı tanıdım, madem yersizlik âlemi aslım,
artık bana tek bir şey düşecek:
Yücelip aslıma gitmek.
Sus yeter artık,
var git yokluğa haydi, yoklukta yok ol.
Git, yokluklardan tanı yokluktan var olanı.

İy   mutrıb   in   gazel      kez   yâr   tevbe   kerdem
Ez her gulî borîdem vez hâr tevbe kerdem
Ey çalgıcı,
şu gazeli oku:
Ben sevgiliden geçtim, de.
Gülden, dikenden geçtim,
 tövbe ettim, de.
Bir gün sarhoştum, bir gün şöyle böyle.
İkisinden de yudum elimi.
Baktım na buraya kadar tövbenin içindeyim,
 dedim tövbelerime tövbe.
Bu köyün şarapçısı hani nerde?
Çabuk şu sağrağı doldursun.
Ar da neymiş, namus da ne?
Körkütük olmuşum, körkütük işte,
sıcağa, soğuğa tövbe etmişim,
yaşa, kuruya tövbe.

Gel çalgıcı, gel,
ben yolumdan çıkmışım bikere.
Sen bilirsin yolunu,
al çalgıyı, vur tele.
Gönlüm benim paramparça.
Bir  çare  derdime,  bir  çare.
Göster  kendini,  çık  ortaya,
gecemizi aydınlat.
Çok karanlık, çok.

Men    on    şeb-i    siyâhem   kez   mâh   hışm   kerdem
Men on gedâ-yı ürem kez şâh hışm kerdem
Aya öfkelenmişim ben,
işte böyle kapkaranlık bir gece olmuşum.
 Padişaha kızmışım,
çırılçıplak bir yoksul olmuşum.
Güzeller sultanı gel demiş, evine çağırmış beni.
Ben bir yolunu bulmuşum, yola baş kaldırmışım.
Sevgilim baş çeker, naz ederse, gamlara atar,
kararsız korsa beni, bir kez olsun ah demem, inad için.
Ah'a da kızmışım ben.
Bir bakarsın altınla aldatır beni o.
Bir bakarsın şanla şerefle aldatır beni.
Oysa altın falan istemiş değilim ondan,
 Şanla şerefe hele çoktan boş vermişim.

Ben bir demirim, mıknatıstan kaçıyorum.
 Bir saman çöpüyüm ben,
mıknatıslara yan çizmişim.
Ben öyle bir zerreyim ki,
bütün âleme isyan etmişim.
Havaya, toprağa isyan etmişim.
Ateşe, suya isyan etmişim.
Altı yöne isyan etmişim.
Beş duyuya isyan etmişim.
Hava, toprak, ateş, su da neymiş ki,
altı yön de neymiş,
beş duyu da ne.
Benim hiç bir şey umurumda değil.




Çi   rûz   bâşed-i   k'in   ism   u   resm   binverdîm
Miyân-ı meclis-i con halka halka mîgerdîm
Ne zaman bu addan sandan geçeceğiz,
ne zaman?
Can meclisinin halkasına
ne zaman hep birden
girip oturacağız?
Dudağımıza bir tek kadeh dokundurmadan
ne zaman içeceğiz büyük dostumuzun huzurunda
can şarabını,
ne zaman içeceğiz, ne zaman?
Ne zaman diyeceğiz can sâkisine,
uzat elini, biz bu yana göçtük artık,
armağanlar getirdik sana.
Ne zaman diyeceğiz can sâkisine,
ne duruyorsun, tutulduk bikere,
düştük ocağına senin,
gurbet elde üşüdük, donduk kaldık,
selâm ver, hatırımızı sor,
kucakla, ısıt bizi,
bize kırmızı şarap sun.
Ne zaman bize cevap verecek o, ne zaman?
Ne zaman diyecek, nem varsa sizin,
 buyurun, âfiyetler olsun?

İn bül - aceb kender hazan şod âftâb ender hamel
Hûnem be çûş âmed künun der hûn-ı hod raks-ül cemel
Pek acayip bir şey bu:
Güz mevsiminde olduğumuz halde birdenbire
güneş koç burcuna girdi baktım.
Baktım birdenbire ilkbahar oldu.
Birdenbire kaynadı kanım.
Nerdeyse hani bulanıp kanıma
bir deve gibi köpürecek,
bir deve gibi oynamaya başlayacağım.
Bir uzaklaşıp bir yaklaşması kan dalgalarının.
Kendinden geçmiş insanla dolu bir ova.
Ölümsüz, gözle görülmez bir içki âlemi.
Baktım birdenbire canlandı ölü. İhtiyarlar baktım genç oluverdi.
Baktım bakırlar kesildi som altın. Daha iyisi geldi yerine,
daha güzeli geldi baktım, şehrimizden ayrılanın.

İçki, eğlence, tad sarmış şehrimizi.
 Elinde bir kadeh var her sarhoşun.
Kimi doymuş, rahat, kendinde.
İçkiye doğru koşmakta kimi.
Gürül gürül süt ırmağı bir yanda,
bir yanda gürül gürül bal nehri.
Pek acayip bir şey bu:
Bir şehirde padişah bir tane olurdu,
gökyüzünde ay bir tane.
Bu şehir padişahlarla dolu,
gökyüzü aylarla, zuhallerle.
Sen haydi koş var git hekimlere,
 orda işiniz yok de sizin.
Orda ne dermansızlık, ne dert var, de.
Orda ne gam, ne kasavet var, de.
Orda ne kadı, ne vali.
Ne bey, ne beyin vergicisi.
Davalar, düşmanlıklar,
kavgalar zaten denizlerin üzerinde
hiç bir zaman yürüyemedi.

Zan   şâh   ki   ûrâ   heves-i   tabl-u   alem   nîst
Dîvâne şüdem ber ser-i divâne kalem nîst
Kusuruma bakmayın benim,
dostlar, bağışlayın beni.
Ben davullara, bayraklara aldırmayan
bir padişahın yoluna düşmüşüm,
deli divane olmuşum.
Çok uzaklardan yürüyen bir adam gibiyim ben,
 çok uzaklardan geçen bir hayal gibi.
Ama yok da sayılamam hani, var olan bir şeyim ben.
Hadi ben bensiz geleyim, sen sensiz gel.
Ne varsa şu ırmağın içinde var, soyunalım iki can,
dalalım şu ırmağa, hadi.
Bu kupkuru yerde yakınmadan gayri ne gördük,
bu kupkuru yerde ne gördük zulümden gayri.
Bu ırmakta ne ölmek var bize,
bu ırmakta ne gam var, ne keder var, ne dert.
 Bu ırmak alabildiğine yaşamaktan,
bu ırmak iyilikten, cömertlikten ibaret.
Durma, çabuk gel, gelmem deme.
Ne evet demek yaraşır sana, ne hayır.
Senin sânına sadece gelmek yaraşır,
 dostum, senin sânına sadece gelmek yaraşır.

Endek    endek    cem-i    mestan    mîresend
Endek endek mey - perestan mîresend
Sarhoşlar göründü.
Şaraba tapanlar bir bir gelmeye başladılar.
Güzeller nazlı nazlı yollara düştü.
Salına salına gül bahçesinden gül yanaklılar geliyor.
Bir  anda  hem  var  olan,  hem  yok  olan,
bir  anda  değişen,  yenilenen  şu  dünyadan yoklar bir bir çekip gittiler.
Var olanlar geliyor.
Eteklerini altınla doldurmuşlar.
Som altın kesilmişler.
Darda olanlara verecekler.
Hastalar, yorgunlar, arıklar
iyileşmişler, kanlanmışlar, canlanmışlar,
aşk yaylâsından geliyorlar.

İyi insanların şarkıları ta yukarlardan aşağılara
güneşin ışıkları gibi iniyor.
iyi insanlar yağmur demiyor,
 kar demiyor, ortalık kış kıyamet,
kolları sıvamışlar,
taze yaz meyveleri yetiştiriyorlar.
Ben sustum. Sofra kuruldu.
Onlar bir gül bahçesinden yola çıktı,
bir gül bahçesine doğru.

Rov çeşm-i canrâ berguşâ der bîdilan enderniger
 Kovmî çü dil zîr u zeber kovmî çü con bî pâ vu ser
Yürü,  can  gözünü  aç,
şu âşıklara bir bak hele:
Nasıl sarmaşdolaş,
gönül gibi bir şey olmuşlar,
nasıl gelmişler can gibi
elsiz, ayaksız hale.
Bahçeden daha güler yüzlü onlar,
gülden daha güler yüzlü.
Bilgiden daha doğru,
 akıldan daha hünerli,
serviden daha hür.
Ölmezlik suyundan daha arı, duru.
Hep zerreler gibi havadalar.
Güneş onlara kaftan.
Balçığa ayak basmışlar,
baş komuşlar gönül dizine.
Kanların üzerinden geçmişler,
kan denizlerinin dalgaları arasından.
Etekleri gene tertemiz;
bir şey bulaşmamış eteklerine.

Diken içindeler, ama gül gibiler.
 Hapisteler,ama şarap gibiler.
 Balçık içindeler, ama gönül gibiler.
 Gece içindeler, ama sabah gibiler.
Sen onların şarabını bir iç de gör:
Nasıl birdenbire ferah olur,
aydınlanır yüreğin,
birdenbire nasıl unutulur her şey,
nasıl birdenbire gözlerinin içi güler.

Bîşter â bîşter çend ezin reh-zenî
Çun tu menî men tuem çend tuyiyy u menî
Beri gel, daha beri, daha beri.
Bu yol vuruculuk nereye dek böyle?
Bu hır gür, bu savaş nereye dek?
Sen bensin işte, ben senim işte.
Ne diye bu direnme böyle, ne diye?
Ne diye aydınlıktan kaçar aydınlık, ne diye?
Topumuz bir tek olgun kişiyiz, bir tek,
ne diye böyle şaşı olmuşuz, ne diye?
Zengin yoksulu hor görür, ne diye?
Sağ soluna yan bakar, ne diye?
İkisi de senin elin, ikisi de,
peki, kutlu ne, kutsuz ne?
Topumuz bir tek inciyiz, bir tek.
Başımız da tek, aklımız da tek.
Ne diye iki görür olup kalmışız
iki büklüm gökkubbenin altında, ne diye?
Sen habire gevele dur bakalım,
habire «usul boylu birlik çam ağacı» de,
 sonu nereye varır bunun, nereye?

Şu beş duyudan,
 altı yönden varını yoğunu birliğe çek,
 birliğe.
Kendine gel, benlikten çık, uzak dur,
insanlara karıl, insanlara,
insanlarla bir ol.
İnsanlarla  bir  oldun  mu  bir  madensin, 
bir  ulu  deniz.
Kendinde kaldın mı bir damlasın, bir dane.
Erkek arslan dilediğini yapar, dilediğini.
 Köpek köpekliğini ede durur,
köpekliğini.
Tertemiz can canlığını işler, canlığını.
Beden de bedenliğini yapar,
bedenliğini.
Ama sen canı da bir bil, bedeni de,
yalnız sayıda çoktur onlar, alabildiğine,
hani şu bademler gibi, bademler gibi.
Ama hepsindeki yağ bir.
Dünyada nice diller var, nice diller,
ama hepsinde de anlam bir.
Sen kapları, testileri hele bir kır,
sular nasıl bir yol tutar, gider.
Hele birliğe ulaş, hır gürü, savaşı bırak,
can nasıl koşar,
bunu canlara iletir.

Çu gulâm-ı âftâbem heme zâftâb gûyem
Ne şebem ne şeb-perestem ki hadîs-i hâb gûyem
Mademki ben güneşe kulum,
güneşten söz açmalıyım size.
Mademki gece değilim ben,
mademki karanlıklara tapmıyorum,
 düşten dem vurmak nafile.
Mademki tıpkı güneşe benziyorum,
elimi eteğimi çekmeliyim üzerinden ferah,
mâmur olan yerin.
Mademki tıpkı güneşe benziyorum,
doğmalıyım ortasında harabelerin.
Gerçi bugün bir kuru elmayım,
ama değerim ağacımdan çok.
Gerçi sarhoşum,
yıkılmışım ama doğru lâf etmedeyim,
erkekçe konuşmadayım.

Benim gönlümün kokusu
yöresindeki topraktan gelir.
Ben o topraktan utanırım da
nedense bir tek söz söyleyemem suya dair.
Güzel yüzünden kaldır perdeni,
 böyle konuşmayı yakıştırma bana.
Taş gibi kaskatıysa senin kalbin,
bak benim kalbim yanmış, ateş haline gelmiş.
Bir iyilik eder, şişeyi alırsan eline,
bir de bakacaksın ki kadehle
şarap bende dile gelmiş.

İmrûz menem Ahmed nî Ahmed-i pârîne
 İmrûz menem anka nî murgak-î bâçîne
Bugün Ahmet benim,
 ama dünkü Ahmet değil.
Bugün anka benim,
ama yemle beslenen
 kuşçağız değil.
Enelhak kadehiyle
bir yudumcuk içen sızdı
Tanrılık şarabından.
Şişelerle, küplerle içtim ben,
sızmadım, ben,
sultanların aradığı sultan.
Ben hâcetler kıblesiyim.
Gönlün kıblesiyim ben.
Ben cuma mescidi değilim,
insanlık mescidiyim ben.
Ben saf aynayım,
sırım dökülmemiş,
paslanmamışım.
Ben kin dolu bir gönül değilim,
Sinâ dağının gönlüyüm ben.

Üzüm sarhoşluğu değil benim sarhoşluğum,
benim sarhoşluğumun sonu yok.
Tarhana çorbası içmem ben,
can yemeği yerim,
içerim can şerbeti.
İşte sararttı seni
bir gümüş bedenlinin özlemi.
Altın haline geldin artık.
Sen altına âşıksın,
altın benim rengime âşık.
Gönlü saf sûfiyim ben,
 benim tekkem âlem,
medresem dünya benim.
Değilim abalı sûfilerden.
İster yakarış eri ol sen,
meyhane eri istersen,
bundan sanki ne çıkar?
Yok cumartesiymiş,
 yok cumaymış,
 bence ne farkı var?
Gerçeğin tadını alan er ne altına aldırış eder,
ne kalender tacına bakar.
Ne tasası vardır, ne kini.
Ey Tebriz’li hak Şems’i, yüzünü göstermeseydin sen,
 yoksul, çaresiz kalırdı kulun; ne gönlü olurdu, ne dini.

Zin      hezâran   men-ü      ey   ecebâ   mençimenem
 Gûş binih arbederâ gûş menih ber dehenem
Şu insanlardan hangisi ben’im?
Hele sen şu kavgayı, gürültüyü dinle,
ağzıma, sözüme kulak asma.
Hem sen beni elden çıktı bil.
Yoluma kadeh madeh koyayım da deme.
 Önüme ne çıkarsa tuzla buz ederim.
Hem ben tıpatıp sana benzerim.
Ağlarsan ağlarım,
gülersen gülerim.
Asıl sen varsın ortada,
ben senin elinde bir ayna.
Sen yeşillikte bir ağaç, ben senin gölgen.
Ben senin gölgen olduktan sonra hemen gider
kendime bir dost ararım
kurmak için yanında çadırımı,
ararım bir taze gül fidanı.
Sonra sâkinin kapısına varır,
vurur testimi kırarım.
Sonra oturur bardak bardak içerim
 ciğerimden akan kanı.

Merâ âşık çunan bâyed ki her bârî ki berhîzed
Kıyamethâ-yı pur âteş zi her sûyî berengîzed
Benim istediğim sevgili
şöyle bir kımıldandı,
bir doğruldu,
 bir silkindi mi kıyametler koparmalı dört yanından,
ateşten kıyametleri.
Benim istediğim sevgili cehennem gibi olsun ama,
bir anda kurutup, yok edip denizleri,
gene bir anda bir dalgadan
bir deniz çıkararak meydana unutturmalı cehennemi.
Benim istediğim sevgili
elinde gökleri bir mendil gibi dürmeli,
güneşi bir kandil gibi tutup asmalıdır.
Timsah yüreği gibi bir yürekle arslanlar gibi savaşmalıdır.

Ortada kendinden başka kimse komadan girmeli cenge
kendi kendisiyle bile.
Çıkınca  yedinci  denizden,
yüztutunca  Kaf  dağına  o,
sermeli   ardından   incileri toprağın kucağına o.
Sonra gönlün yedi yüz perdesini birdenbire sıyırınca o,
gökler yerlere dek eğilmeli.
Sonra sermeli üzerimize incileri
Tebriz’li Şemseddin’im gibi
hak şarabından sarhoş olup.

Âh   çi      reng-ü      nişan   ki   menem
 Ki bibîned merâ çunan ki menem
Olduğum gibi kim görebilir beni,
ne rengim var benim, ne nişanım.
Benim de bildiğim sırlar var,
diyeceksin ama, hem o sırlarım ben,
hem o sırları saklayanım.
Bu gönül ne vakit durulacak, bilmem.
Ama şu anda hiç kımıldamadan duran da benim,
yürüyüp giden de ben.
Ben bir denizim,
kendi varlığı içinde taşan, uçsuz bucaksız,
alabildiğine geniş,
kıyısız, hür bir deniz.
İki dünya da yok oldu gitti bende.
Artık ne bu dünyadan sorsunlar beni,
ne o dünyadan.

Sen bizim tıpkımızsın, dedim, ey can!
Amma yaptın, dedi,
o da ne demek?
Şu gördüklerin hep ben’im.
Yoksa, dedim, sen o musun?
 Hey, kendine gel, sus, dedi,
benim ne olduğum, dedi, dile gelmez.
Öyleyse, dedim, işte sana dilsiz,
dudaksız konuşan biri,
yoklukta ayaksız yürümedeyim,
gökteki ay gibi,
işte sana elsiz ayaksız durmadan koşan biri.
Böyle koşup durmak, dedi bir ses,
senin nene gerek.
Bak bana, apaçık ortadayım da gene gizliyim.
Sen beni gör asıl, beni!
Eşi bulunmaz bir gizli maden olmuşum,
eşi bulunmaz bir deniz olmuşum ben,
Tebrizli Şems’i gördüm göreli.

Dey    şud-u    behmen    guzeşt    fasl-ı    beharan    resîd
Cilve-i gülşen be bâg hemçu nigâran resîd
Geçti gitti kara kış ayları.
Bahar geldi, bahar.
Gül bahçesinde cilve başladı.
Başladı gül dalında kızıl güller açma çağı.
Kış perişan etmişti bahçeyi.
Bir şeycikler kalmamıştı bahçede.
Bir şeycikler kalmamıştı ama,
güneşimiz koç burcuna girdi gene,
 gene gün doğdu sevişenlere,
geldi bol parayla bağışı bol padişah.
Çiçeklerle doldu ova.
Dağlardan tatlı tatlı yel esti.
Yüreğini rahat tut, hiç korkma,
dileğinin olacağı gün erişti.
Onu en güzel saracağın zaman, bu zaman.

Biyâyîd biyâyîd ki gülzâr demîdest
Biyâyîd biyâyîd ki dildâr resîdest
Gelin kardeşler gelin, toprak yumuşadı,
bahçeler yeşerdi, dünyamız aydınlık oldu.
Gelin kardeşler gelin, gelin görün onu.
Zincirden boşanır gibi çekti kılıcını,
tozu dumana kattı, geldi girdi şehrimize.
 Başladı bir uğultu,
bir ana baba günü.
Duyun kardeşler duyun.
Hiçbir şey bizim değil, nemiz var nemiz yok onun.
 Verin kardeşler verin.
Toprağımız yumuşadı, gelin kardeşler gelin.
Dünyamız aydınlandı, susun kardeşler susun.
Alın elinize davulu, çalın kardeşler çalın.

Reftîm bakıyyerâ bekaa bâd
Lâbud bireved her on ki û zâd
Biz gittik, kalanlar sağ olsun;
doğan, eninde sonunda ölür.
 Gökkubbede oturanlar iyi bilir,
 damdan bir taş atıldı mı, düşer.
Hırsı bırak, kendini boş yere harcama.
Şu toprak altında çırak da bir, usta da.
Hiç naz etme, a güzel,
bu mezarda ne Şirinler var, ne Şirinler,
 Ferhat gibi yok olup gittiler.
Direği yelden yapı, a güzel, dayansa dayansa,
 ne kadar dayanır.
Kötü idiysek, geçtik gittik kötülüğümüzle, iyi idiysek, hayırla anın bizi.
Zamanının tek eri olsan bile
bir gün gidersin sen de tek tek gidenler gibi.

Yok olmayı istemiyor musun,
 iyi şeylerden evlâdın olsun.
İyiliklerin bükülmüş ipliğidir kalan,
odur dünyaya direk olanların canı.
Şu akıp giden kum seline bak,
ne durması var, ne dinlenmesi,
bak birdenbire bir dünya nasıl bozulur,
 nasıl atar bir başka dünyanın temelini.
Bu kupkuru yerde ben Nuh’un gemisi.
Ömrümün sona ermesi de Tûfan.
Girdik susanlar arasına, yattık uyuduk.
Çığlığımız sınırları aştıydı nasıl olsa.


Gene gel, gene. Ne olursan ol,
ister kâfir ol, ister ateşe tap, ister puta, ister yüz kere tövbe etmiş ol,
ister yüz kere bozmuş ol tövbeni.
Umutsuzluk kapısı değil bu kapı; nasılsan öyle gel.

Tekmil medreseler, minareler bir gün yıkılmayacaksa,
iman küfür olmayacaksa bir gün,
küfür bir gün imanın yerine geçmeyecekse,
işte o zaman halimiz tamam:
Bir daha ne kalenderliğin yolu yordamı bulunur,
 ne de dünyamıza lâyık bir adam.

Müslümanlığın, kâfirliğin dışında bir ova.
Uçsuz bucaksız ovada sevdamız uzar gider.
Anlayan vardı mı usulca başını kor.
Ne Müslümanlığa yer var, ne kâfirliğe yer.

Ne vakit olacak, ne vakit olacak, ne vakit olacak, ne
vakit?
Şarab olacak, şarab olacak, şarab olacak, şarap.
Ben olacağım, ben olacağım, ben olacağım, ben.
O olacak, o olacak, o olacak, o.

Ne senden daha güzel, daha parlak bir ay gördüm,
ne senden daha erken uyanan bir sabah.
Ne senden daha tatlı bir şeker gördüm,
 ne senden daha yeşil, daha taze bir ağaç.

Her gün bir yerden göçmek ne iyi.
Her gün bir yere konmak ne güzel.
Bulanmadan, donmadan akmak ne hoş.
Dünle beraber gitti, cancağzım,
ne kadar söz varsa düne ait.
Şimdi yeni şeyler söylemek lâzım.
Aşk kâfiriyiz biz, Müslüman başka.
Ufacık karıncayız biz, Süleyman başka.
Bizden sarı bir yüz iste, ciğer parçası iste.
İpekli kumaş satan bezirgân başka.

Birini anacaksam
ne yapar yapar seni anarım.
Ağzımı açacaksam
senden bir şeyler anlatmak içindir.
Keyfim yerindeyse bil ki sebep sensin.
Bir hile yapmak istediysem
senden öğrenmişimdir, ne yapayım!

Alemin bal şerbetinden bana ne?
İşte önümde benim ayran tasım.
Ne malım mülküm var, ne azığım.
Ben gene de senin azığın olsun diye çalışırım,
senin başını sokacak bir yerin olsun diye, senin bir dikili ağacın.
Ama hürriyeti kulluğa taş çatlasa satmam!

Kaynak: A .KADİR, Bugünün Diliyle MEVLÂNÂ , DÖRDÜNCÜ BASKI, DÖRDÜNCÜ BASKI, Kasım 1966, İstanbul


Önceki Yazı
« Prev Post
Sonraki Yazı
Next Post »

Benzer Yazılar

Yorumlar