Ben Ka’b’ın Kasidesini Seviyorum, O Kasideyi Seveni de Seviyorum
| |
“Ebedî olarak ruhlar sizi özlerler;
Ve sizin kavuşmanız onların rahat ve mutluluğudur.”
“Sizden sevgi ehlinin kalpleri size arzu duyar;
Sizin kavuşmanızın lezzetine sevinir.”
“Vah aşıklara rahmete! Yüklendiler,
Heves ve sevginin örtüsünü, kendini rüsva edenler.”
“Eğer sırrı ifşa ederlerse, onların kanları akıtılır.
Çünkü aynı şekilde ifşacıların kanları akıtılır.”
“Ey dostlarım, sizin ifsad ettiğiniz kimseye,
Cefalarınız sebebiyle; visalden başka iyileşme yok artık.”
“Karşılaşmanızla miskinlerinize cömertlik ediniz!
Sizin karşılaşmanız vaktinde dökülenler rahatlık ve huzur verir.”
“Onlar gizleyip sustukları zaman, onlardan bahsederler,
Kan akıtan sefih kimseler, altın basanların yanında..”
“Onların aleyhinde düşmanlık için şahidler ortaya çıktı.
Halbuki o şahidlerin içinde onların işinin müşkiline açıklama vardır.”
“Sizin için kanatlarını yerlere serdi. Halbuki onların üzerine, Kanatlarını
yere sermekte kullanmak için hiç zorluk ve günah yoktur.”
“Sizin Ona kavuşmanıza arzu ve iştiyaki vardır,
Onun yaptıklarına sizin razı olmanıza tamahı olarak.”
“Ruhlar da Onun melekutuna arzu duyar;
Ve rahatlık vermediği halde, Ondan başkasıyla karşılaşmaya.. ”
“İşte sanki onların cisimleri ve kalbleri,
Onun ışığında çıra ve kandil gibidirler.”
“Bu canlıların hepsi karanlıktırlar; ancak,
Muhabbet ehli olanlar karanlıkta sabah gibidirler.”
“Onların içinde, kim o vakitte anmakla ifşa ederse,
Onun kanı helaldir, kılıçlara mübahtır o.”
“Kavuşmanın nuruyla gecenin zifiri karanlığından dönünüz.
Çünkü ayrılık gece, kavuşmak sabahtır.”
“O, onları saflaştırdı ve onlar da onun için sıra sıra dizildiler. Çünkü,
Onların kalblerinin nurunda kandil ve çıra vardır.”
“Faydalanınız; vakit, sizin için hoş ve güzel olmuştur,
Şarab durulup berraklaşmış, kadehler de incelip devran etmiş olarak.”
“Sarhoşluktan yalpalıyor, diyar diyar dolaşan ceylan olarak,
Ve şarab ve meyva onun yolunda olduğu halde..”
“Yine Onun gelişinde leziz petekteki bal olduğu halde.. Ve Ortaya çıkmış
olarak, en güzel yakutlardan yapılmış kadehler..”
“Aşıklara hiçbir günah yoktur, şayet heves onlara galip olsa,
Onların gizleyip susmalarına.. Bu aşkı artırır ve onlar mutlu olurlar.”
“Onlar nefislerine cömert davrandılar; ona cimrilik etmediler,
Cömert davrananın karlı ve kazançlı olduğunu bildikleri için..”
“Hakîkatlerin davetçisi onları öyle bir davetle davet etti ki,
Onlar o hakîkatlerle aşina olarak sabahladılar ve rahatladılar.”
“Vefanın yolları üzerine bineklerine binip yürüdüler. İşte gözyaşları, Bir
deniz; arzularının şiddeti, gemiyi sürükleyip götüren bir rüzgar..”
“Allah’a and olsun! Onlar Onun kapısında durmak istemediler;
Tâki, onlara anahtar verilmiş olarak davet edilinceye dek..”
“Onlar sevgililerini anmaksızın coşup kendilerinden geçmezler,
Ebedî olarak.. Çünkü onların bütün zamanları ferah ve huzurdur.”
“Ey dostum! Sevene kınanma olmaz,
Şayet kavuşmanın ufkunda sabah aydınlanırsa..”
“Onlar, zatlarının şahidleri kaybolmuş olduğu halde hazır oldular, Akabinde
Onu gördükleri için perdeleri yırttılar ve çığlık attılar.”
“O da onları kendilerinden yok etti, onlar için açılmış olduğu halde,
Bâkîliğin perdeleri.. Böylelikle ruhlar yok olup gözden kayboldular.”
“Onlar, kendilerinin benzeri olmasalar da taklit edip benzeştiler. Çünkü
şereflilere benzemeye çalışıp taklit etmek kurtuluştur.”
“Kalk, ey içki arkadaşı, şaraba! Ona gizlice seslen,
Kendi kabında..! Kadehler dönüp devran etmiş olduğu halde.”
“İkramın şerefinden biri de, millete küple vermektir.
Toprağı sürenin ayağını basıp ezdiği hiçbir şarap yoktur.”
“O, kadîm aşkın şarabıdır; ve son hedefidir
Kadeh arkadaşının maksadının.. Artık, ne güzeldir, bu rahat!”
“O, ilk kez, ebedî kalınan yerde Adem’i şarhoş etmişti.
Halbuki Onun üzerinde hil’at ve şal vardı, o şarabtan..”
“Yine aynı şekilde Nûh’u da gemide sarhoş etmişti o.
Onun da bu yüzden çığlık ve feryadı vardır.”
AÇIKLAMA
“Ebeden Tehunnu İleykumu’l-Ervâhu” matlaıyla başlayan hâ (ﺡ)
revîli bu kasidesinde Sühreverdî, hakîkat ve o hakîkate ulaşmayı, kendisinin
yaşadığı tecrübeleri, zevk ve heyecanla, iştiyak ve arzu uyandıracak bir tarzda
dile getirmektedir.
Sühreverdî’nin en
meşhur kasidesi olan bu kasidede Şeyhu’l-İşrâk, felsefesini sanki özetlemiş,
nesir eserlerinde anlattığı yolun heyecanını müteellih olmaya talib olana
tattırmaya çalışmıştır. Bunu yaparken, belki de risalelerinde görülenden daha
fazla sembolik ifadeler kullanmış, mecâz ve istiârelere yer vermiştir. Nazmın
bir gereği ve güzelliği olarak mana ve lafızda değişik edebî sanatlar
kullanmıştır.
Kasidedeki temel
konu, ilahi aşk, onun sarhoşluğu ve şarabının bütün aleme yayılmış
oluşudur. Genel olarak bakıldığında Sühreverdî, sanki
ilahi aşk şarabını felsefesinin temeli olan nurun yerinde kullanmış ve onun
vücûdun kendisi olduğunu; onu içenin varlığa geldiğini haber vermiştir. Bu kasidede nuru
ilahi aşk şarabıyla özdeşleştirmiş veya diğer bir ifade ile eserlerindeki saf
nuru bu kasidede saf sevgi olarak ifade etmiştir, denilebilir. Ona göre,
kimileri burada bahsettiği saf sevginin aşk şarabıyla sarhoşluktadır, kimileri
de sarhoş olduğunun farkında.. Sarhoşluk ve ayık olma hali, sanki ariye olarak
vücûda gelmek ve kendisinden sonrakilerde vahdet-i vücûd olarak sistemleşecek
olan aslında fenada olma haliyle açıklanabilir. Çünkü Sühreverdî, sarhoşluğunun
farkında olanlara da bu sırrı saklamaları ve ifşa etmemeleri gerektiğini
söylemektedir.
Bu temel konunun
ilerlemesi ve gelişmesindeki ahenk de, kasidede açıktır. İbarede lafızlar ve
lafızların oluşturduğu şiirsel ahenk görülmektedir. Bu ahenk içinde ruhi bir
sevginin infialleri, acıları, acılarındaki hazları; Sühreverdî’nin vicdanî
olarak kendi tecrübelerinde hissettiklerini okuyucusuna tat veren bir musiki ve
birbirine bağlı tecrübelerin oluşturduğu bir senfoni şeklinde serdedilmektedir.
Nihayet kaside, bu sevginin zirvesinde, kendi tecrübelerine davetle ve
yaşadıklarının yüceliğini ortaya koyan misallerle son bulmaktadır.
Şiirin konusundaki
birlik, aslında nura davetten başlayarak okuyucusunun şuurunu bir halden başka
yüksek bir hale, bir konudan diğer bir konuya sevkederek oluşur. Bu akış
içindeki şiirle Sühreverdî, çağdaşı olduğu diğer şarab ve aşk şairlerinden
ayrılır. Çünkü o, bu kasidesinde, aşk ve şarabını sembolik anlamlarıyla nurun
ve inikas eden şuaları yerinde hakîkate ulaşmayı göstermek için vasıta olarak
kullanmış ve okuyucusunu buna davet etmiştir. Dolayısıyla kasidenin şiirsel
şekli, manalarında anlatılan tecrübelerin birbirini takip etmesi gibi, ahenk ve
musiki olarak da son derece yüksektir. Şeklindeki üslubun muhteşemliğinin
yanında, Sühreverdî’nin duygu ve düşüncelerini tasviri de tesirli bir anlatım
içerir.
Nurun kavuşmayı
özlemesi ve arzu duymasının yanında, aşıkların kendilerini rüsva etmeleri,
aşkını ifşa edenlerin kanının akıtılması.. Ancak bu dökülen kanların huzur ve
rahatlık verişi..
İşte buradan
itibaren sanki Hallac’ı ve onu öldürenleri kıyaslamaktadır. Öldürenlerin
şahidleri olan Hallac’ın dostları, meselenin çözümüdürler aslında,
Sühreverdî’ye göre.. O kanı akıtılan, saf nurla aynı olunca; onun, yani kanı
akıtılanın, kendisine şahidlik edenlerin kavuşmasına arzusu ortaya çıkar. Çünkü
dostları O’nun nurunun yanında çıra ve kandiller gibidirler artık..
Aydınlık ve
karanlık, sabah ve gece; tıpkı kavuşmak ve ayrılıktır. Bunu böyle bilip
anladıktan sonra faydalanmaya ve vakti değerlendirmeye yönelmek lazımdır. Artık
Sühreverdî, aşk ve muhabbetten şarab ve kadeh tasvirine döner. Şarab, yani
önceki tasvirindeki nur; kadehler, yani cisim ve kalbler ortalıkta dolaşırken
dolmak için beklemektedir; berraklaşmıştır.
Buradan itibaren
Sühreverdî, her bir şatırda kendi tecrübelerini aktararak aşkın elem ve
ızdırabını, o ızdırabın lezzetini aktarmaya başlar. Bu, davet edilinceye kadar
sürer. Artık davetten sonra perdeler ortadan kalkar ve hayretle, haşyetle
bağırırlar. Saf nura kavuşup zulmetten kurtulunca ya da onun kasidedeki
ifadesiyle aşkta fani olup, sonra aşk olarak baki olunca, ruhların gözden
kaybolmasıyla, kesret yok olur.
îşte bütün bunları
sağlayan aşk şarabı, eserlerindeki ifadesiyle nur, en son maksaddır. Buraya
vasıl olunca huzur hasıl olur. İnsanlığın iki babası Adem ve Nuh da bu huzurun
sarhoşluğuyla feryad etmişlerdi.
Bânet Suâd Kasidesi,
İslam dünyasında geniş bir alakaya ulaşmış, bir çok şerh ve taliki yapılmıştır.
Dinî ve edebî çevrelerde şöhreti o kadar artmıştır ki, şairler onunla
muarazaya, taştîr ve tahmîse gayret etmişlerdir.[1]
Ka’b b. Züheyr’in (ö. 26/645 ) bu kasidesine hürmet ve hizmeti müslümanlar
kutsal bir miras olarak kabullenmişlerdir. Ebü Câfer Bîrî Endülüsî, kendi
üstadlarından şöyle nakletmektedir:
[Zeki Mübârek,
el-Medâihu’n-Nebeviyye, Matbaatu Mustafâ Bâbî Halebî ve Evlâduhü, Mısır 1935,
s. 26.]
Reşîduddîn
Ebu’l-Hasen Yahya b. Ali Makdisî de, Endülüsî’nin anlattığına benzer başka bir
rivayet nakletmektedir: “Bağdat’ta Şeyh Abdulkadir Cîlî kuddise sırruh’un
yanındaydı Her gece zikrin akabinde Bânet Suâdu kasidesini inşâd ediyor, sonra
bununla vecde giriyordu.
Ben de, hayatım
boyunca zikrin akabinde onu terketmemeye yemin etti’ İşte o mübarek kaside,
Şeyh İmam Kutbu’l-Evliya Şihabuddîn Sühreverdî kuddise sırruhu’l-azîz ve Şeyh
Mardînî rahimehullahu Teâlâ rahmeten vâsiaten’in iki tahmîsiyle birlikte şudur:
(Buradan itibaren tahmis başlamaktadır.)’ “[2]
Ka’b, zeki,
karşısında muaraza yapılamayan bir şairdi. Kardeşi Büceyr müslüman olmuş ve
Mekke’nin fethine katılmıştı. Ka’b, kardeşine İslam’dan dönmesini emreden bir
mektup gönderdi. Bu mektup Hazreti Peygamber sallallâhü aleyhi ve selleme
ulaşınca, onun öldürülmesini emretti. Büceyr, haberi kardeşine ulaştırdı ve
müslüman olmasını önerdi. Ka’b, Rasulullah’a geldi. Önce Hazreti Ebû Bekr’e
uğradı. Mescidde, Hazreti Peygamber sabah namazını bitirip selam verince, Ka’b
sarığıyla yüzü örtülmüş olarak getirildi.
“Ya Rasulallah, işte
bu, İslam üzere sana biat etmeye gelmiş bir adamdır,” diyen Ka’b’a,
Hazreti Peygamber elini uzattınca, O da yüzünden örtüyü kaldırdı ve “Bu
yer, sana sığınanın yeridir, ya Rasulallah, Ben Ka’b b. Züheyr’im!” dedi. Ensar
hücum ettiler ve önceden Rasulullah’a söylediği sözlerden dolayı ağır sözler
söylediler. Muhacirler ise, Müslüman olmasına ve Peygamber’in ona eminlik
vermesine sevindiler. Ka’b, işte bu kasideyi o esnada söyledi:[3]
Ka’b b. Züheyr
kasidesini tesbîb de denilen nesîb; Rasulullah’ın medhi ve muhacirlerin medhi
olmak üzere üç kısım olarak söylemiştir. Kasidenin nesîb kısmı yukarıda
zikrettiğimiz birinci beyitten başlayıp otuzsekizinci beyt olan
“Her kadının oğlu, sağlık ve selameti ne kadar
uzasa da, bir gün o eğri tahta üzerinde taşınacaktır,” beytine kadar devam
eder.
Medh kısmının ilk
bölümü olan Rasulullah’a medh ise,
“Rasulullah’ın kanımın akıtılmasını emrettiği bana haber verildi. Hal
böyleyken Rasulullah’ın huzurunda ise, af ve müsamaha umulur,” denilen
otuzdokuzuncu beytten,
“Şüphesiz Rasulullah, nuruyla aydınlanılan,
Allah’ın keskin kılıçlarından, sıyrılmış bir kılıçtır,” dediği ellibirinci
beyte kadar; muhacirlerin medhi ise,
“Kureyşten asalet ve şerefiyle tanınmış bir topluluk içindeki
sözcüleri, Mekke vadisinde müslüman oldukları vakit, ‘hicret edin!’ dedi,” beyti olan
elliikinci beytle başlayıp, kasidenin son beytine kadardır:
Bânet Suâdu Kasidesine muaraza ve taştir
yapanlar olduğu gibi tahmîs yapanlar da vardır. Şeyhu’l-İşrâk Sühreverdî de,
tahmîs yapanlardan biridir. Sühreverdî’nin tahmîsi günümüzde halen yazma
halindedir. Bu yazmalardan ikisi Tübingen ve Gotha kütüphanelerinde, diğer ikisi
de Paris kütüphanesinde bulunmaktadır.[4] Bizim
ulaşabildiğimiz Tübingen 137/5 numarada kayıtlı yazma nüshadaki tahmîsin birçok
risalelerden oluşan bir mecmuanın içinde birlikte istinsah edilmiş olduğunu
görüyoruz. Tahmîsin başladığı kısmın ilk varağı bulunmadığı gibi, sonunda da
ferağ kaydına rastlanmadığı için kimin istinsahı olduğunu ve hangi amaçla
Fahruddîn Irâkî ve Şihâbuddîn Sühreverdî Maktûl’un tahmislerinin
birleştirildiğini tesbit edemedik. Çünkü eser, Makdisî’nin, Şeyh Abdulkadir
Cîlî’den kasidenin şerefi ve kıymetine dair bir ön açıklamayı ihtiva eden
mukaddimeyle beraber Şihabuddîn Sühreverdî ve Şeyhu’l-Maktûl’un muasırı Şeyh
Fahruddîn Irâkî’nin tahmîslerini birleştirerek Bânet Suâdu’nun bir rivayetini
vermektedir. İfade edilen sıraya uyarak iki tahmîsin oluşturduğu, kaside
beytinden önce zikredilen altı mısranın ilk üçünün Sühreverdî’ye, ikinci üç
mısraının Irâkî’ye ait olduğunu düşünüyoruz. Bu nedenle önce tahmîsin ne
olduğunu açıklamak gerekmektedir. Çünkü bu birleştirme istinsah edilen nüshadan
ibaret olsa bile, şekil olarak tahmisin bozulmasına sebep olmaktadır. Her iki
şairin tahmisinin ayrı ayrı Banet Suadu’yla birleştirilerek
değerlendirilmesinin neticesi, ikisinin de müstakil birer tahmis olduğudur.
Aslında Arap şiirinde, eskiden “müsemmat” denilen bir tür vardır. Müsemmat,
şairin musarra’( iki kafiyeli) bir beytle başlayıp, sonra musarra’ beytin
kafiyesinin dışında dört kısım daha getirmesi, daha sonra başladığı kafiye
cinsinden bir kısmı tekrarlamasıdır. Bu kasidenin sonuna kadar böyle devam
eder. Tasmîtte tekrarlanan, kasidenin adını aldığı kafiye, amûdu’l-kasîde
(kasidenin direkleri) diye adlandırılır.[5]
Tasmîtte, bu
muhammes türü şart değildir. Çünkü,
tahmîs kasidenin matlaında aynı kafiye üzere beş beyit getirme, sonra dört
kasîme (benzer beyit) getirip, onları amûdu’l-kasîdenin bulunduğu beyte tabi
etmeleridir. Sonraki belağat alimleri ve edebiyatçılar tahmîsi beş cüz olana
tahsis etmişlerdir.[6]
Buna göre kasidenin matlaında her iki mısrayla kafiyeli üç mısra, daha sonraki
beyitlerde ise, ilk mısrayla kafiyeli üç mısrayı beyitten önce zikrederek beş
mısraya çıkarmaya tahmîs denilir.
Sühreverdî de, Bânet
Suâdu’ya tahmisinde matla’da beytin her iki mısraı ile kafiyeli olarak,
diğerlerinde yalnız beytin birinci mısraı ile aynı kafiyede olmak üzere üç
mısra ilave ederek inşâd etmiştir. Elimizdeki nüshada iki tahmîs
birleştirilerek yazılmış olmasına rağmen Sühreverdî’nin tahmîsinin Irâkî’nin
tahmîsinden önce zikredilmiş olduğunu düşünüyoruz.
İşte Mûnîl
al-is ’âf wa-l-is ’âdfî tahmîs Bânet Su ’âd adlı tahmîsinin birinci
beyti olan matla’da şöyle söylemektedir:
“Yağmurun akışı, vecd ve hastalık kendisinde birlikte bulunan
Necd’edir. Şevkin esiri olanın şifa verecek olan sudan ayrılığı makuldür. Küçük
çukurun ortasının üstündeki kanal (su yolu), sağnak yağmurla solmuştur. Suad
benden uzaklaştı. Bugün kalbim hasta ve kırık.. Onun için de kurtulması
imkansız, ayağı bağlı bir esirdir.”[7]
**
“Beni ölmüş olarak görüp, hüzünlü olduğumu sandığından dolayı
bana ağlayan arkadaşlarıma şöyle söyleyin:”
“Beni ölü sanmayın! Allah’a and olsun, ölü olan ben değilim.”
“Ben bir serçeyim, bu da kafesimdir. Ondan uçtum, böylece o rehin
olarak yalnız kaldı.”
“Ben ise bugün dolmuş olarak kurtuluyorum ve burada apaçık
Allah’ı görüyorum.”
“Nefisleri cesedlerinden çıkartın, Hakk’ı Hakk olarak apaçık
görmeniz için..”
“Ölümün sarhoşluğu sizi yönetmesin. Çünkü o, sadece buradan
naklolunmaktan başka birşey değildir.”
“Bizdeki bütün ruhların unsuru bir tekdir. Ve yine aynı şekilde,
cisimler de amcalarımızın cisimleridir.”
“Ben kendimi sizden başkası olarak görmüyorum. İnancım odur ki,
sizler de ancak bensiniz.”
“İşte ne zaman bir hayır vuku bulsa bizim lehimizedir. Ne zaman
da bir şer vuku bulsa bizim yüzümüzdendir.”
“Bana merhamet ediniz, kendi nefislerinize merhamet edersiniz.
Biliniz ki, sizler bizim izimizdesiniz.”
“Kim beni görürse, kendisini kuvvetlendirsin. Dünya, ancak
yokluğun boynuzu üzerindedir.”
“Size benim sözümden bir cümle gerekir: Allah’ın selameti övgüdür
ve yüceltmedir.”
**
ŞEYHU’L-İŞRÂK’İN
BU KASİDEYİ ÖLDÜRÜLDÜĞÜ ZAMAN SÖYLEDİĞİ KASİDE
İbn Ebî Useybia, Şeyhu’l-İşrâk’in bu kasideyi
öldürüldüğü zaman söylediğini kaydetmektedir [8].
“(Ey tâlib
olan!) Nimetleri kazan! Çünkü ömrün tükeniyor.
Dünyayı ganimet bil, çünkü dâimî değil!”
“Bir lezzeti elde
ettiğin zaman, onun için hazırlan!
Hatalı ve
çürümüş olan seni hevesinden alıkoymasın.”
“Ve güzel koku
verenle beraber olan parlak parıltıya ulaş!
Çünkü senin
dünyan ancak değişip duran tek bir gündür.”
“Senin düşmanın
yemyeşil bahçelerde sürekli içip durur,
Ve sen,
korkutulan seni engellediği zaman hiç pişman olmazsın!”
“Kaç millet
helak oldu, kaç yurt bomboş kaldı!
Kaç mescid harap
oldu ve kaç ömür de hatıra oldu!”
“Sizin ezelî
olarak bir şeriat getirmiş Nebî’niz vardır.
Ve niceleri o
şeriate rahmet okudular ve kulluk ettiler!”
**
Sühreverdî,
Hallac’ın meâda (: yeniden dirilmeye) işaret ettiği beyitleri:
“Beni öldürün, ey dostlarım! Çünkü benim
hayatım ölümümdedir.
Hayatım ölümümdedir, ölümüm de
hayatımda..”
**
“Heykel olan cisim, nur olan öz-can,
ihtiyaçsız ruh, yargılayıcı ve bilendir,
O! Ruhla
rablerine döndü, heykel toprakta çürümüş olarak kaldı.”
**
“Ayrılma ve birleşme olmayan Allah’a
hamdolsun!
İşte bu bizim ayniyyet makamımızın
anlamıdır.”
**
‘Bana kalbimden teğanni ile seslendi, ben de
onun teğannisi gibi teğanni ettim;
Ve onların oldukları yerde biz olduk,
bizim olduğumuz yerde onlar oldular.’”
Kaynak: Rifat OKUDAN İşrak
Filozofu Sühreverdî Maktûl Ve Eserlerindeki Üslup Ve Belağat, T.C. Süleyman
Demirel Üniversitesi Sosyal Bilimler Enstitüsü Temel İslam Bilimleri Anabilim
Dalı, (Doktora Tezi) ,2001, Isparta
[1]Muâraza, vezin ve
kafiyesi uyan şiire denilirken, taştîr, daha önce
söylenmiş bir şiirin mısraına bir mısra ilave etmek, tahmîs de,
önceden söylenmiş bir manzumenin her beytini matla’da her iki mısraı ile,
diğerlerinde yalnız birinci mısraı ile aynı kafiyede olmak üzere beytin başına
üç mısra ilave ederek beş mısraya çıkarmaktır.
Tübingen 137/5,
varak. 34a; Sühreverdî’nin Bânet Suâd kasidesine tahmis olan Munîl al-is
’âf wa- l-is’âd fî tahmîs Bânet Su’âd adlı
eseri, bütün kaynakların ittifakıyla Şeyhu’l-Maktul Şihabuddîn Sühreverdî’ye
aittir. Ancak dört nüshası tesbit edilebilen eserin nüshaları Brockelman’a göre
Tübingen 137/5 ve
Gotha 2227 numaralarda, Ritter’e göre ayrıca Paris 1620 (f.60-65) ve 3248
(f.96-110) numaralarda kayıtlı nüshalardır: Brockelman, GAL. Supp., c. II, s.
783; Sezgin, GAS, c. II, s.
234; Vajda, Index General s. 504.
[3] İbn Kuteybe, Ebû Muhammed Abdullah b.
Müslim, eş-Şi’ru ve’ş-Şuarâ, Dâru
Îhyâi’l-Ulûm, V. Baskı, Beyrut 1994, s. 84.
[4] Eserin nüshaları Tübingen 137/5, Gotha
2227, Paris 1620 (f.60-65) ve 3248 (f.96-110) numaralarda kayıtlı yazmalardır: Brockelmann, GAL, c. II, s. 783; Sezgin, GAS, c. II, s. 234; Vajda, Index General s. 504.
[7] Kaynaklarda dört nüshasına işaret
edilen tahmisin kütüphanelerimizde hiçbir nüshasının bulunmaması ve ancak
içlerinden yalnız birine, Tübingen nüshasına ulaşabilmemiz, nüshalar arasındaki
farklılıkları, tahmis hakkında daha kesin ve ayrıntılı bilgilere ulaşmamıza
imkan vermemiştir. Bunun yanısıra, ulaşabildiğimiz Tübingen nüshasının
mikro-filminin, muhtemelen aslından kaynaklanan, büyük bölümünün solgun
oluşundan dolayı tarafımızdan okunamaması nedeniyle, hatadan sakınmak için
eseri tanıtmak amacıyla ilk beş mısrası nakledilmiştir.
Önceki Yazı
« Prev Post
« Prev Post
Sonraki Yazı
Next Post »
Next Post »
Yorumlar
Yorum Gönder