LEDÜNNÎ SIRLARDAN
| |
“Allah
Teâlâ, iman edenlerin velîsidir.” Bakara, 257
“Allah
Teâlâ, iman edenleri müdâfaa edip savunur” Hacc, 38
Allah
Teâlâ, evliyasına eziyet edenlere karşılık verir; ancak bu karşılığın derhâl
olması gerekmez. Çünkü dünya hayatındaki müddet, Allah Teâlâ katında çok
kısadır. Allah Teâlâ, dünyanın, sevdiği kullar için mükâfatlandıracağı bir yer
olmasını murat etmediği gibi düşmanlarını cezalandırmak için de bir yer
olmasını murat etmemiştir. Şayet Allah Teâlâ, evliyasına eziyet edenleri derhâl
cezalandıracak olsaydı, bu, kalplerin katılaşmasına, gözlerdeki perdelerin
kalınlaşmasına, insanların Allah Teâlâ’ya tâat ve kulluktan uzak durmalarına,
günaha dalmalarına, himmetlerinden kesilmeye ya da Allah Teâlâ’ya hizmetkâr
olmanın haz ve lezzetini duymamalarına sebep olabilirdi.
Anlatıldığına
göre;
İsrailoğullarında
önceleri bütünüyle Allah Teâlâ’ya yönelmiş, sonra yüz çevirmiş bir adam vardı.
Bu adam şöyle dedi:
“Ey
Rabbim, Sana o kadar çok isyan ettim de beni cezalandırmadın?” Allah
Teâlâ o zamanın nebisine vahyederek, o adama şöyle demesini bildirdi:
“Seni
o kadar çok cezalandırdım ki farkına bile varmadın. Senden, zikrimin ve Bana
yalvarmanın haz ve lezzetini çekip almadım mı?”
Bu
kıssadan çıkarılacak hisse şudur:
Allah
Teâlâ’ın evliyasından herhangi bir veliye eziyet eden insanın, canında, malında
ya da çoluk çocuğunda herhangi bir sıkıntı ve belâya uğramadığı görüldüğünde,
onun selâmette olduğu zannedilmemelidir. Çünkü bazen o, bundan dolayı öyle bir
musibete uğrar ki, kullar farkına varamazlar.
s. 53
Şeyh Muhyiddin İbn’ül Arabî kaddesellâhü sırrahu’l azîz
şöyle demiştir:
“Sûfîlerden biri, Mısır’ın Kandiller sokağındaki evine
bizleri davet etti. Şeyhlerden bir grup orada toplandık. Derken sofra kuruldu.
Fakat yemek için tabaklar yetmemişti. Camdan bir kap vardı. Fakat bu kap bevl
için ayrılmış olup henüz kullanmamıştı. Ev sahibi yemeğin ilk kısmını o kabın
içine koydu. Cemâat de yemeye başladılar. Derken kap dile gelerek:
“Allah Teâlâ bana bu
sâdâtın benden yemelerini nasîb ettikten sonra, artık bu andan itibaren ben
evliyâ ve eziyetin mahalli olmaya asla râzı olmam.” dedi. Ardından ikiye
bölündü. Şeyh Muhyiddin şöyle dedi:
Ben topluluğa: “Kabın
söylediğini işittiniz mi?” diye sordum. Oradakiler:
“Evet.” diye cevap verdiler. Ben:
“Ne duydunuz?” dedim. Onlar da geçen
sözü bana söylediler. Ben:
“Kap bundan başka bir şey daha
söyledi.” dedim. Onlar:
“Ne söyledi?” diye sordular. Ben:
“Sizin kalpleriniz de
böyle. Allah Teâlâ kalplerinize iman nasîb etti, artık bu imandan sonra,
kalplerinizin günah, isyân ve dünya sevgisiyle kirlenmesine, çöplük hâline
gelmesine râzı olmayın.” dedi, diye cevap verdim.” [Zamanımızda
kalp hastalığının çokluğu nedenlerinden biride budur. Hallerimize kalplerimiz
razı olmuyor.]
Allah Teâlâ bizleri ve
sizleri, minnet ve keremiyle Allah Teâlâ’dan alıp öğrenen kimselerden eylesin.
s. 248-249
Şeyhimin Hocası Şeyh Ebû’l-Hasan şâzelî kaddesellâhü
sırrahu’l azîz şöyle anlattı:
“Seyahatlerimin birindeydim. Henüz bu işin başında bulunuyordum.
Bana şöyle bir tereddüt musallat oldu: Allah Teâlâ’ya tâat ve onu zikir için
tekke ve dergâhlara mı kapanayım yoksa şehirlere dönerek Âlim ve sâlih
insanların sohbetlerine mi katılayım?” Derken bana bir velinin vasıfları anlatıldı. Bir dağın
tepesindeydi, ben de yanına tırmandım. Onun yanma ancak gece vakti
varabilmiştim. Kendi kendime:
“Bu vakitte şimdi yanma girmeyeyim.” dedim. Mağaranın
içerisinden şöyle seslendiğini duydum:
“Allah ’ım kullarından bazıları, senden mahlûkatını,
onlara hizmetçi kılmanı istediler ve bununla râzı oldular. Ben ise bütün
yönelişim sana olsun diye halkın bana musallat olmasını istiyorum.” dedi. Sonra ben kendi
nefsime baktım ve:
“Ey nefsim, bu şeyhin kendisinden kana kana içtiği denize
bak.” dedim. Sabah olunca
şeyhin huzuruna vardım. Kendisini görünce heybetinden ürperdim. Ona:
“Efendim hâliniz nicedir?” dedim. O bana:
“Senin tedbir ve tercih hararetinden Allah Teâlâ’ya
şikâyet ettiğin gibi ben de rızâ ve teslimiyet soğukluğundan Allah Teâlâ’ya
şikâyet ediyorum.” dedi. Bunun üzerine ben:
“Efendim, benim tedbir ve tercih hararetimden şikâyetime
gelince, ben onu şimdi tattım. Ama sizin rızâ ve teslimiyet soğukluğundan
şikâyetiniz niçin?” dedim. Şöyle dedi:
“Rızâ ve teslimiyetin hazzının beni Allah Teâlâ’dan
alıkoymasından korkuyorum.” Ben:
“Efendim dün gece şöyle dediğinizi duydum:
“Allah’ım bazı kimseler mahlûkatı kendilerine hizmet
ettirmeni istediler, sende mahlûkatı onların hizmetine verdin, onlar bununla
râzı oldular. Allah Teâlâ’yım ben bütün yönelişim sana olsun diye insanların
bana musallat olmasını istiyorum.” dediniz.” Şeyh bunun üzerine tebessüm etti ve şöyle dedi:
“Evlâdım, Allah’ım, mahlûkatını bana hizmet ettir
diyeceğine, Rabbim benimle ol de. Allah Teâlâ seninle olunca herhangi bir şey
kaçırman mümkün mü? Bu cinâyet nedir?”
Şeyh Ebû’l-Hasan şöyle anlattı:
“Ben ve bir dostum bir mağaraya yerleşerek orada ibâdet
edip Allah Teâlâ’ya vâsıl olmayı istedik. Her gün, Yarın bize fetih verilir ya
da yarından sonra fetih nasîb olur.” diyorduk. Derken heybetli bir adam içeriye girdi. Ona:
“Sen kimsin?” dedik. Adam:
“Ben Melik’in kuluyum.” dedi. Onun Allah Teâlâ’nın evliyâsından biri
olduğunu anladık. Ona:
“Hâlin nasıldır?” diye sorduk. O:
“Yarın veya yarından sonra
bize fetih nasîb olur diyen kimsenin hâli nasıldır? Ne velâyet ne de felâh var.
Ey nefis Allah Teâlâ’ya, niçin ibâdet etmezsin?” dedi. Biz onun konuya nereden
girdiğini çok iyi anladık ve Allah Teâlâ’ya tevbe ve istiğfarda bulunduk. Bunun
üzerine Allah Teâlâ bize fetih nasîb etti.”
Şeyh Ebû’l-Hasan şöyle
anlattı:
“Bir gün üstâdımın
huzûrundaydım. Kendi kendime şöyle diyordum:
“Acaba şeyh Allah Teâlâ’nın ism-i azamını biliyor mu?”
Şeyhin oğlu benim de bulunduğum mekânda hazır bulunuyordu.
bana şöyle söyledi.
“EY EBÛ’L-HASAN MESELE ALLAH TEÂLÂ’NIN İSM-İ Â’ZAMMI
BİLMEK DEĞİL, ASIL MESELE; İSMİN BİZÂTİHİ KENDİSİ OLMAKTIR.” dedi. Şeyh meclisin en
önünden şöyle dedi:
“Oğlum doğru söyledi ve sende bulunan hâli tespit etti.”
Şeyh Ebû’l-Hasan’a bir gün şöyle denildi:
“Niçin semâ dinlemiyorsunuz?” Şeyh şöyle cevap verdi:
“Halktan gelen semâ cefâ ve eziyettir.”
Şeyh Ebû’l-Hasan şöyle dedi: Rasûlüllah sallallâhü aleyhi
ve sellemin şu hadisini duydum:
“Bazen kuşkusuz kalbimde gaflet belirir de bundan dolayı
Allah Teâlâ’ya günde yetmiş kere istiğfar ederim.” [Hadisi Müslim ve Ebû Davud rivayet etmişlerdir.]
Bir zaman bu hadisin manasını anlamakta zorluk çektim.
Sonra Rasûlüllah sallallâhü aleyhi ve sellemin bana şöyle dediğini duydum:
"Ey Mübârek! Bu Allah Teâlâ'dan başkasının
(ağyârın) kalpte açtığı gaflet değil, aksine nurların açtığı bir gaflettir.”
Şeyh Ebû’l-Hasan şöyle dedi: Rasûlüllah sallallâhü aleyhi
ve sellemden nakledilen şu hadisi dinledim:
“Kalbinde fakirlik korkusu bulunan kimsenin ameli çok az
olarak Allah Teâlâ’ya yükseltilir.”
Bir sene müddetle bu şekilde, hiçbir amelimin Allah
Teâlâ’ya yükseltilmeyeceğim zannederek bekledim. Kendi kendime şöyle diyordum:
“Kim bundan kurtulabilir ki?” Rasûlüllah sallallâhü
aleyhi ve sellem rüyamda bana şöyle derken gördüm:
“Ey mübarek, nefsini helak ettin, kalbe gelip geçen
düşünce ile kalpte yerleşip karar kılan düşünce arasında fark vardır.”
Şeyh Ebû’l-Hasan şöyle anlattı:
“Rü’yâmda Hz. Ebû Bekir radiyallâhü anhi gördüm, bana
şöyle diyordu:
“Dünya sevgisinin kalpten çıktığını gösteren alâmet nedir
biliyor musun?” Ben:
“Hayır bilmiyorum.” dedim. Hz. Ebû Bekir radiyallâhü anh bana:
“Dünya
sevgisinin kalpten çıktığını gösteren alâmet, nimete erdiğinde onu infak etmek
ve nimetten mahrum olduğunda da ondan dolayı bir sıkıntı duymayıp rahat
olmaktır.”
s. 136-139
Allah Teâlâ rasüllerine indirdiği bazı kitaplarında şöyle
buyurmuştur:
“Kim
her şeyde Bana itaat ederse, Ben de her şeyde ona itaat ederim!”
Yine şöyle buyurmuştur:
“Kim her şeyi terk etmek ve onlardan ayrılmak suretiyle
Bana itâat ederse, ben de her şeyde ona tecellî ederek, böylece benim kendisine
her şeyden daha yakın olduğumu ona göstererek ona itâat ederim.”
Bu ilk yol olup, sâliklerin yoludur. Büyük yola gelince,
bu da şöyledir:
“Her şeyde Mevlâ’sının güzel iradesine yönelmek suretiyle
Bana itâat edene, Ben de Beni her şeyi Bizâtihi kendisi gibi görünceye kadar
her şeyde ona tecellî etmek sûretiyle ona itâat ederim.”
s. 72
Bu meseleyi anlamış isen, şimdi şunu da iyi bilmelisin:
Velîler iki sınıftır:
1-Her şeyden fenâ bularak Allah Teâlâ ile
beraber başka bir şey görmeyen velîler.
2- Her şeyde bekâ hâline erip her şeyde Allah Teâlâ’yı
gören velîler.
Allah Teâlâ mülkünü orada kendisi müşâhede edilsin diye
var etmiştir. Kâinat Allah Teâlâ’nın sıfatlarının aynasıdır. Bundan dolayı
kâinattan uzak olan, onda Hakk’ı müşâhede etmekten de uzak olur. Kâinat kendisi
görülmek için var edilmemiş, fakat onda onu yaratan Mevlâ’yı müşâhede edebilmek
için var edilmiştir. Hakk Teâlâ’nın senden muradı, kâinatı, göremeyenlerin
gözüyle görmendir. Yani kâinatı Allah Teâlâ’nın onda tecellî etmesi sûretiyle
görmendir, kâinatı, yaradılışı itibariyle müşâhede etmen değildir. Bu manayı
anlatmak üzere bir şiirde şöyle dedik:
Alemler ancak onları görmeyenlerin gözüyle göresin diye
sana gösterilmiştir.
Mevlâ’sını görmekten başka bir hâle razı olmayanın yükselişi
gibi âlemlerden yüksel.
Şeyh Ebû’l-Hasan
Şazelî kaddesellâhü sırrahu’l azîz şöyle demiştir:
“Günahkâr mü’minin
nûru açığa çıkarılacak olsa, gökyüzüyle yeryüzü arasını doldururdu. Öyleyken
senin tâatkâr mü’minin nûru hakkında zannın nedir?”
Şeyhimiz Ebû’l-Abbas
El Mürsî kaddesellâhü sırrahu’l azîzin şöyle dediğini işittim:
“Şâyet velinin
hakîkati ortaya çıkacak olsaydı, mutlaka ona kulluk edilirdi. Çünkü velinin
sıfatları ve vasıfları Allah Teâlâ’nın sıfat ve vasıflarındandır.” Bazı müritler bana şunu haber verdiler:
“Şeyhimin arkasında
namaz kıldım; neredeyse aklımı alacak şeylere tanık oldum. Şeyhimin bütün
bedeninin nurlarla kaplanıp dolduğuna şâhit oldum. Ardından onun bedeninden
nurlar yayılmaya başladı, artık ona bakamaz oldum.”
Yine Şeyhimin hocası Şeyh
Ebû’l-Hasan eş Şâzelî şöyle demiştir:
Allah Teâlâ sevgisi kalbe
yerleşti mi, kulun kalbinden Allah Teâlâ’nın dışında her şeyi çıkarır. Bundan
dolayı sen nefsin Allah Teâlâ’ya tâata meyilli ve aklın da mârifetullaha
yönelmiş olduğunu görürsün. Ruh huzûrda durmakta, sır da onu müşâhedeye dalmıştır.
Kul daha fazlasını ister, ona daha fazlası verilir. Yaptığı niyaz ve münâcâtın
lezzetinden daha tatlı surette ona fetihler ihsan edilir. Kurbiyyet yaygıları
üzerinde ona takrip elbiseleri giydirilir. Hakikatlere ve ilimlere vakıf olur.
Bundan dolayı şöyle demişlerdir:
“Allah Teâlâ’nın velileri
gelinler gibidir, gelinleri suçlu ve günahkârlar göremezler.”
s.79
Allah Teâlâ, zayıf
kullarının sadece farz ve vaciplerle yetinmelerine izin vermiş, güçlü kullarına da fazladan nafile kapısını
açmıştır. Cezalandırılmaktan korktukları için sadece farzları yerine getiren
ve böylelikle kendilerini helâk olmaktan ve azaba uğramaktan kurtaran kullar,
Allah Teâlâ’nın Rubûbiyetine olan talepleri, O’na olan özlemleri sebebiyle bunu
yapmamışlardır. Şâyet onlar herhangi bir şekilde bu amellerden dolayı
hesaba çekilmeyeceklerini bilselerdi, asla bu amelleri yerine getirmezlerdi.
Bu sebeple onlar ancak, kendi nefisleri için bu farz ve vâcibleri yerine
getirmişler ve bu esnada sadece kendi menfaatlerini düşünmüşlerdir. Onlar Allah
Teâlâ’ya farz ve vâcib zincirleriyle bağlandıkları için bu amelleri zorunlu
olarak yerine getirmişlerdir. Bundan dolayı hadiste şöyle buyrulmuştur:
“Rabbim, zincirlerle cennete
götürülen kulların hâline hayret etti. ”
s. 59
Bir kadının bir tavuğu
vardı, ondan başka hiçbir varlığı da yoktu. Bu tavuk, kadın için yumurtluyordu.
Derken bir gün bir hırsız gelip tavuğu çaldı. Kadın tavuğun çalındığını
öğrenince hırsıza bedduâ etmedi, bilakis bu işi Allah Teâlâ’ya havale etti.
Hırsız tavuğu aldı, boğazladı ve tüylerini yoldu. Birden bire hırsızın yüzü
tavuğun tüyleriyle kaplanıverdi. Ne yaptıysa bu tüylerden kurtulamadı. Kime
sorduysa hiç kimse onun tüylerden nasıl kurtulacağına dâir bir çözüm sunamadı.
Derken İsrailoğullarından bir bilgine rastladı. Durumu ona da anlattı. Bilgin
şöyle dedi:
“Bunun ancak bir şifâsı
vardır. Tavuğunu çaldığın kadının sana bedduâ etmesidir. Şâyet bedduâ edecek
olursa, bu hastalığından da kurtulursun.” Bunun üzerine adam kadına
bazı kimseleri gönderdi. Bu kimseler:
“O senin tavuğun nerede?” diye sordular. Kadın:
“Çalındı.” dedi. Onlar:
“Desene çalanlar sana çok
eziyet etmişler.” dediler. Kadın:
“Evet öyle oldu.” dedi. Onlar:
“Canını çok yakmış
olmalılar, baksana yumurtasından da mahrum kaldın.” dediler. Kadın:
“Evet öyle oldu.” dedi. Onlar bu şekilde
sorularla kadının öfkesini iyice kabarttılar. Derken kadın, hırsıza bedduâ ediverdi.
Bunun üzerine hırsızın yüzünden tüyler dökülüp kayboldu. Bu durum
İsrailoğullarından olan bilgine haber verildi. Bilgine:
“Bunun bu şekilde
iyileşeceğini nereden bildin?” diye sordular. O:
“O
kimse, kadının tavuğunu çaldığı zaman kadın ona bedduâ etmedi ve işini Allah
Teâlâ’ya havale etmişti. Allah Teâlâ da kadının yerine ondan intikam almıştı.
Fakat kadın bedduâ edince, kendi nefsi için intikam almış oldu. Bunun üzerine
de hırsızın yüzünden tavuğun tüyleri düşüp yok oldu.”
buyurdu.
s. 202
Bir gün Şeyh Ebû'l-Abbas
el-Mürsî kaddesellâhü sırrahu’l azîzin huzûruna bir adam girdi. Şeyhin acı
çektiğini gördü. Ona:
“Efendim Allah Teâlâ size afiyet versin.” dedi. Şeyh adama herhangi
bir cevap vermeksizin sustu. Sonra adam bir süre herhangi bir şey konuşmadan
oturdu. Daha sonra tekrar:
“Efendim Allah Teâlâ size afiyet versin.” dedi. Bunun üzerine
şeyh:
“Evet ben Allah Teâlâ’dan afiyet istedim. Elbette Allah Teâlâ’dan âfiyet
istedim. Şu an benim içinde bulunduğum hâl, âfiyetin ta kendisidir.”
Rasûlüllah sallallâhü
aleyhi ve sellemde Allah Teâlâ’dan âfiyet istemiştir. O bir hadisinde şöyle
buyurmuştur:
“Hayber'de yediğim etin etkisini hâla vücûdumda hissediyorum. Şimdi o
artık benim atar damarımı kesmiş bulunmaktadır.”
Rasûlüllah sallallâhü aleyhi ve sellem,
Allah Teâlâ’dan âfiyet dilemiş olmasının yanı sıra böyle buyuruyordu.
Hz. Ömer radiyallâhü anh
deAllah Teâlâ’tan âfiyet istemişti. O daha sonra hançerlenerek katledildi.
Hz. Osman radiyallâhü anh
da Allah Teâlâ’dan âfiyet istemişti. O da boğazlanarak şehit edildi. Aynı
şekilde Hz. Ali kerremallâhü vechede Allah Teâlâ’dan âfiyet istemişti. O da
katledildi.
Sen Allah Teâlâ’dan âfiyet
isteyeceğin zaman, allah teâlâ’nın bildiği sûrette allah teâlâ’nın âfiyet
vermesini iste. (Ne istediğini bil.)
Şeyh şöyle diyordu:
“Sabır kelimesi Arapça asbar kelimesinden türetilmiştir. Asbar ise,
oklarla nişan alman hedef demektir. Sabırlı insan da kendisini Allah Teâlâ’nın
İlâhî takdir okuna hedef yapan kimsedir.”
s. 212-213
Şeyhimin hocası Şeyh Ebû’l
Hasan Şâzelî kaddesellâhü sırrahu’l azîz şöyle dedi:
“Her ne zaman Allah
Teâlâ’dan bir ihtiyacımı talep etsem, muhakkak ondan önce günahımı öne
katarım.”
Rasûlüllah sallallâhü
aleyhi ve sellem mağarada mahsur kalan üç kişiyi anlatıldığı hadis için şöyle
denilmektedir:
“Onlar bir mağaraya
girmiş, ardından mağaranın ağzı bir kayayla kapanmıştı. Bu üç kişiden her
biri, Allah Teâlâ için işlemiş olduğu bir ameli dile getirerek onunla Allah
Teâlâ’ya duâ edecek ve böylelikle mağaranın kapısının açılmasını ümit
edeceklerdi.”
s. 299
Şeyh Ebû'l-Abbas el-Mürsî
kaddesellâhü sırrahu’l azîz talebelerinin şöyle dediğini işitip duruyordum:
“Şeyhlerle oturup kalkan zâhirî ilimden hiçbir şey öğrenemez.” Zâhirî ilmi öğrenemeyecek
oluşum bana ağır geliyordu. Fakat bunun yanı sıra şeyhin sohbetinden mahrum
kalmayı da göze alamıyordum. Şeyhe geldim. Onu sirkelenmiş et yerken buldum.
Kendi kendime:
“Keşke şeyh yediği etten bir lokma kendi eliyle bana da yedirse.” diye düşündüm. Düşüncem
henüz aklımdan geçmişti ki, şeyh kendi eliyle ağzıma bir lokma koyuverdi.
Sonra bana:
“Bir tacir bizim sohbetlerimize başladığı zaman biz ona: Ticaretini terk
edip öyle gel, demeyiz. Ya da zanaat sahibi bir insan bizim meclisimize
katıldığı zaman: Zanaatını bırakıp öyle gel, demeyiz. Veyâ ilim öğrencisi bir insan bizim meclislerimize
devam edecek olduğunda ona:
İlim öğrenmeyi bırak da gel, demeyiz. Aksine her insanı Allah Teâlâ’nın
koymuş olduğu mevkî ve konumda kabul ederiz. Allah Teâlâ bizim ellerimiz
vâsıtasıyla onun hakkında her ne takdir buyurmuşsa mutlaka ona ulaşacaktır.”
Rasûlüllah sallallâhü
aleyhi ve sellem, tabi’ olan sahabe içinde de zanaatkârlar bulunuyordu.
Rasûlüllah sallallâhü
aleyhi ve sellem hiçbir tüccara:
“Ticâretini terk et.”, hiçbir zanaatkâra da:
“Sanatını bırak.” dememiştir.
Bilakis hepsini kendi
konumlarıyla kabul edip, onlara bulundukları ortam ve işlerde Allah Teâlâ’dan
korkup sakınmayı emretmiştir.
Şeyhin öğrencilerinden
birine şöyle demiştim:
“Şeyhin bana inâyet gözüyle bakıp beni hatırına getirmesini çok
isterdim.” Bu öğrenci bu konuşmamı
şeyhe aktardı. Şeyhin huzûruna girince o bana:
“Şeyhin hatırında olmayı istemeyin. Bilakis şeyhin sizin hatırınızda
olmasını isteyin. Şeyh sizin hatırınızda ne oranda olursa siz de şeyhin
hatırında o oranda olursunuz.” dedi. Ardından şöyle devam etti:
“Sen hangi mevkî ve konumda bulunmak istiyorsun? Allah Teâlâ’ya yemin
ederim ki, kesinlikle senin büyük bir şân ve makâmın olacaktır. Vallâhi,
muhakkak senin çok yüce bir şân ve makâmın olacaktır. Allah Teâlâ’ya yeminle
söylüyorum ki, senin için böyle olacaktır, Allah Teâlâ’ya yemin olsun, senin
için böyle olacaktır.” Ben şeyhin sözünden:
“Kesinlikle senin büyük bir şân ve makâmın olacaktır.” sözünü aklımda tutmuşum.
Gerçekten de o, Allah Teâlâ’nın fazlıyla bize inkâr edemeyeceğimiz lütuf ve
ihsânlarda bulundu.
Şeyhin oğlu efendim
Cemâleddin bana şöyle anlattı: Şeyhe:
“Onlar İbn-i Ataullah’ın fıkıhta öne çıkmasını istiyorlar.” dedi. Şeyh ise:
Şeyh Ebû’l-Hasan Şâzeli
kaddesellâhü sırrahu’l azîz şöyle demiştir:
“İnsanların Sana Kötülük
Yapmalarından Daha Çok, Sana İyilik Yapmalarından Kaç.”
Çünkü onlar sana bir
iyilik yapacak olurlarsa, kalbine musallat olurlar. Fakat sana yaptıkları
kötülük yalnızca bedenine musallat olur. Senin kalbine musallat olunması ise
bedenine musallat olunmasından daha hayırlıdır. Seni Allah Teâlâ’ya ulaştıracak
bir düşman, seni Allah Teâlâ’dan kopup alıkoyacak bir dosttan daha hayırlıdır.
Bu tür insanların sana güler yüz göstermelerini gece, senden yüz çevirmelerini
de gündüz kabul et. Görmez misin, sana geldikleri zaman seni fitneye
düşürürler.
s. 208-209
Velîlere insanların
musallat edilmesi, bu yolun başlangıcında Allah Teâlâ’nın sevdiği kullar ve
seçkin dostları için koyduğu bir kanundur. Bundan dolayı Şeyh Ebû’l-Hasan şöyle
demiştir:
“Allah Teâlâ’m, bu topluluk hakkında, izzet bulsunlar diye zillet içinde
olmalarına hükmettin. Yine vecde ersinler diye yokluk görmelerini karara
bağladın. Senden alıkoyan her izzeti, rahmetinin letâifine ulaştıran zilletle
değiştir. Senden alıkoyan her vecd hâlini de senin muhabbetinin nûrlarına
ulaştıran yoklukla değiştir.”
Bu durumun, Allah
Teâlâ’nın, sevdiği kullar ve seçkin dostları hakkındaki bir kanunu olduğunu
gösteren delillerden bazıları da Allah Teâlâ’nın şu âyetleridir:
“Yoksulluk
ve sıkıntı onlara öylesine dokunmuş ve öyle sarsılmışlardı ki, nihayet
Peygamber ve beraberindeki mü’minler: Allah Teâlâ’nın yardımı ne zaman!
dediler. Bilesiniz ki, Allah Teâlâ’nın yardımı yakındır.” Bakara, 214
“Nihayet
peygamberler ümitlerini yitirip de kendilerinin yalana çıkarıldıklarını
sandıkları sırada onlara yardımımız geldi.” Kasas, 5-6
“Biz ise, o
yerde güçsüz düşürülenlere lütufta bulunmak, onları önderler yapmak ve onları
(mukaddes topraklara) vâris kılmak ve o yerde onları hâkim kılmak istiyorduk.” Kasas, 5-6 ve
“Kendileriyle savaşılanlara (mü’minlere),
zulme uğramış olmaları sebebiyle, (savaş konusunda) izin verildi. Şüphe yok ki,
Allah Teâlâ onlara yardıma mutlak sûrette kadirdir. Onlar, başka değil, sırf
“Rabbimiz Allah Teâlâ’tır.” dedikleri için haksız yere yurtlarından çıkarılmış
kimselerdir.” Hacc, 39-40
Şeyh Ebû’l-Hasan Şâzelî
kaddesellâhü sırrahu’l azîz şöyle dedi:
“Allah Teâlâ’m, ümmet-i
Muhammed’e mağfiret et. Allah Teâlâ’m, ümmet-i Muhammed’e merhamet et. Allah
Teâlâ’m, ümmet-i Muhammed’in kusur ve ayıplarını ört. Allah Teâlâ’m, ümmet-i Muhammed’in hata ve
kusurlarını telafi et.” Bu, Hızır’ın duâsıdır.
Her gün bu duâyı kim okursa, o kimse abdallardan yazılır.”
Yine şöyle dedi:
“Her gün Bahr kapısından
çıkıp Menar tarafına doğru yürüyordum. Yine bir gün Menar tarafına doğru yola
çıktım. Menar’da doğu yönünde uzanıp uyudum. Bu esnada gönlüme şu düşünce
doğdu:
“Rasûlüllah sallallâhü
aleyhi ve sellem ile uzun bir süre beraber olduğu hâlde Hz. Ebû Bekir’i az hadis
rivâyet etmeye sevk eden sebep ne idi?” Derken birinin bana şöyle
seslendiğini işittim:
“Hz. Rasûlüllah sallallâhü
aleyhi ve sellemden sonra insanların en âlimi, Hz. Ebû Bekir Sıddîkdır
(Radiyallâhü anh). O’nun Hz. Rasûlüllah’dan az rivayette bulunması, onun
hakikatine erdiği içindir.”
s. 163
“Hz. Ebû Bekir ve Hz. Ömer
risâletin hâlifeleri, Hz. Osman ve Hz. Ali de nübüvvetin halîfeleridir.”
(Hepsinden Allah Teâlâ râzı olsun)
s. 336
Rasûlüllah sallallâhü
aleyhi ve sellem şöyle buyurdu.
“Ey Ali, elbiseni
kirlerden temizle ki, bu şekilde her bir nefesinde Allah Teâlâ’nın medet ve
yardımına nâil olabilesin.” Dedim ki:
“Ya Rasûlüllah, elbisem
nedir?” Bana şöyle dedi:
“Allah Teâlâ sana beş
kaftan giydirmiştir: Sevgi kaftanı, marifet kaftanı, tevhid kaftanı, iman
kaftanı ve İslâm kaftanı.
Allah Teâlâ’yı seven
kimseye her şey basit ve kolay gelir.
Allah Teâlâ’yı bilen
mârifet sahibine de her şey küçük görünür. Allah Teâlâ’yı tevhîd edip birleyen
hiç kimse Allah Teâlâ’ya hiçbir şeyi ortak koşmaz.
Allah Teâlâ’ya iman eden
kimse, her şeyden emin ve güvende olmuştur. Allah Teâlâ’ya teslim olup İslâm
dairesine giren herkesin Allah Teâlâ’ya isyân ve günahı azdır. Şayet O’na karşı
bir kusur ve isyanda bulunacak olursa, derhâl özür ve tevbede bulunur. Bunu yapacak
olursa, onun özrü ve tevbesi kabul edilir.”
İşte o zaman, “Ve
elbiseni temizle” Müddessir, 4 âyetinin manasını
anladım.
s. 123-124
Kaynak:
İbn Ataullah el-İskenderî, trc: Abdullah Mağfur, Letâifül-Minen Fî Menâkıbı’ş-Şeyh Ebi’l-Abbas
ve Şeyhihi Ebi’l-Hasan- Allah'ın İki Velî Kulu, Üsküdar Yayınevi, Nisan 2011
İstanbul
[1] İbn
Ataullah el-İskenderî, trc: Abdullah Mağfur,
Letâifül-Minen Fî Menâkıbı’ş-Şeyh Ebi’l-Abbas ve Şeyhihi Ebi’l-Hasan-
Allah'ın İki Velî Kulu, Üsküdar Yayınevi, Nisan 2011 İstanbul,
Önceki Yazı
« Prev Post
« Prev Post
Sonraki Yazı
Next Post »
Next Post »
Yorumlar
Yorum Gönder