Print Friendly and PDF

METATRON DÜNYA KRALLIĞI

|





Kıyamet işçileri Ülkesi AGARTA’nın Öyküsü
René GUÉNON

BATI DÜNYASINDA "AGARTA" HAKKINDAKİ BİLGİLER

http://www.worldwisdom.com/uploads/authorphotos/Guenon/Guenon-author-pg-image-5.jpg
Saint Yves D'Alveydre'in, ölümünden sonra yayınlanan ve ilk baskısı 1910 senesinde yapılmış olan "Hint Misyonu" adlı eserinde Agarta ismiyle anılan esrarengiz bir inisiyatik merkezin tanımı yapılmaktadır. Bu kitabı okuyanların pek çoğu, anlatılanların tamamen hayal ürünü ve hiçbir gerçeğe dayanmayan bir tür kurgudan ibaret olduğu kanısına vardı­lar. Aslına bakılacak olursa, metnin içinde, en azından dış görünümlere önem verenleri yanıltacak ve böyle bir fikir edinmelerine neden olacak türden, inanılmaz denebilecek öğeler bulunmaktadır. Ve hiç şüphesiz, Saint Yves'in de, ol­dukça uzun bir süre önce yazmış olduğu bu eseri yayınlama­mak için birtakım haklı sebepleri vardı. O zamana kadar Av­rupa'da Agarta'dan ve reisi olan Brahmatma'dan, pek de ciddîye alınamayacak olan Louis Jacolliot (1) isimli bir yazarın dışında söz eden olmamıştı. Biz bu yazarın, Hindistan'da kaldığı dönemlerde bu konulardan söz edildiğini duymuş, sonra da bunları kendi zevkine göre düzenleyip aktarmış ol­duğunu düşünüyoruz.
http://upload.wikimedia.org/wikipedia/commons/e/eb/Ferdynand_Ossendowski.jpg
Ancak, 1924 senesinde yeni ve bek­lenmedik bir şey oldu: Ferdinand Ossendowski'nin, içinde 1920 ve 1921 senesinde Orta Asya boyunca yaptığı o son de­rece hareketli ve macera dolu yolculuğu anlattığı "Hayvan­lar, İnsanlar ve Tanrılar" adlı kitabı piyasaya çıktı ve kitabın özellikle son kısmında, Saint Yves’in anlattıklarının hemen hemen tamamen aynısı olan bazı bilgiler aktarılıyordu. Ve bu kitabın kopardığı gürültü bize göre Agarta sorunu üze­rinde süregelen sessizliğin en sonunda bozulmasına ve ko­nunun üzerine eğilinmesine neden olmuştur.
http://img.kitapyurdu.com/ImageServer/index.php?resimkod=64526&boyut=300&sayfa=340&en=13,5&set=0
Şüpheci veya art niyetli kişiler Ossendowski'yi Saint Yves’in eserinden çalıntı yapmakla suçlamakta gecikmedi­ler ve bunun ispatı olarak da, her iki eserdeki benzer bölüm­leri öne sürdüler. Aslında, kimi zaman en ince detaylara va­rıncaya kadar birtakım şaşırtıcı benzerlikler bulunduğu da bir gerçektir. Saint Yves'in eserindeki en inanılmaz görünen açıklamalardan biri öncelikle, dünyanın her noktasına, kıta­ların ve hatta okyanusların bile altına uzantıları bulunan ve bunlar vasıtasıyla yeıyüzünün tüm bölgeleriyle ilişki kuran bir yeraltı dünyasının mevcut olduğu iddiasıdır. Bizzat Saint Yves'in kendisi bu iddiada bulunmaktadır; halbuki Ossendowski böyle bir iddiada bulunmamakta, ancak, bunu kendisine, yolculuğu sırasında karşılaştığı çeşitli insanların söy­lediklerini belirtmektedir.
Dikkat çekici bölümler arasında "Dünyanın Kralı"nın, selefinin mezarı önünde bulunuşunu tasvir eden bölüm, Bohemyalıların (çingenelerin) kökenleri hakkındaki ve onların eskiden Agarta'da (2) yaşamış olduklarına ilişkin bölüm ve daha birçok diğerleri vardır. Saint Yves, yeraltında "Kozmik Sırlar" ayini yapıldığı zaman çöldeki tüm yolcuların durduk­ları, hatta hayvanların bile tamamen sustukları bazı "an"lar olduğundan bahsetmektedir. (3) Ossendowski ise, bu toplu huşu anlarından birini bizzat yaşamış olduğunu vurgula­maktadır. Özellikle garip bir rastlantı sonucu, her iki eserde de, günümüzde artık kayıp olan ve üzerinde olağanüstü in­sanlar ve hayvanların yaşadıkları bir adanın hikâyesi yer al­maktadır:
http://upload.wikimedia.org/wikipedia/commons/thumb/8/8b/Saint-Yves_d-Alveydre.jpg/220px-Saint-Yves_d-Alveydre.jpg
Saint Yves, Sicilyalı Diodor'un İambule yolculuğunun bir özetini verirken, Ossendowski de, Nepalli eski bir Bu­dist'in yaptığı yolculuktan bahseder; ancak, her ikisinin ak­tardıkları nitelikler de birbirlerine çok yakındır. Şayet bu hikâye hakkında birbirinden çok uzakta bulunan kaynak­lardan çıkan iki rivayet var ise, bunları bulmak ve hassas bir şekilde birbirleriyle kıyaslamak bir hayli enteresan olacak­tır.
Tüm bu yaklaşımları belirtmeye özen gösterdik; ancak bunların, aktarılanların gerçekliği hakkında bizi tam anla­mıyla ikna ettiklerini söylemek yanlış olur. Kişisel kanaati­mizin de burada bir tartışma konusu olmasına gerek yoktur. Ossendowski’nin bizzat tanıklığına dayanarak aktardıkla­rından bağımsız olarak biz de diğer kaynaklardan biliyoruz ki, bu hikâyeler Moğolistan ve tüm Orta Asya'da gayet yay­gındır. Ayrıca tüm toplumların geleneklerinde de buna ben­zer unsurların yer aldığını belirtmek yerinde olur. Diğer ta­raftan, şayet Ossendowski Hint Misyonu’ndan bir bölümü kopya etmiş ise, onun, bazı önemli bölümleri niçin almadığı­nı, ayrıca niçin bazı kelimeleri değiştirmiş, örneğin Agarta yerine Agarti yazmış olduğunu açıklayabilmek zordur. Keli­melerdeki bu fark, onun Moğol kaynaklarıyla ilişki kurmuş olduğunu göstermektedir; halbuki 'Saint Yves'in elde ettiği bilgiler Hint kaynaklıdır (biz bu zatın en azından iki Hindu ile temas hâlinde bulunmuş olduğunu biliyoruz) (4). Ossendowski'nin, inisiyatik hiyerarşinin reisini niçin "Dünyanın Kralı" diye tanımladığını da anlayamıyoruz. Çünkü Saint Yves’in eserinde böyle bir unvana rastlanmaz. Bazı bölümle­ri kopya etmiş olduğu, sözgelimi olarak kabul edilse bile Ossendowski, kimi zaman Hint Misyonunda yer almayan ve kendisinin de icat etmiş olması imkânsız olan şeyler söyle­mektedir; çünkü fikirler Ve doktrinlerden çok politikayla ilgi­lenmiş ve ezoterizme ilişkin hemen hemen hiçbir şey bilme­yen bir şahıs olarak kendisi de, aktardığı bilgilerin kıymet ve önemini kavrayabilmekten uzaktı. Örneğin, eskiden ’’Dün­yanın Kralı" tarafından Dalay Lama'ya gönderilmiş, ardın­dan Moğolistan'da Urga'ya götürülmüş ve bundan yaklaşık yüz sene önce de ortadan kaybolmuş olan "kara taş"ın hikâ­yesi gibi... (5). Pek çok geleneklerde "kara taş"lar önemli bir role sahiptir; Kibele'nin sembolü olanından Mekke'de Kâbe’ ye yerleştirilmiş olanına varıncaya kadar (6)... İşte, başka bir örnek daha: Urga'da ikamet eden Bogdo Han ya da 'Yaşayan Buda", diğer kıymetli şeyler arasında, Cengiz Han’ın, üzerinde bir svastika işareti kazılı olan yüzüğünü ve "Dünyanın Kralı"nın mührünü taşıyan bakır bir levhayı da muhafaza et­mektedir. Ossendowski bu iki şeyden yalnızca ilkini görmü­şe benzemektedir; ancak İkincisinin varlığını tasavvur et­mek kendisi için hayli zordu; öyle olmasaydı burada, doğal olarak bir altın levhadan bahsetmek aklına gelmez miydi?
Bu birkaç başlangıç gözlemi amacımız bakımından yeterlidir, çünkü her türlü polemiğe ve şahsî meselelere tamamen yabancı kalmak durumundayız. Şayet burada Ossendowski ve hatta Saint Yves'den söz etmişsek bunun tek sebebi onla­rın, kendilerine ait olmayan ve kıymeti de, tıpkı şu alanda söz konusu edilemeyecek olan bizim kişiliğimiz gibi onların da kişiliğini aşıp geçen görüşlere bir hareket noktası vazifesi görmüş olmalarıdır. Onların eserleri hakkında gereksiz bir "metin eleştirisi" içine dalmak istemiyoruz. Bizim asıl amacı­mız, bildiğimiz kadarıyla henüz hiçbir yerde verilmemiş olan ve Bay Ossendowski'nin "sırların sırrı" adını verdiği şeyi bir ölçüde aydınlatmaya yardımcı olacak bilgileri getirmektir (7).

KRALLIK ve YÜKSEK RAHİPLİK
http://www.elblogalternativo.com/wp-content/uploads/2012/12/agharta.jpg
En yüksek, en eksiksiz ve en katı anlamıyla ele alındı­ğında "Dünya Kralı" unvanı, adına çeşitli biçimler altında es­ki toplumların pek çoğunda rastladığımız ilksel ve evrensel Kanun Yapıcı (Yasa Koyucu) Manu'ya tam uymaktadır. Buna ilişkin olarak Mısırlılar'da Mina ya da Menes, Keltler'de Menı ve Yunanlılar'da da Minos (8) ilk akla gelenlerdir. Zaten bu isim, tarihî bir kişiliği ya da efsanevî bir kahramanı da belirti­yor değildir; onun temsil ettiği, gerçekte bir prensiptir: Saf ruhsal ışığı ve dünyamızın ya da bizim varoluş devremizin şartlarına özgü Kanunu (Dharma) yansıtan Kozmik Zekâ'dır; ve aynı zamanda, düşünen varlık olarak bilhassa saygı gör­mekte olan insanın (Sanskritçe'de Manava) arşetipidir.
Diğer taraftan şunu da öncelikle belirtmek gerekir ki bu prensip; kendisi vasıtasıyla ilksel bilgeliğin çağlar boyunca onu alabilecek kapasitede olanlara ulaştığı, kökeni "beşerî olmayan" (apaurusheya) ve kutsal tradisyonun deposunu bütünüyle muhafaza etmekle görevli bir organizasyonun yeryüzü âleminde kurmuş bulunduğu bir ruhsal merkez ta­rafından tezahür ettirilmekte olabilir. Hemen hemen Manu’nun bizzat kendisini temsil etmekte olan böyle bir organi­zasyonun lideri pek tabiî olarak onun unvanım ve nitelikleri­ni de taşıyabilir ve hatta fonksiyonunu yerine getirebilmesi için ulaşmış olması gereken bilgi seviyesi açısından o, tıpkı beşerî bir ifadesi gibi olduğu ve karşısında kendi kişiliğinin ortadan kalktığı o prensip ile özdeşleşmektedir. Saint Yves'in belirttiği gibi, şayet bu merkez, yani Agarta, eskiden Ayodhya'da (9) yerleşmiş bulunan ve kökeni de şimdiki devrenin Manu’su olan Vaivasvataya kadar uzanan antik "güneş ha­nedanının mirasını devralmış ise, aynı durum onun için de söz konusudur.
Daha önce de belirtmiş olduğumuz gibi Saint Yves, Agarta’nın en yüksek liderini "Dünyanın Kralı" olarak tasarlamayıp onu tıpkı bir "Papa" gibi takdim eder ve ayrıca, biraz fazlaca batılılaştırılmış bir anlayış ürünü olarak onu "Brah­man Kilisesi"nin başına yerleştirir (10). Bu son aktardıkları­mızı bir tarafa bırakacak olursak; aslında Saint Yves'in söy­ledikleri, bu açıdan Ossendowski’nin kendi köşesinde söyle­diklerinin bir tamamlayıcısı olmaktadır. Her ikisi de kendile­rinde hâkim olan eğilimlere ve uğraşılara en doğrudan cevap veren görünümleri fark etmişe benzemektedirler. Çünkü bu­rada gerçekten de aynı zamanda hem krallık hem de rahiplik gibi bir çifte kudret söz konusudur.
"Yüksek Rahiplik" (Pontifical: Ruhanî reisliğe, papazlı­ğa ait olan) karakteri, kelimenin en gerçek anlamıyla inisiyatik hiyerarşinin liderine aittir ve bu da bir açıklamayı gerektirmektedir: Pontifex (Pontifeks) sözcüğünün tam karşılığı "köprüler kurucu"dur ve Romalılar tarafından kullanılan bu unvan, kökeni bakımından bir tür "masonik" (masonluğa ait) bir unvandır. Ancak sembolik bakımdan, "bu dünya ile yüksek âlemler arasındaki iletişimi kurarak aracılık fonksi­yonunu yerine getiren” anlamına gelmektedir (11).
"Göksel Köprü" olan gökkuşağı, "yüksek rahipliğin" do­ğal bir sembolüdür ve tüm tradisyonlar (gelenekler) ona birbirleriyle tamamen bağdaşan anlamlar vermektedirler: İbraniler'de Tanrı'nın, halkı ile birleşmesinin bir güvencesidir; Çin'de Gök ile Yer'in birleşmesinin bir işaretidir; Yunanis­tan'da "Tanrıların Habercisi" İris’i temsil etmektedir; hemen hemen her yerde, İskandinavyalılar'da olduğu gibi, Persler' de ve Araplar'da, Orta Afrika'da ve Kuzey Afrika'nın bazı halklarına varıncaya kadar bu, duyularla algılanabilen âle­mi duyularla algılanamayan âleme bağlayan köprü anlamı­na gelmektedir.
Diğer taraftan rahiplik ve krallık gibi iki kudretin birleş­mesi, Latinler'de Janus'un sembolizminin belirli bir görü­nümü tarafından temsil edilmekteydi. Gerçekte bu, hayli, karmaşık ve çok çeşitli anlamlara sahip bir sembolizm idi. Altın ve gümüş anahtarlar, bunların karşılığı olan iki inisiyasyonu temsil ediyorlardı (12). Hindu terminolojisini kullanmak gerekirse, buna Brahmanlar'ın ve Kşatriyalar'ın yo­lu denebilir; ancak, hiyerarşinin en tepesinde her birinin yetkilerini ve görevlerini karşılıklı olarak çekip aldıkları or­tak bir prensip vardır; demek ki bu, onların dahil oldukları sınıflandırmanın dışında kalan bir şeydir; Çünkü orası, onla­rın kendi alanlarında uyguladıkları yasal otoritenin kayna­ğıdır ve Agarta inisiyeleri de atmamadırlar, yani "kastların üstündedirler". (13)
Orta Çağ'da, otoritenin birbirini tamamlayıcı durum­daki iki görünümünün kayda değer biçimde birleştirilmiş ol­duğu bir ifade mevcuttu: O devirde sık sık "Rahip Jean (Jan) Krallığı" adı verilen esrarengiz bir ülkeden söz edilirdi (14). O zamanlarda, bu söz konusu merkezin "dış örtü" olarak ta­nımlanabilecek olan kısmı büyük ölçüde Nasturîler (ya da doğru veya yanlış, böyle tanımlanmış olanlar) ve Sabiîler (15) tarafından oluşturuluyordu ve bunlardan Sabiîler, ken­dilerine Yahya'nın Mendayyeh'i, yani "Jean'ın Müritleri" adı­nı veriyorlardı. Bu hususta hemen şunu da belirtmeliyiz ki İsmailîler'den ya da diğer bir ifadesiyle "Dağın İhtiyarı"nın müritlerinden Lübnan'ın Dürzîleri’ne varıncaya kadar çok kapalı bir karaktere sahip Doğulu grupların pek çoğunun, tıpkı Batının şövalyelik tarikatları gibi, "Kutsal Toprakların Muhafızları” unvanını taşımaları da hayli ilginçtir. Bunun ne anlama gelebileceği ileriki satırlarda daha iyi anlaşılacak­tır. Saint Yves, "Agarta'nın Tampliye Şövalyeleri" ifadesini kullandığı zaman, belki kendisinin de farkında olmadığı çok doğru bir sözcük bulmuş oluyordu.
Kullanmış olduğumuz "dış örtü" ifadesinin bir şaşkın­lık yaratmaması için, şövalyelere özgü inisiyasyonun esas itibarıyla bir Kşatriyalar inisiyasyonu olduğuna dikkat et­menin. gerekliliğini de belirtmeliyiz. Bu da, diğer hususların yanısıra burada esas rolün, Sevgi'nin sembolizmine ait oldu­ğunu açıklamaktadır (16).
Aynı zamanda hem rahip hem de kral olan bir kişi kav­ramı, Hristiyanlığın kökeninde bulunmasına ve "Maj-Kral­lar" tarafından da çarpıcı bir şekilde temsil edilmiş olmasına rağmen yine de Batı dünyasında pek yaygın değildir. Orta Çağ'da bile, en yüksek kudret ve egemenlik (en azından dış görünüşlere göre), Papalık ve İmparatorluk arasında ayrıl­mıştır (17). Böyle bir ayrılık, üst kısmı eksik olan bir organi­zasyon olarak ifade edilebilir; Çünkü burada, her iki kudretin de kaynaklandığı ve de bağlı bulunduğu bir ortak prensip belirmemektedir; demek ki gerçek yüksek kudret başka bir yerde bulunmaktadır. Doğuda ise tersine olarak, hiyerarşi­nin kendi tepesinde böyle bir ayrılık durumu, oldukça ender bir olaydır ve bu türden bir şeye ancak, bazı Budist kavram­larda rastlamak mümkün olabilir. Sakya-Muni'nin, bir an gelip de ikisi arasında bir seçim yapması gerektiğinde, Buda ile Şakravarti (Chakravarti) ya da "Evrensel Hükümdar"ın (18) fonksiyonları arasında ortaya çıktığı iddia edilen uyum­suzluğu ima etmek istiyoruz.
Şunu da belirtmek yerinde olur ki,/Budizm'e özgü hiçbir özel yanı bulunmayan Şakravarti terimi, Hindu tradisyonunun verilerine göre Manu'nun ya da temsilcilerinin fonksiyorlarını ifade etme açısından gayet uygundur: Bu sözcüğün tam karşılığı "çarkı döndüren"dir; yani her şeyin merkezinde bulunan ve kendisi harekete katılmaksızın bunların hare­ketini yöneten ya da Aristo'nun deyimi ile, "hareketsiz devindirici”dir (19).,
Dikkatleri özellikle şu nokta üzerine çekmek istiyoruz: Burada söz konusu edilen merkez, bütün tradisyonların sembolik olarak "Kutup" diye tanımlamada birbirleriyle ta­mamen uzlaşmış oldukları sabit noktadır. Çünkü, Keltler'de olduğu gibi, Kaldeliler'de ve Hindular'da da, genellikle çark (tekerlek) ile temsil edilmiş olan âlemin dönüşü, onun çevre­sinde gerçekleşmektedir (20). Bu da, Uzak Doğu’dan Uzak Batı'ya kadar her tarafa yayılmış olduğu görülen suastika işaretinin gerçek anlamını oluşturmaktadır (21) ve bu, esas olarak "Kutup işareti"dir ve onun gerçek anlamı da günü­müz Avrupası'nda hiç şüphesiz, şimdi ilk defa bu satırlarda tanıtılmaktadır. Çağdaş bilginler bu sembolü en fantaziye dayalı kuramlarla boş yere açıklamaya çalışıp durdular; bunlardan birçoğu, âdeta bir tür sabit bir fikir tarafından musallat olunmuşçasına, diğerlerini olduğu gibi onu da "gü­neşsel" (22) bir işaret olarak görmek istediler; halbuki kimi zaman böyle bir işaret olmuş olsa bile, bu ancak kaza eseri olarak ve niteliği saptırıldığında meydana gelmiş bir durum­dur. Diğer bazı kişiler ise, svastika'yı hareketin sembolü ola­rak yorumlamakla gerçeğe çok daha fazla yaklaşmış oluyorlardı. Ancak, bu yorum yanlış olmasa bile yine de epeyce ye­tersiz kalmaktadır, Çünkü burada söz konusu olan herhangi bir hareket değil, bir merkezin ya da değişmez bir eksenin çevresinde gerçekleşen bir dönme hareketidir. Ve şunu yine vurgulamak gerekir ki, söz konusu olan bu sembolün bağlı olduğu esas unsur bu sabit noktadır (23).
Tüm bu aktardıklarımızdan da görüldüğü gibi, "Dünya­nın Kralı"nın başlıca, emredici ve düzenleyici (régulatrice) bir görevi olduğu anlaşılmaktadır (bu régulatrice-düzenleyici kelimesinin rex ve regere ile aynı köke sahip bulunmasının belli bir nedene dayandığı görülecektir) ve bu görev, "denge" ya da "ahenk" gibi bir kelimeyle özetlenebilir; bu da, Sanskritçe'de Dharma (24) sözcüğü ile tam karşılığını bulur: Bun­dan anladığımız, Yüce Prensip’in değişmezliğinin tezahür et­miş âlemdeki yansımasıdır. Bu görüşlerin ışığı altında "Dün­yanın Kralı"nın, "insanın dünyası"nda (manava-loka) (25) özellikle bu denge ve bu ahenk tarafından kaplanmış biçim­lerden ibaret olan "Adalet" ve "Barış" gibi temel sıfatlara sahip bulunuşunun nedeni de anlaşılabilir. Bu çok önemli bir nok­tadır ve genel öneminin dışında, bunu özellikle birtakım boş korku ve endişelere kapılanlar için belirtiyoruz. Bay Ossendowski'nin kitabının son satırlarında da bunun bir yankısını bulmak mümkündür.
"SEKİNAH" ve "METATRON"
Önceden edinmiş oldukları birtakım fikirlerle anlayış­ları tuhaf bir biçimde sınırlı hâle gelmiş bazı korkak kişiler, sırf "Dünyanın Kralı" tanımı ile bile paniğe kapılmışlar ve bu­nu hemen, İncil'de söz konusu edilen Prirıceps hujus mundi ("Âlemin Prensi" anlamına gelir. Hz. İsa’yı kastetmek için kullanılmış bir ifadedir.) ile kıyaslamışlardır. Böyle bir benzetmenin tamamen yanlış ve temelden yoksun olduğu meydandadır. Bunu bir kenaıra atmak amacıyla, bu "Dünyanın Kralı" unvanının İbranice’de ve Arapça'da yaygın biçimde Tanrı’yı kastetmek için kullanıldığını belirtebiliriz (26). Bu arada, şu noktada birkaç enteresan gözlem yapma fırsatı doğabileceğinden, bu konuyla ilgili olarak İbranî Kabalası’nın bu etüdümüzün ana konusu ile doğrudan bağlantılı olan ve "göksel (semavî) aracılar"a ilişkin kuramlarını incelemeden geçemeyeceğiz.
Söz konusu olan "göksel aracılar", Sekinah (Ya da Sekinah.) ve Metatron'dur ve şunu da hemen belirtmeliyiz ki, en genel anla­mıyla Sekinah, Tanrı'nın "gerçek katı"dır (huzuru). Kutsal Kitap'ın özellikle bundan bahseden bölümleri, bilhassa ruh­sal bir merkezin kuruluşundan söz edilen kısımlardır: Tabernakl'ın (ahit sandığının korunduğu çadır) yapılması, Sü­leyman ve Zerubbabd Tapınaklarının inşa edilmesi gibi... Kurallara uygun olarak saptanmış şartlarda inşa edilen böyle bir merkez, daima "Işık" olarak temsil edilmiş olan İlâhî tezahürün yeri olmalıdır. Ve ayrıca, Masonluğun muhafaza etmiş olduğu şu "çok aydınlatılmış ve çok düzenli yer" ifade­si, tapınakların yapımına başkanlık eden ve aslında hiç de Yahudiler'e özgü olmayan antik çağların o rahipliğe ait bili­minin bir hatırası gibidir. Bu konuya daha sonra tekrar geri döneceğiz. "Ruhsal tesirler" kuramım da geliştirmek niye­tinde değiliz. ("Ruhsal tesirler" ifadesini "takdisler" sözcüğü­ne tercih ediyoruz; Çünkü bu, İbranice'deki berakot sözcüğü­nün bir çevirisi, olmaktadır; Arapça’daki baraka sözcüğü de (27) bu anlamı gayet belirgin olarak korumuştur.) Ancak, yalnızca bu tek görüş açısına bağlı kalarak bile M. Vulliaud'nun Yahudi Kabalası hakkındaki eserinde aktardığı ve Elias Levita'ya ait olan "Kabala Üstatları bu konuda büyük sırlara sahiptirler" sözünü açıklayabilmek mümkün olmak­tadır.
Sekinah, kendini sayısız görünümler altında gösterir; bunlar içinde başlıca iki tanesi vardır, biri içsel, diğeri de dış­sal olmak üzere... Diğer taraftan da, Hristiyan tradisyonunda bu her iki görünümü de olabildiğince açık seçik biçimde belirleyen bir cümle vardır; "Gloria in excelsis Deo, et in terra Pax hominibus bonae voluntatis." Gloria ve Pax sözcükleri sırasıyla, Prensip'e göre içsel görünüme, tezahür etmiş âle­me göre de dışsal görünüme ilişkindirler. Ve şayet bu sözler bu şekilde kabul edilecek olurlarsa, bunların "Tanrı’nın bi­zimle" veya "bizde" (Emmanuel) doğuşunu duyurmak için Melekler (Malakim) tarafından hangi nedenle söylenmiş oldukları derhal anlaşılabilir. Birinci görünüme ilişkin olarak, Tanrıbilimcilerin, içinde ve aynı zamanda da yine onun vası­tasıyla mutluluk verici rüyetin (in excelsis) oluştuğu "zafer ışığı" hakkındaki kuramlarını lıâTIflatmak yerinde olur. Ve İkinciye gelince, burada bir süre önce değinmiş olduğumuz ve ezoterik anlamı bakımından da her yerde, bu dünyada (in terra) kurulmuş olan ruhsal merkezlerin temel niteliklerin­den biri olarak gösterilmiş olan "Barış"ı (la Paix) görmekteyiz. Diğer taraftan zaten Arapça bir terim ve~açıkca İbranice'deki Sekinah'ın aynısı olan Sakînah (Sekene) terimi "Büyük Barış" olarak tercüme edilir ki, bu da Rozkruvalar'ın (Rose Croix) Pax Profunda'sının tam karşılığıdır; ve buna dayana­rak, bu kişilerin "Kutsal-Ruh'un Tapınağı" ifadesinden neyi anladıklarını izah etmek mümkün olmaktadır, tıpkı İncil'de bulunan ve içinde "Barış”tan (28) söz edilen sayısız metni açıklamanın mümkün hâle gelişi ve hatta "Sekinah’a. ilişkin gizli tradisyonun Mesih'in ışığı ile herhangi bir bağlantısının Oluşu" gibi... M. Villaud'nun bu son bilgiyi verirken "Pardes'a (yani ileride de göreceğimiz gibi, en yüksek ruhsal merkeze) açılan yolu izleyenlere ayrılmış olan" tradisyondan söz etme­si hiç de amaçsız gibi değildir. (29)
Bu husus, buna bağlı olan diğer bir açıklamayı getir­mektedir: Ardından, M. Villaud "Jübile'ye (30) ilişkin bir sır" dan söz eder. Bu, bir anlamda "Barış" (sulh) fikrine de bağlı­dır ve bu konuyla alâkalı olarak Zohar'da bulunan şu metni (III, 52 b): "Aden'den çıkan ırmağın adı Jobel'dir." ardından da, Yeremya'ya ait olan (XVII, 8):"Köklerini ırmağa doğru sa­lacak." ifadesini aktarır ve bundan da, "Jübile'nin ana fikri­nin, her şeyin ilk hâline geri dönüşü" olduğu sonucu çıkar. Burada , tüm tradisyonlarda ele alınmış olan ve bizim de "Dante Ezoterizmi" adlı eserimizde üzerinde biraz durabilme fırsatını bulmuş olduğumuz şu "ilksel hâl "e geri dönüşün söz konusu edildiği apaçıktır. Ve eğer 'Tüm şeylerin ilk hâlle­rine geri dönüşleri Mesih çağının işareti olacaktır" diye de eklersek, bu incelemeyi okumuş olanlarımız orada "Dünya Cenneti" ve "Göksel Kudüs" arasındaki ilişkilere ait olarak söylediklerimizi gayet iyi anımsayacaklardır. Zaten gerçeği söylemek gerekirse, tüm bunlarda söz konusu olan şey dai­ma, devresel tezahürün değişik safhalarında, tüm milletlere ait tradisyonlara bağlı simgeciliğin (sembolizmin) kalp ile, yani varlığın merkezi ve "Tanrı Evi" (Hindu doktrinindeki Brahma Pura) ile kıyasladığı, Pardes'dir. Tıpkı, yine bunun bir imajı olan ve bu nedenden ötürü Ibranice'de kelime köke­ni bakımından Sekinah’dan kaynaklanan miskan ya da 'Tanrı'nın ikametgâhı" olarak isimlendirilen Tabernakl (ahit sandığının muhafaza edildiği çadır) gibi...
Diğer bir bakış açısıyla ise, Sekinah, Sejirot'un (Sefirler) bir sentezidir. Sefirot ağacında, "sağ sütun" Merhametin ta­rafı, "sol sütun" ise Sertliğin tarafıdır (31). Demek ki bu her iki görünümü Sekinah'da da bulmamız gerekir ve şunu da hemen belirtmeliyiz ki, Sertlik Adalet ile, Merhamet de Barış ile aynıdır (32). "Şayet insan günah işler ve Sekinah'dan uzaklaşırsa Sertliğe bağlı olan güçlerin (Sârim) nüfuzları al­tına girer (33) ve bu durumda Sekinah'a "sertliğin eli" adı ve­rilir; ve bu da "adaletin eli" (ya da "adaletin pençesi" ç.n.) sembolünü çağrıştırmaktadır. Ancak bunun tam tersine, şayet "insan Sekinah'a yaklaşırsa, hürriyetine kavuşur" ve Sekinah bu durumda Tanrı'nın "sağ eli"dir; yani "adaletin eli" artık "kutsayan el" hâline dönüşmüştür (34). En yüksek ruhsal merkezin diğer bir tanımlaması olan "Adalet Evi"nin (Beyt-Din) sırları burada yatmaktadır (35); ve ele almış bu­lunduğumuz her iki taraf, Hristiyanlar’ın "Son Hüküm" tas­virlerinde seçilmişlerin ve lanetlenmişlerin (cehennem aza­bına mahkûm edilmişlerin) tasnif edilip sevk edildikleri ta­raflardır. Bununla, Fisagorcuların Y harfi ile temsil ettikleri, egzoterik bir biçim altında Herkül'ün Fazilet ile Rezilet ara­sındaki mücadelesini anlatan mitin temsil ettiği, Lâtinler'de Janus sembolizmine dahil olan göksel ve cehennemsel iki kapının temsil ettiği, Hindular'da ise aynı şekilde, Ganeşa (36) sembolizmine bağlı olan yükselici ve inici iki devresel safhanın (37) temsil ettikleri iki yol arasında bağlantı kuru­labilir ve son olarak da, "doğru niyet” ve "iyi niyet" (bonne vo­lonté, hüsnüniyet) ("Pax hominibus bonae volunlatis" ve za­man zaman değinmiş olduğumuz çeşitli semboller hakkında biraz bilgisi olanlar, noel bayramının, kış gündönümü döne­mi ile eşzamana rasgelmesinin sebepsiz olmadığını görecek­lerdir) gibi ifadelerin, Stoacılar'dan Kant'a kadar yol açmış oldukları tüm dışsal, felsefi ve manevî yorumlar bir tarafa iti­lerek ele alındıklarında, bu bakış açısı altında gerçekte neyi söylemek istediklerini anlamak kolay olmaktadır.
('Kabala, Sekinah'a. kendininkilerle aynı isimleri taşı­yan ve dolayısıyla aynı karakterlere sahip olan bir Paredre ((Fr.) Tanrısal sıfat.) verir" (38) ve bu, doğal olarak, Sekinah'ın kendisinden bir o kadar farklı görünümlere sahiptir; adı Metatron'dur ve bu isim sayısal bakımdan Saday'ın sayısal değeririne eşittir (39). Sadau, "Mutlak Kudret Sahibi" demektir. (Bunun, Hz. İbra­him'in Tanrısı’nın adı olduğu söylenir.) Metatron sözcüğününün etimolojisi kesinliğe kavuşamayan bir durum göste­rir; bu konuda ortaya konulmuş sayısız kuramlar arasında en enteresan olanlardan biri, onu Kaldece'deki Mitra'dan tü­retendir. Mitra yağmur anlamına gelir ve ayrıca, kökü ba­kımından « ışık" ile bir bağlantısı vardır. Böyle olmakla birlikte, Hindu ve Zerdüştî Mitra ile olan benzerliğin, Yahudi­liğin bunu yabancı doktrinlerden almış olduğunu düşün­mek için yeterli bir sebep oluşturduğuna inanmamak gere­kir; Çünkü değişik tradisyonlar arasındaki bağları zihnimizde böyle tamamen dışsal bir açıdan ele alarak canlandırma­mız hatalı olur ve hemen hemen tüm tradisyonlarda yağmur, "ruhsal tesirlerin" Gök'ten Yer'e inişinin sembolü olarak va­sıflandırılmıştır. Bu hususa ilişkin olarak İbranî doktrininin, "Hayat Ağacı"ndan sâdır olan ve kendisi vasıtasıyla ölülerin diriltilmesinin gerçekleştirilebildiği bir "ışık çiği"nden ve se­mavî (göksel) tesirin tüm âlemlerle temas etmesini temsil eden ve böylelikle de, özellikle simyagerlerin ve Rozkruvalar'ın sembolizmini anımsatan bir "çiğ yayılmasından söz et­tiğini belirtmemiz gerekir.
"Metatron terimi koruyucu (hami), Tanrı, gönderilmiş (haberci, resul) ve aracı (mutavassıt) gibi tüm anlamları içe­rir"; o, "duyularla algılanan âlemde teofanilerin ((Yun. Theos: Tanrı, Phaneia: Tezahür, görünüm.) Teofani: Tanrı’nın tezahürü, görünümü.) failidir" (40); o, "Huzur Meleği"dir ve aynı zamanda da "Âlemin Prensi"dir (Sâr hâ-olâm) ve bu son tanımla da, konumuzdan hiç de uzaklaşmamış olduğumuzu görmekteyiz. Daha önceden açıklamış olduğumuz tradisyonel sembolizmi (geleneksel simgeciliği) kullanmak amaciyla, irtisiyatik hiyerarşinin lide­rinin "Dünyasal Kutup" olması gibi, Metatron da "Göksel Kütup"tur diyebiliriz. Ve bu sonuncusu kendini ilkinde yansıtır ve onunla "Âlemin Ekseni" vasıtasıyla doğrudan ilişki hâlindedir. "Onun adı Mikail'dir, Tanrı'nın önünde kurban ve adak olan Büyük Rahip'tir. Ve Yahudiler'in yeıyüzünde yap­tıkları şeyler göksel âlemde cereyan edenlerin tiplerinden uyarlanmıştır. Büyük Ruhanî Reis (Grand Pontife) dünyada Mikail'i, Rahmet Prensi'ni sembolize etmektedir... Kutsal Kitap’ın Mikail'in belirişinden bahseden tüm bölümlerinde söz konusu olan şey, Sekinah’ın zaferidir.” (41)
Burada Yahudiler için söylediklerimiz, gerçekten ortodoks bir tradisyona sahip bulunan tüm milletler için aynen geçerlidir. Bunlar için, "tüm diğerlerinin kendisinden türe­miş oldukları ve kendisine bağımlı bulundukları o ilksel tradisyonun temsilcileri" tanımı yerinde olur. Ve bu, daha önce­den de imada bulunmuş olduğumuz, göksel âlemin imajı olan "Kutsal Toprak" sembolizmi ile de bağlantılıdır. Diğer ta­raftan, yukanda söylemiş olduklarımızm ışığı altında, 'Metat­ron sadece Rahmet görünümüne sahip değildir; onda Adalet görünümü de vardır; o sadece "Büyük Rahip" (Kohen ha-gadol) değildir, ayrıca "Büyük Prens" (Sâr ha gadoljye '’göksel orduların reisi"dir. Yani, onda krallık kudretinin prensibi ve "aracılık" fonksiyonunun karşılığı olan ruhanî liderlik pren­sibi vardır. Şunu da belirtelim ki Melek, yani "kral" ve Meleak, yani "melek" (Türkçesi) veya "gönderilmiş", aynı kelimenin iki değişik biçiminden ibarettirler. Ayrıca Malaki, yani "benim elçim" (Tanrı’nın gönderdiği, habercisi ya da "içinde Tanrı bu­lunan melek", Maleak ha Elohim), Mikail’in harfleriyle mey­dana getirilmiştir (42).
Eğer Mikail gördüğümüz gibi Metatron ile bir ise, yine de onun görünümlerinden ancak bir tanesini temsil etmektedir. Işıklı yüzünün yanısıra onun bir de karanlık yüzü vardır ve bu da yirte aynı şekilde Sâr-ha olâm adı verilen Samael tara­fından temsil edilmektedir. Burada, bu kavramların çıkış noktasına yeniden dönmüş bulunuyoruz. Burada, İncil'de sözü edilen Princeps hujus müridi yani alt bir anlamdaki ifa­desiyle "bu dünyanın geniesi" olan, yalnızca ve yalnızca hâkim ruhu bu son görünümdür. Ve tıpkı, bir gölgesi gibi ol­duğu Metatron ile olan bağlan, aynı tanınım iki anlamda bir­den kullanıldığını doğrulamakta ve ayrıca Apokalips'de (Yuhanna’nın Vahyi) sözü edilen "Hayvan’ın sayısı", yani 666'nın niçin aynı zamanda güneşsel sayı (43) olduğunu da açıklığa kavuşturmaktadır. Diğer taraftan Aziz Hippolyte'e (44) göre, Mesih'in ve Antichrist'in (Deccal) her ikisi de aslan işaretine sahiptirler ki, bu da güneşsel bir semboldür. Aynı açıklama yılan (45) ve diğer birçok sembol için de geçerlidir. Kabalist görüş açısıyla ise, burada söz konusu olan, Metatron'un yine bu iki karşıt çehresidir. Sembollerin bu çift anlamı üzerine genel olarak formülleştirilmiş kuramların sahasına daha çok dalmak niyetinde değiliz, ancak yine de ışıklı görünüm ile ka­ranlık görünüm arasındaki karışıklık ve belirsizlik durumu­nun "satanizm"i oluşturduğunu belirtmeliyiz. Ve "Dünyanın Kralı" tabirinde (46) cehennemsel bir anlam keşfettiklerini zannedenler, şüphesiz ki, ellerinde olmadan veya cahillikle­rinin eseri olarak bu karışıklığm ve belirsizliğin içine sürük­lenmiş kişilerdir. (Bu ifade onları mazur göstermek için değil, onlar adına bir özür olarak kabul edilmelidir.)
EN YÜKSEK ÜÇ İŞLEV
Saint Yves'in aktardığı bilgilere göre, Ağartanın en yük­sek başkanı Brahatma (Brahmatma yazmak daha doğru olur) unvanını taşımaktadır. Brahatma, "ruhların İlâhî Ruh'taki desteği" anlamına gelmektedir. .
 İki yardımcısı vardır; bunlar Mahatma, yani "Evrensel Ruh'un temsilcisi" ve Mahangg. yani "Kozmos'un tüm mad­dî organizasyonunun sembolü" (47) unvanlarına sahiptirler. Bu, Batı doktrinlerinin "ruh, can, beden" üçlemesiyle temsil ettikleri ve burada makrokozmos ile mikrokozmos arasında­ki benzeşime göre uygulanmış olanhiyerarşik bölünmedir. Bu terimlerin Sanskritçe'de prensipleri tanımlamak için kul­lanıldığını, insanlar içinse ancak o kişiler bu prensiplerin bir temsilcisi olduklarında kullanılabildiğini ve hatta bu durum­da bile kişiliklere değil, esas olarak yerine getirilmekte olan vazifeye bağlı olduklarını belirtmek gerekir. Ossendowski'ye göre Mahatma "gelecekte olacakları bilmektedir” ve Mahanga da "bu olayların sebeplerini yönetmektedir"; Brahatma'ya gelince, o, "Tanrı ile yüz yüze gelerek konuşabilir". 48) ve şa­yet onun, yeryüzü âlemi ile yüksek hâller ve bunlardan geçe­rek de en yüksek prensip ile doğrudan ilişkinin gerçekleştiril­diği merkezî nokta olduğu anımsanırsa, bunun ne anlama geldiği kolayca anlaşılabilir. (49)
Zaten, kısıtlı bir anlamda ve yalnızca yeryüzü dünyası­na bağlı olarak değerlendirildiği zaman "Dünyanın Kralı" ifa­desi bir hayli uygunsuz bir havaya bürünmektedir. Bazı gö­rüşlere bakılırsa Brahatma için "Üç Âlemin Efendisi" (50) ta­nımını kullanmak daha doğru olacaktır, Çünkü bütün gerçek hiyerarşilerde en üst derecenin sahibi, bu nedenden ötürü aynı zamanda kendi altında olan ve kendisine bağlı diğer tüm seviyelerin de sahibidir ve bu "üç âlem” (Hindu tradisyonundaki Tribuvana'yı meydana getirirler), biraz daha ileride açıklayacağımız gibi, sırasıyla biraz evvel saydığımız üç işlev ile ilişkiİrsahalardır.
"Tapınaktan çıktığı zaman Dünyanın Kralı İlâhî Işık saçmaktadır." demektedir, Ossendowski. İbraniler'in Tev­rat’ı da, aynı şeyi Musa'nın Sina Dağı'ndan inişi (51) için söy­ler ve bu yaklaşımla alâkalı olarak İslâm tradisyonunun Mu­sa'yı kendi çağının "Kutubu" olarak kabul ettiğini belirtme­miz gerekir (El -Kulb); Kabala'da da onun bizzat Metatron ta­rafından eğitilmiş olduğunun belirtilmesi bu nedenle değil midir zaten? Ayrıca, dünyanın başlıca ve en önemli ruhsal merkezi ile ona bağımlı olması muhtemel ve onu sadece özel şekilde belirli milletlere uyarlanmış hususî tradisyonlara bağlı olarak temsil etmekte olan ikinci derecedeki merkezleri birbirinden ayırt etmemiz yerinde olur. Bu noktada fazla takılmamaya özen göstererek şunu da belirtelim ki Musa'ya ait olan "yasa koyucu" (Arapça'da rasûl) işlevi, Manu isminin belirlediği kudretin bir temsilcisi olma seviyesini gerektir­mektedir. Diğer taraftan bu Manu isminde mevcut bulunan anlamlardan biri de tam tamına İlâhî Işığın yansımasını be­lirlemektedir.
Lamalardan biri Ossendowski'ye, "Dünyanın Kralı, in­sanlığın kaderini yönetenlerin tümünün düşünceleriyle bağlantı hâlindedir... Onların niyetlerini ve fikirlerini bilir. Şayet bunlar Tanrı'nın hoşuna giden nitelikte olursa, Dün­yanın Kralı da bunları görünmez yardımıyla güçlendirir; şa­yet Tanrı'nın hoşuna gitmeyecek olurlarsa Dünyanın Kralı bünların başarısız olmalarını sağlar. Bu kudret Ağartı’ya, tüm dualarımıza başlarken kullandığımız esrarengiz kelime Om 'un ilimi tarafından verilmiştir." der. Bu ifadenin hemen ardından da, kutsal Om hecesinin anlamı hakkında sadece belirsiz bir fikre sahip olanları bir hayli şaşırtacak olan şu cümle gelmektedir: "Om, eski bir azizin, Gorolar’ın ilkinin (Ossendowski guru yerine, goro yazmıştır), bundan 300 000 sene önce yaşamış ilk Goro'nun adıdır." Bu cümle şayet şu husus üzerinde düşünülmezse pek anlaşılamayacaktır: Söz konusu edilen ve bize göre hayli belirsiz biçimde tanımlan­mış olan bu çağ, şimdiki Manu’nun çağından çok önce yer almaktadır; diğer taraftan bizim Kaipa'mızın birinci Manusu ya da diğer bir deyişle Adi-Manu, Suayambuva olarak isimlendirilmektedir (yedincisinin adı Vaivasvata'dı. yani "kendi kendine var olan" ya da ebedî Logos (Kelâm) olan Svayambu’dan çıkmıştır. Logos, ya da onu doğrudan doğruya temsil eden kişi, Gurular’ın ya da diğer bir ifadeyle "Ruhsal Efendiler"in ilki olarak tanımlanabilir; ve Om gerçekte Logos'un bir adıdır. (52)
Diğer taraftan. Om kelimesi daha önce de belirtmiş ol­duğumuz gibi Brahatma ile iki yardımcısı arasındaki hiye­rarşik görev dağılımının anahtarını sunmaktadır. Hindu tradisyonuna göre bu kutsal heceyi meydana getiren üç un­sur, sırasıyla biraz önce değinmiş olduğumuz o "üç âlemi" temsil etmektedir. Tribuuana’nın üç terimi; Toprak (Bu), At­mosfer (Buuas) ve Gök (Svar) olarak... Diğer bir ifade ile, sıra­sıyla, bedensel tezahür âlemi, süptil ya da psişik tezahür âle­mi ve tezahür etmemiş olan âlem ya da diğer bir deyişle pren­sipler âlemi (53). Bunlar, tıpkı daha önceki satırlarda un­vanlarıyla. ilgili açıklamalara başvurulduğunda da görülece­ği gibi, aşağıdan yukarıya doğru'Mahanga, Mahatmave Brahatma’nın kendilerine özel alanlarıdır. Ve bu değişik sa­halar arasında mevcut bulunan birbirine tâbi oluş ilişkileri, biraz evvel Brahatma için kullandığımız "Üç Âlemin Efendi­si" tanımını da doğrulamaktadır (54): "O, her şeyin sahibidir, her şevi bilendir (tüm sonuçları doğrudan doğruya sebepleri içinde görür), içteki emredicidir (dünyanın merkezinde otu­rur, onu içeriden yönetir ve hareketini kendisi ona katılmak­sızın idare eder), kaynaktır (tüm yasal kudretin), tüm varlıkların kökeni ve sonudur (yasasını temsil ettiği devresel teza­hürün)." (55) Doğruluk derecesi en az bununki kadar olan başka bir sembolizmden yararlanmamız için diyebiliriz ki, Mahanga inisiyatik üçgenin tabanını, Brahatma da bunun zirvesini temsil ederler. Mahatma ise etkinliği "aracı uzayda" kendini gösteren, aracılık eden bir prensibi vücuda getir­mektedir. (Bu, hermetistlerin Animal Mundisi, yarli kozmik hayatiyettir.) Ve tüm bunlar Saint Tves'in vattan, Ossendowski'nin de vattannan adını verdikleri kutsal alfabenin bunlara ilişkin harfleri vasıtasıyla gayet açık şekilde temsil edilmişlerdir. Om hecesini meydana getiren unsurlar olan üç matrahın bağlandıkları geometrik şekiller (düz çizgi, spi­ral ve nokta) vasıtasıyla ifadesi de aynı şeydir.
Tüm bunlara daha belirgin bir açıklama getirelim: Brahatma kudret bolluğuna sahiptir. Onda, prensipsel bir tür ilgisizlik hâli olarak kabul edilen ruhanî liderlik ve krallık gi­bi iki kudret vardır. Ardından bu iki kudret tezahür etmek amacıyla birbirlerinden ayrılırlar; Mahatma özellikle ruhanî kudreti ve Mahanga da krallığa ait kudreti temsil ederler. Bu farklılaşma Brahmanlarve Kşatriya'lar arasındaki farklılığa denktir. Ancak zaten "kastlar ötesi" olmaları sebebiyle Mahatma ve Mahanga’nın bizzat kendileri de tıpkı Brahatma gibi aynı zamanda hem ruhanilik hem de krallığa ait kudrete sahip bulunmaktadırlar. Bu hususla alâkalı olarak şimdiye dek asla tatminkâr biçimde açıklanamamış, ancak hayli önemli olan bir noktayı belirginleştirmemiz gerekmektedir: Daha önce, Incil'de sözü geçen ve kendilerinde her iki kudre­ti de birleştiren "Maj Krallar"dan söz etmiştik. Şimdi de diyo­ruz ki bu esrarengiz kişiler aslında Ağartanın üç liderini temsil etmektedirler (56). Mahanga, Mesih’e altın sunar ve onu "Kral" olarak selâmlar; Mahatma ona günlük (tütsü) sunar ve onu "Rahip" olarak selâmlar; son olarak da Brahat­ma ona mürrisafi (57) (bozulmazlık pelesenki, Amrifa’nın (58) imajı) takdim eder ve onu "Peygamber" ya da en yüksek ruhsal üstat olarak selâmlar. İlksel tradisyonun otantik (gerçek) temsilcileri tarafından her birinin ayn ayrı mensup bulundukları kendi yetki alanlarını teşkil eden üç âlemde Mesih'e takdim etmiş oldukları bu hürmet, fark edildiği gibi, aynı zamanda Hristiyanlığın kusursuz Ortodoksluğu'nun bunun karşısındaki güvencesini oluşturmaktadır.
Ossendowski doğal olarak bu kavramları düşünemez­di, ancak yine de şayet bazı şeyleri daha derinlemesine anla­mış olsaydı -ki bunu yapmamıştıren azından Agarta’nın yüce üçlüsü ile Lamaizm'inki arasındaki büyük benzeşimi belirtmesigerekirdi. Kendisi Lamaizm'in üçlüsünü şöyle aktarmıştır. Dalay Lama Buda’nın kutsallığını (ya da saf ruh­sallığını) gerçekleştirir"; Taşi Lama, onu» ilmini (Ossendowski'nin inandığı biçimde""majik" değil, "teurjik" (59) ol­malıdır) gerçekleştirir" ve Bogdo Han, "onun maddî ve sa­vaşçı gücünü temsil eder"; bu sıralama, "üç âlem"e göre olan dağılımın tamamen aynısıdır. Ossendowski, kendisine "Agarti’nin başşehri, tapınaklar ve manastırlarla kaplı bir dağın zirvesinde Dalay Lama'nın sarayı Potala’nın yer aldığı Lhassa'yı anımsatır" şeklinde yapılan tanımlamayı daha ko­layca açıklayabilirdi. Birtakım şeyleri bu tarzda ifade etmek, bağlantıları tersine çevirdiği için hatalı olmaktadır; Çünkü' gerçekte, bir görünümün ancak kendi prototipini anımsattı­ğı söylenebilir ve bunun tersi, yani prototipin görünümü anımsattığı ifadesi yanlış olur.  Lamaizm'in merkezi de ger­çek "Dünyanın Merkezi"nin ancak bir görünümünden ibaret olabilir. Ancak nerede bulunursa bulunsunlar, bu türden olan tüm merkezlerin topografya bakımından bazı ortak özellikleri vardır; Çünkü hiç de birbiriyle ilgisiz olmayan bu özelliklerin tartışılmaz bir sembolik değerleri mevcuttur ve ek olarak da bunlar, "ruhsal tesirlerin" etkilerini tayin eden yasalar ile ilişki hâlinde olmak zorundadırlar. Bu noktada, tradisyonel ilmin sahasına giren ve "kutsal coğrafya" adı ve­rilen bir husus ortaya çıkmaktadır.
Aynı ölçüde dikkati çeken başka bir uygunluk daha vardır: SaintYves, inisiyatik hiyerarşinin, bilhassa zaman bölümleriyle bağlantılı olan bazı sembolik sayılar ile ilişki hâlindeki çeşitli derecelerinin ya da çemberlerinin tanımını yaptığında, ifadesini "en yüksek nitelikte olan ve esrarengiz merkeze de en yakın durumdaki çember, en yüksek inisiyasyonu temsil eden ve diğer şeylerin yanısıra Zodyak kuşağı­nın da bir karşılığı niteliğindeki on iki üyeden oluşuf" şeklin­de bitirmektedir. Bu yapıya, Dalay Lama'nın on iki büyük Namşan’dan (ya, da Nomkan) oluşan "dairesel konsey"inde yeniden rastlıyoruz; aynı şeye; başta 'Yuvarlak Masa Şövalyeleri"ne ilişkin olanı almak üzere bazı Batı tradisyonlarında da rastlanır. Kozmik düzen açısından bakıldığında, Agarta'nın iç çemberinin on iki üyesi, yalnızca Zodyak’ın on iki burcunu değil, buna ek olarak Güneş'in bu Zodyak burçları ile ilişki hâlindeki çeşitli formlarım, yani on iki Aditya'yı da (60) temsil etmektedir: Ve doğal olarak, tıpkı Manu Vaivasvata’nın "Güneşin Oğlu" diye adlandırılışı gibi, "Dünyanın Kralı"nm amblemlerinden biri de Güneş'tir (61).
Bütün bunlardan ortaya çıkan ilk sonuç, tüm ülkeler­deki az ya da çok saklı, ya da en azından içine girebilmenin gayet zor olduğu ruhsal merkezlere iliŞKin tanımlamaların birbirleriyle sıkı bağları bulunduğudur. Bu hususta yapılacak en akla yakın açıklama; bazı durumlarda da göründüğü gibi bu tanımlamalar, her ne kadar değişik merkezlere iliş­kin olsalar dahi, tüm bunların yine de tek ve en yüksek bir merkezin sudûrlârı olduklarıdır; tıpkı tüm tradisyonların, büyük ilksel tradisyonun uyarlamaları oldukları gibi...

GRAAL SEMBOLİZMİ (Kutsal Kase"Kutsal Ada" -"Kutupsal Dağ"-Kutsal Masa)

https://fbcdn-sphotos-b-a.akamaihd.net/hphotos-ak-prn2/1471820_617470458313334_2068785962_n.jpg
Biraz önce 'Yuvarlak Masa Şövalyeleri"ne değinmiştik. Burada, Kelt kökenli efsanelerde bu şövalyelerin başlıca uğ­raşları olarak sunulmuş olan "Graal’ın aranması’nın ne an­lama geldiğini belirtmemiz hiç de konu dışı olmayacaktı. Belli bir çağdan itibaren kaybolmuş ya da saklanmış her­hangi bir şeye ait imâlara tüm tradisyonlarda rastlanmaktadır: Örneğin Hindular'da Soma, Persler'de "ölümsüzlük iç­kisi" Haoma gibi. Haoma'nın Graal ile güçlü ve doğrudan bir bağlantısı olduğu kesindir; Çünkü Graal, içinde Hz. İsa'nın kanının bulunduğu kutsal çanaktır ve bu kan da "ölümsüz­lük içkisi" olarak bilinir. Diğer taraflarda ise sembolizm fark­lıdır; Örneğin Yahudiler'de, kayıp olan şey büyük ilâhı Ad’ın, telâffuz edilişidir (62); ancak temel fikir daima aynıdır ve da­ha ileride bunun tam olarak neyi ifade etmekte olduğunu göreceğiz.
Kutsal Graal’ın, Hz. İsa'nın son yemeğinde kullanmış olduğu ve daha sonra da Arimatealı Yusuf un (Joseph D'Arimathie), Mesih'in böğründe Yüzbaşı Longin'in (63) mızrağı ile açmış olduğu yaradan akan suyu ve kanı içine topladığı tas (ya da çanak, kupa veya kadeh) olduğu söylenir. Efsane­ye göre bu kupa daha sonraları Arimatealı Yusuf ve Nikodimos tarafından Büyük Britanya'ya götürülmüştür (64); işte bu nokta, Kelt tradisyonu ile Hristiyanlık arasında kurul­muş olan bağm bir göstergesidir. Antik tradisyonların ço­ğunda kupa önemli bir rol oynamaktadır; bu, hiç şüphesiz Keltler'de de böyledir; sık sık mızrak ile birleştirilmiştir ve bu iki sembol birbirlerinin tamamlayıcısı olarak kabul edilmiş­lerdir; ancak bu husus bizi şu anda konumuzdan uzaklaştı­rır (65).
Graal’ın başlıca anlamının ne olduğunu en belirgin ola­rak gösteren şey, belki de onun kökeni ile ilgili olarak şu söy­lenendir: Bu kupa, başarısızlığa uğrayıp seviye kaybedişi esnasında Lüsifer'in alnından düşmüş olan bir zümrütüri Melekler tarafından yontulmasıyla meydana getirilmiştir (66). Bu zümrüt bizlere gayet çarpıcı bir şekilde Hindu sem­bolizmindeki (buradan da Budizm'e geçmiştir) uma'yı, yani sık sık Şiua'nın (ya da Çiva) üçüncü gözünün yerinde bulu­nan ve "edebiyet duyusu" diye adlandırabileceğimiz bu du­yuyu temsil eden, alındaki inciyi anımsatmaktadır (67). Bunlardan başka, Graal'ın Dünya Cenneti içindeki yaşamı sırasında Âdem'e emanet edilmiş olduğu, ancak Aden Bah­çesinden kovulduğunda beraberinde götüremediği için Âdem'in onu kaybettiği söylenmiştir. Ve biraz önce yaptığı­mız açıklama neticesinde bu husus da aydınlanmaktadır. Sonuç olarak aslî merkezinden çıkarılmış olan insan kendi­ni bundan böyle dünyevî (cismanî, fanî) küreye kapatılmış olarak bulmuştur. Tüm şeylerin ebediyet görünümü altında seyredilip izlenebildiği (temaşa edildiği) o tek noktaya asla ulaşamaz duruma gelmiştir. Diğer bir ifade şekliyle, "ebedi­yet duyusu", daha önceki satırlarımızda da belirttiğimiz bi­çimde tüm tradisyonlarda isimlendirildiği şekliyle, "ilksel hâl"e bağlı kılınmıştır ki bunun yeniden oluşturulması, "beşerüstü" hâllerin bilfiil fethedilmesinin ilk şartı olarak ger­çek inisiyasyonun birinci aşamasını oluşturmaktadır (68). Yeryüzü Cenneti, asıl anlamı bakımından "Dünyanın Merkezi"ni temsil eder ve bundan sonraki satırlarda Cennet (Paradis) kelimesinin aslî mânâsı hakkında söyleyeceklerimiz, bu hususu daha iyi anlamamızı sağlayacaktır.
Şu satırlar çok daha muammalı görünebilir: "Set (Seth) Yeryüzü Cenneti'ne girme hakkını elde etti ve böylece kıy­metli çanağı bulabildi." Set ismi, temel ve istikrar fikirlerini ifade eder ve ardından da insanın seviye yitirişi (düşüşü, cennetten kovuluşu) yüzünden tahrip olmuş bulunan ilksel düzenin yeniden kuruluşunu belirtir (69). Demek ki tüm bunlardan, Set'in ve kendisinden sonra Graal'a sahip olan­ların böylece kayıp Cennetin yerini tutacak ve bunun âdeta bir görünümü (imajı) gibi olan bir ruhsal merkez kurabilmiş olduklarını anlamak gerekir. O zaman, Graal'a sahip olmak, İlksel tradisyonun aynen böyle bir ruhsal merkezde eksiksiz bir şekilde korunmasını temsil etmektedir. Zaten efsane Hz. İsa dönemine dek Graal'ın nerede ve kimin tarafından muhafaza edilmiş olduğunu söylemez; ancak onun Kelt kökenli olduğu şeklindeki yaklaşım Druidler'in bu işte pay sahibi ol­duklarını ve ilksel tradisyonun düzenli koruyucuları arasın­da kabul edilmeleri gerektiğini ortaya koymaktadır.
Graal'ın kayboluşu ya da onunla ilgili ve buna benzer diğer herhangi bir sembolik ifade, sonuç olarak tüm içerdik­leriyle birlikte tradisyonun ortadan kayboluşu anlamına gelmektedir. Aslında, gerçeği söylemek gerekirse bu tradisyon kaybolmamış, ama saklanmıştır; ya da en azından an­cak bazı ikinci dereceden merkezler açısından ve bunlar da en yüksek merkez ile olan doğrudan ilişkilerini kestikleri için kaybolmuş olarak nitelendirilebilir. En yüce merkeze gelin­ce, o, tradisyonun deposunu daima tam ve bozulmamış hâlde korumakta ve dış dünyada meydana gelen değişimler­den etkilenmemektedir;' çeşitli Kilise Babalan ve bilhassa Saint Augustin’e göre tufan "Hanok’un ikametgâhı ve Azizle­rin Ülkesi" olan (70) ve de zirvesi "Ây küresine dokunan", ya­ni değişimler sahasının ("ay-altı âlem" ile bir tutulmuştur) ötesinde, Dünya ile Gökler'in temas ettikleri noktada (71) bulunan Yeryüzü Cenneti'ne ulaşamamıştır. Fakat, tıpkı Yeıyüzü Cenneti’nin girilemez duruma gelmiş olması gibi, aynı şeyin temelinde bulunan yüce merkez de belli bir dö­nem süresince kendini dışanya tezahür ettirmemiş olabilir ve bu durumda da sadece çok sıkı sıkıya kapatılmış olan bazı merkezlerde saklanmasından dolayı, tradisyonun tüm in­sanlık için artık kayıp olduğu ve aslî hâlde iken meydana gel­miş olanın tam tersine, insanların büyük çoğunluğunun bu­na artık bilfiil ve şuurlu olarak katılamadığı söylenebilir (72). Çağımızdaki durum kesinlikle böyledir ve bunun başlangıcı da şimdilerde insanlık tarihi olarak bilinen alelâde ve "kutsal olana yabancı" tarih tarafından bilinenlerin çok ötesinde yer almaktadır. Demek ki tradisyonun yitirilmiş olması bu du­rumda bu genel anlamıyla anlaşılmalı ya da özel bir milletin ya da belirli bir uygarlığın kaderlerini az ya da çok gizlice yö­netmekte olan bir ruhsal merkezin giderek karanlığa çekilmiş olmasına bağlanmalıdır; sonuç olarak buna bağlı bir sembolizm ile her karşılaşıldığında, bu anlamı ile mi, yoksa diğeri ile mi yorumlanması gerektiği incelenmelidir.
Bu söylemiş olduklarımızm ışığında Graal, birbiriyle sıkı sıkıya ortak olan iki şeyi birden temsil etmektedir: "İlksel tradisyon"a eksiksiz bir şekilde sahip bulunan ve bu duru­mun başlıca ve doğal bir neticesi olarak da bilfiil bir bilgi se­viyesine ulaşmış olan, yine aynı şekilde bundan dolayı "ilksel hâl"in bolluğuna yeniden kavuşmuş durumdadır. Graal kelimesinin içermekte olduğu iki anlam, bu "ilksel hâl" ve "ilk­sel tradisyon" ile bağlantılıdır. Çünkü, sembolizmde önemli sayılacak bir rol oynayan ve ilk görüşte tahayyül edebilecek olduğumuzdan çok daha derin nedenlere sahip bulunan bu sözlü benzetmelerden birine göre, Graal aynı zamanda hem bir kap (grasale), hem de bir kitaptır (gradale veya graduale) ve bu sonuncu görünümü, açıkça tradisyonu göstermekte­dir; halbuki diğeri (kap) daha doğrudan bir şekilde hâlin biz­zat kendisi ile alâkalıdır (73).
Burada, her biri sembolik bir değere sahip bulunması­na rağmen ne Kutsal Graal efsanesi ile ilgili ikinci dereceden ayrıntılara girmek, ne de "Yuvarlak Masa Şövalyeleri"nin hikâyesini ve kahramanlıklarını incelemek gibi bir niyetimiz yoktur. Ancak 'Yuvarlak Masa"nın Merlin'in plânlarına göre Kral Arthur (74) tarafından yapıldığını ve günün birinde şö­valyelerden biri Graal'ı ele geçirmeyi başardığında ve onu Büyük Britanya'dan Armorik'e (bugünkü Fransa'da Bretanya adı verilen bölge) getirdiğinde, bu kutsal çanağı üzerine koymak amacıyla yapılmış olduğunu hatırlatabiliriz. Görü­nüşe göre bu masa, tradisyonun muhafızları olan ruhsal merkezler fikrine daima bağlanan o çok eski sembollerden biridir. Masanın daire biçiminde olması ve çevresine başlıca on iki kişinin oturması (75) kesin biçimde Zodyak çemberi ile bağlantılıdır ve daha önce de belirtmiş olduğumuz gibi bu özellik, söz konusu olan bu merkezlerin tümünün de yapı­sında mevcuttur.
https://fbcdn-sphotos-f-a.akamaihd.net/hphotos-ak-frc3/1424476_617470478313332_1427390099_n.jpg
Graal efsanesinin diğer bir görünümüne bağlanan ve özel bir dikkate lâyık başka bir sembol daha vardır: Bu, Montsalvat ["Mont du Salut" (Fransızca'da "Kurtuluş Dağı" anlamına gelir)!, "hiçbir ölümlünün yaklaşamadığı çok uzak sahillerde" yer alan, kimsenin giremediği bir bölgede bulu­nan, arkasında Güneş'in doğduğu ve denizin ortasında yük­selen sivri bir tepe olarak temsil edilir. Bu, aynı zamanda, bu incelememizin devamında tekrar sözünü edecek olduğumuz eş anlamlı iki sembol olan "kutsal ada" ve "kutupsal dağ"dır; bu doğal olarak Yeryüzü Cenneti ile aynı anlama gelen "ölümsüzlük ülkesi"dir (76).
Tekrar Graal'a dönecek olursak, bunun ilk anlamının temelde, kutsal çanağın her yerde rastlanan anlamı ile aynı olduğunu fark etmek gayet kolaydır. Bilhassa Doğuda, kut­sal çanağın içinde Vedizm’deki adıyla Soma, Mazdeizm'deki adıyla da Haoma denilen ve kendisini gerekli düzenlemelere uygun şekilde alanlara "ebediyet duyusu"nu ihsan eden ya da geri veren "ölümsüzlük içkisi" (ya da "ölümsüzlük şerbe­ti") bulunur. Kupanın ve içindekinin sembolizmi hakkında daha derinlere inersek konumuzun dışına çıkmış olacağız; bunu daha uygun biçimde geliştirmek için özel olarak tüm bir incelemeyi bu işe ayırmak gerekir. Ancak belirtmiş oldu­ğumuz husus, bizi şimdi niyetlendiğimizden çok daha önemli başka noktalara ulaştıracaktır..

[Pano05.jpg]
http://irige.tumblr.com/post/66087653494/ucgen-sembolunun-anlam

"MELKİ-SEDEK"
http://www.vopus.org/es/images/articles/melchizedek.gif
Doğu tradisyonlarında, belirli bir çağda Soma'nın artık meçhul bir duruma geldiği ve bu yüzden bazı kurban (adak) ayinlerinde, onun yerine sadece ilkel Soma'nın bir figürün­den ibaret olan başka bir içki koymak zorunda kalındığı söy­lenir (77); bu rolü belli başlı olarak şarap oynamıştır ve Yu­nanlılar'da Diyonizos efsanesinin büyük bölümü buna aittir (78). Şarap sık sık gerçek inisiyatik tradisyonu temsil etmek için kullanılmıştır: İbranice'de iain sözcüğü "şarap" (Fr.: "Vin") anlamına gelir ve sod sözcüğü de "sır" demektir; bun­ların her ikisi de sayısal bakımdan aynı değere sahip olduk­larından zaman zaman biri diğerinin yerine kullanılır (79). Sufılerde şarap ezoterik bilgiyi, her insana uygun olmayan ve seçkin kişilere ayrılmış bulunan doktrini temsil etmekte­dir; tıpkı herkesin, şarabı cezasız kalmadan içemeyişi gibi... Bundan da, bir âyinde şarap kullanılmasının bu ayine belir­gin bir inisiyatik karakter verdiği sonucu çıkmaktadır. Melkisedek'in "öşaristik” (Fr.: eucharistie Ekmek ve şarap ile yapılan katolik ayini) adağı (80) da özellikle böyledir ve şimdi üzerinde durmamız gereken başlıca nokta da budur.
Melkisedek (ya da daha doğru bir biçimde Melki-Sedek ) ismi, Yahudi-Hristiyan tradisyonunda "Dünyanın Kralı"mn bizzat kendi fonksiyonunun gayet açıkça altına gizlenmiş ol­duğu isimdir. İbranî Tevrat'ın en muammalı bölümlerinden birinin açıklamasını içeren bu olguyu belirtmeye biraz çe­kindik, ancak ne zaman ki bu "Dünyanın Kralı" meselesini ele almamız gerekti, bu durumda sessiz kalabilmemiz ger­çekten imkânsızdı.. Bu husus ile alâkalı olarak Aziz Pavlus tarafından söylenmiş olan şu sözü burada hatırlatabiliriz: "Bu konu hakkında söyleyecek olduğumuz pek çok şeyler vardır ve bunlar açıklanması zor olan şeylerdir, Çünkü sîzler bunları anlamakta geç kalan bir hâle geldiniz.” (81)
İşte, Tevrat'ta söz konusu olan bölümün metni: "Ve Salem kralı Melkisedek İMelki-Sedek) ekmek ve şarap getirtti ve En Yüce Tanrı'nın (El Elion) rahibi idi. Ve Abram'ı (82) kut­sadı ve dedi: Göklerin ve Yer'in sahibi Yüce Tanrı tarafından Abram mübarek olsun ve düşmanlarını senin ellerine düşü­ren En Yüce Tanrı mübarek olsun. Ve Abram, tüm almış ol­duklarının onda birini ona verdi." (83)
Demek ki Melki-Sedek aynı zamanda hem kral, hem ra­hiptir; adı "Adalet Kralı" anlamına gelmektedir ve o, aynı za­manda Salem, yani "Barış"ın kralıdır. Görüldüğü gibi bura­da her şeyden evvel "Adalet'i ve "Barış"ı, yani tamı tamına "Dünya Kralı"mn başlıca iki sıfatını görmekteyiz. Şunu da belirtmek gerekir ki Salem sözcüğü, genel kanaatin tam ter­sine gerçekte asla bir şehrin adı olmamıştır; ancak şayet Melki-Sedek'in oturduğu yerin sembolik ismi olarak ele alı­nırsa, bu durumda Agarta terimi ile eşdeğerde görülebilir. Her ne olursa olsun, burada ilkel Jerusalem (Yeruşalim, Ku­düs) adını görmek bir hatadır. Çünkü bu isim Jebus idi. Tam tersine, İbraniler orada bir runfeal merkez kurduklarında bu kente Jerusalem ismi verilmiş ise, bu onun bundan böyle gerçek Salem'in âdeta görünür bir imajı gibi olacağını göster­mek içindir. Tapınak da Süleyman (Salomon) tarafından in­şa ettirilmişti ve bu isim de (Süleyman Şlomoh) Salem’den türemiştir ve "Barışsever” anlamına gelmektedir. (84)
Şimdi de Aziz Pavlus'un Melki-Sedek hakkında söylen­miş olanları hangi sözlerle yorumlayıp açıkladığını görelim: "Çünkü Salem Kralı, Yüce Tanrı'nın kâhini, kralları öldür­mekten dönen İbrahim'i karşılamış ve ona hayırdua etmiş olan ve İbrahim'in kendisine her şeyden ondalık verdiği bu Melki-sedek; önceleri adının anlamına göre Adalet Kralı, sonra Salem Kralı, yani Barış Kralı; babasız, anasız, nesep­siz olup, hayatının başlangıcı ve sonu da olamayan, ancak Tanrı Oğlu'na benzer kılınmış olarak daima rahip kalacak­tır." (85)
Melki-Sedek İbrahim'in üstü olarak temsil edilmiştir, Çünkü onu takdis etmiştir ve "itiraz olunamaz ki, hayırduayı büyük olan küçüğe eder" (86); ve İbrahim'in kendisi de bu üstünlüğü tanımıştır, Çünkü ona onda bir vermiştir ki bu da ona bağımlılığının bir işaretidir. Burada bu kelimenin feodal anlamına yakın biçimde gerçek bir "rütbe" söz konusudur, ancak şu farkla kİ bu bir ruhsal rütbedir; şunu da ekleyebili­riz ki işte tam burada İbranî tradisyonunun büyük ilksel tradisyon ile birleşme noktası bulunmaktadır. Söz konusu edi­len "kutsama" (hayırdua, takdis) asıl anlamı bakımından, bundan böyle İbrahim'in de katılacak olduğu, bir "ruhsal te­sir" ile iletişim kurulmasını ifade eder; şunu da fark etmek mümkündür ki kullanılan formül İbrahim'i, "En Yüce Tanrı" ile doğrudan temasa geçirmiştir -ki daha sonra aynı İbra­him, Yehova ile bir tutarak O'ndan yardım istemiştir (87). Şayet Melki-Sedek bu şekilde İbrahim'den daha üstün ise, bu, Melki-Sedek’in Tanrısı olan "En Yüce"nin (Elion) İbra­him'in Tanrısı olan "En Kudretli'den (Saday) daha üstün ol­masından dolayıdır ya da diğer bir deyTşle bu iki isimden bi­rincisi, İkincisinden daha yüksek bir İlâhî görünümü temsil etmektedir. Diğer taraftan, çok önemli ve şimdiye kadar hiç belirtilmemiş olan bir husus da, aynı sayısal değere sahip bulunmasından dolayı El Elion'un Emmanuel ile eşdeğer ol­masıdır (88); ve bu da Melki-Sedek'in öyküsünü doğrudan doğruya anlamını daha önce açıklamış olduğumuz "Maj Krallar"m hikâyesine bağlamaktadır. Ek olarak şunu da gö­rebiliriz; Melki-Sedek'in ruhanîliği El Elion'un ruhanîliğidir; Hristiyan ruhanîliği de Emmanuel’in ruhanîliğidir. El Elion şayet Emmanuel ise, bu iki ruhanilik de tek ve aynı demektir ve esas itibarıyla ekmek ve şarabın öşaristik olarak adanma­sını kabul eden Hristiyan ruhanîliği bu durumda gerçekten de "Melkisedek"in düzenine uygundur. (89)
Yahudi-Hristiyan tradisyonuna göre biri "Harun'un dü­zeni" diğeri de "Melkisedek'in düzeni" olmak üzere iki ruha­nilik mevcuttur. Ve bu İkincisi tıpkı Melkisedek'in bizzat İb­rahim'den üstün oluşu gibi, ilkinden daha üstündür. İbra­him'den Levi aşireti ve dolayısıyla da Harun'un ailesi doğ­muştur (90). Bu üstünlük, Aziz Pavlus tarafından belirgin bir şekilde ifade edilmiştir: 'Ve denebilir ki ondalık alan (İs­rail halkından) Levi dahi İbrahim vasıtası ile ondalık vermiş­tir." (91) Bu iki ruhanîliğin anlamı üzerinde daha fazla dura­cak değiliz, ancak Aziz Pavlus'un başka bir sözünü daha ak­tarmakta yarar vardır: "Burada (Levi ruhaniliğinde) fanı olan adamlar ondalık alıyorlar; fakat orada, yaşamakta olduğu­na şehadet edilen bir zat alıyor." (92) Melki-Sedek olan bu "yaşayan zat", "daima" (İbranice'de Le-ölam) durmakta olan, yani devresinin (Manvantara) ya da özel olarak yönettiği âle­min süresi boyunca hüküm süren Manu'dur. Bu yüzden onun "soy ağacı yoktur", Çünkü onun kökeni "beşeri değildir"; Çünkü kendisi bizzat insanın prototipidir ve o, gerçekten de "Tanrı Oğlu'na benzer yapılmıştır” Çünkü formülleştirdiği Ya­sa vasıtasıyla o, bu âlem için İlâhî Kelâm’ın bizzat ifadesi ve görünümüdür. (93)
Belirtilmesi gerekli olan başka hususlar da vardır ve ilki de şudur; "Maj Krallar" öyküsünde inisiyatik hiyerarşinin üç lideri olan üç ayn kişilik görmekteyiz; Melki-Sedekinde yal­nızca bir tek olan, ancak kendinde aynı üç fonksiyonun kar­şılığı olan görünümleri birleştiren kişiliği görüyoruz. Böyle­likle bazıları, hemen hemen Kohen-Sedek, yani "Adalet Ra­hibi" ve Melki-Sedek, yani "Adalet Kralı" olarak ikiye ayrılan "Adaletin Sahibi" Adoni-Sedek'i ayırt etmişlerdir. Bu üç gö­rünüm sırasıyla Brahatma, Mahatma ve Mahanga'nın fonk­siyonlarına uymaktadır (94). Her ne kadar Melki-Sedek asıl anlamı bakımından üçüncü görünümün isminden ibaretse de, genel olarak kapsamlı biçimde üçüne birden uygulanır ve şayet burada görüldüğü şekilde diğerlerine tercih edilerek kullanılmışsa, bu, ifade ettiği fonksiyonun dış dünyaya en yakın olanı, yani en doğrudan tezahür etmiş olanını belirt­mesinden dolayıdır. Diğer taraftan "Dünyanın Kralı" ifadesi­nin tıpkı "Adalet Kralı" gibi, doğrudan doğruya krallık kudre­tini imâ etmekte olduğu da fark edilmektedir; ayrıca Hindis­tan'da da anlam bakımından Melki-Sedek ile aynı değerde olan Dharma-Raja ifadesini görüyoruz. (95)
Şimdi eğer Melki-Sedek ismini en katı anlamıyla ele ala­cak olursak, "Adalet Kralı"nın kendine has sıfatlarının terazi ve kılıç olduğunu görürüz ve bu iki sıfat, aynı zamanda, 'Yar­gı Meleği" olarak da kabul edilen Mikail'e de aittir (96). Bu iki amblem sosyal düzende sırasıyla, Kşatriyalar'a ait olan ve kraliyet kudretini meydana getiren iki unsuru teşkil eden İdarî ve askerî fonksiyonları (işlevleri) temsil etmektedir. Bunlar, hiyeroglif açıdan bakıldığında aynı zamanda hem "Adalet" hem de "Hakikat" (97) anlamlarına gelen ve bazı eski halklarda krallığı belirtmek için kullanılmış olan, İbranice ve Arapça'daki Hak (Haq) kökünü oluşturan iki karakterdir (98). Hak (Haq), Adalet'i, yani terazi ile sembolize edilmiş olan dengeyi egemen kılan kudrettir, hâlbuki kudretin ken­disi kılıç ile sembolize edilmiştir (99) ve krallık kudretinin başlıca rolünü karakterize eden de budur ve diğer taraftan da bu, ruhsal düzende, Hakikatin gücüdür. Ruhsal gücün işaretinin, maddî gücün işaretinin yerine geçmesi vasıtasıy­la bu Haq kökünün daha yumuşatılmış bir biçimi elde edilmiştir ve bu Hak biçimi tıpkı diğerinin, özellikle krallık kud­retine uygun oluşu gibi, özellikle ruhanî otoriteye uygun ol­makta ve asıl anlamı bakımından "Bilgeliği'' (İbranice'de Hokmah) tanımlamaktadır. Bu hususu doğrulayan diğer bir olgu da, birbirinin karşılığı durumundaki bu iki formun ben­zer anlamlarla çok çeşitli dillerde "iktidar" ya da "güç" ve "bil­gi" anlamlarına gelen kan kökünde birbirleriyle buluşmala­rıdır (100): Kan bilhassa, Bilgelik ile aynı olan ruhsal ve zi­hinsel kudret anlamına gelir (Ibranice'deki "rahip" anlamına gelen Kohen bundan doğmuştur) ve kan da (Guenon tarafın­dan yazılışı: qan) maddî kudret anlamındadır (buradan da "sahip oluş" fikrini ifade eden çeşitli kelimeler ve bilhassa Kain'in ismi doğmuştur) (101). Bu kökler ve türevleri hiç şüphesiz daha pek çok başka incelemelerin doğmasına ne­den olabilirler; ancak çalışmamızı şimdiki etüdümüzün ko­nusu ile doğrudan bağlantısı olanlarla sınırlandırmayı uy­gun görüyoruz.
Tüm bunlara tamamlayıcı bir anlayış getirmesi bakımhıdan İbranî Kabalası’nın Sekinah hakkında neler söyle­diğine bir göz atalım: Bu, "aşağı âlem "de on Sejîrot'un Malkut adı verilen sonuncusu ile temsil edilmiştir; Malkut "Kral­lık" anlamına gelir ve bu, onu buraya koyuşumuza neden olan bakış açısına göre bir hayli dikkat çekici bir seçimdir; bundan da daha önemlisi, zaman zaman Malkut için verilen eşanlamlı sözcükler arasında Sedek, yani "Doğru"ya da rastlanmaktadır (102)i Malkut ve Sedek ya da Kraliyet (Dün­yanın Yönetimi) ve Adalet arasındaki bu yakınlık Melki-Sedek isminde kesin biçimde ortaya çıkmaktadır. Burada, sefirot ağacının "ortasındaki sütun"da yer alan, pay edici ve tam anlamıyla dengeleyici olan Adalet söz konusudur. Bunu "soldaki sütun"da yer alan, Sertlik ile bir tutulan ve Merhamet'in tam zıttı olan Adalet'ten ayırmak gerekir; Çünkü bura­da birbirinden farklı iki görünüm söz konusudur (zaten İbranice'de de bunları tanımlamak için iki ayn kelime kullanılır: Birincisi Sedakah, İkincisi de Dtn'dir). Başlıca olarak denge ya da ahenk fikrini veren ve Barış'a kuvvetli şekilde bağlı olan, aynı zamanda hem en kesin hem de en eksiksiz anla­mıyla Adalet, bunlar içinde birinci görünümdür.
Malkut, "içinde yukarıdaki ırmaktan gelen suların, ya­ni (ruhsal tesirler sayesinde) bol bol serptiği ve saçtığı tüm sudûrların biriktiği depodur." (103) Bu "yukarıdaki ırmak" ve ondan inen sular, garip biçimde Hindu tradisyonundaki Ganga adı verilen Göksel (semavî) İrmağa atfedilen rolu çağ­rıştırmaktadır: Görünümlerinden biri Ganga olan Şakti ile Sekinah arasında bazı benzeşimler mevcuttur ve bunun başlıca nedeni, her ikisinin de ortak olarak sahip bulunduk­ları "tanrısal" işlevdir. Göksel suların içinde biriktikleri de­po, doğal olarak dünyamızın ruhsal merkezi ile aynıdır: Bu­radan Pardes'in dört ırmağı çıkar ve dört ana istikamete yö­nelirler. Yahudiler için bu ruhsal merkez, "Dünyanın Kalbi" diye de tanımladıkları Sion Dağı ile aynı şeydir. Zaten bu ta­nımlama tüm "Kutsal Topraklar" için de geçerli ortak bir özelliktir ve Yahudiler'e göre bu, bir anlamda Hindular’ın Meru'su ya da Persler'in Alborj'u ile eşdeğerdir. (104) "Yahova Kutsiyetinin Tabernakl'ı (105), Sekinaftırı ikametgâhı, kendisi de bizzat Sion’un merkezi olan (Kudüs) Tapmağın kalbi durumundaki Kutsallar Kutsalı'dır; tıpkı Sion'un İsra­il Ülkesi'nin merkezi ve İsrail Ülkesi'nin de dünyanın merke­zi oluşu gibi. (106)
İşi daha da ileri götürebiliriz: Burada bir bir saymış olruklarımızı tersine doğru ele alacak olursak, sadece tüm bunların hepsi değil, Tapınaktaki Tabernakl'den sonra, Tabernakl'deki Ahit Sandığı ve Ahit Sandığının bizzat üstünde bulunan Sekinah’ın tezahür yeri (iki Kerubî arasında); hepsi de "Ruhsal Kutup"a birbiri peşisıra verilmiş olan değerleri temsil etmektedir.
Daha önce başka bir yerde de (107) açıklama fırsatını bulduğumuz üzere, Dante'nin Kudüs'ü tamı tamına "Ruh­sal Kutup" olarak takdim edişi de işte bu nedenledir; ancak bu, Yahudiler'e ait görüş açısının dışma çıkıldığında bilhas­sa sembolik bir hâle gelmekte ve bu kelimenin katı anlamı ışığında yalnızca bir yer belirtmeden ibaret kalmaktadır. İlk­sel tradisyonu belli şartlara uydurabilmek amacıyla oluştu­rulmuş olan ikinci dereceden tüm ruhsal merkezler, daha önce de açıklamış olduğumuz gibi yüce merkezin görünüm­leridirler. Gerçekte, Sion da ancak bu ikincil merkezlerden biri olabilir ve yüce merkez ile bir tutulması da bu benzerlik­ten kaynaklanmaktadır. Jerusalem (Yeruşalim: Kudüs) ger­çekten de, adından da anlaşıldığı üzere hakikî Saiem'in bir imajıdır. Yalnızca İsrail Ülkesi anlamına gelmeyen "Kutsal Ülke" hakkında söylemiş olduklarımız ve bundan sonra söy­leyeceklerimiz, bunun kolayca anlaşılmasını sağlayacak­tır.
"Kutsal Ülke" ile eşanlamlı olan kayda değer diğer bir ifade de 'Yaşayanlar Ülkesi"dir: Bu, esas ve en katı anlamıy­la Yeryüzü Cenneti'ni ve bununla sembolik bakımından eşanlamlı olan ifadelere de uygulanabileceği şekilde, gayet açık olarak "ölümsüzlük ülkesi"ni belirtmektedir; ancak bu isim ikinci derecedeki "Kutsal Topraklar" ve bilhassa İsrail Ülkesi için kullanılmıştır. 'Yaşayanların Ülkesi yedi ülkeye ayrılır." denmiştir ve Vulliaud'nun belirttiğine göre: "Bu ül­ke, içinde yedi milletin yaşadığı Kenan ülkesidir." (108) Bu asıl anlamı bakımından hiç şüphesiz ki doğrudur; ancak sembolik açıdan değerlendirildiğinde bu yedi ülke tıpkı İslâm tradisyonunda da söz konusu olanlar gibi, Hint tradisyonunda yer alan ve hepsinin de ortak merkezi Meruolan ye­di dvipo’ya denk gelmektedir; bunlara daha sonra yeniden değineceğiz. Aynı şekilde, eski dünyalar ya da diğer bir ifa­deyle bizimkinden daha önceki yaradılışlar "Edom'un yedi kralı" (Yedi sayısı burada Tekvin'deki yedi "gün" ile ilişkili­dir.) ile temsil edilmişlerdir ve burada, Kalpa’nın başlangı­cından çağımıza kadar sayılmış olan yedi Manu ya ait çağlar ile bunların arasında rastlantıya bağlı olmanın da çök öte­sinde, çarpıcı bir benzerlik vardır (109).
"LUZ" YA DA ÖLÜMSÜZLÜK ÜLKESİ
http://www.bilinmeyen.com/sites/default/files/images/byrd1.jpg
Dünyamız uluslarının büyük bir bölümünde "Yeraltı dünyası”na ilişkin tradisyonlara rastlanır; bunların hepsini burada biraraya getirmek niyetinde değiliz; zaten araların­dan bazılarının bizim şu anda meşgul olduğumuz mesele ile pek doğrudan bir bağlantıları da yoktur. Bununla beraber, genel bir bakış neticesinde "mağaralar kültü"nün (110) dai­ma az ya da çok "içteki yer" ya da "merkezî yer" fikrine bağlı olduğu ve buna göre de mağara ve kalp (yürek) sembollerinin birbirlerine çok yakın olduklarını gözlemlemek mümkün­dür. (111) Diğer taraftan, tıpkı Amerika'da ve belki başka yerlerde olduğu gibi, Orta Asya’da da içlerinde asırlardan be­ri bazı inisiyatik merkezlerin varlıklarını sürdürdüğü mağa­ralar ve yeraltı geçitleri gerçekten mevcuttur. Ancak bu olgu­nun dışında, bu konuyla alâkalı her şeyde, saptanması hiç de zor olmayan bir sembolizm kısmı da vardır. Ve bu inisiya­tik merkezlerin kurulması için yeraltındaki bölgelerin tercih edilmesinin basit birer tedbir neticesi olmayıp, kesin olarak sembolik düzenden kaynaklanan nedenlere dayandığını dü­şünmekteyiz. Saint Yves belki bu sembolizmi açıklayabilirdi ama bunu yapmadı ve bu yüzden de kitabın bazı bölümlerin­de fantazik bir hava vardır (112). Ossendowski ise, kendisine söylenen sözlerdeki biçimsel anlamın ötesini görebilecek ve buna nüfuz edebilecek bir yeterliliğe sahip değildi.
Biraz önce ima etmiş olduğumuz tradisyonlar içinde bir tanesi özel bir öneme sahiptir; Bu tradisyon Musevîlik'te yer alır ve Luz adı verilen esrarengiz bir kentle ilgilidir (113). Bu isim esasolarak Yakup peygamberin rüyet gördüğü ve bu­nun ardından da Beyt-El yani "Tanrı Evi" adını verdiği yere aittir. (114) bu konuya daha ileride yeniden döneceğiz. "Ölüm Meleği”nin bu kente giremediği ve orada hiçbir kudre­tinin kalmadığı söylenmiştir. Ve de gayet özel ve anlamlı bir kıyaslama neticesi, bazıları bu kentin Persler'e göre "Ölüm­süzlük Ülkesi" olan Alborj'un yanında olduğunu ifade ederler.
Luz'un yanında, altında bir yeraltı geçidine girmeyi sağlayan bir oyuğun bulunduğu bir badem ağacının (İbranice'de buna da Luz adı verilir) yer aldığı (115) ve bu yeraltı ge­çidinin bizzat kente açıldığı söylenmektedir. Değişik anlam­ları açısından Luz sözcüğü ilk başta, tüm saklı, üstü örtülü, gizli, suskun olanı tanımlayan bir kökten türemiştir; Göğü tanımlayan sözcüklerin de başlangıçta aynı anlama geldik­lerini belirtmek yerinde olur. Kölum (coelum) sözcüğü ile Yu­nanca'daki "oyuk" anlamına gelen koilon sözcüğü (bunun mağara "caverne" ile bir bağlantısı olması mümkündür ve Varron bu yakınlığı şu terimlerle ifade eder: a cavo coelum) arasında bir yakınlık kurarlar; ancak en eski ve en doğru şeklin kaelum (caelum) olduğunu ve bunun da "saklamak" (Fr.: cacher) anlamına gelen kaelare'yi (caelare) çok yakından anımsattığını belirtmek yerinde “olur. Diğer taraftan Sanskritçe'deki Varuna. "örtmek" anlamına gelen var kö­künden (bu, aynı zamanda kal kökünün de anlamıdır; Latince'de geçen ve kaelare'nin diğer bir şekli olan celare de bu­na bağlıdır; bunun da Yunanca'daki eşanlamlısı kaluptein'dir] (116) ve Yunanca'daki Uranos da yine bu var isminin kolayca ur'a dönüşmüş olan farklı bir biçiminden başka bir şey değildir. Bu sözcükler "örten" (117), "saklayan" (118) ve hatta "saklanmış olan" anlamlarına gelebilirler ve bu sonun­cusunun da çift anlamı vardır: Birincisi, duyulardan gizlen­miş olandır ve bu duyularüstü sahadır; ikinci olarak da giz­leme ya da karartma devreleri içinde tradisyonun dışsal ya da açık biçimde tezahür edişinin sona ermesi, "göksel dün­ya”nın böylece "yeraltı dünyası"na dönüşmesi anlamına ge­lir.
http://www.bilinmeyen.com/sites/default/files/images/byrd3.jpg
Diğer bir bağlantının ışığında, Gök ile de bir yakınlık kurulabilir: Luz'a "mavi kent" adı verilir ve safir (119) taşının rengi olan mavi, göksel (semavî) renktir. Hindistan'da at­mosferin mavi renginin, Meru Dağı'nın safirden yapılmış olan ve Jambu-dvipa'ya bakan güney yüzünde ışığın yansı­ması ile oluştuğu söylenir. Bunun da aynı sembolizme bağlı olduğu kolayca anlaşılmaktadır. Jambu-dvipa herkesin inandığı şekilde sadece Hindistan demek ctegildir; o gerçekte bugünkü hâlindeki tüm yeryüzü âlemini temsil etmektedir. Ve bu dünyanın tümüyle Meru'nun güneyinde yer aldığı ka­bul edilebilir, Çünkü Meru kuzey kutbu ile bir tutulmaktadır) (120). Yedi dvipa ( 'adalar" ya da "kıtalar" anlamına gelir. bazı devresel periyotlar esnasında sırayla yükselirler; öyle ki, her biri o periyodun (devrenin) yeryüzü âlemi olarak ka­bul edilirler. Bunlar, merkezi Meru olan ve buna bağlı olarak da uzayın yedi bölgesine göre yönlendirilmiş ve yerlerinin saptanmış olduğu bir lotüs meydana getirirler (121). Demek ki Meru'nun, yedi duipalar'dan her birine ayrı ayrı yönelik olan bir yüzü vardır. Şayet bu yüzlerin her biri gökkuşağının (122) bir rengini taşıyorsa, bu durumda, bu renklerin sente­zi beyazdır, ki bu da her yerde ruhsal otoriteye atfedilen renktir (123). Ayrıca, Meru'nun bizzat kendi rengi de beyaz­dır (onun gerçekte "Beyaz Dağ" olarak tanımlandığını göre­ceğiz) ve diğerleri ise yalnızca onun değişik dvipalar'a uygun olarak büründüğü çehreleri tenjsil ederler. Herbir dınpa’nın tezahür ettiği devre içerisinde Meru farklı bir pozisyona geçi­yor gibidir; ancak gerçekte hareketsizdir ve yerinden oyna­maz; Çünkü o, merkezdir ve bir devreden diğerine değişiklik gösteren şey, yeryüzü dünyasının onun çevresindeki konu­mudur.
http://www.bilinmeyen.com/sites/default/files/images/byrd5.jpg
http://www.bilinmeyen.com/book/export/html/25
Çeşitli anlamları epeyce dikkat çekici olan İbranice Luz sözcüğüne tekrar dönelim: Bu sözcüğün sıradan anlamı "badem" (ve daha kapsamlı olarak, meyvesinden çok ağacı tanımlaması bakımından ’badem ağacı") ya da "çekirdek"tir. Çekirdek daha "içerideki" ve daha "gizli" olan bir şeydir ve ta­mamen kapalıdır, ki buradan da "dokunulmazlık" (124) (masuniyet) fikri ortaya çıkar (aynı şey Ağarla adında da vardır). Luz sözcüğü aynı zamanda sembolik olarak, ruhun ölümden sonra tekrar dirilişe kadar bağlı kalacağı çok sert bir kemik olarak temsil edilen, tahrip edilemezliği olan cismanî bir partiküle verilen isimdir (125). Nasıl ki çekirdek to­humu içeriyorsa ve nasıl ki kemik iliği içeriyorsa, bu luz da aynı şekilde, varlığın yeniden eski hâline döndürülebilmesi (ıslah edilmesi, onarılması) için gerekli gizli mevcut unsurla­rı içermektedir. Bu ıslah, kurumuş kemiklere yeniden hayat verecek olan "semavî çiğ"in etkisi altında gerçekleşecektir. Aziz Pavlus un şu sözü de zaten bunu ima eder: "Çürümede ekilir, şan içinde yeniden dirilecektir." (126) Burada da, her zaman olduğu gibi "şan", yukan âlemde tasavvur edilen Sekinah'a aittir ve biraz önce de gördüğümüz gibi, "semavî çiğ" ile bunun arasında sıkı bir ilişki vardır. Tahrip edilemez olan (mahvolmayan) (127) olan Luz, insan varlığında mevcut olan "ölümsüzlük çekirdeği"dir. Tıpkı, aynı isimle tanımla­nan bölgenin "ölümsüzlük ülkesi" oluşu gibi: Burada her iki durumda da "Ölüm Meleğİ'nin kudreti geçersiz kalmakta­dır. Bu, bir tür Ölümsüz un yumurtası ya da tohumudur (128); bunu, içinden kelebeğin çıktığı krizalit ile de kıyasla­mak mümkündür (129); bu karşılaştırma, yeniden diriliş ol­gusu ile gerçek anlamını bulmaktadır.
Luz'u omurganın aşağı ucuna yerleştirirler: Bu biraz garip gelse de Hindu tradisyonunda, insanın içinde var oldu­ğu kabul edilen Şakti'nin (130) bir şekli olan ve kundalini (131) adı verilen güç hakkında söylenenler göz önüne alındı­ğında anlam kazanmaktadır. Bu güç, süptil (seyyal) organiz­manın, yine aynı şekilde omurganın, kesinlikle aşağı ucuna denk gelen bir bölgesinde yer alan ve kendi üzerine sarılmış olarak gösterilen bir yılan figürü ile temsil edilmiştir. Âncak bu güç, örneğin Hata-Yoga uygulamalarının etkisiyle uyan­makta, açılmakta ve değişik pleksuslan ifade eden "çarklar" (tekerlekler şakralar) ya da "lotüsler"den geçerek "üçüncü göz"e, yani Şiva'nın alnındaki göze ulaşmaktadır. Bu aşama, insanoğlunun "ebediyet duyusu"nu ve bunun neticesinde, daha başka bir yerde değinmiş olduğumuz o gizli ölümsüzlü­ğü elde ettiği "ilksel hâl"e yeniden kavuşmasını temsil eder. Buraya kadar hâlâ daha beşer hâlindeyizdir; ancak bir son­raki aşamada, sonunda kundalini baştaki taça ulaşır (132) ve bu son safha, varlığın yüksek hâllerinin bilfiil olarak fet­hedilmesi demektir. Bu yaklaşımdan çıkarılabilecek olan sonuç, iuz'un organizmanın aşağı kısmında yer alışının yal­nızca "insanın seviye yitirmiş olması" şartlarında geçerli ol­duğudur. Ve tüm yeryüzü insanlığı açısından ele alındığın­da, yüce ruhsal merkezin "yeraltı dünyası"nda yer alışı da bu nedendendir. (133)

"KALİ-YUGA" BOYUNCA GİZLENEN YÜCE MERKEZ
http://www.elblogalternativo.com/wp-content/uploads/2012/12/tierra-hueca-gr%C3%A1fico.jpg
Agarta’nın her zaman yeraltında bulunmamış olduğu ve bundan sonra da hep orada kalmayacağı söylenmektedir. Öyle bir zaman gelecektir ki, Ossendowski'nin ifadesiyle, "Agarti milletleri mağaralarından çıkacaklar ve yeryüzünde görüneceklerdirJ) (134) Görünen âlemden elini eteğini çek­meden önce bu merkezin başka bir ismi vardı, Çünkü "ele geçirilemez" ya da "ulaşılamaz" (ve ayrıca "dokunulamaz" anla­mına da gelir, Çünkü bu, "Barış Ülkesi" Salem'dir) anlamına gelen Ağarta ismi onun bu durumuna hiç de uymazdı. Ossendowski onun yeraltına geçişinin "altı bin yıldan" bile da­ha eskiye dayandığını belirtir ve bu tarihin tahminen, Manvantara’nın (135) dört devresinden sonuncusu olan ve eski Batıkların "Demirçağı" dedikleri Kali-Yuga, yani "kara çağ"ın başlangıcı olduğuna karar verir. Demek ki, onun yeniden or­taya çıkışı, bu çağın sona ermesiyle aynı zamana rastlaya­caktır.
Dana önceki satırlarda, tüm tradisyonlarda saklı ya da kaybolmuş bir şeye ilişkin bazı imalar bulunduğundan ve bunun çeşitli sembollerle temsil edildiğinden söz etmiştik. Bunu geniş anlamında ele aldığımızda, tüm yeıyüzü insanlı­ğı açısından, Kali-Yuga’nın şartlarına kesin olarak uymak­tadır. Demek ki şimdi yaşadığımız devre tam bir kararma ve karışıklık devridir (136); ve bu devrenin şartlarının öyle bir niteliği vardır ki, bunlar sürüp gittiği müddetçe inisiyatik bilgi zorunlu olarak saklı kalmak mecburiyetindedir. Bura­dan da "tarihî" denilen (halbuki bu devrenin başlangıcına bi­le uzanmaz) (137) antik çağın "Misterlerinin" (Mysteres: Kut­sal sırlar) ve tüm milletlerdeki gizli teşkilâtların karakteri oluşmuştur: Bunlar gerçek bir tradisyonel (geleneksel) doktrinin hâlâ varlığını sürdürdüğü bir yerde bilfiil bir inisiyasyon veren, ancak bu doktrinin ruhu yalnızca dışsal bir temsilden ibaret olan sembolleri canlı tutmayı kestiğinde ise bu inisiyasyonun ancak gölgesini takdim edebilen organi­zasyonlardır. Çünkü, çeşitli nedenlerden ötürü dünyanın ruhsal merkezi ile olan bütün bağlar eninde sonunda kop­muştur ve bu da tradisyonun kayboluşunun ve ikinci dere­ceden merkezlerin yüce merkezle olan doğrudan ve bilfiil iliş­kilerinin sona ermesinin nedenini oluşturur.
Biraz önce de sözünü ettiğimiz gibi, demek ki gerçekten kaybolmuş olan değil de, aslında gizlenmiş olan bir şeyin varlığından bahsedebiliriz; Çünkü o herkes için kayıp değildir ' ve bazıları onun bütününe, eksiksiz biçimde sahiptirler. Ve eğer durum böyleyse, o hâlde diğerleri de onu her zaman için yeniden bulma imkânına sahiptirler, yeter ki onu gerektiği gibi aramasını bilsinler; yani niyetleri öyle bir yönlenmelidir ki, "birbirine uygun etkiler ve tepkiler" (138) yasasına göre onlan yüce merkez ile bilfiil ruhsal iletişim hâline getirebil­sin (139). Niyetin bu istikamete doğru yönelişinin tüm tradisyonel (geleneksel) anlatım biçimlerinde bir sembolik tem­sil edilişi mevcuttur; sözünü ettiğimiz husus ibadetler esna­sında belirli bir yöne doğru dönüştür: Bu, aslında ruhsal bir merkeze doğru yöneliştir ve bu ruhsal merkez de daima ha­kikî "Dünya Merkezi"nin bir hayali, bir benzeri, bir simgesi­dir (140). Ancak, Kali-Yuga içinde ilerlendikçe, giderek ka­palı ve saklı bir hâle gelen bu merkez ile birleşme daha da zorlaşmaktadır ve onu dışsal olarak temsil etmekte olan ikinci derecedeki merkezler de azalmakta, seyrekleşmekte­dirler (141). Bununla birlikte, bu devre sona erdiği zaman tradisyon yine bütün ve eksiksiz olarak tezahür etmek zo­runda kalacaktır, Çünkü her Manuantara’nın, kendisinden bir öncekinin sonuyla çakışan başlangıç dönemi, yeryüzü insanlığı açısından doğal olarak "ilksel hâl”e yeniden dönü­şü içermektedir (142).
Avrupa'da kurallara uygun faaliyet gösteren teşkilâtlar vasıtasıyla merkez ile şuurlu bağlantı bugün için kesilmiş durumdadır ve zaten asırlardan beri de böyledir. Bağın ko­puşu hadisesi öyle birdenbire meydana gelmiş bir olay değil­dir; bu iş birbirini takip eden safhalarda gerçekleşmiştir (143). Bu safhalardan ilki 14. yüzyılın başlangrcına uzanır; şövalye tarikatları hakkında daha önce söylemiş oldukları­mız, bunların esas rollerinin Doğu ile Batı arasında iletişim sağlamak olduğunu açıklamaya yetmektedir. Burada söz konusu ettiğimiz merkezin, en azından tarihî çağlarda dai­ma Doğu'da yer almış olarak tanımlanması, bu iletişimin gerçek önemini ve değerim kavramamızı sağlamaktadır. Bu­nunla beraber Tapınak Tarikatı'nın (Tampliye -ya da Temp­le Şövalyeleri Tarikatı) ortadan kaldırılmasından sonra Rozikrüsyanizm (Rozkruva Tarikatı, Rose Croix -Gül-Haç Tarikatı) ya da kendisine daha sonra bu adın verildiği o hangi tarikat ise, her ne kadar daha gizli ve saklı şekilde olsa da aynı bağlantı­yı sağlamaya devam etmiştir (144). Rönesans ve Reform, ye­ni kritik bir safhaya damgalarını vurmuşlar ve sonunda da Saint Yves'in belirttiğine göre, tam kopuş 1648 yılında Otuz Yıl Savaşları'nı sona erdiren Vestfalya antlaşmaları ile aynı zamana rastgelmiştir. Birçok yazarın, Otuz Yıl Savaşları'nın ardından gerçek Rozkruvalar’ın Asya’ya çekilmek amacıyla Avrupa'yı terk ettiklerini iddia etmeleri de hayli dikkat çeki­cidir. Yeri gelmişken, rozikrüsyen adeptlerin (inisiyelerin) *sayılarının da, tıpkı Ağarta’nın iç çemberinin üyeleri gibi ve bu yüce merkezin imajına uygun olarak oluşturulmuş ruh­sal merkezlerin çoğunun bu ortak özelliği ile bağdaşan bir biçimde, on iki olduğunu anımsatalım.
* İnisiyasyon (Süluk) kimi ansiklopedilerde bireyin spiritüel gelişimi için, ‘spiritüel tesir’i alıp aktarabilen bir üstadın sert ve sürekli kontrolü altında, bir düzen ve disiplin içinde, sınavlara dayalı tarzda, metodlu olarak eğitimi şeklinde tanımlanmaktadır. İnisiyasyon sözcüğünün kökeni, Latince’de “bir yere girme, iştirak etme, kabul edilme, başlama” anlamındaki “initium” sözcüğüdür. Osmanlı tarikat geleneğinde bulunan “süluk” kelimesi de, “iplik, sıra, dizi, yol, meslek, tutulan yol” anlamlarındaki Arapça “silk” sözcüğünden gelmektedir. Bir inisiyasyonda üstad (inisiyatör, mürşid) tektir, öğrenci (inisiye adayı, mürit) ancak inisiyasyonu tamamladığı zaman inisiye olur. İnisiyasyonu tamamlamamış olanlara inisiye denmez.
Bu son çağdan itibaren gerçek inisiyatik bilginin depo­su, hiçbir Batılı organizasyon tarafından gerçekte muhafaza edilmemiştir. Swedenborg da "Kayıp Kelâm”ın maalesef Ti­bet ve Tataristan bilgelerinde aranması gerektiğini açıkla­maktadır. Ve Anne Catherine Emmerich de kendisinin "Pey­gamberler Dağı" adını verdiği ve bu aynı bölgelerde (Tibet-Tataristan) bulwwunduğunu söylediği esrarengiz bir bölgenin rüyetini görmüştür. Madam Blavatsky de bu konuda ancak parça parça birtakım bilgiler toplayabilmiş, bunların mânâsını gerçekte pek anlamamış. Bu bilgilerin kendisinde "Büyük Beyaz Loca" fikrini uyandırmış olduğunu da ekleme­liyiz. Bu "Büyük Beyaz Loca" ise, Agarta’nın bir imajı değil, ancak basit biçimde onun bir karikatürü ya da hayalî bir pa­rodisinden ibarettir (145).
"OMFALOS" ve BETİLLER
http://www.elblogalternativo.com/wp-content/uploads/2012/12/tierra-hueca-civilizaciones1.jpg
Ossendowski'nin aktardıklarına göre "Dünyanın Kra­lı", eskiden Hindistan ve Siyam’da pek çok defa ortaya çık­mış ve "üstünde bir kuzu duran altın bir küre ile halkı takdis etmişti"; bu son ayrıntı Saint Yves'in "Kuzu ve Koç Devri" hakkında söylemiş olduklarıyla bir bağlantı kurulduğunda oldukça önem kazanmaktadır1.  146). Diğer taraftan daha da kayda değer bir husus olarak/Hristiyan sembolizminde Kuzu'yu, kendisinden dört ırmağın indiği bir dağın tepesinde gösteren sayısız resimler vardır ve buradaki dört ırmak Yer­yüzü Cenneti'ndeki dört ırmakla aynıdır (147). Agarta’nın Kali-Yuga başlamadan önce başka bir adı olduğunu söylemiştik; bu isim Sanskritçe’de "yüce ülke" anlamına gelen ve "Dünyanın Kalbi" olarak da tanımlanan ruhsal merkeze ga­yet iyi uyari, Paradeşa'dır. Kaideliler Pardes ve Batılılar da Paradis (cennet) sözcüklerini bundan türetmişlerdir. Bu son sözcüğün aslî anlamı da işte budur ve bu da, söz konusu olan şeyin şu veya bu biçim altında, İbranî Kabalasındaki Pardes ile aynı şey olduğuna ilişkin daha önce söylediklerimizin'cîaha iyi anlaşılmasını sağlamaktadır.
Diğer taraftan, "Kutup" sembolizmi hakkında açıkla­malarımıza başvurulduğunda Yeryüzü Cenneti Dağı’nın, çe­şitli isimler altında bütün tradisyonlarda geçen "kutupsal dağ" ile aynı şey olduğu kolayca görülecektir: Hindular'ın Meru, Persler'in Alborj ve Batı efsanesi olan Graai’daki Montsaluat (Salvat Dağı) dağlarından daha önce söz ettik. Bunla­ra Araplar'ın Ka/'Dağı'nı (148) ve hatta yine aynı anlama sa­hip olan Yunanlılar’ın Olimpos Dağı'nı da eklemeliyiz. Söz konusu edilen şey daima, tıpkı Yeryüzü Cenneti gibi, alelâde beşeriyetin ulaşamayacağr ve devresel periyotların sonunda beşerî dünyayı alt üst eden doğal afetlerden asla zarar görmeyen bir konumda bulunan bir bölgedir. Bu bölge gerçek­ten de "yüce ülke”dir; ayrıca Vedalar'da ve Zenci Avesta'da yer alan bazı metinlere göre de konumu, ilksel olarak baş­langıçta gerçekten de kutupsal idi (kelimenin en dış anla­mıyla bile) ve yeıyüzü insanlığı tarihinin değişik safhalarına göre yerleşimi her ne kadar farklılıklar göstermiş olursa ol­sun, sembolik anlamda daima kutupsal olarak kalmıştır, Çünkü esas bakımından, çevresinde her şeyin devresel hare­ketinin gerçekleştiği sabit ekseni temsil etmektedir.
Dağ, doğal olarak Kali-Yuga'dan önceki "Dünyanın Merkezi"ni temsil etmektedir; bu onun o devirde açık bir şe­kilde ve henüz yeraltına geçmemiş bir durumda olduğunu ifade eder. Demek ki bu, onun normal konumu idi; tabiî ki özel şartlarının, kurulu düzenin tamamen tersine dönmesi­ni gerektirdiği o karanlık devir dışındaki konumu. Devresel yasalara bağlı olan bu hususlar bir yana, dağ ve mağara sembollerinin her birinin bir sebebi vardır ve her ikisi de bir­birlerini gerçekten tamamlarlar (149); ayrıca, mağaranın, dağın bizzat içinde ya da tam altında yer aldığı da düşünüle­bilir.
Antik tradisyonda "Dünyanın Merkezi”ni temsil eden başka semboller de vardır; bunlardan en kayda değer bir ta­nesi de, hemen hemen tüm milletlerde rastlanan Omfalos' tur (150) . Yunanca olan omfalos sözcüğü "göbek" (ombilic) anlamına gelir; ancak genel anlamda, merkez olan her şeyi ve özellikle de bir tekerleğin dingil başlığını (tam göbeğinde yer alan) ifade eder. Sanskritçe'deki nabhi kelimesi de aynı şekilde bu değişik anlamlara sahiptir; Kelt ve Cermen dille­rinde de nahve nav biçimlerinde, aynı kökten türemiş söz­cükler bulunur (151). Ayrıca, Galya dilinde bunlarla aynı olan nav ya da naf sözcüğü "lider" (başkan) anlamına gelir ve hatta Tanrı için de kullanılır; demek ki burada merkezî Pren­sip fikri ifade edilmektedir (152). Zaten bu açıdan bakıldığın­da "dingil başlığı"nın anlamı tamamen özel bir mânâ kazan­maktadır, Çünkü tekerlek (ya da çark), dünyanın her yerinde sabit bir nokta çevresinde dönerek devrini tamamlayan Âlem'in sembolüdür, demek ki svastika sembolü ile de bir yakınlığı vardır, ancak bunda, doğrudan doğruya merkezin bizzat kendisi gösterilmiş olduğundan dolayı tezahürü tem­sil eden dış çember çizilmemiştir: SvasLika, Âlem'in bir figü­rü değildir, ancak Âlem'e göre Prensip'in fiilidir.
Omfalos sembolü belli bir bölgeye vp her ne kadar ikisi zaman zaman çakışsalar bile coğrafiden çok ruhsal bir mer­kezde yer alan bir bölgeye yerleştirilebilir. Ancak coğrafi bir konum söz konusu ediliyorsa, bu noktanın söz konusu böl­gede oturan halk tarafından "Dünyanın Merkezi"nin görü­nen bir imajı olarak kabul edilmesinden dolayıdır; tıpkı bu halka mahsus olan tradisyonun, aslında ilksel tradisyonun onun zihniyetine ve yaşam koşullarına en uygun bir biçimde uyarlanmasından ibaret oluşu gibi... Sıradan anlamı bakı­mından özellikle Delf Tapınağındaki Omfalos bilinmektedir. Bu tapınak gerçekten de Antik Yunanistan’ın ruhsal merke­zi idi (153) ve bu iddiayı doğrulayacak olan tüm nedenler üzerinde durmamaya özen göstererek sadece, bütün Helen milletlerinin temsilcilerinden oluşan ve bu milletler arasın­daki yegâne bilfiil gerçek bağı meydana getiren -ki bu bağın kudreti tamamen onun başlıca tradisyonel (geleneksel) olan karakterinde yatıyordu. Amfiktiyonlar Konseyi’nin yılda iki defa toplandığı yerin burası olduğunu belirtmekle yetinelim.  ;
Omfalos'un maddî şekilde temsil edilişi, genellikle "betil" adı verilen kutsal bir taş hâlinde idi. Ve bu son sözcük, Yakup’un, Tanrı'nın kendisine bir rüyetle göründüğü ve Beyt-El yani 'Tanrı’nın Evi" adını verdiği yeri tanımlayan bu aynı isimden başka bir şey değildir: 'Ve Yakup uykusundan uyanıp dedi: 'Gerçek RAB bu yerdedir ve ben O'nu bilme­dim.' Ve korkup dedi: 'Bu yer ne heybetli! Bu başka bir şey değil, ancak Allah'ın Evi'dir ve bu, göklerin kapısıdır.' Ve Ya­kup sabahleyin erken kalktı ve başı altına koymuş olduğu taşı aldı ve onu direk olarak dikti ve tepesine zeytinyağı dök­tü. Ve o yerin adını Beyt-El koydu; fakat başlangıçta şehrin adı Luz idi." (154) Daha yukanda bu Luz sözcüğünün anla­mım açıklamıştık. Diğer taraftan Beyt-El, yani "Tanrı’nın Evi" nin daha sonralan Beyt Lehem, yani "ekmek evi"ne dö­nüşmüş olduğu söylenir, ki bilindiği gibi, burası İsa Mesih'in doğmuş olduğu şehirdir (155). Taş ile ekmek arasındaki sembolik ilişki de bir hayli kayda değerdir (156). Diğer önemli bir husus da, Beyt-El adının sadece yer için değil taş için de kullanılmasıdır: "Ve direk olarak diktiğim bu taş Allah'ın Evi olacaktır." (157) Daha sonra Sekinah’ın oturduğu yer olan Tabernakl ile ilgili olarak yapılacak tanımlamaya gö­re, "ilâhı ev" (Tanrı Evi, ikametgâhı "miskan"), aslında bu taş olmalıdır; tüm bunlar doğal olarak "ruhsal tesirler” (berakot) konusuna bağlanmaktadır ve eski ulusların pek çoğunun ortak biçimde kullandığı "taşlar kültü"nden söz edildiği za­man, bu kültün aslmda taşların kendisiyle değil, bunlarda ikamet eden Tanrı ile ilgili olduğunu anlamak gerekir.
Omfalos'u temsil eden taş, belki de, tıpkı Yakup'un taşı gibi bir direk (ya da sütun) biçiminde idi. Kelt uluslarında bazı menhirler (büyük dikili taşlar), büyük bir olasılıkla bu anlama geliyorlardı. Ve orakllar da, tıpkı Delfte olduğu gibi, bu taşların yakınında alınıyordu. Bu da, bunların o zaman­dan beri niçin Tanrı'nın ikametgâhı (ya da Tanrı Evi) olarak kabul edilmiş olduklarını kolayca açıklamaktadır. Zaten "Tanrı Evi" doğal, olarak "Dünyanın Merkezi" ile aynı şeydir. Omfalos, tıpkı' Kibele'nin siyah taşı gibi konik ya da yumurta şeklinde bir taşla da temsil edilebilirdi. Koni, "Kutup"un ya da "Dünya Ekseni"nin sembolü olan kutsal dağı anımsatı­yordu. Yumurta biçimine gelince, bu da doğrudan doğruya çok önemli başka bir sembole, "Dünya Yumurtası" (158) sembolüne bağlıdır. Omfalos, genel olarak bir taş ile temsil edilmişse de, zaman zaman yine kutsal dağın bir sembolü olan bir tümsek, bir tür tümülüs ile temsil edildiği de olmuş­tur.
Çin'de her krallığın ya da feodal devletin merkezinde dört açılı piramit biçiminde, "beş bölge”nin toprağından ya­pılan bir tümsek meydana getirilirdi: Bunun dört yüzü dört ana noktaya, tepesi de merkezin bizzat kendisine karşılık ge­liyordu (159). Gariptir, İrlanda'da da bu "beş bölge"yi görü­rüz ve "reisin dikili taşı" buna benzer bir şekilde her bölgenin merkezinde yükselir (160).
Kelt ülkeleri arasında Omfalos ile alâkalı verilerin en fazla olduğu yer İrlanda'dır. Bir zamanlar bu ülke beş krallı­ğa bölünmüştü ve bunlardan bir tanesinin adı da Mide (Mid okunur) idi (İngilizce biçimi olan Meath şeklinde kalmıştır); bu, eski bir Kelt sözcüğü olan ve Lâtince'deki medius ile aynı olan, "orta" anlamına gelen mediorCdur (161). Bu Mid Krallığı diğer dördünün arazilerinden alman parçalardan oluşu­yordu ve İrlanda'nın, diğer krallarını da hâkimiyeti altında tutan en yüksek kralının kendi özel ikametgâhı hâline gel­mişti (162). Bir hayli doğru biçimde ülkenin merkezini tem­sil eden Ushnagh’da, "Dünyanın Göbeği" adı verilen ve ayrı­ca Mid Krallığı'nın içinde diğer  ilk dört krallığı birbirinden ayıran çizgilerin birbirleriyle kavuştukları noktayı belirtme­si nedeniyle "bölümler taşı" (ailna-meeran) olarak da tanım­lanan dev bir taş dikilmişti, ‘Orada her yıl Mayıs ayının birin­ci günü, tıpkı Kamütler ülkesinde, Galya'da, Druidler'in "merkezî kutsanmış bölge"de (medio-lanon ya da medio-nemeton) yaptıklarına benzer şeKMe bir genel toplantı yapılır­dı; tabiî ki bu, Delfteki Amfiktiyonlar toplantısına da benze­mekteydi.
İrlanda'nın bu şekilde dört krallığa ve ek olarak da, yüce liderin ikamet ettiği merkezî bir bölgeye ayrılmış olması çok eski tradisyonlardan kaynaklanmaktadır. İrlanda'ya bu yüzden "dört üstadın adası" (163) adı verilmiştir; ancak bu isim ve hatta "yeşil ada" (Erin) ismi eskiden çok daha kuzeyde yer alan, günümüzde bilinmeyen, belki de tamamen ortadan kalkmış olan, bir dönemin başlıca ruhsal merkezlerinden ve hatta en yüce merkezi durumundaki Ogygie (ojiji) ya da Tule' yi (Thule) tanımlamak için kullanılmaktaydı.
Bu "dört üstat adası”nın hatırasına Çin tradisyonunda da rastlanmaktadır ve bu hususu şimdiye kadar fark eden olmamış gibidir. İşte bunu kanıtlayan Taoist bir metin: "İm­parator Yao çok zahmetler çekti ve ülkeyi en iyi şekilde yö­netmiş olduğuna inandı.
Uzaktaki Ku-çe (Kou-chee) [üzerinde çen-yen (tchennjen), yani "gerçek insanlar”ın, diğer bir ifadeyle "ilksel hâl”e yeniden kavuşmuş insanların yaşadıkları] adasında dört üstadı ziyaret ettikten sonra tam tersine, her şeyi bozmuş olduğuriu kabul etti. İdeal olanı, kozmik çarkı döndüren, beşerüstünün (164) kayıtsızlığı (ya da alâkasızlığı, 'faal olmayan' etkinlik içinde bulunuşu) olmalıdır." (165) Diğer taraftan, "dört üstat", Hint ve Tibet tradisyonlarına göre dört ana nok­tayı yönetmekte olan dört Maharaja ya da "büyük kral" ile aynıdır (166). Bunlar aynı zamanda unsurlara da karşılık gelirler: Yüce Üstat, yani merkezde, kutsal dağda hüküm süren beşincisi de bu durumda Eter'i (Âkaşa), hermetistlerin "cevheri"ni ("quintessence"-quinta essentia) diğerlerinin kaynağı olan ilksel unsuru temsil eder (167). Buna benzeyen tradisyonlara Orta Amerika'da da rastlanır.
http://www.elblogalternativo.com/wp-content/uploads/2012/12/tierra-hueca.jpg
RUHSAL MERKEZLERİN İSİMLERİ ve SEMBOLİK TEMSİLLERİ
"Yüce Ülke" ile ilgili olarak birbiriyle uyum gösteren da­ha başka tradisyonlardan da söz edebilirdik; özellikle burayı tanımlayan ve muhtemelen Paradeşa'dan da daha eski olan başka bir isim daha vardır: Bu, Tula’dır; Yunanlılar bunu Tu­le (Thule) yapmışlardır. Daha önce de görmüş olduğumuz gi­bi bu Tule, büyük olasılıkla, başlangıçtaki "dört üstadın ada­sı" ile aynı şeydi. Zaten bu Tula adının çeşitli bölgelere veril­miş olduğunu gözden kaçırmamak gerekir; Çünkü günümüz­de bile bu isme Rusya’da ve Orta Amerika'da rastlanmaktadır. Hiç şüphesiz bu bölgelerin, az ya da çok, eski bir çağda ilksel Tula’nın kudretinin' bir sudûru gibi olan ruhsal kudre­tin mevcut bulunduğu yerler oldukları düşünülebilir. Meksi­ka'daki Tula’nın kökeninin Toltekler’e bağlı olduğu bilin­mektedir. Toltekler'in "suların ortasındaki ülke" anlamına gelen Azıtlan'dan gelmiş oldukları söylenirdi ki bu, besbelli ki Atlantis'ten başka bir yer değildi ve bu Tula adını da oradan, aslî vatanlarından getirmişlerdi. Bu ismi verdikleri merkez büyük olasılıkla, belli bir ölçüde, kayıp kıtadaki merkezin ye­rini tutuyor olmalıydı (168). Ancak, diğer taraftan Atlantis Tula'sını Hiperboreen Tula' dan, ayırt etmek gerekir ve aslın­da, şimdiki Manuantara'nın tümünde, ilk ve yüce merkezin temsilcisi olan bu ikinci Tula'dır. "Kutsal ada" da aslında odur ve daha önce de söylemiş olduğumuz gibi, bulunduğu mevkii başlangıçta kutupta yer alıyordu. Dünyanın her ye­rinde aynı anlama gelen isimlerle tanımlanmış olan diğer tüm "kutsal adalar", bunun birer görünümünden ibarettir­ler. Ve bu durum, Manvantara’ya bağlı ve sadece ikinci dere­ceden bir tarihî devreyi yönetmiş olan Atlantis tradisyonundaki ruhsal merkez için bile aynıdır (169).
Tula sözcüğü, Sanskritçe'de "terazi" anlamına gelir ve özellikle Zodyak'taki bu adı taşıyan burcu belirtir. Ancak bir Çin tradisyonuna göre Göksel Terazi, ilk başlarda Büyük Ayı idi (170). Bu epeyce önemli bir husustur, Çünkü Büyük Ayı'ya ilişkin sembolizm, doğal olarak Kutup ile ilgili sembolizme sı­kı sıkıya bağlıdır (171). Burada, tamamen özel bir inceleme gerektiren bu konu üstünde daha fazla durmayacağız (172). Kutupsal Terazi ile Zodyak'taki Terazi arasındaki olası bir bağlantıyı da tetkik etmek gerekirdi. Terazi zaten "Adalet işa­reti" olarak kabul edilmiştir ve daha önce, Melki-Sedek'e iliş­kin olarak, terazinin Adalet in .sıfatı olduğu hakkında söyle­miş olduklarımız, onun adının yüce ruhsal merkezi tanımla­makta olduğunun anlaşılmasını sağlayacaktır:.
Tula'ya "beyaz ada" adı da verilmiştir ve bu rengin ruh­sal otoriteyi temsil eden renk olduğunu daha önce de belirt­miştik. Amerikan tradisyonlarında Aztlan'ı beyaz bir dağ sembolü ile temsil ederler; ancak bu temsil en başta Hiperboreen Tula ve "kutupsal dağ" için kullanılmaktaydı. Hindis­tan'da, genellikle kuzeydeki uzak bölgelerde yer aldığı düşü­nülen "Beyaz Ada" (Şveta-dvipa) (173) "Ebedî Mutluluğa Er­mişlerin Ülkesi" olarak kabul edilir ki bu dâ onun açık bir şe­kilde 'Yaşayanların Ülkesi" ile aynı olduğunu gösterir (174). Bu arada, gayet belirgin bir istisna vardır: Kelt tradisyonlan "Azizler Adası" ya da "Ebedî Mutluluğa Ermişlerin Adası" ola­rak özellikle "yeşil ada"dan söz ederler (175); ancak bu ada­nın ortasında, hiçbir tufan tarafından batınlamamış (176) ve tepesi de lâl renginde olan (177) "beyaz dağ" yükselmektedir. Bu "Güneş Dağı" adı da verilen dağ, Meru ile aynı şeydir: Me­ni da "beyaz dağ"dır; denizin ortasında yer almasından dola­yı yeşil bir kuşakla çevrelenmiştir (178) ve zirvesinde de ışık üçgeni parıldamaktadır.
Ruhsal merkezlerin 'beyaz ada" gibi tanımlamalarına (yine hatırlatalım, bu tanımlama yalnızca en iyi uyduğu yüce merkez için değil, tıpkı diğerleri gibi, ikinci dereceden merkezlere de uygulanabilmiştir) beyazlık fikrini veren bölgele­rin, memleketlerin veya şehirlerin isimlerini de eklemek gere­kir. Bunların sayısı bir hayli kabarıktır: Albion, Albanie (Ar­navutluk), Roma’nın anası olan Uzun Albe (Albe la Longue) kenti ve aynı adı taşımış olması muhtemel diğer antik kentler gibi ... (179) Yunanlılar'da Argos kentinin adı aynı anlama gelir (180). Bu olguların nedenleri, ileride söyleyeceklerimiz sayesinde daha belirgin olarak ortaya çıkacaktır.
Ruhsal merkezin, "kutsal dağ"ı da içinde bulunduran bir ada olarak temsil edilişine ilişkin olarak üzerinde durul­ması gereken bir husus daha vardır; Çünkü böyle bir mevkinrn bilfiil mevcut olmasının yanısıra (her ne kadar tüm "Kut­sal Topraklar” ada olmasalar bile), aynı zamanda sembolik bir anlamı da olmalıdır. Tarihî olaylar ve özellikle de dinler tarihine ait olaylar, sembolizmin temelini oluşturan ve tüm âlemleri tam ve evrensel ahenk içinde birleştiren karşılıklı oluş (uygunluk) yasası gereğince, yüksek düzene ait haki­katlerin birer ifadesidirler. Burada söz konusu olan temsil edişin ortaya koyduğu başlıca fikir, daha önce de Kutup'un bir karakteristiği olarak belirtmiş bulunduğumuz "istikrar" fikridir: Ada, sürekli hareket hâlindeki dalgaların ortasında hiç hareketsiz durmaktadır; dalgaların hareketi burada dış dünyanın bir imajıdır. Ve "Kurtuluş Dağı"na, "Barış Mabedi"ne ulaşabilmek için "tutkular denizi"ni aşmak gerekmek­tedir (181).

RUHSAL MERKEZLERİN YERLERİ
http://www.elblogalternativo.com/wp-content/uploads/2012/12/tierra-hueca-dos-fotos.jpg

Şimdiye kadar yaptığımız çalışmada "yüce ülke"nin gerçek yerinin neresi olduğu konusunu hep bir kenara bırakük. Aslında bu çok karmaşık ve bizim de bu çalışmadaki asıl hedefimizin yanında ikinci derecede kalan bir husustur. Adına Manvantara denilen çok daha geniş bir devrenin alt bölümlerini oluşturan çeşitli devrelere göre, birbirini takip eden değişik yerleştirmelerin yapılmış olduğunu düşünmek yerinde olacağa benzemektedir. Manvantara’nın bütününü herhangi bir şekilde zaman dışı olarak ele alacak olursak, bu yerleşimler arasında, tüm Manvantara'ya hâkim olan esas ve ilksel tradisyonun birer uyarlaması durumundaki tradisyonel formların oluşturulmasına karşılık gelen bir hiyerar­şik düzenin varlığını müşahede etmek mümkün olur. Diğer taraftan, aynı zamanda esas merkezin dışında, buna bağlı ve bunun birer imajı niteliğinde olan diğer pek çok merkezlerin de mevcut olabileceğini bir defa daha hatırlatmamız yerinde olur. Bu durum bir karışıklık kaynağıdır ve hatta bu ikincil merkezler daha dışta olmalarından dolayı yüce merkezden çok daha görünür vaziyettedirler (182).
Bu son husus ile ilgili olarak özellikle Lamaizmin mer­kezi olan (Lhassa) ile Agarta arasındaki benzerliği daha önce de belirtmiştik. Batı'da bile hâlâ, en azından iki kentin varlığı bilinmektedir ki bunların topografya bakımından durumları birtakım özellikler arz eder ve esas bakımından her ikisinin de varlığı benzer bir nedene dayanmaktadır: Bu kentler Ro­ma ve Kudüs'tür (ve bu İkincisinin, Melki-Sedek’in esraren­giz Saîem'inin bilfiil görünür bir imajı olduğunu daha önce belirtmiştik). Daha önce de söylemiş olduğumuz gibi, antik çağlarda kutsal ya da ruhanî denebilecek bir coğrafya vardı. Kentlerin ve tapınakların yerleri öyle keyfe bağlı olarak seçil­mezdi; tersine, çok kesin yasalara göre saptanırdı (183). Bundan da, "ruhanî sanat" ve "krallığa ait sanat" ile inşaatçıların sanatı arasında (184) bağlar bulunduğu anlaşılmakta­dır; tabiî ki eskiden esnaf loncalarının gerçek bir inisiyatik tradisyonun hâkimiyetinde oluşlarının sebepleri de açığa çıkmış olmaktadır (185). Zaten, bir kentin kurulması ile bir doktrinin (ya da zamanın ve mekânın belli şartlarına uyar­lanmış yeni bir tradisyonel biçimin) oluşturulması arasında bir bağlantı mevcuttu; öyle ki, birincisi genelde bu İkincisini sembolize etmekte (simgeleştirmekte) idi (186). Doğal ola­rak, dünyanın bir bölümünün metropolü durumunda ola­cak bir kentin kurulması gereken bölgeyi saptamak söz ko­nusu olduğunda, tamamen özel birtakım önlemlere başvurmak gerekiyordu. Ve bu kentlerin isimleri ve kuruluşları es­nasındaki mevcut koşullara ilişkin anlatılmış olanlar, bu bakış açısı altında titizlikle incelenmelidir (187).
Konumuz ile ancak dolaylı bir bağlantısı olan bu hu­suslar üzerinde daha fazla durmak istemeyiz; yine de bu sö­zünü ettiğimiz türden bir merkezin prehelenik (Helen önce­si) dönemde Girit'te mevcut olduğunu belirtmek yerinde olur
(188)    Ve hiç şüphesiz, Mısır'da, birbirini takip eden çağlar boyunca bunlardan birçoğu kurulmuştu, tıpkı Memfis ve Teb gibi (189)... Aynı zamanda bir Yunan sitesinin de adı olan bu İkincisi, ruhsal merkezler bakımından dikkatimizi daha çok çekmektedir; Çünkü görünürde İbranice'deki Tebah (Thebah), yani tufandaki Gemi’dir. Bu da yüce merkezin temsillerinden biridir; iki devre arasındaki, dünyanın yeni bir hâle geçmesini sağlamak için eski hâlini tahrip eden koz­mik bir tufan ile kendini gösteren bir geçiş dönemi içinde
(190)    , bir tür sarıp sarmalanmış ve örtülmüş olan tradisyo­nun muhafaza edilişinin özel bir sembolüdür (191). Tevrat' takı Nuh’un rolü (192) Hint tradisyonundaki Satyavrata’nın oynadığı role benzer. Satyavrata daha sonra Vaivasvata adı altında şimdiki Manu durumuna gelmiştir. Ancak, bu son tradisyon şimdiki Manvantara'nın başlangıcı ile ilgilidir; halbuki Tevrat'taki tufan sadece bu Manvantara'ya dahil bulunan çok daha dar bir başka devrenin başlangıcım işaret eder (193): Burada söz konusu olan şey aynı olay değil, an­cak birbirine benzeyen iki ayrı olaydır (194).
Kayda değer diğer bir nokta da Nuh'un Gemisi ile gök­kuşağının sembolik anlamlan sırasındaki ilişkidir. Tevrat' taki metinde bu ilişki, tufan sona erdikten sonra gökkuşağı­nın Tanrı ile yeryüzü yaratıkları arasındaki birleşmenin bir işareti olarak belirmesi şeklinde verilmiştir (195). Nuh'un Gemisi tufan sırasında aşağıdaki sular Okyanusu üzerinde yüzer; gökkuşağı ise, düzenin yeniden kurulması ve her şe­yin yenilenmesi esnasında "bulutlar arasında", yani yukarı­daki suların bölgesinde belirir. Demek ki, kelimenin en bi­çimsel anlamıyla bile bir benzeşim söz konusudur, yani her iki figür de birbirinin tersi ve aynı zamanda tamamlayıcısı durumundadırlar: Geminin dışbükeyliği aşağı, gökkuşağınınki ise yukarı doğru dönüktür ve bunların her ikisinin bir­leşmesi tam bir dairesel ya da devresel bir figür meydana ge­tirir; her ikisi de bu bütünün bir yarısı durumundadırlar (196). Bu figür, devrenin, başında gerçekten tamamlanmış (bütün) durumundaydı: Bu, yatay kesiti Yeryüzü Cenne­tinin daire biçimindeki çevresi ile temsil edilen bir kürenin dikey kesitidir (197); ve bu küre de "kutupsal dağ"dan çıkan dört ırmağın oluşturduğu bir haç tarafından bölünmüştür.(198)
Yeniden kuruluş aynı devrenin sonunda gerçekleştirilmelidir; ancak bu durumda, Göksel Kudüs şeklinde bulu­nan dairenin yerine bir dörtgen konmuştur (199) ve bu da hermetistlerin sembolik olarak "dairenin karelemesi" diye tanımladıkları şeyin gerçekleşmesini gösterir: İlksel ve mer­kezî noktanın genleşmesi (büyümesi) yoluyla imkânların ge­lişmesini temsil eden küre, söz konusu olan devre için bu ge­lişim tamamlandığında ve amaçlanan denge kurulduğunda bir küp hâline dönüşür (200).
BAZI SONUÇLAR
Tüm tradisyonların birbirleriyle uygun düşen tanıklık­larından, ortaya gayet belirgin bir sonuç çıkmaktadır: Bu, diğer tüm "Kutsal Topraklar"ın prototipi olan ve diğer tüm merkezlerin kendisine bağlı bulundukları bir ruhsal merke­zin, bir "Kutsal Ülke"nin mevcut olduğu iddiasıdır. "Kutsal Ülke" aynı zamanda "Azizler Ülkesi"dir, "Ebedî Mutluluğa Erenlerin (Ermişler) Ülkesi"dir, "Yaşayanların Ülkesi"dir, "Ölümsüzlük Ülkesi"dir; tüm bu deyimlerin anlamlan aynı­dır ve hatta bunlara Eflâtun'un açıkça "Ermişlerin ika­metgâhı" (201) için kullandığı "Arı Ülke" (202) deyimini de eklemek gerekir. Alışılageldiği üzere, bu ikametgâhın "gö­rünmez âlem"de yer aldığı ifade edilir; ancak söz konusu edi­lenin ne olduğu anlaşılmak isteniyorsa şunu unutmamalı­dır ki, aynı şekilde tüm tradisyonların bahsettiği ve gerçekte inisiyasyon derecelerini temsil eden "ruhsal hiyerarşiler" için de aynı şey söz konusudur (203).
Şimdiki yeryüzü devresi içinde, yani Kali-Yuga döne­minde, onu kutsallığa saygısı olmayan bakışlardan gizleyen, ancak bununla birlikte bazı dış ilişkiler kurmasını da temin eden "muhafızlar" tarafından korunan bu "Kutsal Ülke", ger­çekten de görünmez ve erişilmezdir; fakat bu nitelikleri, yal­nızca oraya girebilmek için gerekli vasıflara sahip olmayan­lar için geçerlidir. Şimdi, belli bir bölgede yer almakta oluşu kelimenin dışsal anlamıyla mı, yoksa sembolik anlamda mı değerlendirilmelidir, ya da her ikisi birden mi geçerlidir? Bu soruya karşılık, yalnızca, bize göre coğrafî olguların ve hatta tarihî olguların da tüm diğerleri gibi sembolik bir değerleri olduğunu ve bu hususun onların birer olgu olarak gerçeklik­lerinden de hiçbir şey eksiltmeyeceğini ve onlara bu gerçek­liklerine ilâveten daha yüksek bir anlam da kazandırdığı ya­nıtını vermekle yetineceğiz (204).
Bu incelememizin konusu hakkında söylenebilecekle­rin tümünü söylemiş olduğumuzu iddia etmiyoruz ve hatta bazı yaklaşımlarımız diğer pek çok hususların da söz konu­su edilmesini gerektirmiş olabilir. Ancak her şeye rağmen yi­ne de şimdiye kadar yapılmış olanların tümündekilerden de daha fazlasını söylemiş olduğumuz bir gerçektir ve belki de bu yüzden bazıları bizi eleştirmiş bile olabilir. Bununla bir­likte yine de bunun fazla olduğunu düşünmüyoruz; bir hayli alışılmış dışı bir karaktere sahip bazı şeylerin açıkça sergi­lenmesi söz konusu olduğunda, bunun-uygun (yerinde, el­verişli) düşüp düşmediğinin göz önünde bulundurulması gerektiğini ileri sürerek itiraz edebilecek herhangi başka bi­risinden çok daha titiz düşünmemize rağmen yine de bura­da, aslında söylenmemesi gerekirken söylenmiş olan tek bir şeyin bile mevcut olmadığına tamamen inanıyoruz. Şu uy­gunluk meselesi hakkında kısa bir gözlemde bulunabiliriz: Şimdi içinde yaşamakta .olduğumuz koşullarda olaylar öylesine büyük bir hızla cereyan etmektedir ki, nedenleri henüz doğrudan doğruya ortaya çıkmamış pek çok şeyler, tahmin edilebilecek olandan da çok daha erken bir şekilde umulma­dık ya da önceden kestirilemeyen uygulamalara yol açabilir­ler. Uzaktan yakından "kehanetlere" benzeyecek her türlü ifadeden de kaçınmak niyetindeyiz; ancak sözlerimizi bitir­meden önce, burada Joseph de Maistre'in (205) bundan bir asır önce olduğu gibi şimdi de en az bir o kadar geçerli olan şu cümlesini aktarmak istiyoruz: "İlâhî düzende, kendisine doğru gittikçe hızlanan ve tüm gözlemcileri şaşırtan bir sü­ratle ilerlemekte öldüğümüz muazzam bir olayın meydana gelecek olmasına kendimizi hazırlamak zorundayız. Bunun zamanının artık gelmiş olduğunu, korkunç orakllar da (orakl: tanrısal esin, vahiy) zaten çoktandır haber vermekte­dirler."
DİPNOTLAR

(1)      Les Fils de Dieu (Tanrı’nın Oğulları), s. 236, 263-267, 272. Le Spiritisme dans le Monde (Dünyada Spiritizm, s. 27-28).
(2)      En çarpıcı örneklerinden birini çingenelerin oluşturdukları "felâketlere uğrayan" milletler konusu, gerçekten de esrarengiz ve dikkatle incelenmesi gereken bir olgudur.
(3)      Dr. Artura Reghini bize bunun eskilerin timor pcınicus'u ile bir bağlantısı olabileceğini belirtmiştir. Bu yaklaşım bize tamamen olası görünmektedir.
(4)      Ossendowski'nin aleyhinde olanlar,. Onun Hint Misyonu’nun Rusça'ya tercüme edilmiş bir örneğine sahip olduğunu iddia etmişlerdir. Ancak, böyle bir tercümenin mevcut olması hayli imkânsız görünmektedir; Çünkü Saint Yves'in mirasçılarının bile böyle bir şeyden haberleri yoktur. Ayrıca Ossendowski'yi, Saint Yves'in Aum olarak yazdığını Om diye değiştirerek hatalı biçimde aktarmış olmakla itham etmişlerdir. Aum, kutsal hecenin, unsurlarına ayrılmış hâlidir ve esas doğru olan Om'dur. Çünkü Aum'un gerçek telâffuzu (okunuşu) Om şeklindedir ve bu hem Hindistan, hem Tibet ve hem de Moğolistan'da böyle uygulanır. Bu ayrıntı bile, bazı eleştirilerin yetkinlik seviyesinin ne olduğu hakkında fikir vermektedir.
(5)      Burada söz konusu olan şeyin gökten düşmüş bir taş olduğunu bilmeyen Ossendovvski, bazı fenomenleri, örneğin taşın yüzeyinde harflerin belirmesini, bunun bir arduvaz (kayağantaş) olduğunu varsayarak açıklamaya çalışmaktadır.
(6)      Burada, Wolfram d’Eschenbach’ın hikâyesinde Graal ile aynı olarak gösterilen ve bazı şartlar altında kaldığında üzerinde birtakım yazıların belirdiği lapsis exillis, yani gökten düşmüş olan taş ile bir kıyaslama'yâpmak enteresan olacaktır. Yine aynı hikâyeye göre, Graal son olarak "Rahip Jean'ın krallığına" götürülmüştür. Bazıları, buranın aslında Moğolistan olduğunu ifade etmektedirler, ancak şu aşamada, hiçbir coğrafî konumun tam mânâsıyla kabul edilebilmesi söz konusu değildir. (Dante Ezoterizmi, 1957 basımı, s. 35-36 ve daha ileri bölümlere bakınız)
(7)      Kısa bir süre önce bazı kişilerin, bu kitabın, yazmış olduğumuz dönemde dünyadaki varlığından bile tamamen habersiz olduğumuz bir şahsın lehine bir "tanıklık" olduğunu iddia ettiklerini öğrenince çok şaşırdık. Ne taraftan gelirse gelsin, böyle bir iddiayı en kesin şekilde yalanlıyoruz. Çünkü bizim burada amacımız, tradisyonel (geleneksel) sembolizme ait olan ve herhangi bir "kişiselleştirme" ile de alâkası bulunmayan bilgileri aktarmaktan ibarettir.
(8)      Yunanlılar'da Minos aynı zamanda hem yaşayanların Kanun Yapıcısı (Yasa Koyucusu) hem de ölülerin Yargıcı idi. Hint geleneğinde bu iki görev ayn ayrı Manuÿa ve Yama'ya aitti; ancak bu ikisi ikiz kardeşler olarak temsil edilmişlerdi ki bu, birbirinden farklı iki görünüm altında tasarlanan tek bir prensibin ikiye ayrılmasının söz konusu olduğunu göstermektedir.
(9)      Sembolik olarak ele alındığında "Güneş Hanedanı"na ait bu merkez ile Rozkruvalar’ın (Rose Croix) "Güneş Kalesi" ve hiç şüphesiz Campanella’nın "Güneş Kenti" arasında bir bağ kurulabilir.
(10)     Bu "Brahman Kilisesi" tanımlaması, 19. yüzyılın başlarında Avrupa’nın ve özellikle de Protestanların etkileri altında doğmuş olan, kısa bir süre sonra da birbirine rakip birçok kollara ayrılmış bulunan ve günümüzde de hemen hemen tamamen sönmüş durumdaki Brahma Samâj’ın çok modem ve heterodoks (genel kurallardan aynlan) mezhebi haricinde, Hindistan'da başka hiç kimse tarafından kullanılmamıştır. Bu mezhebin kurucularından birinin, şair Rabindranat Tagor'un büyükbabası olması da bir diğer ilginç husustur.
(11)     Saint Bemard, "Pontife, adının etimolojisinden de görüldüğüne göre, Tanrı ile insan arasında bir tür köprüdür. " der (Tractatus de Moribus et Offıcio episcoporum, III, 9). Hindistan'da Caynalar'a (Jainas) özgü ve Lâtince'deki Pontifex sözcüğünün tam karşılığı olan bir terim vardır: Tirtankara. Bunun harfi harfine tam anlamı, "ırmak üzerine köprü ya da bir geçit yapan "dır. Buradaki geçit, Kurtuluş (Moksha) yoludur. Tirtankaralar’ın sayısı, tıpkı kendileri de bir yüksek rahiplik kurumu oluşturan Apokalips'in (Yuhanna’nın Vahyi) yaşlılarının sayısı gibi yirmi dörttür.
(12)     Diğer bir bakış açısıyla, bu anahtarlardan biri "Büyük Sırlar"a, diğeri de "Küçük Sırlar"a aittir. Bazı Janus tasvirlerinde, her iki kudret bir anahtar ve bir asa ile sembolize edilmiştir.
(13)     Bu hususta şunu belirtmemiz gerekir ki, Orta Çağ'da Batı dünyasındaki sosyal organizasyon, prensip olarak kastların (sınıfların) yapısına göre düzenlenmişe benzemektedir: Ruhban (papazlar) sınıfı Brahmanlara, soylular sınıfı Kşatriyalar’a, papaz ve soylu sınıfı dışında kalan halk Vaisyalar'a ve seriler de (derebeylik rejiminde derebeyinin kullan) Sudralar'a karşılık olmaktadır.
(14)     "Rahip Jean” özellikle Saint Louis dönemine doğru Carpin'in ve Rubruquis'nin yolculuklarında söz konusu edilmiştir. İşleri karıştıran hususlardan biri de, bazılarına göre bu unvana sahip şahısların sayısının dörde kadar ulaşmasıydı: Tibet'te (ya da Pamir’de), Moğolistan'da, Hindistan'da ve Etiyopya'da (bu son kelimenin aslında hayli geniş bir anlamı vardır) olmak üzere... Ancak burada, sadece aynı kudretin değişik temsilcilerinin söz konusu edilmiş olması da mümkün gözükmektedir. Ayrıca, Cengiz Han’ın Rahip Jean'ın krallığına saldırdığından ve onun da Cengiz Han'ın ordulanm, üzerlerine yıldırımlar düşürerek geri püskürtmüş olduğundan söz edilmektedir. Son olarak da, Müslüman istilâları döneminden beri Rahip Jean kendini ortaya koymayı bırakmış ve dışsal bakımdan Dalay lama tarafından temsil edilmekte olmalıdır.
(15)     Orta Asya'da ve özellikle de Türkistan yöresinde Nasturiler'e ait, biçim bakımından şövalyelik haçlarının tamamen aynısı olan, bazılarının ortasında da svastika figürü bulunan haçlara rastlanmıştır. Diğer taraftan, Lamaizm ile ilişkileri tartışılmaz olan Nasturiler' in, İslâm'ın başlangıç döneminde oldukça muammalı görünmesine rağmen yine de önemli etkileri olmuştur. Sabiîler'e gelince, onlar da Bağdat Halifeleri döneminde, Arap dünyası üzerinde büyük bir etki sahibi olmuşlardır. Hatta son Yeni Eflâtuncuların (Neo-Platoncular), Pers ülkesinde (İran) bir süre kaldıktan sonra Sabiîler'e sığınmış oldukları da iddia edilmektedir.
(16)     Bu özelliği daha önce de Dante Ezoterizmi üzerine yaptığımız incelemede belirtmiştik.
(17)     Buna karşılık, eski Roma’da İmparator aynı zamanda Pontifex Maximus idi. Müslümanlar'daki halifelik de, en azından belirli bir ölçüde bu iki kudreti birleştirmektedir; Uzak Doğu'nun Wang kavramı için de aynı şey söylenebilir. (Bkz: Grande Triade, Bölüm: XVII)
(18)     Bu konu hakkındaki De Monarchia isimli eserinin burada hatırlatılması uygun olan Dante'nin şakravarti kavramı ve imparatorluk fikri arasında kurduğu benzeşime başka bir yazımızda değinmiştik.
(19)     Çin        tradisyonu "Değişmez Orta" ifadesini tamamen buna benzer bir anlamda kullanır. Mason sembolizmine göre de üstatlar "Orta Odası"nda toplanırlar..
(20)     Keltler'e ait çark sembolü Orta Çağ'da da varlığını sürdürmüştür. Bunun çeşitli örneklerine Roma kiliselerinde rastlanabilir. Gotik gülbezeğin özellikle ondan türemiş olduğu görülür; Çünkü çark ile Batı'daki gül ve Doğu'daki lotüs gibi sembolik çiçekler arasında kesin bir bağlantı vardır.
(21)     Bu işaret Hristiyan hermetizmine da pek yabancı değildir: Loudun'deki Karmlar'a (Carmes: Mont-Carmel tarikatı rahipleri) ait olan eski manastırda büyük olasılıkla XV. yüzyılın ikinci yansına ait olan ve içinde svastıka ile birlikte daha ileride sözünü edeceğimiz ( [XX] ) işaretinin önemli bir yer tuttukları hayli ilginç semboller gördük. Yeri gelmişken şunu da belirtmek gerekir ki, Doğu'dan gelmiş olan Karmlar (Carmes), cemiyetlerinin kuruluşunu İlya’ya ve Fısagor'a bağlarlar (tıpkı, kuruluşunu Süleyman'a ve yine Fisagor'a bağlayan Masonluk gibi; bu oldukça kayda değer bir benzerliktir) ve diğer taraftan, tıpkı Mercy sofuları gibi bazıları da, Orta Çağ’da Tampliyelerinkine çok yakın bir inisiyasyona sahip olduklarını iddia ederler. Mercy tarikatının, İskoç Masonluğu'nun bir rütbesine adını vermiş olduğu bilinir.
(22)     Bu aynı gözlem, gerçek anlamını yukandaki satırlarda belirtmiş olduğumuz çark için de geçerlidir.
(23)     Fanteziye dayalı diğer bir görüşe göre de, svastika ateş üretmeye yarayan ilkel bir âletin şeması olarak kabul edilir. Şayet bu sembolün zaman zaman ateş ile herhangi bir bağlantısı olmuş ise de bu, bambaşka nedenlerden, onun özellikle Agni'nin bir amblemi olmasından kaynaklanmaktadır.
(24)     Dhri kökü, esas olarak istikrar fikrini ifade etmektedir. Aynı anlama gelen dhru biçimi, kutubun Sanskritçe adı olan Dhruua’nın köküdür ve bazıları bununla meşenin Yunanca adı olan drus arasında bir yakınlık kurarlar. Diğer taraftan Latince'de robur sözcüğü aynı anda hem meşe, hem de kuvvet ya da sarsılmazlık anlamlarına gelmektedir. Tıpkı Dodon'da olduğu gibi, Druidler'de de (ki onların adının, belki de kuvvet ve bilgeliğin birleştirilmesi ile dru-vid diye okunması gerekmektedir) meşe, kutupları birbirine bağlayan sabit eksenin sembolü olan "Dünya Ağacı"nı temsil etmekteydi.
(25)     Burada, içinde Adalet ve Barış’ın birbirine iyice yaklaştırılmış bulunduğu Tevrat'taki bazı metinleri hatırlatmak yerinde olur: "Justitia et Pax osculatae sunt" (Ps., LXXXTV, 11), "Pax opus Justitiae", vs...
(26)     Aslında "Dünya" (le Monde) ile "bu dünya" (ce monde) sözcükleri arasında büyük bir anlam farkı vardır; öylesine ki, bazı dillerde bunlar iki ayrı kelime ile ifade edilir: Örneğin Arapça'da "le Monde" için "el-âlem", "ce monde" için de, "el-dünya" sözcükleri kullanılır.
(27)     Bereket, (ç.n.)
(28)     Söz konusu olan Barışın, inisiyatik bilgilere yabancı olan kitlelerin anladığı mânâda olmadığı, başka bir anlama geldiği Incil'de de açıklanmaktadır (Yuhanna, XTV, 27).
Ç. n.: Fransızca "la Paix" sözcüğü "barış, sulh, sükûn, sükûnet, rahat" anlamlarına gelmektedir.
(29)     Yahudi Kabalası C. I, s. 503.
(30)     Yahudi Kabalası. C. I, s. 506-507.
(31)     Bununla tamamen kıyaslanabilecek türden bir sembolizm, Orta Çağ'a ait "canlılar ve ölüler ağacı" figüründe bulunur: bu figürün anlamının "ruhsal torunluk” ile çok belirgin bağları mevcuttur. Sefirot ağacının "Hayat Ağacı" ile aynı olarak kabul edilmiş olduğunu da belirtmekte yarar vardır.
(32)     TaImud'a           göre Tanrı’nın, biri Adalet diğeri de Merhamet olmak üzere, üstünde oturduğu iki unsur vardır. Bunların ikisi de İslâm tradisyonunda "Taht" ve "İskemle" olarak geçer. İslâm tradisyonu İlâhî isimleri, sıfatiye'yi, yani Allah'ın sıfatlarım ifade eden isimleri, "Ululuk isimleri" (celâliye) ve "güzellik isimleri" olarak ikiye ayırır, ki bu da aynı türden bir ayırt ediştir.
(33)     Yahudi Kabalası C. I, s. 507.
(34)     St. Augustin'e ve diğeFçeşltli Kilise Babalarına göre sağ el, Merhametin ve Iyilik'in, sol el ise, Tanrı için kullanıldığında Adalet'in sembolü olmaktadır. "Adaletin eli", krallığın alelâde sıfatlarından biridir. "Kutsayan el", papazlığa ait otoritenin bir işaretidir ve zaman zaman Mesih'in sembolü olarak da kabul edilmiştir. Bu "kutsayan el" figürü bazı Galya paralarının üzerinde bulunur; tıpkı, kolları eğri svastika gibi...
(35)     Bu merkez ya da onun suretinde (görünüş ve biçiminde) inşa edilmiş olanlar içinden herhangi bir diğeri sembolik bakımdan hem bir tapınak (Barış’a karşılık olan, rahipliğe ait görünüm) ve hem de bir saray ya da bir mahkeme (Adalet'e karşılık olan, krallığa ait görünüm) olarak tasvir edilebilir.
(36)     Burada sayıp döktüğümüz tüm semboller uzun açıklamaları gerektirmektedir. Bunu, günün birinde belki başka bir incelememizde yapacağız.
(37)     Burada, Orta Çağ kiliselerinin de kapılarında sık sık rastlanan ve kendisine bu anlamı kazandıran bir yerleştirmeyle temsil edilmiş bulunan, Zodyak devresinin her iki yansı söz konusudur.
(38)     Yahudi Kabalası. C. I, s. 497-498.
(39)     İbranî alfabesindeki harflerinin değerleri toplanarak elde edildiğinde, bu her iki ismin de sayısal değeri 314' tür.
(40)     Yahudi Kabalası. C. I, s. 492 ve 499.
(41)     Yahudi Kabalası. C. I, s. 500-501.
(42)     Bu husus, doğal olarak şu sözleri anımsatmaktadır: "Benedictus qui venit in nomine Domini" ("Tanrı adına gelen, kutsansın. "); bu sözler Hermas’ın Çobanının (Pasteur) biraz garip biçimde, ancak Mesih ile Sekinah arasındaki bağı anlayanları şaşırtmayacak olan ve kesin biçimde Mikail ile temsil ettiği Christ'e (Kurtancı İsa Mesih) de uygulanmaktadır. Mesih’e "Barış Prensi" de denir. O, aynı zamanda "yaşayanların ve ölülerin Yargıcı"dır.
(43)     Bu sayı bilhassa, Melek Mikail'in karşıtı olan Güneş'in iblisi Sorath’ın isminden oluşmuştur. Daha ileride bunun başka bir anlamını da göreceğiz.
(44)     M. Villaud tarafından belirtilmiştir. Yahudi Kabalası. C. I, s. 373.
(45)     Bu iki karşıt görünüm, kadüse'deki (caducée) iki yılan ile belirtilmiştir. Hristiyan ikonografisinde de bunlar "amfisben"de, biri Mesih'i, diğeri de Şeytan'ı (Satan) temsil eden iki başı olan yılan tasviriyle ifade edilmiştir.
(46)     İmparatorluk kudretinin ya da evrensel monarşinin işareti olan "Dünya Küresi", genellikle Mesih'in elinde durur. Ve bu da onun, dünyasal olduğu kadar ruhsal otoritenin de işareti olduğunu gösterir.
(47)     Ossendowski bunları Brahitma, Mahitma ve Mahinga olarak yazmıştır.
(48)     Daha önceki satırlarda Metatron'un "Huzur Meleği" olduğunu görmüştük.
(49)     Uzak Doğu tradisyonuna göre "Değişmez Merkez". "Göğün Faaliyeti"nin tezahür ettiği noktadır.
(50)     Bu ifadeyi garip karşılayanlar olursa onlara triregnum, yani anahtarlar ile birlikte Papalığın başlıca işaretlerinden birini oluşturan üçlü taç hakkında hiç düşünüp düşünmemiş olduklarını sorarız.
(51)     Musa'nın, bu parlaklığa dayanacak güçte olmayan halkla konuşurken yüzünü bir örtü ile kapadığı da söylenir (Çıkış, XXXIV, 29-35); sembolik anlamıyla bu, çoğunluk için egzoterik (dışrak) bir uyarlamanın gerekli olduğunu belirtir. Buna ilişkin olarak "vahyetmek" (ya da "ifşa etmek") kelimesinin (Fr.: Révéler) çifte anlamını anımsayabiliriz. Bu hem "örtüyü kaldırmak", hem de "üstünü örtmek" anlamlarına gelmektedir. Bu da kelâmın, ifade ettiği düşünceyi hem tezahür ettirdiğini, hem de örttüğünü göstermektedir.
(52)     Bu isim, gayet şaşırtıcı biçimde eski Hristiyan sembolizminde de görülmektedir. Burada, Mesih'i (Christ) temsil etmeye yarayan işaretler arasında daha sonraları Ave Maria’nın kısaltılarak yazılması olarak kabul edilmiş olan, ancak ilk zamanlarda Kelâm'ın her şeyin prensibi ve sonu olduğunu ifade etmek için Yunan alfabesinin iki uç harfleri olan alfa ve omegayv birleştiren ile eşdeğerde olan bir işarete de rastlanır. Gerçekte bu işaret daha da eksiksizdir; Çünkü prensip, merkez ve son anlamlarına gelmektedir. Bu işaret yani ( . ¡XX] ) AVM olarak ayrışır. Bu harfler Latince'dir ve tek heceli bir kelime olan Om'u meydana getiren üç unsurdur (O harfi, Sanskritçe'de a ve u harflerinin birleşmesiyle oluşur). Her biri Mesih'in birer sembolü olarak ele alındıklarında Aum ile svastika işaretlerinin birbirleri ile olan yakınlıkları, şu andaki bakış açımıza göre gayet anlamlıdır. Diğer taraftan, bu işaretin biçiminin birbiri-ne zıt yönlerde yerleştirilmiş durumdaki iki üçlüyü gösterdiğini ve bu açıdan da "Süleyman'ın Mührü" ile eşdeğerde olduğunu belirtmeliyiz. Bu işaret ( .  ) olduğuna göre, ortadaki yatay çizgi yansıma plânını ya da diğer bir ifadeyle, "Suların yüzeyi"ni belirtmektedir. Her iki figürün de aynı sayıda çizgiye sahip oldukları ve yalnızca bunlardan iki tanesinin değişik yerleştirilmesiyle birbirlerinden ayrıldıkları görülmektedir. Bunlar birinde yatay durumdayken diğerinde dikey olmuşlardır.
(53)     Bu "üç âlem" kavramı hakkında daha geniş açıklamalara gerek duyanların Dante Ezoterizmi ve Vedanta'ya Göre İnsan ve Geleceği adlı eserlere başvurmalarını öneririz. Birinci eserde, aslında çeşitli inisiyasyon seviyelerine göre varlığın durumunu ifade eden bu âlemler arasındaki karşılıklı oluşlar üzerinde duruluyor. İkincisinde ise, Mandukya Upanişad’ın bu söz konusu olan sembolizmi bütünüyle içermekte olan metninin tamamen saf metafizik bakış açısıyla eksiksiz bir açıklaması sunuluyor. Şu anda ele aldığımız husus bunun özel bir uygulamasıdır.
(54)     Evrensel prensipler düzeninde Brahmatma’nın işlevi İşvara’ya, Mahatma’nınki Hiranyagarba'ya ve Mahanga'nınki de Virqi’a.bağlanır. Bunların karşılıklı görevleri bu karşılıklı oluşa bakılarak kolayca ortaya çıkarılabilir.
(55)     Mandukya Upanişad; shruti 6.
(56)     Saint Yves "Maj Krallar"ın Agarta'dan gelmiş olduklarını söyler, ancak bu konuda belirgin bir açıklamada bulunmaz. Onlara verilmiş olan isimler hiç şüphesiz ki fanteziye dayalıdır, ancak sadece Melki-Or ismi dikkati çekmektedir. Bu, İbranice'de "Işığın Kralı" anlamına gelir.
(57)     Türlü bitkilerden çıkarılan kokulu bir reçine.
(58)     Hindular’ın Amrita'sı ya da Yunanlılar’ın Ambruvazi'si (Ambroisie) (her iki sözcük etimolojik bakımdan aynıdır) ölümsüzlük içkisi ya da gıdası olarak bilinir; Vedalar'da Soma ya da Zerdüşt dininde Haoma olarak yer almıştır. Zamklı ya da reçineli, bozulmaz yapıdaki ağaçlar sembolizmde önemli bir rol oynarlar; özellikle, zaman zaman Mesih'in bir amblemi olarak kabul edilmişlerdir.
(59)     Teüıji (Theurgie) (Yun. theos: Tanrı ve ergon: eser. Maji'nin en yüksek uygulaması. Ak büyü de denir. Semavî güçlerle işbirliği olarak da tanımlanır, (ç.n.)
(60)     Adityalar’ın        (Aditi ya da diğer bir ifadeyle "Bölünmez" aen türemişBır sözcüktür) on iki olmadan önce yedi oldukları ve başkanlarınm Varuna olduğu söylenmiştir. On iki Adityalar şunlardır: Datri, Mitra, Aıyarnan, Rudra, Varuna, Surya, Baga, Vivasvat, Puşan (Pushan), Savitri, Tvaştri ve Vişnu. Bunlar, tek bölünmez bir özün, tezahürleridir. Ayrıca, bu on iki Güneşin bir devre sönâ ererken, ortak tabiatlarının ilksel ve aslî birliğine geri dönmeleri sırasında hepsinin birden belirecekleri söylenmiştir. Yunanlılar'da da Olimpos'un on iki büyük Tanrısı, Zodyak'ın on iki burcu ile bağlantılıdır.
(61)     Bu değindiğimiz sembol, Katolik litürjisiniri (tören ve dualan) İsa Mesih için Sol Justitae ("Adalet Işığı" (ya da "Adalet Güneşi")) terimini kullandığı zamanki ile tamamen aynıdır. Kelâm, "Ruhsal Gü-neş'tir, yani gerçek "Dünyanın Merkezi"dir. Ve ayrıca, bu Sol Justitae ifadesi, Melkisedek'in sıfatlarıyla doğrudan bağlantı oluşturmaktadır. Güneşsel bir hayvan olan aslan, Antik ve Orta Çağlar'da, adaletin ve kudretin bir sembolü olarak kullanılırdı. Zodyak'ta da Aslan burcu, Güneş"in kendi has evidir. On iki ışık huzmeli Güneş, on iki Aditya’nın temsilcisi olarak kabul edilebilir. Diğer bir görüş açısıyla ise, şayet Güneş İsa Mesih'i temsil ediyorsa, on iki ışık huzmesi de on iki Havari'yi (Apötres) temsil eder. [Apostolos sözcüğü "gönderilmiş" anlamına gelir. Işınlar da Güneş tarafından "gönderilirler".) Zaten Havariler'in bu on iki sayısı, diğerlerinin yanısıra, Hristiyanlığm ilksel tradisyon ile olan uygunluğunun bir işaretidir.
(62)     Bu hususla alâkalı olarak, Masonlukta geçen ve gerçek inisiyasyonun sırlarını sembolize eden "Kayıp Söz" ü de hatırlatabiliriz. "Kayıp Söz'ün aranması", "Graal’ın aranması"nın diğer bir şeklinden ibarettir. Bu, tarihçi Henri Martin tarafından Kutsal Graal ile Masonluk arasında mevcut bulunduğu söylenen ilişkiyi doğrulamaktadır. (Bkz: Dante Ezoterizmi, 1957 baskısı, s. 35-36) Burada yaptığımız açıklamalar Graal sembolizmi ile tüm inisiyatik organizasyonlardaki "ortak merkez" arasında mevcut olan çok yakın ilişkiyi de daha iyi anlama imkânı verecektir.
(63)     Longin ismi, etimolojik bakımdan lance (Fransızca'da mızrak anlamına gelir) ile akrabadır. Yunanca'da logke (lonke diye okunur) olarak geçer. Latince’deki lancea da aynı köktendir.
(64)     Bu iki kişilik, burada sırasıyla krallık gücünü ve ruhanî gücü temsil etmektedirler. Aynı husus 'Yuvarlak Masa”nm kuruluşunda Arthur ve Merlin için de geçerlidir.
(65)     Mızrak ile alâkalı sembolizmin genellikle "Dünya Ekseni" ile bağlantıda olduğunu söylemeliyiz. Buna göre, mızraktan damlayan kan, "Hayat Ağacı"ndan yayılan çiğ ile aynı anlama gelmektedir. Tüm tradisyonların da hayatî prensibin kan ile sıkı sıkıya ilintili olduğu hususunda birleştikleri zaten bilinmektedir.
(66)     Bazıları, bu zümrütün Lüsifer'in tacından düşmüş olduğunu söylerler. Ancak burada bir karışıklık olmaktadır ve bu da Lüsifer'in seviye yitirmeden önce "Taç Meleği" (yani Keter, birinci sefir) olmasından kaynaklanır. İbranice'de buna Hakatriel denir ve bu adın sayısı 666'dır.
(67)     Bkz. Vedania'ya göre İnsan ve Geleceği, s. 150.
(68)     Bu "ilksel hâl” ya da "Aden hâli" ile ilgili olarak Dante Ezoterizmi (1957 basımı) s. 46-48 ve 68-70'e; Vedanta’ya Göre İnsan ve Geleceği, s. 182’ye bakınız.
(69)     Set’in Yeryüzü Cenneti'nde kırk sene oturmuş olduğu söylenir. Bu 40 sayısı aynı zamanda "uzlaşmak" ya da "prensibe geri dönüş" anlamına da gelir. Bu sayı ile ölçülmüş olan devirlere Yahudi-Hristiyan tradisyonunda çok sık rastlanır: Kırk gün süren tufanı, İsrailliler’in çölde kırk yıl boyunca dolaşmalarını, Musa'nın Sina Dağı'nda geçirdiği kırk günü* İsa Mesih'in kırk gün süren orucunu [Hristiyanlar'ın büyük perhiz günleri (Karem) de doğal olarak aynı anlama gelir] anımsayalım. Hiç şüphesiz daha başkalarını da bulmak mümkündür.
(70)     "... Ve Hanok Allah ile yürüdü ve gözden kayboldu;
Çünkü Allah onu aldı." [Tekvin, Bab V, 24) Böylelikle Dünya Cenneti'ne taşınmış olmalıydı; Tostat ve Kajetan gibi bazı tanrıbilimciler de böyle düşünmektedirler. "Azizlerin Ülkesi" ya da 'Yaşayanların Ülkesi" hususunda da daha ileri satırlardaki açıklamalara başvurabilirsiniz.
(71)     Bu, Yeryüzü Cenneti'ni tüm tradisyonlardaki "kutupsal dağ!' ile aynı kabul ettiği Araf Dağı’nın zirvesine yerleştiren Dante’nin kullandığı sembolizme de uygundur.
(72)     Hindu tradisyonu, aslî olarak Hamsa adı verilen tek bir kastın (sınıf) mevcut olduğunu öğretir. Bu, tüm insanların şimdiki dört kast ile kendini gösteren o farklılaşmanın ötesinde olarak, normal ve kendiliğinden bir şekilde bu isim ile tanımlanan (Hamsa) ruhsal seviyeye sahip bulunmuş oldukları anlamına‘gelmektedir.
(73)     Kutsal Graal efsanelerinin bazı uyarlamalarında her iki anlam da birbirleriyle sıkı sıkıya birleşik durumdadır, Çünkü bunlarda kitap, bizzat çanağın üzerine İsa Mesih ya da bir melek tarafından yazılmış bir kitabe olarak geçmektedir. Burada "Hayat Kitabı" ya da apokalips (Yuhanna’nın Vahyi) sembolizminin bazı unsurları ile kolayca kurulabilecek olan bağlantılar mevcuttur.
(74)     Arthur isminin çok kayda değer ve "kutupsal" sembolizme bağlanan ve belki başka bir fırsatta açıklayacak olduğumuz bir anlamı da vardır.
(75)     "Yuvarlak Masa Şövalyeleri"nin sayıları bazen ellidir (Bu, İbraniler'de Jübile'nin sayısıdır ve aynı zamanda "Kutsal Ruh'un saltanatı" ile bağlantılıdır); ancak daha üstün ve önemli bir rol oynayanlar, daima içlerinden on iki kişidir. Bu husus üe alâkalı olması bakımından, Orta Çağ'a ait diğer efsanevî anlatılar içerisinde Charlemagne'nın on iki yardımcısını da anımsatalım.
(76)     Montsalvat ile Meru arasındaki benzerlik bize Hindular tarafından belirtilmiştir ve bu husus bizi Graal'a ait Batı efsanesinin anlamını daha yakından incelemeye sevk etmiştir.
(77)     Persler'in tradisyonuna göre iki tür Haoma vardı: Beyaz olanı yalnızca "kutsal dağ"dan toplanabilirdi ve bu dağa Alborj adını verirlerdi. Sarı olanı ise, İranlı atalar ilk yaşadıkları yerleri terk ettikleri zaman bu ilkinin yerini aldı, ancak daha sonraları onu da kaybettiler. Burada, ruhsal kararmanın insanlık devresinin çeşitli çağlan boyunca derece derece oluşan ve birbiri peşi sıra meydana gelen safhaları söz konusudur.
(78)     Diyonizos ya da Baküsün, her biri değişik görünümlerine bağlı olan daha birçok adı vardır. Bu görünümlerinden en azından birinde, tradisyon onun Hindistan’ dan geldiğini söyler. Onun Zeus'un uyluğundan doğduğunu söyleyen hikâye çok garip bir söz benzerliğine dayanmaktadır: Yunanca’daki meros kelimesi "uyluk" anlamına gelir ve bu, fonetik açıdan hemen hemen aynısı olduğu "kutupsal dağ", yani Meru'nun yerine geçirilmiştir.
(79)     Bu sözcüklerin her birinin sayısı da 70’tir.
(80)     Melkisedek’in adağı, genel olarak Öşaristi’nin (Eucharistie) "önceden temsil edilişi" şeklinde kabul edilmektedir ve Hristiyan papazlığı, prensip bakımından, Mezmurlar'da bulunan şu sözün Hz. İsa'ya uygulanmış olması açısından Melkisedek’in papazlığı ile aynı olmaktadır: "Tu es sacerdos in aetemum secundum ordinem Melchissedec" (Not: Türkçe'ye "Melkisedek tertibi üzre sen ebediyen kâhinsin." şeklinde tercüme edilmiştir.) (Mezmurlar CX, 4.)
(81)     İbranilere Mektup, V, 11. (Not: İncil'in Türkçe çevirisinde şöyle yazılmıştır: "Bunun hakkında söyleyecek çok sözümüz vardır ve kulaklarınız işitmekte ağırlaştığından, tefsiri güçtür.")
(82)     Abram’ın adı henüz İbrahim (Abraham) olarak değişmemişti: aynı anda (Tekvin, XVII) karısı Saray'ın (Sarai) adı da Sara (Sarah) olarak değiştirildi; öyle ki bu her iki ismi oluşturan sayıların toplamı aynı kaldı.
(83)     Tekvin, XIV, 19-20.
(84)     Aynı köke İslâm ve Müslim (Müslüman) kelimelerinde rastlanması da kayda değer bir husustur. "İlâhî İradeye kendini terk" (bu, İslâm kelimesinin esas anlamıdır), "Barış”ın gerekli şartıdır. Burada ifade edilen fikir ile Hindular’ın Dharma’sı arasında yakınlık kurulabilir.
(85)     İbranilere Mektup, VII, 1-3.
(86)     İbranilere Mektup, VII, 7.
(87)     Tekvin, XIV, 22.
(88)     Bu iki ismin her birinin sayısı 197'dir.
(89)     Bu, daha yu kanda belirtmiş olduğumuz ayniyeti (aynı oluşu) tamamen haklı çıkarmaktadır. Ancak tradisyona katılışın her zaman şuurlu olamayacağını da gözlemek gerekir. Bu durumda "ruhsal tesirlerin" aktarılmasına vasıtalık etmek gibi bir rol oynadığı gerçektir, ancak inisiyatik hiyerarşinin herhangi bir mevkiinde bulunduğu anlamına gelmez.
(90)     Bu söylenenlerin ışığında, bu üstünlüğün Yeni Birleşme'nin Eski Yasa'ya olan üstünlüğüne denk geldiği söylenebilir (İbranilere Mektup, VII, 22). İsa Mesih'in niçin ruhanî Levi aşiretinden değil de Yahuda kraliyet aşiretinden doğmuş olduğunu açıklamak gerekir (Bkz: İbranilere Mektup, VII, 11-17.), ancak tüm bunlar, bizi konumuzdan çok uzaklaştınr. Yakup'un on iki oğlundan gelen on iki aşiretin organizasyonu, doğal olarak ruhsal merkezlerin on ikili yapısına bağlanmaktadır.
(91)     İbranilere Mektup, VII, 9.
(92)     İbranilere Mektup, VII, 8.
(93)     İskenderiye Gnostikleri'nin Pistis Sofyası'nda (Pistis Sophia) Melkisedek, "Ebedî Işığın Büyük Alıcısı" olarak nitelendirilir. Bu, kendi sahası olan âleme yansıtmak amacıyla, doğrudan Prensip'ten çıkan bir ışın vasıtasıyla anlaşılabilir Işığı alan Manu’nun işlevi ile de tam bir uygunluk göstermektedir; zaten işte bu yüzden Manu için "Güneş'in Oğlu" denilir.
(94)     Melki-Sedek ile ilgili başka tradisyonlar da mevcuttur. Bunlardan birine göre o, Yeryüzü Cenneti'nde elli iki yaşındayken Melek Mikail tarafından kutsanmıştı.
(95)     Bu Dharma-Raja ismi ya da daha doğrusu unvanı, bilhassa Mahabarata'da Yudiştira'ya uygulanmıştır; ancak o daha önce, geçmiş satırlanmızda Manu ile olan çok sıkı ilişkisini belirtmiş olduğumuz "Ölülerin Yargıcı" Yama idi.
(96)     Hristiyan ikonografisinde, "Son Hüküm" tasvirlerinde Melek Mikail bu iki sıfatı ile gözükür.
(97)     Aynı şekilde, Eski Mısırlılar'da da Ma ya da Maat, aynı zamanda hem "Adalet" hem de "Hakikat" idi. Onu, yargı terazisinin kefelerinden birinde yer almış şekliyle, diğer kefede ise, kalbin hiyeroglifinin bulunduğu hâliyle temsil edilmiş görmek mümkündür. İbranice’de hok (hoq) "ferman" anlamına gelmektedir. (Mezmur, II, 7)
(98)     Bu Hak kelimesinin sayısal değeri 108'dir ve bu, başlıca devresel sayılardan biridir. Hindistan'da Çiva (Şiva) tespihi 108 tanecikten oluşur; ve tespihin ilk anlamı "âlemler zinciri"ni, yani devrelerin (siklusların) ya da mevcudiyet hâllerinin illî (sebepsel) olarak zincirleme gidişini sembolize eder.
(99)     Bu anlam şu formül ile özetlenebilir: "Kudret doğrunun hizmetinde"; tabiî ki çağdaşların, tamamen dışsal bir anlamda ele alarak bunu istismar etmemeleri koşuluyla.
(100)   Bkz: Dante Ezoterizmi, 1957 baskısı, s. 58.
(101)   Orta Asya halklarının, liderlerine verdikleri Han unvanı da belki aynı köke bağlıdır. (Guenon bunu Klıan olarak yazıyor; Kağan ve bunun değişime uğramış şekli olan Hakan sözcüğü de muhtemelen aynı köktendir. ç.n.)
(102)   Sedek aynı zamanda, meleğinin ismi Sadkiel-Melek olan Jüpiter gezegeninin de adıdır. Melki-Sedek ismi ile olan benzerliği (buna sedece tüm melek isimlerinin sonunda bulunan İlâhî isim El eklenmiştir), üzerinde durulmasını gerektirmektedir. Hindistan'da aynı gezegene Brihaspati adı verilir ki bu, "Semavî (Göksel) Yüksek Papaz anlamındadır. Malkut ile eşanlamlı diğer bir kelime de Sabbat'tır. Bunun anlamı olan "sükûn", gayet belirgin biçimde "sulh" fikrine bağlanmaktadır. Bu fikir de, daha yukarıda görmüş olduğumuz gibi, Sekinah’ın "aşağı âlem” ile temas kurmasını sağlayan bizzat kendi dış görünümünü ifade etmektedir.
(103)   P. Vulliaud, Yahudi Kabalası, C. I, s. 509.
(104)   Samiriyeliler'de aynı rolü üstlenen ve aynı şekilde tanımlanan, Garizim Dağı'dır: O, "Kutsanmış Dağ"dır, "Ebedî Tepe"dir, "Miras Dağı"dır, 'Tanrı’nın Evl"dir ve "Meleklerin Tabernakl”ıdır, Sekinah’ın ikametgâhıdır ve hatta tufan sularının altında kalmamış olan ve içinde Aden'in bulunduğu "İlksel Dağ"dır (Har Kadim).
(105)   Tabernakl: İbraniler'de. icinde ahit sandığının muhafaza ediliği çadır
(106)   S. Vulliaud Kabalası, C. I, s. 509.
(107)   Dante Ezoterizmi. 1957 baskısı, s. 64.
(108)   Yahudi Kabalası, C. II, s. 116.
(109)   (Bir Kalpa on dört Mahvanlara içerir; Vaivasvata, yani şimdiki Manu, Şri-Şveta-Var aha-Kalpa ya da "Beyaz Yaban Domuzu Çağı" adı verilen bu Kalpa’nın yedinci Manusu dur.  Diğer bir kayda değer husus da şudur: Yahudiler Roma'ya Edom adını verirler. Tradisyon da Roma'nın yedi kralı olduğundan bahseder ve bu kralların İkincisi olan ve kentin yasa koyucusu olarak kabul edilen Numa'nın adı, Manu isminin hecelerinin yerleri değiştirilerek elde edilmektedir ve bu, aynı zamanda Yunanca’da "yasa" anlamına gelen nomos sözcüğü ile de akraba gibidir. Demek ki diğer bir bakış açısından, Roma'nın bu yedi kralının, yedi Manu'nun belirli bir uygarlıkta özel bir şekilde temsil edilişinden başka bir şey olmadığı ortaya çıkmaktadır. Aynı şekilde, Yunanistan'ın yedi bilgesi de, benzer şartlarda, kendilerinde bizden bir önceki devrenin bilgeliğinin bireşimlendiği yedi Rişi'nin birer temsilidirler.
(110)   Kült Tapınca.
(111)   Mağara ya da in, varlığın merkezi ve ayrıca "Dünya Yumurtasının içi olarak kabul edilen kalp boşluğunu temsil etmektedir.
(112)   Buna örnek olarak "Cehennemlere İniş"ten bahseden bölümü gösterebiliriz, İnceleme fırsatı bulanlar bunu, aynı konu hakkında "Dante Ezoterizmi" adlı kitapta yapılan açıklamalarla kıyaslayabilirler.
(113)   Burada kullanmakta olduğumuz bilgilerin bir bölümünü Jeıvish Encyclopedia'dan (VIII, 219) aldık.
(114)   Tekvin, XXVIII, 19.
(115)   Bazı Kuzey Amerika uluslarının tradisyonlarında bir ağaçtan ve bu ağaç vasıtasıyla başlangıçta yerin içinde yaşayan insanların yerin yüzeyine çıktıklarından ve de aynı ırka mensup diğer bazılarının hâlâ yeraltı dünyasında yaşamakta olduklarından söz edilir. Bulwer-Lytton'ın Geleceğin Irkı (The Corning Race La Race Future) adlı eserinde bu tradisyonlardan esinlenmiş olması mümkündür. Bunun yeni bir basımı, Bizi İmha Edecek Olan Irk adını taşımaktadır.
(116)   Bu kal kökünden, Lâtince'deki kaligo (caligo) ve belki de bileşik bir kelime olan okültûs (occultus) gibi diğer başka kelimeler de türemiştir. Diğer yandan, kaelare formunun esas olarak, daha farklı bir kök olan kaed'den (caed) kaynaklanması mümkündür. Bu kaed kökü, ilk önce "kesmek" veya "bölmek" (buradan kaedere türemiştir), ardından da "ayırmak" ve "bölmek" anlamlarına gelir. Ancak, her ne olursa olsun, bu köklerin ifade ettiği fikirler, görüldüğü gibi birbirlerine çok yakındırlar; buradan da gayet basit olarak anlaşılacağı gibi, kaelare (caelare) ve celare, her ne kadar etimolojik bakımdan birbirlerinden bağımsız dahi olsalar biri diğerine benzer ve birbirlerini temsil edebilirler.
(117)   "Dünyanın Çatısı", "Semavî Ülke"ye ya da ’Yaşayanların Ülkesi"ne benzer ve bunun, Orta Asya tradisyonlarında, Avaloki-teşvara’nın egemenliği altında bulunan "Batı Göğü" ile çok sıkı bağlantıları vardır. "Örtmek" anlamına ilişkin olarak Masonluktaki "örtü altında olmak" deyimini anımsatalım: Loca’nın yıldızlı tavanı gök kubbeyi temsil eder.
(118)   Bu, Mısırlılar'da İsis'in veya Neit’in örtüsüdür; Uzak Doğu tradisyonunda da, Evrensel Ana’nın "mavi örtüsü"dür (Tao-te-king, bölüm VI). Bu anlam şayet göze görünen gökyüzüne uyarlanırsa, o zaman burada astronomik sembolizmin yüce hakikatleri gizleyici ya da "ifşa edici" rolüne değinilmiş olduğu görülür.
(119)   Safir, Tevrat’taki sembolizmde önemli bir role sahiptir. Peygamberlerin gördükleri vizyonlarda (niyetlerde) sık sık gözükür.
(120)   (Sanskritçe’de kuzeye, en yüksek bölge anlamında Ut.  iara adını verirler. Güneye ise sağdaki bölge, yani doğuya doğru dönüldüğünde kişinin sağ tarafında kalan bölge anlamında Dakşina derler. Güneş'in kış başlangıcında başlayan ve yaz başlangıcında sona eren, Kuzey'e doğru olan ve yükselen ilerleyişine de Uttarayana adını verirler. Güneş'in, Güney'e doğru olan ve inen yürüyüşüne de Dakşinayana adını verirler; bu da yaz başlangıcında başlar1ve kış başlangıcında sona erer.
(121)   Hindu sembolizminde (ki Budizm de bunu "yedi adım" efsanesiyle bizzat muhafaza etmiştir) uzayın yedi bölgesi dört ana nokta, Zenit ve Nadir ve son olarak da merkezin bizzat kendisidir. Bunların temsil edilişinin üç boyutlu bir haç meydana getirdiği fark edilmektedir (merkezden itibaren birbirine ikişer ikişer zıt olan altı yön). Aynı şekilde Kabala sembolizminde de "Kutsal Saray" ya da "İçteki Saray", altı yönün merkezinde yer alır ve onunla birlikte yedili bütün oluşur. İskenderiyeli Clement, "Evrenin Kalbi" olan Tanrı'dan biri yukan, diğeri aşağı, biri sağa, diğeri sola, biri öne, diğeri de arkaya doğru yönelen sonsuz uzantılar çıktığını, Tanrı'nın, bakışlarını daima eşit bir sayıya yöneltircesine bu altı uzantıya doğru bakarak, âlemi tamamladığını söyler; "O, başlangıç ve sondur (alfa ve omega) ve zamanın altı safhası O'nda tamamlanır ve sonsuz kapsamlarını (şümullerini) O'ndan alırlar; 7 sayısının sun buradadır." der (P. Vulliaud tarafından Yahudi Kabalası, C. I, s. 215216'da aktanlmıştır). Bunların tümü, ilksel noktanın zaman ve mekân içindeki gelişimiyle bağlantılıdır. Zamanın altı safhası sırasıyla uzayın altı yönüne denk gelir ve bunlar, altı devresel periyotlardır, daha genel bir periyodun alt bölümleridirler ve zaman zaman, altı adet bin yıllık devir olarak temsil edilmişlerdir. Bunlar, Tekvin'de sözü edilen ilk altı "gün" ile de benzeşirler; ki bunlardan yedincisi, yani Sebt (Sabbat) günü Prensip'e, yani merkeze geri dönüş safhasıdır. Böylece yedi dvipalar’ın da sırasıyla tezahür ettikleri yedi devre ortaya çıkmaktadır; bu periyotlardan her biri bir Manvantara’dır, bu durumda Kalpa, eksiksiz olarak iki adet yedili diziyi içermektedir. Aynı sembolizm, devresel periyotların daha az ya da çok geniş olmalarına göre çeşitli derecelere uyarlanabilir.
(122)   Daha önceki satırlarda gökkuşağı sembolizmine ilişkin olarak söylenenlere bakınız. Gerçekte birbirini ikişer ikişer tamamlayan ve birbirine ikişer ikişer zıt olan altı yönün karşılığı olan altı renk vardır. Yedinci renk beyazın bizzat kendisidir, tıpkı yedinci bölgenin bizzat merkezin ta kendisi oluşu gibi...
(123)   Katolik hiyerarşisinde Papa'nın beyazlar giymiş olması boşuna değildir.
(124)   Bu nedenden dolayı badem ağacı Bakire'nin (Vierge) sembolü olarak kabul edilmiştir.
(125)   Bu Yahudi tradisyonunun büyük bir olasılıkla Leibnitz'in "animal" (yani canlı varlık), yani sürekli olarak bir bedenle mevcut olan, ölümden sonra "küçülen" varlık hakkındaki teorisine ilham kaynağı olduğunu fark etmek hayli ilginçtir.
(126)   Korintoslulara I. Mektup, XV, 42. Bu sözlüklerde benzeşim (analoji) yasasının kesin bir uygulanışı vardır: 'Yukarıdaki aşağıdakine, aşağıdaki de yukarıdakine benzer."
(127)   Sanskritçe'de akşara sözcüğü "çözülemez" ve ardından da "mahvolmayan" ya da "tahrip edilemeyen" anlamlarına gelir. Lisanın ilk unsuru ve tohumu olan heceyi belirtir ve bu özellik, üçlü Veda'nın özünü içerdiği söylenen tek heceli sözcük Om'a gayet iyi uymaktadır.
(128)   Bunun eşdeğerde olanını özellikle çok önemli gelişimlerle Taoizm'de olmak üzere, farklı bir biçim altında değişik tradisyonlarda bulmak mümkündür. Bu, aynı zamanda "makrokozmik" düzende "Dünya Yumurtası" olanın, "mikrokozmik" düzendeki benzeridir; Çünkü "gelecekteki devrenin" imkânlarını kapsamaktadır (Katolik inancının vita venturi soeculisi' dir).
(129)   Bu noktada, Yunan'daki Psişe sembolizmine başvurulabilir; bu, büyük ölçüde bu benzerliğe dayanmaktadır. (Bkz: "Psişe", F. Pron.)
(130)   Belli bir bağlantının ışığında bunun ikametgâhı yürek boşluğu ile de bir tutulmuştur; Hindular’ın Şaktisi ile İbraniler'in Sekinah’ı arasında bir ilişki olduğunu daha önce de ima etmiştik.
(131)   Kundali kelimesi (dişisi: Kundalini), halkaya da spiral (helezon) biçiminde sarılmış anlamına gelir. Bu sanlmışlık durumu tohum hâlinde ve "henüz gelişmemiş" hâli temsil eder..
(132)   Bu, suşumna ya da "kalp atardamarı” ile "güneş ışını" mn temas ettikleri nokta olan Brahma-randra, yani Brahma deliğidir. Bu sembolizmi Vedarıta’ya Göre İnsan ve Geleceği kitabımızda bütünüyle sergilemiştik.
(133)   Tüm bunların, şu gayet iyi bilinen hermetik (saklı, gizli) cümle ile çok sıkı bir bağlantısı vardır: "Visita inferiora terrae, rectificando invenies occultum lapidem, veram medicinam." Bu cümle akrostiş yapıldığında Vitriolum kelimesini verir. "Felsefe taşı" (ya da Filozof taşı), değişik bir görünüm altında aynı zamanda "gerçek tıp"tır, yani "uzun hayat iksiri"dir ki, bu da aslında "ölümsüzlük şerbeti"nden başka bir şey değildir. İnferiora (aşağı) yerine bazen interiora (iç) yazarlar; ancak, genel anlam değişmez ve "yeraltı âlemfni, ima eden bir ifade daima kendini gösterir.
(134)   Bu sözler 1890 senesinde, Narabançi Manastırında insanlara görünen "Dünya Kralı”nın bir kehanetinin son cümlesini oluşturmaktadır.
(135)   Manvantara’ya. ya da Manu çağma Maha-Yuga adı da verilir ve bu da dört Yuga’ya, yani ikincil devreye ayrılır: Krita-Yuga (ya da Satya-Yuga), Treta-Yuga, Dvapara-Yuga ve Kali-Yuga; bunlar antik Yunan-Lâtin toplumlarında sırasıyla "Altın Çağ", "Gümüş Çağ", "Tunç Çağ" ve "Demir Çağ" olarak tanımlanırlar. Bu devrelerin birbirleri ardından gelişleri sırasında, bir tür giderek maddîleşme durumu söz konusudur. Bu maddî-leşme, "ilksel hâl'den itibaren devresel tezahürün cismanî dünyadaki gelişimine eşlik eden, Prensipten uzaklaşma durumunun bir sonucudur..
(136)   Bu çağın başlangıcı, özellikle Tevrat'taki sembolik ifadelerde "Babil Kulesi" ve "dillerin karışıklığı" olarak temsil edilmiştir. Cennetten kovuluş ve tufan hadiselerinin ilk iki çağın sonunda gerçekleştiğini düşünmek mantıklı gelebilir; ancak gerçekte İbranî tradisyonunun başlangıç noktası Manvarıtara’nın başlangıcı ile çakışmaz. Şunu da unutmamak gerekir ki devresel yasalar, değişik derecelerden olmak üzere, birbirleriyle aynı genişliğe sahip olmayan ve hatta zaman zaman birbirlerinin alanlarına tecavüz eden devirlere uygulanabilmektedirler. Bu yüzden de, başlangıçta karmakarışık ve içinden çıkılmaz gibi gözüken ve ancak bu devirlere denk gelen tradisyonel merkezlerin hiyerarşik silsileye göre birbirlerine tâbi oldukları dikkate alındığında çözümlenebilen birtakım zorluklar ortaya çıkmaktadır.
(137)   Tarihçilerin M.Ö. 6. yüzyıldan evvel gerçekleşmiş olanlara ilişkin kesin bir kronoloji oluşturmak hususunda neredeyse genel bir çaresizlik içinde oldukları dikkati çekmektedir.
(138)   Bu ifade Taoist doktrinden alınmadır. Diğer taraftan biz "niyet" (Fr.: intention) sözcüğünü Arapça'daki niyah’ın tam bir karşılığı olarak kullanıyoruz. Zaten bunun tercümesi de böyledir ve bu anlam Lâtin etimolojisine (İn-tendere:. Yönelmek) de uygundur.
(139)   Bu söylediklerimiz, İncil’deki şu sözleri gayet kesin bir anlamda yorumlama imkânı vermektedir: "Arayınız ve bulacaksınız; isteyiniz ve elde edeceksiniz; kapıyı çalınız ve onu size açacaklardır." Burada doğal olarak, "doğru niyet" ve "iyi niyet" (hüsnüniyet) hakkındaki daha önceden yapmış olduğumuz açıklamalara başvurmak gerekecektir. Bunun sonucunda da şu formülün açıklanması kolayca tamamlanabilecektir: Pax in terra hominibus bonae voluntatis ("Dünyadaki iyi iradeli insanlara barış gelsin.").
(140)   İslâmiyet'te bu yön (kıble) âdeta niyetin (niyah) maddi hâle dönüşmesi gibidir. Hristiyan kiliselerinin yönü de esas olarak aynı fikre dayanan diğer özel bir husustur..
(141)   Burada, pek tabiî ki göreceli bir dışsallık söz konusudur; Çünkü bu ikincil merkezler de Kali-Yuga’nın başlangıcından beri az ya da çok sıkı sıkıya kapalı bir durumdadırlar.
(142)   Bu, yeni başlayan devreye (siklus) göre Yeryüzü Cenneti neyi ifade ediyorsa, sona ermiş olan devreye göre aynı şeyi ifade eden Göksel Kudüs'ün (Yerûşalim-Jerusalem) tezahür edişidir. (Ki bunu Dante Ezoterizmi adındaki kitabımızda daha önce de açıklamıştık.)
(143)   Aynı şekilde, daha geniş bir diğer bakış açısına göre de, insanlık için ilksel merkezden uzaklaşmanın da çeşitli dereceleri vardır ve değişik Yugalar’ın birbirleri arasındaki farklılık bu uzaklığa bağlıdır.
(144)   Bu iddiayı kanıtlayan türrr açıklamaların verilmiş olduğu Dante Ezoterizmi hakkındaki incelememize başvurulması yerinde olur.
(145)   Bizim burada sergilemekte olduğumuz hususları anlayacak olanlar, çağdaş Batı'da ortaya çıkmış olan çok sayıda sahte inisiyatik teşkilâtlan ciddîye almamızın niçin imkânsız olduğunu çok iyi kavrayacaklardır. Biraz katı bir sınavdan geçirildiklerinde bunlardan hiç biri en ufak bir "kurala uygunluk" kanıtı bile sergileyemez.
(146)   Başka bir yerde, Vedalar'daki Agni ile Kuzu (Agneau) sembolü arasındaki bağlantıya değinmiştik. (Dante Ezoterizmi, 1957 baskısı, s. 69-70; Vedanta'ya Göre İnsan ve Geleceği, s. 43.); Koç, Hindistan'da Agni’nin bineğini (ya da taşıtını) temsil eder. Diğer taraftan Ossendowski, Rama kültünün (tapıncasının) Moğolistan'da daima mevcut olduğunu pek çok defa belirtmiştir. Burada demek ki, Doğu'yu inceleyen bilginlerin çoğunun iddiasının tersine, Budizm'den daha başka bir şey vardır. Ayrıca, "Ram Devresi"nin anılarının günümüzde Kamboçya'da hâlâ daha yaşamakta olduğu şeklinde, bize gayet olağanüstü gelen ve bu yüzden burada aktaramadığımız bazı bilgiler iletildi; bunu da sadece belleklerde yer etsin diye söylüyoruz.
(147)   Apokalips'de (Yuhanna’nın Vahyi) sözü geçen yedi mühürlü kitabın üzerindeki kuzu tasvirlerini de anımsatalım; Tibet Lamaizmi'nde de yedi esrarengiz mühür vardır ve'bu benzerliğin bir rastlantı eseri öldüğünü düşünmüyoruz..
(148)   Kaf Dağı’na ne karadan ne de denizden asla ulaşılamayacağı söylenmiştir (id bil-barr va lâ bil-bahr; daha önce Montsalvat için de aynı şey söylenmişti) ve diğer tanımlamaların yamsıra onun için "Azizler Dağı" (Jabal-el Avliyâ) da denir ve bu, Anne-Catherine Emmerich'in "Peygamberler Dağı" ile karşılaştırılabilir.
(149)   Bu tamamlayıcılık "Süleyman'ın Mührü"nü meydana getiren ve birbirine zıt yönlerde iç içe geçmiş iki üçgenin durumudur. Daha önce sözünü etmiş olduğumuz mızrak ve kupa (çanak, kâse) ve eşanlamlı diğer pek çok sembol ile de karşılaştırılabilir.
(150)   1913 yılında yayınlanan Omfalos adlı bir eserde W. H. Roscher bu olgunun çok çeşitli milletlerde geçerli olduğunu ortaya koyan kayda değer sayıda belgeyi biraraya getirdi. Ancak bu milletlerin, bu sembolü dünyanın biçimini ifade etmek için kullandıklarını iddia etmek yanılgısına düştü; Çünkü burada, en kaba anlamıyla (tamamen fiziksel) yeryüzü kabuğunun merkezinin söz konusu olduğunu sanıyordu; onun bu görüşü, sembolizmin derin anlamından tamamen habersiz olduğunu gösteriyordu. Bundan sonraki satırlarımızda, M.S. Loth'un Revue des Etudes Anciennes'in (Eski İncelemeler Dergisi) Temmuz Eylül 1915 sayısında yer alan Keltler'de Omfalos başlıklı incelemesindeki bilgilerin bir kısmını kullanacağız.
(151)   Almanca'da nabe, dingil başlığı, nabel de göbek (ombilic) anlamına gelir. İngilizce'de de nave ve nauetTBu anlamlara gelirler; hatta İkincisi, genel olarak merkez ya da orta anlamında da kullanılır. Yunanca’daki Omfalos ve Lâtince'deki umbilicus, her ikisi de aynı kökün basit bir değişime uğratılmasından oluşmuşlardır.
(152)   Aynı fikre bağlı olarak, Rig-Vedadaki Agniye "Dünyanın Göbeği" adı verilir. Daha önce de söylemiş olduğumuz gibi, svastika sık sık Agni'nin bir sembolü olarak kullanılmıştır.
(153)   Yunanistan'da, tıpkı Elözis ve Samotraki (Semadirek) gibi, özellikle Sırlar (Mister'ler) inisiyasyonuna ayrılmış olan başka ruhsal merkezler de vardı, ancak Delf, tüm Helen camiasının bütününe ilişkin sosyal bir role sahipti.
(154)   Tekvin, XXXVIII, 16-19.
(155)   Beyl-Lehem'in, yine Tekvin'de yer alan Beyt-Elohim ile arasındaki fonetik benzerlik dikkati çekmektedir.
(156)   'Ve Ayartıcı (İblis) gelip ona dedi: Eğer sen Allah'ın Oğlu isen, söyle, bu taşlar ekmek olsun." {Matta, IV, 3; Lukas, IV, 3) Bu sözlerin, bizim burada belirttiklerimizle ilgili olan, esrarengiz'bir anlamı vardır: İsa Mesih böyle bir dönüşümü gerçekleştirmek zorundaydı, ancak bu, İblis’in istediği şekilde maddî değil, ruhsal bir dönüşümdü. Ruhsal düzen maddî düzene benzer, ancak ters yöndedir ve şeytanm işareti, onun her şeyi tersinden almasmdadır. "Gökten inmiş olan yaşayan ekmek", Kelâm’ın tezahürü olarak Mesih'in bizzat kendisidir, dolayısıyla şu yanıtı vermiştir: "İnsan yalnız ekmekle yaşamaz, fakat Allah'ın ağzından çıkan herbir sözle yaşar." 'Yeni Birleşme"de (Nouvelle Alliance), "Tanrı Evi" sıfatıyla taşın yerini alacak olan da bu ekmektir: orakllar da bu nedenden durmuştur. Te-zahür etmiş Kelâm’ın eti ile aynr şey olan bu ekmek ile ilgili olarak, İbranice'deki lefıem sözcüğü île aynr olan Arapça'daki lahm sözcüğünün, aslında "ekmek" yerine "et" anlamına geldiğini belirtmemiz de ilginç olacaktır.
(157)   Tekvin, XXVTII, 22.
(158)   Bazen, özellikle de kimi Yunan omfaloilari’nda taş, bir yılanla çevrilmiştir. Bu yılan, Kaideliler'e ait sınır taşlarının alt ya da tepe kısmında sarılmış olarak da karşımıza çıkar; bu taşlar gerçek "betiller" olarak kabul edilmelidir. Zaten, taş sembolü de, tıpkı ağaç sembolü ("Dünya Ekseni"nin diğer bir figürü) gibi yılan sembolü ile sıkı bir birleşme içindedir. Özellikle Keltler'de ve Mısırlılar'da da yumurta sembolü ile birleşir. Omfalos'un temsil edilişinin dikkate değer örneklerinden biri de Kermaria "betili"dir; bunun genel biçimi, tepesi yuvarlatılmış ve bir yüzünde svastika işareti bulunan, muntazam olmayan bir koni şeklindedir. Daha yukarıda sözünü etmiş olduğumuz incelemesinde M. J. Loth bu "betil"in ve aynı türden diğer bazı taşların fotoğraflarım yayınlamıştı.
(159)   Çin tradisyonunda 5 sayısı çok özel sembolik bir anlama sahiptir.
(160)   Brehon Laws; J. Loth tarafından nakledilmiştir.
(161)   Çin'in aynı zamanda "Ortadaki İmparatorluk" olarak da tanımlanmış olduğu bilinir.
(162)   Mid (Mide) Krallığı’nın başkenti Tara idi; Sanskritçe'de Târâ sözcüğü "yıldız" anlamına gelir ve özellikle de kutup yıldızını tanımlar.
(163)   Lâtinceleştirilmiş şekliyle bilinen Aziz Patris (Saint Patrice) adı aslında Cothraige'dir ve "dörtlerin hizmetkârı" anlamına gelmektedir.
(164)   Merkezde bulunan "gerçek insan”, nesnelerin hareketine katılmaz. Ancak esasında, o, sadece varlığıyla bile bu hareketi yönetir, Çünkü "Göğün Etkinliği" onda yansır.
(165)   Tchoang-tseu, Bölüm I; Tercüme: P. L. Wieger, s. 213. İmparator Yao'nun M.Ö. 2356 senesinde hüküm sürmüş olduğu söylenir.
(166)   Burada, İslâm tradisyonundaki dört Avtad ile de bir yakınlık görülmektedir.
(167)   Svastika gibi haçvari figürlerde bu ilksel unsur, Kutup olan merkezdeki nokta ile temsil edilmiştir. Diğer dört unsur, tıpkı dört ana yön gibi, haçın dört koluna karşılık gelirler. Zaten bu, dörtlüyü tüm uygulamalarıyla birlikte temsil eder.
(168)   Aztlan ya da Tufanın ideografik işareti beyaz balıkçıl kuşu idi. Balıkçıl kuşu ve leylek Batı'da, ibis (Mısır turnası, kara leylek, kelaynak) kuşunun Doğu’da oynadığı rolün aynısına sahiptirler ve bu üç kuş da, İsa Mesih'in işaretleri (amblemleri) arasında yer alırlar. Mısırlılar'da ibis, Tot'un (Thoth) yani Bilgeliğin sembollerinden biriydi.
(169)   Atlantis tradisyonu ile Hiperbórea tradisyonunun birleştikleri noktayı kesin şekilde saptamak hususundaki en büyük zorluk, birçok isimlerin birbirleri yerine kullanılmış olmasından kaynaklanır ve bu da pek çok karışıklıklara yol açar. Ancak, her şeye rağmen, sorun yine de çözülebilecek bir niteliktedir.
(170)   Büyük Ayı "Jade (yeşim taşı) Terazisi" olarak da adlandırılmıştır; Jade burada mükemmelleşmenin bir sembolüdür. Diğer milletlerde, Büyük Ayı ile Küçük Ayı, her biri bir terazinin iki kefesinden birine benzetilmişlerdir. Bu sembolik terazi ile Sifra di-Tseniuta'da ("Sırrın Kitabı", Zohar’ın bir bölümü) söz konusu olan terazi arasında bir bağlantı vardır: Bu terazi "mevcut olmayan bir yerde asılıdır", yani tezahür etmemiş bir yerde; ki bizim dünyamız için burayı kutup noktası temsil etmektedir. Zaten, bu dünyanın dengesinin Kutup üzerinde oluştuğu da söylenebilir.
(171)   Büyük Ayı'ya Hindistan'da sapta-rikşa, yani yedi Kişinin sembolik ikametgâhr derler. Bu doğal olarak Hiperbórea tradisyonuna uygundur; halbuki Atlantis tradisyonunda Büyük Ayının bu rolü, yine aynı şekilde yedi yıldızdan oluşan Pleiadlar'a verilmiştir. Yunanlılara göre, Pleiadlar’ın Atlas'ın kızları olduğu ve bu yüzden Atlantidler adını aldıkları da bilinir.
(172)   Daha önceki bölümlerde Meru ile meros arasındaki okunuş benzerliği ile bağlantılı olarak, Eski Mısırlılar’ın Büyük Ayıya But (Oyluk) Takımyıldızı adım vermiş olduklarını görmek ilginçtir.
(173)   Şveta-dvipa, Jambu-dvipa'nın on sekiz alt bölümünden biridir.
(174)   Bu, aynı şekilde antik Batı’nın "Zengin Adaları"nı anımsatmaktadır. Ancak bu adalar Batı'da yer alıyorlardı ("Hesperidler Bahçesi": Yunanca'da hesper, Lâtince'de vesper akşam anlamına gelirler, yani Batı demektir.); bu da Atlantis kökenli bir tradisyonun söz konusu olduğunu gösterir. Bu aynı zamanda Tibet tradisyonunda geçen "Batı Göğü"nü de düşündürmektedir.
(175)   "Azizler Adası" ismi, tıpkı "yeşil ada" ismi gibi daha sonraları İrlanda'da ve hatta İngiltere'de de kullanılmıştır. Heligoland Adası’nın isminin de aynı anlama geldiğini belirtelim.
(176)   Yeryüzü Cenneti'ne ilişkin benzer tradisyonlardan daha önce bahsetmiştik. İslâm ezoterizminde "yeşil ada" (eljezirah, el kadrah) ve "beyaz dağ" (el-jabal, el-abiod) da gayet iyi tanınırlar; ancak dışanda bunlardan pek söz edilmez.
(177)   Burada, Dante Ezoterizminde de bahsedilen üç hermetik renge rastlıyoruz: Yeşil, beyaz ve kırmızı.
(178)   Diğer taraftan zaman zaman, gökkuşağının renklerini taşıyan bir kuşaktan söz edilir; İris'in eşarbı ile bunun arasında bir yakınlık kurulabilir. Saint Yves Hint Misyonu adlı eserinde buna değinmiştir; aynı şeye Anne-Catherine Emmerich'in rüyetlerinde de rastlanmaktadır. Daha önce gökkuşağının sembolik anlamı ve yedi dvipa hakkında yaptığımız açıklamalara başvurmak yararlı olur.
(179)   Lâtince'de "beyaz" anlamına gelen albus ile İbranice'de aynı anlama gelen ve dişisi olan Lebanah’ın Ay'ı tanımlamakta kullanıldığı Laban arasında bir yakınlık vardır. Lâtince'deki Luna, aynı zamanda hem "beyaz" hem de "ışıklı" (parlak) anlamına gelir. Zaten bu iki fikir de birbiriyle bağlıdır.
(180)   Argos (beyaz) sıfatı ile kentin adı arasında yalnızca basit bir aksan farkı vardır; kentin adı nötrdür ve bu aynı adın erili Argus'tur. Burada Argo isimli gemiyi de düşünmek mümkündür. (Bu geminin Argus tarafından inşa edilmiş ve direğinin de Dodon ormanındaki bir meşe ağacından yapılmış olduğu söylenir.) Bu duruma göre, bu kelime aynı zamanda "hızlı" anlamına da gelir, Çünkü hızlılık, ışığın (ve özellikle de şimşeğin) bir niteliği olarak kabul edilir; ancak ilk anlamı "beyazlık" ve ardından da "ışık saçıcılık"tır. Aynı kelimeden, beyaz metal olan ve astrolojik bakımdan Ay'a karşılık gelen gümüşün (argent) adı türemiştir.
Lâtince'deki argentum ile Yunanca'daki argııros'un aynı köke sahip oldukları meydandadır.
(181)   Şankaraçarya (Atmâ-Bodha), "Tutkular denizini aşan Yogi Sükûnet ile birleşir ve 'kendisi'ne bütünlüğüyle sahip olur." der. Tutkular, burada "biçimler akımı”ın oluşturan ve olması ya da olmaması mümkün ve geçici olan tüm değişiklikleri tanımlamaktadır: Bu, tüm tradisyonlardaki ortak bir sembolizme göre "aşağıdaki sular”ın sahasıdır. Bu yüzden "Büyük Baiış"ın fethedilişi genellikle bir deniz yolculuğu figürü ile temsil edilmiştir (Katolik sembolizmine göre kayığın kiliseyi temsil etmesinin de nedeni budur); zaman zaman da bir savaş figürü ile temsil edilir ve Bagavat-Gita’yı bu anlamda yorumlamak mümkündür. İslâm doktrinindeki "kutsal savaş" (cihad) teorisini de bu bakış açısı doğrultusunda geliştirmek mümkündür. "Suların üstünde yürüyüş"ün, biçimler ve değişimler dünyası-nın hâkimiyet altına alınmasını temsil etmekte olduğunu da ekleyelim: Vişnu'ya Narayana, yani "suların üzerinde yürüyen" adı verilir. Burada İncil ile de bir yakınlık ortaya çıkmaktadır; orada da İsa Mesih’in suların üzerinde yürüdüğünü görürüz.
(182)   Saint Yves'in Tarot sembolizminden aldığı bir ifadeye göre, yüce merkezin diğer merkezler arasındaki durumu, tıpkı "yirmi iki arkan içinde kapalı bir görünüm veren sıfırın" durumuna benzer.
(183)   Eflâtun'un Timaios adlı eserinde bu söz konusu olan bilime zaman zaman üstü örtülü bir şekilde değinilmektedir.
(184)   Burada, daha önce Pontifex unvanı hakkında söylemiş olduklarımızı anımsayalım. Diğer taraftan "kraliyet sanatı" ifadesi, modem Masonluk tarafından hâlâ korunmaktadır.
(185)   Romalılar'da Janus, aynı zamanda hem Sırlar'a İnisiyasyon, hem de zanaatkâr loncaları (Collegia fabrorum) tanrısı idi. Burada çifte nitelikte gayet anlamlı bir olgu vardır.
(186)   Teb'in duvarlarını lir'inden çıkardığı sesler ile inşa etmiş olan Amfion sembolünü örnek olarak gösterebiliriz. Bu Teb kentinin adının ne anlama geldiğini birazdan göreceğiz. Lir'in Orfecilik ve Fisagorculuk'ta ne denli önemli olduğu bilinmektedir. Çin tradisyonunda, buna benzer bir rol oynayan müzik âletlerinden sık sık söz edilir. Ve pek tabiî ki bunlar hakkında söylenenler de tamamen sembolik olarak değerlendirilmelidir.
(187)   İsimlere ilişkin olarak, daha yukarıdaki satırlarda, özellikle de beyazlık fikri ile bağlantılı olanlarda birkaç örneğe rastlanabilir; daha başkalarını da belirteceğiz. Bazı durumlarda kentin gücünün ve hatta korunmasının bile bağlı olduğu kutsal objeler hakkında söylenecek pek çok şey vardır: Truva’nın efsanevî Palladium'u ve Roma'daki Salienler'in kalkanları (bunların, Numa döneminde, gökten düşen bir taştan yontularak yapılmış oldukları söylenirdi); Salienler Koleji on iki üyeden oluşuyordu) gibi. Bu eşyalar, üpkı İbraniler'in Ahit Sandığı gibi, "ruhsal tesirler" için birer destek vazifesi görüyorlardı.
(188)   Bu hususla ilgili olarak, tıpkı Mısır'daki Menes adı gibi, Minos adı da başlı başına yeterli bir göstergedir. Roma için Numa ve Kudüs için de Şiomohün anlamlan hakkında söylemiş olduklarımıza başvurulabilir. GiriL'e ilişkin olarak da, Orta Çağ inşaatçılan tarafından Lâbirent in karakteristik bir sembol olarak kullanıldığım belirtelim; en ilginci de, bazı kiliselerin taş döşemeleri üzerine çizilmiş olan Lâbirent yolun, Kutsal Topraklara hac görevini yapamayanlar için bu işin yerine geçtiğinin kabul edilmesidir.
(189)   Delf in de Yunanistan için aynı rolü oynamış olduğunu görmüştük. Bu kentin ismi, çok önemli bir sembolizmi olan dofen'i (Dauphin: Yunus) anımsatmaktadır. Diğer kayda değer isim de Babil'dir (Babylone). Bab-İlu "Göğün Kapısı" anlamına gelir ki bu da, Yakup tarafından Luz’a verilen niteliklerden biridir; ayrıca, tıpkı Beyt-El gibi "Tanrı Evi" anlamına da gelebilir; ancak, tradisyon kaybedildiğinde meydana gelen "karışıklık" (Babil) ile eşanlamlıdır: Bu da, sembolün tersine dönüşüdür; Janua İnfemi, Janua Coefi'nin yerine geçer.
(190)   Bu durum, bir devre boyunca gelişecek olan tüm imkânları tohum hâlinde içinde barındıran "Dünya Yumurtası"nm, o devrenin başlangıcı için temsil ettiği şeye benzetilebilir. Gemi (Nuh'un Gemisi) de aynı şekilde, dünyanın yeniden ıslah edilmesi için gerekli olan ve onun gelecekteki hâlinin tohumlarını teşkil eden tüm unsurları içinde bulundurmaktadır.
(191)   Bir devreden bir başka devreye geleneksel (tradisyonel) olarak ulaştırılması ya da geçilmesini sağlamak da "Yüksek Rahipliğin" (Pontificat) fonksiyonlarından biridir. Geminin inşa edilişi burada, sembolik köprünün inşa edilişi ile aynı anlamdadır; Çünkü her ikisi de aynı şekilde "sulardan geçmeyi" sağlamaktadırlar ki bunun da pek çok anlamlan mevcuttur.
(192)   Nuh'un aynı zamanda ilk defa üzüm bağı diken kişi olduğu görülmektedir (Tekvin, IX, 20). Bu olgu ile, Melkisedek'in adağına ilişkin olarak şarabın sembolik anlamı ve inisiyatik merasimlerdeki rolü hakkında daha önce söylemiş olduklarımız arasında bir yakınlık kurulabilir.
(193)   Tevrat'taki tufanın tarihe ilişkin anlamlarından biri de Atlantis'in sulara gömüldüğü doğal afet olabilir.
(194)   Pek çok milletlerde görülen tufan ile alâkalı tradisyonlar için de bu aynı husus geçerlidir. Bu tufanlar arasında çok daha özel devrelere ait olanlar da vardır; bilhassa Yunanlılar'daki Dökalyon (Deukalion ve Ojije (Ogygès, Ogygia) Tufanları böyledir.
(195)   Tekvin, IX, 12-17.
(196)   Bu iki yan, "Dünya Yumurtası"nın iki yarısı olan "üstteki sular" ile "alttaki sular"a karşılık gelmektedir. Karışıklık ve bozukluk döneminde üst yan görünmez olmuştur ve Fabre D’Olivet’nin "türlerin üst üste yığılması" dediği hadise alttaki yanda meydana gelmiştir. Söz konusu olan birbirini tamamlayıcı iki şekil, belli bir bakış açısıyla, birbiriyle ters yöndeki iki hilale (ayça) benzetilebilir (sulan birbirinden ayıran çizgiye göre ele alındığında biri diğerinin yansıması ve simetriği olarak); bu da, işaretlerinden biri gemi olan Janus sembolizmine bağlanabilir. Ayrıca hilal, çanak (kadeh, kupa) ve gemi arasında sembolik açıdan bir eşdeğerlik görülmektedir ve "vaisseau" (Fransızca'da "gemi" anlamına gelir) sözcüğü aynı zamanda bu son ikisini de tanımlamakta kullanılır. ["Saint Vaissel" (Kutsal Kap Kacak), Graal’ın Orta Çağ’daki en alışılagelmiş isimlerinden biridir.]
(197)   Bu küre aynı zamanda "Dünya Yumurtasıdır; Yeryüzü Cenneti onu alt ve üst olarak iki parçaya bölen plân üzerinde, yani Gök ile Yer arasındaki sınırda yer almaktadır.
(198)   Kabalacılar bu dört ırmağa, İbranice'deki Pardes sözcüğünü oluşturan dört harfe karşılık getirirler. Bunlar ile cehennemin dört ırmağı arasındaki benzeşime dayalı bağlantıyı başka bir yerde (Dante Ezoterizmi, 1957 baskısı, s. 63) belirtmiştik.
(199)   Bu, bitkisel sembolizmin yerine mineral sembolizminin getirilişine karşılık gelmektedir; bunun anlamı başka bir yerde {Dante Ezoterizmi, 1957 baskısı, s. 67) belirtilmiştir. Göksel Kudüs'ün on iki kapısı, tıpkı İsrail'in on iki kabilesi gibi Zodyak’ın on iki burcuna karşılık gelir; demek ki burada, Zodyak devresinin bir dönüşümü söz konusudur. Bu dönüşümün; ilksel hâlin içerdiği imkânların birbiri peşi sıra tezahürleri tamamlandıktan sonra, dünyanın dönüşünün durması ve ilksel hâlin onarılıp yeniden ilk durumuna getirilmesi demek olan son bir hâl içinde sabitleştirilmesinin ardından gelmesi söz konusudur. Yeryüzü Cenneti'nin merkezinde bulunan "Hayat Ağacı" aynı şekilde Göksel Kudüs'ün de merkezinde yer alır ve burada on iki meyve taşır. Bunların on iki Aditya ile herhangi bir ilişkileri mevcuttur; tıpkı "Hayat Ağacı”nın bizzat kendisinin, bunların doğmuş oldukları tek ve bölünmez öz olan Aditi ile bir bağrnın bulunması gibi...
(200)   Kürenin ve küpün, burada sırasıyla dinamik ve statik iki bakış noktasına karşılık geldikleri söylenebilir. Küpün altı yüzü, tıpkr haçın altr kolunun kürenin merkezinden itibaren çizilişleri gibi uzayın üç boyutuna göre yönlendirilmiştir. Küp ile ilgili olarak da, aynı şekilde, tamamlanma ve mükemmelleşme fikri bile, yani belli bir hâl içerisinde mevcut bulunan imkânların bütününün gerçekleştirilmesiyle bağlantılı olan Masonluk sembolü "kübik taş" ile bir yakınlık oluşturmak gayet kolaydır.          
(201)   Japonya'daki Budist okullar arasında bulunan Giodo okulunun adı "Arı Ülke” anlamına gelir; diğer taraftan bu, İslâmiyetteki "Arılık Kardeşleri" (İhvan EsSafâ) adını anımsatmaktadır; ayrıca Orta Çağ'da Batı dünyasındaki Katarlar’ın ismi de "arınmışlar" anlamına gelir. Müslüman inisiyeleri (ya da tam anlamıyla, tıpkı Hindu tradisyonundaki Yogiler gibi inisiyasyonun son hedefine ulaşmış olanları) tanımlayan Sufi sözcüğünün de aynı anlama gelmesi çok mümkündür. Gerçekten de bunu suf, yani "yün" den türeten (ki bu, Sufîlerin giysilerinin cinsidir) halka özgü kökenbilim (etimoloji) pek tatminkâr değildir ve Arapça'ya yabancı dilden bir terim sokmanın sakıncasına rağmen Yunanca'daki "bilge" anlamına gelen "sofos"dan (sophos) türemiş olması daha akla yatkındır. Sufi sözcüğünü safâ, yani "arılık"tan türeten yorumu tercihen, daha kabul edilir bulmaktayız.
(202)   Bu "Arı Ülke"nin sembolik tasviri Fedorı (Phaidon, Mario Meunier çevirisi, s. 285-289) diyalogunun sonuna doğru yer almaktadır. Bu tasvir ile Dante'nin Yeryüzü Cenneti için yaptığı tasvir arasında bir paralellik kurulabilir. (John Stewart, The Myths öf Plato, s. 101113.)
(203)   Zaten, çeşitli âlemler her ne kadar sembolik olarak bazı bölgelermiş gibi tasvir edilmişlerse de, aslında gerçek anlamıyla, hâllerdir; Bunları tanımlamaya yarayan ve Lâtince'deki loküs (locus) ile eşanlamlı olan Sanskritçe'deki loka sözcüğü kendi içinde bu uzaysal sembolizmin bilgisini kapsar. Ayrıca, bir de zamana bağlı bir sembolizmde vardır ve buna göre de, bu sözünü ettiğimiz hâller birbirini takip eden devreler şeklinde tasvir edilmişlerdir; bununla birlikte, tıpkı uzay (mekân) gibi zaman da, gerçekte bunlardan birine özgü bir hâldir, öyle ki, ardarda geliş burada nedensel bir bağlantının tasvirinden ibarettir.
(204)   Bu husus, kutsal metinlerin yorumlanışmdaki anlam çokluğunu ve bu anlamların birbirleriyle çelişmeyip ve birbirlerini tahrip etmeyip, tam tersine, eksiksiz bireşimsel bilgi içerisinde birbirlerini tamamlayışları ile kıyaslanabilir. Burada belirttiğimiz bakış açısına göre, tarihî olaylar zamansal bir sembolizme, coğrafî olgular ise mekânsal bir sembolizme karşılık gelmektedirler. Zaten bunların arasında, tıpkı zaman ile mekân arasında da olduğu gibi, gerekli bir ilişki ve bağlantı mevcuttur ve işte bu yüzden ruhsal merkezin yeri, söz konusu olan devrelere göre değişiklik gösterebilir.
(205)   Sainl-Petersbourg Akşamlan 11. görüşme. Plütark’ın daha önce gözlemlemiş olduğu ve bizim de daha önce belirtmiş olduğumuz, oraklların (vahiylerin) sona ermesine ilişkin tüm çelişkili görünümü engellemek maksadıyla bu "orakllar" sözcüğünün Joseph de Maistre tarafından güncel dilde kullanıldığı şekliyle gayet geniş bir anlamda ele alındığım ve antik çağlardaki o özel ve kesin anlamında kullanılmadığını belirtmekte yarar var.

EK BOLUM

ÇEVİRENİN NOTU
René Guénon'un son derece ayrıntılı ve eksiksiz olarak nitelendirilebilecek bu çalışmasının sonuna, kendisinin de temel kabul ettiği başlıca iki eser olan Ossendowski'nin "Hayvanlar, İnsanlar ve Tanrılar"ı ile Saint Yves d'Alveydre'in "Hint Misyonu"nun Agarta'ya ilişkin bölümlerini ekle­mekle çalışmanın daha bütünlük kazanması hedeflenmiş­tir. Ayrıca Serge Hutin'in 'Yeraltı Âlemlerinden Dünya Kralı­na" isimli kitabında Agarta ve Dünya Kralına ilişkin ilginç açıklamaların yer aldığı bölümü de aktarmayı uygun gör­dük. Agarta konusuna ilişkin olarak aktarılabilecek daha pek çok belge vardır hiç kuşkusuz. Ancak bunlar arasında en belli başlı olan üçünün, yani Guénon, Ossendowski ve Saint Yves d'Alveydre'in eserlerinin oluşturduğu temel ve en önemli kaynak, araştırmacıları konu ile ilgili diğer belgeleri incelemeye yöneltmek için fazlasıyla yeterlidir. Rus ressamı, arkeologu ve kâşif olan Nikolay Roerich'in (1874-1947) ve Fransızlar'ın değerli araştırmacı, kâşif ve yazarı Robert Charroux' nun çalışmalarında (Robert Charroux: Histoire inconnu des Hommes Depuis Cent Mille Ans (1963) ve Le Livre du Mystérieux inconnu (1976) (ed. Lajfont). Nicholas Rœrictv Gates înto the Future ve Himalayas. (Nolanda Publications, 1947))
konu ile alâkalı ve burada aktarmış bulunduğumuz başlıca üç belge ile tam bir bütün­lük içindeki (Çünkü hepsi aynı kaynaktan yayılmıştır) bilgile­re rastlanmaktadır.
Agarta ve onun yeryüzündeki fonksiyonu ile alâkalı tüm bu ifşaatlarda ve belgelerde merkez bölge Orta Asya’dır. Ari ırkın yayılma merkezi, ezöteıik kaynaklardan da bilindiği gibi bir zamanlar deniz olan Gobi çölü bölgesidir. Büyük vazifesinin gerçekleşmesi sürecinin başlamış olduğu bu mer­kezin Orta Asya'da yer alması anlamsız değildir. Agarta'ya ilişkin aktarılanlarla derhal bağlantı kuruluverinektedir. Ana yurdu Orta Asya olan ve Ari ırka mensup Türk toplumunun, sembolik öğelerle dolu olan ve Orta Asya'dan çıkışını anlatan efsanelerinde (Ergeriekon), üzerine düşen kutsal görevin hedefine doğru ilk adımı atışı söz konusu edilmekte­dir. Nitekim o merkezî bölgeden yayılan bir ışık misali, topra­ğın derinliklerine sızarak hayat taşıyan bir su misali, kalk­mış gelmiş, hiç de diğerlerine benzemeyen coğrafi bir görü­nüme ve özelliklere sahip bir medeniyet beşiği ülkeye, Ana­dolu'ya yerleşmiştir; tıpkı kökünden güneşe doğru yükselen bir ağacın meyve verecek olan dalı gibi... Bu yeni meyvenin, bilinen dogmalarla bir ilgisi yoktur; zamanın ve mekânın icaplarına uygun olarak eski yol göstericilerin vazifesi sona ermiştir. Dolayısıyla Agarta konusunu ele alırken, bunun Türk toplumu ile olan ve henüz gün ışığına çıkmamış bulu­nan bağlarını gözardı etmek imkânı yoktur. Önümüzdeki yılların, bu konuya açıklık getirici gelişmelere tanık olacağı anlaşılmaktadır.
Ferdinand Ossendowski'nin
HAYVANLAR, İNSANLAR ve TANRILAR Adlı Eserinden
FERDINAND OSSENDOWSKI KİMDİR?
http://www.arktos.com/media/catalog/product/cache/1/image/9df78eab33525d08d6e5fb8d27136e95/o/s/ossendowski.jpg
Asıl adı Ferdinand Antoni Ossendowski olan Polonya asıllı yazar 1876 yılında Rusya'da doğdu, 1945’te Polonya'da (Varşova) öldü. Önce Petersburg, ardından da Paris'te üni­versiteye gitti; 1899 yılına kadar Sorbon'da fizik ve kimya laboratuarlarına devam etti. Daha sonra Sibirya'ya gitti; Tomsk'da fizik ve kimya hocalığı yaptı. Bahrenk Boğazı'ndan Kore'ye kadar Pasifik kıyılarında bulunan kömür madenleri konusunda ihtisas sahibi olan Ossendowski, Sibirya'da kal­dığı süre içinde de buradaki altın madenlerinin çoğunu öğ­rendi. Rus-Japon Savaşı sırasında (1904-1905) Rus kurma­yının kimya danışmanı oldu ve yakıt yüksek komiseri sıfatıy­la hizmet etti. 1905 devriminde, kısa bir süre için "Rus Uzakdoğusu'nun Devrimci Hükûmeti"nin başına geçti ve faali­yetlerinden ötürü tutuklandı. Daha sonra, Birinci Dünya Savaşı sırasında maden araştırmaları yapması için özel bir görevle Moğolistan'a gönderilmiş ve Moğol dilini öğrenmiştir. Ossendowski, Petrograd Politeknik Enstitüsü Sanayi Kimya Profesörü olmuş ve ayrıca, Ekonomik Coğrafya kürsüsü de kendisine verilmiştir. Bundan başka, bir gazetenin de mü­dürlüğüne getirilmiş, Rusça ve Leh dilinde teknik inceleme­ler ve kitaplar yazarak yayınlamıştır. Bolşevik Devrimi'nden (1917) sonra Amiral Aleksandr Kolçak’ın tarafını tuttu. Kol­çak, onu Sibirya Hükümeti Maliye ve Ziraat Bakanlığı'na ge­tirdi. Kolçak Hükûmeti'nin devrilmesi ve Kolçak'ın da teslim olması üzerine güneye, Moğolistan'a kaçmak zorunda kaldı; kaçış esnasında her an ölümle burun buruna ve vahşî doğa­nın bağrında yiyeceğini içeceğini tabiatın içinden sağlayarak geçirdiği günleri anlattığı "Hayvanlar, İnsanlar ve Tanrılar" isimli eseri bu nefes kesen inisiyatik serüvenin ardından doğmuştur. İnisiyatik diyoruz, Çünkü kendisi her gününü ölümle burun buruna geçirdiği ve büyük gayretlerle hayatta kalabilmeyi başarabilmiş olduğu bu sürecin sonunda hiç ummadığı olaylarla karşılaşmış ve bazı özel bilgilere inisiye edilmiştir. Dolayısıyla kendisini bu noktaya kadar sevk eden hadiseler hiç de boşuna değildir, bir tür sınav kimliğindedir. Zaten evrende sebepsiz olan ve kendisi de bir sonucun sebe­bini oluşturmayan tek bir zerre, tek bir olay yoktur. Hayatta hiçbir şey "tesadüfen" niteliğine sahip olamaz, Çünkü tesadüf diye bir şey yoktur; yalnızca bizlerin bilgisizliğimizden dolayı icat ettiğimiz böyle bir kelime vardır, o kadar...'
Şimdi Ossendowski'nin "Hayvanlar, İnsanlar ve Tanrı­lar” isimli eserinin Agarta'ya ilişkin son bölümünü olduğu gibi aktarıyoruz. Kitabın Nasühi BAYDAR tarafından yapı­lan çevirisi Akba Kitabevi tarafından 1943 senesinde Türki­ye'de yayınlanmıştır.

SIRLARIN SIRRI DÜNYA KRALI YERALTI DEVLETİ
http://www.vopus.org/es/images/articles/mongolia1.gif
-     Durunuz!
Bir gün, Çağan Luk yakınlarındaki ovadan geçerken Moğol kılavuzum mırıldandı:
-            Durunuz!
Devesinin üstünden kendini bırakıp yavaşça aşağı kay­dı, deve de kendiliğinden yere çöktü.
Moğol, dua vaziyetinde ellerini yüzüne koyduktan son­ra kutlu cümleyi tekrarlamaya başladı:
-            Om mani padme hung!
İnşanı hayallere gömen akşam güneşinin son ışınlan ile aydınlanan bulutsuz göğe kadar ufukta uzanıp giden taze yeşilliğe bakarak, kendi kendime: "Ne oldu?" dedim.
Moğollar bir süre dua ettiler, aralarında fısıldaştılar ve develerin kolanlarını (Kolan: Hayvanın semerini veya eyerini bağlamak için göğsün­den aşmlarak sıkılan yassı kemer.) sıktıktan sonra tekrar yola koyuldu­lar. Kılavuz sordu :
-Gördünüz mu, korkudan develer kulaklarını nasıl oy­natıyor, ovadaki at sürüsü nasıl hareketsiz ve tetikte duru­yor, koyunlar ve sığırlar nasıl toprağa yatıyorlardı? Kuşların uçmaz, tarla farelerinin koşmaz ve köpeklerin havlamaz ol­duklarına dikkat ettiniz mi? Hava hafif hafif titriyor ve insan­ların, hayvahların, kuşların yüreğine işleyen bir şarkının nağmelerini uzaklardan getiriyordu. Yeryüzü ile gökyüzü nefes alrriryorlardr. Rüzgâr esmiyor, güneş ilerleyişini dur­duruyordu. Böyle bir anda, gizlice koyunlara yaklaşan kurt o sinsi yürüyüşünden vazgeçer; ürkek antilop sürüsü o çıl­gınca koşusunu ağrrlaştırır; koyunun boğazını uçurmaya hazır olan bıçak çobanın elinden düşer; yırtıcı insan, kuşku­suz olan isalga kekliğinin ardındaki sürünerek ilerleyişini bırakır. Bütün canlı yaratıklar korkuya kapılırlar, dua için ister istemez diz çöküp başlarına geleceği beklerler. Demin olan da işte buydu. Demin olan da, Dünya Kralı'nın yeraltındaki sarayında dünya milletlerinin alın yazısını öğrenmek için her dua edişinde meydana gelen olaydır.)] . Kültürsüz, basit bir çoban olan ihtiyar Moğol işte bun­ları söyledi.
Moğolistan, çıplak ve korkunç dağlan, üzerlerine ata kemikleri serpilmiş uçsuz bucaksız ovalarıyla sırrı doğur­muştur. Doğanın kasırgalı ihtiraslarından ürken veya onun ölüm sessizliği içinde uyuyupkalan buraların halkı bu sırrın derinliğini sezmekte, sarı ve kızıl lamalar onu muhafaza edip şiirleştirmekte, Lhassa ile Urga'daki ruhanî reisler ise ilmini ve sahipliğini gizlemektedirler
Orta Asya'ya yolculuğumda ilk kez olarak başka bir isim vermem mümkün olmayan "sırların sırrı"nı öğrendim. Başlangıçta ona fazla önem vermiyordum, ancak sınırlı bir bölge içinde kalmış ve üzerinde tartışılması mümkün olan bazı kanıtları inceledikten ve birbirleriyle kıyasladıktan son­ra öneminin farkına vardım. ,
Amil Irmağı kıyılarında yaşayan ihtiyarlar bana bir ef­sane naklettiler: "Bir Moğol kabilesi Cengiz Han'ın istekle­rinden kurtulmaya çalışırken bir yeraltı ülkesinde gizlendi. (Daha sonraları Nogan Kul gölü dolaylarındaki soyotlardan biri bana, Agarti Devleti'ne kapı hizmeti gören ve içinden du­man bulutları yükselen bir delik gösterdi.) Bir zamanlar bir avcı bu kapıdan, devlet sınırları içine girdi, dönüşünde de görmüş olduklarını anlatmaya başladı. Sırların sırrından bahsetmesine engel olmak için lamalar onun dilini kestiler. Avcı, ihtiyarlığında mağaraya döndü ve anısı onun göçebe kalbine haz ve neşe vermiş olan yeraltı devleti içinde kaybol­du."
Narabanşi Kür Hutuktusu (Hutuktu: Lamaist rahiplerinde en yüksek rütbe. Bedenlenmiş Tanrı; Azîz, veli) Celil Camsrap'ın ağzın­dan daha fazla bilgi aldım. O bana, yeraltı devletinden çıkıp dünyaya gelen kudretli Dünya Kralı’nın ortaya çıkışım, mu­cizelerini ve kehanetlerini anlattı. Ancak o zaman anlamaya başladım ki bu efsanede, bu ipnozda, bu ortak hayalde ya da her ne şekilde yorumlanırsa yorumlansın, yalnızca bir sır değil, Asya'nın siyasî hayatının gidişine etki edebilecek ger­çek ve egemen bir güç gizliydi. O andan itibaren araştırmala­rıma devam ettim.
Prens Şultun Beyli'nin gözdesi Lama Gelong ile prensin kendisi bana yeraltı devletini tarif ettiler. Lama Gelong dedi ki:,
-             Dünyada her şey, milletler, yasalar ve âdetler, devamlı bir başkalaşım ve dönüşüm halindedir. Ne kadar büyük im­paratorluklar ve ne kadar parlak kültürler yok olmuştur. Yalnız değişmeyip kalan bir şey varsa, o da habis ruhların aracı olan kötülüktür. Altı bin yıldan fazla bir zaman önce saygıdeğer bir kişi bütün bir kabile ile beraber toprağın için­de kayboldu ve yeryüzüne bir daha çıkmadı. Bununla bera­ber, o zamandan sonra birçok kimse, Çakya Muni, Under, Gegen, Paspa, Babür ve diğerleri yeraltı devletini ziyaret etti. Bu yerin nerede bulunduğunu bilen de yok. Kimi Afganis­tan, kimi Hindistan der. Bu bölgelerin bütün insanları kötü­lüğe karşı korunmuşlardır. Ve sınırlan içinde cinayet yok­tur. Bilgi sessizce gelişmiş, hiçbir şey orada yıkılma tehlike­sine düşmemiştir. Yeraltı ahalisi bilimin en yüksek katına erişmiştir. Şimdi o milyonlarca uyruğu olan büyük bir devlettir ki üzerinde Dünya Kralı saltanat sürer. Dünya Kralı ise, doğanın bütün kuvvetlerini bilir, bütün insânların kalp­lerini ve kaderin büyük kitabını okur. Göze görünmediği hâlde her emrini yerine getirmeye hazır yüz milyon kişiye hükmeder..
Prens Şultun Beyli ekledi:
-              Bu devlet Agarti’dir. Bütün dünyanın yeraltı geçitleri boyunca uzanıp gider. Bilgin bir Çin Laması'nın Bogdo Han' a, Amerika'da ne kadar yeraltı mağarası varsa hepsinin top­rak içinde gözden kaybolup gitmiş eski bir millet tarafından iskân edilmiş olduğundan söz ettiğini duydum. Bu milletleri ve bu yeraltı mesafelerini Dünya Kralı'nın hâkimiyetini tanı­tan şefler yönetirler. Bunda olağanüstü bir şey yoktur. Batı­daki ve doğudaki en büyük okyanuslarda bir zamanlar iki kıta bulunduğunu bilirsiniz. Bunlar sular altında kayboldularsa da üzerlerinde yaşayanlar yeraltı devletine geçmişler­dir. Derin mağaralar, bitkilerin büyümesini sağlayıp, halka hastalıksız ve uzun bir hayat veren bir ışıkla aydmlanmaktadır. Burada sayısız millet ve kavim yaşar. Nepalli ihtiyar bir Brahman, Cengiz'in eski krallığı Siyam’a Tanrıların iradesiy­le seyahat ederken bir balıkçıya rastladı. Bu balıkçı ona, ka­yığına binip kendisi ile birlikte denize açılmasını emretti. Bunlar üçüncü gün, iki ayrı lisanı ayrı ayrı konuşabilen iki dilli bir insan cinsinin yaşadığı bir adaya vardılar. Buradaki adamlar onlara garip hayvanlar, ön altı ayağı ve tek gözü olan kaplumbağalar, eti çok lezzetli kocaman yılanlar, sa­hipleri için denizde balık tutan dişlikuşlar gösterdiler. Yeral­tı devletinden geldiklerini söyleyip bu devletin bazı bölgeleri­ni betimlediler..
Benimle beraber Pekin-Urga yolculuğunu yapmış olan Lama Turgut daha başka açıklamalarda bulundu:
-            Agarti'nin başkentinin çevresinde büyük rahiplerle bilginlerin oturdukları şehirler vardır. Başkent, tapınaklar ve manastırlarla örtülü-dağın tepesinde Dalay Lama'nın sa­rayı Potala’nın bulunduğu Lhassayı anımsatır. Dünya Kralı'nın tahtı etrafında bedene bürünmüş iki milyon Tanrı adamı du­rur. Bunlar aziz panditalardır. Sarayın kendisi de yeryüzü­nün, cehennemin ve gökyüzünün, görünür ve görünmez kuvvetlerine sahip olup, insanların ölüm ve dirimleri bakrmından her şey iktidarlarında bulunan Gorolar'ın sarayları tarafından kuşatılmıştır. Şayet bizim çılgın beşeriyetimiz onlara karşı savaşa kalkışacak olursa, bunlar gezegenimi­zin yüzünü hallaç pamuğu gibi atıp önu çöle çevirebilirlerdi Onlar denizleri kurutabilir, kıtalarr okyanus hâline getirebilir ve çölün kumları arasına dağları serpiştirebilirler. Onlar emir verince ağaçlar, otlar ve çalılar biter, yaşlılar ve zayıf kimseler gençleşip kuvvetlenir ve ölüler dirilirler. Onlar bi­zim bilmediğimiz garip arabalara binip gezegenimizin dar geçitlerinden hızla geçerler. Hindistan'rn bazı Brahmanlan ile Tibet'in bazı Dalay Lamaları, henüz hiçbir insan ayağının basmamış olduğu yüce dağlara tırmanmayı başardıkları za­man buralarda kayalara oyulmuş yazılar, ayaklar ve araba tekerlekleri tarafından bırakılmış izler buldular. Aziz Çakya Muni bir dağ başında, öyle taş tabletler buldu ki, ancak ol­gun bir yaşa gelince bunların mânâlarını anlayabildi. Ve sonra Agarti Krallığı'na girerek, oradan hafızasında sakla­mış olduğu kutlu bilim kırpıntılarını getirdi. İşte orada, harikalı billur köşklerde, inananların göze görünmez şefleri otu­rurlar: Dünya Kralı Brahitma, ki benim sizinle görüştüğüm gibi Tanrı ile görüşür; Mahitma, ki geleceğe ait olayları bilir; Mahinga, ki bu olayların nedenlerini sevk ve idare eder.
Kutsal panditalar, dünyayı ve onun kuvvetlerini ince­lerler. Bazen, aralarından en bilgin olanlar biraraya gelip in­san bakışının hiç ulaşmamış olduğu yerlere elçiler gönderir­ler. Bunu, sekiz yüz elli yıl önce yaşamış olan Taşi-Lama be­timlemiştir. En yüksek panditalar, bir ellerini daha genç ra­hiplerin gözlerine ve öteki ellerini de enselerine temas ettirip onlan derin bir uykuya daldınr, vücutlarını bir bitki suyu ile yıkar, acıya karşı duygusuzlaştınr, bedenlerini sihirli bez­lerle sarar ve sonra kudretli Tanrı'ya dua etmeye başlarlar. Taş kesilip yatan, gözleri açık ve kulakları hisli delikanlılar her şeyi görür, işitir ve hatırlarlar. Sonra onların yanına gelip gözlerini üstlerine dikerler ve onların da bedenleri yavaşça yerden yükselir ve daha sonra kaybolurlar (Astral teleportasyon.)
-         Goro oturduğu yerde kalıp, onları nereye göndermişse bakışlarını da o taraftan ayırmaz. Göze görünmez iplikler (Gümüşî kordon,) onları Goro’nun iradesine bağlı tutarlar. Bazıları gezegenler  arasında yolculuk ederek bunlardaki olayları, tanınmayan milletleri, hayatı ve yasaları incelerler. Görüşmeleri dinler, kitapları okur, talihleri ve talihsizlikleri, sevapları ve günah­ları, zühdü ve fıskı öğrenirler... Bazılan da aleve katılırlar ve durup dinlenmeksizin mücadele eden, gezegenlerin derinj liklerinde madenleri eritip çekiçleyen, gayzerleri ve sıcak su kaynaklarını kaynatan, ergime hâline getirdiği kayalan dağ başlarındaki deliklerden yeryüzüne atan, hiddetli ve merhametsiz ateş yaratıcısını görürler. Bir kısmı ise, son derece küçük, doğar doğmaz ölen ve şeffaf olan yaratıklar arasına karışıp bunların varlıklarının sırrına ve hedefine erer, bir kısmı da denizin derinliklerine dalan ve rüzgârları, dalgaları, fırtınaları idare ederek toprağa iyi sıcağı getirip yayan şualar ülkesinin akıllı ve uslu mahlûklarını incelerler. Erdeni-Cu Manastırında bir zamanlar, Agarti’den gelmiş olan panditâ Hutuktu yaşardı. Ölürken, Goro’nun buyruğu doğrultusun: da, doğuda kırmızı bir gezegende yaşamış, buzlarla örtülü okyanus üzerinde uçmuş ve yerin dibinde yanan kasırgalı ateşler arasından gelip geçmiş olduğunu açıkladı.
Prens yurtaları ile Lamaist manastırlarında dinlediğim hikâyeler işte bunlardır. Bunlar bana anlatılırken takınılan tavır.                                -
Sır bu...                                                                          .
“DÜNYA KRALI” TANRI’NIN KARŞISINDA
Urga'da kaldığım süre içinde bu Dünya Kralı efsanesine bir açıklama bulmaya çalıştım. Bana en iyi bilgi verebilecek olan kişi, tabiî ki yaşayan Buda idi. Kendisini bu konuda ko­nuşturmaya çalıştım. Bir görüşmemiz sırasında Dünya Kra­lı adını ortaya attım. Ruhanî reis, başını birdenbire benim tarafıma çevirdi. Hareketsiz ve cansız gözlerini üzerime dik­ti. İster istemez sustum. Sessizlik uzadı ve reis konuşmamı­za yeniden öyle bir tarzda başladı ki, bu konuya yanaşmak istemediğini anladım. Sözlerimin yanımızda bulunanlar ve özellikle de Bogdo Han'ın kütüphanecisi üzerinde yapmış ol­duğu etkiyi, yüzlerindeki şaşkınlık ve korku belirtilerinden fark ettim. Bu durumun beni daha çok şeyler öğrenmek ko­nusunda iyice sabırsızlandırmış olduğu kolayca tahmin edi­lebilir.
Bogdo Hutuktu’nun çalışma odasından çıkarken ben­den önce ayrılmış olan kütüphaneciye rastlayarak, yaşayan Buda'nın kütüphanesini ziyaret etmeme razı olup olmaya­cağını sordum. Bunu sorarken de basit bir hileye başvur­dum:
-            Bilir misiniz ki aziz lamam, bir gün Dünya Kralı’nın Tanrı ile görüştüğü saatte ovada bulunuyordum; o anın he­yecan verici görkemini hissettim, dedim.
İhtiyar lama beni hayrete düşüren bir sükûnetle yanıt­ladı:
-            Budizm'in ve Sarı dinimizin bunu gizlemesi doğru de­ğildir. İnsanlardan en saygıdeğerinin ve en iyisinin, mutlu ülkenin, kutsal ilim tapınağının bilinip tanınmalan biz günahkârların kalplerimiz ve bozuşmaya uğramış hayatlanmız için öyle bir tesellidir ki, bunu insanlıktan saklamak bir günah olurdu, İlâve etti:
-          İşte, dinleyiniz: Dünya Kralı, bütün yıl, Agarti panditaları ve Goroları'nın vazifelerini sevk ve idare eder. Yalnız, bazı zamanlar, selefinin kara taştan bir sanduka içinde yattığı mağaradaki tapınağa gider. Bu mağara daima karanlıksa da, Dünya Kralı içeri girer girmez duvarlarda ateşten çizgiler belirip, sandukanın kapağından da alevler çıkmaya başlar. Gorolar’ın en eskisi, başı ve yüzü örtülü, elleri de göğsünde kavuşturulmuş olarak, onun önünde durur. Goro, örtüyü yüzünden hiç kaldırmaz: Çünkü başı, hareketli gözler ve konuşan bir dil ile çıplak bir kafatasından ibarettir. Dünyadan göçüp gitmiş olanların ruhları ile temas kurar.
Dünya Kralı uzun bir süre söyler ve sonra, ellerini ileri doğru uzatarak sandukaya yaklaşır. Alevler daha da parlar, duvarlardaki ateş çizgileri yanıp söner ve birbirine geçerek Vatannan alfabesinin esrarlı işaretlerini meydana getirirler. Sandukadan, göze ancak görünen saydam ışık şeritleri çık­maya başlar. Bunlar, onun selefinin düşünceleridir. Bir sü­re sonra, Dünya Kralı bu ışığın hâlesi içindedir ve ateşten harfler, duvarlara, Tanrı’nın arzu ve emirlerini durmadan yazar, yazar, yazarlar. O esnada Dünya Kralı, insanlığın ka­derine bütün hükmedenlerin düşünceleri ile temas hâlindedir: Kralların, çarların, hanların, şavaşçı şeflerin, büyük rahiplerin, bilginlerin, kudretli kimselerin düşünceleri ile... O, bunların niyet ve fikirlerini öğrenir. Bu niyet ve fikirler Tanrı’nın hoşuna gidiyorsa, Dünya Kralı bunları görünmez yar­dımı ile gerçekleştirecektir; Tanrı'nın hoşuna gitmiyorsa, başarısızlığa uğramalarını sağlayacaktır. Bu kudreti Agarti'ye esrarlı Om bilimi vermektedir; Om ki, bütün dualarımı­za bu sözle başlarız, eski bir azizin adıdır. Om, üç yüz bin yıl önce yaşamış olan ilk Goro'dur. O, Tanrı'yı tanıyan, beşeri­yete inanmayı, umutlanmayı ve kötülükle savaşmayı öğre­ten ilk insan olmuştur. Tanrı ona, göze görünür dünyayı ida­re eden kuvvetlere hükmetmek kudretini o zaman verdi.
Dünya Kralı, selefi ile görüştükten sonra, büyük Tanrı kurultayını toplar, büyük adamların fiil ve fikirlerini muha­keme eder, onlara yardım eder veya karşı gelir. Mahitma ile Mahinga, dünyayı yöneten nedenler arasında bu fiil ve fikir­leri bulurlar. Daha sonra, Dünya Kralı büyük tapmağa girip yalnız başına dua eder ve alevler arasında da ağır ağir Tanrı'nın yüzü meydana çıkar. Dünya Kralı, Tanrı'ya, saygı için­de kurultayın kararlarını bildirir ve en kudretliden karşılık olarak İlâhî emirlerini alır. Tapınaktan çıktığı zaman Dünya Kralı’nın yüzünde Tanrı ışığı pınl pırıl parlar.
GERÇEK Mİ, YOKSA SOFUCA BİR HAYAL Mİ?
- Sordum:
-            Dünya Kralı’nı kimse gördü mü?
Lama yanıtladı:
-            Evet. Siyam ile Hint'te yapılan eski Budizm törenlerin­de Dünya Kralı tam beş kez göründü. Beyaz fillerin çektiği al­tın, kıymetli taş ve ince kumaşlarla süslü çok güzel bir araba dâydı. Beyaz bir cüppeye sannmışü ve başındaki taçtan sar­kan elmas dizileri yüzünü örtüyordu. Üstünde bir kuzu du­ran altın bir küre ile halkı takdis etti: Dünya Kralı'nın gözleri ne tarafa çevrildi ise, o taraftaki körler gördü, sağırlar işitti, kötürümler yürüdü ve ölüler mezarlarından ayağa kalktılar. Yüz elli yıl önce O, Erden-Cu'da göründü ve eski Sakkay Manastırı ile Narabanşi Kür'ü de ziyaret etti.
Bizim yaşayan Budalar'dan biri ile Taşi-Lamalar'dan biri ondan altın levhacıklar üzerine bilinmeyen harflerle ya­zılmış mektuplar aldılar. Bu işaretleri kimse okuyamazdı. Taşi-Lama, tapınağa girip başına altın levhacığı koyarak du­aya başladı. Dünya Kralı'nın düşünceleri bu dua sayesinde beynine işledi ve anlaşılmaz işaretleri okumaksızm Kral’ın mektubunu anlayıp dediklerini yaptı.
-            Kaç kişi Agarti'ye gitti?
-            Pek çok kişi. Fakat bütün bu adamlar, gördükleri sır­lan gizlediler. Oletler Lhassa'yı yıktıkları zaman, güneybatı­daki dağlarda bulunan müfrezelerinden biri Agarti sınırlarına kadar gitti. Burada esrarlı bilimleri öğrenip yeryüzüne ge­tirdi. İşte bu yüzden Oletler ile Kalmuklar, usta büyücü ve kâhindirler. Doğunun birkaç esmer kabilesi de Agarti'ye gi­rip birkaç asır yaşadı. Bunlar daha sonralan bu devletten kovulup yeryüzüne dönerek iskambil (Tarot) ile, otlarla ve el çizgileri ile falcılığın sırlarını naklettiler. Bunlar, çingeneler­dir. Asya'nın kuzeyinde bir yerde, ortadan kalkmak üzere olan bir kabile vardır ki, Agarti mağarasında bir süre yaşa­mıştır. Bu kabileden olanlar, ölülerin ruhlan havada uçtuk­ları zaman onları çağırmayı bilirler.
Lama bir süre sustu. Ardından, düşüncelerime cevap veriyormuşcasına devam etti:
-            Agarti'de bilginler, gezegenlerimizle diğer bütün dün­yalardaki ilmi, taş levhacıklara yazarlar. Çin Budist bilginle­ri bundan çok iyi anlarlar. Bilgide en yüksek ve en saf olanı­dır. Her asırda, yüz Çin bilgini deniz kıyısında gizli bir yerde toplanır. Derinlerden yüz ölümsüz kaplumbağa çıkar. Çinli­ler bunların kabuğu üstüne, asrın İlâhî ilminin hükümlerini kaydederler.
Bu bana, Pekin'deki Gök mabedinin ihtiyar bir rahibi tarafından anlatılan hikâyeyi hatırlattı. Rahip, kaplumba­ğaların havasız ve gıdasız üç bin sene yaşadıklarını ve Mavi Gök tapınağı direklerinin -tahtayı, çürümeden korumak maksadıylacanlı kaplumbağalar üstüne yerleştirilmiş ol­duğunu söylüyordu.
Kütüphaneci Lama:
-            Urga ve Lhassa'daki ruhanî reisler Dünya Kralı’na el­çiler gönderdilerse de kendisini bulmak mümkün olamadı. Yalnız Tibetli bir şef Oletler ile yapılan bir savaştan sonra "Bu kapı Agarti'ye açılır." yazısını taşıyan mağarayı buldu. Ma­ğaradan yakışıklı bir adam çıkıp ona, esrarengiz işaretleri olan bir altın levhacık verdi ve: "Bütün iyileri kötülere karşı savaştırmak zamanı gelince, Dünya Kralı insanlara görüne­cektir. Fakat, henüz o zaman gelmedi. İnsanların en kötüleri henüz doğmadı.” dedi. Şiyang-Şun Baron Ungern, genç Prens Punzig'i elçi olarak Dünya Kralı’nin yanma gönderdi: ancak o, Dalay Lama'nın bir mektubu ile geri geldi. Baron onu bir daha gönderdi. Bir daha dönmedi..
DÜNYA KRALI’NIN 1890'DAKİ KEHANETİ
http://www.vopus.org/es/images/articles/guerras.gif

Narabanşi Hutuktusu, 1921 yılında kendisini manastırında ziyaretim sırasında bana şunu anlattı:
Dünya Kralı, otuz yıl önce manastırımızda Tanrı’nın yaiunlığma erişmiş lamalara göründüğünde, gelecek elli yıl hakkında kehanette bulundu. İşte bu kehanet: "İnsanlar ruhlarını gittikçe unutup bedenleri ile meşgul olacaklar. Yeryüzünde büyük bir ahlâk bozukluğu hüküm sürecek. İn­sanlar, kardeş kanına susamış yırtıcı hayvanlara benzeye­cek, büyük ve küçük kralların taçlan düşecek: Bir, iki, üç, dört, beş, altı, yedi, sekiz... Bütün milletler arasında kor­kunç bir savaş olacak; okyanuslar kızaracak... Toprağın üs­tü ile denizlerin dibi kemikle dolacak... Devletler parçalana­cak... Milletler toptan ölecek... Dünyanın şimdiye kadar hiç görmediği açlık, hastalık ve yasaların bilmediği cinayetler...
O  zaman, insanlar arasında Tanrı’nın ve ilâhî ruhun düş­manlan ortaya çıkacaklar... Unutulmuş, zulüm görmüş olanlar ayaklanacak ve bütün dünyanın dikkatini üzerleri­ne çekecekler, sisler ve fırtınalar olacak. Çıplak dağlar or­manla örtünecekler. Yer sarsılacak... Milyonlarca insan, esaret zincirleri ile hakaretleri açlık, hastalık ve ölümle değiş tokuş edecek. Eski yollar, bir yerden başka bir yere göçen ka­labalıklarla dolacak. En büyük, en güzel şehirler ateşle yok olacak... Bir, iki, üç... baba oğulu, kardeş kardeşi, ana kızı aleyhine yürüyecek. Sefihlik (Zevk ve eğlenceye düşkünlük.), canilik, bedenin ve ruhun yı­kılışı arkadan gelecek... On bin kişiden yalnız biri sağ kala­cak... Ö da çıplak, deli, dermansız olacak ve kendine ne ev kurabilecek, ne de yiyecek bulabilecek... Kuduz bir kurt gibi uluyacak, leşleri kemirecek, kendi etini dişleyecek ve Tanrı'ya meydan okuyacak... Bütün toprak boşalacak, Tanrı on­dan yüz çevirecek, dünyayı yalnız karanlık ve ölüm kaplaya­cak. O; zaman,..göndereceğimı -şimdi tanınmayanbir kavim, cinnet ve alçaklığın zararlı otlarını koparıp atacak ve insan­lık zihniyetine sadık kalmış olanları kötülüğe karşı savaşa götürecek. Bunlar, milletlerin ölümü ile temizlenmiş olan dünyada yeni bir hayat kuracaklar. Ellinci yılda yalnız üç büyük devlet ortaya çıkarak, yetmiş bir sene mutlu yaşaya­caklar. Ondan sonra on sekiz yıl boyunca savaş ve tahrip de­vam edecek. O zaman, Agarti halkı yeraltı mağaralarından, çıkıp dünyada görünecek.
Daha sonraları, doğu Moğolistan'dan Pekin'e doğru se­yahat ederken kendi kendime sordum:
-            Ne olurdu? Ayn renk, din ve ırklardan milletler Batı'ya göç etmeye başlasalardı ne olurdu?
Şimdi bu son satırları yazarken, gözlerim ister istemez, gelişigüzel yolculuklarımın izlerini taşıyan Asya'nın bu son­suz orta kısmına doğru dönüyor. Kar tipileri ya da Gobi'nin kum fırtınaları arasından ince parmaklı eli ile ufku göstere­rek, sakin bir sesle bana samimî fikirlerinin sırrını veren Narabanşi Hutuktusu'nun yüzünü görüyorum.
Karakurum yakınlarında, Ubsa-Nor kıyılarında, türlü renkli geniş karargâhları, at ve davar sürülerini, şeflerin ma­vi yurtalarını görüyorum. Üst tarafta Cengiz Han'ın, Tibet, Siyam, Afganistan kralları ile Hint racalarının sancaklarını; hanların ve Oletler'in armalarım; kuzeydeki Moğol kabilele­rinin sade işaretlerini görüyorum. Telâşlı kalabalığın gürül­tüsünü işitmiyorum. Türkü çağıranlar, dağların, ovaların ve çöllerin gamlı havalarını söylemiyorlar. Genç süvariler hızlı hareketlerle atlarına binip dörtnala kalkmaktan hoşlanmı­yorlar... Sayısız ihtiyar, kadın ve çocuk kalabalıkları var ve daha ötede, kuzeyde ve batıda, gözün görebileceği uzaklıkla­ra kadar gökyüzü alev gibi kırmızı: Yangının gürültü ve çatır­tısı, döğüşün vahşî gürültüsü işitiliyor. Kıpkızıl gök altında kendi kanlarını ve başkalarının kanım döken bu savaşçıları kim güdüyor? Kim güdüyor bu silâhsız ihtiyarlar kalabalığı­nı? Sert bir düzen; hedefin, sabrın, ısrarın derin ve dinî bir anlayışım, milletlerin yeni bir göçüşünü, Moğollar'ın son yü­rüyüşünü görüyorum.Karma, mümkündür ki tarihin yeni bir sayfasını açmıştır..
Ya Dünya Kralı da onlarla beraberse ne olacaktır? Ancak, bu ulu sırların sırrı derin suskunluğunu koru­yor.

Serge Hutin’in YERALTI ÂLEMLERİNDEN DÜNYANIN KRALINA
Adlı Eserinden

YERALTI ÂLEMLERİNDEN DÜNYA NIN KRALI’NA
http://etat-du-monde-etat-d-etre.net/wp-content/uploads/RFSH.jpg
1929 senesinde Paris'te doğan Serge Hutin, değerli bir araştırmacı ve bir yazardır. Kendisinin başlıca uğraşım teş­kil eden "olağandışı", "tuhaf' ve "esrarengiz" fenomenlerle il­gili pek çok araştırmaları, makaleleri ve kitapları yayınlan­mıştır. Aşağıda Agarta ile ilgili bölümünü aktardığımız "Ye­raltı Âlemlerinden Dünyanın Kralı'na" adlı eserinde, René Guénon'un, beşeriyetin okült yönetiminin varlığına ilişkin olarak tradisyonlarm derinliklerinde gerçekleştirdiği ayrın­tılı araştırmasını bir kez daha, ancak kanıtları bu kez daha çok fizik boyuttakilerden seçerek âdeta yinelemiştir. Dolayı­sıyla inisiyatik amaçla kullanılan mağaraların, Büyük Piramit'in, katedrallerin labirentlerinin yalnızca firavunun, Katarlar’ın ve Tampliye tarikatının hâzinelerini gizlemediği, ay­nı zamanda Büyük İnisiyeler'in sırlarını da içerdiği ortaya çıkmakta, yeıyüzünün topografyası bambaşka bir sembol olarak belirivermektedir. Bunların ardından, Serge Hutin bu defa, Yüce İnisiyeler'in "efsanevî" Atlantis, Mu, Hipegborea, Lemuıya kıtalarının mirasının koruyucuları olduklaıim ve insanlığı hayat çarkının dönüşünde şaşmaz bir Büyük Hedefe doğru sevk etmekte ve yönetmekte olduklarım çeşitli kanıtlarla ortaya koymaktadır. Bunu da, tarihte olayların akışını değiştirmiş olan güçlü okült grupların ve esrarengiz, kişiliklerin sıradışı faaliyetlerini açıklayarak yapmaktadır. ) Bununla bağlantılı olarak, Agarta ve Dünya Kralı konu­suna ayrıntılı olarak değinmiş ve kitabın sonunda bir hayli aydınlatıcı açıklamalara yer vermiştir. Kitabın bu son bölü­münü olduğu gibi aktarıyoruz.
AGARTA ve DÜNYA KRALI
Raymond Bemard (Üstat Raymond Bemard, Fransız Roskruvaları'nın o dönemdeki (1966) başkanıdır.) 'Tuhaf Olanla Karşılaşmalar" adlı kitabında (17-18) bizlere şu açıklamalarda bulunmaktadır:
"Tradisyon, dünyanın okült bir yönetimi olduğundan söz etmekten asla vazgeçmemiştir ve bu yönetime çağlar bo­yunca pek çok isimler verilmiş ve ikamet yeri olarak da deği­şik yerler gösterilmiştir."
Aynı yazar, ardından şunları belirtiyor:
"Şunu kesin bir şekilde belirtebilirim ki, dünyanın okült yönetimi otuz seneden beri hiçbir bakımdan artık eskisi gibi değildir.                         .
Üstelik artık Gobi çölünde de yer almamaktadır. Mo­dem dünyanın şartlan her bakımdan göz önünde bulundu­rulmuştur ve zaten de, ağır bir gelişim içerisinde, yeni şartla­ra göre sürekli olarak bir ayarlama yapılmıştır.”
Raymond Bemard’a göre, Saint Yves d'Alveydre'in "Hint Misyonu" adlı eserinde, Dünya Kralı’nın krallığı olan yeraltı krallığı Agarta’nın varlığım açıkladığı dönemden bu yana her şeyde büyük bir gelişme yaşanmıştır:
"... Saint Yves d'Alveydre, Agarta’nın üzerindeki örtü­nün bir köşesini tutup kaldırdığında bunu, eserini yazdığı dönemdeki Agarta’nın kendini dışarıya takdim edişine, yapı­sına ve etkinliklerini yürütüşüne göre yapmıştı. Aynı şekilde diğer güvenilir kaynaklardan da elde edilen bilgilere göre, dünyanın bu okült yönetiminin 'merkezi' o dönemde Gobi çö­lünde sabitleşmiş durumdaydı."
Geçen yüzyılda yaşamış olan Alman mistiği Anne-Catherine Emmerich, vizyonlarından birinde, Orta Asya’daki Peygamberler Dağı adı verilen, Dünyanın Kralı’nın erişilmez mekânını görmüştü. (Ayrıca, bir Orta Asya efsanesi olan ve bizim alışılmış zamanı­mızın dışında bir yerde bulunan gizli bir lama manastırı olan Şangrila efsanesi de anımsanabilir. İngiliz romancısı olan Ja­mes Hfàton bu konuya "Kayıp Ufuklar" adlı kitabında değin­mektedir.)
Saint Yves d'Alveydre'e göre esrarengiz Agarta Krallığı'nın, Sanskritçe'de, 'Tanrı Ruhu'nda canın desteği" anla­mına gelen Brahatma ya da Brahmatma adı verilen bir hü­kümdarı vardır. Marki d'Alveydre, kendisinden şahsen bir mektup aldığını bile iddia etmektedir.
Saint Yves'e göre Dünyanın Kralı’nın iki yardımcısı var­dı; bunlardan biri "Evrensel Ruh'u temsil ediyordu", diğeri de "Kozmos'un tüm maddî organizasyonunun sembolü" idi.
Saint Yves d'Alveydre'in tanıklığına, Ferdinand Ossendowski'nin Moğolistan'da karşılaşmış olduğu lamalara ve di­ğer birçok tanıklıklara da dayanarak, bu esrarengiz Dünya­nın Kralı tamamen gerçektir.
Ossendowski'ye göre ve tuhaf serüvenci Trebitsch Lincoln'a göre bu Dünyanın liralı yalnızca bir ilâh olmakla kal­mayıp, aynı zamanda, insanlığın kaderinin eksiksiz olarak gerçekleşmesini de görüp gözetmektedir.
Maceraperest Trebitsch Lincoln 1937 senesinde yayın­lanan bir broşürde şu açıklamayı yapmaktan çekinmiyor­du:
"Tibet'te yaşayan Dünyanın Kralı, siz kokuşmuş Batılılar'a* karşı pek yakında, varlığım henüz bilmediğiniz ve karşı­sında tamamen çaresiz kalacağınız güçlerini harekete geçi­recektir.".
René Guénon’un, "Dünyanın Kralı" isimli kitabında ak­tardıklarına bakılırsa, birtakım şeyleri daha ayrıntılı biçimde gördüğü bir gerçektir. Dünyanın Kralı'na ilişkin olarak şunları yazmaktadır (bu ifadesi onu yine de, gözle görülür ve elle tutulur bir hükümdarın varlığına inanmaktan alıkoyma­maktadır: Bu, Agarta'nın Manusu'dur):
"... bu prensip, kendisi vasıtasıyla ilksel bilgeliğin çağlar boyunca onu alabilecek kapasitede olanlara ulaştığı, kökeni 'beşerî olmayan' ve kutsal tradisyonun deposunu bütünüyle muhafaza etmekle görevli bir organizasyonun yeıyüzü âle­minde kurmuş bulunduğu bir ruhsal merkez tarafından te­zahür ettirilmekte olabilir.".
Bu Dünyanın Kralı, Ferdinand Ossendowski'nin de "Hayvanlar, İnsanlar ve Tanrılar” isimli kitabında yazdığı gi­bi, insanlığın okült yönetimi ile temasta olmalıdır. Bir lama, Ossendowski’ye şöyle der.
'Dünyanın Kralı, insanlığın kade­rini yönetenlerin tümünün de düşünceleri ile bağlantıdadır. Onların niyetlerini ve fikirlerini bilir. Şayet bu niyet ve dü­şünceler Tanrı'nın hoşuna giderse, Dünyanın Kralı görün­mez yardımı vasıtasıyla bunları başarıya ulaştırır; şayet Tanrı'nın hoşuna gitmezlerse, Kral bunların başarısız olma­sını sağlar.
İnsanlar arasındaki kavgalar, kanlı ve cinayetle sonuç­lanan karşıtlıklar sahnesinin önüne dikilen zıt düşünce ve değerlendirmelere rağmen tarihin yönlenişi ve oluşumu, gerçekte metotlu üstün bir plânın yansıması mıdır? Agarta’nın hükümdarı olan ünlü Dünya Kralı'na gelince, burada söz konusu olan bir mitos ya da doğaüstü bir varlık değil, dünyanın gizli kaderinin efendisi olan ve tamamen etten ve kemikten bir şahıstır.
Ayrıca, Dünyanın Kralı’nın pek çok kereler Orta As­ya dâ, Hindistan'da ve Tayland'da, beyaz bir fil ya da lekesiz bir ata binmiş ve elindeki üzerinde bir kuzu bulunan altın bir elmadan topuzu olan bir asa ile halkı kutsadığım anlatan bir dizi kesin tanıklık da mevcuttur. Bu ortaya çıkışlarından biri 1938 senesinde, İngiltere Kralı VI. George'un Hindistan İmparatoru olarak taç giymesi şerefine yapılan kutlama tö­renleri sırasında gerçekleşmiştir: Dünyanın Kralı, Britanyalı efendilerine bağklık yemini etmek için gelmiş olan Hint hü­kümdarları (rajalar ve maharajalar) kortejine şahsen katıl­mış, ancak o bu boyun eğme seremonilerinden hiç birine iş­tirak etmemiştir (Orada hazır bulunmakla, VI. George'un Hindistan'ın taçını taşıyacak olan son Britanyalı kral olacağını göstermek istemiş olmalıydı.)..
Ünlü Fransız bayan seyyah Simone de ViUermont orada hazır bulunuyordu: Tanığı olduğu bu olayı, Paris'te "Natya inisiyatik merkezi" adına verdiği bir konferans esnasında, 1957 yılında anlatmıştı.
 Kendisini Saint Germain Kontu olarak tanıtan ve 1972 yılında O. R T. F. (Fransız Radyo Televizyon Kurumu) kame­raları önünde titiz bir denetim altında kurşun bir teli altına dönüştürerek Paris'in gündemine konu olan Richard Chanfrey de -tıpkı Saint Yves d'Alveydre'in daha önceden yapmış olduğu gibi Agarta'yı yerin derinliklerine yerleştirmektedir. İşte, kendisinin Pascal Seuran'a yaptığı açıklama­lar (Günümüzde Saint Germain Kontu (Pierre Belfond, 1973, 167-168). .)
"Agarta, der Saint Germain, yeraltı dünyasıdır. Çünkü dünyanın içi oyuktur. Büyük Üstatlara göre Agarta, Hermes’in yirmi iki arkanı (Tarot) ve kutsal alfabenin yirmi iki harfi içinde Mistik Sıfırı temsil eder. Mistik Sıfır bulunamaz'dır, o her sey ya da hiçbir şeydir: Uyumsal birlik için her şeydir, onsuz hiçbir şey olmaz.
Agartâ'nın birinci sahanlığı yerin2400 metre altında bulunun Girişi, insanların, hayvanların ve yeryüzünün çeşitli bolgelerine serpiştirilmiş olan üslerden gelen aygıtların geçebilecekleri, yeterli bir büyüklüktedir. Volkanik kökenli doğal kanallar dünyanın kalbine inerler.
Agarta'nın ilk salonunun uzunluğu 800 metre, genişliği 420 metre, yüksekliği de 110 metredir. Bu, içi oyuk bir pira­mittir.
Bu salondan yeraltı dünyasına doğru kanallar çıkarsa da Agarta sakinlerinin pek çoğu oralarda yaşayamazlar, Çünkü oranın atmosferi onlara uygun değildir. Orada kor­kunç bir sıcaklık hüküm sürer. Dünyanın merkezinde yaşayanlara gelince, onlar, tıpkı Saint Germain gibi, doğrudan Atlantisliler'in torunları olan inisiyelerdir.
Bunların pek çoğu oradan hiç çıkmazlar. Bu kudrete sahip olan azınlık ise özel şartlara göre ayarlanmış ve onlara yolculukları sırasında yeryüzü atmosferine direnebilme imkanını sağlayan ’uçandaireler’ vasıtasıyla gerçekleştirilier.  Bır kere üsse ulaştılar mı, bundan sonra dünyaya uyum sağIayabilirler; görünüşte diğer tüm insanlar gibi bir hayat sürdürebilirler.'''
Çagdâş "Saint Germain", çeşitli katedrallerin (ve özel­liklere Chartres'daki) labirent yollarında saklı bulunan olağanüstü büyülü sırrı şöyle açıklıyor (Günümüzde Saint-Gerrnain Kontu (P. Seuran).s. 165-166.):
http://img5.mynet.com/ha6/a/agarta3.jpg
"Bütün mesaj iletici yapıya sahip katedrallerde labirent mevcuttur. Labirent, ruhun ve hayatın dolambaçlarını (kıv­rımlarını} temsil eder. Daire olarak değil, düz bir hat olarak yorumlanmalıdır."
Şayet bunu bir kâğıt üzerinde açabilecek olsaydık ve resmini yapsaydık, tam olarak titreşim dalgasının grafiğini oluştururdu. Bu hat, antigravitasyonu ve antimaddeyi açık­layabilirdi. Tabiî ki bunun katedrallerde daireden başka bir şekil hâlinde olması mümkün değildir.
Labirent, anti-ağırlığın anahtarını vermektedir. Ancak, onu yalnizca açildığı zaman venr. Hiç kimse onu nasıl açıp yayacağını bilmez ve bilemeyecektir de, sadece inisiyeler hariç ki ben böyleyim. Şayet labirent doğru bir hat hâline getirilebilseydi, bu altın çağ olurdu..."
Bu olağanüstü iddianın tüm sorumluluğunu kendisine bırakıyoruz. G.H. Williamson'a göre (Aslanın Gizli İnleri, 9) Dünyanın Kralı, tufan öncesi insanları arasında hayatta kalmış olanların sonuncusudur:
"And Dağları'ndaki bu sitede Büyük Efendi yaşar... O, gezegenimizde devlerin dolaştıkları devirlerde yeryüzünde yaşamış olan büyük insanların, o Eskilerin içinden, hayatta kalmış olandır. Onun yönetimi altında 144 kişi çalışmakta­dır ve bunların arasında bazıları, bir zamanlar bu dünyanın 'büyükleri' olmuşlardır.”
Bu esrarengiz Agarta, yerin derinliklerinde oldukça uzaklara kadar yayılmrş olmalıydı. İyi ama bu Agarta adı da nereden geliyordu? Sanskritçe'de agarta sıfatı "ele geçirilemez" ya da "ulaşılamaz" anlamına gelir. Ancak agarta sözcü­ğü aynı zamanda, "uzun gemi" anlamına gelen arga'dan tü­remiştir ve "yeraltı bölmesi" anlamına gelmektedir. Ezoteristlerin bir kısmı böylesine yürekli etimolojiler de vermekte­dirler.
http://i.sabah.com.tr/sb/fotohaber/dunya/kayip_ulke_agarta/development_map_g_d.jpg
Agarta’ya götüren başlıca beş giriş bulunduğu ifade edilir (Daha başka girişleri olması da mümkündür.): Himalayalar'da; Gobi çölünde, gizli krallığın baş­kenti Şambala'ya çıkan giriş: Saint Michel Tepesi'nde; Bri­tanya'daki Broseliyand (Brocéliande) ormanında yer alan eski kent Néant Petruis'de; Gize'deki Sfenks'in ayakları ara­sında. .
Geçen yüzyılın sonunda, içinde Agarta'nın varlığını açıkladığı "Hint Misyonu" adlı eserini kaleme aldığı sırada, Saint Yves d’Alveydre, aynı zamanda Fransa Cumhurbaşka­nına, İngiltere Kraliçesi’ne ve Rus Çan'na dünya işlerinin okült denetiminden söz eden mektuplar göndermişti. Şunu belirtmek gerekir ki, Saint Yves, Asya’nın gelecekteki uyanı­şına ilişkin olarak, çarpıcı biçimde gerçekleşmiş olan bir ke­hanette de bulunmuştur (Hint Misyonu, s. 167-169.):
"Eğer İngiltere bu yüzyılın sonunda görüleceği kesin olan bağımsızlık patlamasını önceden sezip bunu doyuma ulaştırmak yolunda gerekli önlemleri akıllılıkla, bilgelikle ve insanlıkla almayı başaramazsa, Ruslar’ın, Asya'nın özgür­leşmesinin en müthiş yardımcıları olma durumuna ister is­temez sürüklenecekleri gözardı edilemez." Ve ardından şu uyarda bulunuyordu: "Önümüzdeki 50 yılın sonunda Asya' nın kendi eski Kelt sentezi ruhunda yeniden doğduğunu gö­receksiniz. Onun sizin tüm çılgınlıklarınızdan kendini bilge­ce sakındığını, kendini sizden yine sizi kullanmak suretiyle dikkatlice kurtaracağını göreceksiniz. Ve şayet genel yöne­tim sisteminde hâlâ Nemrut düzenine göre devam etmekte ısrar edecek olursanız, karşılıklı olarak uzuvlarınızı kopar­mayı sürdüreceksiniz demektir. Siz, kulaklarını Hristiyanlık vaadinin yumuşak başlı ve ahenkli çağnrılarına tıkamış olan sizler, Son Hüküm'ün gökgürültüsünü andıran borularını duymaya mecbur kalacaksınız. Sizin kendi askerî eğitmen­lerinizin rehberliğiyle, başta Çin ve İslâm dünyası olmak üzere Asya, elde silâh, Tanrı’nın egemenliği yasasına olan bağlılıkları ve uyumlan ölçüsünde kendisini rahatsız edip karıştırmanıza engel olacak ve İbrahim'in, Musa'nın ve İsa Mesih'in, reddetmiş olacağınız sosyal ahitlerinin altını imza­lamaya sizi mecbur edecektir:.
Agarta'nın yaklaşık yanm milyarlık bir nüfusa sahip ol­duğunu açıklamakta tereddüt"eÎmeyen Saint Yves d’Alveyd­re, aynı eserinde şunlan da söylüyordu:
http://img5.mynet.com/ha6/a/agarta12.jpg
"Agarta nerededir?
Tam olarak hangi bölgede yer almaktadır?
Oraya girebilmek için hangi yollardan, hangi mil­letlerin topraklarından geçmek gerekir?
Bana bu soruyu sormaktan geri kalmayacak olan diplomatlara ve askerî yet­kililere, sinarşik antlaşma yapılmadıkça ya da en azından imzalanmadıkça yanıt vermemem daha uygundur. Ancak, tüm Asya boyunca, karşılıklı rekabet hâlinde bulunan bazı güçlerin bu kutsal ülkenin çok yakınından geçtiklerini ve bundan hiçbir şüphe dahi duymadıklarını biliyorum. Ayrı­ca, gerçekleşmesi mümkün bir savaş sırasında bunların or­dularının ya onun içinden ya da çok yakınından geçmek zo­runda kalacaklarını da biliyorum. İşte bu yüzden, tıpkı Agarta'ya olduğu gibi, bu Avrupalı milletlere de duyduğum dostluk yüzünden, başlamış olduğum ifşaatı sürdürmekten çekinmiyorum.
Dünyanın Kralı, Orta Çağ Batı dünyasının ilişki kura­bilmek için pek çok girişimde bulunmuş olduğu ve Frida Wion tarafından (Meçhul Krallık, Rahip Jean ve Agarta İmparatorluğu'mm Ta­rihî İncelenirni, s. 7.) aşağıdaki satırlarla yeniden bir portresi çi­zilen esrarlı Rahip Jean'dan başkası olamazdı.
'Yüzünden asalet akan, ağırbaşlı tavırlı, beyaz bir ata binmiş, başında en kıymetli taşlarla donatılmış ve pırıl pırıl parlayan bir altın taç olan, erguvan kırmızısından ipek ve nadide kürkler giyinmiş ve sağ elinde zümrütten bir asa tu­tan, haçın ve ruhban sınıfının azalarının arkasında giden, maj krallar soyundan gelen bir kral; Haçlılar'ın Kutsal Top­rakları fethedebilmelerine yardım etmek amacıyla dünyanın dibinden, esrarengiz bir girişten çıkıp gelmiş olan bir kral."
"Bu kral, rahiptir. O, Süleyman'dan daha güçlüdür, ordulan sayısızdır ve yenilmezdir, krallığı muazzamdır ve zen­ginliği efsanevîdir."
"12. yy.’ın ikinci yansındaki Avrupa'da, halk bu kralı peri masallarındakini andıran bu görünüm altında tasvir ediyordu; henüz kısa bir zaman öncesine kadar varlığından bile haberleri yoktu ve gelmekte olduğu onlara bildirilmiş­ti."
Saint Yves d'Alveydre bizlere Agarta'da kullanılan kut­sal yazının varlığını da açıklamaktadır: Bu yazı vattain ya da vatannan adı verilen alfabe ile yazılmaktadır. Ayrıca, bizlere Agarta'da bulunan ve tufan öncesi uygarlıklara ait bütün eski gizli kitatapları biraraya toplayan fantastik kütüphanelerin varlığını da açıklar:
"Geçmiş devrelerin (siklusların) kütüphaneleri kadim güney kıtasını diplere gömen denizlerin altına ve tufan önce­si eski Amerika'nın yeraltı yapılarına kadar uzanmakta­dır."
Asla zarar verilemez nitelikli saklama yerlerinde, geç­mişin olduğu kadar gelecekte de ortaya çıkacak olan tüm keşifleri, tüm teknik buluşları kaydetmektedir.          
Çağ'da Papa III. Aleksandr’ın, günün birinde Tataristan'dan (Orta Asya) gönderilmiş ve esrarengiz Rahip Jean imzasını taşıyan bir mektup almış olduğu tamamen doğru­dur. Rahip Jean kendini o mektupta şöyle tanımlıyordu: Dünyanın tüm krallarının üstünde olan, sınırsız kudrete sa­hip Kral”
Diğer taraftan, Agarta'ya ilişkin tradisyonlarda belli sayıda efsanelere ve büyüleyici mitoslara rastlanması da hayli anlamlıdır: Tüm doğal âfetlerden uzakta olan ve hatta za­man akışının yıpratıcı etkisine dahi maruz bulunmayan dünyasal bir merkezî bölgeye, beşeriyetin algı alanının dı­şında kalan yüce bir inisiyatik dünya merkezine ilişkin olan­lar, yeraltı dünyasına ve oradan yayılan telürik güçlere iliş­kin büyüleyici öyküler gibi... Burada söz konusu olan, sadece sembolik tradisyonlardan ve basit efsanevî mitoslardan mı ibarettir? Bu konuda en ayrıntılı yaklaşım René Guénon'a aittir, "Dünyanın Kralı" isimli kitabında şöyle yazmaktadır.
Tıpkı Amerika'da olduğu gibi Orta Asya'da da ve hat­ta belki daha başka yerlerde, içlerinde kendilerini asırlardan beri ayakta tutmayı başarabilmiş olan inisiyatik merkezle­rin bulunduğu mağaralar ve yeraltı galerileri mevcuttur. An­cak bu olgunun dışında, bu konuyla alâkalı her şeyde, sap­tanması hiç de zor olmayan bir sembolizm kısmı da vardır.
Ve bu inisiyatik merkezlerin kurulması için yeraltındaki böl­gelerin tercih edilmesinin basit birer önlem neticesi olmayıp, kesin olarak sembolik düzenden kaynaklanan nedenlere dayandığım düşünmekteyiz.
Raymond Bernard ise, "Tuhaf Olanla Karşılaşmalar" adlı kitabında (s. 21-23) kendisine, ince tülden bir sarık taşı­yan, kendini Maha (Sanskritçe'de "Büyük" anlamındadır.) adıyla tanıtan ve tüm dünya işlerini denetleyen Yüce Konsey'in şefi olarak takdim eden, basba­yağı etten ve kemikten, Doğulu bir zat tarafından yapılan ga­rip ifşaatları anlatmaktadır. Bu esrarengiz Maha, Agarta'ya ilişkin olarak şu açıklamaları yapmıştır: .
"Agarta’dan yalnızca söz edildiğini duymuş olabilirsi­niz, ancak malesef bu isim bile artık ona uygun değildir. Ger­çek ve kesin isim 'çok az sayıda' insan tarafından bilinmek­tedir ve bunun başkalarına söylenmemesi gerekmektedir. Bu isim A....dır (Gerçek isim bize açıklanmadı. gösterme konusunda zorlanmasından dolayı meydana gelen önlenemez ve beklenmedik olguları, Yüce Konsey ötelerden görür.)) Dünyanın okült yönetimi. Bu ifade ne kadar da hatalıdır! Ancak, bununla beraber Yüce Konsey'i ve onu oluşturan on ikileri ne kadar da iyi tanımlamaktadır! Tüm çağlarda içine düşülmüş olan bir yanlışlık da. Yüce Konsey'in üyelerinin ebedî olduklarına inanmak olmuştur. Yüce Konsey ebedîdir, ama üyeleri tıpkı sizin ve benim gibi ölümlüdür. Onları farklı kılan bir şey varsa, o da 'bilgileridir'; bilgileri ve bu dünyanın geleceği hakkındaki olağanüstü viz­yonları (rüyetleri) ve kavrayışları! Bir üye öldüğü zaman, onun yerine geçmek üzere seçilmiş olan üye derhal yerini alır ve üç ay boyunca selefinin bırakmış olduğu 'bilgi' ve 'deneyim'e alışır. Ayrıca, ilk kez olarak Yüce Konsey'in biraraya gelmiş olan üyeleri ile temasa geçmiş olur. Böylelikle, intikal kesilmemiş olur..
Bu Yüce Konsey nedir ve kudretleri tam olarak neler­dir?
Y. Yüce Konsey, bu dünyanın evriminde ulaşacağı en son noktayı bilmektedir. Bunun aşamalarını da bilir. İnisiye çev­releri içindeki bazı inisiyeler bunların bazılarını tanırlar; örneğin Balık Burcu Çağı ya da Kova Burcu Çağı gibi... Ancak, daha başkaları da vardır ki, bunları Yüce Konsey'in dışında­ki hiç kimse bilemez. Yüce Konsey'in başlıca rolü ne midir? Herbir aşamanın öngörülen zaman içinde tamamlanmasını ayarlamak ya da duruma göre işi çabuklaştırmak ya da ge­ciktirmektir. Yüce Konsey’in, pek tabiî olarak olaylara etkide bulunabilme imkânları mevcuttur ve beşeriyetin hatasın­dan ve yeni şartlara, orasını burasını zedelemeden uyum gösterme konusunda zorlanmasından dolayı meydana gelen önlenemez ve beklenmedik olguları, Yüce Konsey ötelerden görür.
Yüce Konsey, kendinden daha yukarıda olanın, Görün­mez Sürekliliğin ya da diğer bir ifadesiyle, yüksek bir hiye­rarşinin Varlıklarının koludur. Evren öyle bir birliktir ki her varlık ve her şey onun zincir baklalarından biridir. Bir husus daha: Yüce Konsey'in üyeleri yılda dört kere, belirli dönem­lerde kurul hâlinde toplanırlar. Ayrıca yıl boyunca, onlardan her biri, şayet arzu ederse tüm diğerleri ile temas durumuna geçebilir. "
Dernek ki, etten ve kemikten insanlardan oluşan bu Yü­ce Konsey, spiralin birbiri ardısıra gelen devreleri (siklusları) boyunca beşeriyetin bütününün evriminin gerçekleşmesi için -tesadüfi engeller, karışıklıklar ve çatışmalar da hesaba katılarakbütün bir plânın engellenemez olan gerçekleşişini görüp gözetmektedir..
Maha’nın ifşaatlarını izlemeye devam edelim: "Politika, 'insanların’ bir işidir. Tasarılarımızın gerçek­leşmesine kimi zaman hizmet ederse de, kimi zaman bunun tam tersi olur. Tüm dünya genelinde onu yakından izliyoruz ve ondan kendi sonuçlanmızı çekip çıkanyoruz; hepsi bu. Doğal olarak, şayet dünya evrimini engelleyecek olursa, o za­man müdahale ederiz, ama tabiî ki politika ile hiçbir alâkası olmayan yöntemler vasıtasıyla... Her ne olursa olsun, bun­lar daha etkilidirler..
Yüce Konsey'in üzerinde (Maha'nın ifadesine göre) dünya üstü bir kozmik hiyeraşi mevcuttur:
'Yüce Konsey, A..., kozmik hiyerarşik bütünlüğün göze görünür birinci zincir baklasıdır; böylece o, ezelden beri ön­görülmüş olan devreler boyunca insanlığın düzenli bir top­lum olarak ahenkli gelişimini görüp gözetmek misyonuna sahip olan, zincirin temel baklasıdır. Bu devrelerin sayısı 12'dir. Bunlar Zodyak burçlan ile temsil edilmişlerdir ve yaklaşık olarak 24 000 senelik bir zamana yayılırlar. Bunun ardından da kolektif ve kişisel yargı ve on iki devrelik yeni bir döneme başlamak üzere hareket ediş gelir. (Tuhaf Olanla Karşılaşmalar, s. 39.)
Raslantısal gecikmeler ya da erken bitişler olsa da, dünya yine de bu önüne geçilmez devreleri izlemektedir, izleye­cektir, izlemek zorundadır.
Onlar (Yüce Konsey'in on iki bilgesi) milletlerin alma ve hazmetme kapasitesine orantılı olarak uygarlığın dinsel, bi­limsel, sanatsal ya da felsefî tüketimine hizmet etmek zorun­da olan şeyleri analiz ederler, ölçüp biçerler, dozunu ayarlar­lar ve süzerler." (F. Wion, Meçhul Krallık, s. 168.)
Yeniden Dünyanın Kralı'na dönelim.
Saint Yves d'Alveydre, cumhurbaşkanına, kendisini Agarta’nın yöneticileri ile temasa geçirmeyi teklif etmekte te­reddüt etmemişti (Hint Misyonu, s. 149.) (Başkanın ona cevap verme lütfunda bulunup bulunmadığı konusunda herhangi bir bilgi yok.): "Şayet beni çağırtmak konusunda bir karar verirse, ül­kemin lideri için, gizliliğin zorunlu kurallarına rağmen bunu bir istisna olarak kabul etmek zorunda olduğumu ve buna dayanarak kendisine bazı açıklamalar yapmaktan şeref du­yacağımı şimdiden bildiriyorum. Kendisiyle başbaşa yapa­cağım görüşmede, yüksek okullarımızın ödül almış kişileri ya da profesörlerinin arasında Koç Burcu Sinarşik Üniversi­tesinde öğretilen bilimleri ve sanatları inceleyip gerçeklikle­rini saptamak isteyecek olanların inişiyasyona kabul edil­melerini Agarta'dan resmen talep etmek amacıyla izlenmesi gereken yolu sözlü olarak aktaracağım..
Bolşevik devriminden sonra, maden araştırmaları yap­makta olduğu Sibiıya'dan kaçan Polonyalı Jeolog Ferdinand Ossendowski'ye, çok yüksek mevkideki bir Moğol lama, Sa­int Yves d'Alveydre'ninkileri bütünüyle doğrulayan açıkla­malarda bulunur.
Narabanşi Kür Hutuktusu Çelil Camsrap'ın ağzından daha fazla bilgi aldım. O bana yeraltı devletinden çıkıp dün­yaya gelen kudretli Dünya Kralı’nın ortaya çıkışını, mucize­lerini ve kehanetlerini anlattı. Ancak o zaman anlamaya baş­ladım ki bu efsanede, bu ipnozda, bu ortak hayalde ya da her ne şekilde yorumlanırsa yorumlansın, yalnızca bir sır değil, Asya'nın siyasî hayatının gidişine etki edebilecek gerçek ve egemen bir güç gizli idi. " (Hayvanlar, İnsanlar ve Tanrılar) Gobi çölünün sırlarına gelince, bu konu hiç de öyle uydurma değildir. Profesör Rameau de Saint Sauveur, Club Marylen kayıtlarında şu açıklama da bulunuyordu:
"Bir zamanlar çevresi kapalı bir deniz olan Gobi çölü, onlar (Baavi'deri gelmiş olan uzaylılar) , tarafından Beyaz Âdâya da daha doğrusu Yabancı Denizin Beyaz Adası adı verilmiş olan muhteşem bir adaya sahipti/fîurası-uzaylılarifı önemli bir iniş noktası oldu. Günümüzde bu adadan ge­riye, Atis tepesi kalmıştır: Daima aynı yerde, Moğolistan'da, Güney Altay dağ kollarında, Lob Nor'un (45. paralelin 130 km üstünde) 600 km kuzey doğusunda yer almaktadır. Ora­da önemli bir yeraltı galeriler şebekesi vardır: Çin ve SSCB bunu bilmektedirler. Bazılan orada Agarta’nın gizli bir girişi olduğunu düşünmüşlerdir. Hiç kuşkusuz, tufan öncesine ait, çok uzaklarda kalmış uygarlıkların tüm mirasını bizlere birdenbire açıklayıverecek olan şaşırtıcı arkeolojik keşiflerin eşiğinde bulunuyo­ruz.
Buna ilişkin olarak, Amerikalı ünlü medyom Edgar Cayce şu haberi vermişti ((*) Joseph Müliard, Sırrın Adamı: Edgar Cayce):
1978 senesinde, Sfenks'in ayaklarından birinin çok uzağında olmayan bir yerde, küçük bir piramitin içinde yer adan ve eski Mısır ve batık kıta Atlantis hakkında çok değerli anılan içeren arşivlerle dolu bir mezar keşfedilecektir.
Frida Wion, Meçhul Krallık adlı kitabında şunlan açık­lamaktan çekinmiyor: .
"Öyle görünüyor ki, yardımcılan ile çevrili ve kendisine beşeriyetin seçkin tabakasının hizmet ettiği, bir insan bede­ni içerisinde öğreneceği hiçbir şey bulunmayan ve dünya ile sakinlerinin evrimini yönetmek misyonuna sahip esrarengiz bir varlığı keşfetmiş bulunuyoruz. Ancak onların ve bizlerin arasından gerçeğin bazı parçalanmn muhafızlan, kutsala yabancı olanları gelecekteki 'Tapmağa' girişlerine hazırla­mak için göreve atandılar. Başlarında ezoterik ve inisiyatik merkezler bulunan popüler egzoterik (dışrak) dinler, binler­ce yıl boyunca işte böyle yaratıldılar."
René Guénon ise şöyle diyordu:
"Bu Dünyanın Kralı ismi tarihî ya da efsanevî bir kişiliği tanımlamamaktadır. Onun temsil ettiği, gerçekte bir prensiptir: Saf ruhsal ışığı ve dünyamızın ya da bizim varoluş devremizin şartlarına özgü Kanun'u (Dharma) yansıtan Koz­mik Zekâ'dır... Diğer taraftan şunu da öncelikle belirtmek gerekir ki bu prensip, kendisi vasıtasıyla ilksel Bilgeliğin çağlar boyunca onu alabilecek kapasitede olanlara ulaştığı, kökeni ’beşerî olmayan’ ve kutsal tradisyonun deposunu bütünüyle muhafaza etmekle görevli bir organizasyonun yeryüzü âleminde kurmuş bulunduğu bir ruhsal merkez ta­rafından tezahür ettirilmekte olabilir."
Gerçek tradisyonel bakış açılarına göre Agarta, çevre­sinde fenomenlerin, âlemlerin dönüşünün gerçekleştiği sa­bit ve değişmez noktayı somut biçimde temsil etmenin yöntemlerinden biridir. Demek ki bu, esrarengiz merkezi, çevre­sinde her şeyin hareket ettiği hareketsiz ekseni sembolize et­mektedir.
Ayrıca, René Guénon tarafından Kabalacıların Metatron'u ve başmelek Mikail ile paralellik kurulan Bu Âlemin Prensi kavramı üzerinde düşünmek faydalı olur:
Eğer Mikail, Metatron ile bir ise, yine de onun görünüm­lerinden ancak bir tanesini temsil etmektedir. Işıklı yüzü­nün yanısıra, onun bir de karanlık yüzü vardır...
Kendisinden Tekvin'de (XIV, 19-20) ve aynı şekilde Aziz Pavlus’un İbraniler'e Mektubu'nda. (VII, 1-3) söz edilen, Sa­lem Kralı esrarengiz Melkisedek de kim olabilir? René Guénon, bu insanüstü kişiliğe de değinmektedir:
"... Anasızdır, babasızdır, soy ağacı yoktur, hayatının başı ve sonu yoktur, ancak böylece o, Tanrı Oğlu'na benzer kılınmıştır: Bu Melkisedek daima rahip kalır."
Bununla birlikte, Dünyanın Kralı’nın, dünya düzenine göre hem ruhsal otoriteyi hem de maddî kudreti kendinde birleştiren gerçek bir kişilik olarak kabul edilmesi de gayet normal değil midir?
Saint Yves d'Alveydre'nin açıklamalarının aynısını ye­niden yapmış olan Ossendowski'ye göre Dünyanın Kraiı'na Brahatma adı da verilir.
. Dünyamızın yüksek hâller (Yüce Prensip'ten çıkan) ile temas ettiği merkezî noktada yer alan bu şahıs, Agarta'nın yönetiminde iki yardımcıya sahiptir: Mahatma (gelecekteki olayları bilir) ve Mahanga (bu olayların nedenlerim yönetir, yönlendirir*
*Ossendoıvski bu üç ismi Brahitma, Mahitma ve Mahinga olarak yazmıştır. Çünki elde ettiği bilgiler Saint Yves d'Alveydre'inkiler gibi Hint değil, Moğol kaynaklıdır. Ancak, hepsi de aslında aynıdır. (ç.n.)
Yüce bir inisiyatik merkezin var olduğu kabul etmek ga­yet normal değil midir? Frida Wion şöyle yazıyor:
"Bir inisiyatik merkezin konumu asla değişmez değil­dir; politik ya da dinsel icaplara göre yer değiştirir, hatta bö­lünebilir de... Dünyanın Kralı, lider, çağın gereklerine en iyi cevap verebilecek ve kendisinin de bulunduğu bir yere krallı­ğını yerleştirir. Şayet efsanelerde bir kutsal coğrafya mevcut ise, bu, Merkezin konumundan dolayı böyledir, Çünkü onun varlığından dolayı her bölge kutsallaşır. Mısır'dan, Çin’den İrlanda’ya, ardından da Delfe geçmiştir. Günümüzde nere­dedir? Yoksa çoktan başka bir gezegene mi geçmiştir?" (Meç­hul Krallık, s. 172-173)
Tabiî ki bu, maddî olgular ile görünmez küreler arasınapaçık temas imkânlarını ortadan kaldırmaz. Bazı şart­lar altında -insanlara ait bilinen yazılardan hiç birine ait ol­mayan esrarengiz harflerle yazılmış olanbirtakım kayıtların anîden ortaya çıkışlarından söz eden tradisyonların doğ­rulanması kolay olmayacaktır.
Ve yeni bir devrenin başlangıcının gelecekteki çekirde­ğini oluşturan sırların, gizemlerin varlıklarını sürdürdükleri -hatta çağın en derinliklerinde bile (aşağı inici spiralin son noktası)bölgeyi dünyanın tüm kalbine yerleştirmek gerek­mez mi?
Bu hususta, René Guénon'un şu açıklaması üzerinde düşünelim:
”... Gemi (Nuh'un Gemisi), dünyanın yeniden ıslah edil­mesi gerekli olan ve onun gelecekteki hâlinin tohumlarını teşkil eden tüm unsurları içinde bulundurmaktadır.
SAINT YVES D'ALVEYDRE KİMDİR?
http://www.sacredscience.com/archive/PapusArcheometer_files/image001.jpg
Fransız okültist Dr. Gérard Encausse'un (Papus) normalüstü faal yaşamında kendisini etkileyen üstatlardan biri de Alveydre Markisi Saint Yves'dir. Papus'ün Saint Yves'i ta­nıması 1887 yılında gerçekleşmiştir ve onu "entelektüel mürşidi" olarak kabul etmiştir. Kendisine yepyeni ufuklar açan ve ilk üstadı olan Eliphas Levi'den sonra (Papus, Eliphas Levi ile as'a karşılaşamadı; Çünkü Levi 1875 senesinde, Papus 10 yaşındayken bu dünyadan ayrılmıştı) geniş kitle­lerin anlayışlarına uygun bir hâle getirdiği okültizmin sadık bir hizmetkârı olmasında büyük bir etkisi olan kişi Saint Yves'dir.
Bröton asıllı olan Saint Yves 1842'de doğdu. Doktor olan babası onü çok genç yaşta geçimsiz çocukların ıslah edildiği bir çalışma kampına yolladı. Ancak özel bir kişiliğe sahip olan bu çocuğa, kurumun müdürü son derece anla­yışlı uavrandı ve bu, Saint Yves'in yaşamını değiştirdi. Genç yaşta Joseph de Maistre ve Fabre d'Olivet'in eserleriyle ta­nıştı ve kendini yetiştirdi. Aristokrat sınıfından kontes Keller ile evliliği ona birçok kapıları ardına kadar açtı. Derinlemesi­ne yaptığı çalışmalar, yazarlık kariyeri ve idari mevkilerdeki faaliyetleri ve sosyal konumu kendisine 1880 senesinde Va­tikan tarafından verilen Alveydre Markisi unvanını kazan­dırdı. Saint Yves'in 1882-1887 yıllan arasında yayınlanmış olan, Misyonlar dizisini oluşturan beş kitabı çok önemli ka­bul edilir. Bunlar sırasıyla: Hükümdarların Misyonu; İşçilerin Misyonu; Fransızların Misyonu; Yahudilerin Misyonu ve son olarak da Hint Misyonu’dur' 1909 yılında bu yaşamı son bulan Saint Yves d'Alveydre'in tum bu kitapları âdeta, Sinarşi adını verdiği ve "ilkelerle yönetim" diye de tanımlanabilecek sosyal ve politik bir organi. syon tasasının birer: uy­dusu kimliğindedir. Bü öğretisinin pratik uygulamasını göstermek ve bunu sanat ve bilim dallarının da tümüne yayabil­mek amacıyla mukavva diskler kullanarak evrensel kozmik gücü" ölçen ve arkeometré adını vérdigi bir âlet geliştirmiş ve bunu öğrencilerinin önünde çalıştırarak herkeste hayranlık uyâlîdlnmş'ür. Sinarşik yönetinı Saint Yves'in icadı değildir; bu 'Ram (yâ da Rama:) taraîmdan M.Ö. 6700 yıllarında ku­rulmuş olan evrensel yönetim sisteminin ta kendisidinjYaradılışın özünde mevcut ilkele yönetimdir. Dünya maddeye gömüldükçe ışığın parlaklığı zayıflamış, Sinarşi' den uzaklaşılmış, anarşinin derinliklerine dalmmışür. Fabre d'Olivet'in eserlerini derinlemesine inceleyen Saint Yves d'Alveydre'in, çağımızdan çok uzak bir dönemde yeryüzün­de bir Evrensel İmparatorluğun yaşamış olduğundan hiçbir şüphesi kalmamıştır. Bu evrensel imparatorluğun yapısının ve bu yapının işleyişinin nasıl olabileceği konusunda çalış­malarını yoğunlaştıran Saint Yves üçlü sosyal yapının varlı­ğını keşfetmiştir. Hint Misyonu adlı eserini, Yahudiler Misyo­nu adlı kitabın yazarını görebilmek için Hindistan'dan özel­likle kalkıp gelmiş olan Guru Pandit isimli bir bilge ile tanış­masından sonra yazmıştır ."aBu zat, Saint Yves’in yanında ay­larca kalmış ve ona pek çok'tıilgileri aktarmıştır. Barlet, Sa­int Yves d'Alveydre hakkında yazmış olduğu kitabında onun, zaten bir hayli geniş olan bilgisini Hindistan'ın inisi­yatik bilgilerinin kendisine açıklanmasıyla daha da artırmış olduğunu, Hint Misyonu'nun yayınlanmasının uygun olmayacağını düşünerek kitap henüz baskıdan çıkar çıkmaz tü­münü imha ettiğini ve buna gerekçe olarak da kendisini ye­tiştirmiş olan o bilge zatın hayatını sergilemeye asla razı olamayacağını söylediğini yazar. Ancak bu imhadan kurtulan bir kitap vardır ve bu da Papus'un eline geçer ve kitap bu sa­yede daha sonra yayınlanır. İlk orijinal baskı olan bu kitabı babasının kütüphanesinde bulan oğul Philippe Encausse, kitabın ilk sayfasının arasında Papus’ün şu notunu bulur:"Baskınm tümünün, Hindistan'dan gelen tehditler so­nucu yazar tarafından karar verilen imhasından kurtulmuş olajı yegâne kitap. Bu nüsha, merhum Marki Saint Yves'e aittir ve doktor Encausse'a Kont Keller tarafından verilmiş­tir. Eser, işte bu örnek sayesinde Dorbon yayınevi tarafından basılabilmiştir. (Ekim 1910-Papus)".
Jacques Weiss, Stnarşi isimli eserinde, Saint Yves d'Al­veydre'in beş adet Misyonlar kitaplarının bir özetini de ana hatlanyla sunmaktadır. Kitaplarda yazılanların büyük bir sadakatle özetlenmiş ve ana fikrin vurgulanmış olduğu bu eserden, Hint Misyonu’na ilişkin olan bölümü aktarıyoruz.

Jacques Weiss'in SİNARŞİ Adlı Eserinden

http://www.poulenoire.com/Images/Store/l/lasynarchieselonloeuvredesaintyvesdalveydre_L.jpg
Bu kitabın ismi tam olarak şöyledir: "Hindistan'ın Avru­pa'daki Misyonu Avrupa’nın Hindistan'daki Misyonu. Mahatma Sorunu ve Bunun Çözümü."
Okuyucu, Avrupa'nın gerçek misyonunun Asya'ya, bu­na bağlı olarak halk şuurunun da yükselişi ile birlikte İsa Mesih'in sevgi dinini getirmek olduğunu çoktan anlamıştır. Buna karşılık Hindistan'ın misyonu ise Avrupa'ya Budizmin ve Brahmanizmin tapıncalarının (kültlerinin) bilgeliğini ve ilimini getirmektir. Budizm kültünün karakteristik özelliği bilgeliktir; Brahmanizminki ise evrensel bilimdir. Demek ki, beyaz ırkın misyonunun Asya'ya bilim öğretmekle asla bir il­gisi yoktur. Doğru olanı bunun tam tersidir; bizim maddeci bilimimizin gürültücü ve rahatsız edici uygulamalarının Doğu'nun inisiyatik merkezlerinin bilimi ile kıyaslanabilecek bir hâli yoktur. Orada, Batı’nın araştırdığı tüm sonuçlar çok uzun zamanlardan beri, üstelik görünen ve görünmeyen âle­mi yöneten yasalarla da tam bir uyum içindeki çok daha bil­gece ve çok daha sade yöntemler vasıtasıyla zaten elde edil­miş bulunmaktadır.
Peki ama, Asyalı bilgeler sahip oldukları bilgileri bizlere şimdiye kadar niçin açık bir biçimde göstermemişlerdir? Bu­nu yapmamışlardır, Çünkü öyle bir durumda yapacağımız ilk iş bunları siyasî tutkularımızın esareti altında, uyumsuz amaçlar doğrultusunda kullanmak olurdu.
Bununla birlikte Hakikatin, içinde bulunduğu o derin kuyudan gün ışığına çıkacağı ve Kutsal Kitap'daki şu sözün gerçekleşeceği zaman da giderek yaklaşmaktadır: "Belli ol­mayacak gizli bir şey yoktur, bilinmeyecek ve aydınlığa çık­mayacak saklı bir şey yoktur." (Matta, X, 26; Markos, IV, 22; Luka, VIII, 17 ve X, 2).
Bu nedenden ötürü 1875 yılından, yani Balık Burcu ça­ğının astronomik olarak sona ermesinden yaklaşık 25 yıl ka­dar öncesinden itibaren Asyalı inisiyeler kendi varlıklarını bilgece bir yavaşlık içerisinde beyaz ırka duyurmaya başla­mışlardır. Madam Blavatsky çağdaş Bilgelik Üstatlarının varlığım ima eden kitapları ilk yazanlardan biri olmuştur. Teofızik hareketin bütünü ve bunun yayınlan, onların etki­lerini doğrulamıştır. Saint Yves d'Alveydre ise Agarta, As­ya'nın Büyük înisiyatik Üniversitesi ve onun lideri Mahatma'ya ilişkin ilk aydınlatıcı bilgileri getirmiştir (Papus’un belirttiğine göre Polony alı Wronski, henüz 1820‘li yıllardan itibaren Asyalı İnisiye Rahiplerin varlığından söz ediyordu, (ç.n.)). Mahatma, Evrensel Papa ya da diğer bir ifadeyle çağdaş dünyanın Bü­yük Eğitmeni rolünü oynamaktadır (Bu konuda daha derin bilgi edinmek isteyenler Baird T. Spalding'in "Life and Teachings of the Masters of the Far East" adh eserini okuyabilirler. Fransızcası, "La Vie des Maitres" ismini taşır.).
Bu rol, esas olarak ilk Sosyal Kudretten, yani Öğreti'den doğmaktadır. Demek ki Agarta'nın hiyerarşik üniver­sitesi tamamen silâhsızdır ve asla şiddete başvurmamayı seçmiştir; hatta kendisine saldırılsa bile. Peki ama bu onun kendini koruyacak hiçbir yönteme sahip olmadığını mı gös­terir? Asla; Çünkü onun sahibi olduğu fizik bilimi gezegenimi­zi havaya uçurmaya yeter ve pisişik bilimi de buna uygun bir seviyededir.
Ancak uygarlaştıncı rolünü oynayabilmesi ve en az yüz bin yıllık gelenekleri aktarabilmesi için Agarta'nın 19. yy.'a gelinceye kadar Avrupa'yı kendi varlığından haberdar etme­mesi daha uygun düşüyordu.
Kitabın bir özetini çıkarmak durumunda olduğumuz­dan, Saint Yves'in Hint Misyonu'nda ele aldığı konuların tü­müne değinmemiz mümkün değildir. Bu kitap 1949 sene­sinde Dorbon yayınevi tarafından yeniden basılmıştır ve pi­yasada da satılmaktadır. Şimdi, bunun kısa bir özetini su­nuyoruz.
ÖNSÖZ
Evrensel Tarih ancak tüm insanlığın fikirlerini ve yaşa­dığı olayları gerçek biçimde yansıttığı takdirde doğru kabul edilebilir. O hiç kimsenin tekeli altında değildir. Çağdaş ya­zarlar arasında Saint Yves, sadece tek bir şeyin yaratıcısı alduğunu iddia etmektedir: Bu, Sinarşi fikridir.
Antik çağdan itibaren bu fikir yalnızca Dorlar'a ait kut­sal metinlerde değil, ayrıca Ram Devresi’nin tüm organizas­yonunda da kendini gösteriyordu. Hükümdarların Misyonu ve Yahudilerin Misyonu adlı eserlerde modem bir Sinarşi’nin kuruluşundan itibaren Avrupa Öğretim Odası’nın doğal ve kutsal bilimlerin yeniden oluşturulması için gerekli tüm bil­gileri alacak olduğu belirtilmiştir. Saint Yves bu verilmiş sö­zü şunîan ekleyerek doğrulamaktadır: "Ram Paradeşa'sı, onun Üniversite tapmağı, tradisyonları dörtlü öğretim hiye­rarşisi günümüzde de olduğu gibi ve değişmez biçimde varlı­ğını sürdürmektedir. Bu kitabı saygılarımla onun Ruhanî Lideri'ne ithaf ediyorum."
AGARTA'NIN ORGANİZASYONU
Saint Yves tarafından yeniden keşfedilmiş olan, dünya üzerindeki en eski tradisyon ile en eski zihinsel ve sosyal ya­pıyı güvencesi altında bulunduran otorite, yeryüzünün en eski üniversitesi olan Paradeşa'da bulunmaktadır. Bunları kaıleme aldığı dönemde (1886) dünyanın öğretim birliğinin yaşları şöyleydi:
Muhammed sallallâhü aleyhi ve sellemin   1264 yıl.
İsa Mesih'in 1886 yıl.
Musa'nın .... 5647
Manu'nun .. 55647 yıl.
Paradeşa'nın yüksek rahiplerinin üniversitelerini halk kitlelerinden gizlemelerinin sebebi nedir? Gizlemişlerdir, Çünkü onların harika bilimleri, tıpkı bizim bilimimiz gibi kö­tülüğü, Tanrı karşıtım, Mesih karşıtım, anarşinin genel yö­netimini tüm insanlığa karşı silâhlandırmakta kullanılırdı.
Sırlar ancak ve ancak Musa ve İsa Mesih'in verdikleri sözle­rin Hristiyanlar tarafından tutulmasından, yani yeryüzündeki anarşinin yerini Sinarşi'ye bırakmasından sonra yürürlükten kaldırılacaktır.
Bununla birlikte, kendiliğinden inisiye olan Saint Yves, öğretebilecek olduklarını söylemeyeceğine ilişkin hiç kimse­ye herhangi bir söz vermemiştir, bunlar insanlığın çıkarlarına ters düşse bile. Demek ki, Ram Devresinin başkent tapı­nağında, ismi "şiddetin yakalayamayacağı, anarşinin erişe­meyeceği" anlamına gelen Agarta'da kendisini izlememize izin verilmiştir. Bu mistik ad ona M.Ö. 3000 yıllarında, İrşu' nun bölücü hareketinden sonra verilmiştir.
http://www.synarchie.de/script/images/synarchie.png
Agarta nerededir?
Bu hususta şu aydınlatıcı bilgiler şimdilik yeterlidir: Ram'dan (Rama) (Bkz: Büyük İnisiyeler, E. Schure. (Ruh ve Madde Yayınlan)) önce merkezi güneş kenti Ayodhya'da idi. Ram'dan 3000 yıl sonra (M.Ö. 3700) ilk yer değişimini yaşadı. İrşu'dan 1400 yıl sonra (M.Ö. 1800) ikinci bir değişim yaşadı; bunu milyonlarca Asyalı bilirdi. Ancak, bunlar arasında Himalayalar bölgesindeki yeni ko­numu hakkında bilgi vererek sadakate ihanet edecek tek bi­rini bile bulmak mümkün değildir.
Agarta’nın kutsal ülkesi bağımsızdır, sinarşik olarak organize edilmiştir ve halkının nüfusu 20 milyon kadardır. Orada bizim acı verici mahkemelerimize ve cezaevlerimize rastlanmaz. Ölüm cezası asla uygulanmaz. Güvenlik kadro­su aile babalarından oluşur. Suçlular inisiyelerin ve hizmet punditlerinin ellerine terk edilir; ancak iki taraf da daima ba­rış istediğinden her verilmiş olan zararın ardından bunun gi­derilmesi için isteyerek, gönüllü şekilde onanma ve tazmin etmeye girişilir.’
Orada bizlerin sinarşik olmayan uygarlıklarımızın bü­yüle acılarının, yani geniş yığınların sefaleti, fahişelik, ayyaş­lık, yöneticilerin acımasız bireyciliği, yönetilenlerin bozgun­cu zihniyeti, her türden ihmal ve yetersizlik gibi niteliklerin hiç birine rastlanamayacağını söylemeye gerek yok.
Bu ülkenin bölgelerinin başına yerleştirilmiş olan Rajalar (ya da Raca) yüksek seviyeden inisiyelerdir. Onların hâkimliklerinde etkili ve buyurgan bir karakter vardır ve bu husus Yahudiler Misyonu’nda incelenmiştir.
Agarta'da kast yoktur. Hindu paryalarının en sonuncu­sunun bile çocuğu kutsal üniversiteye kabul edilebilir ve oradan çıkmasına ya da orada liyakatlerine göre tüm hiye­rarşi derecelerine ulaşarak kalmasına da izin verilir. Tak­dim, çoçuğunu adayan anne tarafından doğumdan hemen sonra yapılır. Bu, Kuzu Devresinin tüm tapınaklarının Nazareatı'dır.
Şimdi de en aşağıdan başlayarak zirveye doğru Agarta’nın merkezî organizasyonuna bakalım. Milyonlarca Dvija ("iki kere doğmuş" demektir) ve Yogi ("Tanrı ile birleşmiş anlamına gelir) Agarta'nın simetrik biçimde bölünmüş olan dış mahallelerinde yaşarlar ve başlıca yeraltı yapılarına dağıl­mış durumdadırlar
Onların üstünde beş bin Pundit ("Bilgin" anlamındadır) öğretimi sağlar ve iç güvenlik göreviıiTyerine getirirler. Onların sayısı Veda dininin hermetik (gizli, örtülü) köklerinin sayısına karşılık gelir. .
 “Bunların ardından, giderek nüfusu daha azalan yanm daireler şeklinde, 365 Bagvanda'dan ("kardinal" demektir) oluşan güneşsel bölgeler gelıis
Bundan sonra gelen çember, Agarta'nın merkezine en yakın olandır. Yüksek İnisiyasyon'u temsil eden 12 üyeden oluşur. Bunların sayısı, diğerlerinin yamsıra Zodyak'ın 12 burcuna da karşılık gelir.
55 700 senedir tüm sanatların ve bilimlerin gerçek sen­tezini içeren kütüphaneler, ilâhîliğe saygısı olmayanlara kapahdır. Bunlar yerin derinliklerinde bulunurlar. Ram Dev­resi' ne alt olanbölümleri, Koç İmparatorluğunun ve kolonilerinin bulunduğu bölgelerin yeraltılarında yerleştirilmiştir. Daha önceki devrelerin kütüphaneleri ise denizlerin ve tufan önçesiAmerika'nın yeraltı yapılarına dek uzanmaktadır.
Paradeşa'nın gerçek üniversite arşivleri binlgrce kilomefac uzunluğundadır? Avrupa genel anarşik yönetlmînr bırakip üçlü Sinarşik yönetime geçtiği gün, Biribir Gece Masalları'ndakileri andıran bu hârikalar ve daha birçokları onun Anfiksiyonvari Öğretim Birliği'ne kapılarını açacaklar­dır.
Bu arada, toprağı eşelemeye koyulacak olan düşünce­sizlerin vay hâline! Onlar bu işten yalnızca kesin bir yıkım ve kaçınılmaz bir düş kırıklığı elde edeceklerdir. Bu gezegen kütüphanesine ait kataloğun tüm bilgisine ancak Agarta' ııin Ruhanî Lideri ve onun yardımcıları sahiptirler.
Ah! Şu anarşi, uluslararası ilişkilere hükmetmeseydi, tüm kültlerimiz (tapmcalanmız) ve üniversitelerimizde ne harikulade bir rönesans yaşanırdı! Dünya, rahiplerimize ve şu hayran olunası bilim adamlarımıza tüm sırlarım vermek­le kalmaz, onlar bunun tüm zekâsına, altın anahtarına da sahip olabilirlerdi. Bu durumda geçmişin ilâhiliğine karşı saygısızca davranılmayacak ve müzelerimizi doldurmak amacıyla antik mezarlardan kolu bacağı kopmuş kalıntılar sökülüp alınmayacaktı. Antik Çağ büyük bir saygı ve sevgiy­le yeniden bizzat kendi yerinde oluşturulacaktı: Mısır'da, Etyopya'da, İran’da (Pers ülkesi), Kafkasya'da, vs... Şayet bi­lim, kâhinlerin önceden bildirdiklerini sonunda gerçekleş­tirmiş olsaydı, İnsanlığın kanlı üyelerini ilâhî konçerto biraraya getirmiş olacaktı. Antik Mısır'ın arıtılmış sırlarıyla, Yu­nanistan’ın Örfe dönemindeki olağanüstü güzellikteki ihti­şamıyla, Yahudiye’nin de Süleyman devrindekinden de da­ha güzel biçimde yeniden doğdukları görülecekti. Her şey Göklerin yüksekliklerinden Yerin merkezî fırınına varıncaya kadar yenilenmiş, aydınlatılmış ve bilinmiş olacaktı. Öğre­tim fakültelerinin birbirine yakınlaşması tüm sıkıntılara ke­sin bir çözüm getirecekti..
Can çekişmekte olan anarşinin, son kanlı çırpınışları arasından geçerek bu Sinarşi egemenliğine doğru yol almak­tayız. Büyük Babil'in çöküşü artık görünmeye başlamıştır ve bu kitap da bunun ön belirtilerini haber vermek için yazıl­mıştır.
Agarta’nın merkezî hiyerarşisi Kozmik Sırlar ayinini yapmak üzere. Büyük dua saatlerinde bıraraya geldiğinde, dünyânın yüzeyinde garip bir akustik fenomen meydana ge­lir. Yolcular ve kervanlar dururlar, insanlar ve hayvanlar dinlerler. Onlara dünya sanki şarkı söylemek için dudaklarını açmış gibi gelir. Görünür hiçbir nedeni olmayan bir ahenk âdeta "Sözle Anlatılmayan"ı aramaya çalışıyormuşcasma uzay boşluğunda dalgalanır. Araplar ya da Parsisler (Farslar), Yahudiler ya da Afganlar, Budistler ya da Brahmanlar, Tatarlar ya da Çinliler, tüm yolcular derin bir tefek­küre dalarlar ve Büyük Evrensel Ruh'ta birleşmiş olarak du­alarını mırıldanırlar..
Sırlarla çevrili gerçek ışık piramit olan Paradeşa'nın hi­yerarşik görünümü şöyledir: Otorite, orada İlâhî Zihin'dedir; kudret, Evrensel Ruh'un yargılayıcı Aklindadır; ekonomi ise Kozmos'un fiziksel Organizasyonundadır!.
Müritlerin eğitimleri günümüzde de Ram Devri'ndekinin aynısıdır; Çünkü bireşimsel Hakikat bir kere öğrenildi mi, kişisel gelişme, zihinlerde ve ruhlarda onu muhafaza etmek ve hiç durmaksızın yaymak üzere ona kadar yükselmekten ibarettir.
Tüm öğrenciler sonuncuya kadar yükselmek üzere ilk basamaktan başlamak zorundadırlar. Musa'nın, Orfe'nin, Fisagor’un, Solon'un, Zerdüşt'ün, Krişna’nın, Daniel'in vs. yapmış oldukları budur. Newton da Paradeşa'ya gelseydi ay­nı şeyleri yapmak zorunda kalacaktı, yani ya ABC'den başla­yacak ya da uzaklaşmak zorunda kalacaktı..
Okuyucunun Yahudilerin Misyonu'nda da ele alınmış olduğunu göreceği gibi, Vattan adı verilen evrensel bir dil vardır. Bu, Yuhanna'nın da sözünü ettiği dildir (Başlangıçta Kelâm Vardı" vs.). Bu dil sa­dedir, ilkelerinde bilgecedir, sonsuz uygulamalarında ise kesindir. Dvijalar ulusunu oluşturan sayısız insan onu öğ­renmekle meşgul olmakta ve ondan harika keşiflerde bulun­mak için yararlanmaktadır. Kutsal dillerin incelenmesi İlâhî Zihin'in aslî yapısını açığa çıkardığı zaman denetlemeler dö­nemi de başlamış olur. Sınavlardan yüzünün akı ile geçen Dvija, kendisini Yogi olmaya götürecek incelemelerine baş­lar. Bizim Baü'da tüm bildiklerimiz ve tüm bilmediklerimiz, orada yeryüzünde bir eşi benzeri daha bulunmayan öğretim misyonerleri olan üstatlar tarafından öğretilmektedir. Yer­kürenin ateşten derinliklerinden, yeraltının gaz ve tatlı ya da tuzlu su akıntılarına, denizlerin dipsiz derinliklerine, küre­mizin enlemesine ve boylamasına manyetik akımlarına, ha­vanın görünmez cevherlerine, elektriğe, mevsimleri meyda­na getiren evrensel ahenklere varıncaya kadar tüm bilgiler derinleştirilmiştir. Fizik ve kimya öyle bir seviyeye ulaştırıl­mıştır ki, şayet bunları gösterme imkânımız olsaydı herhal­de kabullenilmeleri imkânsız olurdu. Orada sayımı ve dökümünün yapılmadığı ve sayısız derecede gözlemlerin ve de­neylerin konusu olmamış tek bir böcek ya da bitki bile yok­tur. Orada, ölümün sırlarına da nüfuz edilmiştir.
AĞARTA NIN ÖĞRETİSİ
Agarta'nın kapsadığı şaşırtıcı deneyler birikimi arasın­da beşeri ayıklanmaya ilişkin olanları görülmemiş bir sevi­yeye ulaşır. Ram Devresi'nin bilginleri türlerin sırrına ve in­san fizyolojisinin en alt ve en üst sınırlarına ilişkin sırların derinliklerine nüfuz edebilmek için olabilecek her şeyi dene­diler.
Görünmez krallıklar ile ilişkiler, uykunun yasaları, ruhsal yükseliş için uygun olan gıda rejimleri, psişik güç, rü­yalar, bedeni uyur vaziyette bırakarak uyanmanın yönte­mi... Tüm bunlar incelendi, uygulandı ve bilindi.
Ancak zekânın, duygunun ve içgüdünün mutlak arılı­ğına ulaşmadan ve kutsal bilimin kontrolüne sahip bulun­madan ebediyetin kapılarını zorlayacak olanların vay hâli­ne! İşte bu nedenden dolayı İrşu'nun bölücü hareketi gibi kutsal olana saygısızlığın korkunç boyutlardaki örnekleri, her geçip gittikleri yerlerde en korkunç cezaları kendilerine cezbetmişlerdir. Bu cezalar daha hâlâ son bulmuş değil­dir.
Himalayalar’ın arı dorukları, ayak basılmamış karlan ve berrak selleri, İndus ya da Ganj’ın çirkef ve ceset dolu bu­lanık suları yüzünden reddedilebilir mi?
Ve bünyesinden tüm zihinsel ya da manevî kokuşmuşluğu, tüm bağnazlığı, tüm kurnazlığı, tüm düşünce ya da irade keyfîliğini, tüm ba­tıl inancı, tüm putperestliği, tüm kara büyüyü daima dışan atmış olan Agarta hiç kınanabilir mi?
Bu yüzden, Agarta'nın hizmet servisleri öğrenciler tara­fından güven altına alınmıştır. Ancak, eskiden bu böyle de­ğildi. Dvijalar'ın odalarını, Punditler’in konutlarını, üniversite'nin lâboratuarlarını ve gözlemevlerini toplama ve temiz­leme işlerini aşağı konumda bulunan ilkel kavimler görüyor­lardı.
Budist bölünmeden (ayrılıktan, aykırılıktan) sonra, bu ücretli hizmetkârlar bir tür isyan başlattılar. Kendilerinin sayıca üstün olduğunu görerek, kendi ölçülerinde bir anarşi kurmak amacıyla hiyerarşiyi devirmeye yeltendiler. Felsefe salonlarının temizliğini yapanlar inisiyasyon şartlarının ter­sine olan öğüt ve telkinlerde bulunmaya koyuldular. Atölye­lerin ve lâboratuarların işlerini görenler ise kendilerine yük­sek bilgin süsü vererek alelacele şekilde maji uygulaması yapmaya giriştiler. Tabiî ki, kaçınılmaz biçimde kara büyü­nün kucağına düştüler ve sonuç olarak kitleler hâlinde top­luca kovuldular; bu da yeryüzündeki kimi yerleşik, kimi de göçebe olan değişik kabilelerin ortaya çıkmasına neden ol­muştur.
Yerleşik kabileler arasında bir tanesi, Sivaiştler adı ve­rilen kabile, Druidler döneminin en iğrenç dümenlerini yine­leyerek Hindistan'ı sayısız insan kurban etmelerle kan deni­zine dönüştüreni olmuştur. Agarta tarafından derece derece frenlenmiş olsa bile, etkisi hâlâ devam etmektedir.
Agarta'dan kovulanlardan oluşmuş göçebe kabileler arasında çingeneler de (Bohemyalılar ) ("Bohami" kökünden türemiştir. Bohami, "kendini benden geri çek" anlamına gelir. (J. Weiss)) yer alır. İnisiyeler ile eski temaslarının yüzeysel bilgileri ve sisli anılarıyla dolu bir hâlde, bir yığın batıl itikat içinde boğulup gitmiş yöntem­leri ve şaşırtıcı uygulamalarıyla Avrupa'da dolanıp durmak­tadırlar. Bu zavallı insanlar, dünyada Sinarşi yönetimi ku­rulduğu zaman aslî vatanlarına geri döneceklerdir.".
Agarta'dan kovulanlara ilişkin söylenecekler arasında "fakirlere"de değinmek gerekir (Hint Fakirleri). Bunlar ço­ğunlukla, Agarta'da öğrenci iken öğrenimlerine yüksek sevi­yelere ulaşmadan önce son vermiş ve kendilerini Orta Çağ’ daki dilenci keşişlerindeki benzer bir dinî hayata adamış olan kişilerdir. Onlar, Hindistan’ın en ücra köşelerindeki köylere kadar ezoterik öğretimin kutsal masasındaki birkaç kırıntıyı götürmüş ve böylece tüm Hindistan'a Agarta'nın daima mevcut olduğunu sürekli olarak kanıtlayıp durmuş insanlardır,
İnceleme kitaplarının orijinal metinlerini hiç kimse Agarta'dan dışan çıkaramaz. Bunun izleri ancak hafızada muhafaza edilmelidir. M.Ö. 6. yy.’da, bir gezintiden sonra odasına dönen Sakya Muni, sessizlik içinde hazırlamış oldu­ğu devrimci hareketi gerçekleştirmek için üzerinde tüm he­saplarım kurmuş olduğu tetkik defterlerini yerlerinde bula­mayınca korkunç bir çığlık attı ve Brahatma’nın ikamet etti­ği merkezî tapmağa boşuna koştu. Kapılar kendisine acıma­sızca kapalı tutuldu. Tüm gece boyunca maji bilgilerinin hepsini boş yere uygulayıp durdu. Yüce Hiyeşrarşi her şeyi önceden görmüştü ve her şeyi biliyordu. Böylece Budizm'in kurucusu, bir an önce oradan uzaklaşmak ve hafızasında tutabildiklerini hiç vakit kaybetmeden ilk müritlerine yaz­dırmak zorunda kaldı.
Burada açıklanan kutsal Agarta, özellikle bağnazlığın karşısmdadır. Uygulamakta olduğu tüm sanatları ve tüm bilimleri, sırların gizleri ile birlikte beyaz ırka azar azar vere­bilmek için, ondan yâlnızca sinarşik bir hareket beklemek­tedir.
1886 senesinde görev başında bulunan Brahatma, ru­hanî liderlik koltuğuna 1848'de oturmuştu. Hindistan'ın İngilizler tarafından geçici olarak işgal edilişini Yukarı'dan emredilmiş bir sınav olarak kabul ediyordu. Bunun, meyveleri­ni verdiği andan itibaren sona ereceğini biliyordu. Birleşme­nin ya da kurtuluşun kesin tarihini bilmekteydi.
Saint Yves'in yaşamında çok önemli bir anısı olan 1877 senesinde, Brahatma, sırlar yasasının yürürlükten kaldırıl­ması ve Hristiyanlık tarafından yeterince hazırlanmış insan­lık için organizasyonunun Üçlü Yasası'na dönüşün başlatıl­masını haber veren bir işaret aldı.
Kaynak: René GUÉNON, METATRON DÜNYA KRALLIĞI, Kıyamet işçileri Ülkesi AGARTA’nın Öyküsü, Kitabın Orijinal Adı; LE ROI DU MONDE, Halûk ÖZDEN, Ruh ve Madde Yayınları, İstanbul 1992


Önceki Yazı
« Prev Post
Sonraki Yazı
Next Post »

Benzer Yazılar

Yorumlar