ŞEREFİYYE’DEN
| |
O kimse 124 bin Enbiyâ
ve Mürselîn hazerâtının isimlerini bilmesi lâzımdır.
**
O kimse halihazırda
bulunan yedi tarikatın usullerini ile meşâyih-ı silsile-i şeriflerini bilmesi
lâzımdır. Ve her tarikatın nihâyetinde olacak derece-i saâdet ve hidâyeti
bilmesi lâzımdır.
Cilt-1,
Sh: 11-12
**
Şehâmedü’l -Ferdânî,
Abdurraûfu’l -Yemenî, en- Niyâmü’l -Ferdânî, Abdu’l -Habîri’l -Kuheylî, Yağsıbu
Dehâvî, Ahmedü’l -Fânî, İmâmü’l –Büdelâî, Şehâbüddin, Yedullahi’l-Cemânî,
Furkânu’l -Ezel, Bâbullâhi’r - Rabbânî, Hayratullahi’s -Sürmedî, Ebu’l
-Medûdu’n - Nâtık, Dürretü’l -Kağsâ, Mahsûmu’s-Saîd, Tîcânü’l - Garrâ,
Hüccetullâhi’l -Ceberûtî, Sehvetü’l -Bâzıh, Ehvedü’n -Necât, Heykelü’l -Kudret,
Yedullâhi’l -Ulye, Miftâhü’l -Künhâ, Cembullâhi’d -Dâim, Şehâbu’r -Reyhân,
Şemsü’l -Bereret, Abdullâhi’ş -Şâmıh, Ahmedü’l -Vâfir, Şem’ûnü’l -Muhlis,
Bedrü’z Zâhid, Dehfetü’l -Fânî, Sefiyyullâhi’l -Kayyûmî, Murâdullâhi’ş -Şâ’iğ,
Cârullâhi’s - Sâbiğ, Kudre-tullâhi’ş -Şâmil, Usânullâhi’l -Ezel, Amânetullâhi’l
-Kâşif, Nefsü’r -Rahmân, Miftâhü’l -Aksâ, Temhîdü’r -Ridağ, Abdülvedûd, el
-Mağrûfî, Ahmedü’z - Zübyânî, Vâğızu’l -Hüdemâi’l -İzâm ve’n -Nukabi’l -Kirâm,
Yusufu’r -Rakid, Burhâni’l -Hıyâm, Adnânü’s -Sâbir, Dıhyetü’l -Visâl, Nedümü’l
-Kâim, Ebu’l -Hasan ibn Âbâne’l Gulem, Muhammedü’n -Nebhânî, Avnüddîni’n -
Nehâvendî, Ebû Tufeyli’l -Küheylî, el -Fihri’l -Mevrûd, Lebûbidîni’l -Âtâvî,
Abdurrâgıb ibn Dâiyallâh.
A’lallâhü derecâtihim ve
nefeğnâ bi-berekâti enfağsimühü’l -kudsiyyeti bi-hürmeti men lâ. nebiyye.
Fâtimetü
Rızâ, Mesûda, Sedîde, Sabîha, Ferîde, Fehime, Nahife, Şehime, Şeymâ, Reşîde,
Sâime,
**********;
Meymûnetü’r -Rızâ,
Âbidetü’s -Sâbire, Afîfetü’z -Zâkire, Muhsine, Tâibe, Cemîle, Nâkiyetü’s
-Saîde, Ümmü'l -Mesâkîn, Necâbetü’z - Zekiye, Sâiha, Enîse, Muîne, Âtike,
Seyyide Ümmü’z -Zuafâ, Mü’minetü’s -Sevdâ, Ümmü’l - Eytâm, Ümmü Hânî,
Firdevsü'l -Asrî, Bülbül-ü Kerbelâ, Mağsûmetü’l -Halveti, Hafîzetü’l - Mağrîbî,
Şerîfetü’l -Irâkıye, Hüsniyyetü’l - Kâbilî, Kânite, Nefise, Zâhide, Takiyye,
Nâime, Fesîha, Şuayne, Bedîatü’l -Musilî, Medîhatü’l - Ârife, Rabiatü’l
-Adeviyye, Nefesetü’t Tâhire, Maâzetü’l-Adeviyye,
A’lallâhu Teâlâ
derecâtihim dâimâ. (Allah Teâlâ Derecelerini ebedi yüce kılsın)
Hafîzetü’l
-Mağribiyye, Şerîfetü’l -Irâkıyye, Hüsniyyetü’l -Kâbiliyye, Afîfetü’z -Zâkire.
A’lallâhu derecâtihim
dâimâ
Bu kadın büyüklerinden birinin bir kere ismini zikreden
kimse cehennem azabı ve ateşinden halâs olur.
Bu ekâbirlerin (büyüklerin)
yirmi dört saat zarfında yedişer tane vazifeleri vardır. Bu vazifeleri
esnâsında, kimin ismini zikrederlerse, o kimseler cehennem azabından ve
ateşinden âzâd olurlar.
Yuhez, Îhrâ, Behrâ,
Muâhir, Rân, Revâ- Nuş, Kûyes, Kenân, Kitânüs, Nâkır, Rebbân, Nâçiz, Sefha,
Murâdis, Hümeyle, Berrâdis, Teyânüs, Zevrâ, Müsmin, Fesih, Zekvân, Nâtık,
Nûriyân,
Cilt-1,
Sh:19-22
MÜRŞİDÎN-İ KİRÂM HAZERÂTININ EVSÂF VE AHVÂLİNİ BEYAN EDEN VE MAKÂM-I
İRŞAD'IN ŞARTLARI VE ERKÂNI VE MUKALLİD (SAHTE) MÜRŞİDLERİN DE AHVÂLİNİ BEYAN
EDER.
BU MENAKIB “ÜMMÜ'L-HİKÂYÂT” DENİLEN MENAKIBTIR.
BİSMİLLAHİRRAHMANİRRAHÎM
"Ve ma tevfîkî illa billah aleyhi tevekkeltü ve ileyhi ünîb1
"
1 Hûd suresi (11:88). Meali: "...Başarım ancak Allah'tandır, O'na
güvendim;
O'na yöneliyorum."
Cenab-ı Hakk
Teâla Hazretleri, Âdem Aleyhisselâm'dan itibaren Resûl-ü Ekrem Aleyhisselâm
Hazretleri’nin zaman-ı saadetlerine kadar insanları başı boş, delilsiz
bırakmamıştır. Nitekim enbiya ve mürselîn-i kirâm göndermiştir. Ve halkı, Hakk
yoluna davet ve irşad ile onları memur kılmıştır. En son hatem-ül enbiya-i
ve'l mürselîn ve cümle enbiyaların sertacı Hz. Muhammed Mustafa sallallâhü
aleyhi ve sellem Hazretlerini cümle mahlûkat ve mevcûdata resul ve nebî olarak
gönderdi ve O’nun risalette; esteîzübillah, "Ve mâ erselnâke...2"
ayet-i kerîmesi'nin muktezası üzere rahmet kıldı. Resûl-ü Ekrem Aleyhisselâm
Hazretleri'nin dar-ı dünya'dan dar-ı beka'ya rıhlet ve intikalinden sonra da,
Cenab-ı Hakk O’nun sevgili ümmetini boş bırakmadı. Evliya-i kirâm ve
mürşidîn-i izam hazerâtını ihsan ederek, her bir asrın içinde 124.000
evliya-i kirâm ve 313 mürselîn-i kirâm Makâmına kaim olan mürşidîn-i izâm
hazerâtını eksik etmedi. Zaten Cenab-ı Hakk Teâla Hazretleri (tarafından)
bu ihsan ve bu nizam ve intizam, Yevmü’l-ahd vel-misâk'da3 tertip ve
tekmil edilmiş bir mevhibe-i ilâhiyye'dir. Cenab-ı Hakk, Yevmü’l-ahd
vel-misâk'da ve “Elestü bi-Rabbiküm” hitap gününde 124.000 enbiya ve
mürselîn-i kirâm hazerâtına, herkese mahsus olan şeref ve fazileti gösterdikten
sonra, mürselin-i kirâm hazerâtına kavim ve ümmeti tefrik ederek gösterdi. Mesela,
Hz. Musa'ya Benî İsrail kavmi, Hz. İsa Aleyhisselâm'a kendi ümmeti, velhasıl
hangi kavme meb'ûs olacak (gönderilmiş) ise ve kaç kişiye Resul olacak
ise gösterdi. Bu suretle Resûl-ü Ekrem Aleyhisselâm hazretlerine de gösterdi.
İla yevm-il kıyam (kıyamet gününe kadar), sonraki asırlarda ümmet-i Muhammed'i
irşad ve hidayet etmek için Resulullah Aleyhisselam'ın havas ümmetinden
mürşidîn-i kirâm'ı tayin ve tahsis buyurdu. Ve her mürşide, kaç kişiyi davet ve
irşadla memur olunduğunu bildirdi. Bu suretle ahd u misak'ı alındı. Sonra
mürşidler, Resûl-ü Ekrem Aleyhisselâm'ın huzurunda da, huzûrullah'ta
ahdettikleri gibi, ahd u misak alarak, kendilerine gösterildiği miktarda
ümmet-i Muhammed'i irşad edeceklerine dair vadettiler. Bu muahedeyi mürşidîn-i
kirâm, Resûl-ü Ekrem Aleyhisselam Hazretleri dar-ı dünya'ya teşrif edinceye kadar,
otuzüç kere, tekrar tekrar tecdid-i ahd olmak üzere arzettiler. Cenab-ı Hakk
Teâla Hazretleri, Yevmü’l-ahd vel-misâk'da bilcümle mahlûkatın şeûnâtı, yani
her mahlukun üzerine gelecek macerayı tesbit ve takdir buyurdu ve bilhassa
insan ve benî beşer'e verilecek olan fazilet ve kerameti takdir etti. Ve cümle
mevcudâtın yaratılmasındaki hikmet ve gayeyi orada ikmal etti. Ve herkesin
mukadder olan nasibini de ayırdı. Kaza ve kader-i ilâhiyye hususunda, kalem,
orada ne lazım ise yazdı. Sekiz cennetin ve yedi cehennemin tecelliyâtı da
orada zuhur etti. Mürselîn-i kirâm hazerâtının bi'set (gönderiliş) ve
risalet ve kendi ümmetleri hakkında ne kadar hizmet lazım ise gösterildi. Ve
ila yevm-il kıyam ümmet-i Muhammed'i tarîk-ı Hakk'a irşad ve hidayet edecek
olan kendi itbâlarını ve onların hakkında yapılacak muamelat ve vezâif-i
mukaddese gösterildi. Bunun gibi, bilcümle mensûbîn, müridân, itbâ ve mürşidîn
olan zümreye de mürşidîn-i kirâm'a karşı yapılması lazım gelen usûl ve adâb ve
itbâ ve teslimiyetin derecesini gösterdi ve bildirdi. Ve ahd ü misak'ı alındı.
Binaenaleyh, darü't -teklif olan alem-i dünya'da, o Yevmü’l-ahd vel-misâk'da
gösterilmiş ve çizilmiş olan hatt-ı harekete göre amel edilmesi lazımdır.
Aralarında muhalefet olduğu takdirde, maksat ve netice hasıl olmaz. Yapılan
amel ve işlenen ibadet, zahir itibariyle ne kadar yüksek ve mukaddes olsa da
hakikat itibariyle, makbul ve maksâd-ı ilâhiyyeye vasıl olmaya vesile olamaz.
Şu halde mürşid olsun, mürid olsun, salik olsun ve hatta avâm-ı nâs olsun, o
âlem-i zerre'de mesbûk (geçmiş) olan ahd u misak'ına göre çalışması lazımdır O
suretle çalışmayıp, kendi bildiğine gidecek olursa hakîkatü'l-vüsûl'e ermek
için imkan yoktur. İşte bunun için, o ahd ü misak'ın hakikatini idrak eden bir
mürşid-i kamil'e intisap ve müridlerine (onun) emirlerine harfiyen
riayet, itaat lazımdır. Başka türlü hakiki hidayet hasıl olmaz. Fakat olabilir
ki, Cenab-ı Hakk Teâla Hazretleri'nin fevkalade inayetine nail olup, meczûb (kendinden
geçmiş) olarak vâsıl olur. Bu da ancak yüzbinde bir nisbette vakî olabilir.
Bir kimse mesela, o Yevmü’l-ahd vel-misâk'da olan ahdi unutup, hiç hatırına
gelmez bir hale gelirse tabiidir ki, o günkü ahde göre hareket edemez. Ta ki
mürşid-i kamil'in emri üzere, a'dây-ı erbaa'ya (dört düşmana) karşı
mücahede ederek, o Makâma vasıl oluncaya kadar mücahedeye girdiği zaman son
zafer ve galibiyetine kadar, cephe-i harpten firar etmeden sebat etmesi
lazımdır. Böyle sabır ve sebat ederek fatih-i hakîkî olmayan kimse, o
Yevmü’l-ahd vel-misâk'daki ahdine vakıf olamaz. Resûl-ü Ekrem Aleyhisselâm
Hazretleri'nin ahlâkiyle mütehallik ve ahlâk-ı Resûlullah'a varis olmayan bir
kimse, Yevmü’l-ahd vel-misâk'daki ahde vakıf olmaz. Bu ahlâk dahi, nefs-i
emmare ve a'dâ-yı erbaa'ya karşı cihad ilan ederek, mürşid-i kamil'in emir ve
programı üzerine mütareke etmeden ve cepheden firar etmeden devam ederek,
zafer-i katiyyeye vasıl olmadıkça ahlâk-ı hamîde'ye varis olamaz. Cenab-ı Hakk,
İzz ü Celle ve Resûl-u Ekrem Aleyhisselam’ın kendisine emanet etmiş olduğu itbâ
ve müridânını bilmeyen ye onları görmeyen ye onları görecek olan basîret gözü
kör olan kimse ve o itbâlar kaç kişidir ve herkesin dert ve hastalığı nedir ve
ne suretle onları irşad etmek lazım geleceğini bilmeyen bir kimse Yevmü’l-ahd
vel-misâk'daki uhûdun (ahidlerin) muktezâsı ile hareket edebilir mi?
Estaizûbillah, "...Ricalun sadakû ma âhedullâhe aleyh. (...Allah'a
verdiği sözü yerine getirenler vardır...") (33:23) ayet-i kerimesi'nin
sırrına mazhar olmayan ve zamanın fetret ve zulmetine katılıp gafilane ömür
geçiren kimse, o günkü ahdden haberdar olur mu? Hayfür-rical denilen küşûfât ve
keramete nail olmak âmâliyle (emel ve arzusuyla) uğraşan ve çalışan
kimseler, o Yevmü’l-ahd'in hakâyıkına vakıf olamazlar. Velhasıl Cenab-ı Hakk
Teâla Hazretleri'nin mutlak inayeti ile meczuplardan olup, yahut mürşid-i
kamilin taht-ı terbiyesinde son muzafferiyet ve hakîkî fütühâta_kadar
mücahedeye devam etmedikçe, mürşid-i kâmil olmak imkân haricindedir.
Asr-ı
Saadetten itibaren bu asra kadar, mürşidîn-i kirâm kendi itbâ ve müridânlarını,
o Yevm-ül-ahd vel-misak'da vaki olan uhûde tatbik edilmek suretiyle mücahedeye
sevk ederek hakîkatü’l-vusûle ve hakikî saadete eriştirdiler.Usûl ve adâb üzere
sa'y-u gayret ile nail-i merâm oldular. Lakin, zamanımızda birtakım mukallid mürşid tâifesi zuhûr
etti. Makâm-ı irşâddan bî-haber ve uzak oldukları halde mürşidlik davasında
bulundular ve başlarına müridân toplayıp güya irşad ve tarikat intişar etmeğe
başladılar. Hatta Makâm-ı Kutbaniyyet'te olduklarını ve bu makâm kendilerine,
Makâmdan tevcih edilmiş olduğuna hükmederek itbâ ve müridânlarının kendilerine,
mürşid ve kutup demelerine razı oldular. Halbuki
Makâm-ı Kutbanîyet, ancak Resûl-ü Ekrem Hazretleri'nin emirleriyle olur. O’nu tevcih etmek, Seyyid-i Kâinat Aleyhis-selâm'a
mahsustur. Böyle kimselerin davacısının, huzûr-u mahşer'de Resul Aleyhisselâm
olacağı şüphesizdir. Kendisi, ehli olmadığı halde "Ben halkı irşad
edeceğim" diye uğraşanlardan ümmet-i Muhammed ziyan görürler, faide
görmezler. Ümmet-i Muhammed-i yoldan çıkarmak, Resul Aleyhisselâm'ı
gücendirecek bir ameldir. Ehli olmayan kimselerden irşad ve hidayet
hasıl olması, güneşin mağrip (batı) tarafından çıkıp tövbe kapısı kapandıktan
sonra olacak rahmet ve hidayete benzer. Tövbe kapısı kapandıktan sonra rahmet
ve hidayet olmayacağı gibi, mukallid mürşidlerden de hidayet hasıl olmaz. Böyle
kimselerden hasıl olacak faide; gayet sıcak bir mevsimde, giderken uzaktan bir
parlaklık (serap) gören yolcunun haline benzer. Su zannederek sevinir,
fakat yanına vardığında bir şey bulamaz. Seraptan fayda olmadığı gibi, böyle
mürşidin irşadından da faide yoktur. O mürşid-i kâzip, (yalancı mürşid)
ümmet-i Muhammed'in hidayet yolunu kesen kuttau't-tarîktendir (yol
kesicidir). Kendi mürşid-i hakikîsine tesâdüf ve mülâkât ettiği takdirde
hidayete ve saâdete nâil olacak kimseyi alakoyarak hakikî saâdetten mahrum
kalmasına sebep olur. Böylece yol kesici olur. Resûl-u Ekrem Aleyhisselâm
Hazretleri buyurmuştur ki: "Benim ümmetimin içinden otuzüç deccal zuhur
edecektir." Bu mürşid-i kâzip ve mukallit mürşid de deccal olabilir.
Zira ol kimse, ümmet-i Muhammed'i yoldan çıkarıyor, hakîkât-i vusûlden men
ediyor. Bu mesele hakîkat itibariyle bir fitne ve fesat meselesi demektir.
İleride zikredileceği veçhile bir kimse mürşid-i kamil makâmına nail olmak için
tarikatın ıslahâtına muvafık surette bir mürşid-i kamil'in terbiye ve tedbiri
altında ahlâk-ı zemîme'den pak oluncaya kadar mücahede ederek fâtih-i hakîkî
olması gerekir. Kalbi, a'da-yı erbaa'nın (dört düşmanın) taarruzâtından
(saldırılarından) kurtarıp, mevâhib-i atâyâ'ya (Allah'ın ihsanına)
ve tecelliyât-ı ilâhiyyeye (ilahî lutfa) mazhar olmak lazımdır. Ekâbir Ricalullah
hazerâtından Mevlana Ebu'l-Hasen Şazelî hazretleri, kendi müridânından
birisinin "Üstazım Ebu'l -Hasen kutubtur" dediğini işitmiş. Şazelî Hazretleri o
müridi huzura çağırmış ve "Oğlum ben kutup değilim ve kutbaniyyet
makâmına da layık kimse değilim. Bir daha bana kutup demeyeceksin."
demiştir. Halbuki
Ebu'l-Hasen Şazelî esası itibarı ile kutup idi. Öyle olduğu halde kendisine
kutup denmesinden hoşnut olmayıp irşadtan, kutbaniyyet makamından haberi
olmayan kimseler, nasıl buna razı olur da kutbaniyet davasına cesaret ederler.
"Makâmü'l-İrşad"
ve "Makâmü'l-Kutbaniyye", bu iki makâma vasıl olmak için 313 enbiyâ-i
mürselin-i kirâm hazerâtına nübüvvet ve risaletin ihsan edilmesine esas ve
vesile olan ahlâk-ı hamîdeye malik olmak lazımdır. Eğer ahlâk-ı hamîdeden
birisi noksan olursa, ol kimse mürşid ve kutup olamaz. Resûl-ü Ekrem
Aleyhisselâm'ın; "İnnemâ buistü li-ütemmime mekârime'l –ahlâk4"
hadîs-i şerîfi ile yad buyurmuş olduğu ahlâk-ı hamîdeden birisi noksan olmamak
şartıyla kâffesine varis olmak şart-ı azam(en büyük şart)dır. Bu ahlâk-ı
hamîdeye malik olmayan, mesela bir hulûk (ahlâk) veyahut iki noksanı
olan bir kimse mürşid olamaz. Fakat mürşide vekil ve muavin olabilir. İcâb-ı
maslahat mürşid-i kamil'in emirlerini tebliğ ile memur olabilir. Cenab-ı Hakk
Teâla Hazretleri (tarafından), asırlarında resul ve meb'ûs mevcut olduğu
halde, müblağ ve muavin olarak gönderilen mürselîn-i kirâm vardır. Nitekim Musa
Aleyhisselâm'a nâzil olan Tevrat-ı Şerifin ahkâmını tebliğ ile memur olan
mürselîn-i kirâm gibi itbâ ve müridânın ahvâl ve etvârın icabı olarak mürşid-i
kamil de muavin ve müblağ tayin edilebilir. Fakat o müblağ olan zat mürşid-i
kamil'in emirinin hilafında bir söz söyleyemez. Eğer söyleyecek olursa derhal
tarîkattan ve o Makâmdan azlolunur. Mürşid-i Kâmilin kendisine göstermiş
olduğu hatt-ı hareketten asla çıkamaz ve kendiliğinden bir şey
karıştıramaz. Makâmü'l-İrşad için meşrut kılan (şart olan) üçyüz onüç
nebî ve Resûl'ün ahlâkına vasıl oluncaya kadar ve onlara tam manâsıyla varis
oluncaya kadar, mücahede meydanında manevî düşmanlarla uğraşıp
muzafferiyyet-i tamme (tam bir zafer) kazanan ve fatih-i hakikî olan
kimse estaizübillah, "Ve zekkirhüm bi-eyyâmillah...”5 ayet-i
celîlesinde mezkur olan, eyyâmillah'ta vaki olan hakâyık ve
şeûnat-ı ilahiyyeye vakıf olur. Bütün alemde ve bilhassa alemü’l-ahd
vel-misak'da vaki olan, gerek kendi nefsi hakkında ve gerekse başkalarının
hakkında olan maceranın kaffesine vakıf olur. Ve Cenab-ı Hakk Teâla Hazretleri
ile Resûl-ü Ekrem Hazretlerine karşı nasıl ve ne suretle muahedede bulunduğunu
hatırlar. Eğer ol kimse mürşid ise. kendisine emaneten verilen itbâ ve
müridânın kimler olduğunu ve ne kadar olduklarını ve o müridân hakkında
yapılması lazım gelen manevî hizmetlerin hakikatını ve müridânın derece-i
istidadını ve ne suretle onları hakîkatü’l vüsûle eriştireceğini bilir. Yüz
yirmidört bin enbiya ve mürselîn-i kirâmı ve onların Makâm ve meşreblerinde
bulunan evliyâ-i kirâm ve mürşidîn-i izâmı da bilir. Mürşidin-i kirâm'ın itbâ
ve müridânını da bilir. Her mürşid, kaç kişinin irşadı ile memur olduğunu da
bilir. Velhasıl bilmediği, anlamadığı bir hakîkat kalmaz. Bilcümle mürşidîn-i
kirâm, Yevmü’l-ahd vel-misâk'da mes'ûl olduğu ahdine göre hareket etmesi icap
ettiğinden bu meseleye son derece ehemmiyet verirler. Zira o günkü ahdin
hilafına hareket ettiği takdirde maksâd-ı aslî olan hakiki saadet ve
hidayetten mahrum kalmak muhakkaktır. Ve buna ehemmiyet vermeyip hilafına
hareket eden mürşidler, mes'ûliyete duçar olurlar. (Hafazanallah). Saadat-ı
kirâm'dan Mevlâna Abdulhâlık-ul Gücduvânî, kaddesallahu sırrehu'l-a'lâ hazretleri
buyurmuştur ki: "Yol
kesici olan, yani Makâm-ı irşadtan habersiz olduğu halde mürşidlik namı taşıyıp
ümmet-i Muhammed’i kendi mürşidlerine kavuşmaktan alıkoyan kimseler bizden
değildir. Rûz-ı mahşerde biz ondan davacıyız". Gücduvanî
Hazretleri’nin bu kelamından anlaşılıyor ki mürşid olmadığı halde "Ben mürşidim"
diye uğraşan kimse rûz-ı mahşerde bilcümle mürşidîn-i kirâm ile mahkeme olacak
ve mürşidler ondan davacı olacaklardır.
Binaenaleyh bu
makâma dava edecek kimse (yani mürşid olduğunu iddia eden bir kimse),
evvela mürşid ne demektir ve mürşid ne vakit olabilir ve Makâm-ı irşad kimin
tarafından tevcih olunur, bilmeli ve anlamalıdır. Bir kimseyi iğfal etmek,
üçbin müslümanın malllarını gasbedip, canlarına kıymaktan ve onları katletmekten
indallah mes'ûliyetçe daha büyüktür. Demek ki mürşid olmadığı halde bir kimseyi
irşad edeceğim diye, uğraşmak ve o kimseyi hakikî saadete eriştiren, kendi
hakîkî mürşidinden çevirip ona birtakım vezaif_gösterip neticesiz işleri ile
uğraştırmak insanların geçeceği bir yola çıkıp üç bin ehl-i imanı soyup
katletmekten daha günah ve mes’ûliyyet itibariyle büyüktür. Zira bu, hayat-ı
hakîkiyye'yi mahvetmek meselesidir. (El -İyâzübillah)
Zamanımızda bulunan ehl-i tarikat, ekseriyet itibarıyle evhâm ve hayâlâta
kapılıp güya büyük Makâm kendilerine hasıl olmuş gibi mağrur kalmaktadırlar.
Buna temsil olarak, bir macerayı nakletmeği münasip ve muvafık maslahat
gördüm. Bir zaman İstanbul'da bir kimseye tesadüf ettim. Musahabe ve mükâleme
esnasında ol kimse dedi ki: "-Ben elhamdülillah-i Teâla, kalbden başlayıp eltâf-ı
hamse ile Allah'ı zikrediyorum. Kalp, Sır, Sırru's-Sır, Ahfa, Ahfü'l -Ahfa
zakir oldu. Ve bu esrâr üzere zikrediyorum."
Ben, ol
kimsenin evhâm ve hayâlâta kapılıp, vasıl olmayan bir kimseye güvendiğini
anladım. Kendisine nasîhat etmek istedim. Eltâf-ı hamse'de Zikrullah yerleştiği
itîkat ve kanaatinde olduğunu anladım. Ben dedim ki:
-"Bana bir az müsaade et, sana anlatayım. Bir kimsenin kalbinin
hakîkaten zakir olması için yedi şart vardır" deyip şartları birer birer söyledim. Ve dedim ki:
"-İyice düşünmelisin. Bu şerait sende var mıdır? Tekmil olmuş
mudur?" Asıl ve esası olmayan evhâm ve hayâlâta kapılmış olduğunu kendisine
sarâhaten (açık seçik) söyledim. "Sen mağdur oluyorsun.
Olmadığı halde bir şey kalbinde var zannediyorsun." dedim. Lakin bir
türlü inandıramadım. Kendi bildiklerinden ve hayallerinden vazgeçiremedim.
Artık ol kimse, tabîb-i hâzık tarafından tedaviye muhtaç bir halde idi. Ol
kimse ve onun gibi olanlar, bir taraftan miskindirler ve diğer taraftan onlara,
ruha hayat hasıl olacak tedbir elinde olan bir mürşid-i kamil'in taht-ı nezâret
ve terbiyesine düşmediklerinden ve kendilerini hakikî saadete hidayet etmekten
aciz olan bir mukallit ve mürşid-i kâzibin esareti altına düşmüş olduklarından
"esirler" demek lazımdır.
Esrâr ve eltâf-ı hamse zâkir olmak için lazım olan şurût (şartlar) ve
alâmetler şunlardır:
Kalb zâkir olmak için; Kalbin ahlâk-ı zemîme denilen kötü huylardan tamamen pak olması
lazımdır. Çünkü ahlâk-ı zemîme ile dolu ve mülevves olan kalbine zikrullah
yerleşmez. O kalb, aslen makarr-ı ulûhiyyet olamaz. A'dâ-yı erbaa'nın
tasallutunda ve taht-ı tasarrufunda bulunan bir kalb, zikrullaha mazhar olamaz.
Kalb, bütün diğer azalara hakim olan padişahtır. Bu padişah ıslah olmadıkça
raiyyet (halk) ıslah olmaz. Raiyyeti ıslah etmeğe iktidarı olmayan bir
kalb, nasıl huzûrullahı muhafaza edecektir? Şu halde o ahlâk-ı zemîmeden pâk
olmadıkça, kalbe arız olan halâvet ve zikrullah bir hayalden ve evhâmdan
ibarettir. Bir kimsenin kalbi zakir olursa, yanında oturan bir kimsenin aynen
dili ile söylediği gibi zikrullahı işitilir. Eb-i manevi ve mürebbi-i
hakikî (manevî baba ve hakikî terbiyeci) olan zatın tertip ve
tedbiri altında mücahede ederek, hiç bir lahza muhalefet etmeden, kendisine
gösterdiği vezaifine dikkat ederek mücahedeyi sonuna getirebiliyorsa ol zaman
kalb zakir olur. Sonra zakir olan, gerek mahsus olan ve gerekse makul olan ve
yani hissi ve aklî, şehevât ve arzuların kaffesinden pâk olmalı. Eğer cüz'î
miktarda bir şeyi arzu etmek ve bir şeyin sevgisine mahkum olmak, ol kimsede bulunursa,
ol kimse hakikî mücahit ve zakir olmaz. Bir de kalb zakir olursa bir cümle
mahlûkatın tesbihâtına ve takdisâtına ve her mevsime göre değişmekte olan şu
tesbihatın hakâyıkına ve_her bir mahlûkun_tesbihine vakıf olması gerekir. Bu
şerait ve alâmet kendisinde bulunmayan bir kimsenin kalbi zakir olmaz.
Sır zâkir olmak için; evvela ol kimse için bilcümle ayât-ı Kur'an’iyyede bulunan kelimelere en
aşağı üçer mana ve tefsir bilmek lazımdır. Velev ki ol kimse, hiç okumamış avâm
kısmından olsun; sır zakir oldu mu, mutlaka Kur'an-ı Kerîm'in her bir
kelimesine karşı üçer mana tefsir edebilir. Bilcümle mahlûkatın içinden cemadât
ve ruhsuz kısmından olanların da, namazın hakîkatına vakıf olması lazımdır. Ve
kendi hamelâtü'l-Kur'an da denilen efrad-ı ümmet'ten olması lazımdır.
Hamelâtü'l Kur'an, Kur'an-ı Azîmüşşân'da mezkur olan 800 adet menhiyyatdan
tamamen uzak ve pâk olmak ve 500 memûriyye (emredilmiş) olan meseleleri
de işlemek, velhasıl a'mâl ve ahlâkı. Kur'an-ı Azîmuşşân’ın sırına mutabık
olmak demektir. Ol kimse yani sır zâkir olan kimse, kırkbir tarîkatın usul ve
adâb ve erkânı ile, o kırkbir tarikatın geldiği menabii (kaynağı) ve
silsile-i şerifelerini bilmesi lazımdır. Ve her bir tarikatın asırlarca,
zamanına göre vaki olan tebeddülât, usul ve füruğlarından vaki olan
değişikliklerin neden ibaret olduğunu bilmesi lazımdır.
Sırru's-Sır zakir olmak için : Sırru's-Sır zakir olan bir kimse, istediği zaman ve arzu ettiği lahza,
bilcümle meşâyih-i kirâm hazerâtının ervâh-ı mukaddeselerini davet eder ve
onlarla görüşür. Bu kadar kuvve-i kudsiyyenin ol kimsede bulunması lazımdır.
Maşrık (doğu) ve mağrib (batı) arasında ne kadar ehl-i kubûr var
ise, kaffesini bilmek ve onların ahvâl-i berzâhiyyeleri'ne ıttıla etmek (bilmek)
lazımdır. Nimette olanlar, hangi amel ile ona mazhar oldular? Azab ve intikamda
bulunanlar dahi, hangi hareket üzere muahaze ediliyor (azarlanıyorlar)?
Nimet ve intikamları, dereceleri ile beraber bilmek lazımdır.
Aynuşşerîat-i ûla ki, müçtehidîn-i kirâm hazerâtının ulûmu ahz buyurdukları (ilim
aldıkları) Makâmdır. O Makâmdan ilim ahzetmeğe muktedir ve selahiyâttar olmak
dahi lazımdır.
Ahfa zakir olmak için şart: Ahfa denilen Makâm ve eltâfa zikir yerleşmiş kimsenin, istediği zaman
Hazret-i Resûl-u Ekrem Aleyhisselâm ile sohbet ve mülakat etmeğe muktedir ve
selahiyetli olması lazımdır. Enbiya ve mürselîn-i kirâm hazerâtına nazil olan
vahyullahı, makâmında olmak üzere Hakk Teâla tarafından nida ve hatif kendisine
gelmesi lazımdır. Hiç olmazsa günde beş kere hatif-i Rabbaniyye'ye mahzar
olması lazımdır, Feyzu’l-Akdes denilen Makâmdan ulûm ve hikmetleri almak için
muktedir olması lazımdır. Aynuşşerîatü'l-ûla'nın hakâyıkına vakıf olup oradan
kelam ve söz söylemeğe mezun olması lazımdır. Melaike-i kirâm hazerâtı ile
sohbet ve_ülfet etmesi ve onlarla tam bir münasebette bulunması lazımdır. Bütün
enfası ve ......(*Burada bir kelime okunamamıştır)...... hak
ve hukukun zerre miktarını kaybetmeden vezâif-i ubûdiyyetini ikmal etmesi
lazımdır.
Ahfu'l-Ahfâ : Bir kimsenin Ahfu'l-Ahfâ
makâmına zikrullah yerleşirse; ol kimse, daimî surette bila-hicab (perdesiz)
Resûl-u Ekrem Aleyhisselâm Hazretleri ile içtima ve huzurunda bulunması, bir
lahza olsun Resûl-u Ekrem Aleyhisselâm ile aralarında hicab olmaması şarttır.
Levhu'1-Mahfûzü'l-Ekber'de (Allah tarafından takdir ediken şeylerin yazılı
bulunduğu manevî levhada) yazılı olan bilcümle hakâyık ve ahkâmın (emirler,
hükümlerin) kaffesine (tümüne) vukûf ve itlâ (bilmesi)
lazımdır. Elinin avucunda olan bir hardal tanesi gibi levh-i mahfuzun kendisine
açık olması lazımdır. Keramât-ı kalbiyye ve keramât-ı ilmiyye ve keramât-ı
kevniyyeden zahid olması lazımdır.
İşte burada
zikrolunan şerait ve evsafı olmayan bir kimsede eltaf-ı hamse zakir olmaz; bir
hayal ve evhamdan ibaret olur.
Bunlara malik
olmayan bir kimse, "Ben kalb ile zikrediyorum" diyerek uğraşmaktansa,
lisanen Allah'ı zikretmesi kendisi için hayırlı olur. Bir mürşid-i kâzib ve
mukallid (yalancı ve sahte bir mürşid) tarafından zikr-i kalbî izni
verilen bir kimse, evhâm ve hayâlâta kapılıp ileri gidecek olursa, "Da'-ül
ufal" denilen hastalığa dûçar olur. Bütün dünyanın hekim ve doktorları
uğraşsalar, ol kimseye deva ve şifa hasıl olmasının imkanı yoktur. Zamanımızda
böyle kendisinde bulunmayan ve hakîkat olmayan şeylere inanıp vehim, hayal ve
hakikat sanıp uğraşanlar pek çoktur. Ehliyet ve liyakat sahibi bir kimse,
mukallit mürşidlerin yed-i emanetine düşerse, ne kadar uğraşıp çalışsa gece
gündüz ibadet ve taat ile vakit geçirse de, bir menfaat ve uhrevî faide hasıl
olmaz; bilakis zarar görür. Ümmet-i Muhammed'in yüksek tabakasından olmak için
ahd ve misak alınan bir kimse de olsa en edna (alçak) derecede olmağa
sebep olur. Ve hatta bütün ümmet-i Muhammed'in zümresinden de ayrılmağa sebep
olur. (El -İyâzü Billah)
Cenab-ı Hakk
Teâla Hazretleri, Kur'an-ı Kerîm'de buyurmuştur ki: (İnnallahe ye'mürukün en
tüeddü'l-emanati ila ehliha.6 (sadakallahü'l-azîm) Burada
zikrolunan emânâtın içine, mürşid ile mürid arasında olan emânât-ı mukaddese de
dahildir. Emaneti yerine koymak, Allah'ın emridir. Kendi emanet sahibi olup
olmadığını ve Yevmü’l-ahdde mansab-ı irşâd ve Makâm-ı hidayetle memur
olduğunu bilmediği halde, irşadla meşgul olmak, bitmediği ve akıl erdiremediği
şeylerle başkalarını uğraştırmak, emanete hıyanet demektir. Rûz-ı mahşerde ol
kimse hain zümresi ile birlikte olur. İleride zikredileceği surette, Cenab-ı
Hakk'ın, bu Ümmet-i Muhammed'in hidayetine memur kılmış olduğu mürşidîn-i
kirâm, kıyamete kadar eksik olmazlar. Ve irşadla memur olan hangi nebî ve
mürselînin meşreb ve kademesinde ise, ol Resul’ün ümmet ve kavmi adedince,
ümmet-i Muhammed'in irşadı ile memur olur. Mesela bir mürşid-i kamil, Musa
Aleyhisselâm Hazretleri’nin meşrebinde ise, Musa Aleyhisselâm ne kadar ümmete
Resul ise, o kadar itbâ ve müridânın ıslahına ve dünya ve ahiret saadetlerine
onları isal etmekle (ulaştırmakla) memur olur. Onların kaffesine,
kendilerinin nasiplerini vermek lazım olur. Ve kendi itbâlarından bir kişiyi
unutması ve tanımaması kabil değildir. Tarîkat-ı Aliyye-i Nakşıbendiyye'de
mezun olan mürşidîn-i kirâm hazerâtının adedi altıbin Ricalullahtır. Sıddîk-i
Ekber Raziyallahu Anh Hazretlerinden başlayıp kıyâmete kadar, Makâm-ı irşad'a
nail olacak ve Resûl-ü Ekrem Aleyhisselâm Hazretleri’nin izin ve müsaadelerine
mazhar olacak olan Sâdât-ı Nakşibendiyye’lerin adedi altı bindir. Bundan ziyade
(fazla) ve eksik değildir. Bu Ricalullah hazerâtına_inâbe (=Hak yoluna
girme) ve telkin, Resûl-u Ekrem Aleyhisselâm tarafından tevcih edilmiştir.
Aralarındaki vasıta ancak Sıddîk-ı Ekber Raziyallahu Anh Hazretleridir. Ve
inabenin ahzedildiği Makâm da Gâr-ı Sevr denilen, hicret esnasında üç kere
Resulü Ekrem Hazretleri ile Sıddîk-ı Ekber'in gizlendikleri mağaradır. O
Makâm-ı mübarekede Resulü Ekrem Aleyhisselâm, kendilerine itbâ ve müridânlarını
unutmamaları için tekrar tekrar tavsiyede bulunmuştur. Mürşidler de buna
ahdetmişlerdir.
Cümle ihvanlarıma vasiyyetim ve emanetim budur ki; asıl ve esas olmayan evhâm
ve hayâlâta kapılıp hakîkat olmayan bir şeyi doğru ve esaslı sanıp aramızdaki
rabıta ve muhabbetimize halel getirecek bir yola gitmeyiniz! Mürşid kimdir ?
Kutup kimdir ? Zakir kimdir ? Artık anlaşıldı. Bu Makâmatın ne kadar yüksek
Makâmat olduklarını ve ne suretle husûlünün mümkün olacağı bu menâkıbtan
anlaşılıyor.
Böyle bir meseleye maruz kaldığınız zaman bu mizanla tartar ve tahkîk
edersiniz; doğru ise istifade etmek kabildir, değilse öyle kimselerden
uzaklaşmak daha hayırlıdır. Zira onlara uyarsanız tehlike hazırdır. Maazallah.
Cenab-ı Hakk asıl vatan ve asıl fazilet ve şeref olan hisse ve nasiplerimize
nail olmak için vesile olan esbabına muvaffakiyyeti cümlemize ihsan buyursun.
Amîn.
Bir kimse, ahlâk-ı hamîdeye (güzel ahlâka) tamamen malik olursa ve
enbiya-ı izam ve mürselîn-i kirâm hazerâtına ihsan olunan ahlâk-ı haseneye
varis olursa; ol kimsenin irşad ve hidayetten nasibi olmayan hiç bir şey kalmaz
ve yani cemadât ve nebatât ve cemi-i eczây-i mevcûdata da (canlı cansız
bütün yaratılanlara) o Zat’tan şeref ve fazilet hasıl olur. Usûl ve
adâb üzere, müridânı hidayet ve irşad etmek vazifesinden maada, bilcümle
ümmet-i Muhammed'in selamet ve saadetine de ayrıca hizmet ve dua eder.
Silsile-i Tarîkat-ı Aliyye'de mezkûr olan zevat ile, adetleri altı bine baliğ
olan (ulaşan) zevat-ı kirâm bilcümle enbiya ve mürselîn hazerâtının yani
Resûl-u Ekrem Hazretleri’nin varisleridir. Eğer bu mürşidler, bir kimsenin
hakkında ehl-i salah olduğuna dair şehadet ederlerse, ol kimse için yüz
yirmidört bin enbiya şahit olur. Zira kendilerine varis olan kimse şehadet
etmiş olduğundan aynı suretle onlar da şahit olurlar. Cenab-ı Erhamerrahimîn,
Zü'1-Celali ve'l-İkram Hazretleri bu zevat-ı kirâm ile birlikte rûz-ı mahşerde,
haşr ve cem olunmayı (toplanmayı) cümlemize nasip eylesin.
Amîn.
--------------------------------
1 "Ve ma tevfîkî illa billah aleyhi tevekkeltü ve ileyhi ünîb " :
Ayet-i Kerime.
Hûd suresi (11:88). Meali: "...Başarım ancak Allah'tandır, O'na
güvendim; O'na yöneliyorum."
2 "Ve mâ erselnâke illa rahmeten li'l-alemîn" : Ayet-i Kerime. Enbiya Suresi(21:107) : Meali:"Ey Muhammed, Biz
seni ancak alemlere rahmet olarak gönderdik."
3 "Yevmü’l-ahd vel-misâk" ve "Elestü
bi-Rabbiküm" hakkında bakınız: A'raf Suresi (7: 172).
4 Kuzâi, Müsnedü'ş -Şihâb, Beyrut 1986, 11, 192. Hadis-i Şerif Manası:
"Şüphesiz ben, güzel ahlâk'ı tamamlamak için gönderildim."
5 İbrahim Sûresi (14: 5) . Meali: "...Allah'ın günlerini onlara
hatırlat..."
6 Nisa Süresi (4:58) : Meali: "Şüphesiz Allah si-ze, emanetleri
ehline teslim etmenizi emreder."
Cilt-1,
Sh:23-39
Mürşidler dört kısımdır: Mürşid-i teberrük, mürşid-i tezkîye, mürşid-i tasfiye ve mürşid-i
terbiye.
Makâm ve mertebeleri, ulvîyyet ve kudsiyyeleri,
zikrolunduğu tertipdedir. En iptidâ (başlangıç) makâmda olan, mürşid-i teberrük’dür.
Mürşid-i teberrük
olan zâtta
bulunması lâzım gelen evsâf ve şerâitdendir ki; evvelâ o zât kendi mürebbî ve
mürşidi tarafından beş bin lafza-i celâl’i ve beş bin de salavât-ı şerîfeyi
telkîn ve tavsîfe me’zûn (ders
vermeğe yetkili) bulunmalıdır. Bilcümle mahlûkâtın tesbihâtına
vâkıf olması lâzımdır. Ehl-i kubûrun hakîkatına - hayal ve evhâm olmayıp,
doğrudan doğruya - hallerine vâkıf olması gerekir. Onların üzerinde bulunan
saâdet veya azabın, hangi amellerden mütevellit (doğmuş) olduğunu bilmesi lâzımdır. Azabın
hangi cürüm ve günahın neticesi olduğunu bilmelidir. Bütün kâinatta her türlü
vak’alardan ve renklerden, vahdâniyyet-i ilâhiyyeye (Allah'ın birliğine)
burhân ve delâili anlaması gerekir. Cümle mahlûkâtın esâmilerini (isimlerini) bilmesi dahi
lâzımdır. Etbâ ve müridânın üzerine, meşâyıh-i kirâm hazerâtının cezbe ve
nazarlarını, celbe (çekmeğe)
iktidar ve selâhiyetli (yetkili)
olması lâzımdır. Cihet-i istikâmeti mükemmel olmalıdır. Müridân ve etbâlarını,
makâm-ı tezkiye ve tasfiyeye irsâle (çıkarmağa) muktedir olmalıdır. Yirmi dört saat içinde,
yirmi dört bin lafza-i celâl ve beş bin salavât-ı şerîfe'yi ifâya ve bunlara
müdâvim olması lâzımdır.
Mürşid-i tezkiye olan zâtta bulunması lâzım gelen evsâf ve
şerâit, mezâhib-i erbea’nın (dört
mezhebin) azimet kısmına muhâlif olan efâl (işler) ve a’mâl (ameller) ve harekâtından
mahfuz (korunmuş)
olması gerekir. Kendi etbâ ve müridânına yirmi dört bin lafza-i celâl ve beş
bin salavât-ı şerîfe’yi telkîne me’zûn olması gerekir. Bilcümle Saâdât-ı Nakşibendiyye’yi
(Nakşibendî silsilesindeki
büyüklen) istediği zaman davete selâhiyeti olması lâzımdır.
Asrında mevcut yirmi dört bin evliyây-ı kirâm hazerâtını bilmesi dahi gerekir.
Mürşidin hangi resûl ve nebî'nin makâmında olduğunu bilmesi gerekir. Kendi
müridânının üzerine olan ahvâle vâkıf ve ârif olması (bilmesi) lâzımdır. Kendi
etbâ ve müridânını a’dâ-i erbea’nın (dört düşmanın) mekrinden (hilelerinden) muhâfazaya dahi muktedir olması
lâzımdır. Müridân ve etbânın kalb- lerinden evhâm ve hayâlât ve fütûru (zayıflık, ümitsizlik) dahi
ref ü defe (yok etmeğe)
selâhiyetli olması lâzımdır. Yirmi dört binden başlayıp yetmiş bine kadar zikre
mezun olması dahi lâzımdır. Sâhib-i tevfîk ve erbâbı için bu zikir, bir saatlik
vazifeden başka bir şey değildir; o kadar kolay ikmâl edilir.
Mürşid-i tasfiye olan zâtta dahi, evvelki iki mürşidde bulunması
gereken evsâfdan başka, evvelen âhirete ait umûrundan (hususlardan) zühd olması (kendini soyutlaması)
gerekir. Hatıra mâsivâullah (Allah’tan
başka şeyler) gelmemesi için, mürşid tarafından mükellef ve
muvazzaf olması lâzımdır. Bilcümle kâinât ve melekût kendisine fevt olmuş (kaybolmuş) olsa bile, bir
zerre kadar ona nazar ve iltifatı olmaması lâzımdır. Levh-ü Mahfuzda yazılı
bilcümle mukadderâta ittilâ etmesi (haberdar olması) lâzımdır. Etbâ ve müridânın üzerine,
Cezbe-i Hayy’ı celbe dahi selâhiyet sahibi olması gerekir. Sohbet ve içtimâi,
daima ekâbir evliyâullah ile olması lâzımdır. Müridânın her iki nefesi
arasındaki otuz dört bin sırr-ı hikmete de vâkıf olması lâzımdır. Kur’ân-ı
Kerîm’de mezkûr (geçen) beş yüz mâmûreyi (yapılması emredilen şeyleri),
tamamen ifâ (yerine getirmesi)
ve sekiz yüz cihet-i menhiyyeden (yapılmaması gereken şeylerden) uzak ve salim olması
lâzımdır. Gerek güneş ve gerekse ay ve yıldızlardan vahdâniyyet-i ilâhiyyeye
otuz üç kadar delil ve burhân çıkarması lâzımdır. Zamanın kutbunun ismini,
nesebini bilmesi lâzımdır. Bir saat zarfında yedi yüz bin adet zikr-i
ilâhiyyeye muvaffak olması lâzımdır ki, buna tayy-ı lisân derler.
Mürşid-i terbiye, mürşidin en yüksek mertebesidir. Bu zât,
müctehid-i mutlak mertebesine ermiş olacaktır. İlme’l-yakîn, ayne’l-yakîn,
hakka’l-yakîn ve bu mesâbiîn- den ulûm ve hakâikı anlaması ve idrak etmesi
lâzımdır. Beş adet irşâdın vücûhu kendisinde bulunması lâzımdır. Vecd-i irşâd
ile müridi irşâda ale-l-ıtlak (mutlaka)
me’zûn olması lâzımdır. Vücûh-u irşâd; inâyetullah, inâyet-i Resûl, inâyet-i
meşâyıh ve mürşid ve inâyet-i melekü’l - mukînûn, âlât-ı irşâd; basîret,
ferâset, teveccüh ve keşf-i hakikî, mevkûfü’l -a’lâ ve “elestü
bi-rabbiküm" âleminin hakâyıkına vâkıf olması gerektir. Kendi etbâ ve
müridânının “elestü bi-rabbiküm" gününün hakâyık ve cerayânına vâkıf
olması lâzımdır. Kendi etbâı olmayanların dahi, derece-i iman ve ahd-ü misâkına
ittilâsı (bilgisi) olması
lâzımdır. Kur’ân-ı Azîmüşşân’ın Levh-ül Mahfûz’da bulunan hurûfun (harflerinin) ve âyâtın (âyetlerinin) ulûm ve
esrârına da vâkıf olması lâzımdır. Kaza ve mukadderât-ı ilâhiyyenin mübrem (kaçınılmaz) ve muallak (şartlı) olanını da
ayırması ve buna vâkıf olması lâzımdır. Kutbü’z -Zaman Hazretlerinin bilcümle
vezâifini de bilmesi lâzımdır. Bir müridin hâlet-i nez'isinde (can çekişme anında) yanına
gidip imdadına yetişmesi lâzımdır. Ve onu muâvenet-i hakikî ile ve imân-ı kâmil
üzere Hakk’a teslim etmesi lâzımdır. Hatta bir saat zarfında, yirmi dört bin
etbâ ve müridânı dünyadan intikâl edecek olsa bile, kâffesinin imdadına yetişme
kuvvet ve kudsiyyetine mâlik olması lâzımdır. Bilcümle Esma-i Hüsnâ’nın, ulûm
ve esrârına ve hakâyıkına vâkıf olması gerekir.
Bu zikredilenler haricinde mürşidlerde olması lâzım
gelen daha nice evsâf ve şerâit vardır. Fakat bu kadarını kâfi gördük. Cenâb-ı
Hakk bilcümle mürşidin ve mürebbînin nazar ve kuvvey-i zâtından cümlemizi, müs-
tefîd (faydalanmak)
ve müstefîz (feyizlenmek
nasip) buyursun. Âmin.
Cilt-1,
Sh: 40-43
BİRİNCİ KERÂMET : Cenâb-ı Hakk, kendisine müridân ve itbâını (tâbi
olanları) gösterip ve Resûl-ü Ekrem Aleyhisselâm dahi kendisine icap eden
vezâifini (görevlerini) gösterdiği lâhzadan itibaren, en sonundaki
vazifeye kadar bütün avâlimde (dünyalarda) kendisinden ahd ve inâbe
almış olan itbâların ve müridânın hakkında bir lâhza gafil olmayarak ve hiç bir
kimseye ait emanetten velevki cüz’î bir miktar olsun, noksan bırakmayıp ikmâle
muvaffak olmaktır. Âlem-i Ceberût’tan (Allah’a varmanın üçüncü basamağından)
itibaren mürid kaç âleme intikâl etti ise, o âlemde onun hakkında ne gibi irşâd
ve hidâyet vazifesini ikmâl edilmesi lâzım ise, bir lâhzanın hak ve hukukunu
zâyi etmeden ikmâle (kaybetmeden tamamlamağa) muvaffak, olmaktır.
Husûsiyle âlem-i dünyaya gelirken, vucûdüne ruhu nefh olunmazdan evvel, yine
vucûde yapılması lâzım olan hizmet vardır. Velhâsıl, bu suretle bütün âlemde,
bir âlemden diğer âleme intikal ederken ifâsı lâzım gelen hizmet ve muâvenet ve
irşâd vazifesinden, bir zerre miktarı olsun eksik olmadan ikmâline muvaffak
olmaktır. İtbâ ve müridânın hukukunu muhafaza ettiği gibi, Ceriâb-ı Hakk Teâlâ
Hazretleri’nin kendisine ait olan ve yani, o mürşidin şahsına ait olan
bilcümle vezâif-i ubûdiyyet (kulluk görevini) dahi tamamen ifâ ve
ikmâle muvaffak olmaktır.
İKİNCİ KERAMET : Cenâb-ı Hakk (tarafından), evliyâ ve
mürşidîn-i kirâm hazerâtına ihsân buyrulan yedi kuvvet vardır. Kuvvet, meleke
ve gücü yetmek demektir. Bu yedi kuvveti Cenâb-ı Hakk, evliyâların kalplerine
türlü türlü makâmatta tevdî buyurmuştur. Bu kuvveti yerleşmiş olan bir makâmın
içine, eğer Arşurrahmân-ül- A’zam konulursa, Arşurrahmân o makamın içinde,
dünyanın içinde bir hardal tanesi gibi olur. Evliyâ-i kirâm hazerâtından
vâris-i Resûlullah olan zevât-ı kirâmın o yedi kuvveti, daima Cenâb-ı Hakk Teâlâ
Hazretlerinin tecelli-ü zâtü’l- bahtı altında olması lâzımdır. Bir lâhza olsun
o makâmâta mâsivâullah (Allah’tan gayri şeyler) girmez. Eğer
bir hâtır olursa ve o hâtırda mâşivâullah olursa, huzûr-u ilâhiyye’ye durmak
onlara haram olur. Ve o hâtırdan dolayı gusul abdesti alıp, yeniden tövbe
etmedikleri takdirde, Huzûrullaha durmayı kendilerine haram kılarlar. Derhal
gusul abdesti alıp tövbe-i istiğfara koşar ve bu muameleyi kendilerine karşı
farz hükmüne getirirler
ÜCÜNCÜ KERÂMET : Cenâb-ı Hakk Teâlâ Hazretleri’nin yarattığı her
mahlûkun bir kemâli (olgunluk hali) ve o kemâle vâsıl oluncaya kadar üzerine
gelecek ârızalar vardır. Meselâ, bir meyve çiçek açtığı zamandan itibaren türlü
türlü arızalar olur. Bazısı çiçek halinde iken mahvolur, diğeri meyve olduktan
sonra (mahvolur), bazısı da
kurtlanıp mahvolur. Velhâsıl meyve kemâle gelinceye kadar bin türlü belâ
başından geçer. İnsan da aynen meyva gibidir. Bir kere ana rahminde nutfe
haline geldiği zamandan itibaren, her türlü ârıza ve hâle mâruz kalır . Hatta
ana rahmine düşmeden dahi mahv-u helâk olanlar olur. Meselâ, bir kişi baliğ
olmadan bir kazaya kurban olup intikal ederse tabii ol kimseden meydana gelecek
olan nesil ve zürriyet de mahvolur. Bazısı ana rahminden dünyaya gelme
esnasında da ölür gider. Velhâsıl insan kemâle erinceye kadar bir ârıza
dolayısıyla mahvolabilir. Bu suretle yok olan benî beşer hemen kemâle
erenlerden adetçe pek noksan kalmaz. Bu suretle kâmil oluncaya kadar aslâb-ı
ebâ’da [Babaların Sulbunde] ve batûn-u
ümmühât’ta [Annelerin rahminde.] mahva
mahkûm ve ademe (yokluğa) karışmış
olan müridânın ve itbâın kâffesini, Yevmû’l- ahd ve’l-misâk’da Cenâb-ı Hakk
kendilerine ne gibi fazilet ve kemâlât bahşetmiş ise, hiç eksiksiz olarak
hayât-ı dünyeviyyenin zevk ve fazilet ve a'mâl-i sâlihâ’nın dahi faziletine
eriştirmek için tam manasıyla şelâhiyettâr olmaktır. Dünyaya gelip ve akıl
baliğ olup hayrı şerri seçer bir hale gelmiş, lâkin bir mâzeret dolayısıyla
mürşid-i kâmiline kavuşmak nasip olmamış, veya mürşid-i kâmile kavuşmuş,
intisap etmiş, lâkin bir sebepten dolayı cihâd-ı ekber’e muvaffak olamamış
kimseleri de Yevm-ül ahd vel misâk’da Cenâb-ı- Hakk’ın kendilerine ihsân etmiş
olduğu kemâle eriştirmek, mürşid-i kâmilin vezâif-i mukaddeselerindendir.
Demek ki mürşid-i kâmil ne suretle olursa olsun, bir kere kendisinin yed-i
emânetine düşmüş olan kimselerden bir fert olsun zâyi etmez. Eğer kendilerine
teslim olunan itbâ ve müridânındân bir fert ziyâ'a uğrarsa ve yani Yevm-ül ahd
vel misâk’daki fazilet ve kemâlâtından mahrum kalırsa, indallah ve indi
Resûlullah mes'uliyet-i azîme’ye duçar olurlar (Allah’ın
ve Resulullahın huzurunda büyük sorumluluk yüklenirler). Ana rahmine
düşmeden, başka âlemde mahvolan müridânının esas fazilet ve kemâlâtına
eriştirmek selâhiyeti, bu asrımızda bulunan ekâbir ricâlullah’a ve mürşidîn-i
kirâm’a mahsustur.
DÖRDÜNCÜ KERÂMET : Gerek risâlet ve bi’setinden mukaddem (peygamberliğinden
önce) ve gerekse sonra, kendi zât-ı risâlet penâhı için olsun ve yahut
ümmet-i merhume hakkında olsun, ne kadar duâ ve münâcaât, Resûl-ü Ekrem
Aleyhisselâm Hazretleri’nin fem-i saâdetlerinden (dudaklarından) südûr
etmiş (çıkmış) ise kâffesini bir hâfız-ı kelâmullah, nasıl ki İhlâs-ı
Şerifi ezberler bilir, öyle ezberlemek ve bilmektir. Ve bütün hadîs-i
şeriflerden bilcümle efrâd-ı ümmetin her şahsa ait hisselerini tefrik ve tahdit
etmeğe (ayırmağa) muktedir ve selâhiyettar olmaktır.
BEŞİNCİ KERÂMET : Kendi şahsına ait hak ve hukuk dolayısıyla, ümmet-i
Muhammed’ten bir ferdi dârü’l-gazap ve’l-intikâm’a göndermemek (öfkelenip
intikam almamak) ve yani bir şahsın mesüliyet ve intikâm-ı ilâhiyyeye
mazhar olmasını kabul etmemektir. Vezâif-i ilâhiyye (ilâhî görev) ve
hukuk-u ibâd (kulun hukuku) için mes’ûl olmak Cenâb-ı Hakk’ın adaletine
ve icraatına mahsus bir meseledir.
ALTINCI KERÂMET : (Lâ ilâhe İllallah ) Bu kelime-i tevhide Muhammedün
Resûlüllah kelimesi ne zaman ilhâk ve ta’lik edilmiş (eklenmiş) ise, o
zamandan itibaren tevhid-i İlahî (Allah’ın birliğine) ve tasdik-i
nebeviye (peygamberi tasdike) muvaffak olmaktır. Âlem-i ezel, Âlemü’l-Ceberût,
Âlemü’l-Lâhût, Âlem-i Melekût ve benzeri ne kadar âlem var ise, bütün âlemlerde
bu kelime-i tevhid ile kelime-i tasdik birlikte idi. Bütün âlemde olan
zuhûriyetten tevhid ve “tasdikun an ricâlullah” vardır. Ve bu velâyet-i kübrâ
ve velâyet-i ulyâ makamı sahiplerine mahsustur.
YEDİNCİ KERÂMET : Yevm-ül ahd vel misâk'da kendisine emânet edilen ve
kendisi ile muâhede eden bilcümle müridân ve itbâının, amel cihetinden ve
itikat cihetinden en zayıf olanını bile, dârü'l- kerâmete sevk ve ithâle
muvaffak olmak, kendisine emânet edilen ümmet-i Muhammed’den bir fert olsun
dârü’l- kerâmetten mahrum bırakmamaktır.
SEKİZİNCİ KERÂMET : Halk ve insanların kendisine karşı olan inkârına
sabretmektir. Bu hususta insanlara olsun, Cenâb-ı Hakk’a olsun asla şikâyet
etmemektir. Bütün yeryüzünde bulunan insanların kendisi hakkında,
“evliyâlardandır ve ekâbir ricâlullahtandır” demesiyle, “fâsıktır ve zındıktır”
demesi müsâvi olmaktır.
DOKUZUNCU KERÂMET : Dört yüz bin milyara baliğ olan bu ümmet-i
Muhammed'in isimlerini kendi efrâd-ı âilesinin isimlerini nasıl bilirse öyle
bilmektir. Ve kâffesini zikredip duâ ve münâcaata muvaffak olmaktır. Bu
muvaffakiyet, Resûl-ü Ekrem Aleyhisselâm’a karşı hakikî kurbiyet (yakınlık)
olan ve Resûl-ü Ekrem Aleyhisselâm’a vâris olmak şerefine hâiz olanlara
mahsustur. Cenâb-ı Hakk Teâlâ Hazretlerine şükrediniz ki ey ihvanlarım, bu
dokuz kerâmete mazhâr olan zevât-ı kirâm bizim asrımızda mevcuttur. Ve bu
ekâbir ricâlullah, sizi evlatlığa kabul buyurdular ve kendilerinin cemâat ve
müri- dânı zümresine ithal ettiler. Yevm-ül Mahşerde Cenâb-ı Hakk bilcümle
insanları davet ederken estaûzübillah;
“Yevme ned’û
külle ünâsin bi-imâmihim ilh.. [İsrâ Suresi(17): 71. Meali: "Bir gün
bütün insanları önderleriyle birlikte çağırırız."] sadaka’llâhü’l
-azîm” âyet-i kerîmesinin muktezâsı ile (gereği icabı) herkesi,
dâr-ı dünyada kime itbâ ettiyse (uyduysa), kimi imam
tuttuysa onun ismi ile yâd ve hitap ederek davet eder. Bir gün Cenâb-ı Rabbü’l
-Âlemin, sizi bu zikredilen dokuz keramete nâil olan mürşidîn-i kirâm
hazerâtının nâm ve adları ile davet edecektir. Bu ricâlullah’a karşı olan
merbûtiyyeti ve muhabbeti, Cenâb-ı Hakk, günden güne ziyâde buyursun, âmin
bi-hörmeti Seyyidi’l- Mürselîn.
Bu dört
makâm, bilcümle tarâikte (tarikatlarda) bulunan makâmlardır. Fakat her
tarikatın usûl ve ıstılâhına göre tevâfür eder (makamların sayısı artar).
Tarîkât-ı Âlîyey-i Nakşibendiyye'nin usûl ve ıstılâhına göre on iki bin kelime-i
Tevhîdi, kalbine dünya ve âhiret umûrundan (işlerinden) herhangi bir
havâtır gelmeden zikretmeye muktedir olan kimseye "müstaîd” denir.
Yanlız iki havâtır müstesnâdır. Birincisi; beş gün boğazından bir lokma
geçmemiş ise., rızkını düşünmeye müsâade vardır. İkincisi; Resûl-ü Ekrem
Hazretleri’nin mekân-ı muallâ ve dârü'l-kerâmette olan şefâatini düşünmeğe
müsâade vardır. Tarîkât-ı Âlîye’de müstaîd derecesine elverişli olan
kimselere, cin tâifesinden fitne ve fesadlık gelir. Nitekim “Seridyakîn”
nâmındaki tâifey-i cin, müstaîd olan kimlere musallat olur, kalplerine fitne ve
vesvese ilkâ ederler (aşılarlar). Ve bunların kalplerine ilkâ etmiş
olduğu vesveseden dolayı pek büyük nasiplerinden mahrum kalırlar. Müstaîd olan
kimse, bu tâifey-i şeyâtîne karşı koymak ve bunların fitne ve fesâdından
kendini korumakla mükellefdir. Bunlara karşı mücâhede etmek küffâra karşı koymak ve
onunla harp etmekden daha hayırlıdır. Müstaîdîn (müstaîdler), mürşidin
hakiki nazarları altında bulunmazlar. Fakat mürid ve sâlikîn, her dâim mürşidin
hakikî nazarları altındadırlar. Müstaîdleri cin tâifesinin şerrinden muhâfaza
etmek, mürşidin reyine (isteğine) ve mücâhedesine (çabasına)
bırakılmıştır. Müstaîdlere mürşidin hakikî nazarının olması için bir
fevkalâdelik olması lâzımdır. Yoksa muhâlif istılahâttandır.
Mürid : Dünya ve
âhiretten zühdü tamam olan kimsedir. Mürid’in her iki cihanın umurundan kat’ı
alâka ettiği (ilgi ve
alâkasını kestiği) gibi
küşûfât ve kerâmetten de zühd etmesi lâzımdır. Bu makâmda zühd, tarîkât-ı
âliyye’ye mensub bil cümle müridânda bulunması lâzımdır. Başka tarîkatlarda
şart değildir. Ubeydullâh-i Ahrâr (kaddesellâhü sırrahu’l azîz) Hazretleri bir
gün halifesi olan Mevlânâ Mehmed Zâhidül Buhârî ile mükâleme ve müsâhabe
ederken büyurmuştur ki:
-"Oğlum,
zâhidliği ile ma’rûf İbrahim İbni Ethem Hazretleri’nin zühdü indimizde makbul
değildir. Zirâ o dünya ve mâfihâdan (içindekilerden) vaz geçip
zühd ettiyse de, âhiret umûrundan zâhid olmadı. Kalbine Arşu- rahmân-ı
A’zam’ın hakâyıkı hakkında dahi bir hâtır gelirse, o kimse hakikî mürid
değildir. Neden denilirse, müridi irşâd ve taht-ı terbiyesine alan mürşid, ona
herşeyin hakîkatını ve son olarak vâsıl olacağı kendi makâmını göstermiştir. O
makâmdan gayri noktaya nazar etmek, ona haramdır; ve mürşide karşı hiyânetlik
demektir. Müridlerine kendi makâmlarını göstermek bilcümle meşâyıh-ı
Nakşibendiyyûn’a Ebû Bekir Sıddîk Hazretleri’nin ilminden irsen (miras
olarak) intikâl
etmiştir. Ebû Bekir Sıddîk Radıyallahu Anh dahi Resûl-ü Ekrem Sallallâhu Aleyhi
ve Sellem vasıtasıyla (Estaûzübillah, Kul hâzihî sebîlî ed’û ilallâhi alâ
basîretin ene ve men ittebeanî, sadakallâhu’l –azîm Yusuf
Sûresi (12) :108. Meali: "Ey Muhammed! De ki: 'Benim yolum budur ben ve
bana uyanlar bilerek insanları Allah’a çağırırız...") âyet-i
kerîmesinden almıştır. Arşurrahmân-ı A’zâm’da bir kapı vardır ki, bilcümle
mahlûkâtın ervâh-ı maddiyye ve maneviyyeleri o kapıdan çıkar. Mürşid, mürid
için aynı o kapı gibidir. Her nimet ancak mürşidin eliyle müride verilir. Mürid
başka taraftan kendi hissesini arayacak olursa, nimete ve nimete vasıta olan
mürşide karşı şükran vazifesini bilmemiş ve yapmamış olur.
Sâlik : Bilcümle
Esmâ-ül Hüsnâ sıfatı kendisinde bulunması gereken kimsedir. Yani, muhakkak
surette Esmâ-ül Hüsnâ’yı kendisine mâletmiş olan kimsedir. Bu, tarif ile
anlaşılmaz. Bunu ancak Cenâb-ı Hakk’ın esâmisini (isimlerini)
kendilerine sıfat olarak mâletmeğe mazhâr olanlar anlar. Sâlik olan zât,
Kelâmullâh-i Kadîm’i okurken, okuduğu âyet-i kerîme’nin Resûl-ü Ekrem Hazretleri’nin
makâm-ı velâyet, makâm-ı nübüvvet ve makâm-ı risâletine âit olan mânâlarını
bilmesi ve tefrik etmesi lâzımdır. Cümle mahlûkât ve kâinâtın tesbihâtına
ittilâ etmesi (bilmesi) dahi gerekir. Hatta tuyûrun (kuşların)
tesbihâtına da vâkıf olması gerekir. Husûsen aslanın tesbihâtına vâkıf olması
gerekir. Sâlik mertebesini ihrâz etmeyen (elde etmeyen) kimse bu
mahlûkun tesbihini idrâk edemez. Zirâ her zaman ve her an onun tesbihi değişir.
Havas : Bu mertebeye
nâil olan zevâtın (kimselerin) Aynu’ş -Şerîati’l Ûlâ’ya (yüce
şeriatın kaynağına) vâkıf ve muttalî olması (tam olarak bilmesi)
lâzımdır, ilm-el yakîn ve Hakk-el yakîn menâbiînden her bir umûrun hakâyıkına
da vâkıf ve muttalî olması lâzımdır. Reşûl-ü Ekrem Aleyhisselâm ile aralarında
asla hicâb (perde) olmaması lâzımdır. Sohbet-i Resûlullâh’î dâim olması
lâzımdır.Her iş ve husûsât için bizzat Resûlullâh Aleyhisselâm’dan emir telakkî
edecek makâma nâil olmaları lâzımdır.
Tarîkât-ı Nakşibendiyye’nin
usûl ve ıstılâhâtına göre, müstaîd, mürid, sâlik ve havâs burada zikrolunan
şerâit (şartları) ve
evsâfı (özelliği)
hâiz olan zevâttır. Bunlardan biri noksan olursa, henüz o makâma nâil olmamış
demektir.
Cilt-1,
Sh: 44-53
Kaynak: MENÂKIB-I ŞEREFİYYE,
Şerâfeddin Hazretleri’nin Lisanından Yayına Hazırlayan- Hasan BURKAY,
ANKARA-1995
Önceki Yazı
« Prev Post
« Prev Post
Sonraki Yazı
Next Post »
Next Post »
Yorumlar
Yorum Gönder