GELECEK KADIN MI? /Lynne SEGAL
| |
Bu kitabı yazmak
isteyişimin nedeni, seksenli yıllarda feminizmin kamuoyunda beliren çehresinden
duyduğum rahatsızlıktı. En kolay ele geçirilebilen günümüz feminist yazınında
kadınlara özgü ayrı ve özel bir bilgi, düşünce ve ahlak anlayışı, cinsellik ve
duygusallık sözkonusu edilmektedir.
"Erkek kültürü"ne, "erkek
otoritesi"ne, "genelgeçer düşünce çizgisi"ne, kısaca erkeklerin
dünyasına temelden karşıt bir çeşit ayrı bir "kadın dünyası"
yaratılmıştır.
Bu
kitabın ana teması ise, tam tersine, kadınlar ve erkekler konusundaki böylesi
kutuplaşmış düşüncelerin yetersizliğidir.
Yaygın feminist
düşüncede görülen, cinslerarasındaki doğal ya da ruhbilimsel ayrımın
belirtilmesi tavrına geri dönüşün nedenlerini kavrayabilmek için son on yılda
feministleri en çok uğraştıran konuları gözden geçirip bununla ilgili kitaplar
okudum (İngiltere’de en kolay bulunan ve en etkili olan İngiliz ve Kuzey
Amerikan yazını üzerinde durdum). Son on yıl, kadın hareketinin en çok
parçalandığı dönem olmuştur; çeşitli gruplar arasında bölünmeler olmuş, Siyah
feminist hedefler önem kazanmıştır. Ama cinsellik, annelik, erkeklerin
kullandığı şiddet ve nükleer savaş tehdidi gibi konular da en azından Beyaz
feminist yazında daha çok ön plana çıkmıştır. Feminist çözümlemenin bu
alanların her birindeki yeni eğilimi, erkeklerin kullandığı şiddet ile rekabete
dayalı güç sahibi olma etkinliğinin kaçınılmazlığını vurgulamaktır.
"Eril" cinsin psikolojisi ve davranışları sorunu, daha can verici,
anaç, işbirliğine yatkın ve barışçı "dişil” cinsin piskolojisi ve
davranışlarıyla karşılaştırılır. Gerçekten de dişil erdemlerle eril
kötülüklerin çatışacağını ve "dişil" ahlak anlayışına özgü değerler
kendilerini kabul ettiremeyeceklerinden bu çatışmanın felaket ve lanetle son
bulacağını varsayan bir çeşit kıyamet günü habercisi bir feminizm ortaya
çıkmıştır. "Erkeklik"in olduğu kadar "dişilik"in de
toplumsal temelleri olduğu, sınıfsal, etnik, dinsel ve ulusal topluluklara göre
değişik biçimlerde ortaya çıktığı gerçeği, bu tür feminist düşüncede göz ardı
edilir. Kadınlarla erkeklerin, toplumsal "erkeklik" ve
"kadınlık" tanımlarına değişen oranlarda kabullenme, gerginlik,
çelişki, karşı koyma ve belirsizlik içinde yaklaştıkları gerçeği de aynı
şekilde gözden kaçırılır.
Benim gibi kimi
eski feministlere şaşırtıcı gelen şey, feminist yazında yetmişlerin başında
erkek ve kadın arasındaki temel ayrımın yadsınmasına karşılık yetmişlerin
sonunda sözkonusu ayrımın yüceltilmesidir. Yüzyıl başlangıcındaki ilk örgütlü
feminist hareket içersinde kadın erkek eşitliği uğruna verilen mücadelenin
yerini yavaş yavaş kadınların evdeki konumunun yeniden değerlendirilip
düzeltilmesine dönük kampanyalara bırakmış olması daha da rahatsız edicidir.
Kadınların ikincil cins durumunda bulunmalarını ortadan kaldırmak için bir
hareket oluşturmak amacıyla giriştiğimiz çabalar neden eskiden olduğu gibi
günümüzde, de böylesine çelişik feminist düşünceler ve hedefler ortaya
çıkarmıştır?
Zaten kim,
seksenlerin feminizminin yönünü ve amaçlarını açıklamaya kalkışabilir?
Çokluk, gözü-kara
ya da katı inançlı kimseler böyle tehlikeli bir işi göze alabilirler. Ama her
şeye karşın, feminizmin altmışlı yıllarda Batıdaki başkaldırı hareketlerinin
içinden çıkıp ondan daha uzun süre, en köktenci güç olarak kaldığından kuşku
duyulabilir mi?
Kadınların
kurtuluşu hareketi 1970’lerin politik arenasına tüm gücü ve güveni ile fırladı;
erkeklerin politik sesini etkileyip acaba böyle bir şey gerçekten olabilir mi?
Kimi zaman da
bastırıp susturdu. Zaman değişir. Günümüzde, Batıda bütünlüğe sahip bir kadın
kurtuluş hareketi yoktur. Ama feminizm çeşitliliğe sahip olmakla birlikte etkin
bir politik güç olmayı sürdürmektedir.
Bence feminizmin
etkin bir güç olarak kalmasının nedeni, feministlerin en ateşli ve kendilerini
adamış âsiler olmasında değil -oysa çoğumuz öyleydik- kadınların her an
karşıtlıklar ve karmaşalar ortaya çıkaran yaşamlarındaki değişimlerin en köklü
ve sürekli değişimler oluşunda aranmalıdır. Günümüzde karşılaştığımız feminizm
çeşitleri biraz da kadınların yaşamlarındaki değişimin derinliğinden ve
farklılığından kaynaklanır. Tümüyle yeniden oluşturmak üzere
"dişillik"in çok katlı anlamlarını araştırıp inceleyen feminist
akademisyen; meslek sahibi kadınların yaşamlarına daha çok seçenek getirmeye
çalışan Cosmopolitan'lı gazeteci; anaokullarının kapatılması ile yaşamlarından seçme hakkının çekip
alınmasına karşı savaşan kadınlar; "özelleştirme"nin sonuçlarına ve
kötüleşen çalışma koşullarına karşı direnen işçi sınıfı kadınları; genelde
giderek güçlenen ırkçılığa ve yoksullara yapılan yardımdaki ırkçı düzenlemelere
karşı savaşan Zenci kadınlar; bütün bu gruplar
değişik kadın topluluklarının yaşamlarındaki ilerlemeleri ve gerilemeleri
yansıtıyor. Bu gerçeğe karşın kimi günümüz popüler feminist yazının en
şaşırtıcı yönü, dünya üzerindeki dişil güçte ve kendi yaşamlarımız üzerindeki
denetimimizde hiçbir önemli değişikliğin olmadığı, son yıllarda, son
yüzyıllarda ya da bin yıllık sürelerde kadınların yaşam koşullarında kökten bir
değişim görülmediği inancıdır. Erkeklerin ortaya çıkacak herhangi bir değişimi
hemen kendi çıkarlarına uygun hale dönüştürecekleri ileri sürülmektedir.
Bu bakış açısına göre, kadınların güçsüzlüğü,
benimsedikleri kurban rolü ve olanaksızlıkları kadınların ezeli tarihini
oluşturur. Bense, aksine
çok farklı varsayımlardan yola çıkmazsak günümüzde kadınların durumu ve bunun
nasıl değiştirileceği üzerinde açık seçik düşünmeye başlayamayacağımız
kanaatindeyim. Erkeklerinki gibi kadınların yaşamları da durmaksızın
değişmektedir. Aslında bu yüzyılda kadınların yaşamı erkeklerinkinden çok daha
hızlı değişti. Günümüzde feministler, kadınlarla ilişkili olarak erkek gücüne
karşı durmak istediklerinde, bir yüzyıl önceki feministlerin
karşılaştıklarından çok daha değişik bir dizi sorunla karşı karşıya
kalmaktadırlar.
Kadınların
yaşamlarındaki herhangi bir objektif değişimin öneminden duyulan kuşku,
kadınların eşitsizliğine karşı uygulamada verilecek kavgayı, erkeklerin
düşüncelerinin ve deneyimlerinin üstünlüğü altında ezilen kadınlara özgü farklı
bir düşüncenin ve deneyimin gerekliliğini kabul edip önemsemekten daha değersiz
sayan görüşle bir arada yürümektedir. "Kadınsı" olarak görülen her
şeyin, kadınların en kendilerine özgü ilgi alanlarının ve etkinliklerinin
toplumsal olarak aşağılandığı yadsınamaz; ve feministler neredeyse her zaman
kadınların gücünü ve dayanıklılığını, kadınlarca görülen işlerin önemini takdir
edip doğrulamayı arzulamışlardır. Çağdaş feministler de "politik” olanın
kamu yaşamındaki toplu eylemlerin ve kampanyaların ötesinde bir şey olduğunu
belirtmişlerdir. Baskı altında tutulan tüm halkların bireysel ve öznel mücadelesi,
baskın kültürün dilinde, söyleminde, mitinde ve imgeleminde aşağı, sapkın ve
değersiz olarak tanımlanmaya karşı verilmektedir. Zenciler, etnik azınlıklar, özürlüler ve cinsel azınlıklar gibi
kadınlar da her zaman "insanlık"ın, eril, nitelikli, Beyaz ve heteroseksüel
bir "insanlık"ın en değerli özelliklerini kendilerinden esirgeyen
öznel ve toplu bir bilinçle çatışmak zorunda kalmışlardır.
"Eril” ve
"dişil" cinslerin tarihsel ve toplumsal tanımlarında ya da
açıklamalarında erkekleri merkezine yerleştiren bir kültürle karşılaşırız. Bu
yüzden ideolojide "erkek" ve "kadın" olarak nasıl
tanımlandığımızın araştırılıp soruşturulması feminizmin her zaman için başlıca
hedefi olmuştur. İşte bu ideolojik düzlemde, kadınların ikincil cins olarak tanımlanmalarında
çok az bir değişikliğin meydana geldiğini söylemek daha inandırıcı olabilir.
Kendilerini olumlu bir biçimde tanıyıp dile getirebilmek için kadınların
verdiği kavganın önemi, bizleri "kadın” olarak tanımladığı ölçüde
küçümseyen bir toplumda açıkça görülebilir. Ama kafamızdaki kadın kavramını
yeniden değerlendirmek ve kadınların deneyimlerine yönelmek, feministlerin
önceleri sorgulamaya çalıştığı cinsel kutuplaşma düşüncesini güçlendirme
tehlikesini beraberinde getirir. Olası bir özselcilik ya da belirli, değişmez
ve birbirinin karşıtı "erkek" ve "kadın" doğasının
doğrulanması, her zaman feminist tasarımın bir parçası olmuştur. Kadın hareketi
örgütlenme açısından zayıflayıp hedefleri daha da parçalandıkça böylesi bir
fundamentalist düşünüş tarzının tehlikeleri de artmıştır.
Erkeklerin
kadınlar karşısındaki gücünü oluşturup dile getiren düşünceler içimizde ve
çevremizde, derinden kök salmış olmakla birlikte içsel yönden tutarsızdır ve
yaşamımızı doğrudan ya da değişmez biçimde yönlendirmez. Erkeklerin kadınlar karşısındaki üstün gücü yalnızca sahip olduğumuz
düşüncelerin ve gerçek dil yoluyla adlandırılıp anlaşıldığı sürece etkili
olacak dilin değil, erkeklerin kadınlar üzerinde üstünlük kurmalarını sağlayan
toplumsal uygulamaların tümünün ürünüdür. Dil ve düşünceler, özel ya da
kamusal toplumumuzun her bir kurumunda kadın erkek arasında görülen başka
çatışmalar ve gerilimlerle içiçedir. Gerçekten yetmişlerin başında kadınların
baskı altında tutulmasının feminist yaklaşımla incelenip çözümlenmesinin asıl
başlangıç noktası, sözde "özel yaşam" ile "kamusal yaşam"
arasındaki farkı dil ve gerçeklik açısından ayırmanın, kadını merkezine
yerleştiren aile yaşamı ile erkeği merkezine yerleştiren ekonomik ve politik
yaşamı birbirinden ayırmanın önemiydi.
Her şeye rağmen
bizler, ne kadın ne de erkek olarak bu "özel" ve "kamusal"
kuramların içinde çakılıp kalmış, dondurulmuşuz. Bireysel ya da toplu kadın
etkinlikleri, eylemleri, çelişkiyi ve meydan okumayı doğurur, topluca
desteklendikleri zaman değişim olasılığını da içinde barındırır. İster evde ya
da işte, ister başka bir yerde kadın olarak toplu mücadelemizde ve özel
yaşamlarımızda her gün ortaya çıkan baskılarla gerilimleri bir bir ele alıp
incelediğimizde "dişil" ve "eril" kutuplaşmasını, özel ile
kamusal ayrımını aşıp cinslerin birbirine eşit olduğu bir dünyaya ulaşacağız.
Bu da bizi
feminizm ile sosyalizm arasındaki bağa getirir. İş yeri ile ev, üretim ile
üreme ayrımı erkeklerin üstünlüğünü güçlendirmekle kalmayıp var olan kapitalist
ekonomik dizgelerin temel özelliklerini de güçlendirmeye yarar. Kadınların evde
gördükleri iş, toplum için gerekli olmakla birlikte genelde hiçbir zaman
ekonominin önemli bir parçası olarak değerlendirilip karşılığı verilmemiştir.
Erkeklerin üstünlüğü bilinen tüm toplumların bir özelliği olmuştur ama
toplumumuzda erkek üstünlüğünün yapılanışı ve ideolojisi ile kâr amacı güden
üretimin getirdikleri içiçe geçmiştir. Cinsel hiyerarşiden arınmış bir dünyanın
hayalini kurabilmek için bugüne dek görülenlerin tümünden çok farklı bir
ekonomik düzene gerek vardır. O dünyada iş, zevk, yaratıcılık ve ilgi
birbirinden ayrılıp karşı karşıya getirilmiş ya da cinselliğe bağlı olamazdı;
bu yüzden de o dünya kadınların kendi kendini yönetmesini, denetlemesini,
yaratıcılığını, sağlığını ve mutluluğunu ciddi biçimde zedeleyici olmazdı.
Bu kitap birçok feministin sosyalizm ile feminizmin arasında
kurulabilecek bir ilişkiye kuşkuyla baktıkları bir dönemde Sosyalist
Feminist bir çözümleme getirmek için yazıldı. Bu kitabı yazmaya 1984’de feminist
düşüncenin ve eylemin karamsarlık ve umutsuzluk havasına büründüğü izlenimine
kapıldığım bir sırada başladım. 1981-1983 yılları arasında kadınların kurtuluşu
üzerine yazılanları kapsayan bir antoloji, yeni yayınlanmıştı. Bu antolojinin
yaygın teması erkeklerin kadınlara uyguladığı şiddetti, en çok tutulan strateji
ise erkeklerle girilecek politik işbirliğini ödünsüz reddeden ayrılıkçı
politikaydı. Erkeklerdeki özel ya da kamusal, şiddet duygusunun ve açgözlülüğün
kaçınılmazlığı konusunda duyulan karamsarlık, tüm dünya için geçerli ve nükleer
felaket tehdidinden Üçüncü Dünyanın yoksulluğuna ve sömürülmesine dek uzanan
bir politik çözümleme ortaya koymak için kullanılıyordu. Bu çözümlemeye göre
bir topluluk olarak kadınlar, dışta Üçüncü Dünyayı sömüren, içte sınıf, ırk ve
başka toplumsal bölünmelerin hiyerarşisine dayalı modern devletlerin arasındaki
rekabeti destekleyip güçlendiren her türlü ulusal şovenizm ve çıkarcılık
biçimlerinin kendiliğinden dışında ve karşısındadır.
Kimi kadınların
kimi erkeklerle elele vererek tüm sömürü ve baskı yollarından arınmış bir
politik dünya düşü uğruna savaştıkları doğrudur. Günümüzde uluslararası barış
için mücadele eden kadın sayısının erkeklerinkinden çok daha fazla olduğunu
sanıyorum. Kadınların en belirgin etkinliklerinden ve işlevlerinden biri olan
başkalarına bakmak işine verilen önemin vurgulanması artık çocuklarımızın
geleceğini güvence altımı alamayan toplumlarımızın militarizasyonuna
yöneltilecek bir eleştiri yerine geçebilir. Ama bu aynı "dişil"
nitelikler, savaşın emrine girilmesi ve başka tutucu ekonomik ve politik
amaçların desteklenmesi için harekete geçirilmiştir. Kadınların çoğu genelde
çocuklarının çıkarı adına ait oldukları ulusun, toplumsal sınıfın, bölgenin ve
ırkın getirdiği ayrıcalığı savunmayı seçmiştir. Kaldı ki, kadınların gizil
gücüne ve eğilimlerine değgin geleneksel görüşleri (ne denli yeni bir
değerlendirmeye tabi tutmak istesek de) kabul edersek, kadınların yararı
doğrultusunda geliştirilebilecek teknoloji ve bilim alanlarından dışlanmalarını
sorgulamakta başarısız kalırız. Feministler açısından toplumsal bağlamın ve
yaşam koşullarının kadınları ne zaman eşitlikçi ve ilerici hedeflere
yönelttiklerinin, ne zaman gerici ve yıkıcı amaçlara ulaşılmasına hizmet
ettiklerinin tarihsel olarak iyice kavranması önemlidir. Günümüz Amerikası’nda
ve İngilteresi’nde yalnızca kadınların kendi kendilerini daha çok yönetebilme
doğrultusundaki atılmalarına karşı çıkmakla kalmayıp ülkelerinin askeri
saplantılarını da destekleyen Yeni Sağın kadınlarını görmezlikten gelemeyiz.
Eğer tüm kadınların
kurtulması için çalışıyorsak, kadınların yalnızca başkalarının bakımıyla ilgili
konularda baskı altında tutulan "dişil" değerlerini yüceltmekle
kalamayız; genelde erkek üstünlüğü ile toplumsal eşitsizlikleri koruyan
toplumsal uygulamaları da açığa çıkarmamız gerekir. Bu da "dişil” bir
gelecek için çabalamak yerine şu anda kadınlarla erkekler arasında yaptığımız
ayrımı yadsıyan bir gelecek için çabalamak anlamına gelir. Cynthia Cockburn’ün de dediği gibi:
İnsanların yaşayıp ifade
edebildikleri; cinsel, özel ya da iş yaşamlarında gereksinim duydukları ve
topluma katkıda bulunabildikleri tüm gerçek çok yönlülükleri cinsiyet farkı
tarafından bastırılır... Cinsiyet farkı kesinlikle gerçek farklılık değildir...
Cesaret, güçlülük ve beceri gibi olumlu eril özellikler ile yumuşaklık,
duyguları yaşayıp ifade edebilmek gibi olumlu dişil özelliklere aslında herkes
sahip olabilmeli ve kişinin cinsiyeti göz önüne alınmadan, görüldükleri yerde
bu niteliklerin değeri bilinip alkışlanmalıdır... Yeniden kuracağımız toplum çeşitlilik
ve bireysel farklılıkların yerleştirilmesine dayanmalıdır. " [Cynthia
Cockburn, Machinery of Dominance: Women, Men and Technical Know-How, Londra,
Pluto Press, 1985.]
Bu toplumun
yaratılmasında feministler, işçi sendikaları, yerel yönetim kurumlan ve
parlamento gibi politik gücün en önemli kurumlarında yer almalıdırlar. Bu, çok
yavaş ve zor bir süreçtir; bu bir yandan bizi, kadınlar olarak gücümüzü,
güvenimizi ve yönümüzü koruyabilmek için kendi başımıza örgütlenmenin
gerektiğine işaret eden eski sosyalist feminist düşünceye geri götürürken öte
yandan Solda ve ilerici toplumsal hareketin içinde erkeklerin gücünü sorgulamak
için tartışılır ittifaklar kurmamıza yol açar. Erkeklerin yüzeysel ya da
yalnızca görünürdeki desteğinin aldatıcılığının ve aslında kökleşmiş
düşmanlıklarının verdiği moral bozukluğunun yaratacağı tehlikeler,
feministlerin kadınların çıkarlarını politik tartışmanın ve eylemin merkezine
koyma girişimlerini baltalamayı sürdürecektir. Ben bu işten kaçmanın kolay
yolunu bilmiyorum. Kadınlar artık fazlasıyla uzun bir zamandır kadınların
yaşamlarıyla bağdaştırılıp erkeklerin yaşamından ayrı tutulan "dişil”
erdem ve değer kavramlarını onaylamakla yetinemezler.
Çağdaş feminist
kuramların ve uygulamaların sorun olarak gördüğüm yönlerini araştırma girişimi
benim için İngiliz kadın kurtuluş hareketinin tarihi hakkında hesap vermek,
gücünü ve zayıflığını gözler önüne sermek demekti. Bu tarih belirli bir bakış
açısından anlatılmaya mahkum, çünkü 1971’den bu yana edindiğim deneyimlere
dayanıyor ve Londra’da sağlam bir işe sahip, heteroseksüel bir Beyaz olarak
benim durumumu yansıtıyor. Birçok feminist, kadınlara kendilerine güvenmeyi
öğrenmelerinde yardımcı ve esin kaynağı olan bu kadınlar bu tarihten
hoşlamayacaktır. Ama bence sorular sormanın ve yeni bir değerlendirme yapmanın
zamanı geldi. Kültürel olarak kadın olaylarının popüler sayılıp ticari olarak
"feminizm"in ya da kimi yorumlarının başarı getirmekle birlikte kadın
hareketinin parçalanıp zayıflamayı sürdürdüğü bir durumla karşı karşıyayız.
Bir zamanlar
feministler her yönden saldırıya uğramışlardı ama biz dayandık ve bundan sağ
çıkıp geliştik. Görünürde sık sık desteklenip ödüllendirildiğimizden (bu destek
aslında kadınların çoğunluğu açısından pek bir şey değiştirmediğine göre)
günümüz, kendinden memnun, kesin sonuçlara varmanın değil, açık tartışma ve
fikir alışverişinin zamanıdır, tabii eğer feminizm yaratıcı ve zorlayıcı bir
yolda ilerleyecekse. Kadınların kurtuluşunu gerçekleştirmekte kendimize düşen
farklı amaçları ve etkinlikleri göğüslemek, farklılıklarımıza karşın ne zaman
ve nasıl birbirimizi destekleyebileceğimizi görmemizi kolaylaştıracaktır.
sh:9-17
GÜÇSÜZLERİN AVUNTUSU
Popüler
Feminizmin Temaları
Kendimizde
eksikliğini duyduğumuz, arzu edilen şeylerin tümünü ya da insanlığın nefret
ettiğimiz tüm yönlerini karşı cinsin kimliğinde toplayıp biraraya getirmek
kadında da, erkekte de varolan köklü ve evrensel bir içgüdüdür. Bu edim
rahatlatıcı olmakla birlikte bizleri anlayışa götürmez. Rochester erkek
gerçeğinin kusursuz bir hicvidir; Cordelia ise kadın gerçeğinin.
[Virginia Woolf, "Men and Women";
(hazırlayan) M. Barrett, Women and Writing'den s.65, Londra, The Women's Press,
1979.]
Feministler
Babil Kulesi öyküsünü kendilerine göre yorumlar. Erkeklerin kadınları,
bedenlerinin, isteklerinin, bilinçaltlarının ya da yaşantılarının dilini
karmakarışık hale getirerek küçümsediklerine inanırlar. Birlikte hareket
edebilmek için özgün bir kadın dili kesinlikle oluşturulmalıdır. Ortak bir dil
olmadıkça gerçek toplu eylem de olamaz.
[Deborah Cameron, Feminism and Linguistic
Theory, s. 142-3, Londra, Macmillan, 1985.]
Çeşitli gizli
yollardan güç sahibi olmayı denedim ama hiçbir zaman güçsüz, etkisiz ya da
kısaca edilgen olmakla yetinmedim. Tanıdığım kadınların hiçbiri de bununla
yetinmedi. Kadınların çoğu kapana kıstırılmışlık, kuşatılmışlık ve değersiz
kılınmışlık duygularını çok iyi bilir. Bir adamın otoritesine boyun eğmek,
çoğumuzun, en azından yaşamımızın bir noktasında sahip olduğumuz gücü ve
iradeyi düzenli olarak ezip yok etmekle tehdit eder. Buna karşın kadınların
erkeklere oranla karşılaştığı maddi olanaksızlıklar ve kültürel küçümsenme,
"dişil" değerlere, erdemlere ve özelliklere verilen önemle birarada
yer alır. Kadınlar görece güçsüzlüklerinin güven verici avuntusundan, mevcut
"kadın", "erkek" görüşleriyle ülkülerinden kendilerine
rahatlama ve dayanma gücü çıkarabilir ve çıkarırlar da.
Bu avuntulardan
kiminin, örneğin annelik ve evi çekip çevirmek gibi içten zevk duygularının
kadınlara güç kazandırdığı doğrudur. Ev yaşamları ekonomik bağımlılık ile
toplumsal itaatkârlık üzerine kurulu olsa da, anne ejderhalar hiç değilse ev
sınırları içinde çocukları mutlu edebilir ya da korkutup sindirebilir, hatta
babaya bile gözdağı verebilirler. Kimi başka rahatlatıcı telafi usulleri de,
örneğin modanın şıklığı ve gösterişi (ki bunlar günümüzde genç erkeklerin
giderek artan biçimde aradıkları şeyler haline gelmiştir) ya da aşk romanlarını
süsleyen düşler, başkalarının yaşantısına özenerek de olsa kadınların,
kendilerini, daha güçlü ve mevki sahibi olan erkeklerin dehşetle arzu ettikleri
nesneler olarak duyumsamalarını olanaklı kılar. İşyerinde, ofisteki sekreter,
bölümünün onsuz İşleyemeyeceğinin bilinciyle gururlanır; patronunun, işin
incelikleri konusunda onun bilgisine güvendiğinin farkındadır. Yoksun olduğu
tek şey patronunun otoritesi, parası ve prestijidir.
"Feministler"
ise bu tür telafi edici tuzaklara tenezzül etmeyen kadınlar olarak görülür. Bu
düşünce biçimi hiç kuşkusuz örgütlü feminizmin ikinci dalgası için geçerliydi.
Bizler her alanda gerçek güce sahip olmak istiyorduk. Güç derken, başkalarını
denetim altına alıp onlara üstünlük sağlamayı değil en azından çoğumuz
istediğimizin bu olmadığını düşünüyorduk kendi isteklerimizi, yaratıcılığımızı
ve gizilgücümüzü ifade etmek; gelişip boy atmak ve "güneşteki
yerimiz" i bulmak için gereken özgürlüğü ve genişliği kastediyorduk. Biz,
tüm kadınların toplu gücünü oluşturmayı amaçlıyorduk. Her türlü hegemonyadan
arınmış yeni bir dünyanın yaratılmasına katkıda bulunmayı istiyorduk. Bu amaçlar
biraz incelikten yoksun da olsa, 1971’de ilk İngiliz Kadın Kurtuluş Hareketi
Konferansı bildirgesinde özetlenmişti:
Biz
kendi yaşamımızdan kendimiz sorumlu olmak ve başka kadınlara da bu konuda
yardım etmek istiyoruz... Toplumsal değişim ve toplumun dönüştürülmesi
çabasındaki yerimizi sağlamlaştırmak için toplu ya da tek tek biraraya gelmiş
bulunuyoruz.
[Sally Alexander ve Sue O’Sullivan, "Sister Under Stress", Red
Rag'den 8, 1975, s. 19.]
Günümüzde
feminizmin kamuoyundaki yüzü değişmiştir. Herhangi bir feminist toplantıda,
kadınların ve değer ölçütlerinin özgün doğasının savunulduğunu, ayrı ve özel
bir "kadın dünyasından sözedildiğini görebilirsiniz. Köktenci görüşlerle
stratejilerin "erillik" ve "dişillik" üzerine basmakalıp
varsayımlara dayandırılması düşündürücü gelebilir ama feminizmin yeni
"sağduyusu"nu artık bu geleneksel cinsiyet ideolojisi
oluşturmaktadır.
Yirmi yıllık bir
feminist araştırmadan sonra tüm dünyada erkeklerin kadınlardan daha çok
zenginliğe, güce ve ayrıcalığa sahip olduklarını görmek artık kolaydır. Bununla
birlikte, bu durumu açıklayacak ya da sorgulayacak kuramlar ya da stratejiler
üzerinde görüş birliğine varmak feministler için daha zordur. "Görünmez on
yıl" da denen "kadınların onyılı"nın özgürlükçü ülkülerine
karşın kadınların hâlâ her yerde erkeklere göre daha yoksul ve daha az
eğitilmiş olduklarını ve tüm politik, ekonomik, dinsel, kültürel ve adli
kurumlarda yüksek mevkilerin dışında kaldıklarını biliyoruz.' Şaşırtıcı olan
şey, burada, İngiltere’de, aralarında tutucu görüşün de bulunduğu politik
yelpazede feminizmin çeşitli yönlerinin kabulü ve yaygınlığı karşısında
erkeklerin sürüp giden güçlülüğünün daha anlaşılmaz hale gelmesidir. Birçok kadın ve erkek, feministlerin söylediklerinin çoğuna
alkış tutmaktadır. Kimi erkekler kendi kaba davranışları yüzünden gözyaşı
dökmektedirler. Ama erkeklerin gücü, farkına varıp karşı koymaları sonucu
değişmeden ve zedelenmeden ortada kaldıkça daha da yenilmez görünmektedir.
Feminizmin kendisi de mi güçsüzlerin geleneksel avuntularına geri dönmek zorunda
kalıyor? Kimi gelişmeler bana bunun böyle olduğu fikrini veriyor.
Kadınların
Erdemleri
Feminist yazın,
ki günümüzde İngiltere’de çok yaygındır ve her zaman ileri yazın dergilerinde
en çok satan kitaplar arasında sıralanır, radikal feminizmin yeni bir biçimini
sergilemektedir. Çoğunlukla, kültürel
feminizm olarak da bilindiği Kuzey Amerika’dan gelen bu akım, kadınların üstün
erdemlerini ve tinselliklerini yüceltip "eril" şiddeti ve teknolojiyi
yerin dibine batırır. "Dişil"in böylesine yüceltilip "eril"in
böylesine kötülenmesi, kadın hareketine özel bir kadın doğası mitini sarsmak
için katılmış benim gibi kimi feministlerde kuşku ve korku yaratmaktadır.
Feministlerin
açığa çıkardıkları tarihten, kimilerimiz 1920’lerde ve 1930’larda kadınların
özel erdemlerini ve anneliği yeniden ön plana çıkarma çabasının ne denli
başarılı olduğunu ve kendine daha güvenli, başkaldırıcı feminizmi nasıl esaslı
bir şekilde geride bırakıp sonunda yok ettiğini de anımsayacaktır. 1913’de
çok genç bir Rebecca West, feministleri, bir hareketi "özgürlük
yürüyüşünden şehvetle boyun eğişin kolay kazanılan zaferi"ne
dönüştürebilecek "kendinden fedakârlık etme günahı"na karşı
uyarıyordu. Ama günümüzde Robin Morgan, Adrienne Rich, Susan Griffin, Judith
Arcana, Mary Daly, Dale Spender ve izindekiler, herhangi bir Viktorya dönemi
beyefendisi gibi kadınların üstün insancıllığından, barışçılığından,
vericiliğinden ve tinsel gelişmişliğinden emin olup bu nitelikleri
yüceltiyorlar. Robin Morgan bize, dünyadaki yaşamın geleceğini yalnızca kadınların
garantileyebileceğini söylüyor. Birleşik Devletler’deki Yeni Sağ ve Ronald
Reagan ile burada, İngiltere’deki antifeminist tutucular da hemen hemen
aynısını söylüyorlar.
Robin Morgan’a
göre kadınlar dünyayı, "eril dürtüler ve cinsellik'in dizginlenmemiş
gücünü temsil eden nükleer silahlar kabusundan, kadınca mantık ve annelik
duyguları yoluyla kurtarabilir. Sağcılara göre bu, tabii ki, "Greenham’ın
öldürücü cırtlak cadıları" diye nitelendirdiklerince değil, tutucu düşünür
Roger Scruton’un deyişiyle "kadınların falusun gemlenemeyen arzusunu
yatıştırmayı" sürdürdüğü Viktorya dönemi aile yaşamına geri dönüşle
gerçekleştirilebilir.
Feminist düşünce,
kadınları değerlendirmesinde her zaman başedilemeyecek açmazlarla karşı karşıya
kalmıştır. Tek mücadele konusu boyunduruk altına alınmalarına bir son vermek ve
durumu koruyan ve onaylayan hali hazırdaki cinsiyet ideolojilerini kökünden
yoketmek değil, aynı zamanda da şu anki incinebilirlikleri ve zayıflıkları
içinde kadınları koruyup onlara saygı duyulması için savaşmak olmuştur. Bu,
"dişil" olan her şeye karşı duyulan sinsice, sahte bir saygının ve
kültürel küçümsemenin yadsınması demektir. Kısacası bir yandan kadınların
gücünü ve değerini onaylarken, öte yandan kadınların en belirgin deneyimlerinin
ve sezgilerinin, boyun eğmelerinin bir ürünü olduğunun yeterince bilincindeyiz.
Ama kuşkusuz ki,
saygınlığın ve gücün eşitsizlik, söndürülmüş yaşam ve olanaklarla birlikte
boyun eğmekten ve güçsüzlükten doğabileceği görüşünün şaşırtıcı bir yanı
yoktur. İngiliz feminizminin ilk genel bildirilerinden birinde, Mary
Wollstonecraft’in 1792’de yayınlanan A Vindication of the Rights of Women adlı
bildirgesinde kadınlar, birer kadın olarak kendi yaşamları ve gerçek kadınlık
konusundaki geçerli görüşler yüzünden duygusal ve zihinsel yönden güdük
bırakılmış olarak tanımlanıyorlardı.8 Ama bir yüzyıl sonra birçok kadın hakları
savunucusu, ulusun "analari'na oy hakkı tanınmasının yararlarını belirtmek
için "kadın doğası" üzerine benzer görüşler geliştirecekti. En azından
taktik açıdan, kadınların, var olan cinsiyet düzenlemelerini ve bunların
korunmasını sağlayan inançları (başka bir deyişle, kadınların erkekler
arasındaki toplumsal ilişkileri) temelde sorgulamadan reform yapılmasında
zorlayıcı olabilecekleri açıktır.
Benim bir zamanlar
bildiğim feminizmin heyecanlı yanı, kadınlarla erkekler ve kadınlarla dünya
arasında yeni ilişkiler kurabilmek için boyun eğmemizin bize getirdiği tüm iyi
yanlarımızı koruyarak kendi kadınlığımız hakkındaki düşüncelerimizi
değiştirebileceğimiz vaadiydi. Biz erkeklere benzemek islemiyorduk; biz yeni ve
daha iyi bir şey olmak istiyorduk.
Çağdaş feminizmin
ülküsel kadın imgesi çerçevesinde böyle dönüşüm ve değişim tartışmalarına yer
yoktur. Bakın Susan Griffin ne diyor:
Biz [kadınlar] bedenleri
ellerimizle okuyabiliriz, dünyayı, toprağı okuyabilir, suyu bulabilir,
yerçekiminin yolunu izleyebiliriz. Neyin büyüyüp yeşereceğini ve iki şey
arasında nasıl denge kurulabileceğini biliriz... ama onlar [erkekler] bizim
bedenlerimizi çiğneyip bu dünyayı başka bir şeye dönüştürmüş olsalar bile, biz
kadınların bu güne dek düş kurmayı sürdürdükleri gerçektir diyoruz. [ Susan Griffin, The Roaring
Inside Her, s.175, Londra, The Women's Press, 1984.]
Genelleme yapacak
olursak kadınların, birçok durumda erkeklerden daha sıcak, daha duyarlı ve
başkalarına karşı daha ilgili oldukları tabii ki gerçektir; kadınlar çoğunlukla
erkeklerden daha az saldırgan ve rekabetçi gibi görünürler. Ve erkekler de bizi
ere her zaman böyle olduğumuzu söylemişlerdir. Kingsley Amis gibi kimi tanınmış kadın düşmanı
"kadınların aslında erkeklerden çok daha iyi oldukları ve erkeklerin
onlardan hoşlanmalarına şaşmamak gerektiği" doğrultusunda büyüklük
taslayıcı inançlara sarılmakta güvence ve teselli bulurlar.
Hepimizin kabul
edeceği gibi kadınların daha "iyi sayılması" inancı ve gerçeği,
kadınların başkalarına annelik etmek ve bakmak gibi temel eğilimlerine yakından
bağlıdır. Ama kadınların genelde hor görülmesinde ve ekonomik bağımlılıklarının
sürdürülmesinde tayin edici rolü de zaten bu annelik ve çocuk büyütmek ile bu
etkinlikleri destekleyen toplumsal inançlar oynar. Anne sevgisinin ve ilgisinin
erdemleri ortada olmakla birlikte bunlar, maddi yönden değerlendirilmek yerine
yalnızca ucuz duyguların ikiyüzlülüğü ile alkışlanmışlardır. Kimi feministlerin
bir zamanlar kuvvetle iddia ettikleri gibi toplumumuzda erkeklerin çocuk
büyütmemelerinin nedeni temeldeki bir yeteneksizlik değil de çok az toplumsal
prestij ve güç sağlaması olamaz mı?
Dahası, anne
sevgisinin erdemleri sorun yaratıcı da olabilir. Aşırı ölçüde bireyci,
rekabetçi kapitalist toplumumuzda başkalarına beslenen sevgi ve ilgi, kendi çok
küçük aile topluluğumuzun dışında uygunsuz kaçmaktadır. Sınıf ayrıcalığı ve
ırkçı dışlama, hem erkeklerce hem de kadınlarca çocukların çıkarları adına
onaylanır. Tek tek her bir çocuğun tehlike altındaki mutluğu üzerinde
yoğunlaşan annelik duyguları aşırı meraklı ve denetleyici, yapışkan ve
hükmedici olabilir. Çocuklar anne babalarının yitirilmiş düşlerinin
gerçekleşmesinde kullanılabilirler. Erkek üstünlüğü bağlamında çocuklar,
kadınların daha genel plandaki düş kırıklıklarının ve güçsüzlük duygusunun
yerini dolduran tek varlıklardır. Kadınların anneliğe özgü benliksizliği
kolayca bir çeşit annelik bencilliğine dönüşebilir, çocukların başkalarıyla
sevecen ilişkiler kurmalarını engelleyebilir.
Kişinin kendi
çocuklarının sorumluluğunun yükü, toplumsal bakış açısının daralmasına,
başkalarının mutluluğuna karşı nefret ve kıskançlık duyulmasına yol açabilir.
Kısacası kadınların çocukları için daha iyi bir dünya ve barış istedikleri
doğruysa da (kuşkusuz kimi kadınlar Greenham’da ve nükleer silahsızlanma
gruplarında barış için örgütleniyor) bu, kadınların daha az milliyetçi, daha az
ırkçı ya da sınıfsal ayrıcalıklara erkeklerden daha az bağlı oldukları anlamına
gelmez. Kadınlar, kendi toplulukları içinde erkeklerin ne ölçüde gerisinde
olurlarsa olsunlar, erkeklerle paylaştıkları toplumsal yaşamın bu anlamda
parçasıdırlar. Yetmişlerin başındaki feminist yazının ana temalarından biri de
bu çelişkilerin bilincine varılmış olmasıydı. Örneğin Juliet Mitchell, kadınların aile
içinde gördükleri baskının etkilerini şöyle değerlendirir.
Baskı,
dar kafalılık, basit bir kıskançlık, mantıksız duygusallık ve rasgele şiddet,
bağımlılık, rekabetçi bir bencillik ve mülkiyetçilik, edilgenlik, görüş
noksanlığı ve tutuculuk eğilimi üretir.[ Juliet Mitchell, Woman’s Estate, s.162. Harmondsworth, Penguin,
1971. ]
Nesnel annelik
koşullarının bu gibi zayıflıklara yol açtığı düşüncesi artık dişil erdemlerin
ve değerlerin yüceltilmesiyle bağdaştırılmamaktadır.
Kadınlar
ve "Doğa"
Günümüzün yaygın
feminizmi anneliğin toplumsal gerçeklerinden çok kadınların yaşamı, bedenleri
ve nesnelerin doğal düzeni arasındaki ilişkiler üzerinde durmaktadır.
"Kültürel" feminizm ile kesişen ve feminizmde "yeni dalga"
olarak adlandırılan seksenlerin eko feminizmi, kadınların dünyayı kurtarmaları
gerektiğini ve de kurtaracaklarını, çünkü "doğa” ile daha çok denge içinde
yaşadıklarını ileri sürer. Reclaim the
Earth adlı Ingiliz feminist ekoloji antolojisinin tanıtımında Susan Griffin
şöyle der: "Kadın
olarak doğmuş olanlarımız çoğunlukla erkeklerin birçoğundan daha hafif bir
biçimde doğaya yabancılaşmıştır." Buna göre kadınları, Adrienne Rich’in "kadınlığın kozmik
özü” dediği şeye bağlayan, doğanın temelden yaratıcı, verici ve iyi huylu
taslağıyla ilişki içinde tutan annelik yetisidir.
Doğanın dişil
olarak ele alınması da kuşkusuz ilginç bir yansıtmadır; bireyin yaşamı ve
sıhhati karşısında ilgisiz, vahşi ve yıkıcı olmaktan çok şefkatli, duyarlı ve
verici olarak tanımlanır. Burada, doğanın "eril" sayıldığı ve zalim
olduğu sağcıların popüler sosyobiyolojisinin ters yüz edilmiş biçimiyle karşı
karşıyayız.
Doğayla ilgili
böylesine değişken imgelerin varlığı bizi şaşırtmamalı çünkü Marilyn Strathern
ve diğerleri gibi antropologların belirttiği gibi "Batı düşüncesi çerçevesinde doğaya da kültüre de tek bir
anlam verilemez; tutarlı bir bölünmüşlük yoktur, yalnızca karşıtlıkların
değişkenliğini gösteren bir tablo vardır". Doğa ile kültürün farkını belirtmek için
kullandığımız simgelerin kimisinde "eril" ilke doğaya daha yakın
görülür: Güçlü, şiddetli, hayvansı ve içgüdüsel. "Dişil" ilke
kültürün ürünüdür, terbiye olmuş, evcil ve uygardır. Başka simgeselleştirmelerde
bu ikiye bölünmüşlük tersinedir: "Eril", kültürün yaratıcısı olarak
görülür, "dişil” ise içgüdüye ve biyolojiye dönüşür. Demek ki ne
"kadın" ne de "erkek" tutarlı olarak "doğa" ile
bağlantı içindedir.
Doğa ile kültür,
insan biyolojisi ile toplumu arasındaki ilişkiler konusunda girilen çatışmalar
durmaksızın yemlenmektedir. Her kültürel dönem bu temayı yeniden ele alıp
yeniden sorunu belirler. Feministler, kadınlar ile erkekler arasındaki
toplumsal eşitsizliklerin ve "dişillik" ile "erillik"
arasında oluşturduğumuz karşıtlığın belirlenmesinde biyolojiye verilen önemin
ortadan kaldırılması için var güçleriyle savaşmışlardır. Ama günümüzde kimi
feministler, aynı tutkuyla karşı tarafa geçmiş görünüyorlar. Biyolojik yönün
insan davranışı açısından yeri ve önemi üzerinde düşünmeden önce
"doğa"nın insan davranışlarına kaynak gösterilmesinin pek güvenilir
bir dayanak noktası oluşturmadığından emin olabiliriz. "Doğal" olan
konusundaki görüşler insanlık tarihi boyunca köklü değişikliklere uğramıştır.
Raymond Williams, Keywords’ de şunu ileri sürer: "Boğa’nın kullanımının
eksiksiz bir tarihi insan düşüncesinin büyük bir bölümünün tarihi olurdu."
Başka bir yerde de şunu ortaya koyar: "Ortak sahipliğin özel mülkiyetten
çok daha doğal olduğu, yaygın bir Ortaçağ düşüncesiydi." Oysa bu düşünce,
günümüzde doğallığa o kadar aykırı görülmektedir ki, tutucular bunda uygarlık
için bir tehdit sezinlemektedirler.
Dişil biyolojinin
önemini vurgulayan Susan Griffin ve Adrienne Rich, tutarlı olmasa da,
"doğa" düşüncesinin kültürel yoldan oluşturulduğunu, bu yüzden
"erkek işi" olduğunu kabul ederler. Buna karşılık, kadınların kendi
biyolojik "içgüdüleri" ne güvenmeleri gerektiğine inanırlar. Rich’e
göre bu, kadınların "bedenleri yoluyla düşünmeleri" anlamına gelir;
Griffin’e göre ise kadınlar "içimizde hâlâ yabansı olarak kalmış
şeyler"i dışavurmalıdırlar.
Tüm fizyolojik karmaşıklıkları ile bedensel
durumlar, gerçekten her bir hareketimizin, her bir duyumuzun parçasıdırlar.
Yine de toplumsal/biyolojik ayrım yanıltıcıdır çünkü bu gibi bedensel durumları
ancak belirli toplumsal bağlamlarda, bize uygun olan kültürel açıklamayı
kullanarak duyumsayabilir, tanımlayabilir ve anlayabiliriz. Örneğin, ağır
biçimde astımlı bir çocuk olduğumdan düzenli olarak adrenalin iğnesi olurdum ve
çoğunlukla tüm acılardan özellikle de iğneden korktuğum halde o belirli iğne
bende korku uyandırmazdı. Kesinlikle "acıtmazdı". İğnenin ardından
gelen nefes alma rahatlığı ve adrenalinin yarattığı duygusal gevşeme birçok
biçimlerde ortaya çıkardı. Kimi zaman derin bir kendini bırakma ve duygusal
uyarılma, kimi zaman da hemen harekete gevip çabalama arzusuna kapılırdım.
Aynı biyolojik
koşullar, en basit uyarılma durumlarında bile bağlamına göre değişik biçimlerde
yaşanabilir. Adet görmek, hamilelik, meme vermek ya da yumurtalık kistinden
hastalanmak gibi kadınlara özgü bedensel durumların yaşanması hem kültürel
öğelerden etkilenir hem de bireysel farklılıklar gösterir. Örneğin Ann Oakley,
genç bir anne olarak kendi deneyimini depresyona karşı verilen sürekli bir mücadele
gibi anlatır:
Kendimi dipdiri
hissetmem gereken doğum ve meme verme yılları benim için aksine bir çeşit ölüm
demekti. Nedenini şimdi anlıyorum. Evli kadınların depresyona girmelerini
engelleyici toplumsal desteklerden yoksundum. Annelik gerçekleri konusunda
uygun biçimde hazırlanmamıştım.
Daha sonra Ann
Oakley, üçüncü çocuğunun doğumunun nasıl çok daha değişik bir deneyim
oluşturduğunu anlatmaya koyulur.
Kısacası dişi
bedenlerimize kulak verecek olursak, toplumsal bağlamlar ve açıklamalar,
bedenimizden duyduklarımızı ve değişikliklerini nasıl yorumlayacağımızı
değişmez biçimde etkiler. Bilinçli olarak karşı koymayı istememize karşın
toplumsal tanımlar, kendi hakkımızdaki düşüncelerimizi etkileyecektir.
Feminist olarak
bizlerin, kadınların fiziksel durumlarına yeni toplumsal açıklamalar
getirmekten sorumlu olduğumuz da bir gerçektir. Örneğin, adet öncesindeki
gerginlik, tıp ilmi tarafından kendine özgü belirti olarak tanınmaktadır. Kimi
feministlerce adet görmek, dinlenmek, yenilenmek ve düşünebilmek için
kullanılacak bir deneyim olarak yeniden yorumlanmıştır. Kadınlar bu konunun
çalışma yaşamında göz önünde tutulmasını istemişlerdir.
Kadınların
bedensel gereksinimleri ve işlevleriyle uyum içinde kalmalarını sağlamaya
yönelik feminist arayış, erkeklerin kadınlar karşısındaki gücünü yansıtan bir
kültüre ait toplumsal mitlerin bedenlerimizi tanımamızı nasıl etkilediğini
görmemizi belki de engellemektedir. Örneğin Susan Griffin ile Adrienne Rich’in
kadınca "içgüdü"leri, son ikiyüz yıldır erkek üstünlüğüne dayalı bir
kültürün kadınlıkla ilgili görüşünde egemen olan yönün açık bir örneğidir.
Kadın bedeninin tümüyle cinsellik ve üreme açısından görüldüğü "dişil
biyoloji"nin önemi üzerinde durmak konusunda biraz daha sakınımlı olmamız
gerekmez mi? Ama bakın Adrienne Rich bu konuda bize neler söylüyor:
Şu inanca vardım ki... dişil biyoloji
klitoristen, memelerden, rahimden ve vajinadan yayılan yoğun cinsellik; ayın
devir sürelerini izleyen adet görme hali; dişil bedende oluşan gebelik ve
doğumşimdiye dek kavrayabildiğimizden çok daha derin anlam taşır
Günümüzün kadın
dergilerinde görülen sulandırılmış feminizm, kadınların kendi bedenleriyle
ilgili mevcut toplumsal tanımları kullanırken çok daha az eleştirel bir
yaklaşım gösterir. Bu tanımların nereden geldiklerine, kadınların çıkarma olup
olmadıklarına ve kabul görüp görmediklerine ilişkin sorular sorulmaz. Örneğin,
Jo Spence’in de ortaya koyduğu gibi artık kadın dergilerinde, eskiden olduğu
gibi kadınların erkeklere ve çocuklara bağlılığı ve hizmeti üzerinde durmak yerine
kendilerinden memnun olmaları vurgulanmaktadır.
Ama bu tutum aynı
zamanda, kadınların içinde yaşadıkları dünyanın herhangi bir yönünü en azından
çalışma yaşamlarım değiştirip yeniden kurmak uğraşından kopuk, temelde kendine
hayran bir yaklaşımı yüreklendirmektedir. Bu dergilerde, sözde feministler
kadınları kendileriyle ilgilenmeye, ince kalmaya, form tutup egzersiz yapmaya,
kendilerini özgür, neşeli ve bağımsız hissetmeye zorluyor. Bu mesajın, hele çok
ciddiye almazsak, kötü bir yanı yoktur, ama en azından Batılı kadınların
bedenleri ile ilgili olarak sıkça duydukları, ince ve güzel olmak uyarısına
dikkat çekecek ölçüde benzediğinin de bilincinde olmalıyız.
Susie Orbach’ın
Fat is a Feminist Issue adlı kitabındaki şiIa verici öğüt de benzer bir eleştiriye
uğramıştır.20 Kadınlara yakıştırılan toplumsal tanımlamalarla kadınlara yönelik
beklentilere içten bir ilgiyle yaklaşmasına ve birçok kadının kendisinden
gördüğü şifa verici yardıma karşın Orbach, yine de ifişmanlığın birçok kadının
karşı karşıya kaldığı esas sorun olduğundan hiç kuşku duymaz. Çözüm olarak,
"nasıl kilo vereceğimizi" bize söyleyecek olan bedenlerimizin sesini
dinlemeyi yeniden öğrenmeyi önerir. Bedenimizin dili, erkek egemenliği' nin
ürünü olan ve kadınlara "bir savunma olarak şişmanlıktan kurtulmayı"
öneren geleneksel dişilik ülkülerini en azından kısmen destekler görünmektedir.
Ortada bir sorun
daha vardır: İnsan davranışlarının
biyolojik temeli yalnızca toplumsal anlamlar yoluyla yaşanıp anlaşılmaz, insan
toplumları ve eylemleriyle dönüştürülüp belirlenir. İnsana özgü yetilerin
gelişmesi ya da güdükleşmesi, belirli toplumların olanakları ve
kısıtlamalarınca biçimlendirilir. Biyoloji ve toplum iki ayrı ya da ayrı
tutulabilecek bütün değildir. Belirgin biçimde insana özgü sayılan bir dili
konuşabilmek, yazmak, kişisel kimlik duygusu geliştirmek gibi yeti ve
özellikler, yalnızca toplumsal ilişkiler bağlamında oluşabilir.
İnsan bedeni ve
gereksinimleri hiçbir zaman birtakım kaçınılmaz ya da basit doğal süreçlere
indirgenemez. Örneğin Üçüncü Dünya ülkelerinde erkekler kadınlardan daha uzun
yaşar; Batıda ise bu farklı ölüm oranları tam tersinedir. İnsan toplumları her
zaman bedensel gereksinimleri yönlendirmiş, denetlemiş ve kendine göre
uyarlamıştır. Yiyeceklerin, erotik uyarımların ve benzerlerinin simgesel
anlamları vardır. Biyolojik, sınırlamalar kesinlikle gerçek olmakla birlikte
toplumsal ya da kültürel sınırlamalardan daha kolaylıkla değiştirilebilirler.
İnsanlık tarihinde günümüze dek, meme vermenin yerini alacak biberonun icadı
kolay olmuştur ama erkeklerin çocuklarını biberonla beslemelerini sağlayacak
toplumsal koşulların yaratılması hiç de o kadar kolay olmamıştır. Tüm toplumsal
gelenekler doğal gibi görünse de gerçekte insani gelişmenin izlediği katı ve
değişmez biçimler, ritmler ya da ilişkiler yoktur. Asıl insana özgü olan şey,
ister kadın ister erkek olalım, yaşamlarımızın yalnızca biyolojik gereklilikle
değil, esas olarak insan eylemi ve düşüncesiyle belirlenmesidir.
İnsani
gereksinimler hiçbir zaman sadece bedensel değildir: Eşit ölçüde duyguları ve
usu da ilgilendirir. İlişki kurmak, anlamak, yaratmak, çalışmak ve katkıda
bulunmak gereksinimleri ancak karşılıklı toplumsal ilişkiler yoluyla
oluşturulabilir. İnsanlar için çocuk bakımı, kentler kurmaktan ya da makineler
yapmaktan hiç de daha "doğal" değildir (birinci faaliyetin değerini
bilip ödüllendirmek son derece doğru olsa da bu böyledir). Teknoloji, onu
kimlerin kullandığına ve kimlere hizmet ettiğine bağlı olarak insanların
mutluluğuna ya katkıda bulunur ya da engeller. Onsekizinci ve ondokuzuncu
yüzyıllarda kadınların eğitimin dışında tutulmaları ve orta sınıf kadınlarının
kendi içlerine kapanmaları doğal olarak kadın mühendis fazlası oluşumuna yol
açmamıştır. Ama 1860’da Mary Potts’un yeni tip bir ev ütüsü, 1899’da ise Mrs. Cockran’ın
ilk bulaşık makinesini icat etmeleri ‘her ikisi de Kuzey Amerika’da
gerçekleşmiş ve bu yüzden kayıtlara geçmiştir ve asıl Marie Curie’nin çok
sonraki nükleer araştırmanın temelini oluşturan, radyoaktivite ile ilgili
keşifleri, kadınların makine icat etmekte ya da en soyut bilimsel kuralları
keşfetmekte doğuştan yeteneksiz olmadıklarını ortaya koyar. Dora Russell’ın,
yalnızca erkeklerin makine icat edebileceklerine olan inancı feministlerin on
yıl öncesinde alaylı bir gülümsemeyle dinledikleri bir iddiadır; kahraman, öncü
bir feminist olarak 70 yıl değiştirmeden sürdürdüğü bir inançtır bu. Oysa Dale
Spender’ın böyle bir görüşü hiç eleştirmeden devralması oldukça rahatsız
edicidir.
"Kadınlar" ile "doğa",
"erkekler" ile "makine" arasında ilişki olduğunu ileri
süren görüşlerin peşine düşmeden önce, erkek üstünlüğünün cinsiyet
ideolojisinin temelindeki yeri konusunda endişe duymalıyız. Bu görüşler,
kadınların bilgi edinme ve güç kullanma uğraşlarının dışında tutulmalarını
haklı göstermeye yararlar. Ve bu dışlamanın sonuçları açısından duygusallık ile
nefreti birbirine karıştırırlar. Erkekler "doğa"dan uzaklaşmış
görünürler çünkü dünyadaki etkileri, kendilerinin ve başkalarının yazgısı
üzerinde daha büyük bir denetim kurmalarını sağlar, öte yandan kadınlara
tanınan daha kısıtlı olanaklar, "biyolojik gereklilik" ideolojisi
yoluyla doğrulanıp düzenlenir.
Kadınların
Kurtuluşu ve Erkek Sorunu
Çağdaş kültürel
feminist yazında dişilin hem daha erdemli hem de daha doğal olarak
ülküselleştirilmesi kaçınılmaz karşıtını, yani erkeklerin kötü ve doğa düşmanı
olarak yerilmesini getirmiştir. Eril ruh, bu düşünceye göre yalnızca kadınları
baskı altında tutmakla kalmayıp insanın hayatta kalmasını da tehlikeye atar. Robin Morgan bize, "cinsiyet ayrımcılığının,
ırkçılığın, açlığın, savaşın ve çevresel felaketlerin zararları" ndan
erkeğin rekabetçiliğinin ve açgözlülüğünün sorumlu tutulabileceğini söyler. Judith Arcana, "eril" kültür ile "eril"
davranışların "ahlaksız ve zalimane" olduğunu yazar. Buna göre eril
nefret ve eril aşağılama, kadınlar ile erkekler, erkekler ile doğa arasındaki
tüm ilişkilerin niteliğini belirler. Erkeklerin kadınlarla ve doğayla olan
ilişkilerini simgelemek ve erkeklerin kadınlara nasıl üstünlük sağladıklarını
açıklamak için şiddete dayalı cinsel ayrımcı pornografinin imgeleri
kullanılmıştır.
Andrea
Dworkin bize, erkeklerin
kadınlar üzerinde terör yoluyla üstünlük kurduklarını söyler:
Gerçek şudur ki, erkekler düzenli
olarak kadınlar üzerinde zorla cinsel etkinlikte bulunurlar. İşte kadın
hareketi tam olarak buna bu gerçeğin bilincine varılmasına dayandırılmıştır.
Dworkin’in
feminist tarihi bu biçimde yeniden oluşturması yanıltıcıdır. Pornografi karşıtı
kadınların yer aldığı bir Amerikan antolojisinin sonsözünde Adrienne Rich,
"bu kitap kimi yönleriyle 1980’lerin başındaki Amerikan feminist dünyanın
küçük bir örneğidir" der. Eğer bu doğruysa, o hareket değişmiş demektir.
Amerika’da olsun İngiltere’de olsun (iki hareket arasındaki birçok farklılığa
karşın Amerikan feminizminin İngiltere üzerinde her zaman için güçlü bir etkisi
olmuştur) yetmişlerin başında feminizm, birincil olarak erkeklerin kadınlara
uyguladığı şiddete karşı bir tepki değildi.
Gerçi yetmişlerin
başında kadın kurtuluş hareketinin İngiltere’de tıpkı yüzyıl önce feministlerin
de yaptığı gibi, erkeklerin kadınlara uyguladığı şiddete karşı örgütlenmeye
başladığı doğrudur. Feministler hırpalanmış kadınlar için sığınaklar
kurulmasını desteklemişler, kadınların tüm cinsiyetçi teşhir biçimlerine;
çıplak posterlere, pornografiye ve her türden malın reklamı için kullanılan,
her yerde hazır ve nazır basmakalıp dişil görüntüye karşı yürüyüşler, duvar
ilanları ve yazıları yoluyla doğrudan eyleme geçmişlerdir. Ama bu mücadeleyi,
kadınları ekonomik bağımlılık ve kültürel aşağılanma altında tutan toplumsal
uygulamalarla inançları inceleyip karşı çıkan sayısız stratejinin ve eylemin
yanısıra yürütmüşlerdir. İngiltere’de, kadın kurtuluş hareketinin 1969-1972
yılları arasında çıkardığı yazıları toplayan ilk antoloji, The Body Politic, etkinlik alanının genişliğini gözler önüne
sermektedir. Başlıca konular şunlardır: Üreme hakkı, çocuk bakımı ve çocuk
zammı, kadın sağlığı, meslek eğitimi ve kadınların çalışma koşulları. Buna ek
olarak, iletişim araçlarının, hukukun, eğitimin ve devlet politikalarının
kadınların yaşamını düzenlemekteki genel rolü de inceleniyor ve eleştiri
süzgeçinden geçiriliyordu.
Yetmişlerin
başında feministler, kadınların ikinci planda tutulmalarını sağlayan imgeleri,
düşünceleri ve gündelik uygulamaları ortaya çıkarmakla meşguldü. Biz, kadınların, onları hem aşağılayan hem de
susturan bir kültürel alanda; erkeklenil küstahlıkları, kendini
beğenmişlikleri, horlamaları ile değersizleştirdikleri, düşük ücrete layık
buldukları, ruhsal çöküntüye uğrattıkları bir dünyada yaşadıklarını ileri sürüyorduk.
Ama "dişil" ve "eril" kimliklerin önceden saptanmış veya
parçalanmaz olduklarını düşünmüyorduk. Feminizmin yeni bir kadın ile yeni bir
erkek yaratacağını umuyorduk. Cinsiyetin belirlediği kalıplaşmış tiplere ve
bunların temelinde yatan "doğal" bir farklılık düşüncesine bağlılık,
kadınların baskı altında tutulmalarından sorumlu olduğu gerekçesiyle
eleştiriliyordu, Sheila Rowbotham 1973’de iyimserlikle şöyle yazmıştı: "Hem erkekler hem de kadınlar için yeni toplumsal ve
kişisel olasılıkların başlangıcında olduğumuza inanıyorum." O zamanlar birçok
feminist, cinsel farklılıklardan ve hele hele kadınlardaki olumlu bir farkın
üzerinde durulmasından rahatsız olurdu. Kadınların varolan yetilerinin ve
davranışlarının gücünü yeterli ölçüde tanıyamama eksikliği (bunlar ne denli
ağır gelişmek zorunda bıraktırılmış da olsa) daha sonraki radikal/küllürel
feministlerin dolduracağı bir boşluk yarattı.
Hiç de şaşırtıcı
gelmeyeceği gibi erkekler, feministlerce her zaman sorun sayılmıştır. Ama
yetmişlerde, tipik eril amaçlar ve davranış biçimleri daha çok çelişkili bir
durum olarak görülürdü. Biz, erkeklerin hiç değilse kendi sınıf ve
topluluklarındaki kadınlar karşısında sahip oldukları becerileri, güveni,
kişisel sorumluluk duygusunu ve özyönetimi elde etmek istiyorduk. Çoğu erkeğin
değişen ölçülerde paylaştığı küstahlık, duyarsızlık, kendini zorla kabul
ettirme ve başkalarının mutluluğu karşısında sorumsuz davranma niteliklerinden
hoşlanmıyor, bunlara içerliyorduk. Erkeklerin cinsiyet ayrımına bağlı
varsayımlarına, bizleri, erkeklerin gözündeki çekiciliğimiz ve yararlılığımız
yoluyla tanımlayan basmakalıp betimlemelere her zaman öfkeyle karşı çıkıyorduk.
1960’ların ilerici sayılan filmlerinde kadınlara yönelik bilinçsiz ve derin
nefretin bugün yeniden farkına varmak, örneğin Darling
filminde Julie Christie’nin kadın düşmanlığı içeren bir tutumla ele alındığını
görmek ya da biz daha politik gündemde bir sorun olarak belirmeden önce,
kadınları öyle tanımlayan Harold Wilson’un ataerkil sesini duymak gerçekten
şaşırtıcıdır!
Son yıllarda,
yetmişlerin başlarındaki feministlerin fazlasıyla "falosantrik",
tipik "eril" davranış ve değerler konusunda fazlasıyla kabullenici ve
eleştiriden yoksun, tipik "dişil" uğraşlar, üslup ve davranış
konusunda ise fazlasıyla yadsıyıcı ve eleştirel oldukları ileri sürülmüştür. Bu
iddiada gerçek payı vardır. Yetmişlerin başında, orta sınıf eğitiminden geçip
feminist olan, aralarında gençlerin çoğunlukta olduğu kadınlar
annelerininkinden değişik bir yaşam istiyorlardı (istediğimiz yaşam hiç
kuşkusuz babalarımızınkinden de farklıydı). Ama o günlerde anneliğimden gurur
duyup zevk alırken yalnız olmadığımı biliyordum. Sık sık yadsınmasına ve kimi
feministin karşı çıkmasına rağmen çocuklar ve çocuk bakımı, o zamanlar çoğumuz
için büyük anlam taşıyordu. Valerie Charlton’ın 1973’de yazdığı gibi,
"kadınların kurtuluşu, başka şeylerle birlikte çocuk bakımının ve
çocuklarla ilgilenmenin değişik yollarının geliştirilmesinden ayrı
düşünülemez" Feministler, geleneksel kadınlığın ayak bağı olarak gördükleri
şeylere aşırı tepki gösteriyorlardı, ama bizler, bu tepkiyi haklı gösterecek
yeterli acıyı ve burukluğu tatmıştık. Kadınların kurtuluşu hareketi, kadınca
klişelerin, kadınların yaşantılarını ve isteklerini görmezlikten gelip
çarpıttığına inanıyordu. O zamanlar, feministler, erkeklerin ve
"erkekliği"n de çelişmelerle dolu olduğunu görme eğilimindeydi.
Erkekler kadınlara duydukları hayranlığı, gereksinimi ve ilgiyi, kabadayılık,
sindirme ve nefret ile birlikte ifade ediyorlardı. Çok iyi bilinen "erkek
şovenizmi" kavramı değişkendi.
Feministlerin
kendilerini, o zamanlar gelişmekte olan "karşı kültürün" ve solcu,
köktenci, devrimci hareketin bir parçası gibi gördükleri bir sırada, erkeklerin
karmaşık bir topluluk meydana getirdikleri görüşü daha kolay kabul ediliyordu. Erkekler
tipik eril ideallere değişik biçimlerde tepki gösterdiler: Bu, kimi zaman
belirsizlik, kuşku ve (özel yaşamda itiraf edilen) endişe duyguları olarak
ortaya çıktı, kimi zaman da, yine o sıralarda beliren eşcinsel hareketin içinde
olduğu gibi (çokluk, herkesin önünde dile getirilen) açık bir alay ve ret)
olarak. Sheila Rowbotham, o günlerin korkusuz ama biraz büyüklük taslayan
özgüvenini şöyle özetliyor:
Onların
[erkeklerin] cesaretimizi kırmasına izin vermemeliyiz. Biz kendi yolumuza
gitmeliyiz ama onları da birlikte götürmek gerektiğini unutmamalıyız. Onlar çok
yavaş öğrenirler. Bin yıllık mutluluktan sonra kabuklarından yeni çıkmış
yaratıklara benzerler. Hassas, ürkek ve korkaktırlar.
Feministlerin,
erkek gücü ve mevki karşısında direnmeleri de çelişmesiz sayılmazdı. Özellikle,
karşı cinsle ilişki içindeki kadınlar soldaki erkeklerin değişen ölçülerdeki
kişisel gücü karşısında karışık hisler besliyordu. Erkeklerin gücünden
gocunduğumuzu kabul ediyor, alışılmış üstünlüklerini yadsıyorduk, ama bize çekici
göründüklerini de kabul edebiliyor muyduk? Güçlü erkeklere (ve gittikçe artan
ölçüde, güçlü kadınlara) duyduğumuz ilgi, tüm durumlarda katıksız eşitlikçi
ilişkilere duyduğumuz özlem ile çelişiyordu: Güçlülerin çekiciliği karşısında
duyulan bu çocukça ve bilinçsiz arzunun ve ilginin ortaya çıkardığı karmaşık
duygular, bence, birçok feministin daha sonra erkeklere yönelttiği sert ve
tepeden bakan karşı çıkışın nedenlerindendi.
Yetmişlerin
başında, birçok radikal erkek, kadınların kurtuluşu düşüncesi karşısındaki
alaylı ve yadsıyıcı tutumdan çabucak vazgeçip büyüklük taşlaşa da en azından
cesaretlendirici davranmaya başladı. 1971’de Juliet Mitchell’ın yazdığı gibi:
Radikal
erkekler, kadınların kurtuluşu hareketini iğrenç biçimde alaya aldıkları
günleri unutturmak çabasıyla, "bizi de alın" diyen yarı yalvarır yarı
boynu bükük tavrından, "hadi bize yolu gösterin, sizler yeni devrimci
umudumuzsunuz... sizi destekleriz" diyen geri çekilme tavrına uzanan
çeşitli tutumlara girmişlerdir.
"Karşı
kültür" içinde yer alan erkekler başından beri hem kadın kurtuluş
hareketinin hem de eşcinsel kurtuluş hareketinin cinsel politikasını kabul
etmişlerdir. Kendilerini bu politikanın tehdidi altına altında hissetmeyi
reddetmişlerdir. Erkeklerin çoğu feministçe sorumlulukları karşısında isteksiz
davranan kadın arkadaşlarını ciddi biçimde cezalandırmaya bile gitmiştir; kimi
erkek için kurtuluş hareketi, kadınların artık yaşamlarındaki erkeklerden daha
da az şey isteyecekleri anlamına geliyordu! Zaman zaman erkeklerin desteğinin yüzeysel
ve gösterici bir yanı olsa da, kadın hareketinin kampanya çalışmalarına ciddi
destek sağlamıştır. Kimi erkek kadınları dinleyip değişmeye çalışmıştır.
Örgütlü solda kadınların baskı altında tutulması teorik olarak sınıfların baskı
altında tutulmalarının bir yan ürünü olarak görülmüşse de "kadın
hakları" en arkada bile olsa her politik gündemde belirmeye başlamıştı.
O zamanlar
feministlerin çoğu, erkeklerin değişebileceğine ve değişmesi gerektiğine
inanıyordu. Kadınların yaşamlarındaki erkeklerle giriştikleri kişisel mücadele
yetmişlerin başında cinsel politikanın ana hedefi olarak görülüyordu. O
zamanlar, benim gibi erkeklerle birarada yaşayan feministler çokluk başarılı
bir biçimde erkekleri çocuk bakımı ve evişlerini paylaşmaya zorlamak için savaşıyordu.
Örneğin, Kuzey Londra’nın halkçı yerel politikasında birlikte yaşayıp
çalıştığım erkekler, ister kendi çocuklarıyla ister arkadaşlarının ya da
sevgililerinin çocuklarıyla birlikteyken, çocuk bakımına ayırdıkları zamanın
değerini bilmeye başladılar. (Paylaşılan ev içi sorumluluklarında elde edilen
başarının ya da kaçınılmaz başarısızlıkların tarihi henüz yazılmayı
beklemektedir; umarım, sözkonusu çocuklar, bu tarihi bize kendileri sunarlar!)
Tümüyle daha
belirsiz ve kuşkulu bir başarıyla da olsa, feministlerin yakınları olan
erkeklerden tüm cinsel ayrımcı düşüncelerini ve davranışlarını bir yana
bırakmalarını istedikleri doğrudur; başka bir deyişle, erkekler kadınları
öncelikle birer cinsel nesne ve duygusal, fiziksel bir doyum kaynağı görüp öyle
davranmakdan vazgeçmeliydiler.
Andrea Dworkin’in
"erkeklerin sistemli sadizmi" konusundaki görüşlerinin günümüzde bu
ölçüde yaygınlık kazanacağını yeni kadınların kurtuluşu hareketinin başlangıç
döneminde kimse aklının ucundan bile geçirmezdi. Kimi zaman pornografinin
kendisi kadar ateşli bir hal alan Andrea Dworkin’in yazıları, cinsiyetçiliğe
karşı verilen politik mücadeleyi tahrif, eder ve yadsır. Dworkin’in şöyle
yazar:
Kişi
her şeyi bilir, yine de cinsellik ile cinayetin biri olmadan öbürünün olmasını
imkansız ve düşünülmez kılacak biçimde erkek bilincinde içiçe geçmiş
bulunduğunu kabul etmekte güçlük çekebilir. Kişi her şeyi bilir, yine de, en
derinlerde, kadınların ortadan kaldırılmasının erkekler için kimlik ve anlam
kazanma kaynağı olduğunu kabul etmemekte direnebilir.
Kişinin hiçbir
şeyden haberi olmayabilir ama yine de, bu ürkütücü söylemin yanlış ve
korkutacak ölçüde yararsız olduğundan emin olabilir.
Erkeklerin şiddet
duygusu ve bunun zamana bağlı kalmayan, evrensel kaçınılmazlığı konusu,
seksenlerde feminist düşüncenin ve eylemin merkezine yerleşti. Erkeklerin
hiçbir zaman değişmeyeceği, erkek egemenliğinin kaçınılmaz ve altedilemez
olduğu inancı, en azından radikal feminizm çerçevesinde etkin bir görüş
durumuna gelmiştir. Örneğin Angela Hamblin bu gelişmeyi 1982’de şöyle anlatmıştır:
İngiltere’de, değişikliğin gerçekleşebileceği ve bu yüzden
peşinde koşulmaya değer olduğu, radikal feminist çevrelerde azınlığın
görüşüdür... Kadınların baskı altında tutulmasına tek çözüm olarak erkek
çocukların terkedilmesi de dahil tümüyle erkeklerden kopmayı savunan görüşler,
politik değişimi zorlamakta yoğunlaşan daha önceki radikal feminist düşünceyi
ikinci plana itmiştir... Tek tek erkeklerle olan ilişkilerinde değişiklik
sağlamaya ya da oğullarının gelişimini etkilemeye çalışan feministler, dişil
enerjiyi boşa harcamak, kimi durumda da "düşmanla işbirliği" yapmakla
suçlanmıştır.
Eleştirdiğimiz
radikal ve kültürel feminist temaların, günümüz feminizmi içinde
yaygınlaştığının, çünkü birçok kadına yaşamlarında kadın olarak yeni bir güven
ve yaratıcılık duygusu verip birçok erkeğin kadınlara dönük aşağılayıcı, yok
sayıcı ya da baskıcı davranışına karşı duyulan saldırganlığı körüklediğinin
farkındayım. Bu kitabın gelişimi boyunca göreceğimiz gibi bu temalar tanıdığımız
dünyanın en sevgisiz, usdışı ve yıkıcı yanlarının kökten reddine yol açmıştır.
Gene de ben endişe içindeyim, çünkü bu temalar, aynı zamanda kimi etkili ve
ticari yönden başarılı feministlerce geliştirilmiş ve feminizmin geleceği
açısından çok önemli olduğuna inandığım kadın hareketinin yetmişlerdeki
etkinliklerinin çoğunu önemsiz sayan yeni bir politik tasarıma
dönüştürülmüştür. Bu yeni ve sorunlu
feminist tasarım, en etraflıca, Birleşik Devletler’de Mary Daly, İngiltere’de ise Dale Spender tarafından geliştirilmiştir. Sh:18-38
FEMİNİST
BİR SOSYALİZM GÖRÜŞÜ
İngiltere’de
savaş sonrası Keynesçi refah devletine duyulan genel inancı yıkıp yerine
serbest pazar düşüncesini getirmek, aşırı Sağın ve çeşitli baskı gruplarının
yaklaşık otuz yılını aldı. Günümüzün cinsiyetçilik karşıtı sosyalist birliği, o
herkesin üzerinde görüş birliğine vardığı nitelikli, Beyaz, heteroseksüel,
özürsüz erkeklerin emekçi sınıfının temsil ettiği politik yaklaşıma geri
dönemez ve dönmemelidir. Solun da yeni bir sosyalizm görüşüne varabilmesi için
benzer biçimde her şeyi yeniden, temelden ele alması gereklidir. Birçok
sosyalist feminist, böyle bir yenilenmeye, tüm bireylerine bakabilen ama
kadınların dolu dolu ve yaratıcı yaşamlar sürdürmelerini sağlayabilen bir
toplumun nasıl yaratılacağı sorusunu ele alarak başlanması gerektiğini
savunuyorlardı. Kimi sosyalist feministlerle yandaşları, böyle bir toplumu
gerçekleştirmek amacıyla mücadeleye girişmişlerdir. Geleneksel sol ise hâlâ
yeni görüşünü üretmek durumundadır. Ama işçi hareketi ve sol, tüm insan
ilişkilerinin doğasıyla ilgilenen bir feminist görüşü benimsemedikçe, çoğunluğa
hitap etme umudunu hiçbir zaman taşıyamaz.
İngiltere’de
"sosyalizm" 1920’lerin sonundan bu yana iki egemen gelenekle
bağlantılı olmuştur: İşçi Partisinin perderşn hi düzeni ve işçi hareketinin
ekonomizmi. Bunlardan ilki, savaş sonrasında İngiliz sanayinin çeşitli
kollarında uygulanan devletleştirmede örneğini bulur; bu uygulama işgücünün
koşullarını düzeltmiştir gerçi ama işgücünden uzak ve işgücüne kapalı, demokratik
olmayan, yetkeci yönetim yapılarını değiştirmeden olduğu gibi bırakmıştır.
İster Ulusal Sağlık Hizmetlerinde ve okullarda, ister başka devlet dizgelerinde
olsun, aynı katı hiyerarşik yönetim sıralaması yerel yönetimler ve refah
devletinin başka kuramlarınca da benimsenmiştir. Yerel yönetimlerin belediye
meclislerinde (son zamanlarda Solcu işçi belediye meclislerinin getirdiği
değişiklikler yapılana dek) çeşitli yönetim düzeylerinin birbirleriyle ya da
seçimle gelmiş meclis üyeleriyle karşılıklı ilişkisi çok azdı ve çıkarlarını
korudukları halktan tümüyle kopuktular. Bu tür bir sosyalizm ancak işgücünde ve
halkta bir güçsüzlük duygusuyla birlikte amaçları ve hedefleri açısından destek
ya da katılım yerine pek düşmanlık olmasa da ilgisizlik uyandırarak başkaları
adına çalışabilir.
Öte yandan işçi
hareketinin sanayinin ve hizmetlerinin amaçlarını ve doğasını denetlemek için
savaştığı pek olmamıştır; işçi hareketi daha çok kötü durumdaki toplulukların
karşılaştığı tüm öbür toplumsal eşitsizlikleri, karşı çıkmadan, bir yana
bırakarak sermaye ile işçiler arasındaki gelir dağılımı adına savaşmıştır.
Belirli türde grevlerin dışında, işyeri ile dış dünya arasında bağlantı
kurmamıştır. Ama Birinci Dünya Savaşından sonra egemen olan bu bürokratik ve
ekonomistik "sosyalizm", bir zamanlar sosyalist mirasımızın parçası
olduğu görmezlikten gelinen, yarışma içindeki başka görüşlerin meydan
okumasıyla karşı karşıya kalmıştı: Sendikacılık, işçi sınıfı feminizmi ve daha
ütopyacı ve ahlakçı bir sosyalizm, işçilerin çeşitli biçimlerde üretimi
denetlemelerinin, karşılıklı işbirliğinin ve ilginin ve tüm insan ilişkilerinin
dönüşümü üzerinde durmuştur. Günümüzde tüm toplumsal ilişkilere uzanan ve
insanların kendi yaşamları üzerinde daha yoğun bir denetim kurmalarını sağlayan
daha demokratik ve katılımcı bir sosyalist görüşün yinelenmesi için sosyalist
feministlere ve kimi erkek sosyalistlere daha güçlü bir çağrıda
bulunulmaktadır.
Kimi
feministlerle başka radikallerin uğrunda savaştığı bu yeni sosyalizm görüşü,
işyerindeki yaşamımızla evdeki ve toplumsal çevremiz arasındaki ve üretim
üzerindeki denetim ile toplumsal gereksinimler arasındaki bağların
kurulmasından yola çıkar. Toplumumuzda insanlar, kişisel tüketim alanının ve
evin dışında (bu alanlarda da işsizlik ve düşük ücretle sınırlandırılmış
olmakla birlikte) kendi yaşamlarını denetlemekten yoksun bırakılırlar.
Yaratıcılık, yaşamın anlamı ve denetlenmesi, bireysel zevke ve ebeveynlik ya da
aile sorumluluklarıyla zorunluluklara indirgenir. Son yıllarda, kömür madeni
köylerinde yaşayan madencilerle kadınların şiddetle uyarıldıkları gibi
bizlerden beklenen, çalışma yaşamımız ya da toplumsal çevremiz üzerinde hiçbir
denetim hakkına sahip çıkmamamızdır. Ama tutucu düşünce, özel mülkiyeti ve
"aileyi" ne denli yüceltirse yüceltsin Margaret Thatcher, 1985’te
kamu harcamalarında yapılan kısıtlamayı onaylamak için insanın evini
"yeryüzünde bir avuç cennet" diye tanımlamıştır. İnsanlar kişisel ve ailesel olanın dışında bir
anlam ve ait olma duygusuna sahip olmak isterler. (Ne yazık ki, bunu, çoğunlukla
ulusçuluğun en yıkıcı ve gerici yanı ortaya çıkarır, tıpkı Avrupa’nın her bir
yanında ortalığı karıştırıp sonunda, 1985’te Belçika’da Juventus
taraftarlarının ölümüne neden olan İngiliz futbol taraftarlarının yaptığı
gibi.) Artık yaşamlarımızın başka alanlarında öylesine az bir anlama ve ait
olma duygusuna sahibiz ki, tüketim biçimlerinin iletişim araçlarınca
pazarlanması yoluyla isteklerimizin yönlendirilmesi son derece kolaylaşmış,
üstelik şiddetle savunulur hale gelmiştir. Bizlere ortak kimlik biçimi sağlayan
şey modadır.
Bu nedenle yeni
sosyalist görüşün ikinci açısı gerçek bir katılımcı demokrasiyi, işçilerin
yalnızca aldıkları ücretler konusunda mücadele etme hakkına sahip oldukları
değil, yaptıkları işin niteliği ve yöntemleri üzerinde söz sahibi oldukları bir
düzeni içerir; bu düzende hepimizin gerek duyduğu kamu hizmetleri bürokratik
yoldan tepeden denetlenmekle kalmayıp örgütlenmelerini ve yerine
getirilmelerini bir ölçüde denetleyebilmemize izin veren biçimde
demokratikleştirilir. Belediye evleri, eğlence merkezleri, okullar ya da
hastaneler gibi kamusal kaynakların bunlardan yararlananları seçimden,
özerklikten ve denetimden yoksun bırakacak biçimde işletilmemeleri gerekir.
Toplumsal
hizmetler, en iyisi olduğuna inandığımız evdeki bakım hizmetiyle derin ve
acımasız bir karşıtlık içine girmemelidir (ama nedense evlerde şiddet ile
çekilen acıların çokluğu karşısında ev hizmetlerinin kötü yanını görmezlikten
geliriz).
Bizler (tutucu
düşünce açısından ne denli kutsal sayılsa da) yalnızca "ailelerimize"
ait değilizdir, daha doğrusu, kamusal yerleri kullananlarla karşılıklı görüş
alış verişi içinde, değişik gereksinimlerimizi karşılayacak biçimde tasarlayıp
desteklediğimiz ve gözettiğimiz ölçüde sokaklarımızın, mahallemizin, parkların,
kafelerin, tiyatroların, otobüslerin ve dükkanların toplumsal dünyasına ait
olduğumuzu hissetmeliyiz ve bunu yapabilirsek yaşamlarımız zenginleşecektir.
Toplumsal çevreden kopuk ve evin dışında, işyeriyle her türlü ilgiden uzak aile
yaşamında görülen gerginliklere, tekdüzeliğe, eşitsizliklere ve sıkça ortaya
çıkan sömürüye ışık tutan feministler, gereksinimlerine yanıt verecek değişik
türde bir toplum hizmetine yönelik yeni bir sosyalist görüşe katkıda
bulunmuşlardır:
Yaşlı
bakımevleri daha çok apartmanımsı otellere ya da kendi kendini yöneten küçük
topluluklara dönüştürülebilir. Özürlü gençlerin tek başlarına aileleriyle
yaşamaları yerine bir özürlüler bakımevine yerleştirilmeleri daha yapıcı
olabilir. Bir yuva ya da çocukevi, işbirliğine, dostluğa ve çeşitli etkinliklere
dayanan olumlu toplumsal deneyimler sağlayabilir. Aile yaşamına aşırı ölçüde
değer verilmesi, bu gibi başka türden yaşamları değersiz kılar.
Kadınların
"doğayla" ve besleyip büyütmekle olan bağlarını ve hatta erkeklerin
evişlerini paylaşması çağrılarını yücelten yaygın feminist retoriğin bir bölümü
başka feminist mücadeleleri önemsiz kılabilir, çünkü bakım konusunda daha yoğun
bir toplumsal sorumluluk çağrısından ve bireysel evişlerinin yerine geçip bize
kişisel yaşamımızda daha çok seçim hakkı tanıyan toplu kaynakların sağlanması
çağrısından soyutlanmış olarak ortaya çıkarlar. Sağın kamusal kaynakları ve
hizmetleri yıkıp geçmesini yasallaştırmak amacıyla bize sunduğu tek şey olan
”aile"yi, değer verip üzerine titrediğimiz şeylerin bir simgesi sayan görüşe
feministlerin getirdiği eleştiriyi bir yana atacak denli savurgan olamayız.
Michèle Barret ve Mary Mclntosh’un ileri sürdüğü gibi, "eğer aile tekeline almasa
bakım, paylaşma ve sevgi çok daha yaygın olurdu." Aile ideolojisinin dürüstlükten yoksunluğu ve
ikiyüzlülüğüne feministlerce ışık tutulması herhangi bir yeni sosyalist görüş
açısından çok önemlidir.
Sosyalizm üzerine
yeni görüşler, bugüne dek her zaman ve hâlâ da öncelikle İşçi Partisinin ve
işçi hareketinin dışında etkinlik gösteren Soldan gelmiştir. Bunlar, kadın
hareketinin, barış hareketinin, Ford’da ve Lucas Aerospace’dekiler gibi
birleşik işçi kurullarının ve başka alternatif teknoloji ve alternatif iletişim
gruplarının yöntemleriyle amaçlarını temsil ederler. Tümü de katılımcı
demokrasinin iş örgütlenmesine yönelik yeni yaklaşımların ve kamusal
kaynakların kullanımının üzerinde dururlar. Mike Cooley ve Hilary Wainwright
toplumsal gereksinimleri karşılayacak halka dönük bir planlamaya dayanan yeni
tip bir sosyalizm için bu gibi görüşleri ortaya atan en tanınmış iki
eylemcidir. Hilary Wainwright, People’s Plan for Docklands’i (Tersanelere Dönük
Halk Planı) üretenlerle birlikte çalışmıştır. Bu mücadelede birçok erkek işlerini yitirmemek için verdikleri kavgadan
yenik çıkmalarına karşın çoğunluğunu kadınların oluşturduğu yöre halkı
çevrelerinin denetimini ele geçirmek ve ait olmayı istedikleri bir çevre
yaratabilmek için savaşmayı sürdürmektedir. Oysa bu tür bir sosyalizmin büyüyüp
gelişmesine İşçi Partisi ve işçi hareketi içindeki eski sosyalizm görüşleri ile
erkeklerin gücünü ve ayrıcalıklarını koruma konusundaki kararlı tutum engel
oluşturur.
Büyük bölümü İşçi
Partili politikacılarca tasarlanan bildiğimiz tüm devlet hizmetleri, hiçbir
zaman kadınların, ayrı bir cins olarak karşılığında hiçbir güvence ya da destek
görmedikleri bir hizmet olan başkalarına bakma görevinin başlıca sorumlusu
olmalarına karşı çıkamadı. Böylelikle, erkeklerin egemenliği azaltılmak yerine
pekiştirilmiş oldu; bu durum kadınları, toplumsal yaşamda belli başlı yetki
alanlarının dışında bırakmaya ve insanların gereksinimlerinin karşılanmasının
işyerinin dışında tutulmasına yardımcı oldu. Ve amaçları ne denli
"sosyalist" olursa olsun, kapitalist pazarın kendisi gibi kâr için
yapılan üretimin dışında gerçekleştirilen işlerin çözümlemesini yapıp maddi
açıdan değerlendiremeyen tüm ekonomik stratejiler, doğuran ve başkalarına bakma
görevi kendilerine verilenleri sömürmeyen bir toplum yaratamazlar.
Geleneksel işçi
hareketi düşüncesi de eril egemenliği ve başka toplumsal hiyerarşileri güçlendirmiştir.
Ekonomik farklılıkları ve "daha güçlü" sendikaların (nitelikli Beyaz
erkeklerden oluşanların) pazarlık gücünü savunmakla "daha güçsüz"
sendikaların ücretlerini ve koşullarını düzeltmediği bir sır değildir;
gerçekten bunun tersini iddia etmek çok gülünç kaçar çünkü farklı gruplardan
işçilerin ücretleri ve koşulları arasındaki uçurum giderek büyümektedir.
Kadınların yaklaşık on yıldır bas bas bağırdıkları gibi erkeğin getirdiği
''aile ücreti" birçok kadın ve çocuğun gereksinimlerini karşılayamazken
kadınlardan doğru dürüst bir ücreti esirgemeyi her zaman başarmıştır.
Teknolojik robotların hakkından geldiği, bir zamanların güçlü imalat
birliklerinin sayılarının azalması ve becerilerinin yokedilmesiyle işçi
sendikalarının geleneksel uygulamaları giderek ortadan kalkmaktadır. Kadınlar,
TUC Genel Kurulunda hâlâ önemli bir güce sahip değillerdir ve tam gün çalışan
işçi sendikası görevlilerinin yalnızca yüzde beşini kadınların oluşturduğu
sanılmaktadır. Ama bu durum değişene dek işçi hareketinin gelişmeyeceğini
söyleyen kararlı feminist sesi görmezlikten gelmek artık güçleşmiştir. Örneğin,
Ulusal Terziler ve Giyim İşçileri Sendikasının 1986’daki yönetim kurulu üyeliği
seçimlerinde kadınların sayılarını, ondört açık yerin onbirini alarak üçten
onbire çıkartmaları anlamlıdır. (APEX, ASTMS ve Vergi Memurları Birliğinde de
kadınlar yönetimde daha çok yer almışlardır.)63 Angela Coyle, işçi sendikası
hareketi içindeki feministlerin umutlarını şöyle dile getirmiştir:
Kadınlar,
yeni ve daha yaygın bir kitle sendikacılığının öncülüğünü yapacak gizilgüce
sahiptir... Kadınlar yalnızca gelir dağılımını değil, çalışma koşulları,
çalışma saatleri, tüketim ve çocuk bakımı sorunlarını da gündeme getiriyorlar.
Aykırı görünmekle birlikte, kadınların istekleri artık "kadın
sorunları"nın ötesinde daha geniş bir ilgi alanına sahiptir ve işlerin
azlığına, yoksulluğa ve eşitsizliğe karşı oluşturulacak radikal bir stratejiye
temel oluşturabilir.
Cynthia
Cockburn’ün bu listeye ekleyebileceği gibi kadınların sendikalara "katılıp
onları değiştirmeleriyle" birlikte teknolojiye kendileri için sahip çıkmak
amacıyla bağımsız olarak örgütlenmeleri ve alternatif teknolojiler yaratılması
için sol hareketlere katılmaları, teknolojinin "evcilleştirilmesi”ne
yardımcı olup yapmak ve besleyip büyütmek arasındaki bağın yeniden kurulmasına
yardımcı olabilir.
Bence kadınlar,
böyle bir harekete birtakım değişmez dişil niteliklerinden ötürü değil,
işyerindeki sorunların evdeki işleriyle ve etkinlikleriyle doğrudan bağlantılı
olduğundan öncülük edebilirler. Sendika hareketince ciddiye alındıklarında
kadınların maddi çıkarları bu yüzden ücretli iş ile evişi arasında katı
ayrımları koruyan ve mekanik becerilere hizmet becerilerinden daha çok değer
veren varolan emek hiyerarşilerinin bozulmasını önleyen geleneksel işçi
hareketi uygulamalarını derinden sarsacaktır.
Beatrix Campbell
gibi işçi hareketini yalnızca "erkeklerin bir hareketi" olarak
nitelendiren, hiçbir zaman kadınların çıkarı doğrultusunda eyleme geçmediğini
ileri süren feministlere katılmıyorum.
Tüm öbür toplumsal kurumlar gibi işçi
sendikaları da her zaman için erkeklerin egemenliğinde olmuştur ve kaba bir
cinsiyetçilik gütmüştür. Tarihsel olarak kadınları doğrudan dışlamış ve kadınların kavgasını
destekleyememişlerdir; nitelikli emek gücünü korumaları, kadınlara ve azınlık
gruplarına uygulanan ayrımı cesaretlendirici olmuştur. Erkeklerin işyerindeki davranışları, işyerinin
dışındaki davranışlarında da olduğu gibi her zaman sorun yaratmıştır. Bu sorunu
ancak birkaç sendika, ancak kadınların yoğun baskıları sonucunda ciddi olarak
ele almaya yönelmiştir. Öte yandan, erkek sendikacıların kadın işçilerin
çıkarlarını desteklediği (örneğin Ulusal Memur Sendikasının 1890’daki eşit
ücret desteği ile sağlık emekçilerinin 1980’deki kavgasına verilen destek gibi)
ve erkeklerle kadınların elele savaştıkları durumlar da olmuştur. Kadınlar
geçmişte artık başka bir döneme ait görülen, erkeklere verilen bir "aile
ücreti" düşüncesini desteklemişlerdir. Ama artık emek maliyetlerini
düşürmek ve emeği koruma yasalarıyla çok güç kazanılmış başka işçi haklarını
göz ardı edebilmek amacıyla kesin kararlılık içinde yarım günlük düşük ücretli
kadın emeğine yönelen işverenler ve iş pazarının varlığı ve kadınların iş
olanaklarının yarısına sahip çıkmaları göz önünde tutulacak olursa kadınları
güçlendirecek yeni işçi hareketi stratejileri bir cömertlik gösterisi olmaktan
çıkıp ileriye dönük bir zorunluluk haline gelmiştir.
"Bedelini
kadınlara ödetmeden herkesin gereksinimlerini nasıl karşılayabiliriz?" diye soran feminist yaklaşımı bir kez
ciddiyetle ele aldığımızda, toplumun toptan değişimini kendimize amaç edinmiş
oluruz. Yerel yönetim yayınlarında karşımıza çıkan feminist yazılardan, örneğin
Büyük Londra Meclisi Sanayi Stratejisinde olduğu gibi böyle bir görüşün resmi
olarak onaylanmış bir ön incelenmesini görürüz:
Bu son derece
temel insanlık sorunu toplumun her kesiminde işbölümünün ve çalışmanın
ödüllendirilmesi, ücretli çalışma saatleri, becerilerin değerlendirilmesi ve
öğretilmesi konularında kesin kökten değişimler gerektirir... Ücretli iş ile
evdeki bakım arasındaki ilişkinin değiştirilmesiyle her ikisinin de insancıl
öğeleri biraraya getirilebilir ve ezici yönleri aza indirgenebilir. Belki de
işin, yaratıcılığının ve bakımın anlamlarının dönüşüm geçirdiği ve böylece işin
ağır ve sıkıntılı olmadığı, yaratıcılığın gözde bir azınlığa yönelmediği ve
bakımın tek bir cinsin sorumluluğu sayılmadığı bir gelecek oluşturabiliriz.
Sendikaların
gücünü yitirdiği, ilerlemenin yavaş ve zorlu olduğu bir dönemde kadınları
sendika politikasında daha etkin bir biçimde yer almaya zorlamak tuhaf
görünebilir. Ama bu düşüş Su Kazanı Yapımcıları Sendikasına (İngiltere’nin
ikinci büyük genel sendikası) başkan seçilen John Edmonds gibi kimi sendika
önderlerini sendikaların bazı yeni öncelikli konularla, "eşit haklar"
sorunuyla ve "işçilerin işyerinin içinde olduğu kadar dışındaki
haklarıyla" ilgilenmeleri gerektiğini savunmaya yöneltti. Böyle bir yeni
sendika anlayışı ile kadınlara yetki tanıyan, değişen uygulamalar arasındaki
uçurum hâlâ çok büyüktür, ama feministlerin güvenle üzerinde hak iddia
edecekleri bir alan yaratır. Kadınların işyerindeki mücadelesi, yaşamımızın her
alanındaki eril egemenlik kültürüne ve alışkanlıklarına karşı verdikleri
kavgadan daha önemli değildir, ama belediye meclislerinin içinde ve çevresinde
verilen mücadeleleri gibi kadınların yerleşik politik tartışmanın ve eylemin
içinde yer almalarının başka bir yoludur.
Eril egemenliğe
karşı verilen kavgayı sosyalizm kavgasının bir parçası haline getirmek amacıyla
merkeze doğru ilerleyen feministler, toplumsal alan politikası (eşitlik sorunu)
ile kişisel yaşam politikası (kadınların deneyimlerini anlayıp
değerlendirebilmek) arasında denge kurabilme sorunuyla yüz yüze gelmişlerdir.
Ama bir zamanlar kadın hareketinin sorunu, kişisel konuların nasıl politik hale
getirilebileceğiyken, şimdi sorun tersine dönmüş, feministleri işin politik
yönünün kişisel yönünü önemsiz kılmadığını savunmak zorunda bırakmıştır. Alman feminist
Barbara Sichtermann’ın ileri
sürdüğü, benim de katıldığım gibi günümüzde “dünyasal ve geleceği belirleyici boyutlardaki çelişkiler, birer gönül
meselesiymişçesine ele alınıyor.” Eğer bizler savaşımızı kazanmak
istiyorsak, kadınlara gereken çözüm bu değildir.
Kültürel
feministler, eşitlik için politik eyleme girme konusunun üzerinde durmanın ve
erkeklerin egemenliğindeki politik kuruluşlara katılmanın, kadınların
kendilerine özgü deneyimlerinin ve değerlerinin ifadesini kaçınılmaz olarak
çarpıtıp yok edeceğinden ve belki de kadınları daha saldırgan, daha hırslı yapacağından,
erkeklere benzeteceğinden korkuyorlar. (Oysa kadın konferanslarından bildiğimiz
gibi bir kez kendilerini daha güçlü hissetmeye başladıklarında kadınlar da aynı
erkekler gibi atılgan ve hırslı olabiliyorlar.) Ama eğer başarıya ulaşmak
isteniyorsa, erkeklerin egemenliğindeki politik yapıların içinde çalışmak
kadınların bağımsız olarak örgütlenmelerini engellemez, engellememelidir.
Başarıya ulaşan herhangi bir feminist kavga, politik meydanların içinde ya da
dışında, kadınların erkeklerle olan ilişkilerini değiştirmeye başlıyor ister
işyerinde, ister evde ya da genelde toplum içindeerkeklerin kadınlara egemen
olmalarını sağlayan koşulları değiştiriyor. Birkaç ayrıcalıklının ötesinde
tüm kadınlara ulaşan bir feminist politika, gelir, kaynaklar ve kaynakların
kullanımı gibi maddi eşitsizliklerle ilgilenmelidir. Bu da, her ne kadar
yıpratıcı ve yavaş olursa olsun, devletin içinde ve çevresinde mücadele vermek,
sendika çevresinde çalışmak demektir. Bu gibi mücadeleler cinsel politika ve
ideoloji açısından eşit derecede önem taşır çünkü bunlar kaçınılmaz olarak
birbirleriyle bağlantılıdır: Ekonomik bağımsızlığı olan kadınlar, kaba saba bir
adamı bırakmak, isterlerse lezbiyen bir yaşam tarzını benimsemek ve anne olmaya
ne zaman ve nasıl karar vermek gibi kimi seçimleri daha kolay yaparlar.
Kadınlarla
erkekler arasındaki en büyük ayrım toplumsal eşitsizlikken kadınların
erkeklerden farkını korumak için toplantı alanlarından uzak durmanın
gerektiğini ileri sürmek, dışlanmayı ve geri planda bırakılmayı geliştirecek
erdemlerle değerlerin korunmasını önermek demektir bu da pek öyle yüceltilecek
bir şey sayılmaz. Erkeklerin kadınlarla ilişkilerinde ve onlar karşısındaki
ayrıcalıklarında yeni gedikler açılmaktadır. Bu gediklerin derinleşmesiyle
feministler, kendimiz ve başkaları adına istediğimiz geleceğin yaratılmasına
katkıda bulunmak için kadınları güçlendirmeye çalışabilirler.
Stratejik açıdan
bunun anlamı şudur: Feministler, asgari ücret, daha kısa "çalışma
saatleri", evde bakacak bir bağımlısı olanlar için izin ve bağımsız bir
gelir için savaşmalıdırlar. Bu, kadınların, özellikle dışlandıkları işlerde
çalışabilmelerini sağlayacak biçimde eğitilmeleri, desteklenmeleri ve
görevlendirilmeleri demektir. Bu, devletin sanayi alanına yaptığı para
yardımının ve müdahalenin değiştirilip toplumsal gereksinimleri karşılayacak
işlerin yaratılması ve erkeklere özgü etkinliklere kadınlarınkinden daha çok
değer veren ve bunları daha çok ödüllendiren yerleşik kavramların yeniden
değerlendirilmesi demektir.
Somut olarak bu,
kadınların İşçi Partisi ve TUC’de gerçek güce sahip olmaları, ama temel olarak
bu kurumlan dışardaki radikal kadın gruplarının etkinliklerine açan
politikaları yaratıp desteklemelerinin de çok önemli olduğu anlamına gelir.
Sağlık ve ulaşım alanlarındaki kadınların, madenlerin kapatılmasına karşı olan
kadınların ya da kurumlaşmış ırkçılıkla savaşan kadınların eylemlerinde
gözlemlediğimiz gibi sosyalizmle ya da herhangi bir ilerici tasarımla yeni
düşünceler bu gibi etkinliklerden doğmuştur. Yerleşik güç hiyerarşilerinin en
dibinden en tepesine yol alabilmemiz için feminist görüşlere gerek vardır.
İdeolojik olarak
bu, egemenlik ve boyun eğme kavramlarını dile getiren ve heteroseksüel erkeği,
"insanlığın" temel, kendini kanıtlamış ve yetkili temsilcisi sayan,
erillik ve dişillik konusundaki tüm varsayımlarımıza meydan okumak anlamına
gelir. Ve bu da bizi alıp cinselliğe, şiddete ve kişisel olanın politikasına
geri götürür: Bu politika bağlamında, üreme yoluyla tanımlanmış, erkeklerin
kullanımına açık, edilgen bir meta durumuna indirgenmiş kadın bedeninin ve
falus yoluyla tanımlanmış kadınları zorlayan ve ezen bir erkekliğin simgasi
olarak kullanılan erkek bedeninin uyandırdığı arzuların aıtık yeniden
biçimlendirilmesi gerekir. Belki o zaman, kadınlarla erkekler, isteğin hem
nesnesi hem de öznesi olarak çocukluklarında aldıkları zevklerin yeniden tadına
varabilir, kısıtlayıcı ve zorlayıcı cinsel saplantılarından sıyrılıp karşılıklı
cinsel beraberliklere girebilirler.
İşçi Partisinin
bugünkü yönetiminin ve işçi sendikalarının bu değişikliklerin
gerçekleştirilmesi için pek bir şey yapmadıkları doğrudur. Ama yine de düş
gücüne ve taraftara sahip Ken Livingstone gibi önderler bu değişimin
gerekliliğinden emindir:
Ben İşçi
Partisinin neredeyse tümüyle işi olan Beyaz erkek işçilere açık olmasını her
zaman için bir güçsüzlük saydım. Kendi görüşüme göre toplum bu temele dayanarak
değiştirilemez. Nitelikli ve niteliksiz
işçilerden, işsizlerden, kadınlardan ve Siyahlardan olduğu kadar cinsel yönden
baskı gören azınlıklardan da oluşan bir koalisyona gerek vardır... Bu da
değişmemiz anlamına gelir: Ben kadın hareketini, yalnızca oy toplamak amacıyla
desteklemeye yönelik çıkarcı girişimlere karşıyım. İşçi Partisi kadınlara kulak
verip kendini değiştirmelidir.
Livingstone’un
politikası ve Büyük Londra Meclisinde çalışanların çoğunun tasarıları,
sosyalist gündemde doğru dürüst yer almamıştır. Ama sosyalizmin tek umudu
gündeminde bunlara yer vermektir.
Öte yandan,
feministler de kavgalarının bir bölümünün erkeklerle işbirliğine girip toplumsal
eşitsizlikleri ve varolan kapitalist ekonomilerin tehlikeli ve yıkıcı
teknolojilerini dönüştürmeyi gerektirdiğini kabul etmelidirler. İster İşçi
Partisi içinde ve sendikalarda, ister bağımsız, Siyah, antinükleer, çevreci,
ırkçılık karşıtı hareketlerde ya da başka ileri toplumsal hareketlerde ve sol
gruplar içinde olsun, erkeklerle birarada ve erkeklere "karşı"
politik eylem, feministlerin izlemesi gereken şemsiye stratejidir. Ne de olsa
kişinin bir alanda en yakın işbirliğine girdiği tarafın, başka bir alanda
birinci sıradaki ve bunun sonucunda en rahatsız edici karşıtları olmasının
tuhaf bir yanı yoktur.
Kadınları özsel olarak erdemli,
erkekleri ise özsel olarak erdemsiz gören "yeni feminizm" in gerçek
sorunu, ilerici güçlere hizmet ettiği ölçüde gerici güçlere de hizmet
vermesidir. Margaret Thatcher, kadınların kendilerine özgü niteliklerine
değinerek kendi dürüstlüğünü, içtenliğini ve duygu derinliğini ileri sürer.
Benim bu kitabı
yazdığım üç yıl içinde, radikal ve sosyalist feministler arasındaki en şiddetli
çatışmalar sona ermiştir, bu başka Avrupalı feministlerin de bildirdiği bir
değişimdir. Bu kitabın sayfalarında feministler arasında varolan bu gibi ve
benzeri çatışmaları sergilemeye çalıştım; bunu çatışmayı yeniden canlandırmak
için değil ama anlaşmazlıklarımızı yok saymak yerine göz önüne almak ve bunu
yaparken farklı feminizm türlerinin hangilerini paylaşıp destekleyebileceğimizi
görmek için yazdım.
Son yıllarda feministleri uğraştıran cinsellik, annelik ve ulusçu
saldırganlık gibi konular, ilerici bir kadın hareketi sayesinde
dönüştürülebilir ama bu, ancak, bu gibi konuları Üçüncü Dünya’da sömürgeciliğe
karşı savaşanları destekleyen antikapitalist bir uluslararası
hareketin daha geniş politik arenasına taşıyan bir çözümlemeye varmakla
gerçekleşebilir. Bu çözümleme, kadınların bugüne kadar birer kadın olarak
yaşamları boyunca karşı karşıya kaldıkları çelişkileri ve karşıtlıkları
görmezlikten gelmek yerine açığa çıkaracaktır. Kadınlık hiç değilse bir bölümüyle, her zaman için kendisiyle
uyuşmazlık içinde, değişken, çelişkili ve heterojen olmuştur; sınıf, ırk, yaş,
cinsel konum ve bireysel özgeçmiş açısından farklı anlatımlara bürünmüştür. Aynı şey erkeklik
için de geçerlidir. Tek başına
dünyayı değiştirecek ya da kurtaracak, bütünleştirici bir kadın yaşantısı
yoktur; erkeklerin olduğu gibi kadınların da
uluşculuğu bunu yıkmak için harekete geçirilebilir.
Gelecek kadın
değildir. Ama feminizmin sosyalizmi dönüştürüp erkeklerin kadınlar
üzerindeki gücüne son vererek geleceğin kurulmasındaki rolü büyüktür.
Sh:302-314
Kaynak: Lynne SEGAL, Gelecek
Kadın mı?, Özgün Adı: Is the Future Female trc: Suğra Öncü, AFA-Kadın: 11
AFA-Yayınları: 100, Ocak, 1990, İstanbul
Önceki Yazı
« Prev Post
« Prev Post
Sonraki Yazı
Next Post »
Next Post »
Yorumlar
Yorum Gönder