AŞK MEKTUPLARI/ SİMONE DE BEAUVOIR
| |
Hakkında
Simone de Beauvoir’ın Nelson Algren’e İngilizce yazdığı mektuplar, Ohio’daki Columbus Üniversitesi
tarafından bir açık arttırma satın alınmıştır; Algren’in yazmış olduğu
mektuplar ise Simone de Beauvoir tarafından saklanmıştır. Ben mektupların
karşılıklı olduğu bir yayın hazırlamıştım, açıklayacağım nedenlerden dolayı
bundan vazgeçmek zorunda kaldık, okuyucular burada sadece Simone de Beauvoir’ın
Algren’e 1947-1964 yılları arasında yazmış olduğu mektupları okuyabilecekler
(üç yüz dört mektup). Tüm beklentilerimize karşın, uzun bir suskunluktan sonra
-bir yıldan fazla-, Algren’in Amerikalı ajanlarından bütün ısrarlarımıza rağmen
kesin bir red cevabı aldık. Açıklamasız ve nedensiz bir yayınlama yasağı. Söz
konusu duruma boyun eğmek zorunda kaldık. Bu üzüntü verici bir durum,
özellikle de Algren için. Böylesi bir yayın çok faydalı olabilirdi çünkü bu
adam yazar olarak, hayatında benzeri olmayan bu özel karşılıklı ilişki
sırasında umulmadık, coşkun bir ışık ile aydınlanıyor, belki de bu ışık onun
varlığının gerçeklerine daha yakındı, karmaşık kişiliğini bazı romanlarından ya
da sıradan bir biyografiden daha iyi yansıtıyordu, öte yandan Simone de
Beauvoir’ın katkıları eksiksiz bir bütünü oluşturuyordu. Bu yayın eksiksiz
sayılabilir; yalnız, yazıştığı kişinin dikkatsizliğinden ya da posta
memurlarını boş göndermeme arzusundan kaynaklanan zorunlu birkaç makaslama
yapmak zorunda kaldık. Gerekli bulduğum konularda metnin daha akıcı ve
anlaşılabilir olması için açıklamalarda bulundum (Algren’in tepkileri, günlük
olaylar ya da damgasını vurmuş olaylar).
Simone de Beauvoir hayatı boyunca birçok kişiyle mektuplaşmıştır.
Bu mektuplaşmalar arasında özel bir konuma sahip “transatlantik
aşkın” günlüğünü oluşturan bu yazıların bir
eşine daha rastlanamaz. Diğer mektuplaştığı ayrıcalıklı kişiler her zaman
hemcinsleridir. Yazışarak, seçkin bir yakınlığın ortasında kendi
farklılıklarını açığa vuruyorlar. Burada, tam tersine, mektuplaşma, Sartre’a
yazılmış mektuplardaki gibi kendiyle aynı olan biriyle değil farklı biriyle
tanışmasını sağlıyor. Bu alandaki olaylar her şeyi açıklamıyor. Bu iki öncü
kişiye sıradan "yabancı” statüsünü benimseten uyruk farkı ortaya çıkıyor,
bir Amerikalının ve bir Fransız’ın basmakalıp düşüncelerini taşıyorlardı. Söz
konusu olan yalnızca bu uyruk farkı değil onları ayıran -hem ayının hem de
birbirlerine yakınlaştıran temel ve duyarlı özgünlüklerdir.
Garip bir kişiliğe sahip olan Huron’un 1947’de Simone de
Beauvoir’ın hayatına ani girişi, onu diğer muhataplarıyla sorgulamadan sürdürdüğü
gerçeklikleri, varsayımları, bilgileri, “ortak dünya”nın alışılmış
gerçekliklerini gözden geçirmesine ve aydınlatmasına neden oldu. Onlara
Cocteau’yu, Gide’i veya Colette’i tanıtmayı düşünür müydü?
Hikâyesinin, geçmişinin ve Parisli hayatının tarzını eski bir
yenilikçi olarak nitelendirerek, kendini tanıtır mıydı? Bu düşünülemez ve gereksizdi
çünkü bunlar bir bütün olan geçmişini, bir kadın ve yazar olarak sürdürdüğü
hayatının tümünü paylaşmışlardı. Onlara Nazilerin Pouez’e girişini,
Giacometti’yi, Sartre’ın oyununun ilk temsilinden önceki provalarının
şaşkınlığını, Kurtuluş’un büyük sevincini, edebi zevklerini, Camus’yü,
Koestler’i, Dulin’i, yürüyüşe olan büyük düşkünlüğünü, aileye verilen
değersizliğe olan nefretini, “varoluşçuların” eğlence kulüplerini, Pierre
Brasseur’ü, R.D.R.’nin mitinglerini anlatmak için çok gereksizdi fakat
Şikago’daki Nelson Algren’e hepsini öğretmek , açıklamak gerekiyordu. Bir
başka gezegende yaşayan bu insanı bilgilendirmek gerekiyordu. Hiç hakkında
konuşulmamış konular, benzer özellikler, söylenmeden ve dolaylı olarak
anlaşılan olaylar dalın I azla oluyordu. Işık yılı uzaklığında birbirlerine
doğru yürüyorlardı Ah! Tabii ki! Onları yakınlaştıran şeyi önemsememek büyük
bir hala ulur. Yazar olarak paylaştıkları ortak konum aralarında bir dostluk,
ikisinin de vazgeçemeyeceği yazarlık mesleği gibi pratik, güçlü ve hayati bir
bağ kurmuştu. Aykırı kişilikleri de benzeşiyordu; bilinçlerinde,
yaşanmışlıklarında saygın yazar olarak beklentilerinde belirgin ortak yönleri nelerdi? Burada olgusal açıklamanın
(kültür farklılıkları, vs.) yeterli olmadığı bir durumla karşılaşmaktayız.
Olaylar kendiliğinden geliştiğinde, dünyanın huzur verici samimiyeti
yok edildiğinde artık geride sadece saf varlığın boşluğu kalıyor. Karşılıklı
olarak bir kadın, bir adam birbirlerini seviyor ve birbirlerini tanımıyorlar.
Aşk iksiri içildiğinde birbirlerini uzun uzadıya tanımaya çalışıyorlar:
Karşımda olan kişi kim? Büyülü, heyecan verici, şaşırtıcı bir deneyim. Herkes
Simone de Beauvoir’ın Algren’e mektup yazmaya başlamasının, aradaki mesafe
farkının onu kendisinin ve kişiliğinin arasına sokmasından kaynaklandığının
farkında. Bu durum onun sıfırdan başlamasına zorluyor ve el değmemiş bir
zemine götürüyor. Hiç düşünülmeden yapılan sıfırdan bir yeni başlangıç. Bu
çağda Paris New-York transatlantik bir uçuş gibi tehlikeli bir başlangıç. Bu
aşkı sürdüren de bitiren de uçaktır. Uçak da aşk gibi, aşk uçağı, mesafeleri
azaltıyor. Bu aşkı sürdüren de bitiren de uçaktır. Uçak da aşk gibi, aşk uçağı,
mesafeleri azaltıyor. Hikâyenin başında ve sonunda dört motorlu pervaneli uçak
okyanuslararası gediş gelişleri sağlıyordu, günümüzde bile heyecan verici ve
tehlikeli sayılan bu uçuş o yıllarda bir maceraydı. Bu ölümü yok etmenin
kaygısı mı, aşk korkusu mu bunu ayırd etmek biraz zor.
Katedilen bu büyük mesafeyi yok etme öncülüğü Algren’e düşüyor.
Simone de Beauvoir ve kendisi arasındaki yok edilemez mesafeleri, ondan
vazgeçmeden 1950’de ardından da 1964 yılında yeniden düzenlemeye karar
veriyor. Peki bunu neden yapıyor? Bunu yorumlamak, tahmin etmek, kurgulamak
okuyucuya düşüyor. Nedenler ve mantık bu iki varlığı, iki insanı, iki temel
seçimi, iki öznel yapıyı ayırıyordu. Simone de Beauvoir’ın “mutluluk yeteneği”
vardı, Algren’in ise bir tür başarısızlık sorunu vardı. Acıyla kendini yiyip
bitiren acımasız zombi sonunda canlı, neşeli, cana yakın “iyi genç adamı” yok
eder. Bu korkutucu ve acı verici bir olaydır.
1965 yılında, “Nesnelerin Gücü” (La Force des
choses) kitabının Amerika’daki çevirisi
yayınlandığında, Simone de Beauvoir birkaç sayfa boyunca onu Algren’le
birleştiren ilişki, ilişkinin anlamı ve doğasında onları kıstıran acı verici
ikilemler üzerine yazmıştır. “Umarım ki
sizinle ilgili bölümler hoşunuza gider çünkü oraya bütün kalbimi koydum”,
diye uyarıyor. Oysa Algren öfkeli bir tutum sergiledi. Hırçınca davranarak
hain açıklamalarda bulunuyor. Ve ardından 1981
yılındaki ölümüne kadar sessizliğini koruyor, ölüm koşulları sembolik olarak
bir romancının izin verebileceğinden daha ağırdı: Bir yalnızın yalnız ölümü,
evinde öldürülüyor ve kimse cenaze törenins gelmiyor. “Algren’s body
unclaimed!” diye bir gazete başlığı “Algren’e sahip çıkan olmadı!”, Simone
de Beauvoir her şeye rağmen Algren’in onun yazdığı mektupları sakladığını
öğrendiğinde büyük bir şaşkınlık yaşıyor. Bunun yayınlanmak için yapıldığını
sezdiğinden, yayını ve çeviriyi kendisinin kontrol etmesi şartıyla
memnuniyetle bu işe girişmeyi düşündü. Yayınlanana kadar mektuplarının okunmasını ve mektuplarından her
tür alıntıyı yasakladı. Ben onun bitiremediği bu projesini kaldığı yerden
devralıp bitirmeye karar verdim. Mektuplarının özüne yararlı olması açısından
bağımsız olarak zor da olsa Simone de Beauvoir’in biçimsel isteğinde bağlı
kalmaya çalıştım. O hayattayken başlayan, arşivlerde kötü koşullarda korunan
mektupları 1986 yılından sonra daha da artmıştır. Hiçbir haklan olmamalarına rağmen,
izinli olduklarını iddia eden biyograflar, gazeteciler, araştırmacılar,
üniversite öğretim görevlileri, yayınlanmamış yapıt avcıları Amerika’da olduğu
kadar Fransa’da da her biri bir diğerinin haksızlığına dayanarak izinsiz
kullanımı ve korsan yayınlan arttırmışlardır. Simone de Beauvoir’in korktuğu olay gerçekleşmiş oldu; onun söylemediği
sözler ve saçma sapan şeyler sanki o söylemiş gibi kaleme alındı. Yazısını
çözmekte zorlanmışlar, bazen isteyerek bazen de kaçınılmaz olarak konuyu
anlamamışlardır, bunu ister bilgisizlik, ister deneyimsizlik, ister kötülük
olarak adlandıralım, bu olay beklenmedik sonuçlar doğurmuştur. “Sarışın”ı
"sevgili” olarak çevirmenin, bazı terimleri ve konulan değiştirilirimi ne gibi bir haklılığı olabilir? Artık
metni aslına uygun bir şekilde düzenlemenin zamanı gelmişti, Simone de
Beauvoir’m dilini, ritmini tarzını, alışkanlıklarını yansıtan doğru bir okuma
ve güvenilir bir çeviri… . Algren’in elimde kalan cevapları da Simone de
Beauvoir’ın kiIerle aynı saldırılara maruz kalmıştır. Halk onlardan direkt
yararlanamazsa da onları okumak, onları çevirmek benim için daha değerli olumsun;
çünkü Simone de Beauvoir’in mektupları ile olan karşılıklı uyumu olmadan büyük hatalar yapılmış olurdu.
Üstelik Algren her meklubuna tarih attığı için mektupların sıralanmasında
yapılmış olan Amerika’daki yayınlardaki belirsiz bir kişinin yapmış olduğu
büyük İmlaları düzeltmiş oldum.
Sylvie Le Bon de Beauvoir
MEKTUPLARINDAN
18 Mayıs 1947, Pazar
Her şeyim, Şikagolu erkeğim,
Paris'te
olduğunu düşünüyorum, Paris’te özlüyorum seni. Yolculuk tun ikaydı. Doğu’ya
geldiğimizden beri neredeyse hiç gece olmadı. Newfoundland’de güneş batmaya
başladı; ama beş saat sonra Shannon'da enfes, yeşil bir İrlanda manzarasının
üzerine doğuyordu yeniden. Her şey öyle güzeldi, düşünecek öyle çok şeyim
vardı ki hiç uyuyamadım. Bu sabah 10’da (sizin saatinizle 6’da) Paris’in
göbeğindeydim. Paris’in güzelliği kederimi alır götürür diye ummuştum; ama yanılmışım.
Bir kere Paris bugün hiç güzel değil. Kapalı ve bulutlu, günlerden Pazar,
caddeler bomboş, her şey karanlık, tatsız ve ölü görünüyor. Belki de Paris’e
küsen benim kalbimdir. Kalbim hâlâ New York’ta, birbirimize elveda dediğimiz
Broadway’deki o köşede, Şikago’daki evimde kalbim, o sımsıcak kalbinin üzeri
benim yerim. İki, üç gün içinde biraz değişir her şey diye umuyorum.
Fransız
entelektüel ve siyasi hayatıyla, çalışmalarımla ve arkadaşlarımla ilgilenmeye
başlamalıyım yeniden. Bugün canım bunların hiçim ıy le uğraşmak istemiyor;
üzerimde bir yorgunluk, bir tembellik var, ..sadece anılar oyalıyor beni.
Biricik aşkım, seni sevdiğimi söylemek için niye bu kadar bekledim hiç
bilmiyorum. Sadece emin olmak istiyordum; bildik, boş kelimeler kullanmak
istemiyordum. Oysa şimdi inliyorum, ta başından beri sana âşıktım. Neyse, o
şimdi burada, aşk ve kalbimi sızlatıyor. Bu kadar mutsuz olmak beni mutlu
ediyor; çünkü senin de mutsuz olduğunu, aynı mutsuzluğu paylaştığımızı
biliyorum. Seninle birlikteyken zevk aşk demekti, şimdi de acı aşk demek. Aşkın
her çeşidini tatmalıyız. Tekrar kavuşmanın mutluluğunu yaşayacağız. İstiyorum
bunu, ihtiyacım var buna, olacak bu. Beni bekle. Ben seni bekliyorum. Seni
söylediğimden, tahmininden çok seviyorum. Sana daha sık mektup yazacağım, sen
de bana daha sık yaz. Sonsuza dek hep senin karın olarak kalacağım.
Sımone’un
Kitabın
hepsini okudum, çok hoşuma gitti. Emin ol, bu kitabı çevirteceğim. Binlerce kez
öpüyorum. Beni öpüşün harikaydı. Seni seviyorum.
**
21 Mayıs 1947, Çarşamba
Sevgili kocacığım,
Paris
öyle hüzünlü ve berbattı ki bu öğleden sonra Paris’ten biraz uzaklaştım. Çok
uzağa gitmedim; otuz kilometre ya var ya yok; ama bana ne kadar da uzak geldi.
Burası kuşların cıvıldadığı, yeşil çayırları, ağaçlarıyla tam bir kır yeri.
Köy demek biraz güç, ağaçların etrafında birkaç küçük ev var. Burada, mavili
sarılı küçük bir pansiyonda iki hafta kalacağım. Şimdi saat yedi olmak üzere,
güneş ağır ağır batıyor, evin önündeki küçük bahçede oturuyorum. Dört yanımı
kaplayan manzara, esen ılık meltem harika. Burada nasıl da mutlu hissediyorum
kendimi ve sana nasıl da yakın. Buraya geldim; çünkü dinlenmeye, uykuya,
huzura ihtiyacım var. Yeniden çalışmaya, okumaya başlamak istiyorum. Umarım
dinlenmeye, düşünmeye, eskileri hatırlamaya zamanım olur. Birkaç arkadaşıma
rastladım, herkes ne kadar da soğuk; ya da en azından sıcak değil. Sen
sıcaklığın, cömertliğin ve öylesine sevgi dolu oluşunla beni çok şımarttın
galiba. Belki benimdir soğuk olan; usandırıcı bir rüya gibi her şey; hiçbir
şeye, hiç kimseye aldırmıyorum. Dün akşam Saint-Germain bulvannda bir taraçada
otururken içim cız etti. Ağaçlar, ay ışığı öyle güzeldi ki! Paris caddelerini
sana göstermenin beni çok mutlu edeceğini düşündüm, Paris’in seni beklediğini
hissettim. Paris’i seninle, senin için sevmeye başladım yeniden.
Kitabını
Gallimard’a götürdüm. Önümüzdeki iki hafta içinde okuyup basmaya niyetli olup
olmadıklarını bildirecekler bana. Basmak istemezlerse başka bir yayıncıyla
görüşeceğim. Her durumda Les
Tempes modernes'de kitabının bir bölümünü basacağız. Senden gelecek
mektubu sabırsızlıkla bekliyorum, Paris’ten buraya gönderecekler. Belki iki üç
gün içinde elime geçer. Birbirimizden ayrı olduğumuzu hissetmeyelim diye bana
daha sık yazmalısın sevgili arkadaşım, sevgilim, kocacığım. Aramızda Atlas
Okyanusu ve uçsuz bucaksız ovalar olsa da, bu aylan birlikteymiş gibi geçirmeye
çalışmalıyız. Ne yazık ki Fransızca kitaplar okuyamıyorsun. Neden öğrenmeye
çalışmıyorsun? Böylece beni, hayatımı daha iyi tanırdın. Bir işe
yarayacaklarını düşünürsen sana kitaplarımı gönderirim.
Şu
anda Kafka’nın Günlük'ünü okuyorum. Diğer bütün
kitaplarını okudum, hepsi çok hoşuma gitti. Sen Kafka’nın kitaplarını sever misin?
Biliyorum kırlardan hoşlanmıyorsun; ama burada, mavili sarılı pansiyonun
önündeki küçük bahçede benimle olmanı isterdim. Yanımda oturmuş, bana
gülümsediğini görüyorum. Gülümsemeni ne çok seviyorum bir bilsen! İki hafta
önce, küçük bir Fransız bahçesinde, seni seven bir Fransız kadının yüreğinde
böyle gülümseyeceğini düşünmüş müydün? İşte buradasın biricik aşkım, bana
gülümsüyorsun, guguk kuşu öterken beni seviyorsun. Ben de sana gülümsüyor ve
hem bu Fransız bahçesinde, hem de Şikago’da seviyorum seni. Sen Fransa’da benimlesin,
ben de Şikago’daki evimizde seninle. Biz ayrılmadık, ayrılmayacağız. Sonsuza
dek senin karın olarak kalacağım.
Simone’un
**
Mayıs 1947, Cuma
Mon
bien-aime(Sevgilim)
Bu
küçük odada oturup sana mektup yazmak çok güzel. Saat öğleden sonra beş. Güneş
köyün, yeşil tepelerin üzerinde parlıyor, pencerem açık, masa da pencerenin
önünde. Yani kendi
odamda olsam da manzaranın içindeyim.
Çok eski bir Fransa manzarası bu. Otelden yaklaşık bir buçuk kilometre uzakta
Port-Royal-des-Champs var. Uzun, çok uzun zaman önce Pascal’m yaşadığı manastır
bu. Racine de burada eğitim görmüş. Az ötede Racine’in kuş cıvıltıları arasında
sık sık yürüyüşe çıktığı küçük patika var. Bu patika hakkında bir şiir bile
yazmış, Hısımların yol boyunca karo taşlara kazıdığı çok kötü bir şiir.
Bahçeden suna mektup yazdığımdan beri iki gün geçti, sessiz sakin. Saat on’da
yattım; yanımda beni uyumaktan alıkoyacak yakışıklı bir adam da olmadıkı için
öğlen on iki’ye kadar uyudum. Yani şu anda uyumaktan bıkmış haldeyim. Aslında
uykuya çok ihtiyacım vardı. On ikide öğle yemeği yedim, nefis yemekler ve
kırmızı Fransız şarabı vardı yemekle Sonra da kırlarda biraz dolaşıp geri
geldim. Kitap okudum, yazı yazmaya çalıştım. Saat sekiz’de akşam yemeğimi
yiyip uyudum. Görüyorsun ya bu şekilde yaşamak için elime çok az fırsat
geçiyor; oysa buna nasıl ihtiyacım var. Carson Mac
Cullers’ın bir romanını bitirdim. Amerikalı bir yazarın kitabını okumak güzel
de kitap hiç iyi değildi. Söylediğim gibi Kafka da okudum. Dediğim gibi modem
Fransız edebiyatından ne bulursan okumalısın. Camus’nün Yabancı'sı, Sartre’ın Sinekler’iyle Gizli Oturum’u
çevrildi. Ayrıca Sartre’ın bazı makaleleriyle benim bazı makalelerimin
çevirileri Partisan Review'da
ve birkaç başka dergide yayımlandı. Eminim Mary Goldstein senin için bunları
seve seve bulur. Sevgili kocacığım, ben seninle senin Şikago hayatını yaşamaya
çalışıyorum, sen de benim Fransız hayatımdan bir şeyler kapmayı denemelisin,
mutlaka ama mutlaka. Deneyeceksin değil mi?
Bu
satırları senin verdiğin kırmızı, parlak dolma kalemle yazıyorum, parmağımda da
yüzüğün var. Hayatımda ilk kez yüzük takıyorum. Paris’teki herkes çok şaşırdı;
ama yüzüğe bayıldılar. Mektubunu dört gözle bekliyorum. Seni özledim,
biliyorsun. Özledim dudaklarını, ellerini, sıcak güçlü bedenini, yüzünü,
gülüşünü, sesini özledim. Seni özledim. Olsun, seni böylesine özlemek hoşuma
gidiyor, böylece bir düş olmadığını, gerçek olduğunu, yaşadığını, seninle
yeniden buluşacağımızı hissediyorum. Sadece bir hafta önce New York’ta beraberdik. Sana kavuşmadan zaman çok uzun geliyor. O güzel
yüzünü, o tatlı dudaklarını sevgi dolu buselerle öpüyorum.
Simone’un
Sana
Fransa’dan senin için topladığım birkaç çiçek de yolluyorum.
**
Mayıs 1947, Cumartesi
Sevgili
N. Algren*,
Mektuplarını,
o küçük sarı mektuplarını bugün aldım, çok mutlu oldum. Mektupların da senin
gibi; hem hüzünlü, hem neşeli, aşkta beceriksiz, sakar, çok da samimi. Samimi
olanla olmayanı ayırt edebildiğimi söylüyorsun, böyle söylediğin için çok
gurur duydum kendimle. Tanıştığımız ilk anda senin ne kadar samimi olduğunu
anlamıştım, senden bu kadar hoşlanmaya o zaman başlamıştım, sonra da sana olan
sevgim filizlendi. Senin her şeyin samimi, sözlerin, davranışların, sevgin,
nefretin, mutluluğun, kederin; bütün hayatın samimi senin. Seninleyken ben de ne kadar samimi olduğumu hissediyorum; her şey çok güzel; çünkü
her şey gerçek. Hâlâ Şikago’daki küçük evde olduğumu hissediyorsan çok mutlu
olurum. Birlikte New Orleans’a gidene dek ayrılmayacağım o evden. Galiba
gönderdiğim birkaç mektubu -Newfoundland’den gönderdiğimi, Paris’ten çektiğim
telgrafı daha almışsın.
Bugün
çalışmak için çok çaba harcadım. Altı ay önce kadınlar hakkında yazdığım her
şeyi okudum. Çalışmak çok da kötü değilmiş; ama tekrar yazmaya başlamak çok
zor. İnsan niye yazma ihtiyacı duyar hiç anlayamıyorum artık. Dünya şu haliyle
çok büyük; var ve kelimelere ihtiyacı yok. Şikago’yu hatırlıyorum, Fransa’nın
yemyeşil manzarasını hatırlıyorum. Gerisi boş. Yine de yarın yeniden çalışmaya
başlayacağım, umarım bu kez daha başarılı olurum. Olmalıyım.
Bana
daha sık yaz, daha da sık. San mektupların bana büyük neşe verdi. Sana mektup
yazmak hoşuma gidiyor. Yazdıklarımı okuyabildiğini umuyorum. Fransızca’da
kendimi daha iyi ifade edebilirim. Ama seni ne kadar çok sevdiğimi anlaman için
İngilizce’min yeterli olduğunu sanıyorum; önemli olan da senin sevgimi
hissedebilmen. Seni seviyorum çılgın, tatlı erkeğim benim.
Salı
Mon
bien-aime, bu mektubu ancak bugün yollayabileceğim; çünkü dün ve Pazar günü
yortu vardı, postacı gelmedi. Tekrar hayata döndüm, mesela tekrar yazı yazmaya
başladım. Bütün hafta kendimi hastaymış gibi hissettim; rüyada gibiydim,
etrafımdaki hiçbir şey gerçek delildi sanki. Havaalanında senin beni öpmenle
başlayıp caddenin köşesinde son gülüşünle biten Şikago-New York hatundaki
hikâyemizi kendi kendime kaç kez anlattım bilmiyorum. Bütün öyküyü ezbere biliydim,
her gülüşü, her bakışı, her öpüşü, her sözcüğü. Kafamda saatlerce dönüp
durmasından bıktım, usandım. Bir tanem seni ne kadar özlediğimi
hissedebilseydin öyle kibirlenir, burnun öyle büyürdük ki .artık böyle lallı
bir adam olamazdın.
Bugünn
birkaç arkadaşımı görmek için Paris’e gideceğim; hemen otele gidip mektubun
gelmiş mi diye bakacağım. Lütfen sık sık mektup yaz. Ben sana yazmayı hiç
bırakmayacağım. Seni öyle içten, öyle derinden seviyorum ki ben bile şaşıyorum
kendime. Başıma böyle bir şeyin yelebileceğim hiç düşünmemiştim. Âşığım işte,
çok da mutluyum âşık olduğuma, biraz acı olsa da aşk. Ah, öyle çok yanında
olmak isliyorum ki, omzunu yanağımın yanında hissetmek, kollarının beni sımsıkı
sardığını hissetmek istiyorum. Sen bana bakmalısın ben de sana, görmemiz gerekeni
görmeliyiz gözlerimizde ve mutlu olmalıyız.
Simone’un
*
N. Algren benim biricik arkadaşım ve sevgilim, bir haftalık kocam olan ve
sonsuza dek kocam olarak kalacak Şikagolu bir gencin adıdır.
**
29 Mayıs 1947, Perşembe
Sevgilim,
Paris’e
gelir gelmez, trenden inip taksiye atladım. Taksiden de iner inmez senden
mektup gelmiştir diye merdivenlere koştum. Mektup yoktu, nasıl üzüldüm bilsen!
Ama bunda senin suçun yok biliyorum. Şikago çok uzak, uçaklarsa çok yavaş.
Neyse boşver bunları biricik aşkım. Geçen pazardan beri neler yaptığını
bilememek çok acı veriyor bana. Kızkardeşine gidecektin, belki onunla at
yarışlarına da gitmişsindir. Daha başka neler yaptın? At yarışında para
kaybettin değil mi? Her gün neler yapıyorsun bilmek istiyorum; küçük, önemsiz
şeyleri.
Paris
güzeldi. Uçak bileti için para bulur bulmaz Paris’e gelmelisin. Paris’te
birlikte yaşamamıza yetecek param olacak. Sevgili kocacığım, benden para alma
konusunda öyle kaşlarını çatıp sinirlenme. Seni görmek için parana ihtiyaç
duysaydım ben senden para alırdım. Birbirimizi sevdiğimiz sürece senin olan
benim, benim olansa senin. Paris’e gel, gel lütfen! Paris’te New
York’taymışçasına mutlu olacağız. Sana Paris’i göstermek istiyorum. Bunlar boş
sözler değil, bilirsin boş laflar etmem. Paris’te benim yanımda olman için
paradan da fazlasını verirdim. Unutma, seni seviyorum benim Şikagolu genç
evcimen erkeğim.
Paris
güzeldi işte! Masmavi ve sıcaktı, yeşil yapraklı ağaçlarıyla, güzel
kokularıyla, neşeli, yazlık elbiseleri içindeki kadınlarıyla, sokakta öpüşen
sevgilileriyle, mutlu görünen insanlarıyla. Arkadaşlarımla Montmartre’daki Place du Tertre’a gittik. Orayı biliyor musun? Harika bir yer. İnsanlar, basit
ama hoş bir müzik çalarken açık havada akşam yemeği yiyebilirsin. Yemekler,
şarap harika, yukarıda gökyüzü, ayaklarının altında koca şehir. Sonra konuşa
konuşa yürüyerek tepeden aşağıya indik, çok tatlı bir bara uğradık. Piyano
vardı, viski-soda içtik. Sokakta da masalar vardı, insanlar birbirleriyle
nasıl da neşeyle konuşuyordu, Amerika’da yok böyle bir şey. Sonra çılgın,
gerçekten çok çılgın bir kadın geldi. Çok yaşlı, çok çirkindi; suratında
kırmızı, pembe, mavi, beyaz tonlarda makyaj vardı; boyalı saçlarının
üzerindeyse hasır bir şapka. Sonra eteğini dizlerinin üzerine çekerek dans
etmeye başladı; çirkin bacaklarını, çıplak baldırlarını göstererek acı dolu,
açık saçık bir sürü laf etti. Barın kapanış vakti gelip de artık gitmemiz
gerektiği söylenene dek orada oturduk. Sonra Paris’ten geçerek yaşadığım yere,
Saint-Germain-des-Pres’ye gittik. Biz yürürken şafak sökmeye başlamıştı.
Seine’nin üzerinde şafağın söküşü çok güzeldi. Gökyüzü lacivertti, sanki bir
köyde gibiydim; ama Paris’teydim. Sonra yattım uyudum, seni düşündüm biricik
aşkım. Bu Paris gecesini seninle paylaşmayı öyle çok isterdim ki!
Ertesi
gün mavili, sanlı pansiyona geri döndüm. Artık yazı yazabiliyor, çok
çalışıyorum. Arkadaşlarım beni görmeye geliyor, uzun uzun konuşuyoruz. Onları
sana anlatmak isterdim; ama mektup yazarak bunları İngilizce anlatmak çok zor.
Aslında bir süre için seninle baş başa kaldığımızı hissetmek istiyorum. Bugün
hem yazım hem de İngilizcem çok kötü; çünkü çok geç oldu. Bunları yatakta
yazıyorum, çok uykum geldi. Rüyamda seni görmek istiyorum; ama rüyalarımda istediğim
şeyleri göremem hiç.
Seni
seviyorum ve tutkuyla öpüyorum.
Simone’ un
**
4 Haziran 1947, Çarşamba
Sevgili
kocacığım,
Bugün
alt kata inerken mektubunu aldım, nasıl mutlu oldum bir bilsen. Ne tatlı bir
mektup o öyle. Okurken sanki o şakacı sesini duydum, sımsıcak gülüşünü gördüm.
Sanki yanımdaydın da oturmuş neşe içinde konuşuyorduk. Hemen cevabını alınca
mektup yazmak gerçekten çok güzel, hem böylece gerçek bir konuşma ortamı
oluşuyor. Şimdi hiç uzakta değilsin sanki. Yanımdaymışçasına beni sevdiğini
hissedebiliyorum, benim de seni sevdiğimi hissettiğini biliyorum. Birtanem
bunu hissetmek beni mutlu ediyor. Henüz bana ne kadar mutluluk verebildiğini
bilmiyorsun. Bunu ben de bilmiyordum. Bütün gün günlük güneşlik ıi, harikaydı;
çünkü bugün kalbimdeki bu tatlı mektubu aldım. Bu kadar güzel mektuplar
yazmamızı kıskanıyorum, bu hiç de adil değil. Yabancı bir dilde yazarken
söylemek istediklerimi tam olarak ifade edemiyorum. Senin kalemin kıvrak, her
şeyi en iyi şekilde tasvir edip öyküler anlatabiliyorsun. Bense bir çocuğunki kadar
kırık dökük bir İngilizce’yle yazıyorum; yine de biliyorsun boş bir kadın
değilim. Kendini benden daha zeki, daha akıllı, daha ilginç sanmandan, benim hu
beceriksizliğimi küçümsemenden korkuyorum.
Çarşamba gecesi
lliılııtıcnı
geceyansı oldu. Şimdi burada, Paris’te vakit geceyarısı, Şıkago'da saat kaç
acaba? Akşam yemeği vaktidir herhalde. Tam şu anda ne yapıyorsun acaba? Bir
tabak et yemeği mi yiyorsun? Ben tulumdayım, gerçekten çok iğrenç bir oda. Sana
bu odayı göstermekten utanırdım herhalde. Duvarlar diş macunu kadar pembe, bu
iyi tarafı. Tavan öyle kirli, oda öyle küçük ki içinde insana sıcaklık duygusu
veren hiçbir şey yok. Buraya kadınsı bir çekicilik vermek için erkek bir
kahyanın el atması gerek. Yine de savaş boyunca erişte ve patates pişirerek
yaşadığım bu iğrenç odayı seviyorum. Yapılabilecek en mantıklı şey başka bir
yere taşınmak olsa da buradan gidemem artık.
Bu
akşam hiç de mantıklı değil, kendimi çok mutsuz hissediyorum. Ağlamak
istiyorum. Senin kollarında ağlamak öyle güzel olurdu ki! Senin kollarında
ağlayamadığım için ağlıyorum, bu hiç de mantıklı de)'il; çünkü senin kollarında
olsaydım ağlamazdım ki. Aşk mektubu yazmak büyük aptallık, aşk kâğıda
dökülemeyecek bir şey; ama sevdiğin adamla aranda şu korkunç Atlas Okyanusu
varsa başka ne yapabilirsin? Sana bir şeyler yollamak istiyorum; ama ne
yollayabilirim ki? Çiçekler bile soluyor yolda; öpücükleri, gözyaşlarını
gönderemezsin bile. Sadece sözcükler var, bense İngilizce bile yazamıyorum. Sen
ne kadar acı veren bir adamsın ki sevgilin senin için bütün Atlas Okyanusu
boyunca ağladı! Bununla gurur da duyuyor olabilirsin doğrusu!
Çok
yorgunum, seni de deliler gibi özledim. Biliyorsun geri gelmek çok zor. Benim için bu geri geliş
sürecini yaşamak çok zor. Fransa’da çok hüzünlü bir şeyler var; yine de
seviyorum bu hüznü. Amerika’ysa tatil içindi. Kendimden hiçbir şey istemedim.
Buradaysa ne olduğunu, yapıp yapamayacağımı tam olarak bilmesem de yapacak
işlerim var.
Çok
tuhaf bir akşam geçirdim ve avunmak için çok fazla içtim; şu anda çok garip
hissediyorum. Bana âşık olan çok çirkin bir kadından söz etmiştim sana.
Hatırlıyorum: New York’ta karşılıklı yatıyorduk, bu kadından söz etmiştik. O
güzel yüzünü görmüş, mutlu olmuştum. Onunla akşam yemeği yedik. Dört gün önce
karşılaştık. Beni gözetliyormuş (kendisi söyledi), sonra oturduğum kafeye
geldi. Benimle konuşurken bütün vücudu titriyordu. Ben de onunla akşam yemeği
yiyebileceğimizi söyledim. Yazdığı kitabın bir müsveddesini verdi bana. Bana
olan aşkı hakkında her şeyi anlattığı bir günlük bu. Harika bir kitap. Çok iyi
bir yazar. Çok derin duygulan var ve bunları harika kelimelerle anlatıyor. Bu
günlüğü okumak çok sinir bozucuydu, özellikle de benim hakkımda olduğu için.
Ona karşı bir hayranlık, bundan da öte dostluk hissediyorum. Paris’teyken onu
iki ayda bir kez görüyorum. Ona çok da aldırmıyorum, o da bunu biliyor zaten.
Tuhaf olan şey bana olan aşkı hakkında bu kadar rahat konuşabilmesi ve bunu
benimle sanki bir hastalıkmışçasına tartışabilmesi. Tahmin ediyorsundur herhalde,
onunla bir akşam geçirmek pek de kolay değil. Beni hep Paris’in en güzel
restoranlarına götürüp, şampanya ve en iyi yemekleri ısmarlıyor. Ben de uzun
uzun konuşuyor, hikâyeler anlatıyor, neşeli ve kayıtsız görünmeye çalışıyorum.
Çok içki içiyor, akşam yemeğinden sonra bara gidiyoruz. Birden çok dokunaklı
bir hal alıyor, bense kentlimi berbat hissediyorum, hoşça kal deyip
ayrılıyorum. Ve biliyorum kulasını duvarlara vura vura, kafasında intihar
düşüncesiyle, ağlayarak gidiyor. Benden başka bir arkadaş edinmeyi reddediyor.
Sürekli yalnız yaşıyor, beniyse yılda sadece altı kez görüyor. Onu sokaklarda
yalnız başına, umutsuz, ölümü düşünürken bırakmaktan nefret ediyorum. Başka ne
yapabilirim ki? Fazla şefkat çok daha kötü şeylere yol açabilir. Onu asla
öpemem, sorun da bu zaten. Başka ne yapabilirim ki?
Bu
sabah Les Temps modernes’e
uğradım, birkaç müsvedde alıp gün boyunca okudum. Bir tanesi çok tuhaf bir
öyküydü. Bir fahişe kendi hayatını yazmış. Tanrım! Dünyayı böyle gördüğünü,
başka hiçbir şey tatmadan ölüp gideceğini düşünmek korkunç. Öyle içten ve doğal
yazmış ki hikâyeyi basmak imkânsız gibi bir şey. Oysa bu öyle bir hikâye ki
insanın ufak tefek endişelerini bir yana bırakıp oturup ağlaması lazım
okuyunca. Bazı yönlerden de çok komik bir öykü.
Biricik
aşkım, artık yatıyorum. Sana yazmak çok iyi geldi. Yaşadığım, beni
beklediğini, birbirimizi severek yine mutlu olacağımızı bilmek öyle
rahatlatıcı ki. Bir kez bana, benin senin için senin benim için olduğundan daha
önemli olduğumu söylemiştin. Bence bu artık doğru değil. Seni özledim ve seni
seviyorum. Sen benim kocamsın, ben de scııiıı karın. Kollarında uyuyacağım,
biricik aşkım.
Simone’un
**
23 Temmuz 1947, Çarşamba
Biricik
aşkım benim,
Senden
yeni mektup alamadım; ama daha geçen hafta iki tane alınıştım, bu yüzden
onları bir kez daha okudum. Biliyorsun, kumar oynamanı onayladığımı
söyleyemem. Ama bütün gün çalışıyorsan neden olmasın? Önemli olan çalıştığında
adam akıllı çalışman, çalışmayı bıraktığında da dinlenmek için gerçekten
sevdiğin şeyi yapman. Ben içmeyi tercih ederim; ama bu da kumardan ne daha iyi
ne de daha kötü. Bu aralar galiba çok fazla içiyorum; çünkü seni çok özledim.
Böyle olacağını hiç düşünmemiştim. Nelson, sevgilim, sen bu dünyadaki en hoş
adamsın, oraya gelebilmem için her şeyi ayarlamaya çalışman çok güzel; ama
sadece bir dilek bu. Hâlâ yaşıyorsan ve beni seviyorsan, başka bir şey yapmaya
ne gerek var? Yapacak bir şey yok. Eğer on dolara bir araba alabilirsen ve
kullanabilirsen çok hoş olur; ama sadece otobüsler ve uçaklar, uçağı da boşver
sadece otobüs de bize yeter, küçük mutfağımızda sadece biftek ve mısır olsa,
biftek de olmasın sadecc mısırla mutlu olabiliriz, değil mi? Bilirsin ben
gösterişe düşkün değilimdir; sadece ekmek, patates, su ve aşkla yaşayabilirim.
Bunlar için kala yormana gerek yok.
Evet
biraz korkuyorum, bu doğru. Öğleden sonra, Sartre’ın filmini (İş İşten
Geçti) izledim, oldukça iyiydi;
ama olması gerektiği kadar değil. Neyse, sorun
bu değil. Sorun şu ki filmin öyküsü beni biraz rahatsız etti. Birbirini
seven ve öldükten sonra karşılaşan bir kadınla bir adamın öyküsüydü,
birbirlerini sevdiklerinden dünyaya dönmelerine izin verildi, eğer bu aşkı
gerçekten yaşayan bir aşk haline getirebilirlerse sonsuza kadar
yaşayabileceklerdi; ama başaramazlarsa yeniden öleceklerdi. Sonunda başarısız
oldular. Gerçekten çok dokunaklıydı, seni ve beni düşündüm. Biz birbirimizi
anılarımız, umutlarımız ve mektuplarımızla, aramızdaki mesafeye rağmen
seviyoruz, bu aşkı gerçekten bitmeyecek bir aşk yapabilecek miyiz? Yapmalıyız.
Yapabileceğimize de inanıyorum; ama kolay olmayacak. Nelson, seni seviyorum.
Ama sana hayatımı adamazsam bu aşkı hak eder miyim? Hayatımı sana
adayamayacağımı açıklamaya çalışmıştım. Beni anlıyor musun? Bana gücenmedin mi?
Hiç gücenmeyecek misin? Her zaman sana verdiğimin aşk olduğuna mı inanacaksın?
Belki de bunları sormamalıyım, bunları böylesine apaçık söylemek bana çok acı
veriyor. Ama bir türlü bundan kurtulamıyorum, kendime sürekli bunları
soruyorum. Sana yalan söylememeliyim, senden bir şey gizlememeliyim. İki aydır
çok kötüyüm; sürekli içimi kemiren, kalbimi acıtan bir soru var: Her şeyini
vermeye hazır değilken, kendinden bir şeyler vermek doğru mu? Benden istemesine
rağmen bütün hayatımı ona vermeyi düşünmüyorsam, onu sevebilir miyim, ona bunu
söyleyebilir miyim? Benden nefret etmez mi? Nelson, aşkım bu konuda konuşmamak
benim için çok daha kolay olurdu. Kolay olurdu; çünkü sen bu konuda hiçbir şey
söylemedin; ama birbirimize yalan söyleyemeyeceğimizi, sessiz kalamayacağımızı
söylemen öyle güzeldi ki. Aramızda oluşabilecek her türlü kötü duygudan,
aldatmacadan, kırgınlıktan nefret ediyorum. Ama bunları yazdığıma göre her şeyi
göze almış durumdayım. İstemezsen cevap yazma, bunları karılaştığımızda yüz
yüze konuşuruz. Hatırlıyor musun bir keresinde sana çok fazla saygı duyduğumu
söylemiştim; işte bu yüzden yazdım bunları. Benden bütün hayatımı istiyorsun
demek istemiyorum, söylemek istediğim sadece şu: Tekrar karşılaştığımızda ne
olacağını bilmiyoruz; yalnız şunu biliyorum ki ne olursa olsun, sana her
şeyimi veremem, bu yüzden de kendimi kötü hissediyorum. Ah, sevgilim, bu katlar
uzakta olmak, böylesine önemli şeyler konuşurken birbirimizin yüzüne bakamamak
ne korkunç bir şey. Aşkın sadece "seni seviyorum" ı İçmekten fazla
bir şey olduğunu, gerçeği söylemeye çalışmanın da aşk olduğunu hissedebiliyor
musun? Aşkım istediğim kadar aşkını hak etmeyi de istediğimi anlıyor musun? Bu
mektubu sevgi dolu bir kalple, başımı omzunda hissederek okumalısın. Belki de
bütün bu söylediklerim sana çocukça gelecek, kimbilir belki de zaten bunları
biliyorsun. Bu akşam bunları yazmaktan kendimi alamadım sadece. Aşkımız gerçek
olmalı, kavuştuğumuzda bunu başarmalıyız. Kendime güvendiğin kadar sana da
güveniyorum. Aklından neler geçiyorsa geçsin, öp beni,
Simone'un
**
7 Ekim 1947, Salı
Nelson, aşkım,
Şu
anda Paris o kadar güzel ki mutlu olmamak ve umutlanmamak imkansız. Seni
görmeyi, günler, haftalar, aylar boyunca seninle yaşamayı umut etmek; senin bu güzel kasabada olduğunu ve
sana sevdiğim bütün bu küçük sokakları göstermeyi umut etmek... Dün, bütün öğleden
sonramı Paris’in kuzeyindeki küçük tepelerin üzerinde bulunan o fakir ama canlı
mahallelerde, Belleville ve Ménilmontant’da yürüyerek
geçirdim. Küçük unutulmuş sokaklarda bir sürü, bir sürü küçük unutulmuş ev var.
Sen de onları çok seveceksin. Uslu bir kız olmaya devam ediyorum, sürekli
çalışıyor ve seni düşünüyorum. Pek fazla şey olmadı. Pazar günü Sartre, Camus ve André Gide ve birkaç başka yazarla birlikte Afrika’nın sorunlarıyla ilgili bir
toplantıya gittim. Biliyi usun zenciler Fransız sömürgelerinde hâlâ Amerika’da
olduğundan çok daha kötü muamele görüyor, içlerinden biri de beyaz yazarlardan
yardım etmelerini istemiş. İşin ilginç yanı, hepimiz sol görüş yanlışıyken bu
zencinin Hıristiyan, son derece dindar ve ağırbaşlı, bir o kadar ılıt
muhafazakâr olmasıydı. Bu yüzden son derece kibir bir dille Fransa'dan,
özgürlükten bahsetti, zencilerin de Fransızların yardımıyla bir İsyana
başvurmadan ve beyazları ülkelerinden atmadan mutlu olmalarını umduğunu
söyledi. Bir tür işbirlikçi olduğunu düşündüğümüzde hepimiz çok sinirlendik.
Fransa’nın sömürgeler konusunda çok kötü davrandığını ve sömürgelerde yaşayan
bütün beyazların aşağılık olduğunu söyledik. Tabii ki zenci arkadaşımız bu
işten pek memnun kaldı. Richard Wright’da oradaydı;
bir başka zencinin Amerika’da yaşayan bütün zencilerin Afrikalı olduğunu
söylemesi hiç hoşuna gitmedi. Bilirsin Wright’i severim, çok da duygusal biri
olduğumdan sadece İngilizce konuşulduğunu duymak bile benim için büyük zevkti,
benide yazılarımı yazdığım Les Deux Magots kafesinden
bahsetmesi çok
hoşuma gitti. Her ne kadar yiyecek, kömür ve benzin bulmakta zorluk
çekse de Fransa’da yaşadığı için çok mutlu görünüyordu, zamanın çoğunu kitabı
üzerinde çalışarak geçiriyor. Ama yine de, özellikle Sartre böyle
düşünüyor, her şeyi biraz fazla ciddiye aldığını, her şeyi gereğinden fazla
"önem" verdiğini düşünüyoruz.
Dün
akşam, bahsettiğim çirkin kadınla yemek yiyip bir iki kadeh bir şeyler içtim.
Günlüğüne benimle ilgili yazdığı son bölümleri getirmiş, gerçekten şahaneydi.
Çok güzel bir dille yazıyor, yapayalnız yaşamasına ve bir lezbiyen olmasına
rağmen tanıdığım bütün kadınlarda çok daha cüretkâr, hem bahsettiği şeyler hem
de bunlardan bahsedil şekli gerçekten cesaret ister. Söylemek istediğim şu ki
neredeyse bütün kadın yazarlar özellikle de sanatsal ortamlarda biraz
utangaçtırlar, biraz fazla gizli kapaklı ve tatlı dillidirler. Bu kadınsa bir
kadının hassasiyetiyle ama bir erkek gibi yazıyor. Ona gerçekten yardımcı
olabildiğim için mutluyum. Kitaplarını yayımlattım, kendine güvenmesini
sağladım; artık onun üzerinde kafa yormaya başlayan çok sayıda eleştirmen ve
yazar var, bu da yapayanlız trajik yaşamında onun için çok önem taşıyor.
Biliyorsun, kendini o kadar çirkin buluyor ki ne bir erkekle ne de bir kadınla
yatmak istiyor; ama açık yüreklilikle buna çok fazla ihtiyaç duyduğunu
söylüyor, o yüzden dört gözle yaşlanmayı bekliyor. Belki yaşlandığında artık
seksi önemsemeyeceğini, bu yüzden de biraz daha rahatlayacağını düşünüyor. Onun
yerinde olmak istemedi dim. Bana aşk hakkında çok güzel ve dokunaklı şeyler
söyledi. O konuşuyor ben de sanki bahsettiği kişi ben değilmişim gibi
dinliyorum ama benden bahsettiğini gizlemememiz de çok tuhaf bir ortam
yaratıyor. Sürekli kendinden bahsediyor, sonra da sıkıntılı bir sesle,
"Hep senden bahsediyoruz! Hadi biraz da senden konuşalım!" diyor. Bu
da kendimden bahsetme isteğimi tamamıyla kırıyor. Kendimden kornişimin lazım,
başkalarıyla kendimle ilgili çok az konuşurum zaten. Inn bahsetmeye
başladığında ise, işin en kötü yanı da sürekli olarak sevdiğin insanı
görememekten, yokluğundan sonra varlığının birden yarattığı tuhaf duygulardan
ve buna benzer şeylerden bahsetmesiydi. Bense seni, seni ne kadar özlediğimi,
seni göreceğimi düşünüyor. bunu bilseydi gerçekten katlanması çok zor olurdu.
Benden onu sevmemi beklemiyor; ama başka birini sevebileceğimi düşünmek onun
için bir cehennem azabı. Sonunda sarhoş oldu, garson gelip de artık gitmemiz
gerektiğini, gece kulübünün kapanmak üzere olduğunu söylediğinde, artık bana
hoşça kal demesi gerektiğini anladığındaysa az kalsın bayılacaktı. Sakın bana
onu görmememi söyleme; çünkü bütün bunlara rağmen ayda bir kere de olsa beni
görmek onun hayatına bir anlam katıyor, üstelik kitapları da hoşuma gidiyor.
Aslında kendisini de çok seviviyorum; ama insan aşka ihtiyaç duyarken sevgi
yetmiyor. Beni sadece sevmeye başladığın zaman çok üzüleceğim.
Çarşamba
Timsahıma
sevgiler, sevgiler.
Dün
gece küçük bir gece kulübünden döndüğümde mektubunu buldum, okudum ve hemen
uykuya daldım.
Seni
seviyorum. Bir arkadaşımın resim sergisi vardı. Çok hoş, hatta güzel bir
kadındır; ama hiç de iyi bir ressam değildir. Herkesin iyi olmadığını bilerek,
hiçbir şey söylemeden tablolara bakması, onun da resimlerinin iyi olmadıklarını
bilmesi gerçekten üzücüydü. Bu yüzden akşam onu biraz rahatlatmaya çalıştık,
onunla ve Amerikalı heykeltıraş kocasıyla birlikte kuskus yemeye sonra da viski
içmeye gittik. Kocası bana çok kutsal göründü; çünkü bu sabah New York’a
gidecek uçağa binecekti. Paris’teki son gecesiydi, Perşembe orada olacağını
düşündüğümde Amerika çok yakın geldi; ama sen her zamanki kadar uzaksın,
Onlarla birlikte Kanada’ya gitmemden, büyük göllerde kanolarla yapacağımız
yolculuklardan bahsettiler; ama ben gizlice düşümdüğüm şeyler yüzünden mutlu ve
gururluydum: "Eğer birtanecik timsahım için de uygunsa, bu harika
insanlarla dünyanın en güzel göllerini görmektense onun küçük güneşinin altında kalmayı tercih ederim."
Gittiğimiz gece kulübü daha dün açıldı, neredeyse benim mahallemde
sayılır, yazık ki İspanyol dansçı ve
şarkıcılar çok kötüydü, yine de neşeli, samimi bir şeyler vardı bu mekânda.
Paris’te hep aynı yerlere gidiyoruz, bütün akşam İngilizce konuşuyorum ve bu
bana inanılmaz zevk veriyor.
Artık
çalışmalıyım. Bütün gece hiç rüyalarıma girmemen, sonra bütün gün karşıma
dikilip, bana gülümsemen, beni izlemen, benimle konuşman ya da en olmadık
yerlerde beni öpmen ne kadar da kötü. Hoşça kal, bir sonraki mektubunu alana
kadar çok beklemek zorunda kalacağım, oysa bu öyle çabuk gelmişti ki. Evet,
Filipinler’le ilgili öyküleri seviyorum.
Bırak
seni uzun uzun öpeyim. Je vous
aime, mon amour.
Küçük kurbağan ve Simone'un
Her
zaman benim konuştuğum ve seninse sustuğun hiç de doğru değil. Sen de en az
benim kadar konuşuyorsun, bu arada senin böyle güzel rüyalar görmen hiç de adil
değil.
**
KRONOLOJİ
9 Ocak 1908:
Simone de Beauvoir doğdu
Mart 1909: Nelson Algren doğdu
1947
Ocak: Beauvoir Amerika’ya gider
Şubat: Algren ve Beauvoir Şikago’da
tanışırlar
Nisan: Beauvoir üç gün Şikago’da kalır
1 Mayıs: Algren, Beauvoir ile birlikte New
York’a gelir
10 Mayıs:
Algren, Beauvoir’a gümüş bir yüzük verir
17 Mayıs:
Beauvoir Amerika’dan ayrılır
11 Eylül:
Beauvoir Şikago’ya gider
14 Eylül:
Beauvoir Paris’e döner
1948
8 Mayıs: Beauvoir Şikago’ya gider
14 Mayıs: Beauvoir ve Algren Meksika’ya hareket
ederler
3 Temmuz: Beauvoir Paris’e döner
Ekim Sonu: Beauvoir, 11 rue de la Bûcherie’e
taşınır Günü Gününe Amerika yayınlanır
1949
7 Mayıs: Algren Paris’e gelir
Eylül Ortası: Algren Şikago’ya döner The Man with the Golden Arm yayınlanır ve
Ulusal Kitap Ödülü’nü alır
İkinci Cins yayınlanır
1950
Temmuz: Beauvoir Amerika’ya hareket eder
30 Eylül: Beauvoir Fransa’ya döner
1951
15 Ekim: Beauvoir Şikago uçağına biner
Ekim: Beauvoir Fransa’ya döner
1952
Beauvoir’ın Claude Lanzmann ile
ilişkisi başlar
23 Şubat: İkinci Cins Amerika’da basılır Algren eski karısı
Amanda ile evlenir
Ekim sonu:
Mandarinler Fransa’da yayımlanır Goncourt
Ödülü’nü kazanır
Ağustos ortası: Beauvoir 11 rue Schoelcher’e taşınır
Algren Amanda’dan boşanır
Mandarinler Amerika’da basılır
Bir Genç Kızın
Anıları yayımlanır
Beauvoir’ın Lanzmann ile ilişkisi
biter
The Prime of Life yayımlanır
Mart: Algren, Paris’e gelir
Eylül: Algren, Amerika’ya döner
Olgunluk Çağı
yayımlanır
Beauvoir ile Algren arasındaki
iletişim kopar 1981
Mayıs: Algren öldü
14 Nisan: Beauvoir öldü Parmağında Algren’in
yüzüğüyle gömüldü
Kaynak: Simone de Beauvoir, Aşk Mektupları, İngilizceden çevirenler: Tülay Evler-Pınar Öztamur İstanbul 2001
Bugüne kadar kadın ve onun problemleri hakkında
çeşitli yazılar ele alınmıştır. Belki de bu konuda bizim söyleyeceğimiz bir şey
kalmamış olabilir. Fakat yine de kadınlar üzerinde girişilen tartışmaların,
yazılan makalelerin sonu gelmemektedir. Peki, bütün bu yazılanlardan sonra
acaba hâlâ aydınlanmamış dâvalar kalmış mıdır?
Eğer gerçekten böyle bir durum varsa, ilk sözümüz
‘kadın’ı tanımlayın olacaktır. Kadın problemlerini ele almış bilginlerin
bazıları bize «Bugün Rusya’da bile kadın, kadındır,» diyecektir. Bazıları ise
«Kadın problemi diye bir şey yoktur; çünkü kadınlık yok olmak üzeredir.» diye
cevap vereceklerdir. Hemen hemen herkes, kadın problemlerinin var olup
olmadıklarını, yine bunların ilerde var olup olmayacaklarını, kadınlarının yeryüzünde
şu andaki görevlerini, ya da gerçek görevlerinin ne olduğunu merak eder. Hattâ
bir zamanlar bu konu öylesine dallanıp budaklanmıştır ki, günlük bir dergide
«Kadınlara ne oldu?» başlığı altında bir makale bile yayınlanmıştı.
Fakat ilk önce «Kadın nedir?» sorusunu
cevaplandıralım. Çoğunlukla, kadın, bir döl yatağıdır, diye tanımlanır. Yalnız
uzmanlar, bazı kadınlar, hem cinsleri gibi kadınlık organlarına sahip oldukları
halde kadınlıkla ilgileri yoktur demektedirler. Bugün dünyada yaşayan
canlıların yarısını kadınlar meydana getirmektedir. Böyle olmakla beraber
bugünün kadım yine de büyük bir tehlike içindedir. Yani bu demektir ki
kadınlar, kadınlaşmağa ve kadın olarak kalmağa zorlanmaktadırlar. Meselâ
yıllarca önce, tanınmış bir kadın yazar, gazetede kendi resminin yayınlanmasını
istememiş, kendi resmi yerine kocasının resmini göndermiş. Böylece herkes
tarafından daha fazla saygı göreceğini tahmin etmiş.
Yunan filozofu Aristo, kadınlar hakkındaki görüşünü
şöyle açıklamaktadır.
«Kadın, bazı özelliklerden yoksun olduğu için kadındır.»
St. Thomas ise kadım «Tamamlanmamış varlık» ya da
«tesadüf eseri meydana gelmiş bir yaratık» olarak tanımlar. Bu nokta din
kitaplarında şöyle sembolize edilmektedir. Havva, Adem’in böğründen
yaradılmıştır.
Kadın, erkeğin esiri olmasa bile her zaman için onun
emri altında yaşamak zorundadır. Böylece iki cinsin dünya üzerinde aynı haklara
sahip olabilmesi diye bir şey asla düşünülemez. Hattâ bugün kadının toplum
içindeki durumu değişmekle beraber yine de erkeğin baskısından tamamen
kurtulmuş değildir. Hemen hemen hiçbir yerde kadının durumu erkeğinki gibi
olamaz. Fakat çoğunlukla bu durum kadının yararınadır. Hattâ kanun, kadına bazı
haklar tamsa bile uzun zamandan beri süregelen bir takım gelenekler bunların
uygulanmasını yasaklar. Ekonomik bir çevrede kadınlar erkeklerle hemen hemen
aynı haklara sahiptirler, denilebildiği halde, erkeklerin daha iyi işlerin
başına geçtikleri, önemli noktalan ellerinde bulundurdukları şüphe götürmez bir
gerçektir. Erkeğin kadına kendi üstünlüğünü ta eski devirlerden beri kabul
ettirmesinin diğer bir sebebi de, erkeklerin öğrenim hayatına daha fazla değer
vermeleridir. Ya da şunu daha başka türlü açıklayalım. Erkeklerin daha iyi bir
öğrenim yaptığı ve hatla öğrenimin onlar için mutlak olduğu herkesin bildiği
bir gerçektir. Kadın, okusa da olur okumasa da, çünkü sonuç olarak onun
sorumluluğunu her iki şekilde de erkek yüklenir. Fakat bugünün kadını için
öğrenim daha değişik bir anlam kazanmış, onlar da erkeklerle omuz omuza
okumağa, çalışmağa başlamışlardır. Böylece de yavaş yavaş kadınlığın kendine
has değeri kaybolmak üzeredir. Gerçekte ise bu dünya hemen hemen bütünüyle
erkeklere aittir. Kadın, her zaman, her devirde erkeğinin kanatlan altına
sığınmış ikinci bir yaratık olmak zorundadır. Bu bir tabiat kanunudur. Bunu
hiçbir şey bozamaz. Kadın ne kadar çabalarsa çabalasın ne kadar bir erkek
gibi hareket etmeğe çalışırsa çalışsın yine de bir BAŞKASI olmaktan öteye
gidemez.
İnsanın aklına ister istemez ilk önce
şu soru geliyor:
Peki, erkeğin üstünlüğü ne zamandan
beri kabul edilmiş bir görüştür?
Ne zaman bu üstünlük dâvası
başlamıştır?
Bu tartışmayı neden erkek kazanmıştır
da kadın kazanmamıştır?
Bu zaferi kadınların kazanmış olması
da mümkündü. Veya böyle bir üstünlük tartışmasına hiç lüzum görülmeyebilirdi.
Neden acaba bu dünya sadece erkeklerin malıdır, her zaman her yerde onların
üstünlükleri savunulmaktadır?
Kadınlarda görülen bugünkü değişiklik
iyi midir yoksa fena mıdır?
Acaba bu yeni değişiklik kadınlarla
erkeklerin aynı haklara sahip olmasını sağlayabilecek midir?
Bu sorular hiç birimiz için yeni değil. Birçok
defalar sorulmuş, yine birçok defalar çeşitli şekillerde cevaplandırılmıştır.
Montaigne «Bir cinsi haklı çıkarmak için diğerini suçlamak
kolaydır.» demektedir. Bu sözü şu örnekle daha iyi açıklayabiliriz: Roma
Hukuku kadın haklarım sınırlardı. Bir evlilik kurulu sarsıntı geçirdiği zaman
erkeği haklı göstermek için kadının zayıflığı, kadın olmayışı öne sürülürdü.
Kadın hakları 16 ncı yüzyıla gelinceye kadar kimse tarafından savunulmamıştı.
Fakat St. Augustine bu asırda kadın haklarım elinden geldiği kadar tanıtmağa
çalıştı. Ve işte o zaman kadın, kendine ait olan mallan idare etme yetkisine
kavuştu. Montaigne kadınlara yapılan haksızlıktan, onlara karşı girişilen
amansız kavgayı şöyle özetler:
«Kadınlar hakkındaki kanunları yapanlar yine erkekler olduğuna
göre bunları kendi görüşlerine göre düzenlemişler, kadınları yakından
incelemeğe lüzum hissetmemişlerdir. Kadınlar ise bu kanunlara baş kaldırmakta,
onları kabul etmemekte haklıdırlar. Yani bu kanunlar erkeklerin hilesiyle
meydana gelmiştir. Tarafsız değildir.»
Onsekizinci yüzyılda durum biraz daha değişmiş ve
ortaya demokrat görüşlü tarafsız bilginler çıkmıştır. Bunlar kadın konusunu
yeniden ele almışlar ve iyiden iyiye objektif olarak incelemişlerdir. Bunlar
arasında Diderot, kadının da tıpkı erkek gibi bir yaratık olduğunu, aynı
haklara sahip olabileceğini savundu. Daha sonra ortaya çıkan John Stuart Mili
ise bu konu üzerinde daha da titiz davrandı ve en etkileyici bir şekilde
savunmasını yaptı. Oysa ondokuzuncu yüzyılda kadın fizyolojisini ve
psikolojisini inceleyen bilginler taraf tutarak kadın haklanm savundular.
Böylece İngiltere’de onsekizinci asrın ortalarından sonra ta ondokuzuncu yüzyıl
ortalarına kadar modem sanayinin yayılmasıyla meydana gelen sosyal ve İktisadî
devrimin sonuçlarından biri de, kadınların iş alanlarına sokulmaları oldu.
Fakat işçiler başlarındaki insanın kadın olmasını istemedikleri gibi erkekle
kadının da yanyana çalışmasına göz yumamadılar. Böylece yine erkekler,
kadınlara tanınan hürriyeti kıskandılar, onları önceki durumla nna getirebilmek
için çalıştılar.
Kadının erkekten aşağı olduğu fikrini savunanlar, kâfi
mi her yönden -fizyolojik, teolojik, felsefi, sosyolojik, ekonomik -yerden yere
vurdular. Erkekle kadın arasında devam eden bu üstünlük, aşağılık kavgası,
kadını aşağı bir yaratık olarak görmek, tıpkı Amerika’da yıllar yıl süregelen
beyaz-zenci dâvasına benzemektedir. Nasıl beyazlar için zenci olmak korkunç bir
aşağılık, bir gurur meselesiyse erkekler için de kadınlık aynı şeydir. Ve çoğu
erkek kadın olarak dünyaya gelmediği için her zaman Tanrıya şükreder.
Kısacası, genel anlamda kadın, erkekten aşağı bir
yaratıktır. Yani onlar yaradılışları dolayısıyla erkeklerden daha az imkânlara
sahiptirler, önemli olan şey, sadece şu sorudur: «Bu üstünlük, aşağılık dâvası
daha ne kadar sürüp gidecektir? Yoksa bunun ardı arkası gelmeyecek midir?
Erkeklerin çoğu bu kavganın devam etmesini isterler.
Hemen hemen hiçbiri de bugüne kadar bu kavgaya bir son vermiş değildir. Dar
görüşlü, geleneklere bağlı orta sınıf halkı (burjuva) kadınlara hürriyet
yetkisi verildiği takdirde onların ahlâki doğruluklarının değişeceğine, ilgilerinin
yön değiştireceğine inanmaktadırlar. Bazı erkekler ise sırf kadınları
kendilerine kuvvetli birer rakip olarak gördüklerinden, onların haklarının
kısılmasına taraftardırlar. Bu noktayı kuvvetlendirecek güzel bir örnek vermek
istiyorum: Çok yakın zamanlarda erkek öğrencilerden biri bir dergide kadın
konusundaki görüşlerini şöyle belirtmiş: «Tıp Fakültesine, Hukuk Fakültesine
girmek isteyen her genç kız, erkek öğrencilerin mesleklerini ellerinden zorla
alıyor demektir.»
Michel Carrouges’e göre kadınlar iyi bir eş, iyi bir
aşçı, bir fahişe yani kısacası erkeklerin arzularına cevap veren bir yaratık
olmaktan öteye gidemez. Bu düşünüre göre kadın diye bir varlık yoktur, onun
yaşadığı ayrı bir dünya da olamaz.
Peki ya kadın nedir?
Nerede yaşar?
Evet, kadın mı?
Kadın, ancak ve ancak erkeğin dünyasında yaşayan,
onun zevklerine cevap veren, her zaman ona boyun eğen bir yaratıktır. Onun
dünyaya getirilmesindeki tek gaye, erkeğe hizmet etmesi içindir.
Kadın bir erkeğin hayatına hangi şartlarda girer?
Kadın, küçük bir erkek için, onu doğuran, büyüten,
bir annedir; bir delikanlı için arzu ettiği, seviştiği, sevdiği bir sevgilidir;
evli bir erkek içinse hayat arkadaşı, çocuklarının anasıdır. Bu durumlarda
erkek, kendine yakın olan kadına sevgi ve saygı duyar. Onun için kadın, genel
anlamda erkekten aşağı bir yaratıktır. Fakat yine de bu yakınları ile arası
açıldığı zaman erkek, onların kendilerinden aşağı bir yaratık olduklarını, bir
erkeğin üstünlüğü karşısında hiçbir şey yapamıyacaklarını rahatça söyler. Demek
oluyor ki, bir an için kadını kendisiyle aynı ayarda tutan, eşit haklara sahip
olduğunu savunan bir erkek ayni zamanda onun kendinden aşağı olduğunu da
söylemekten kaçınmıyor. Çünkü her iki noktayı da ayni anda kabul ediyor.
Bazı düşünürlere göre, Havva, Adem’den sonra yaratıldığı için
İKİNCİ yaratık olmak zorundadır. Bazıları ise bu fikrin tam karşıtım
savunmaktadırlar. Yani Tanrı, Ademi aceleye geldiğinden kaba ve biçimsiz
yaratmıştır. Oysa ondan sonra yarattığı Havva üzerinde bir hayli uğraşmış ve
Ademin kusurlarını onda kapatarak en güzel bir insan örneği vermiştir dünyaya.
Bu üstünlük, aşağılık, eşitlik gibi dâvaları daha
iyi, daha belirli bir şekilde anlatabilmek için bunları çeşitli kısımlar
altında tek tek gözden geçirmek gerekiyor. Sh:5-11
MİTOLOJİ VE GERÇEK
Kadınlar hakkında söylenilen efsaneler, edebiyatta
genişçe bir yer kaplar. Fakat bunların günlük hayattaki önemi nedir? Bireylerin
yaşayışını, gelenekleri, nasıl etkilerler? Bu soruyu cevaplandırabilmemiz için
efsanelerle gerçek arasındaki ilgiyi incelememiz gerekir.
Efsanelerden birine göre insanlar iki kısma ayrılır.
Bu fikir, deneylerden elde edilmiştir. Yani efsanelerde gerçeğin payı büyüktür.
Kadın ve problemleri diye bir şey düşünülemez; çünkü o değersiz, bilgisiz bir
yaratıktır. Erkekler kadını aşağı görmelerine rağmen yine de onlarla sevişmek,
arkadaş olmak isterler. Cinsel hayatta bir kıskançlık, bir rekabet görülür.
Böylece çeşitli efsanelerin etkisinde kalarak kadın milletini aşağı gören
erkek, onsuz yapamayacağını, onun vücudunun ılıklığını duymadan
yaşayamıyacağını ister istemez kabul eder. Kadın, erkek için ancak cinsel ilişkinin ötesinde bir
BAŞKASIDIR. Aşk hayatında ise onun en yakın arkadaşıdır.
Efsanelerdeki çeşitli benzetmeleri düşünmeyecek
olursak gerçekte kadın, erkeğin tamamlayıcısıdır. Bugünün kadını, erkeklerin
eskiye göre değişen tutucuları karşısında şaşırmaktadır. Bir zamanlar özellikle ataerkil ailede — kadına en küçük
bir hak tanımayan, ona esir gibi davranan erkek, bugünkü erkek miydi? O
devirlerde kadın, sadece erkekte arzu uyandıran, onun cinsel zevklerine cevap
veren bir maddeden başka bir şey değildi. Daha sonraları ise kötülük sembolü
olarak adlandırıldı. Kadınlar, evde babalan, erkek kardeşleri, kocaları,
âşıkları için «koruyucu melek» adını alırlarken, ressamlara, yazarlara ilham
veren fahişelere de «cömert kadınlar» denilirdi.
Efsaneleri önemsemek yersiz bir harekettir çünkü
onların çoğu mantığın kabul edemeyeceği şeylerden söz etmektedirler. Gerçi
efsanelerde belirtilen kadın tipleri ya da onların özellikleri eski devirlerde
yaşayan aile örneklerinden seçilmiştir ama erkeğin üstünlüğü ortaya çıksın
diye, bu tipler, özellikler, hayalle karıştırılmıştır. Oysa gerçekte kadın da
erkek gibi tabiatın yaratığıdır. Onun da bir hayatı vardır. O efsanelerin
belirttiğinin aksine ne gecedir ne de ölümdür. Bütün bu sıfatlar kadım erkekten
aşağı göstermek için yine erkeklerin kendi kafalarında geliştirdikleri çeşitli
fikirlerdir.
Erkekler dünyaya, kadınlara acı çektirmek için
gelmişlerdir. Kadının kaderi ıstırap içinde kıvranmak, çeşitli sorumlulukları
taşımaktır. Kadın, ne kadar erkeğin üstünlüğünden kaçarsa kaçsın elbet bir gün
yine ona yakalanacaktır. Evlenmeği göze alan kadın, erkeğin boyunduruğu altına
girmiş demektir. Balzac «Evlilik Felsefesi» adlı eserinde şöyle yazıyor: «Kadınların söylenmelerine, ağlamalarına, çektikleri
acılara hiç aldırmayın; tabiat, onları bizim için yaratmış. Böylece herşeyimize
katlanmak zorundalar; Erkeklerin verdiği çocuklara, ıstıraplara, sancılara.
Erkekler, sakın kendinizi duygusuzlukla suçlamayın. Bütün medenî milletlerde
kanunları erkekler yapar. Ve bu kanunlar, kadınların kaderini çizer. ‘Kadınlara
acı çektirelim’ deyimi de erkeklerin izinde yürüdükleri bir kuraldır.»
Kadınla erkeğin anatomik kaderi bambaşkadır. Ahlâk
durumları da böyledir. Kadının cinsel arzularını gerçekleştirmesi ancak
evlilikle mümkün olabilir. Oysa erkeğe bu konuda açıktan açığa hak tanınmıştır.
Kadın için kanunların, törelerin dışında bir suçtur. «Kendini teslim ediveren»
kadından herkes nefret eder. Oysa erkeği ayıplamada bile bir hayranlık vardır.
İlkel topluluklardan günümüze kadar kabul edilen, yatağın, kadın için bir
hizmet olmasıdır. Buna karşılık, erkek, ona hediyeler alır, geçimini sağlar.
Hizmet etmek bir efendiye kul olmak demektir. Gerek fahişelerin varlığı gerekse
evliliğin yapısı bunu ispatlar. Kadın kendini verir. Erkek bunu karşılıksız
bırakmaz ve onu elde eder. Erkeğin, aşağı yaratıkları elde etmesini, onları
emri altına almaşım hiçbir şey engelleyemez. Aşk kavramı, savaş kavramından
ayrılmaz. Erkeğin saldırıcılığında bir kahramanlık vardır. Bu dünyada erkek
üstündür. Üstünlüğünün belirtisi olarak, arzularının şiddetli olması istenilir.
Yine eski bir efsaneye göre erkeğin kadında bir kir bıraktığı söylenir. Bazı
erkeklere göre de kadın kirlidir, çünkü onun içi sıvılarla doludur. Kısacası
erkeği kirleten kadındır. Kirletmek, erkeğe pek az bir üstünlük verir. Oysa
erkeğin üstünlüğü onun biyolojik bakımdan saldırgan rolünün toplumdaki efendi
göreviyle bir arada bulunmasından ileri gelir. Böylece fizyolojik ayrımlar buna
göre anlam kazanır. Büyük cinsel yetenekleri olan erkeğe, güçlü dendiği halde
kadın, bir nesneden başka bir şey olmadığından, ona yalnızca soğuk ya da sıcak
denilir. Bir efsaneye göre kız oğlan kız arzuyu bilmez, şehvetini erkek uyandırır.
Fakat bu bir gerçek değildir. Oysa erkekte arzuyu uyandıran, çoğu zaman kadının
dokunuşudur. Buna karşılık, genç kızların çoğu, daha vücutlarına erkek eli
değmeden okşanmak için yanıp tutuşurlar.
Kadın ilkel topluluklardan beri bir «muamma» olarak
düşünülür. Kadını anlayamayan erkek jöne de ona sahip olduğu için kendini mutlu
hisseder. Kadın, kaprisli bir yaratıktır; bu da bir «muamma» olmasından ileri
gelmektedir. Kierkegard’a göre erkeğe, canlı bir muamma eşlik ettiği halde
erkek, hayallerinde, ümitlerinde, korkularında, aşkında, üstünlüğünde tek
basınadır. Maeternich, kadının «tabiat kuvvetleri
gibi esrarlı» olduğunu söyler. Her erkek kendisi için bir ÖZNE’dir.
Erkek yalnızlığında kendi kendini ele geçirir. Çünkü kadın, onun için bir «muammadır.» Yani kendinden BAŞKASI’dır.
Kadının fizyolojik yapısı çok karışıktır; vücudu
benliğinin açık bir belirtisi değildir artık. Ona yabancıdır. Aynı zamanda bir
başkası onu bir nesne olarak kavrar. Genç kız vücudunda duyduğu heyecana,
işittiklerine, gördüklerine göre bir anlam verir. Titremelerinde, belirsiz
tasalarında vücudu yeni ve endişeli bir biçime bürünür. Delikanlının cinsiyet
organı kendinin bir benzeri olduğundan onunla arkadaşının yanında öğünür. Oysa
genç kızın cinsel hayatı gizli kalır.
Kadın bir muammadır denilmekle sessiz olduğu
anlaşılmamalıdır. Sadece onun kullandığı dil anlaşılmaz. O vardır, fakat her
zaman için bir tül arkasındadır.
O perde arkasından hareket eder, öyleyse kadın
nedir?
Bir melek mi, bir şeytan mı, bir ilham kaynağı mı,
yoksa bir sanatkâr mıdır?
Bu sorulara verilecek birçok cevap olabilir ama
onları bulup çıkartmak da güçtür. Kadın iki mâ nah bir yaratıktır. Belki kendi
bile kendinin ne olduğunu anlayamamıştır, öyleyse kadın mitolojik bir
canavardır, (kadın başlı, aslan vücutlu.)
İnsanoğlu davranışlarına göre değerlendirilir.
Meselâ köylü bir kadından iyi ya da kötü bir işçi olarak, bir artistten
istidatlı ya da istidatsız diye bahsedilir. Fakat bir kadının iç dünyasını
anlat dedikleri zaman erkek, onu tanımlayabilecek kelimeler arar, bulamaz.
Gide’ye göre «hayale
etmek, gerçeğe yakınlaşmak» demektir. Yani bir insan, âşık olduğunu
hayal edebiliyorsa gerçekten âşıktır ya da en kısa zamanda âşık olacaktır.
Ancak hayal ile gerçek davranışlarda ayrılır. Bu dünyadaki üstünlük, erkeğin
elinde olduğuna göre, o aşkım bir hareketle göstermelidir. Kadına destek olan,
geçimini sağlayan, toplum hayatına girmesini sağlayan erkektir. Oysa kadının
aşkı hayalinde yaşamak zorundadır; çünkü erkek, evlenmek ya da sevişmek
teklifinde bulunmadan kadın harekete geçemez. Kadın, duygularım, arzularını
içine gömer. O ancak bir çağrışa cevap verir. Yoksa kendisi bir erkeği
çağıramaz. Kadınların çoğu, kendilerini seven erkeğin aşkım davranışlarıyla
ölçerler. Kadın, erkeğin esiri, hizmetçisi olduğu için ona değişmez bir
gülümseyişle bakmak zorundadır. Kadın, erginlik devresine girer girmez erkeğe
yalan söylemeği; iki yüzlülük yapmayı öğrenir. Bir erkekle konuşurken
kadınların ses tonlarında, davranışlarındaki yapmacık, kendini hemen belli
eder. Kildin, erkekler tarafından anlaşılmadığından dolayı hem üzüntü duyar,
hem de memnun olur. Gerçi kadınlar da erkekleri tam mânasıyla anlamazlar ama
«erkek anlaşılmazlığı» diye bir problem yoktur. Çünkü erkek, efendidir, kadın
ise onun esiri. Romanları düşünecek olursak, hep seçilen kadınlar anlaşılmaz
tiplerdir. Başlangıçta bir muamma olarak görülen kadınlar romanların sonunda
sırlarını açıklarlar.
Erkekler, kadına hayallerinde istedikleri şekilleri
vermek, kendi ihtiyaçlarından kaçmak için çeşitli efsaneler yaratmışlardır.
Erkekler yaptıkları kanunlarla, din kurallarıyla, uydurdukları masallarla
besteledikleri şarkılarla kadınları avuçları içine alacaklarım sanmışlardır. La
forgue «Hayal! Hayal!» diye haykırır. «Eğer
kadınları idaremiz altına alamıyorsak, onları sakinleştiremiyorsak, onları
istediğimiz kılığa sokamıyorsak öldürelim. Kadınları aciz duruma düşürdüğümüz,
esir olarak kullandığımız, silâhlarını ellerinden aldığımız zaman ancak o
«dişi»liğine bürünecektir... Kadınlar, erkekler için yaratılmıştır. Bu unutulmamalıdır...
Fakat bütün bu görüşler yanlıştır... Ne yazık ki kadın milleti ile bugüne kadar
bir taş bebekle oynar gibi oynadık. Ama artık bu oyun bitti.»
Bugünün kadını kaderini değiştirmek için
çırpınmaktadır. Artık eski efsanelerin bir değeri kalmamıştır. Sadece kadın
olmak görevini bilmek yeterli değildir. Önemli
olan onun BAŞKASI olduğunu kabul etmesidir. Bugünün erkeği kadını, arkadaşı,
tamamlayıcısı olarak kabul ettiği gibi onu kendinle aynı görür. Fakat kadın
yine de bir toplum içinde değer kazanabilmek, rahat yaşamak için erkeğe
dayanmak ister. Bir kadın erkeğin her şeyini sevebilir; kötü huylarını,
sefaletini, güçlü oluşunu, korkusunu, alçaklık duygusunu, zayıf noktalarını.
Bazan temiz, ıstırap verecek güçle bir anne sevgisi, bazan da şeytanca, maddî bir
arzu, onu çeşitli şekillerde sevmeğe sürükler. Kadın, erkekten daha fazla
sevgiyi sever, sevmeye karşı arzu besler. Böylece içgüdülerine ayak uydurur ve
bu özelliğini her yerde ve her ne pahasına olursa olsun harcar. Yani sevilmeye
lâyık olmayan bir erkeği bile sevebilir.
Kadının vücudu bozulmamalıdır. Erkeksi adaleleri
olmamalı, yüzü her zaman için renkli, canlı olmalıdır. Giyeceklerine gelince
erkekte arzu uyandıracak biçimler seçilmelidir. Çalışan kadınla ev kadım
arasında oldukça büyük bir fark vardır. Çalışan kadın kısmen erkekleştiğinden
kadınlık cazibesini kaybeder.
Bugünün kadını için bir yandan bağımsızlığını kabul
etmek, bir yândan kaderine boyun eğmek çok güçtür. La forgue kadınlara şöyle
seslenmektedir : «Ey genç kadınlar, ne zaman bizim erkek kardeşlerimiz olacaksınız? Ne
zaman bizlere samimiyetle davranacaksınız? Ne zaman en içten duygularla
birbirimizin elini sıkacağız?» s:141-147
Kaynak:
Simone De Beauvoır, Kadınlığın Kaderi,
trc : Canset Unan, Altın Kitaplar, 1966, İstanbul
Aşk, doğuştan gelen en yüce eğilim olarak ayrılmıştır
kadına, o bu eğilimi erkeğe yönelttiğinde, sevgilide Tanrıyı aramaktadır: durum
ve koşullar kendisini insanı sevgiden yoksun bırakırsa, hayal kırıklığına uğramışsa,
ya da aşktan çok şey bekleyen bir insansa, o zaman, kutsallığı yine Tanrı’da
arayacaktır. Gönüllerinde böyle bir alev yanan erkekler de çıkmıştır elbet; ama
böyleleri hem enderdir, hem de yüreklerindeki ateşli inançta alabildiğine
temizlenip arınmış akılsal bir yan vardır. Kendisini gökteki tanrıyla
birleşmenin/kavuşmanın erişilmez zevklerine terk eden kadın sayısıysa pek
çoktur: ve onlar, bu zevkleri, gerçekten duygulu bir biçimde yaşarlar. Kadın,
dizüstü yaşamaya alışıktır; genel olarak, kurtuluşunu, erkeklerin egemen
olduğu gökyüzünden bekler; erkekler de bulutlar içindedir: yücelikleri,
bedensel varlıklarının tülleri ardında kendini belli etmektedir. Sevilen
Erkek, hemen her zaman, sevenden az çok uzaktır; kendisine tapan kadınla, iki
anlama gelebilen işaretlerle anlaşır; kadın onun kalbini ancak inançla tanır ve
erkek yüceldikçe, davranışları anlaşılmazlaşır. Şehvet düşkünlüğünde, bu
inancın, bütün yalanlamalara meydan okuduğunu görmüştük. Yüce Varlığı yanında hissedebilmek için,
kadının ne görmeye, ne de dokunmaya ihtiyacı vardır. Taptığı ister bir hekim,
ister bir papaz ya da Tanrı olsun, o, aynı açık gerçekleri görecek, kalbini ta
yukarılardan gelen bir sevginin dalgalarına açacaktır. İnsanî
aşkla, tanrısal aşk birbirine karışmaktadır; bunun nedeni İkincinin birincinin
yüceltilmiş biçimi oluşu değildir: İnsanî aşk da aşkın bir varlığa, mutlak’a
dönük bir harekettir. Her iki durumda da, sevdalı kadın, yüce bir Varlık’ın
canlandırdığı Bütün’e katarak kendi olumsal varlığını kurtarmak istemektedir.
Sevgilinin tanrılaşması, Tanrının da insanlaşması
biçiminde dışa vuran bu ikircilli sağlıklı ya da hastalıklı pek çok durumda
açıkça kendini göstermektedir. Ben burada, Ferdiere’in şehvet düşkünlüğünü inceleyen
yapıtından bir örnek almakla yetineceğim. Konuşan, hastanın kendisidir:
“1923’te, Basın’dan bir gazeteciyle mektuplaştım;
her gün, ahlâk konusundaki yazılarını okuyor, satırlar arasında gizlenen
anlamları bile bulup çıkarıyordum; yazılarıyla bana cevap verdiğini, birtakım
öğütlerde bulunduğunu sanıyordum; aşk mektupları düzüyordum ona; sık sık
yazıyordum...
1924’te, birden bu iş geldi başıma: Tanrının bir kadın aradığını, pek yakında
gelip benimle konuşacağım sanıyordum; bana özel bir görev verdiği, kendisine
bir tapmak kurmak üzere beni seçtiği kanısı vardı içimde; kadınların
doktorlara bakacağı çok büyük hastanenin, bir insan topluluğunun merkezi gibi
görüyordum kendimi... İşte tam o sırada... evet, tam o sırada, Clermont
akılhastanesine aktarıldım... Burda, dünyayı düzeltmeye çalışan genç doktorlar
vardı: hücremde, dudaklarını parmak uçlarımda, cinsel organlarını avuçlarımda
hissediyordum; bir keresinde: «Sen duygulu değil, şehvet düşkünü bir kadınsın;
dön arkanı bakalım» dediler; döndüm ve içime girdiklerini hissettim: doyulmaz
bir şeydi bu...
Bölüm başkam, Doktor D...,
tanrı gibi bir adamdı; yatağıma yaklaştığı zaman, onda bir şeyler olduğunu
seziyordum; «bütün varlığımla seninim» der gibi bakıyordu bana. Gerçekten
seviyordu beni: bir gün, garip bir tavırla, ısrarlı ısrarlı baktı yüzüme...
yeşil gözleri, gök mavisine dönüşmüştü; harika bir biçimde büyüyüp kocaman
kocaman olmuşlardı... başka bir kadınla uğraşırken, bir yandan da, bende
yarattığı etkiye bakıp gülümsüyordu... böylece, bu noktada, Doktor D... üzerinde çakılıp kaldım... çivi çiviyi söker
derler ya, aslı yok, daha sonraki âşıklarıma rağmen (15- 16 âşığım oldu), ondan
ayrılamadım bir türlü; işte bu yüzden suçlu zaten...
On iki yıldır, hayalimde, durmadan onunla konuşuyorum... ben unutmak istedikçe
geri geliyor... kimi zaman alaycı bir tavır takınıyor... «Görüyorsun ya,
diyor, korkutuyorum seni, başkalarını sevsen de, sonunda yine bana
döneceksin...» Ona mektuplar yazıyor, buluşmak üzere yer ve zaman bildiriyor,
sonra kalkıp oraya gidiyorum. Geçen yıl onu görmeye gittim; soğuk bir tavır takındı;
hiç bir yakınlık göstermedi bana; müthiş bir aptallık ettiğimi anladım, hemen
ayrıldım yanından... Söylediklerine göre başka bir kadınla evlenmiş, olsun,
yine de ömrünün sonuna dek beni sevecek... kocam o benim, bununla birlikte,
bizi birbirimize kaynaştıracak edim hiç bir zaman gerçekleşemedi... Kimi zaman:
«Her şeyi bırak benimle gel, benim
yanımda hiç durmadan yükselecek, yükselecek, dünyalı bir varlık olmaktan
kurtulacaksın» diyor bana. Görüyorsunuz ya, ne zaman Tanrı’yı aramaya kalksam,
bir erkekle karşılaşıyorum; hangi dine yöneleceğimi şaşırdım.
Karşımızdaki hasta bir kadın.
Ancak, birçok sofu kadında rastlarız Tanrı ile erkeğin ayrılmamacasına birbirine
girişine. Hele günah çıkartan papaz, gökle yeryüzü arasında böyle ikili bir yer
tutmaktadır. Ruhunu ortaya döken günahkâr kadını etten kemikten yapılmış kulaklarla
dinlemekte, ama aynı kadını kuşatıp kucaklayan bakışlarında doğa üstü bir ışık
parıldamaktadır; tanrısal bir insandır o, insan biçimine girmiş Tanrı’dır.
Madam Guyon, Peder La Combe’la karşılaşmasını şöyle anlatır: «Bir an için, ondan çıkan tanrısal bir etki ruhumun en
derin köşesine iniyor, sonra benden çıkıp ona dönüyor ve bunu o da duyuyormuş
gibi oldum.» Dinsel öğenin araya girişi, onu, yıllardır içine gömüldüğü
kupkuru evrenden çekip çıkarmış, gönlüne yeni bir aşk ateşi düşürmüştü.
Sofuluk döneminin büyük bir bölümünü onun yanında yaşadı. Ve bu konudaki
itirafı son derece ilginçtir: «Tam bir birlik
içindeydik artık, öyle ki, onu Tanrı’dan ayıramıyordum.» Aslında bir
erkeğe âşık olduğunu ve Tanrıyı seviyormuş gibi yaparak kendini aldattığını
söylemek pek yuvarlak bir lâf olur: o bu adamı, kendisine oranla bir başkası olduğu
için de seviyordu. Tıpkı Ferdere’in hastası gibi, o da, farkında olmadan, bütün
değerlerin yüce kaynağını aramaktaydı. Bütün
sofu kadınların aradığı budur. Aracı erkek, kimi zaman, ıssız göğe doğru
ilk atılımı yapabilmesine yarar; ama ille de gerekli değildir. Oyunun gerçekliğini, büyülü davranışın
edimini, gerçek nesne ile hayalî olanı pek iyi ayırdedemeyen kadın, yokluğu
kendi vücudunda varlık haline getirebilme konusunda son derece ustadır.
İşin daha az şaka götüren yanı, zaman zaman rastladığımız gibi, sofulukla
şehvet düşkünlüğünü birbirine karıştırmaktır: şehvet düşkünü kadın, yüce bir
varlığın sevgisiyle değer kazandığını sanır; sevgi ilişkisini başlatan işte bu
yüce varlıktır, ve sevildiğinden daha çok sevmektedir; duygularını, anlamı
açık, kendisi gizli işaretlerle belli eder; müthiş kıskançtır, seçtiği kadının
ateşinin azlığına sinirlenir: o zaman, hemen cezalandırır ve bu erkek, hemen
hiç bir zaman, etten kemikten yapılmış, somut bir insan değildir. Bu
özelliklerin hepsi sofu kadında da vardır; yalnız, Tanrı, aşkının ateşiyle
yaktığı ruhu sonsuza dek sever, kanını onun uğruna akıtmıştır (bu Hıristiyan
kadınlar için tabiî), göğün ta yedinci katında yerler hazırlanmaktadır ona;
kadının bütün yapacağı, hiç karşı koymadan kendini bu sevginin ateşine
atmaktır.
Bugün, şehvet düşkünlüğünün kimi zaman düşünsel,
kimi zaman da cinsel bir nitelik taşıyabileceği kabul edilmekte.
Aynı şekilde, sofu kadının Tanrı’ya beslediği duygularda da bedenin az çok
payı vardır. Sofu kadının içini döküşüyle dünyalı âşıklarınki aynı temele
dayanmaktadır. Angele de Foligno, kucağında
Saint François, İsa’nın bir resmine bakarken şöyle diyordu: «işte böyle sımsıkı sarılacağım sana, ölümlü
gözlerimizin göremeyeceği kadar sıkı... ve beni sevdikçe bırakmayacağım seni. »
Madam Guyon da şunları yazıyor: «Aşk, bir an bile yakamı bırakmıyordu. Dayanamayıp: Be
hey sevgim, yeter, bırak artık beni! diye bağırıyordum.» «İnsanın ruhuna
anlatılmaz titreşimler salan, beni kendimden geçiren bir sevgi isterim...» «Hey
ulu Tanrım! şehvetdüşkünü kadınlara şu benim duyduklarımı hissettirseydiniz, o
yalancı zevklerini hemencecik bırakır, bu gerçek hazzın tadını çıkarmaya
koşarlardı.»
Sainte
Therese’in gördüğü düşü hemen herkes bilir:
Meleğin elinde, uzun, altın kaplı bir kargı vardı. Kargıyı zaman
zaman kalbime batırıyor ve ta karnıma dek itiyordu. Kargıyı çektiğinde,
barsaklarım dışarı dökülüyormuş gibi oluyor, tanrısal bir aşk sarıyordu her
yanımı... Şuna eminim: kargının acısını ta kasıklarımda duyuyordum, ve
tinsel eşim kargıyı geri çektiği zaman, ucuna dizdiği iç organlarım birbiri ardından
paralanıyordu.
Kimi zaman, dilin yoksulluğu, sofu kadını işte böyle
cinsel sözlüğe başvurmaya zorlamaktadır deniyor; oya, sofu kadının elinde,
vücudundan başka dayanak yoktur ve dünyasal aşkın yalnız sözcüklerini değil,
davranışlarım da kullanmaktadır; kendim Tanrıya sunarken, bir erkeğe teslim
olan kadının yaptıklarını yapmak zorundadır. Ayrıca bu, duygularının değerini
de düşürmemekledir. Angèle de Foligno, içinde bulunduğu ruh durumuna göre
«kupkuru ve solgun» ya da «alyanaklı ve tombul» olduğu, gözyaşlarına boğulduğu
([1]), ta yukarlardan
düştüğü zaman, bütün bu görüngüleri (phénomène’leri) salt «tinsel» sayamayız;
ancak, bunları yalnızca onun aşırı «heyecanlanma eğilimi » ne bağlamak da,
haşhaşın «uyutucu etkisi »nden medet ummak olur; vücut, nesnel görünüşü
altında öznenin ta kendisi olduğuna göre, kendi özel yaşantılarının nedeni değildir
elbet: özne, bütün davranışlarını, varlığının birliği içinde yaşamaktadır. Sofu
kadının hayranları ya da düşmanları, Sainte Thérèse’in çoşkunluklarına cinsel
bir içerik verilirse, bunun onu isterik kadın haline getireceğini
sanmaktadırlar. Oysa isterik öznenin değerini düşüren şey, vücudunun zihnindeki
takınakları etkin bir biçimde dile getirmesi değildir: aklını tek bir fikre
saplamış olması, özgürlüğünün büyüye çarptırılmış, yok edilmiş bulunmasıdır; bir Hint
fakirinin organizması üstünde kurduğu egemenlik onu köle haline getirmez;
bedensel davranış, özgür bir atılımla çerçevelenmiş olabilir.
Sainte Thérèse’in anıları iki anlama yer
bırakmayacak kadar açık seçiktir ve bu yazılar, onu, yakıp yıkıcı bir hazzın
doruğunda gösteren Bernin’in heykelini doğrulamaktadırlar; duyduğu heyecanları
basit bir «cinsel yüceltme» diye yorumlamak da aynı derecede yanlıştır; bir kere, daha başında, sonradan kutsal bir sevgiye
dönüşen cinsel bir arzu yoktur; seven kadının kendisi de, işin başında,
sonradan belli bir bireye yönelteceği belirsiz bir arzunun kurbanı değildir;
sevilen varlığın karşısında heyecanlanmakta ve bu heyecan, hemen o anda,
sevgili üzerinde toplanmaktadır; böylece. Sainte Thérèse, tek bir hareketle,
hem Tanrıyla birleşmek istemekte, hem de bu birliği vücudunda yaşamaktadır;
sinirlerinin ve hormonlarının tutsağı değildir: kınamaktan çok, etine kemiğine
işleyen bu inançtan ötürü hayran olmak gerekir kendisine.
Gerçekte, Sainte Thérèse’in de çok iyi anladığı
gibi, sofuca bir yaşantının değeri, öznel açıdan nasıl yaşandığına değil,
nesnel açıdan ulaştığı noktaya bakılarak ölçülür. Coşkunun dışa vuruşu, Sainte
Thérèse’le Marie Alacoque’ta ([2]) hemen hemen aynıdır:
ama getirdikleri bildirinin değeri başka başkadır. Sainte Thérèse, salt zihinsel
açıdan, bireyle aşkın Varlık arasındaki dramatik ilişkiyi ortaya atmaktadır;
her türlü cinsel yorumun dışında kalan bir deneyi kadın olarak yaşamıştır; onu
Suso nun, Saint Jean de la Croix’nın ([3]) yanına koymak
gerekir. Ama o, göz kamaştırıcı bir istisnadır. Küçük kızkardeşleriyle, tam
tersine, dünya ve kurtuluş konusunda özellikle kadınsal bir görüş ortaya
koymuşlardır, onların aradıkları aşkın, yüce bir varlık değil, kadınlıklarının
kurtarılmasıdır ([4]).
Kadın, tanrısal aşkta, sevdalı kadının sevgilisinde
aradığını arar: kendine hayranlığının kamçılanması; büyük bir dikkatle,
sevgiyle üstüne çevrilen o ulu bakış, kendisi için, mucize dolu bir kazançtır. Madam
Guyon, gerek genç kızlık, gerek kadınlık döneminde, hep sevilme, hayran olunma
arzusuyla yanıp tutuşmuştur. Çağdaş sofulardan biri olan Protestan Matmazel
Vee şunları yazıyor: «Hiç bir şey beni, bende olup
bitenlerle özel bir biçimde ilgilenmeyen, bana sevgiyle bakmayan birinden
yoksun kalmak kadar mutsuz kılamaz.» Madam Krüdener, Tanrı’nın her an
kendisiyle ilgilendiği sanısındaymış, Sainte Beuve, bu konuda bakın ne diyor: «sevgilisinin kollarındayken, en önemli anlarda: Ah ulu
Tanrım, bilsen ne mutluyum! diye inlerdi. Mutluluğumun aşırılığını bağışla
n’olur!» Bütün gökyüzü kendini seyredeceği bir ayna haline geldiği zaman
kendine hayran kadının duyabileceği sarhoşluğu kolayca anlıyor insan;
tanrısallaşan imgesi, Tann’nın kendisi gibi uçsuz bucaksızdır artık, bir daha
da hiç silinmeyecektir; o, aynı anda, cayır cayır yanan, küt küt atan, sevgiye
boğulan yüreğinde, tapılası Tanrı tarafından, ruhunun yeniden yaratıldığını,
sevilip şımartıldığını, günahlarının bağışlandığını hissetmektedir; kollarına
aldığı, sarıldığı sevgili, Tanrı'nın araya girmesiyle alabildiğine yüceltilmiş
ikiz kardeşidir, kendisidir. Angele de Foligno’nun aşağıdaki satırları son
derece anlamlıdır. İsa bakın nasıl sesleniyor ona:
Tatlı kızım, yavrum, sevgilim, tapınağım benim. Kızım, sevgili
yavrum, sev beni, çünkü ben de seni seviyorum, hem de, senin beni sevebileceğinden çok, ama çok daha fazla.
Bütün yaşamın: yiyip içişin, uyuyuşun, kısacası her şeyin hoşuma gidiyor.
Sende, bütün ulusların gözlerini kamaştıracak şeyler yapacağım; herkes beni
sende tanıyacak, birçok halk sende yüceltecek adımı. Kızım, benim tatlı eşim,
çok, pek çok seviyorum seni.
Bir başka yerde de şöyle der:
Tatlıların tatlısı, canım kızım, Yüce Tanrı'nın kalbi şimdi
senin kalbinin üstündedir... Yüce Tanrı, senin içine sevgilerin en büyüğünü, bu kentte yaşayan kadınlardan hiç
birinin tadamayacağı sevgiyi yerleştirdi; canının içi yaptı seni.
Başka bir seferinde de şunları yazar:
Sana öyle bir sevgim var ki, artık kusurlarına falan
aldırmıyor, hattâ onları görmüyorum bile. Müthiş bir hazine yerleştirdim senin
içine.
Tanrının seçtiği kadın, ta yücelerden gelen bu
ateşli sevgi gösterilerine karşılık vermeden edemez elbet. Sevdalı kadında
rastladığımız geleneksel teknikle sevgiliye kavuşmak ister: yani kendisini
hiçleştirerek. «Tek bir işim var yeryüzünde:
sevmek, kendimi unutmak, hiçleştirmek» diye yazar Marie Alacoque.
Coşku, ben'in bu hiçleştirilişini bedensel olarak dile getirmektedir; özne
artık ne bir şey görmekte, ne de duymaktadır, bedenini unutmakta,
yadsımaktadır. Tanrının yüce ve göz kamaştıran varlığı imgesi işte bu
teslimiyetle, edilginliğin eksiksiz kabulüyle, derinliğine gerçekleşmektedir.
Madam Guyon’un sekinciliği (quiétisme'i), yani hiç bir şey yapmadan, kendi
ben’ini hiçleştirerek, bir köşeden dünyayı seyretme yöntemi, bu edilginliği
bir dizge (système) haline getirmişti: nitekim, kendisi, vaktinin çoğunu hiç
kıpırdamadan oturarak geçirmekteydi; ayakla uyuyordu.
Sofu kadınların çoğu, kendini edilgin
bir biçimde Tanrıya teslim etmekle yetinmez: benlerini hiçleştirme işine,
bedenlerini hırpalayıp yıkarak, etkin olarak girişirler. Çilecilik, keşişler
ve papazlar tarafından da uygulanmıştır elbet. Ancak, kadının etini
hiçe sayması, zaman zaman, çok garip biçimlere bürünür. Kadının, vücudu
karşısındaki tutumunun nasıl iki yanlı olduğunu görmüştük: kadın, acı çektirme
ve aşağılama aracılığıyla yüceltir onu. Bir sevgilinin önüne zevk aracı olarak
bırakıldığı an, bu vücut, bir tapmak, bir put haline gelmektedir; doğum
sancılarından sonra, yeryüzüne yeni kahramanlar getirmektedir. Sofu kadın,
sonradan ona sahip olmayı hakedebilmek için, kıyasıya eziyet edecektir
vücuduna; onu iğrenç duruma düşürmekle, aslında, ruhunun kurtuluşunu sağlayacak
araç haline getirip yüceltmektedir. Bazı ermiş kadınların giriştikleri
aşırılıkları da ancak böyle açıklayabiliriz. Sainte
Angèle de Foligno, az önce cüzzamlıların ellerini ayaklarını yıkadığı suyu ne
büyük bir zevkle içtiğini anlatır:
Bu iksir içimize öyle tatlı bir duygu uyandırdı ki, sevinç ardımıza
takılıp ta eve dek bizimle birlikte geldi. O güne dek, böyle tatlı bir su
içmemiştim. Cüzzamlıların yaralarından çıkan bir parça takılmıştı boğazıma.
Çıkarıp atacak yerde, yutabilmek için büyük bir çaba gösterdim, ve sonunda
başardım. Tann’nın varlığına katılmış gibi hissettim kendimi. İçimi dolduran
tatlı duyguları anlatabilmem olanaksız.
Marie Alacoque'un, diliyle, hasta bir kadının kusmuklarını
yaladığını biliyoruz; kendi yaşam öyküsünde, ishale tutulmuş bir erkeğin
pisliğini yerken duyduğu mutluluğu anlatır; İsa, sonradan, dudaklarını Kutsal
Kalbinin üstüne yaslayarak mükâfatlandırmış kendisini. İtalya, İspanya gibi
cinsel duygulan güçlü ülkelerde, kendini tanrıya adayış, iyice bedensel
nitelikler kazanmaktadır: Apeninler’in orta kesimindeki köylerde, kadınlar,
bugün bile, kutsal bir yeri ziyarete giderken, yerden aldıkları taşlan emerek
dillerini paramparça etmektedirler. Bütün bu işleri yaparken, kendi bedenini
aşağılayarak insan bedenini kurtaran İsa’nın yolundan gitmektedirler: kadınlar,
bu büyük gize, erkeklerden çok daha somut bir biçimde yakındırlar.
Tanrı, çoğunlukla, kocasının kalıbında görünür kadına; kimi
zaman, olanca şan ve şerefiyle, beyazlar içinde, göz kamaştıran, egemen bir
varlık halinde ortaya çıkar; kadına bir gelinlik giydirir, başına bir taç
oturtur, elinden tutar, kendisini göğün ta yedinci katına çıkarmaya söz verir.
Ama çoğu kez, bizler gibi etten kemikten yapılmış bir varlıktır: İsa’nın Sainte
Catherine’e verdiği, onun da parmağında taşıdığı görünmeyen yüzük, aslında,
İsa’nın Sünneti’nden kalma bir «yara izi»nden başka bir şey değildi. Ve Tanrı,
sofu kadın için, her şeyden önce, eziyete uğramış, kanlar içinde yüzen bir
vücuttur: o, en büyük coşkunluğu, çarmıha gerilmiş İsa karşısında duyar;
kendini, Oğlu’nun cesedine sarılmış olan Meryem Anaya, ya da, çarmıhın dibinde
duran ve yüzü gözü Sevgili’nin kanıyla yıkanan Madeleine'e benzetir. Böylece,
hem eziyetçi, hem de eziyet düşkünü yanını doyurur. İsa’nın, yani Tanrı’nın
aşağılanışında, İnsanın gözden düşüşüne hayran olur; çarmıha gerilmiş olan
adam, o kıpırtısız, yara bere içindeki
vücuduyla, küçük kızın öteden beri kendisine benzettiği, yırtıcı hayvanların,
hançerlerin, erkeklerin önüne atılmış pembe beyaz dişi kurbanı canlandırmaktadır:
sofu kadın, Erkeğin, Tanrı Erkeğin, kendi rolünü
benimsediğini görünce allak bullak olmuştur. Tahta sedye üzerine
yatırılan, günün birinde göz kamaştırıcı bir biçimde Yeniden Dirilecek olan
kendisidir. Evet, kendisidir: kanıtlar bunu; dikenlerden örülmüş taç altında
alnı kanar, görünmeyen bir çivi ellerini, ayaklarını, bağrını delik deşik
eder. Katolik Kilisesi'nin tanıdığı, dikenli taçla dağlanmış 321 kişiden
yalnız 47'si erkektir; öbürleri Macaristan’lı Hélène, Jeanne de la Croix,
G.d'Osten, Osane de Mantoue, Claire de Montfalcon vb. -, ortalama olarak,
yaşdönümünü geçmiş kadınlardır. En ünlüleri olan Catherine Emmerich, çok genç
yaşta damgalandı. Dikenli tacın acısını tatmak istediğinden, 24 yaşında, göz
kamaştıracak kadar yakışıklı bir delikanlının kendisine yaklaştığını, başına
özlenen tacı oturttuğunu gördü. Ertesi gün şakakları ve alnı şişti, kan akmaya
başlamıştı. Dört yıl sonra, bir coşkunluk sırasında, İsa'yı gördü;
yaralarından, incecik bıçaklara benzeyen ışınlar çıkıyor, bizim azizenin
ellerinden, ayaklarından, bağrından kanlar fışkırtıyordu. Teri bile kanlıydı,
kan tükürüyordu. Günümüzde de, Thérèse Neumann, her kutsal cuma günü, imanlı
kişilere İsa’nın kanıyla yıkanmış yüzünü göstermektedir. Kan fışkıran bu
delikler, aslında, insanın bedenini şana şerefe kavuşturan anlaşılmaz simyanın
belirtisidirler, çünkü, bu kanlı acının altında, tanrısal sevginin ta kendisi
yatmaktadır. Kadınların, akan bu kızıl kanın katkısız, sapsarı bir ışık haline
dönüşmesine verdikleri önemi anlamak da kolay. Erkeklerin kralı olan adamın
(İsa’nın) bağrından akan kan akıllarından çıkmaz bir türlü. Sainte Catherine
de Sienne, hemen her mektubunda
bundan söz eder. Angèle de Folig no, İsa'nın kalbini ve bağrındaki derin yarayı
gördükçe kendinden geçiyordu. Catherine Emmerich, «kana bulanmış bembeyaz bir
kefene sarılmış» İsa’ya benzeyebilmek için, kıpkırmızı bir gömlek giyiyordu;
her şeyi, «İsa’nın kızıl kanına bulaşmış olarak» görüyordu. Marie Alacoque,
yukarda da söylediğimiz gibi, ağzını İsa’nın Kutsal Kalbi’ne dayamış, tam üç
saat kana kana onun kanını içmişti. İmanlı
kişilerin hayran bakışları önüne, sevginin alevli oklarının açtığı yaralardan
çıkan kızıl kanın pıhtısını getiren o’dur. Kadınların en büyük düşünün
simgesidir bu: sevginin açtığı yaralardan akan şanlı, şerefli kan.
Coşku, görülen hayaller, Tanrı'yla konuşmalar, yani
iç dünyayla ilgili bu yaşantı, bazı kadınlara yetmektedir. Bazılarıysa, bunu,
edimler halinde
bütün dünyaya yaymak istemektedirler. Eylemin hayran hayran seyredişle
birleşmesi iki değişik biçimde ortaya çıkar. Sainte Catherine, Sainte Thérèse,
Jeanne d’Arc gibi, hangi ereğe yöneldiklerini çok iyi bilen ve bunlara
varabilmek için, büyük bir açık görüşlülükle, en iyi yolu tutan eylem kadınları
vardır: böylelerinin Tanrı'dan gelen esinleri, olsa olsa, açık seçik
gerçeklerine nesnel bir görünüş kazandırmaya yaramaktadır; bu esinler,
onların, kesinlikle çizdikleri yolları izlemesine yardım etmektedir. Madam
Guyon, Madam Krüdener gibi kendine hayran kadınlarsa, suskun bir coşkunluğun
sonunda, yine Madam Guyon'un deyimiyle, ansızın «bir havari havasına» girdiklerini
hissetmektedirler. Yerine getirecekleri görev konusunda kendilerinin de açık
seçik bir görüşü yoktur; ve tıpkı sağa sola koşuşma hastalığına tutulmuş
evkadınları gibi yapacakları şeye hiç aldırmazlar, yeter ki bir şey olsun. Madam
Krüdener, kendini büyükelçi, romancı olarak gösterdikten sonra, niteliklerinin
değeri konusundaki fikrini kendine sakladı: birtakım kesin fikirleri savunup
başarıya ulaştırmak için değil, Tanrı tarafından görevlendirilmiş bir insan
olduğunu göstermek için el attı I. Alexandre'ın kaderine. Kadının azıcık güzel ve akıllı olması bile kutsal bir kişiliğe sahip
bulunduğuna inanmasına yeterken, Tanrı’nın seçkin kulu olduğunu düşündüğü
zaman çıkacağı yeri artık varın siz hesap edin: o vakit, özel bir görevle
yeryüzüne geldiğine inanır, birtakım belirsiz öğretiler öne sürer, hemen bir
tarikat kurar; böylece, çevresinde topladığı insanların her birinde,
kişiliğinin başdöndürücü biçimde çoğaldığını görür.
Sofu inancın ateşi de, tıpkı aşk ya da kendine hayranlık gibi,
etkin ve bağımsız bir yaşamın temeli olabilir. Ancak, tek başına ele alınırsa, bütün bu ruhunu kurtarma
çabaları insanı olsa olsa başarısızlığa götürür; kadın, ya gerçekdışı ile
ilişki kurar: yani kendi hayali ya da Tanrı ile; ya da, gerçek bir varlıkla
gerçekdışı ilişkilere girer; her iki durumda da, dünya üzerinde etkili olamaz;
öznelliğinden kurtulamaz; özgürlüğü bir kandırmaca, bir efsane olarak kalır;
bu özgürlüğü gerçekten yerine getirmenin bir tek yolu vardır: onu, olumlu bir
eylemle insan toplumuna yansıtmak. S:120-133
Kaynak: Simone De Beauvoır, Kadın, trc: Bertan ONARAN,
Payel Yayınevi Mart 1969, İstanbul
[1] (1) Yaşam öyküsünü kaleme alanlardan biri: «Döktüğü
gözyaşları yanaklarını öylesine yakıyordu ki, gidip onlara soğuk su çarpmak
zorunda kalıyordu» der.
[2] (2) Marguerite. Marie Alacoque (16471690), İsa’yı üç kez gördüğünü ileri süren ve ömrünü,
manastırları ziyaretle geçiren ermiş kadınların önderliğini yapan bir azize.
[3] (3) Saint Jean de la Croix (15421591). Sainte Thérèse’in yakın arkadaşı,
onun gibi kilisede dönüşüm yanlısı, çeşitli üniversitelerde ders vermiş bir
din doktoru. Hıristiyan ruhunu, insanın iç dünyasındaki «karanlık evrenden»
geçirerek Tanrı’yla birleştirmek istiyordu.
Heinrich Suso (1295-1366), Dominicain okulundan
yetişme, İsviçre'li bir din adamı; görüşlerinin sertliğiyle ün salmış; XIV.
yüzyılda Almanca’yı en güzel kullanan yazarlardan biri.
[4] (4) Catherine de Sienne’de de, dinbilimle ilgili
kaygılar epey ağır basmaktadır. O da, oldukça erkeksi bir azizedir.
Önceki Yazı
« Prev Post
« Prev Post
Sonraki Yazı
Next Post »
Next Post »
Yorumlar
Yorum Gönder