Print Friendly and PDF

Rainer Maria RILKE (1875-1926)

|


R.M.Rilke’nin ilk şiirleri onaltı onyedi yaşlarında yayımladığı kitaplarında toplanmıştır. Bunlar benzeti­lerle, simgelerle ve sanat oyunlarıyla yüklüdür. Bu şiir­lerde şiire yeni başlayan olağanüstü duyarlı ve yete­nekteki bir şairin çırpınışları, arayışları göze çarpar. Çok şeyler söylemek isteyen, ama söyliyeceklerini na­sıl ayıklayacağını ve sıralıyacağını pek beceremeyen bir şairin iç zenginliğiyle karşı karşıyayızdır. Şiirlerinin konuları, şairin doğduğu kent olan Prag’ın akşamları, türlü görünüleri, mevsimler, rahipler ve rahibeler, Tevrattan esinlenen betimlemeler şairin soyut dünyasının tipleri olarak şiirlerinde yer alır. Rilke bu ilk döneminde Belçikalı şair Emil Verhaeren’in ve Danimarkalı romancı J. Peter Jacobsen’in etkisindedir; onların renkli sanat dünyalarının tam bir paralelinde bulunmaktadır. Büyük alman şairi Stefan George de süslü şiir dünyasıyla Ril ke'ye örnek olmuştur. Gümüş, altın, yakut, zümrüt ve diğer değerli taşlar göz kamaştırıcı parıltılarıyla şiirleri­ni aydınlatır. Jens Peter Jacobsen’in “Maria Grubbe" adlı romanındaki pittoresk dünyası, duygularının renk- lendirici prizmatik kırılışları Rilke’nin kendi eserlerinde de kullandığı, uyguladığı bir tekniktir. O, güçlü duyarlı­ğıyla tabiata ve hayata özel bir açıdan bakmakta ve onu özel bir duyuş ve deyimlendirişle dile getirmeğe çalışmaktadır, böylece kendine özgü şiir dünyasını ve ülkesini parsel parsel eline geçirme çabasındadır. Söz­cüklerinin sayısı oldukça sınırlıdır, ama buna rağmen şiirlerinin iç ve dış ritmi ve şaşırtıcı uyaklar bulmaktaki yeteneği okuyucuyu hayran edecek ölçüdedir:

“Tief unten geht die Daemmerstunde
mit lautlos leisem Schritt vorbei”
“Alacakaranlığın saati aşağıda derinde
usul ve sessiz adımlarıyla geçip gidiyor”...

Rilke’nin sanatındaki ikinci aşama “Tabloların Ki­tabı" ile başlar. Rilke bu kitabında yalınlığa yönelmiş gibidir. Bir duyguyu dolaysız vermek, psikolojik ruh çö­zümlemelerine ağırlık kazandırmak eğilimindedir. Şiir­lerinde ilk şiirlerinde olduğu gibi ritme ve iç uyuma yine aynı önemi vermektedir. Sanatı biraz daha duruluğa ve kesinliğe kavuşmuştur. Aşırı betimlemelerden kaçınır; daha önceki eserlerinde göze batan üstüste yığılı ben­zetiler mecazlar, süs merakı, mücevherlerin çekici, ama soğuk dünyası ortadan kalkmış, hayalde yaşanan yerine gerçekte görüleni ve yaşananı dile getirmek ça­bası ortaya çıkmıştır. Güz adlı şiirinde:
“Die Blaetter fallen fallen wie von weit
als welkten in den Himmeln ferne Gaerten"
“Yapraklar düşüyor düşüyor gibi uzaktan
sanki göklerde uzak bahçeler solmakta...”

değişik bir edayla yazılmış dizeleridir. Bu şiirlerinde Ril­ke realiteye daha yaklaşmıştır. İzlenimlerini hayalde gördüğünden çok, realiteden almaktadır. Duygularının içi doludur. Hayallerinin kof dünyası ortadan kalkmıştır. O şimdi duygularını aşan hayalle yetinmemektedir. İlk dönemin şiirlerinde aşırı hayal tutkunluğu duygularının açık-seçik kristalize edilişini engelliyordu, oysa Tablolar Kitabında hayal ile duygu dengesi sağlanmıştır, dene­bilir.
Rilke’nin sanatındaki üçüncü aşama “Dua Kitabı” (Stundenbuch-Günün belirli saatlerinde okunan dua ki­tabı) ile başlar. Bu eseri Rusyaya yolculuğunun ürünü­dür. Yüreğinin bütün pencerelerini mistik duygulara, zihnini mistik düşüncelere açmış gibidir. Rus insanının mistik karakteri şaire bu tarz şiirler yazması için bir ve­sile olmuştur. İnsanın Tanrı karşısındaki aczi ve onu sevmesinin zorunluluğu dile getirilmiştir, Rahiplerin gösterişsiz hayatları, tapınaklardaki uhrevi hava, özve­rinin kazandırdığı iç erinci bu dizelerde yansımıştır. Araya Renaissance’nin büyük sanatçıları da girer. Mic­helangelo bunlardan biridir:
dediği Tanrı içe yönelişinin merkezidir. Rilke’nin dualar kitabında paylaştığı Tanrı anlayışının Hristiyanlığınkiyle pek bağdaşamadığı ileri sürülmüştür. Rilke’nin teren­nüm ettiği Tanrı tabiatın her zerresinde görülen, etkisini duyuran Panteistlerin (kamu tanrıcıların) anladıkları bir Tanrıdır. O, tabiatta içkindir. Rilkenin bu mistik eserin­deki duyguları şiirin dialektik yapısını zedelemez, O, sanatçı kişiliğinin ağır basmasıyla ve yaşantısını este­tik bir heyecana dönüştürmekteki becerisiyle böyle bir tehlikeden uzak kalabilmiştir. Rilke “dua kitabı” nı ilk önemli eseri saymıştır. Rus insanının içe dönüklüğü Rilke'yi şaşırtmıştır, ama kendisi de slav kanı taşıdığın­dan, onların sofuluğunu şiirleştirmekte güçlük çekme­miştir. Kitaptaki ilk şiirlerden birinde:
“leh kreise um Gott, um den uralten Turm
und ich kreise Jahrtausende lang
und ich vveiss nicht, bin ich ein Falke, ein Sturm
oder ein grosser Gesang”?...
“Dolanıyorum Tanrının, ezeli kulenin çevresinde
dönüyorum binlerce yıldan beri
ve bilmiyorum bir şahin miyim, fırtına mıyım
yoksa bir büyük şarkının sesinde?...”

demektedir. İnsan ve Tanrı ilintisi kitabın esas konusu­dur; Tanrı dünyayı ve insanları kendisini seyretmek ve sevmek için yaratmıştır, mealindeki bir mistik görüşten yola çıkmıştır. Spinoza’nın, “Tanrı insanı sevemez, onun insan sevgisi kendine olan sevgisidir, çünkü o ancak kendisinden daha yetkin olanı sevebilir” görüşü Rilke’nin de benimsediği bir fikir olarak görünüyor. Rılke dua kitabında daha sonra kent insanlarını ele alır, kentlerde yaşıyanların sağlıksız hayatlarını dile getirir, çocukların mutsuzlukları yansıtılır, korkuları, acıları ço­ğaltan bir yaşama tarzı eleştirilir. Dar odalar, havasız yerler, bencilliğin çemberi içinde sıkışıp kalmış bir sürü mutsuz insan ve onların ölümleri sergilenir. Bu dizeleri okurken, sıkıntı duyarız ve boğulur gibi oluruz. Ril­ke’nin her gördüğünü canlı kılan bakışı hastalığı doğru teşhis eder.
Şimdi Rilke’nin sanatındaki dördüncü aşamaya geldik. “Yeni Şiirler” kitabı dört yılda yazdığı aşağı yu­karı 200 şiiri içerir. Kitap iki bölümden oluşmuştur. Bu­rada Rilke nesnelere uzaktan bakan ve onların iç dün­yalarını iç-sezgisiyle aydınlığa çıkaran bir şair kimliğin- dedir. Canlı ve cansız nesneler esas itibariyle ele aldı­ğı konularıdır. “Pars”, “Flamingolar” (Telli Turnalar), “Geyik”, “Karakedi”, “Fıskiye”, “Top”, “Park”, “Ada”, “Pi­yano Çalan Kadın”, “Son Akşam”, “Güz Sonu”, bunla­rın en ilginçlerindendir. “Ölüyü Yıkama” şiirinde de es­rarengiz bir hava okuyucuyu derinden sarsacak bir yo­ğunluktadır. Bu şiirlerin yazılışı Rilke’nin ünlü heykelt raş August Rodin’in yazmanlığında görevli olduğu yıl­lara rastlar. Burada nesneler şairin onlara uzaktan ba­kışıyla iç dünyalarında suçüstü yakalanmış ve şair on­ların iç dünyalarını zihnen düşünerek değil, daha çok kendi varlığında etinde ve kanında büyük bir sevgi ve tutkuyla yaşayarak çok canlı çizgilerle çizmiştir. Rilke bu şiirlerinde realiteye sadece dıştan gözlemliyerek bakmamakta, tersine ben'ini objenin, ele aldığı nesne­nin içinde eritmektedir. Öznel ve nesnel olanın bu uyu­mu, içle dışın bu tam bağdaşımı alman şiirine o zama­na kadar duyulmamış bir yenilik getirmiştir, gerçi şairin çıkış noktası transız simgecilerinkinin, özellikle Baudelaire'ninkinin aynıdır, ama ele aldığı konularda göster­diği kendine özgü kişiliğiyle onlara apayrı bir damga vurabilmiştir. Rilke yeni olan bu şiirlerinde sanatının doruk noktasına varmıştır, denebilirse de, o bu tepe noktasını yirmi yıl sonra yazdığı Orpheus’a soneler ad­lı 55 şiiriyle aşmıştır, diyebiliriz. Bu sonelerinde onun bütün bir hayat deneyinin şiire dönüştürülmüş özü var­dır. Sonelerinin üslûbu adeta ipek iplikle örülmüştür. Özşiirin özsuyu bu dizelerde tortulanmıştır. Bunlarda aynı zamanda okuyucuya yol gösteren bir gizli eğilim de (Intention) sezilir. Hayat ve ölüm sorunu onlarda ye­ni bir yoruma kavuşmuştur ve bir damla esans gibi en keskin kokuyu içeren bir şiir ortaya çıkmıştır. "Yeni Şiir­ler” Rilke’nin bir ânlık tablolarıdır, onların fikir yönü kes­kin gözlemlere dayanan ince buluşlardan öteye geç­mez, oysa Orpheus’a sonelerinde Rilke bir şair-filozof kimliğine bürünmüştür. Bu soneler hayat sevgisiyle ve tam bir özveri ruhu ile dolup taşmaktadır. O, bu eserin­de iyimserdir. Doğaya karşı değildir, onunla dosttur, bir zorunluk olarak ölümün yazgısını ve her insanın kendi­sine düşen misyonuna katlanmayı telkin eder. Çıkış noktası olarak hayatı almakla Rilke bu eserinde Friedrich Nietzsche’nin etkisindedir. O, bu eserinde psikolo­jik tabloları aşarak bir varlık-bilimci şair olmuştur. Şimdi Rilke’nin sanatındaki beşinci ve son aşamaya geldik. Soneleriyle aynı zamana rastlayan Duıno Elejileri. O, bu ağıtlarını 1910-1922 arasında yazdı. Duino ağıtları genç yaşta ölen sevgilileri, gerçek ve düzme değerleri ve ölümün çözümlenemez olan gizini ele alır. Denebilir ki, Rilke bu büyük eseriyle bir başka şairinkini andır­mayan, en özgün eserini vermiştir. Tıpkı Goethe’nin Faust’u gibi, bu ağıtları yeni yorumları belirli zaman fa­sılalarında gerektiren, anlaşılması bir hayli güç olan, ama özüne bir kez nüfus edilince, ondan ayrılınması güç olan, zekayı çalıştırdığı ve düşünce ufkumuzu ge­nişlettiği kadar, yüreği de doyuran bu şaheseri ona dünya ününü kazandıran bir kitabıdır.
Sonuç: Rilke oldukça genç, 51 yaşında ölmesine rağmen sanatında çok büyük değişmelerden, sürekli aşamalardan geçmiştir; uyanık zekâsı, doğuştan getir­diği şiir dehâsı, sürekli olarak öğrenme ve okuma tut­kusu, her türlü izlenimlere açık olan yaratılışı, çıktığı büyük yolculuklar, kendisini sadece sanatına adıyabilmesi ve bunun için bol zaman buluşu, bildiği yarım dü­züne yabancı dil bu denli yetkin eserler ortaya koyabil­mesine olanak hazırlamış ve ona aşağı yukarı bin şiir yazdırtmıştır. Rilke’nin alman şiirindeki etkisi o derece büyük olmuştur ki adeta bir Rilke kültü ortaya çıkmıştır.
Rilke'nin alman şiirinde artık son aşama olduğu ve da­ha ileriye gidilemeyeceğine ilişkin yaygın bir inanç doğ muştur. Mevcut şiir yapısını bir yana bırakarak, yeni bir zemin üzerinde değişik bir şiir kurmak gerekiyordu; böylece Rilke’nin genç şairleri umutsuzluğa düşüren zararlı etkisi ve onun doğurduğu korkunç psikoz orta­dan kaldırılabilecekti, ya da hiç olmazsa hafifletilebilecekti. İşte bu güç işi büyük alman şairi Gottfried Benn başardı. 1956’da ölen ve iki kez Nobel ödülüne aday gösterilen bu şair Rilke’nin tıkadığı şiir yaratma trafiğini açtı. Benn'in şiiri içi gerilimlerle dolu, susan bir dinamit­tir. Çağını yansıtan bir şair olarak da Rilke’den farklıdır. Bir hekim olarak deneylerinden yararlanmıştır ve mo­dern şiirin şartlarını yerine getirebilmiştir. İnsanın Tanrı düşüncesinden uzaklaşarak içine düştüğü bunalımı, hayatın olumsuz yönleri, bir apandisit, kürtaj ve kanser şiirlerinin konusu olabilmiştir, Benn insanın bu çıkmazı­nı şiirleştirmekte çok ustadır ve tektir. Sh: 133-140
CASABIANCA
Am Berge weiss ich trutzen
ein Kirchlein mit rostigem Knauf,
Wie Mönche in grauen Kapuzen
steigen Zypressen hinauf.

Vergessene Heilige wohnen
dort einsam im Alterschrein
der Abend reicht ihnen Kronen
durch hohle Fenster hinein.
CASABİANCA
Dağ yamacında bir kilisenin
bulunduğunu bana söylediler
rahipler gibi görünüyor
uzaktan kurşuni selviler

Unutulmuş azizler orda yatıyor
mihraplarda yalnız başına
ve akşam çukur pencerelerden uzatıyor
birer taç hepsinin başına
****************
ERNSTE STUNDE
Wer jetzt weint irgendwo in der Welt
ohne Grund weint in der Welt,
weint über mich.

Wer jetzt lacht irgendwo in der Nacht,
ohne Grund lacht in der Nacht,
lacht mich aus.

Wer jetzt geht irgendwo in der Welt,
ohne Grund geht in der
Welt, geht zu mir.

Wer jetzt stirbt irgendwo in der Welt,
ohne Grund stirbt in der Welt:
sieht mich an.


CİDDİ SAAT
Şimdi dünyada bir yerde biri ağlarsa
dünyada nedensiz ağlarsa
bana ağlar

Şimdi geceleyin bir yerde biri gülerse
geceleyin nedensiz gülerse
bana güler

Şimdi dünyada bir yerde biri giderse
dünyada nedensiz giderse
bana gelir

Şimdi dünyada bir yerde biri ölürse
dünyada nedensiz ölürse
bana bakar
************
FORTTSCHRITT
Und wieder rauscht mein tiefes Leben lauter
Als ob es jetzt in breitem Ufern ginge
immer verwandter werden mir die Dinge
und alle Bilder immer angeschauter
dem Namenlosen fühl’ ich mich vertrauter
mit meinen Sinnen, wie mit Vögeln reiche
ich in die windigen Himme laus der Eiche
und in den abgebrochenen Tag der Teiche
sinkt auf Fischen stehend mein Gefühl.

İLERLEME
Yine derin hayatın alabildiğine hışırdıyor
geniş kumsallarda gidercesine
giderek bana daha yakın oluyor her nesne
ve daha çekici görünüyor şimdi her dekor
kendimi o İSİMSİZ’e sırdaş biliyorum
duyularımla kuşlar gibi uçarcasına meşe’den
havalanarak yükseliyorum rüzgârlı gökyüzüne
ve duygum balıkların sırtındayken
iniyor göllerin yansıyan gündüzüne!...
************
DER PANTHER
Im Jardin Des Plantes, Paris
Sein Blick ist vom Vorübergehn der Staebe
So müd, geworden, dass er nichts mehr haelt.
Ihm ist, als ob es tausend Staebe gaebe
und hinter tausend Staeben keine Welt.

Der weiche Gang geschmeidig starker Schritte
der sich im allerkleinsten Kreise dreht,
ist wie ein Tanz von Kraft um eine Mitte
in der betaeubt ein grösser Wille steht.

Nur manchmal schiebt der Vorhang der Pupille
sich lautlos auf-.Dann geht ein Bild hinein,
geht durch der Glieder angespannte Stille-
und hört im Herzen auf zu sein.

PARS
Paris, Jardin des Plantes
Gözlerinin önünden geçen tek bir parmaklık çubuğunu
tutamaz bakışı artık, çünkü müthiş yorgun
var olduğunu sanır o binlerce çubuğun
ve o binlerce çubuğun ardında dünyanın yokluğunu

Güçlü adımlarının kıvrak ve yumuşak
atılışıyla dönerken ufacık dairesinde
güçten bir dansı andırır bir ortanın çevresinde
ki onun içinde duran büyük iradesidir uyuşarak

Gözbebeklerinin perdesi aralanır bazen
usulca ve bir imge süzülerek içeriye girer
geçer organlarının gergin sessizliğinden
ve yüreği olur o imgenin sönüp bittiği yer!...


***********
DIE FLAMINGOS
Jardin Des Plantes, Paris
In Spiegelbildern wie von Fragonard
ist doch von ihrem Weiss und ihrer Röte
nicht mehr gegeben, als dir einer böte,
wenner von seiner Freundin sagt: sie war

noch sanft von Schlaf. Denn steigen sie ins Grüne
und stehen, auf rosa Stielen leicht gedreht,
beisammen, blühend, wie in einem Beet,
verführen sie, verführender als Phyryne,

sich selber: bis sie ihres Auges Bleiche
hinhalsend bergen in der eigenen Weiche,
in welcher Schwarz und Fruchtrot sich versteckt.

Auf einmal kreischt ein Neid durch die Voliere;
sie aber haben sich erstaunt gestreckt
und schreiten einzeln ins Imaginaere.
FİLAMINGOLAR
Paris, Jardin de Plantes-
Suya yansıyan gölgeleriyle ressam Fragonard’ı
anımsatırlar, ama birinin sana sunduğundan
daha çoğu değildir ak ve kırmızısı bundan
o dişisi için der ki: ‘uykudan böyle uysaldı’

Giriyorlar çimenlere ve sonra hafif dönerek pembe
bacaklarının üzerinde bir arada çiçek öbeğini andırarak
Frine'den*çok daha baştan çıkarıcılar, kandırarak
kendilerini, gizliyorlar gözlerinin solgunluğunu ve

bükük boyunlarını yumuşak tüylerinin arasında
meyve kırmızısıyla kara rengin birbirine karıştığı
işte duyuluyor şimdi kuş kafeslerinin sırasında

birden kıskançlığın yükselen o tiz çığlığı
gövdelerini şaşkın şaşkın ileriye uzatarak
 yürüyorlar teker teker düş-ülkelerine uzak

* Phryne - M.Ö. 4. yüzyılda Eski Yunanistanda olağanüstü güzel­liğiyle yargıçları büyüleyen, ölüme mahkum edildiği halde, bu yüz­den aklanan ünlü fahişe. Onun Praxiteles’in afrodit heykellerine modellik ettiği söylenir.

**********

Spiegel: noch nie hat man wissend beschrieben
was ihr in euerem Wesen seid.
Ihr, wie mit lauter Löchern von Sieben
erfüllten Zwischenraeume der Zeit.

Ihr, noch des leeren Saales Verschwender-,
wenn es daemmert, wie Waelder weit...
Und der Lüster geht wie ein Sechzehn-Ender
durch euere Unbetretbarkeit.

Manchmal seid ihr voll Malerei.
Einige scheinen in euch gegangen-,
andere schicktet ihr scheu vorbei.

Aber die Schönste wird bleiben-,
bis drüben in ihre enthaltenen
Wangen eindrang der klare gelöste Narziss.

ORFE’YE SONELER III
Aynalar, kimse bilerek anlatamadı sizi
Anlıyamadık gerçekten kim olduğunuzu
Gördük süzgeçlerin o sırf delikleriyle
Zamanın ara-odaları gibi dolduğunuzu

Boş salonun harcayıcıları, irili ufaklı
Karanlık basınca ormanlar gibi uzak;
Âvize geçip giden bir geyiktir, onaltı budaklı
boynuzuyla basılamazlığınızdan çabucak...

Bazan hayâllerle doludur dibi
Bir kaçı içlerinizde yiter gibi
Bazılarını ürkek çevirirsiniz geriye

Ama en güzelidir o saf nergis
Yanaklarına bakıp rahatlar güzelim diye,
Kalır içlerinizde bir süre hapis!...
**************
SONETTE AN ORPHEUS V
Blumenmuskel, der der Anemone
Wiesenmorgen nach und nach erschliesst,
bis in ihren Schoss das polyphone
Licht der lauten Himmel sich ergiesst,

in den stillen Blütenstern gespannter
Muskel des unendlichen Empfangs,
manchmal so von Fülle übermannter,
 dass der Ruhewink des Untergangs
kaum vermag dis weit zurückgeschnellten
Blaetterraender dir zurückzugeben:
du, Entschluss und Kraft von wieviel Welten

Wir, Gewaltsamen, wir waehren laenger.
Aber wann, in welchem aller Leben,
sind wir endlich offen und Empfaenger?
ORFE’YE SONELER V
Çiçek kası, dikenli kaktüs çiçeğinki
çayır sabahının onu giderek açtığı
dökülür içine kucağının o çok renkli
saf göklerin süzülmüş katıksız ışığı

Gergin kaslarının sessiz çiçek yıldızı
içine aktıkça o sonsuz kabul edişin
bazan bu tam çiçeklenişin kesilemez hızı
güneşin batışı ona ‘dur’ dediği için

gerisin geri çekilen yaprak kıyıları
geri vermez seni sana, kalırsın onun içinde
sen ey çok sayıdaki dünyaların gücü ve kararı

Biz güçlü yaratıklarız, yaşarız daha uzun
ama ne zaman ve bu yaşamaların hangisinde
gördük, bu kadar açık ve alıcı olduğunu ruhumuzun
**********
SONETTE AN ORPHEUS XIII
Voller Apfel, Birne und Banane,
Stachelbeere... Alles dieses spricht
Tod und Leben in den Mund... Ich ahne...
Lest es einem Kind vom Angesicht,

wenn es sie erschmeckt. Dies kommt von weit.
Wird euch langsam namenlos im Munde?
Wo sonst Worte waren, fliessen Funde
aus dem Fruchtfleisch überrascht befreit.

Wagt zu sagen, was ihr Apfel nennt.
Diese Süsse, die sich erst verdichtet,
im Schmecken leise aufgerichtet,

klar zu werden, wach und transparent,
doppeldeutig, sonnig, erdig, hiesig-:
O Erfahrung, Fühlung, Freude-, riesig!
ORFE’YE SONELER XIII
Yusyuvarlak elmalar, muzlar ve armut
böğürtlenler... Hepsi de getirir dile
ölümü ve yaşamı ağzının içinde tut
bakınca yüzüne çocuğun, anlarım bunu sezgiyle

O onu tadarken bilirim gelir uzaktan
yoksa usulca mı silinir ağzının içinde tadı
bir sürprizle meyve-etinden kurtularaktan
sözcüklerin yerini bak işte bulgular aldı

yüreklilik gösterir söylemeğe: Elma ne demek?
bir tatlılık ki neden sonra yoğunlaşır
her tad verişinde hafifçe doğrulup dikilerek

buralı olur, güneşli, saydam, çift anlamlı ve taşır
içinde toprağı, der ki: ‘açık ve uyanık olmalı işiniz
ey deney, ilkbahar, sevinç: Sizler ne müthişsiniz!...
****************
SONETTE AN ORPHEUS XXI
Frühling ist wiedergekommen. Die Erde
Ist wie ein Kind, das Gedichte weiss;
viele, o viele... Für die Beschwerde
langen Lernens bekommt sie den Preis.

Streng war ihr Lehrer. Wir mochten das Weisse
an dem Barte des alten Manns.
Nun, wie das Grüne, das Blaue heisse,
dürfen wir fragen: sie kanns, sie kanns!

Erde, die frei hat, du glückliche, spiele
nun mit den Kindern. Wir wollen dich fangen,
fröhliche Erde. Dem Frohsten gelings.

O, was der Lehrer sie lehrte, das Viele,
und was gedruckt steht in Wurzeln und langen
schwierigen Staemmen: sie singts, sie singts!

ORFE’YE SONELER XXI
Gerisin geri geldi bak işte bahar
dünya şiirler bilen bir çocuk gibi
ezberlediği bir sürü şiirin sahibi
onun ödül almağa gerçekten hakkı var

Nelere katlanmadı ki, sertti öğretmeni
o ak sakalından hoşlanmıştık yaşlı adamın
biz şimdi ondan sorabiliriz: Nedir acaba yeni
adları yeşilin ve mavinin, işte bakın

dinlenceye girdi dünya, sen ey mutlu dünya
artık çocuklarla oyna, âh biz seni
yakalamak istiyoruz, hepimiz güya

o en sevinçlimizin başarabileceğini
isteyecek güç ve uzun tomruklarda olanı bilmeni
köklerde basılı duranın, tümünü şakıyacak dünya

************

TOD
Da steht der Tod, ein blaelicher Absud
in einer Tasse ohne Untersatz.
Ein wunderlicher Platz für eine Tasse:
steht auf dem Rücken einer Hand. Ganz gut
erkennt man noch an dem glasierten Schwung
den Bruch des Henkels. Staubig. Und: “Hoff-nung”
an ihrem Bug in aufgebrauchter Schrift.

Das hat der Trinker, den der Trank betrifft,
bei einem fernen Frühstück ab-gelesen.

Was sind denn das für Wesen,
die man zuletzt wegschrecken muss mit Gift?

Blieben sie sonst? Sind sie denn hier vernarrt
in dieses Essen voller Hindernis?
Man muss ihnen die harte Gegenwart
ausnehmen, wie ein künstliches Gebiss.
Dann lallen sie. Gelall Gelall...
………….
O Sternenfall,
von einer Brücke einmal eingesehen-:
Dich nicht vergessen. Stehn!
ÖLÜM
Bak işte duruyor ölüm: Bir mavimsi sıvı
bir fincanın içinde, yok tabağı
bir fincan için şaşılacak şey bayağı
durduğu yer onun, bir elin sırtı

iyice görünüyor kulpunun kopuk olduğu
sırlı yuvarlağından. Tozlu. Ve UMUT
sözcüğü silik harflerle yazılı ucunda
içkinin sözkonusu olduğu içicisinin
geçmiş bir sabah kahvaltısında okuduğu
Ne biçim yaratıklar şu insanlar, ne demeğe
onları en sonunda bir ağuyla korkut

o olmasaydı kalır mıydı bunlar
yoksa engelle dolu bir yemeğe
delicesine mi tutkunlar?

alınız sert şimdiki zamanı onlardan
çıkarın bir takma diş gibi, işte o ân
anlaşılmaz olur ne konuştukları: Peltek peltek
sen ey kayan yıldız düşerek
yittiğini görmüştüm bir gece köprüden
unutamadım seni. Durmak gerek!...

**************
DAME VOR DEM SPIEGEL
Wie in einem Schlaftrunk Spezereien
löst sie leise in dem flüssigklaren
Spiegel ihr ermüdetes Gebaren;
und sie tut ihr Laecheln ganz hinein.

Und sie wartet, dass die Flüssigkeit
davon steigt; dann giesst sie ihre Haare
in den Spiegel und, die wunderbare
Schulter hebend aus dem Abendkleid,

trinkt sie still aus ihrem Bild. Sie trinkt,
was ein Liebender im Taumel traenke,
prüfend, voller Misstraun; und sie winkt
erst der Zofe, wenn sie auf dem Grunde
ihres Spiegels Lichter findet, Schraenke
und das Trübe einer spaeten Stunde.
AYNANIN KARŞISINDAKİ KADIN
Nasıl ki bir uyku içkisinde baharat
yavaşça erirse, işte öyle çözüyor akıcı, berrak
yorgun tavırlarını ve öylesine rahat rahat
gülümsemesini büsbütün içine katarak

bekliyor sıvı taşsın diye bundan
ve sonra döküyor saçlarını aynaya
sıyırıp giysisini kaldırdığı omuzundan
olağanüstü güzel ve bakıyor doya doya

imgesini içiyor, içiyor sessiz, duygulu
nasıl başları dönerek içerlerse âşıklar
inceliyerek ve güvensizlik dolu

neden sonra işaret ediyor usulca
hizmetçi kıza, aynasının dibinde ışıklar
dolaplar ve sonraki bir saatin hüznünü bulunca

Kaynak:
Sedat UMRAN, Büyük Alman Şairleri, Yaşayan Kitaplar, İstanbul 1995

Önceki Yazı
« Prev Post
Sonraki Yazı
Next Post »

Benzer Yazılar

Yorumlar