HATIRLADIĞIM HÂDİSELERDEN BİR KISIM–Mahir İZ
| |
Medine-i Münevvere kumandanı Şeyhü'l-Harem Osman Paşa idi. Birkaç
oğlundan sâdece mektep arkadaşım olan Hamza Osman'ı tanırdım ki bilâhare mebus
da oldu. Hicaz Valisi Râtib Paşa idi. Medîne-i Münevvere'de ondokuz ay kaldık.
1908 Meşrutiyet İnkılâbı biz orada iken vuku buldu; şenlikler yapıldı. Tebdil-i
saltanat vâki oldu; yine donanmalar oldu. Kanun-ı Esasi ilân edildi; yine
şehrâyin [şenlik; büyük hâkimiyet ve kuvvete
âit sevinç, donanma. ] yapıldı. Hicaz demiryolu
Şam'dan Medine'ye geldi; yine ilân-ı sürür ve şâdmânî edildi..
Meşrutiyetten
sonra orada bulunan bir Hamidiye Alayı maaşların verilmemesinden dolayı isyan
etti. Harem-i Şerîf'i
bastılar, kapılarını kapayıp birer nöbetçi diktiler. Cuma günü bile istediklerini içeri alıp,
istemediklerini geri çevirdiler. Hattâ bu münasebetle ulemâ arasında «cumanın
sıhhati» hakkında münâkaşalar yapıldı. Bir kısmı «İzn-i âm [Herkese müsaadeli olan. * Ist:
Cum'a namazı kılınan cami kapısının kayıtsız şartsız her müslümana açık olması] olmadığı
için cuma namazı sahîh değildir.» dedi; bir kısmı da «Bâğînin [isteyen; âsî, zâlim, yoldan sapmış isyan etmiş, meşru
idâreye başkaldıran. ] hareketi izn-i âmmı haleldar
etmez.» dedi. Bu münâkaşaları ben yakından takip
ettim.
O zaman Medine-i Münevvere'de ulemâ arasında en âlim zât Şafiî Müftîsi Seyyid Ahmed
Berzencî Efendi idi. Mahmudiye Medresesi
Müderrisi ise ileri âlimlerden sayılırdı. Her sabah, vazife başlamadan babamın
etrafında toplanarak bazı eserler okurlardı. Nâib Osman Efendi, [Mekke ve Medine
Kadısı'ndan başka «Kadı Muavini* mâhiyetinde bir de «Nâib» vardı.] Mahmudiye Müderrisi, benim hocam ve ismini
hatırlayamadığım bir zât daha Buhar-i Şerif ve Edebu’l-Kadî'yi müzakere ederlerdi. Kitabî olarak en fasîh Arapça muhavereyi
Medine'ye pazara gelen kabîle şeyhleri yapardı; onları birbirleriyle konuşurken
zevkle dinlendim. Konuşmaları, Medine halkının konuşmasına hiç benzemezdi;
insan adeta iki âlimin bir kitap okuduğunu zannederdi.
Medine'nin hususiyetlerinden biri de, İslâm diyarından gelen
mücavirlerden çoğunun bir iş tutarak oraya yerleşmiş olması, aşk-ı Resûl ile
mücâvir olan bazı kimselerin, sabah namazlarını haber vermek üzere şafiî
vaktinde sokaklarda yüksek sesle “ent'el-hâdi ent'el-hak, yâ Hak” diye zikretmeleridir. Bir de beni çok
heyecana sevkeden şey, hacc zamanı cuma hutbeleri idi. Harem-i Şerifin yirmi
yedi hatibi vardı. Bunlardan Sâkıb ve Hammad Efendiler heyecanlı hatiplerdi.
Hele Sâkıb Efendi'nin, hutbelerinde Hadîs-i Şerif okuyacağı zaman:
لقد ورد في الخبر عن النبي الصادق الابر
dedikten sonra parmağı ile Ravza-i Mutahhara'yı işâret ederek
صاحب هذا القبر صلى الله تعلى عليه و سلم وهو في قبره حى انه قال
(BU KABRİN SAHİBİ SALLALLÂHÜ TEÂLÂ ALEYHİ VESELLEM, O KABRİNDE
HALİ HAZIRDA DİRİDİR, VE BUYURDU Kİ.."
dediği an, iğne atılsa yere düşmeyecek derecede kalabalık olan
Harem'de çığlıklarla kendinden geçenlerin husule getirdiği heyecan, ayrıca bir
zevk-i manevî idi.
Diğer zamanlarda olduğu gibi, Ramazan-ı Şerifte de «Ayn-ı Zerka»
denilen buz gibi latîf suyun sakalarla halka dağıtılması Vakf'ın en aziz bir
ikrâmı idi. Medine-i Münevverde hiç unutamadığım iki sîmâ Şafiî Müftîsi ile
Farisî hocam İsâ Ruhî Efendi merhumlardır. Biz orada iken, Şehremini Rıdvan
Paşa vak'asından dolayı nefyedilen Bedirhânîler ile büyük mücahit Şeyh Şâmil'in
oğlu Kâmil Paşa âilesi de orada bulunuyordu. 1937 senesinde Nişantaşı Erkek
Orta Mektebini, Maârifin kiraladığı Kâmil Paşa Konağında açmış ve o vesile ile
kendisiyle ilk defa müşerref olmuştum. Sonraları mahdûmu Said Bey'le de
görüştüm. Büyük hemşirem Bihîn Hanım da, merhumun kerimeleri Naciye Hanım'la
tanışırlardı.
Medine-i Münevvere'de ondört çeşit hurma saydılar. Medine'de
«hurma» denilince yerliler gülerler; «hurma» kelimesi telâffuzu itibariyle
Arabistan'da «kadın» demektir. Hurma'ya yaş ise «rutab», kuru ise «temr» demek
lâzımdır. En çok hoşuma giden, «Çelebi hurması» dedikleri büyük ve pek latif
hurmaydı. Bir de çekirdeksiz üzüm gibi, çekirdeksiz bir hurma olurdu ki, ayrı
bir nefâseti ve tadı vardır. Bir de dönüşte yolluk olarak aldığımız tahin
helvası kadar lezzetli helvayı başka yerde yememiş olduğumu hatırlarım.
Harem-i Şerîf'te sabah namazının husûsiyeti vardır. Şafiîlerce en
erken vakitte kılmak daha faziletlidir. Bu sebeple, onlar kendi mihraplarında
cemaatle herkesten önce edâ ederler, sonra Malikîler, nihayet daha büyük bir
cemaatle Hanefîler kılarlardı.
Ben sabah namazına gelebildiğim zamanlar her üç imama farza
niyetle iktidâ ederdim ve bundan çok büyük zevk alırdım. Tabiî bu üç namazdan
ikisi nâfile olurdu. Bir de Harem-i Şerîf an'anesi vardı ki, Mescid-i Saadet'e
girilince Ravza-i Mutahhara'ya teveccühle Salât ü Selâm getirilir, erbâb-ı
takvâ iki rekât «Tahiyyetü'l-mescid» kılarlardı. Bu namaz 'Câmii selâmlama
namazı' demekti.
İkindi ile akşam arası bir Mısırlı Hâfız «Bâb'ür-Rahme»de mukabele
okurdu. Bu, vakfın vazifelisidir. Mısır tilâvetleri arasında merhum Şeyh
Rıf'at müstesnâ, onun kadar güzel okuyana rastlamadım. Sh: 40-42
Birinci Cihan Harbinin son seneleriydi. O zaman Ankara'da Hukuk
Mahkemesi âzâsından Avni Efendi adında bir zât vardı. Medresede okuduktan sonra
Hukuk Fakültesi'ne ve Fen Fakültesi Tabiiyye şûbesine de devam etmişti. Kendisi
Kırşehir'in Mucur kazasından olup, fevkalâde kuvvetli bir medyum idi. Her gece
Vâli'nin, Kadı'nın ve muhtelif kimselerin evlerinde yapılan ispritizma [Ruhun ölmediğine inanan, gereğinde ölülerin ruhlarıyla
ilişki kurulabileceğini ileri süren inanış, ruh çağırma:] tecrübelerinde medyum olurdu. Bir gece de biz ricâ ettik,
kabul etti. O gece arkadaşlarımızın hemen çoğu o toplantıda bulundu. Bir de
buna hiç inanmayan, yukarıda kendisinden bahsettiğim Mısırlı Abdülhakîm
Fehmi Bey arkadaşımız o mecliste bulunuyordu ve hiç inanmadığı için,
herkesin parmaklarını koyduğu büyük ve ağır bir yemek masası üzerine bütün
kuvvetiyle, fakat hissettirmeyerek koluyla basıyordu.
Medyum: «Ey ruh! Geldiysen masanın ayağını kaldır ve vur»
dedi. Masanın ayağı kalktı, bir defa vurdu. Abdülhakîm Efendi bir kere daha
vurmasını rica etti. Medyum: «Ey ruh! Uç kere vur» dedi. Masanın ayağı
üç defa kalkıp yere inince Mısırlı arkadaş: «Allah Allah! Efendi, yâ Allah!»
diyerek şaşırıp kaldı. Ben kâtiplik ediyordum. Arkadaşlardan felsefe hocası
Çorumlu Abdurahman Dursun Bey, Kabakçı Mustafa veya Patrona Halil gibi
ihtilâlcileri çağırdı. Bu Abdurrahman Bey vaktiyle medresede okumuş, sonra
Yüksek Muallim Mektebi'ne girmiş ve felsefe kısmından şahâdetnâme almış,
medresede edindiği kanaatlerini değiştirmiş, kendisine göre bir ateist olmuştu.
Öteki arkadaşlar da bazı şeyler sordular; hepsine cevap
vermiyordu. Ben de Nâmık Kemâl'in rûhunu istedim, dâvet edildi. Eski edebiyat
ile yeni edebiyat arasındaki farkı ve bu husustaki düşüncelerini sordum. Sarı
kâğıtlı müsvedde defterinin üçte ikisi verdiği cevapla dolmuştu ve tam kendi
üslûp ve ifadesiydi. Ne yazık ki defterimi sonradan kaybettim; o sözleri şimdi
buraya aynen geçirmek isterdim.
«Fuzülî'yi çağıralım ve zamana uygun bir beyit söylemesini
kendisinden rica edelim» dediler. Mütârekenin ilk yılı idi. Hiç unutmam, çünkü
çok tekrar ettim, aynen hatırımdadır. Şu beyti söyledi:
Mü'minlerin
başı yok,
Dayanacak taşı yok.
Dayanacak taşı yok.
Herkesi bir hayret istilâ etti. Abdülhakîm Efendi'ye anlattık, o
da şaşırdı.
Medyum Avni Efendi ile bir gece de Âşir Molla'mn evinde toplandık.
Orada Ankara eşrâfından Taşhan sahibi Ziya Bey ve mektebimizin Arapça hocası
Trabzon Müftîsi Cûdî Efendi de vardı. Masanın etrafına toplandılar, medyum bir
iki defa:
«Ey ruh! Geldinse haber ver» der demez, masanın ayağı vurdu.
«Adın ne?», «Şükrü»,
«Nerelisin?», Ankaralı», «Hangi mahalleden?», «Telüce», «Ne iş yaparsın?»,
«Ayakkabıcıyım», Ne zaman öldün?», «Kırkyedi sene evvel» «İçimizde Ankaralı
tanınmış bir kimse var mı?», «Var», «Babasının adı ne?», «Hacı Süleyman» dedi.
Bütün Ankaralılar ve biz donduk kaldık, zirâ Taşhan sahibi Ziya
Bey'in babasının ismi Hacı Süleyman idi. Biz bilmediğimiz için mahallenin
yerini sorduk. Telüce mahallesi, lisenin karşısında ve Ankara Hastahanesi'nin
karşı cephesindeki tepede imiş. Sorulacak başka bir şey olmadığı için,
başkaları çağrıldı. Herkese seviyesine göre cevaplar verildi.
O gece ben, yanımda oturan Cûdî Efendi'ye kendi kanaatimi
söyledim. Dedim ki: «Ben bu gelen kuvvetin ruh olduğuna inanmıyorum; çünkü ruh,
cesedinin yanında veya mele-i a'lâdadır. Herkesin emriyle hareket etmez ve ona
râm olmaz. Akıl buna mânî olduğu gibi, nakilden de uygun bir hüküm bulunamaz.
Bu olsa olsa cin taifesidir? Eskiden de biliriz, cinci hocalar vardı. Bunlar
bir kısım cinn'i kendilerine râm etmişlerdi. Yıllarca herkes bu hususta birçok
menâkıp dinlemiştir. Esâsen cin tâifesinin vücûdu Kur'ân ile sâbittir.» Cûdî Efendi bu sözlerimi tasdik etti ve «Medyuma bir sual tevcih
edelim» dedi. «Malûmdur ki, Hazret-i Ali'nin kabrinin nerede olduğu târihen
sâbit değildir, kimse bilmez, ancak makamı vardır. Bunu soralım» dedi,
sorduk. Gelen kimdi bilemiyorum, fakat müphem bir cevap verdi. Cümlenin bir
sıfatı da hatırımda değildir: «İnsan» olan mı, «kâmil» olan mı, hâsılı,
faziletli bir sıfat kullanarak dedi ki:
Fakat en mühim cevaplar, o zaman Ankara vâlisi olan akrabamızdan
Azmi (Savut) Bey'in büyük dâmâdı Bâb-ı Ali Evrak Müdîri Hacı Nûri Bey'in cep
defterindeydi, herhâlde evlâdına intikâl etmiştir. Bize okuduğu bazı parçalar
vardı ki, hakîkaten,
O büyük adamlara yakışır ifâdelerdir. Sh: 81-82
**
Beykoz Orta Okulu'nda Kandilli Lisesi mezûnlarından matematik
yardımcı öğretmeni bir Sârâ Hanım vardı. Bu, Medineli Hacı Osman Efendi'ye
mensûp, yaşına göre çok ağırbaşlı (20 yaşlarında) bir hanım kızdı. Arkadaşları
ile birlikte dersler bitip, talebe dağıldıktan sonra muallim odasında
ispritizma tecrübeleri yapardı. Sârâ Hanım kuvvetli bir medyum idi. Bir gün
tesadüfen odaya girdim. Gülüşmeye başladılar: «Sizin her cuma akşamı nereye
gittiğinizi artık öğrendik. Tozkoparan'a gidiyorsunuz.» dediler. Halbuki
ben Zeyrek'e Fil Yokuşuna gidiyordum. «Bulamadınız» dedim. «Bir gün bulacağız»
dediler. Ve gözümün önünde devam ettiler. Baktım bir fincan, yuvarlak bir
kâğıda harfler yazılı, fincan ortada, masa başındakiler parmaklarını fincanın
üstüne koyuyorlar ve fincan hareket ederek harfleri dolaşıyor ve derhal cümle
peydâ oluyordu. Halbuki bizim yukarıda bahsettiğimiz Mucurlu Hâkim Hüseyin
Avni Efendi'nin idâresindeki ispirtizma tecrübeleri çok zordu. Ve saatlerce
devam ediyordu. Bu o kadar kolaydı ki hiç zaman kaybedilmiyordu. Çünkü fincan
hemen sür'atle harflerin üzerinde dolaşıyor, cümleler meydana çıkıyordu.
«Benim de sorularım var.» dedim. «Siz de istediğinizi sorun.»
dediler. İstiklâl Marşı'nın mübdii
ve Safahat şâiri Akif Bey iki ay evvel
vefat etmiş ve vefatını bir gün sonra sınıfta haber almış, beynimden vurulmuşa
dönmüştüm. Onun teessürü devam etmekteydi. «Mehmed Akif Bey'in rûhunu
çağıralım» dedim. Geldi. Ben de şunu sordum: «Aziz Ustâdım! Haber alamadığım
için son teşyi' vazifesini yapamadım. Bana kırılmış olmanızdan şüphe ediyorum.»
Derhal cevap verdi: «Şüphene kırıldım.» Bu söz üzerine o kadar irkildim
ki, kendimden geçtim. Çünki Akif Bey, sözü hep böyle veciz bir tarzda söylerdi.
Demek istiyordu ki: «Ben seni tanımaz mıyım, kırılmış olmamdan nasıl şüphe
ediyorsun? Ben darılsam, işte bu şüphene darılırım.»
Babanzâde Nâim Bey'i dâvet ettik. Fakat onunla yaptığımız muhavere
hatırımda kalmadı. Maksadım, o ilim ve fazlıyla, kayınpederi Fatih Türbedârı
Âmiş Efendi'den, ümmî fakat Hakk'tan mevhûp irfân ve kemâlâtıyla, kendisini
tanıyanlarca söylenen keşifleri ile bilinen o ârif zâttan, mânevi yönden istifâde
şeklini öğrenmekti. Reisül ulemâ â'yândan Ayasofya kürsü vâizi Manastırlı
İsmâil Hakkı Efendi'yi dâvet etmelerini istedim. Hazret geldi. «Rahat
mısınız, muazzep misiniz?» diye sordum. «Muazzebim» diye cevap
verdi. «Neden?» dedim. «Kaal ilmine bakmışız, hâl ilmini
anlamamışız.» dedi. Tasavvufa büsbütün arka çeviren ulemâ-yı âlâmdan
olduğuna hükmettim. Müşârünileyh, Ayasofya'da kürsüden inerken düşmüş, ayağı
kırılmıştı. Meslektaşları ve muhâlifleri arasında «İttihatçılara boyun
eğdiği için Allah câmide dersini verdi.» denmişti. Sh. 325-326
Manastırlı, Meşrûtiyetten evvel din
âlimlerinin «Ulemâ-yı Sitte» dedikleri altı otoriteden biri idi. Diğerleri
Tikveşli Yusuf Efendi, Tokadî Şâkir Efendi, Evkaf Müfettişi ve Hukuk Fakültesi
Ahkâm-ı Arazî muallimi Hüseyin Hüsnü Efendi (bilâhare Şeyhülislâm), Mecelle şârihi ve fakültede müderris Atıf
Bey, Mısır Kadısı Yahya Reşid Efendi olup, bu zevât, İlmiye mesleğinin benâm
âlimlerindendi.
Şeriat erbâbı ölümden sonra evliyâdan tasarrufu reddeder. Birçok
asırlarda ölüye isnat edilerek, şâyi olan rivâyetler merhûma olan muhabbet ve
râbıtanın eseridir. Hayât-ı bâkîye intikal etmiş olan bütün canlılar fânî
hayattan artık el etek çekmişlerdir. Müdâhaleleri aklen de muhaldir. Kur’ân-ı
Kerim’de Cenâb-ı Hakk, Peygamber Efendimiz için «Sen de öleceksin, onlar da
muhakkak öleceklerdir» meâlindeki âyet-i kerîme'de sarahaten beyan
buyurmuştur. İkinci hayat artık mahşerdedir. Fakat tevâtür derecesinde bazı
vak'alar işitilmiş, görülmüş ve yazılmıştır. Bunlar için o zaman ancak aklî bir
yol vardır. Varlıkları Kur’ân-ı Kerim ile sâbit, ecsâm-ı latîfe'den olan
cinlerin, o büyük zevâta olan rabıtalarının bir cilvesi dersek, zannederim
hiçbir zelleye düşmüş olmayız.
Cinlerin vücûdu ayrıca Huddâm sahipleri ve ispritizma ile
sabittir. Birçok âsâr sâhibi meşhur müdekkik âlim İsmâil Ertuğrul Fennî Bey'in
de ispirtizma husûsunda bu fikirde olduğunu Edhem Feyzi Gözaydın Bey'in bana
getirdiği onun bu hususta yazdığı küçük bir kitaptan öğrendim.
Bu münâsebetle söyleyelim ki, «tevessül» de meşru değildir.
Peygamberler dâhil, geçmiş bütün fazl u kemal erbâbı, büyük takvâ sâhipleri,
keşif ve kerâmet ehli hürmet ve tevkîr ile yâd edilmeye lâyıktır. Haklarında
hiçbir hürmetsizlik gösterilmemelidir. Hayır ile yâd edilmeleri Peygamber
Efendimiz'in emridir. Onlara karşı yapılacak en büyük vazife ruhlarına «Fâtiha»
okumaktır. Bunun dışındaki bağlantılar kime karşı olursa olsun şirk-i hafîdir.
Biz ancak hayatta bulunan erbâb-ı kemâl'den istifâde yolunu
aramalıyız. Çünkü onların vazifeleri tebliğden ibarettir?
Bir kere düşünelim: Herkes kendi şeyhine bu irtibâtı öldükten sonra
devam ettirirse, asırlar geçtikçe her yerde yüzlerce binlerce ilâhlaştırılmış
putlar peyda olacak, ortada ne Hâtemü'l-Enbiyâ, ne de Vahdâniyet-i İlâhiye
mefhûmu kalacaktır. İmânını korumak isteyenler, âhirete intikal etmiş olan
zevât eser bırakmışsa ve içindeki yazılar nasslara aykırı değilse, ancak onları
okuyup fikren istifâde etmeye bakmalıdırlar.
Birçok meşâyihin eserlerini önüne gelen şerh etmeye kalktığından
ve bunlar tasavvuf ve usûl-i fıkhı bilmediklerinden imânı sakatlayacak hatalara
düşmüşlerdir. Bunları iyi niyetle yapılan şerhler için söylüyorum. Yoksa
Batinîlerin bu dini kökünden yıkmak için uydurdukları sözlerin, yazılan
kitapların hadd ü hesâbı yoktur. En güzel delîl olarak İlmî ve târihî bir misal
verelim:
Bir gün ben bu husustaki fikirlerimi söylediğim zaman
Bağlarbaşı'nda bize gelmiş olan Edebiyat Muallimlerinden Sıdkı Karababa Bey, Lugat-ı Tarihiye ve Coğrafiye müellifi Ahmed Rif'at Bey'in eserinden bahsetti; ricam üzerine o
eserden bana istinsah ederek getirdi."
Hülâsaten arzedelim: Aslı beşinci cildin 180-181. sahifelerinde,
meşhur Tabakât sahibi Abdülvahhab Şa'rânî, Futûhât-ı Mekkiye'yi
(Levâmi'ül-Envar'il-Kudsiyye) adıyla hülâsa etmiş, daha sonra onu da
özetleyerek El-Kibrîtü'lAhmer unvânı ile bir eser
daha vücuda getirmiştir. İmam Şa'rânî der ki: Futûhât'ı ihtisar ettiğim, (yâni kısalttığım)
sıralarda «Ehl-i sünnet ve'l-cemaat» itikadına uymayan bazı yazıları gördüm ve durakladım. Kitabımdan
çıkarmak istedim. Fakat tereddütten kendimi kurtaramadım. Nihayet bir gün
Mısır'ın tanınmış âlimlerinden Seyyid Ebü't-Tabîbü'l-Medenî ile karşılaştım ve bu
tereddüdümü söyledim. Kendileri hemen cebinden bir kitap çıkardı. Bu eser,
Konya'da Muhyiddin-i Arabi'nin el yazısı ile yazılmış olan nüshadan kopye edilmişti.
Esere baktım. Kitabımdan çıkarmak istediğim cümlelerin hiçbirini orada
göremedim. O vakit anladım ki, Mısır'da elden ele dolaşan Fütûhât-ı Mekkiyye nüshalarının hepsi Şeyh Muhyiddin-i Arabi'nin ehl-i sünnet
inancına muhalif olduğunu göstermek ve kendisini halkın nazarından düşürmek
için yazılmıştır; birtakım iftiralarla dolu nüshalardır. Nasıl ki kendilerinin
Füsûsü'l-Hikem ve diğer nüshalarının da böyle karıştırılmış olduğu esefle
görülmüştür.
İtikat ve amelleri sapık olan birçok kimseler, yalnız Şeyh
Muhyiddin-i Arabî'yi değil, birçok tanınmış tasavvuf erbâbının manzûm, mensur
eserlerini de bu sûretle ifsât etmişlerdir. Gayeleri yalnız o zâtları halkın
nazarından düşürmek değil, İslâm akaidini bozup dinî ihtilâle sebep olmaktır.
Bu sebeple en emniyetli yol: Bir eseri bir zâta isnat edebilmek
için, matbaanın icadından evvel, eğer kendi el yazısı ile yazılmış veya kendi
nezâretinde hayatında başkasına dikte ettirmiş ise, o eser onundur
diyebiliriz. Bu yol imâna bir halel vermemekle beraber, aynı zamanda ilmî bir
usûl olur. Matbaanın icadından sonra ise, kendi zamanında basılmış eserler
için aynı ihtiyata başvurmak yerinde olur. Fakat bu ihtiyat din dışı yazılmış
eserler için lüzumlu değildir. Tedkîk metotları dahilinde yazılmış eserler
ilmî mahiyet kazanırlar. Sh: 292-294
Mecdî Efendi'yi, Mesnevîhan Maraşlı Tâhir Efendi anlatmıştı: Bir
gün Bayezid'de Fâtih Türbedârı Amiş Efendi ile karşılaştığında elini öpeyim
derken boynuna sarılıp bütün kuvveti ile sıkmaya başlar; «Ver Şeyhim»
diyerek nasip almak ister. Âmiş Efendi kurtulmak istedikçe, Mecdî Efendi
sarılır, sıkar ve «Vermezsen bırakmam» der. Nihayet Amiş Efendi «Verdim,
be adam» diyerek kendini kurtarır.[1][1]
İstanbul Belediye Mektupçusu Osman Nuri Bey, Abdülaziz Mecdî
Efendi'ye mensuptu ve Mecdî Efendi hakkında müstakil bir eser yazmıştır.[2]
[2]
Abdülaziz Mecdî Efendi merhum çok kuvvetli mutasavvıf bir şâirdi.
Kendi elyazısı dîvânını Prof. Dr. Süheyl Ünver Bey kardeşimiz kırk sene kadar
evvel bana iâre [Emaneten vermek. ] etmişti, göz gezdirmiştim. Mecdî Efendi ile dayızâdem Prof.
Sârim Hüsnü Çelebioğlu'nun kayınpederi Sâlih Bey'in cenazesi münasebetiyle
Cerrehpaşa'da bir kahvede hazırlığa intizarda bulunurken görüşmüştüm.
Abdülaziz Mecdî Efendi âlim, zeki, şâir, üstün dirâyet ve firâset
sahibiydi; gördüğünü tesir altında bırakırdı. Istitraden belirteyim ki, bu hâl
meşhur Şeyh Ken'an Bey'de de vardı ve daha kuvvetli idi. Bir zamanlar
tarîkatlere lâkayıd kalan Hasan Hasri Bey, Abdülaziz Mecdî Efendi ile 1930
yıllarında temastan sonra değişmişti. Ben bir yaz tatilinde Edremit'ten
İstanbul'a dönerken Balıkesir'e uğradığım zaman Haşan Basri Bey'i ziyaret
etmiştim. Bana Abdülaziz Mecdî Efendi'nin kerâmetinden bahsetti. Şöyle ki,
Mecdî Efendi bir gün Basri Bey'in yazıhanesine gelmiş, hava açıkmış. «Basri
Bey, hava çok sıcak, biraz yağmur yağsın mı?» demiş. Basri Bey de cevaben:
«Nasıl münasipse efendim» dedikten bir müddet sonra hava kararıp şiddetli
bir yağmur yağmaya başlamış. Sağnak devam edince «Artık yeter mi Basri Bey?»
demiş; o da «Siz bilirsiniz efendim» deyince;
Pekiyi, artık kesilsin» demiş ve yağmur durmuş. Bu hâdise Hasan
Basri Bey'i Mecdî Efendi'ye çok bağlamıştı.
Ben, Edremit'te Orta Mektep Müdîri iken Basri Bey ile muhabere
ederdik. Kendisiyle Birinci Büyük Millet Meclisi'nde Balıkesir mebusu iken
tanışmıştık, kırk yıllık baba dostu idi. Bir türlü içinden çıkamadığım
Merzifonlu Cûdî Efendi'nin «Şuhûd» manzûmesindeki tasavvufî bir beytin mânasını
kendisinden sormuştum:
Zemîne düşdü hakîkat semâya saklandı
Türâb-ı Âdem'in idrâke intisabından.
Bu beyti nesre çevirirsek «Âdem'in toprağı idrâke intisap edince,
yâni ona akıl verilince, yere düşmüş olan hakîkat semâya yükselip saklandı» demek
olur. Bu beyti sormadığım kimse kalmamıştı. Kimse beni tatmîn edememişti. Ferid
Bey hocamız bile «Adam, bunu anlaşılmasın diye yazmış.» demişti. Basri
Bey beni severdi, itimadı vardı. Kendisi de anlayamadığı için Mecdî Efendi'ye
yazmış, onun cevabını bana gönderdi. Baktım ki, tam aksini nesre çevirmiş, hiç
anlaşılmaz bir hâl almış. Şair olan Haşan Basri Bey'in edebî kültürünün bunu
fark etmeye yeterli olduğunu bildiğim için, Mecdî Efendi'nin bu izâhını nasıl
kabul ettiğine hayret ettim. Ve bu mesele dolayısıyla «tasavvuf» hakkında
birbirimize altı yedi mektup teâtisinde bulunduk.
Bu hâdiseden beş sene sonra idi. Ben Nişantaşı Erkek Orta Mektebi
Müdîri iken kendisinden bir mektup aldım. Muhterem üstad Ali Himmet Berki
Efendi, Mâverdî'nin el-Ahkâmü's-Sultâni’ye'sinin tercüme edilmesini Hasan Basri
Bey'den istemiş olduğundan bahisle, bu kitabı benim tedârik etmemi istiyordu.
Bu münâsebetle yine bir iki kere mektuplaştık. Bir mektubunda, Balıkesir'den
bana Edremit'e göndermiş olduğu mektuplarım geri istedi ve benim ona
gönderdiklerini de bana iâde etti. Eski fikir ve nokta-i nazarından dönmüş
olduğunu bu sûretle anladım.
* *
İnsan günlük hayatında mühim gördüğü hâdiseleri günü gününe not
etmezse işte böyle benim gibi «derbeder bir mecmua-yı havâtır» olur. Kronolojik sıra ile yazılmış hâtıralar belki daha fazla
tarihî kıymeti hâiz ve alâka çekicidir. Fakat ne çare ki ben eski dostlarımın
ve talebelerimin ısrarı üzerine hâtıralarımı yazmaya ilkin 15 yıl önce
giriştim, sonra 8 yıl kadar bir fasıla verip tekrar başladımsa da yine ihmâle uğradı. Bu
sefer üçüncü defa yazmaktayım. Bu açıklamayı yapmaktan maksadım şu ki, arada
unutulmuş hâdiseleri hatırladıkça sıralı sırasız yazıyorum; onları anlatırken
okuyucularım beni mâzur görsünler. Asırlık ömrün üçüncü rub'unu tamamlamış bir
adamın yazılarındaki bu zikzaklık, onun yürüyüşüne muvâzi sayılabilir. Sh:
205-207
Kaynak: Mahir
İZ, Yılların İzi, Kitabevi, Nisan 2000,İstanbul
[1] [1]Fâtih Türbedârı Âmiş
Efendi mazanneden [Zannolunduğu
yer. Zan götüren. * Ermiş sanılan. ] bir zât imiş.
Ben kendisine yetiştim ise de görüşemedim. Meşhur Müderris Babanzâde Nâim
Bey'in hem kayınpederi, hem de şeyhi idi. Ummî olmasına rağmen, irfânen
yüksekliği Naîm Beyi ona bend etmişti.
[2] [2]Osman Nuri Bey ile
bir gün Profesör M. Hamidullah Bey'in konferansında buluşmuştuk. Söz Mecdî
Efendi'ye intikal etti ve şunu anlattı: Bir cuma günü Hazretin yanında
bulunuyorduk, üç kişi idik. Ezan okunmaya başladı. Misafirlerden biri
kıpırdamaya başladı. Hazret bunu görünce «Bir işiniz mi var?» diye sordu. Misafir: «Hayır, ezan okundu cemaate gidilmeyecek
mi?» deyince, «Cuma toplantı değil mi? İşte burada toplanmış
bulunuyoruz.» demiş olduğunu nakletti. Bunu ne maksatla söylediğini ben
anlamadım. Osman Nuri Bey'in vahdet-i vücud meselesinde vahdet-i mevcud'a
saptığını Sahaflarda nakledilen bir sözünden anlamıştım. Ahsen-i takvîm'i,
sokaktan geçen bir köpek ile mukayesede bulunmuş, hatta köpeğin medfuâtını [Defedilip
dışarı çıkarılmış olanlar.]
da sözüne karıştırmış. İşte yalnız yarım hoca insanı dinden
çıkarmıyor, yarım derviş de böylece imânı sarsıyor.
Önceki Yazı
« Prev Post
« Prev Post
Sonraki Yazı
Next Post »
Next Post »
Yorumlar
Yorum Gönder