KENDİMİ ANLATAYIM DEDİM- (Hayy'dan Geldim Hû'ya Gidiyorum)
| |
Ahmet Lütfi KAZANCI
"Biz
onların işleyip âhirete gönderdikleri amellerini de, geride bıraktıkları
eserlerini de yazıp muhafaza ederiz. " [ Yasin suresi, 36 / 12]
"Her
kâtip mutlaka ölecek, zamana da iki eliyle yazdığı (işlediği) kalacaktır.
Öyle ise,
kıyamet günü gördüğünde seni mutlu edecek olandan başkasını yazma" 8 (Hazreti
Ali kerremallâhu veche) [Louis Şeyhu'l-yesûî,
Mecani'l-edeb, Beyrut 1913, Cilt 1 / 10]
Hayatımı her şeyiyle olduğu gibi vermek isterdim. Ancak buna gücüm ve
cesaretim yok. Çünkü hayatımın her bölümü gözümün önünde değil. Unutup gittiğim
o kadar çok hatıra var ki, bunlardan sadece zihnimde kalabilen bir kısmını
burada verebilmiş durumdayım. Pek tabii olarak bu hatıralar çoğu defa benimle
birlikte başkalarını da ilgilendiriyor. Mutlaka birileri incinecek, rahatsız
olacak. Bu sebeple ve mecburi olarak sadece kendimi ilgilendiren hususlarda
biraz daha açık konuşma yolunu tercih etmeyi, "Dananın kuyruğunun
kopacağı" yerlerde ya sessiz kalmayı ya da üstü kapalı ifadeler kullanmayı
düşündüm.
Bir zamanlar eşim Sacide hanımla İstanbul'a gitmiş ve fırsat bu fırsattır diyerek
Dolmabahçe Sarayı'nı gezmiştik. Bizi ve yanımızdaki insanları gezdiren şahıs,
hayran hayran seyrettiğimiz Sarayın belli bir kısmına kadar bizi götürüyor ve
"Buradan ötesi yasak" diyordu. Demese de öteye geçilmeyeceğini
anlatmakta olan kalın bir ibrişim halatın gerilmiş olması her şeyi açıkça anlatıyordu.
O halatın ötesinde neler vardı?... Girebilsek neleri görecektik?... Acaba "Devlet
Sırrı" denilebilecek ve önüne gelene "Buyurun!..."
denilemeyecek çeşitten bir şeyler mi gizlenmekteydi?... Bu ve benzeri suallerin
cevaplarım o gün için verecek durumda değildik. Nitekim,
-Buradan ötesi neden yasak?!... şeklinde sorduğumuz sorulara doyurucu bir
cevap alamamıştık.
Halat gerilerek "geçilmez" damgası vurulan yer sayısı, dikkat
çekecek sayıda idi. Yıllar sonra Uğur Dündar'ın televizyonda sunduğu bir
program her şeyi göz önüne serdi. Kepazelik kelimesinin bile pek hafif kalacağı
derecede bir vurdumduymazlık ya da geçmişe ait olanın ne kadarını hesaptan
silebilirsek kârdır düşüncesinin sonucu olarak halatların ötesi çürümeye terkedilmiş,
paha biçilmesi imkânı olmayan sayıya gelmez nadide eser, perişan şekilde
bırakılmıştı.
Maksadım Dolmabahçe sarayım anlatmak değil. Ancak benim hayatımda da,
yaşadığım olaylarla ilgili olarak halatların gerilmesi gereken yerler var. Bu
halatların ötesine geçilirse hava bulanacak, rüzgarlar istenilmeyen cihetten ve
istenilmeyen hızda esecektir. Hal böyle olunca, ya "İnceldiği yerden
kopsun" diyecek ve halatların ötesine geçeceksin ya da herkesin
hayatında dil ile söylenmesi doğru olmayan bir nice olaylar vardır diyecek ve
sesini kısacaksın. Ben bu ikinci yolu daha huzurlu ve daha güvenli buldum.
Geri kalanların "Şuur altı" adı verilen mahzende muhafaza
edilmesi gerektiğine inanıyorum. Zannederim atalarımız bu gerçeği, "Sana
senden olur her ne olursa. Başın rahat bulur dili durursa" şeklinde
dile getirmişler.
Herkesin, "Şuur altı" adı verilen bir zihin mahzeni vardır.
Buraya kendisinden başka hiç kimsenin girme imkânı yoktur. En yakını olduğu
bilinen insanlar bu mahzenin kilidini açamaz, şifresini çözemezler. Mesela bir insana,
"En yakın, en samimi dostun kimdir?..." denilse, o da bir isim verse,
bu defa o verilen isme gidilse ve aynı sual sorulsa karşımıza çıkacak olan çoğu
defa bir başkasıdır. Hatta görünüşte seviliyor gibi gösterilen şahıs, nefret
edilenler sırasında bile yer alabilecektir.[1]
Bir başka yoldan yürüyelim: bir erkeğe ya da hanıma, "Şayet eşini bugünkü
tanıdığın gibi tammış olsaydın onunla evlenmeyi düşünür mü idin?..." denildiği
zaman verilecek cevap çoğu defa, "Bir başkasını hiç düşünmezdim"
şeklinde olacaktır. Halbuki onun şuur altında, "Dünyanın altı üstüne
gelse asla böyle bir evliliği düşünmezdim" düşüncesini bulma imkanı da
vardır.
Kısacası, suyun üzerinde görülen geminin bir de su altında bulunan kısmı
vardır. Derler ki soğuk denizlerde buzdağları olur. Buzdağlarının görünmeyen
ve su altında kalan kısmı, suyun üzerinde görülene nispetle daha büyüktür. İnsanlar
da böyledir. Bir dış görünüşleri vardır, bir de görünmeyen, bilinmeyen, dile
getirilemeyen iç alemleri vardır. İç alemlerinde öyle hatıralar, öyle arzular,
öyle düşünceler vardır ki, bu hatıraların, arzuların ve düşüncelerin düğümleri
çözülüverse şaşırıp kalacağımız, "Yaa demek ki..." diye parmaklarımızı
dişlerimizin emrine vereceğimiz, "Hiç tahmin etmiyordum..." demeye
mecbur kalacağımız bir manzara ile karşılaşırız. Şuur altı dediğimiz bu alemde anne ve babanın,
kardeşlerin, eşin, çocukların, en yakın arkadaşların bilmesi imkanı olmayan
neler ve neler bulunur. Bu duygu ve düşüncelerin, bu arzu ve hatıraların ağzı
sımsıkı kapalıdır. Dünya yedi defa dolaşılabilir ama, siz istemedikçe bu kapı
asla açılmaz.
Bu kapının ötesinde, eni ve boyu hakkında hiç kimsenin söz söylemesi mümkün
olmayan ama üzerinde yaşadığımız maddî alem ile asla ölçülemeyecek bir başka
dünya vardır. Kapısı daima kapalı ve sadece sahibine açık olan, elle
tutulmayan, gözle görülmeyen bu dünyada sonu gelmeyen denizler gibi uçsuz bucaksız
dertler ve elemler, sevgiler ve nefretler, hırslar ve düşmanlıklar, kinler ve
merhametler koyun koyuna yatmaktadır. Bazan gözden çıkan üç beş damla yaş,
sizin üzüntünüz hakkında bir fikir verir. Ancak sizin üzüntünüz bu birkaç damla
yaş ile ölçülecek çeşitten değildir. Geride dağlar gibi üst üste yığılan elem
ve kederden sızan ve tamamı bir kahve fincanının dibini dolaşmayacak kadar az
bir çeşnidir. Nebiyy-i Muhterem (sallallâhü aleyhi ve sellem) Efendimiz, Allah
korkusuyla gözden akan bir damla yaşın, cehennem ateşini söndürmeğe yeterli
olduğunu anlatırken,[2]
bu bir damlanın gerisinde saklı olan ve ölçüye gelmesi imkanı olmayan korku,
saygı ve sevgi duygusunu ifade etmiş olmalıdır. Nitekim, büyük şairimiz,
"Ağlarım
ağlatamam, hissederim söyleyemem
Dili yok kalbimin
ondan ne kadar bizarım"
dememiş mi?[3]
İyisi mi "Şuur altı" denilen mahzen yine kapalı kalsın ve
yarın "Dili-im!... Ettin beni dilim dilim" [4]
diyeceğimiz durumlara düşmeyelim. Zaten Aşık Dertli de bu sebeple,
"Bir başıma
kalsam şehe sultâna kulolmam,
Vîrânolası hânede
evlâdü ıyal var" [5]
diyerek, yeri
geldikçe dilin tutulması gerektiğini anlatmamış mı?...
Tertip ve düzen sahibi bir şahsiyete sahip olmayı isterdim. Buna bağlı
olarak günü gününe, yer ve zaman belirterek hatıralarımı tutmam gerekirdi.
Heyhat ki bunun bir ihtiyaç olduğunu, hatta benim dışımdakilere bile faydasının
olacağını bilmeme rağmen yapamadım. Bu konuda üzgün olmanın getireceği bir
fayda yok. Sadece zihnimde geçmişi kurcalarken karşılaştığım hatıralar var.
Prof. Dr. İsmail KARA'nın lütfedip "Hayat hikayeni yaz" demesi
üzerine kaleme aldığım bu hatıralar, inşaallah başkalarına faydalı olur
düşüncesindeyim. Ya da bizi yeterince tanımayan ama merak edenler için "Uzaktan
davulun sesi hoş gelirmiş. Biz onu kara keçi zannediyorduk" deme
imkânı elverir.
Her ne ise de, pazara getirilen her malın nadîde (=görülmemiş derecede
değerli) olması şart değildir. Sergi açılır, müşteri beğenir alır, ya da görüp
geçer. Birinin itibar etmediği diğerinin hoşuna gider. Kimseye de, "Niçin
beğenmedin?... Neden dudak büküp geçtin?..." deme hakkımız olmasa
gerektir. Şu kadarını söyleyelim: Bizim sergimizde bulunanlar, "Ne alırsan
bir lira" çeşidindendir. Daha değerli ve pahalı eşyaya talip olan, "Biz
Hint kumaşları, İran halıları almayı düşünüyorduk" diyenler başka
tezgahlara gitmelidir.
Bu kitabın ismi ile ilgili bir iki kelime söylemek gerekirse, Atasözleri
arasında, "Haydan gelen huya gider" şeklinde bir cümle
vardır. Genel olarak insanlar bunu, "Meşru olmayan, alın terine
dayanmayan bir yol ile elde edilen mal, nereye harcandığı belli olmadan elden
çıkıp gider," şeklinde anlamışlardır. İnsanlar, özellikle vurguncu
çeşidinden birinin iflas ettiğini duyduklarında duygularını böyle dile
getirirler. Çorum halkı arasında, "Hıyar parasıyla alınan eşeğin ölümü
sudandır" (Sahibine hayrı olmaz) şeklinde bir anlatış yerleşmiştir.
Aynı manayı ifade eder.
Ancak yukarıda geçen atasözü ile anlatılmak istenen gerçek bu değildir. Bu
atasözünde Yüce Rabb'imizin iki ism-i şerifi yer almıştır. Bunlardan biri hayat
veren, varlıkların hayatlarını devam ettiren anlamına olan "Hayy",
diğeri ise Hû'dur.(Hû, "Hüve" nin kısaltılmışıdır. O demektir. O
derken anlatılmak istenen ise Yüce Rabb'imizdir.) Bu kısa bilgiyi verdikten
sonra, kitabın ismini bir defa daha tekrarlamış olalım:
Kendimi Anlatayım Dedim: Hayy'dan Geldim Hû'ya Gidiyorum (Hayatımı veren
Allah'dan geldim, O Allah'a gidiyorum.) Kaldı ki en iyiden en kötüye herkes
O'ndan gelmiştir, istese de, istemese de O'na gidecektir. Bu gidişin sonu, bir
takım insanlar için sonu gelmeyen bir mutluluk, bir kısım kimseler için ebedi
bir felaket... Hüner, hayatı verene dönerken iç huzuruyla, bir ömür boyu hasret
kaldığı, can ve gönülden özlediği yurduna dönen insandaki heyecanla, arzu ve
iştiyakla dönebilmektedir. Server-i Enbiya Efendimiz (s.a.v.) "Kim
Allah'a kavuşmayı arzu ederse, Yüce Allah da ona kavuşmayı arzu eder. Kim
Allah'a kavuşmaktan hoşlanmazsa Allah da ona kavuşmayı hoş görmez" buyurur.[6]
Hazreti Mevlânâ'nın babası Sultanü’l-Ulema Bahaüddin Muhammed hazretleri,
aile efradıyla birlikte memleketi olan Belh şehrinden ayrılmış, evvela
haccetmiş ve oradan Anadolu'ya doğru hareket etmiştir. Yolda kendilerini karşılayan
ve nereden gelip nereye gittiklerini soran görevlilere "minallah,
ilallah, lâ havle velâ kuvvete illâ billâh... Allah'dan geldik, Allah'a
gidiyoruz. Güç ve kuvvet ancak Allah'ın ikram ve ihsanı iledir, cevabıyla
mukabele etmişti. Kur'an-ı Kerim, aynı konuyu bir başka yönden ele alır, bir
musibete uğrayan mü'minlerin kendilerini toparlamaları ve gerçekleri
kabullenmeleri maksadıyla "İnna lillahi ve inna ileyhi râciûn"[7] demeleri
gerektiğini hatırlatır. "Biz Allah'a ait kullarız, yine sadece ona
döneceğiz" dedirir. Kitabın ismi, okuyanlara bu gerçeği bir defa daha
hatırlatmalı diyerek ve okuyanlara Yüce Rabb'imin faydalar vermesini niyaz
ederek hayatımı arzediyorum.
Sh: 17-22
*
Babam, Rasulullah Efendimizin hayat-ı saadeti hakkında kitap okumuş
olamazdı. Çünkü yoktu. İçinde yaşadığı devir, İslam'a ait her şeyi, noktasına
virgülüne kadar silip süpürmeyi, din adının telaffuz edilmediği mabetsiz şehirler
meydana getirmeyi, "Bir tavuk keserim, kanı akarsa canının var olduğuna
inanırım, gözümle görmediğim şeyin varlığına inanmaya mecbur değilim"
diyen bir nesil yetiştirmeyi hedef almıştı.[8] Bu
sebeple babam, Nebiyy-i Muhterem Efendimizden, onun hayat-ı saadetinden
örnekler verme imkanını bulamadı. Bilebildiği kadarıyla, zamanına yetiştiği
şeyhlerden, velilerden menkıbeler anlatırdı. Özellikle Çorum için ayrı
bir değer olan Çerkez Şeyhi Ömer Lütfi Efendi, Şiranlı Şeyh Mustafa Efendi [9]
ve Hacı Bekir Baba ile ilgili sohbetler yapardı. Bu hatıralardan birer tane
nakletme hakkım olmalıdır.
Çerkez Şeyhi Ömer Lütfi Efendi
Babamın dedesi Osman Efendi, Çerkez Şeyhi'nin dergâhında imamlık yapmakta
ve bu vesile ile ayrı bir itibara sahip bulunmaktadır. Bir gün arkadaşları
tarafından beraberce hacca gitme teklifi alır fakat reddeder. Çünkü hacca
gidecek parası yoktur. Çerkez Şeyhi Ömer Lütfi Efendi, kendisini çağırır.
-Arkadaşlarınla hacca gideceksin, emrini verir.
-Efendim hazırlığım yok. Evdeki üç beş kuruşla hacca gidilmez.
-Sen arkadaşlarına beraberce gideceğini haber ver, bir gün evvel gel ve
beni gör.
Büyük dedem, hareketten bir gün evvel gider ve Şeyh Efendiye veda eder.
Şeyh Efendi kendi eliyle dedemin beline bir kemer sarar.
-Mina'ya varıncaya kadar bu kemeri açmayacaksın. Hep cebinde bulunan
parayı harcayacaksın. Şayet cebindeki para kurban için yeterli olursa ne güzel.
Değilse abdest alıp iki rekât namaz kılar ve besmele çekerek kemeri açarsın.
Para bitecek diye arkadaşların arasında yapılması gerekli hiç bir masraftan
kaçınmayacaksın, Fakat kemerdeki parayı sayma hakkın yoktur, der ve gönderir.
Kızıl Denizi geçerken başlayan fırtına ile bindikleri geminin batacak hale
gelmesi üzerine dedem kendinden geçer. Bir de bakar ki Çerkez Şeyhi, dizlerine
kadar denize gömülmüş, sağ elinin iki parmağım geminin dümenine dayamış,
-İteyim mi hoca!?... demektedir.
-Efendimizin himmetine kaldık...
Dedem bu cevabı verir ve kendine gelir. Bir dakika sonra deniz hiç bir şey
yokmuşçasına sütliman oluverir.
Gerçekten de dedemin cebindeki para, Mina’ya varıncaya kadar yetmiştir.
Kurban kesecek para çıkışmayınca tarif edilen şekilde kemeri açar ve harcamağa
başlar.
Hacc dönüşü Şeyh Efendiyi ziyarete gider, tek kelime söylemeden sağ elinin
şehadet parmağını bir eliyle, orta parmağım diğer eliyle tutup birer birer
öper.
-Hoca, bu kadar hacı efendiyi taşıyan gemiye bu parmakların gücü yetti mi
dersin?
Dedem bu defa ağlayarak ayaklarını öpmek ister ve olanları bir bir anlatır.
Şeyh Efendi,
-Hocam, çoban dediğin sürüsüne karada olduğu kadar denizde de sahip
çıkmalıdır, der.
Babam, Çerkez Şeyhine ait bu ve benzeri menkibeleri anlattıktan sonra "Nerede şimdi öyle....şeyhler?..." demekten kendini
alamazdı.[10]
Ben İmam Hatip Okuluna kaydedilmeden önce yanında çalıştığım Ustam
Kunduracı Hafız Mehmet Efendi'den aşağıda vereceğim olayı dinledim:
Kazancıların Hafız İhsan ile ben, Kubbeli camiinde görevli idik. O imam,
ben müezzin idim. Her ikimiz Çerkez Şeyhi'nin dergahına devam etmekte idik. Bir
sabah namazından çıkar çıkmaz yine Alaybey Sokağına yöneldik. Gidecek ve orada
yapılan sohbeti dinleyeceğiz, zikrullah ile meşgul olacağız. Ama yolda
gördüğümüz bir kadının güzelliği bizi mestetti. Doya doya ona bakmaktan
kendimizi alamadık. Daha sonra yolumuza devam ettik. Bu arada o hanımın
güzelliği konusunda üç beş kelam etmeyi de ihmal etmedik.
Dergahtan henüz içeri girmiş ama oturmamıştık. Şeyh Efendi bize döndü.
Bakışları ateş saçıyordu.
-Doğru hamama gidecek ve gusledeceksiniz. Sonra da onun bunun hanımına
bakmadan buraya gelecek ve tevbe edeceksiniz. Hiç kimsenin namusu ile oynama
hakkınız yoktur, dedi.
Tepemizden birer kova kaynar su dökülmüşçesine kıpkırmızı olmuştuk. Oradan
çıktık ve Paşa hamamına gittik, guslettik, daha sonra süt dökmüş kediler gibi
Şeyh Efendinin huzuruna vardık. Bize tevbe ettirdi ve
-Bir başkası bu yaptığınızı sizin annenize yapsa hoş karşılar mıydınız,
demekle yetindi.
*
Babam, Şiranlı Şeyh Mustafa Efendi ile ilgili olarak şunları anlatmıştı:
Dedem Hafız Osman Efendi anlatırdı: Doksan'ın kıtlığında üç gün aç kaldık.[11]
Elimde bitmek üzere olan bir Kur'an-ı Kerim var. İki cüz daha yazarsam
tamamlanacak ve götürüp teslim edeceğim, parasıyla da çocuklara yiyecek
alacağım.
Sabah namazını Kellegöz camiinde kıldım, doğru eve koştum. Tam kapıdan
girecekken
-Hafız Efendi, diyen birinin sesini duydum.
Başımı çevirdim, Şiranlı Şeyh Efendi. Benim baktığımı görünce eliyle gel
işareti yaptı. Gitmemek olmayacak. "Bre mübarek ben gidip gelinceye kadar
iki sahife yazardım" demekten kendimi alamadım. Fakat bir defa gördükten
sonra gitmemek edebe uymuyor. Çaresiz yanına vardım.
-İçeri gir!...
-Gitti bizim iki sahife...
Bu cümle zihnimden bir defa daha geçti. Fakat Şeyh Efendi elimi tuttu,
-Bırak o iki sahifeyi Osman Efendi!... Sen bunun keyfi ile iki Kelâm-ı
Kadîm daha yazacaksın.
Bunları söylerken, içerdeki beş haklaalık[12]
(ölçeklik) bir çuvalı gösteriyordu. Un çuvalıydı.
-Haydi, hiç beklemeden bunu eve götür, emrini verdi.
Başımı kapıdan dışarı uzattım.
-Neye bakıyorsun?
-Çuvalı sırtıma kaldıracak biri varsa diyorum.
-Tut bakalım.
Ve un çuvalını sırtıma yerleştirdi, ben evin yolunu tuttum.[13]
Eve girdim ve
-Dudu!... çabuk şu çuvalı çömleklere bölüştür, dedim.
Çorum'un tanıdığı ve pek sevdiği, saydığı değerli bir ilim adamı olan Kürt
Hacı Mustafa Efendi, Şiranlı Şeyh Efendi'nin, dergahında mesnevi okuttuğunu
öğrenir. İlmin verdiği gururla, gidip görmeyi kararlaştırır. Vardığı zaman
Efendi hazretlerinin Mesnevi'den Miraç bölümünü okutmak üzere olduğunu
farkeder. Şeyh Efendi yanındakilere,
-Bu konu pek önemlidir. Keşke ehl-i ilim olan biri bulunsa da bize Efendimizin
miracını anlatsa der.
Hoca Efendinin orada bulunduğunu söylerler. Hoca Efendi başköşeye davet edilir,
ancak hoca, zihninde bu konu ile ilgili malumatı bir araya toplayacak gibi
değildir.
-Bana izin verin, kitaplardan araştırayım ve öylece anlatayım, demeye
mecbur kalır.
Kendisine yirmi bir gün izin verilir. Ancak hoca hangi kitaptan baksa, bir
başka kitaba geçtiğinde evvelki okuduklarının zihninden adeta silindiğini fark
eder. Müracaat ettiği kitaplardan elinde kalan bir şey yoktur. Netice olarak
dergaha gelir ve özür diler. Bu olay, Hoca Efendideki ilim gururunu kökünden
yıkar. İlmin sonu olmadığını, kendinden büyük ilim adamlarının da var
olabileceği kanaatine ulaşır.[14]
*
Babam Şiranlı Şeyh Efendi'nin Hacc için Hicaz'a gittiğini, Medine'de
hastalandığını, hastalık ağırlaşınca Osmanlı Birlikleri komutanına, kendisini
Baki' mezarlığına defnetmesini vasıyyet ettiğini anlatırdı. Vefat ettikten
sonra yıkanıp kefenlenen bu mübarek zatın Baki'a defnedileceğini öğrenen
Araplar itiraz ederler, iş ciddi boyutlara ulaşır. Netice olarak komutan
-Ben bu zatın vasıyyetini silah
zoruyla da olsa yerine getiririm. Fakat gelin bir anlaşma yapalım. Ben
vasıyyet gereği onu istediği yere kadar götüreyim, siz de oradan alın,
canınızın istediği bir yere defnedin, der.
Araplar bu teklifi kabul ederler. Komutan, tabutu Baki'a kadar getirir ve
tabut yere indirilir. O zaman Komutan,
-Ben vasıyyetini yerine getirdim.
Sen de eğer gerçekten Allah dostu bir kişi isen kendi yerini seç, der ve
askerlerin geri çekilmesini emreder.
Bu defa Araplar devreye girerler, tabuta sarılırlar ama bütün zorlamalar
sonuçsuz kalır.
-Bu adamın yeri gerçekten burası olmalı demeğe mecbur kalırlar.
Baki' mezarlığına
girdikten sonra sola doğru dönen yolda on beş, yirmi adım ilerlendiğinde
Şiranlı Şeyh Efendi'nin kabrine gelinmiş olacaktır. Mezarı yolun solundadır.
*
Hacı Bekir baba ile ilgili belirgin bir hatıram yok. Gençliğinde bir başka
şehre -belki Tokat iline- okumağa gider. Bir gün hocası,
-Oğlum annen her gün göz yaşı döküyor. Hadi git, gönlünü al ve dön, emrini
verir.
Bu emir üzerine genç Bekir, Tokat'tan ayrılmış ama bir de bakmış ki Milönü'ne
gelmiş.[15]
Buna bir anlam verememiş. Bir iki gün annesiyle kaldıktan sonra tekrar yola
çıkmış ama yine Milönü'ne geldiği zaman kendini Tokat şehrinin kenarında
bulmuş.
*
Burada yeri gelmişken söylemem gerekiyor: Babamın dedesi olan Hafız Osman
Efendi hattat imiş, geçimini zengin şahıslara Kur'an-ı Kerim yazarak sağlamış.
Hayatı boyunca kırk iki tane Kuran-ı Kerim yazmış.
Yazdıklarından hiç biri bizde değil.
Bir gün babama gelen bir adam,
-Deden tarafından yazılan bir Kur'an-ı Kerim var bizde. Ama okuyanımız
yok. Arzu edersen onu size vereyim, der.
Babam memnuniyetle kabul edeceğini söyler ve adam, güzel bir çekmece
içinde, otuz ayrı cüz halinde ve siyah meşin kap ile ciltlenmiş olarak o mübarek
hediyeyi takdim etmiş.
Bu kitab yıllar yılı bizim evimizde, değerli bir hatıra olarak kaldı.
Evlendiğimden bir iki yıl sonra o zat vefat etmiş, oğulları gelerek babamı
bulmuşlar,
-Biz babamızın o kitabı size vermesine razı değildik, istiyoruz, demişler.
Babam,
-Siz razı olmaya olmaya bizim o kitaba sahip çıkmamız doğru olamaz, diyerek
bir gün sonra götürdü, verdi.
|
Şu anda dedemizin el yazması olarak bende,
İmam Bûsîrî'nin "Kaside-i Bür'e" sinden sekiz on beyitlik bir
kısmının yazılı bulunduğu bir hatıra var. Yazılan kırk iki Kur'an-ı Kerim'den
hiç biri hakkında, kimlerde bulunduğuna dair bilgiye sahip değilim. (Yan
tarafta dedemin el yazısı)
*
Sh: 47-53
Burada, bacanağım Süleyman Uludağ hakkında üç beş cümle söylememe izin verilmelidir.
Ben Süleyman Uludağ'ı 1956 yılında İmam Hatip Okuluna geldiği günlerde
tanıdım. Amasya kökenli olan bir kısım öğrenciler, teneffüslerde, kendilerinden
bir iki yaş farklı görünen bu arkadaşın yanında toplanırlar, beraberce
konuşur, şakalaşır, sohbet ederlerdi. Hepsinin yüzlerinin ona dönük olmasından,
arkadaşları arasında sevilen, sayılan, değer verilen biri olduğunu anlardım.
Okumayı, çalışmayı pek sevdiğini farkettiğim bu arkadaş benim de dikkatimi
çekti. Zamanla aramızda gittikçe kuvvet bulan bir dostluk kurulmuş oldu.
Anlatıldığına göre o, köyde eline bir kitap alır, gittiği yerde onunla meşgul
olur, bazan bir elektrik direğine yaslanır, tek ayağı diğerine dolanmış hal de
ve ayakta saatlerce kitap okur. Bir işi için oradan geçenler, işlerini görüp
dönerlerken Süleyman'ı aynı yerde ve ayakta kitap okurken görürler.
Bazan haftada, on beş günde, gece toplantıları yapar, çay içer sohbet eder,
oyunlar oynardık. Bu toplantılarda Süleyman genel olarak sessizliğini muhafaza
eder, konuşulanları dinler, ama konuştuğu zaman aklı başında, bize göre üç beş
yaş ötesinin verdiği bir olgunlukla konuşurdu.
Bu toplantılardan dağıldığımızda, benimle birlikte çıktığı olur, karanlık
ve ıssız sokaklardan geçerken benden ve Yüce Allah'tan başka kimsenin şahidi
olmadığı bir zamanı ve mekanı seçer, "Bak
Kazancı... " diye başlar ve bende gördüğü bir iki kusuru benim
anlayacağım şekilde anlatırdı. Ancak o mesele orada kapanır, bir daha hiç
açılmaz. Ben o kusuru bir defa daha tekrarlasam da "Ben sana bir gece şöyle bir şeyler anlatmıştım..."
dediği hiç olmaz. Bu bakımdan Süleyman, gıbta ettiğim bir anlayışın sahibi
olduğunu defalarca ispatlamıştır.
*
Bir defasında Süleyman bizi köyüne davet etti. Birkaç arkadaş beraberce
gittik. Amasya'da Müftü Sabri Efendi
ile tanıştırdı. Hoca Efendi İmam Hatipte okuduğumuzu öğrenince çeşitli sualler
sordu, din hususunda her şeyin bitmediğini, yeni yeni filizlerin boy
gösterdiğini farkederek memnun oldu. Biz oradan köye gittik. Orada dikkatimi
çeken bir husus, Süleyman'ın, bizim yanımızda Gürcüce hiç konuşmadığı idi. Üç
dört gün sonra Köyden ayrılırken ona Gürcü dilini bilip bilmediğini sordum,
-Biliyorum, benim ana dilim, dedi.
-Neden hiç o dilden konuşmadın?
-Siz yanımda iken bilmediğiniz dili konuşursam güzel olmazdı, cevabıyla
mukabele etti.
Süleyman tatilde köyüne gittiği zaman orak tarlasında çalışır, ekin biçer,
harman aktarır, bu çeşitten bir çalışma onun ruhunu dinlendirir. Geri geldiğinde
bunları bize mutluluk duyarak anlatırdı.
*
Süleyman, hafızası kuvvetli bir insandır. Okuduğunu kolay kolayına
unutmadığını biliyorum. Bir gün sorduğum bir suale aldığım cevap bende, onun
seviyesine ulaşabilmemiz için tekneler dolusu ekmek yemenin bile yeterli
olmayacağı kanaatini uyandırdı. Evet, İmam Hatip Okulunda okuduğumuz yıllarda
idi. Bir gün ona,
-Okudukların zihninde nasıl bu kadar yer ediyor da unutmuyorsun, dedim.
-Ben bir mes'eleyi
okurken kendimi o mes'elenin dışında hissetmem. Mesela Mu'tezile mezhebini
okurken kendimi Mu'tezile mezhebinden biri olarak düşünür ve kendi mezhebimi
öğreniyorum diye okurum. Daha sonra Ben Mu'tezile mezhebine muhalif biri
olsaydım bu mezhebin görüşlerini hangi hususlarda tenkit edebilirdim diye bir
defa daha okurum. Artık o mes'ele benim zihnime bir daha çıkmamak üzere
yerleşmiş olur, dedi.
Yıllarca sonra Tuzla'da askerlik yaparken "bir komutan birliğini
kendisine göre en güvenilir bir yere kondurur, onları orada bırakır ve
birlikten uzaklaşır. Bu defa ben düşman olsam bu birliğe nerelerden yol bulup
nerelerden saldırabilirdim diye bir gözlem yapar ve ona göre nöbetçilerini
diker" diye anlatılırken ben, Süleyman'ın daha öğrencilik yıllarında bu
düşünceye nasıl varabildiğini düşünüyordum.
Bir gün Süleyman ile Arapça okumağa karar verdik. Ben evvela onu,
okuyabildiği yerden itibaren İzhar isimli kitabın sonuna kadar okutacaktım daha
sonra beraberce bir başka hocadan derse devam edecektik. Öyle yaptık, İzhar'ı
bitirdik. Bir başka hoca ile sözleştik. İkindi namazlarından sonra onun
camisine gidiyor ve ders alıyorduk. Ancak cemaat de dinlemek istiyor, bu arada
hoca cemaatin de bir şeyler dinlemiş olması için konuyu dağıtıyor ve biz, bir
günde almamız gerekenin dörtte birini alamadan oradan ayrılıyorduk. Bu gidişle
bu işin olmayacağı kanaatiyle vazgeçtik.
Süleyman için hayat, çalışmaktan, okuyup yazmaktan, inandığı fikirler
doğrultusunda hizmet verebilmekten ibarettir, dense yeridir. O bulduğu her
fırsatı sonuna kadar değerlendiren, okuma ve yazma konusunda şunu da yapması
gerekirdi demeye hiç yer bırakmayan bir çalışma adamıdır. 1977 yılında Bursa'ya
geldiğimiz günlerde idi. Haftada bir "Mc.
Millan ve Karısı" isimli bir dizi film veriliyor. Bizim evde ise henüz
televizyon yok. Mecburen haftada bir onlara taşınıyor ve büyük bir heyecanla
film seyrediyoruz. Süleyman'a gelince Televizyonun bulunduğu masanın bir
köşesinde kendi âlemine dalmış yazıyor, okuyor, ilim ve irfan ile meşgul
oluyor, televizyonda çıkan gürültüler onu hiç ilgilendirmiyordu.
Süleyman, hayatında hiç film seyretmiş değildir. Bir defasında "Bunu
görmezsen hiç olmayacak" denilerek götürüldüğü Titanik filminin en heyecanlı
yerinde, "Ben demedim mi bu film pek güzel diye!..." demek için dönen
yanındaki, Süleyman'ın tatlı bir uykuya daldığını hayretle görmüş ve ona film
seyrettirebilmek için artık yorulmamak gerektiğini gereği gibi anlamış-
Bununla beraber Süleyman Belgesel film seyretmekten ciddi şekilde zevk
alır. Her ne kadar gidip görmek gibi olmasa da fikir ve tecrübe sahasında kendisi
için bu çeşitten yayınlar lüzumlu ve faydalıdır. Süleyman'ı bunca yıllık arkadaşlık
hayatımda futbol, voleybol, pinpon oynarken hiç görmedim. Bununla beraber
ameliyat olmadan birkaç yıl evveline kadar yürümekten zevk aldığını ve bol bol
yürüdüğünü biliyorum. Ara sıra bisiklet sürdüğü olurdu.
*
Süleyman, olabildiğince sabırlı bir insandır. Ona göre zor olan iş olmaz.
Kendinize göre gerçekten zor bir işi söylersiniz, kolay der ve telaşa kapılmaz.
Hiç bir şey için "Bu iş zor" dediğini duymadım diyebilirim. Ufak
tefek hastalıklar onun için sözü edilmesi bile caiz olmayan hallerdir ve
çalışmasına asla engel teşkil etmez.
Bir zamanlar Kayınpederime, "Süleyman
benden beş kat daha sabırlıdır" demiştim. Aradan yıllar geçti ve
Kayınpederim, Süleyman Kayseri'de iken onun yanma gitti ve birkaç ay onlarla
beraber kaldı. Döndüğünde kayınbiraderlere, "Kazancı Süleyman'dan bahsederken benden beş misli daha sabırlıdır,
demişti. O zaman mübalağa ediyor diye düşünmüştüm. Bana göre hiç de beş misli
değil çok daha sabırlı buldum" demekten kendini alamamış.
*
Süleyman arkadaşlarına saygılı bir insandır. Arkadaşlarına bağlı bir insandır.
Bununla beraber o arkadaşının yoldan çıktığını bir başka yol tuttuğunu
gördüğünde onu yeterince ikaz eder. Bu da olmadığı takdirde artık kendi bildiği
yolun yolcusu olmaktan başka yapacağı bir iş yoktur.
Bir mecliste beraberce bulunduğu arkadaşları ile konuşurken, aradaki derece
farkını hissettirmez, mecliste bulunanlardan biri gibi olmayı tercih eder. Bu
gibi sohbet toplantılarında horozlandığını, kibir ve gurura kapılıp bir
başkasını aşağı gördüğünü hatırlamıyorum.
Süleyman yemek konusunda müşkilat çıkaran bir insan değildir. Sofraya konan
ne ise onu yer, şükreder oturur. Yemeğe kusur bulma gibi bir adeti de yoktur.
Bir salata ile bir ekmek onun karnını doyurması için yeterlidir. Bununla
birlikte domatesli bulgur pilavını sevdiğini de söylemek mecburiyetindeyim.
Giyim ve kuşam Süleyman için ikinci, hatta üçüncü derecede önemli bir
mes'eledir. O daha çok rahat bir giyim tarzını tercih eder, bu konuda külfete
pek tahammülü yoktur. Güzel giyinmek iyi bir şey olsa da, insan onun için
vaktini fazla harcamamalıdır.
Ben Çorum İmam Hatip Okulunda öğretmen iken derslerde tutturduğum notları
İslah ettim, Süleyman, bunları bir kitap olarak bastırsak dedi. 0 günlerde
kendisi İstanbul Yüksek İslam Enstitüsüne devam ediyordu. İrfan yayınevi sahibi
rahmetli Mustafa Pektut ile görüştü ve İslamda İrade, Kaza ve Kader isimli
kitabımız bu vesile ile basıldı. Ardından “İslam İmanı” isimli kitabımız da
yine Süleyman'ın delaletiyle basılmış oldu.
Siirt'te askerlik yaparken Kaynana Münevver Hanım isimli bir roman
yazmıştık. Çorum'a izine geldiğimde Süleyman'la dolaşıyorduk. Akşama pek az bir
zaman kalmıştı. Şahinci Kitabevine üç beş adım kala bir yerde idik, Kaynana'yı
bir de Üvey Anne takip ederse iyi olacak, dedi ve bende Üvey Anne romanını
yazma fikri orada doğdu. Kitaplarımla böyle ilgilenmesinden dolayı kendisine
teşekkür ediyorum.
Bir zamanlar beraberce "Kur'an İlimleri" isimli bir çalışma
başlattık. Kendisine göre daha zor olan konuları o aldı, Bir kısım konuları da
ben aldım. O Kastamonu'da ben İsparta'da ve Çorum'da, zaman zaman
mektuplaşarak, hatta temize çektiğimiz kısımları birbirimize göndererek
çalıştık ve bir hayli yol aldık. Çalışmamız böyle devam edip giderken,
Bursa'ya gelmemizden sonraya rastlayan bir günde Süleyman, "Ankara'da Diyanet ile görüştüm.
El-İtkan fi Ulumi'l-Kur'an" isimli eseri beraberce terceme etmemizi
istiyorlar," dedi. Paçaları sıvadık, el-İtkan'ın konularını bölüştük. Geceli gündüzlü,
bulduğumuz her fırsatı değerlendirerek bir şeyler yaptık. Kitabın üçte ikisini
bitirmiş durumda idik ki anlaşma bozuldu. Yıllarımızı harcadığımız her iki
çalışma da yarıda kaldı.
*
Süleyman hoşgörü sahibi bir insandır. Evinde, arkadaşları arasında mızıkçılık
yaptığı, pireyi deve ettiği olmaz. Aksine o, deveyi pire etme, hatta hiç
görmeme yolunu tercih eder. Ona göre çalışmasına engel olmayan hiç bir eksiklik
önemli değildir.
Benim eşim
Süleyman'ın eşinin ablasıdır. Evlenme itibariyle ben öndeyim, yani
büyük bacanağım. İlim, irfan, anlayış ve Müslümanlara hizmet yönüyle ise ona
göre çok çok gerilerde olduğumu söylemek mecburiyetindeyim- Bu ise Yüce Rabb'im
biliyor ki tevazu değil, gerçeğin ta kendisidir.
Süleyman, son yıllarda cami yaptırma konusuna ciddi şekilde önem vermiş,
sayısını bilmediğim ama yüzden aşağı olmayan sayıda cami ve mescit
yaptırmıştır. Kendisine sıhhat ve afiyetle dolu hayırlı ömür diliyorum.
Sh: 200-205
*
Ahmed Davudoğlu
Arapça dersimize Ahmed Davudoğlu hocamız geliyordu. Mert bir kişiliğin
sahibiydi. Kendi aleyhine de olsa, doğru olanı söylemekten çekinmeyen bir
tabiatı vardı. Olduğu gibi görünen, göründüğü gibi olan, kınayanın kınamasından
korku duymayan, olabildiğince saf ve temiz bir insandı.[16]
Bulgaristan Türklerindendi. 1912 de Şumnu'da doğmuş, Nüvvab Medresesinde
okumuş, sonra Mısırda yıllarca ders görmüş ve tekrar Bulgaristan'a dönmüş
öğrenim gördüğü Nüvvab Medresesi'ne Müdür olmuş fakat daha sonra tutuklanmış,
esaret hayatı bin bir çile ile geçmiş ve nihayet Türkiye'ye gelebilmişti. Yeter
derecede Arapça bilgisi vardı. Ben şahsen onun derslerini zevkle takip ettim,
çok faydalandığıma inanıyorum. Önceden de söylediğim gibi Enstitüye geldiğinde,
daha odasına çıkmadan merdivenin başında kendisini karşılar, anlayamadığım
Arapça ibareleri sorardım. Bir defalığına da olsa yüzünü ekşittiğini, artık
yeter dediğini söyleyemem.
Bir gün memlekete gitmek için Davudoğlu hocadan izin isteyeceğim. O zaman
sınıf arkadaşım (şimdi ise emekli Prof. Dr.) olan Mehmet Yaşar Kandemir;
'Beraber gidelim' dedi, kabul ettim. Ben bir kağıda Arapça bir beyit yazdım.
Zannederim 'Mecani'l-edeb' de görmüştüm (Beytin kime ait olduğunu
hatırlamıyorum)
Men lem yebit
ve'l-beynü yasdau kalbehu,
Lem yedri keyfe
tefettütü'I- ekbâdi.
şeklinde idi. Anladığım kadarıyla, 'Ayrılık acısı kalbini sızlatarak
gurbette gecelemeyen kişi, ciğerlerin nasıl parçalandığını bilmez' anlamına
geliyordu. Hatta beytin kenarını da birer çizgiyle çerçeve içine aldım.
Beraberce odasına gittik. Ben önden girdim ve kağıdı masasının üzerine
bıraktım. O, her zamanki gibi anlamadığım bir şeyleri sormağa geldiğimi
zannetti. Beyti okudu, lügate sarıldı:
-
Hocam, bilmediğiniz kelime varsa ben
söyleyeyim, dedim.
-
Şeyh, madem biliyorsun bana ne diye
soruyorsun, dedi hâlâ lügate hakıyor, tekrar beyte bakıyor. Sonra birden üç
parmağının uç kısmını başına vurdu:
-
Bre susak, bu adam senden izin istiyor.
Baksana 've'l-beynü' var, dedi. Kaleme sarıldı, kağıdın kenarına 'Ve'l-uzrü
makbulün' yazdı ve kağıdı elime yerdi. On gün izinlisin dedi.
- Hocam bunu bir kağıda yazıp verseniz, dedim
-
Onu da yaparım, dedi ve yazdı.
Daha sonra Yaşar Kandemir'e döndü;
-
Sen ne istiyorsun?
-
Hocam onun derdi de benim ki gibi, onun
için beraber geldik.
Bir on gün de ona izin verdi. Teşekkür ederek ayrıldık. Bir hatıradır diyerek
bu kağıdı yıllarca sakladım. Ancak on üç defa ev değiştirmiş olmanın acı
sonuçlarından biri de bu ve benzerlerinin kaybı oldu.
Hocamız Hanefi mezhebinin pek ciddi bir bağımlısı idi. Diğer mezhepleri
batıl saymamakla birlikte, ihtiyaç anında o mezheplere başvurmanın caiz
olmadığı görüşünü savunurdu. Onun bu özelliğini bilen ve Hayrettin Karaman
ağabeyimizi çekemeyen bir takım kimseler araya girmiş, hatırlanması bile
rahatsız eden bir sürü olaylara sebep olmuşlardı.
Hocamız 7 Nisan 1983 tarihinde İstanbul'da vefat etmiştir. Rabb'im rahmetiyle
muamele buyursun.
*
Mahir İz hocamız Ansiklopedik malumatı geniş bir insandı. Tasavvuf
derslerine gelmesine rağmen normal bir program takip etmez, çoğu defa, 'Söz
sözü açar' kabilinden, ama heyecan yüklü, edebiyat ağırlıklı konuşmalar
yapardı. Mehmet Akif ERSOY ile yakın arkadaşlığı veya talebe hoca ilişkisi
olduğunu bilmeyen yoktu. Son devrin Osmanlı Efendisi denilmeğe layık, oldukça
temiz, dürüst bir beyefendi idi. Bazen kendisine bir kahve getirttiği olur,
kahve parasının iki mislini de getiren garsona bahşiş verirdi. Ona göre insan
aldığı maaşın zekâtını, maaşı aldığı günde vermeli idi ki, geri kalanı gönül
rahatlığı ile yiyebilsin.
Derslerinden fazla istifade ettiğimi söyleme imkânından mahrumum. Bununla
beraber o güzel insana karşı içimde daima sevgi ve saygı bulunduğunu söylemek
isterim. Hocamız 1974 yılında Yüce Rabb'imizin rahmetine kavuştu.
*
Tefsir dersi hocamız Mehmed Sofuoğlu idi. Dersine ciddi şekilde önem veren,
temiz, dürüst bir insandı. Ankara İlahiyat Fakültesi mezunu olmasına rağmen, o
güne kadar alışa geldiklerimizin aksine ciddi şekilde kendini yetiştirmiş bir
insandı. Yıl sonunda hocalar arasında kendisini talebeye davranışı ve ders
işleyişi yönüyle ortaya koyabilen, isim ve numara yazmaksızın tenkit
edilmesini isteyen tek hoca o idi. Bir kısım arkadaşlar, onun ciddi şekilde
dersini yürütmesine itiraz ederken "Neden
sakalın yok?...Bıyığını neden kesiyorsun?..." gibi, kendilerine
göre çok daha lüzumlu olan cihetleri ele almışlardı. Sakalı ve bıyığı olmayan
hoca, her yönüyle mükemmel olsa, ağzından bal akıtsa ne yazardı?
Gece gündüz çalışan, çalıştığı gözle görülen, dersin kaynatılmasına asla
göz yummayan bir hoca olmak, kısa yoldan yani alın teri dökme ihtiyacını
hissetmeden Enstitü hayatını bitirmek isteyen bir kısım arkadaşlarca hiç hoş
karşılanmamıştı.
Halbuki onun istediği, "Öğrencime daha nasıl faydalı olabilirim?"
sorusunun cevabını bulabilmek ve ona göre noksanları tamamlamak ve gerçekten
iyi olduğuna inanabileceği bir yol tutmaktı.
Mehmed Sofuoğlu hocamızı, tertemiz hatıralarla yadedilmesi gerekli olan
örnek bir hoca, pek iyi bir insan olarak tanıdığımı söylemek istiyorum. Her gün
ismini söyleye söyleye dua ettiğim pek az insan arasında Sofuoğlu hocamızın da
ayrı bir yeri vardır. Kur'an-ı Kerimden sonra dinimizin temelini oluşturan iki
büyük hadis kitabının (=Buhari ile Müslim'in) tam metin olarak tercemesini
yapan ve bu konuda İslam alemine büyük hizmet vermiş bulunan Sevgili Hocam,
1923 tarihinde doğmuş, 1990 yılında vefat etmişti. Kendisini minnet ve rahmet
duyguları ile yadediyorum. Ruhu şad, mekanı cennet olsun.
*
İslâm Felsefesi dersine Celal Hoca (Celalettin Ökten), Akaid ve
Kelâm derslerine Ömer Nasuhi Bilmen hocalarımız geliyordu. Ancak her
ikisi de yaşını başını almış, oturduğu yerden kalkamaz olmuşlardı. Artık her
ikisi de, "Vemen nuammirhü... Biz
kime uzun ömür verirsek, yaratılışta baş aşağı ederiz" [17]
hükmü, onlarda da iyice belirgin hale gelmişti. Onlar da, herkes gibi gençliğin,
orta yaşlı olmanın mevsimlerini gerilerde bırakmışlar, güçlü kuvvetli
oldukları zamanları, hayal alemine teslim etmişler, bir başkasının yardımı
olmadan normal hayatı devam ettiremez duruma ulaşmışlardı. Her ikisini de
sınıfta ders yaparlarken ayakta görme şansını hiç yakalama •tttkânım olmadı.
Celal Hocanın, İmam Hatip Okullarını büyük emeklerle, takdire değer
fedakarlıklarla açtırdığı yıllarda çok cevval, olabildiğince dinç bir "Öğretmen
Hoca Efendi" olduğunu duyardık. Fakat günlerin geceleri, yılların yine
yılları takip etmesi, o çalışma azmiyle, hizmet aşkıyla dolu insanın
bacaklarında kuvvet bırakmamış, koşa koşa çıktığı merdivenleri, bir başkasının
yardımı olmadan inemez hale getirmişti. Artık ders saati boyunca hep oturuyor,
sırtındaki paltosunu çıkarma ihtiyacını hissetmiyor, ders arasında iki üç defa
enfiye çekmeyince rahat edemiyordu. Sınıfa bir arkadaşın yardımı ile gelir,
oturduğu sandalyeden dersin bitmesiyle kalkardı. Bir gün, bizden üst sınıfta
bir arkadaşın, Denizli şivesiyle "Sana tenkit edeceğim" demesi
onu bir hayli üzmüş, bu üzüntüsünü bizlerle de paylaşmıştı.[18]
Rahmetli Mustafa Göl anlattı: Hoca bir defasında enfiye kutusunu unutmuş,
"Enfiyesi olan var mı" dedi. "Babamın enfiyesi benim yanımda
kalmış" diyerek hocaya takdim ettim, memnun kaldı, o ders onunla yetinmiş
oldu. ;
1882 tarihinde doğan ve 1961 yılının sonbaharında vefat eden sevgili hocamıza
Yüce Rabb'imin rahmetini diliyorum.
*
-Ömer
Nasuhi Bilmen
Ömer Nasuhi Bilmen hocamız, Erzurum şivesini olduğu gibi
muhafaza etmişti. Tıpkı Çorum'da Server hocamızın Ahıska Türkçesini devam
ettirdiği gibi. Ömer Nasuhi hocamız, kendi ifadesiyle "Mülehhes ilm-i
Tevhid" adını verdiği küçük kitabının el yazması olan nüshasını (ikiye
katlanmış şekliyle) cebinden çıkarır, ondan cümle cümle okur, hatırında kalan
izahlar yapar ve ders böyle devam edip giderdi. Yazı, eskiden pek muteber olan
kopya kalem ile yazılmıştı. Ter ile ıslanınca kağıdın rengi de, yazılar da bir
başka hale dönüşmüştü.
Hoca Efendi sınıf ile pek meşgul olmaz (olamaz) sadece oturduğu yerden
dersi takrir ederdi. Onun bu hali, tabiatıyla talebeye yansır, kimi açar kendi
kitabını okur, kimi dışarı çıkar, tekrar içeri girer, hocamız ne dışarı çıkanın
farkına varır, ne içeri girenden haberdar olurdu.
İmam Hatip Okulunda iken aldığım ve kendi düşünceme göre "Bir Hazine"
olarak bildiğim ve pek çoğunu okuyarak istifade ettiğim "Hukuk-ı
İslâmiyye ve İstılâhât-ı Fikhıyye Kamusu" isimli eserin, Büyük
İslam İlmihali'nin değerli müellifini böyle görmeyi istemezdim. Keşke bu
zat çalişma odasında kalsa, ilmini, tecrübelerini kalem ile anlatsa ama
bedeninin taşıyamayacağı yükün altına girmesi teklif edilmese diye
hayıflandığım oldu.[19]
Nice kolu bükülmez yiğitleri, içeceği su bardağını kaldıramaz hale getiren
dünya hayatı elbet sevgili hocamız için de geçerli olacak, dün tuttuğunu koparırken
bugün ona elini bile uzatamaz hale gelecekti. Kaldı ki o mübarek zat bu halinde
Kur'an-ı Kerim'in terceme ve tefsiri ile meşgul olmakta idi.
Ömer Nasuhi hocamız, görünüş itibariyle tek kelime yazmamış, tek kitap
okumamış bir insandaki alçak gönüllülüğe sahip bir insandı. Sanki o dev eseri o
yazmamış, hatta adını bile duymamıştı. Üç beş sahife yazan ama üç beş cilt
kitap yazmışçasına tafra satan nicelerini görmüş olarak, Hoca Efendiyi takdir
etmemek elde değildi. Onu dikkatle izleyen bir insan onun, Rasul-i Emin
(sallallâhü aleyhi ve sellem) Efendimiz için yazdığı bir na'tinde dile
getirdiği,
"Günahkârım,
peşimân bir kulum, gâyet perîşânım
Niyâz etmekteyim senden şefaat yâ Rasulallah" [20]
Niyâz etmekteyim senden şefaat yâ Rasulallah" [20]
beytindeki manayı, oturuşunda, yürüyüşünde, konuşmasında hasılı Ömer Nasuhi
Bilmen olarak görünüşünde rahatça izleyebilirdi. 13 Ekim 1971 de vefat eden
hocamıza Rabb'im rahmetiyle muamele buyursun.
*
Yaman Dede lakabıyla maruf olan hocamız Farsça dersine geliyordu. Tam anlamıyla bir
Peygamber âşığı, Mevlânâ âşığı bir insandı. 1887 yılında Kayserinin Talaş
ilçesinde Rum milletinden Hristiyan bir ailenin çocuğu olarak dünyaya
gelen ve asıl adı Diyamandi (=Elmas) olan hocamızın ailesi Kastamonu'ya
yerleşir Burada tahsilini devam ettirirken İslam ile ilgisi başlar ve nihayet
gönülden İslam’ı kabul eder. 1942 yılına kadar eşine ve kızına bile
hissettirmeden namazını kılan ve orucunu tutan hocamız bir gün ailesine Müslüman
olduğunu açıkladığında kıyamet kopar. Tekrar eski dinine dönmediği takdirde
kendisiyle aynı çatı altında kalamayacaklarım söylerler Aile bağının devam
etmesi için yalvarmaları fayda vermeyen Hocamız bir akşam üzeri, sırtına aldığı
ceketiyle ve bir daha dönmemek üzere evini terkeder. Artık resmen Müslüman
olmuş, adını Mehmed Abdülkadir Keçeoğlu olarak değiştirmiştir. Gerçek bir
Peygamber aşığı, Mevlana aşığı olarak hayatını devam ettirir.
Onun bu özelliğini bilen ve dersi kaynatmak isteyen bir kısım arkadaşlar
vardır, onlardan biri söz ister,
-
Hocam derse başlamadan bir sual
sorabilir miyim, der.
-
Buyur evladım, sor.
-
Rasûlüllâh sallallâhü aleyhi ve sellem
Efendimiz buyurmuşlar ki...
Hocanın gözlerinden inci tanesi gibi yaşların akmasına ve hüngür hüngür
ağlamasına bu kadarı yeterlidir. O bir zaman ağlar, sonra o arkadaşa döner;
-
Kusura kalma evladım, ne demiştin?
-
Rasûlullâh Efendimiz'in bir hadis-i
şerifini soracaktım...
Aslında maksat bir şeyler öğrenmek değil, onu ağlatmak ve seyretmektir.
Sorulacak hadisin şu veya bu hadis olması hiç önemli değildir. Hoca tekrar
ağlar ve nihayet güç bela sorulan hadisi dinler, bildiği kadarıyla cevap verir.
Böylece dersin belli bir miktarı geçirilmiş olur.
Hocanın yüzüne, onun gözlerinin içine bakan bir insanın; 'Bu adam mutlaka
yanıp tutuşmuş, iliklerine varıncaya kadar her şeyi erimiş' dememesi için
hiç bir sebep yoktur. Vücudunu çevreleyen derinin yanık bir deri olduğunu
söyleyen bir insana 'Nereden biliyorsun?' denilmeyecek derecede aşk ateşinin
yakıp kavurduğu bir insandı. 'Cemalinle ferahnak et ki yandım ya Rasulallah'
mısraını okuyan ve bir de onun yüzüne bakan bir insan eğer; 'Bu adamın
neresi yanmış ki?' diyebilirse, onun sadece bakan ama göremeyen bir kişi
olduğuna başka delil aramamak lazımdır.
Ne yazık ki bu değerli insandan yeterince faydalanma imkânı olmadı. Yaşı
ilerlemişti, vücudu rahatsızdı. Üç ay kadar devam ettiği sınıfımıza veda için
bile gelme imkânı olmadı. Bir gün onun vefat ettiğini duyduk. (03.05.1962) Onu
omuzlarımızda taşımak üzere gittik, Karaca Ahmet'teki mezarına konulurken
bizden bir üst sınıfta bulunan Tayyar Altıkulaç ağabeyimiz, kabrinin başında
Sevgili Yaman Dede'm izin; 'Yak sinemi âteşlere, efgânıma bakma' diye
başlayan, 'Ağlatma da yak, hâl-i perîşânıma bakma' diye biten manzumesini
okudu.
Şahsen, tepeden tırnağa Peygamber sevgisiyle dolu, en meşru sevginin
ateşiyle yanıp kavrulmuş bir insanı tanımanın mutluluğunu duyuyorum. Peygamber
Sevgisini hem sözüyle, hem özüyle böylesine anlatan bir başka insanla
tanıştığımı hatırlamıyorum.
*
İhtilalin Üniversiteden ilgilerini kestiği yüz kırk yedi profesörden biri olan
ama kendini kaf dağında görmeğe bile tahammülü olmayan bir hocamız vardı.
Şeyh Sadii Şirazi'nin; 'Edebi kimden öğrendin?' sorusuna cevap olacak
nitelikteki halleriyle hepimizi bezdirmişti. 'Bezdirdiği sadece biz
miydik?' diye zaman zaman düşündüğüm olur. Onun hakkında ne ders
bakımından, ne de edeb ve ahlak yönüyle "İyi bir insandı, iyi
bir muallimdi" diyen tek fert ile bugüne kadar karşılaşma
imkânım olmadı.
Çorum İmam Hatip Okulunda öğretmen olduğumuz günlerde idi. Söz döndü dolaştı
bu hocaya geldi. O zaman Lise'den bizim okula derse gelen edebiyat öğretmeni
bir hanım, onunla olan bir hatırasını anlattı: (Söz konusu olan hoca biraz
geç evlenmişti.)
-Bir gazinoda oturuyordum. Hanımıyla birlikte içeri girdiğini gördüm hemen kalkarak
masama davet ettim. Kabul ettiler. Oturduk, sohbete başladık. Bir ara
bana baktı,
-Kız güzelmişsin.
Bununla evlenmeden görseydim seni alırdım, deyiverdi.
Tabi ben utandım ama
hanımın da rengi değişmişti.
Sh:230-237
*
Burada 1960 ihtilali ile ilgili bir iki söz söyleme hakkımız olmalıdır. Çünkü
ihtilalin gerekçelerinden biri de, hükümet, Üniversitelere el attı. İki tane profesörü
görevden aldı... şeklinde idi. Onlar, "Üniversitelere dokunulmaması
gerekir. Üniversiteler özgür olmalıdır, eğitim ve öğretim sistemlerini, eğitim
ve öğretime ait faaliyetlerini ilmin ve tekniğin verdiği doğrultuda
yürütülmelidir," diyorlardı.
İki profesöre
dokunuldu diye ortalığı kasıp kavuran Üniversite gençliği, başlarında hocaları
olarak meydanlara dökülmüşler, hatta Kızılay meydanında Başbakan Adnan
Menderes'in yakasına yapışıp "Demokrasi istiyoruz, demokrasi
istiyoruz!..." [21]diye
tartaklama gibi bir başarıya imza atanları da olmuştu. Bugün atılıp
tutulmayan, suratından düşen sinek bin parça olan, maneviyatın her çeşidine her
dereceden düşman olan o şahıs, onunla birlikte
hareket eden arkadaşları ve hocaları, istedikleri ihtilal yapılıverince muratlarına ermişler, meydanlardan çekilip
tekrar ilim ve irfan yuvası diye bildikleri fakültelerine dönmüşlerdi.
Sahi, Dostlar Biz Kına yakacaktık...
Ne var ki, "Üniversitelere dokunuldu..." diye ayağa kalkan
çete mensupları, bu defa yüz kırk yedi profesör emekliye
sevkediliverince nelerin olup bittiğini pek anlayamadılar. Başarı ödülü
alma zamanının geldiği düşüncesiyle mutlu hayaller kura kura yatıp
kalkarken, alınlarının orta yerine okkalı bir yumruk yemiş gibi
oluverdiler. Bu yumruk, ülkeyi on yıldır devam edip gelen bunalımdan kurtaracak
ve özellikle kendilerine özgürlük getirecek diye bildikleri ihtilalcilerden
geliyordu. Bir ay evvel atılıp tutulmayan, Başbakan'ı tartaklamaya varıncaya
kadar kaldırmadık kazan bırakmayan yiğitler, akıllarını başlarına
topladılar, edebimizle oturalım diyerek birer köşeye çekilmeyi uygun
buldular. "İyi ki piyango bize de vurmadı" diyorlardı. Pırıl
pırıl rüyalar görme ümidi ile yatmışlar, kâbuslara rahmet okutacak, iyi ki
rüyada imişiz dedirecek bir uyanışla uyanmışlardı.
İçlerinde, "Vela havle!..." çekip de, "İki profesör için
kıyametler koparan, kutsal cihadın bayrağını açan ve o günlerin kükremiş
aslanları olan biz cübbelilere neler oldu da siniverdik" diyeni bulunmadı.
İkinci bir atılımla, "Haydi aslanlar ileri!..." deyip ikinci bir
kutsal cihad düdüğünü çalma ve "Biz Menderes devrinde canımızın istediği
kadar bağırabiliyorduk" deme cesaretini gösterme gibi yiğitçe bir
davranışın ayıp ve edep dışı bir hareket olacağı kanaatiyle sessizliğe büründüler.
Az çok vicdanı bulunanlar "Biz şu kadarcığına tahammül edemiyorduk
ama şimdi bunlar, Sabık ve Sâkıt İktidarın yaptığının yetmiş üç misli fazlasını
yaptılar. Demek ki onlar, bunlara göre çook çok insaflı imiş," diyebilmiş
olmalıydılar.
Ama artık devir değişmişti. Eskilere canlarının istediği her çeşit hakareti
yapan, iftira kampanyası düzenlemekte hiç bir mahzur görmeyen hatta bunu
dişlerini gıcırdata gıcırdata, ağızları köpüre köpüre yapan, yerleştikleri gazete
köşelerinden Menderes hükümetini topa tutan muhterem yazarlar, özgürlüğün bir
başka tadını tatma mutluluğuna erdiler. Bu defa kendilerine, "İhtilali
rahatsız edebilecek bir tek kelimenin bile yazılmaması özgürlüğü" tanınmıştı.
Bu özgürlüğün içinde, ihtilali destekleme ve yine eskiden olduğu gibi sâbık ve
sâkıt idareye sövebilme hürriyeti de olabildiğince genişletilmişti.
Yapacakları hiçbir iftiradan sorumlu tutulmayacaklardı. Pek tabii olarak
"Siz Türk milletinin canına okudunuz. Ordunun haysiyetini ayaklar altına
aldınız. Söyler misiniz bir general, bir ordu komutanı nasıl olur da bir üsteğmenin,
bir yüzbaşının karşısında selama durur," diyeni bulunamamıştı. Menderes'in
asılmasında emeği geçen sayın celladın ücretini, darağacı ve yağlı ip için
harcanan parayı Menderes ailesinden isteme [22]gibi
bir faziletin temsilcisi olanlar, ilim yolcusu profesörlerin karşısına geçince
"Kusura kalmayın bilmezlikle bir ayıp ettik" demeyeceklerdi. Belki bu
kadarını olsun hatırlatanı bulunacaktı ama buna izin verecek, "Buyur,
canının istediğini söyleyebilirsin" diyecek bir merci yoktu. Böyle bir
hatırlatma yapana, "Erken öten horoz" muamelesi yapılacağını, Yassı
Ada'nın, Balmumcu'nun beş yıldızlı otellerinde, adanın karanlık ve gün yüzü
görmeyen dehlizlerinde ihtilal ikramları göreceklerini öğrenmeyeni kalmamıştı.
Kaldı ki Ordu disiplinine göre aynı sınıfta okuyan iki subaydan, sınıf
listesinde önce bulunanı daha kıdemli olurdu.
Sh: 237-239
*
Roman yazmağa nasıl başladım?
Siirt'te, kitap terceme etme işini bırakınca "Acaba uğraşsam bir roman
yazabilir miyim," dedim. Dedim ama teknik açıdan romanın tarifini bile bilmiyordum.
Roman yazarken nelere dikkat edilir? Neresinden başlanır, Ne gibi seyir takip
eder? Nasıl sonuçlanır?... Bu gibi konularda tamamen yaya idim. Ama, roman ve
hikaye konusunda gençliği doyuracak, "İyi ki okudum" dedirecek
eserlerin bulunmasını da, inkar edilmesi mümkün olmayan bir ihtiyaç olarak
görüyordum. Çünkü -bir kısım insanların hoşlarına gitmese de- Türkiye'de en saf
ve temiz öğrenci topluluğunu içinde barındıran İmam Hatip Okullarında bile en
çok okunan ve eskiyen kitaplar roman ve hikaye türünden olanlardı. O günün
gençliğine "Roman ve hikaye okuma!..." demenin bir anlamı yoktu.
Tıpkı bugünün gençliğine televizyon ve İnternet'ten uzak dur demek gibi. Ama,
"Onu değil şunu oku!..." diyebilirdiniz.
Evet romanın tarifini bile bilmiyordum ama çağımızda yetişen gençliğe,
edep ve ahlakını bozmayacak, edep ve ahlak yolunda kendine rehberlik edecek
roman ve hikayeler yazılmalı diyordum. Bir delikanlının annesine, bir genç
kızın babasına yüzü kızarmadan okuyabileceği, milli ve manevi değerlerimizi
anlatmayı hedef alan, iyi insan portreleri çizerek okuyucuya iyi şeyler
verebilen kitaplar bulunmalı diyordum. Bizim edebiyatımızda roman, girdiği aşk
ve macera vadisinden bir türlü çıkamamış, eğlendirici olma vasfını bir türlü
terk edememişti. Okuyanlarda iyiye ve doğruya yönelik bir düşünce ve davranış
görülemiyorsa okunulan kitaptan ve tabiatıyla harcanan zamandan elde kalan ne
olabilirdi?
Gençliğimde okuduğum ve sayısı hayli kabarık olan romanlardan elimde fazla
bir şey kaldığını zannetmiyorum. Bunlar arasında beni eğlendirmenin ve
heyecanlandırmanın ötesinde tertemiz bir hayata, pırıl pırıl bir dünyaya
yöneltecek, bana bu konuda rehber olabilecek bir örneği bulmakta güçlük
çekiyorum.
İsim vermek istemiyorum, adı göklere çıkarılan bir romanı elime aldım, ilk
sahifesinde üç tane küfür kelimesiyle tanıştım ve ikinci sahifeyi çevirmeden
bırakma ihtiyacı duydum. Yine Edebiyat derslerinde örnek olarak gösterilen ve
okumamız istenilen üç romanı iki yıl önce (2004 de) okudum. Vardığım netice şu
oldu: Keşke bu kitaplar hiç yazılmasaydı, keşke bunları okuyarak değerli
vakitlerimi zayi etmeseydim ve keşke bu kitaplar sahte bir şöhretle göklere
çıkarılmasaydı.
Burada şunu da ilave etme ihtiyacını duyuyorum: İki binli yıllarda (2004?) Milli
Eğitim Bakanlığı tarafından tavsiye edilen 'yüz eser' satış
rekorları kıran seviyelerde alıcı buldu ama bu kitapların bir
kısmının bu listeye nasıl girebildiğini bir türlü anlayamadım. Bu
kitaplar, 'Gönül kapım açıktır, çalmadan gir içeri' [23]
gibi bir yoldan mı bu listeye sızdılar, ya da bu kitapları tavsiye edenler
gerçekten onları okudular da öyle mi tavsiye ettiler? Bunun cevabını bulamıyorum.
Bu milletin evladına gerçekten bir şeyler verebilmek, edeb ve ahlâkın adının
bile unutulmağa başladığı şu zamanda boğulmak üzere olanlara bir can
simidi uzatabilmek isteyen bir insan, tavsiye edeceği kitaplarda daha dikkatli
davranır, seçeceği kitapları ince elekten geçirirdi.
*
Kaynana Münevver Hanım:
Bir zamanlar annem, Emine Emem'in kayın validesi ile olan bir hatırasını
nakletmişti. Emem, ocakta suyu kaynatır. Bahçeye götürecek ve çamaşır yıkayacaktır.
Fakat elinde kazan ile dönerken tökecir (Ayağı bir yere takılır) ve elindeki su
dolu kazan, orada hasta yatan kayınbiraderinin üzerine dökülür.
Tam bu sırada odada bulunan kayınvalidesi, halamın elinden kazanı kaptığı
gibi onu bir tarafa iter, "evladımı yaktım!..." diye feryada
başlar. Kısacası kayın valide hanım suçu üzerine alır ve hiç bir anne
kendi evladını bile bile yakmayacağı için mes'ele halledilmiş ve
kapatılmış olur. Bu hanım daha sonra halamı bir tarafa çeker
ve "Bu olay burada kapanacak. Eğer benden başkasına anlatırsan hakkımı
haram ederim," der.
Bu değerli hanımın, her türlü takdirin üstünde olan şu güzel davranışı ile
Yüce Rabb'imizin "Settârü'l-uyûb" (ayıpların üzerini örten) sıfatı
arasında pek yakın bir bağlılık bulunduğunu söylemeğe lüzum var mıdır? Sevgili Peygamberimizin öğrettiği ve Yüce Allah'ın
beğendiği ve razı olduğu ahlak bu değerli hanımın asil davranışı ile ortaya
çıkmış oluyordu.
Pek tabii olarak halam, öz annenin bile yapamayacağı, "kör mü idi gözün?...
Elin kırılaydı da bu çocuğu yakmayaydm!... Ne gibi alacağın vardı benim gül yüzlü yavrumdan?..." gibi
sözlerin söylenebileceği, fırsat buldukça baş kakıncı edileceği, gelene
gidene ballandıra ballandıra anlatılacağı çeşitten bir olayı böyle
atlatmış, hayatı boyunca bunu gerçek ama tatlı bir sır olarak saklamış
ancak vefat ederken, rahmete vesile olur düşüncesi altında "Böyle bir
kaynanam vardı..." diye anneme anlatmış.
Bu olay bizim hayalimize bir "Kaynana Münevver Hanım" romanı canlandırdı.
İhtimal ki bu değerli hanımın, geride kalan ve bize kadar ulaşmayan bir
nice güzel davranışları olmuştu.
Halamın vefat ettiği yıllarda ben küçük bir çocuk olmasaydım ve bu olayı
bilseydim, kim bilir daha nice misli bulunmaz hatıralar dinleyecektim. Kim
bilir bu fazilet abidesi hanımın hayatında daha ne gibi güzellikler vardı bunu
öğrenememiş olmanın üzüntüsünü zaman zaman duyduğum olur. 'Ne olurdu Halam,
şöyle ve şöyle olaylar geçmişti dese de bir iki örnek daha verseydi' derim.
Kaldı ki bu romanda o meftunu olduğum kayın validenin asıl ismini de bilmiyordum.
(Allah ona rahmetini kandım deyinceye kadar bol bol versin.)
'Münevver' ismi ise, rahmetli annem hastanede yatarken hizmetine bakan hastabakıcı
hanımın ismi idi. Ben o günlerde yaklaşık sekiz, dokuz yaşlarında olmalıydım.
İçimde o hanıma karşı bir sevginin, saygının bu güne kadar devam
ettiğini söylemem gerekiyor. (Allah rahmet etsin).
*
Sözün kısası, elime kalemi aldım. Nereden başlayacağıma bir türlü karar veremiyordum.
En sonunda gönlüm bana,
-Nereden başlasan olur. Göç yolda düzelir, dedi. Bu karara vardığımda otuz
iki yaşımdaydım ve Siirt'te askerlik görevimi yapıyordum.
Başladım ve sekiz on sahife yazdım. Olmadığını görünce yırttım. İkinci defa
başladım, bir başka vadiden yürüdüm Yine olmadı, yine yırttım. Üçüncü defa
başladım...
En azından olmadığını biliyordum. Demek ki "olur!..." diyebileceğimi
de yazabilecektim. Birinci, ikinci ve üçüncüde olmayan dördüncüde de olmaz denilemezdi.
Nitekim "Yenile yenile yenmesini öğrenme" imkanı doğdu.
Askerlik bitmeden bir "Kaynana Münevver Hanım" ortaya
çıkmış oldu. Böylece çocuklarıma verememiş de olsam ilk romanıma "Münevver"
ismini vermiştim.
Münevver ismi benim gönlümde bir iyilik âbidesini temsil ediyordu. Yüzü
temiz, gönlü temiz, duygu düşünce ve davranış bakımından tertemiz bir hanımın
hayali gözlerimin önüne geliyordu.[24]
İleriki tarihlerde bu ismi taşıyan ama benim hayalimdeki o şahsiyeti
taşımayan biri, benim bu isme olan meylimi ve sevgimi adeta tekmeledi.
Münevver'in böylesi de oluyormuş dedim.
Kaynana Münevver Hanım'ı okuyanlardan aldığım mektuplar, "İyi ki bu
romanı yazmışım" dedirtecek seviyede idi. "Bir kaç arkadaş toplanıp
okuyoruz. Münevver hanımın edep ve ahlakım gönlümüze yerleştirmek ve onun gibi
olmak için gayret ediyoruz" diyen mektuplar aldım.
*
Üvey Anne:
Çorum'a, kardeşim Mehmed'in düğünü vesilesiyle izin alıp geldiğimizde
bacanağım Süleyman Uludağ'a, yazdığım romandan bahsettim.
-Kazancı bunu bir üvey anne takip edebilir, dedi.
İyi bir üvey annenin, yetim bir çocuk için ne derece önemli olduğunu
anlattı. Ondan henüz ayrılmıştım ki, mahallemizde bulunan iki üvey anne
gözlerimin önüne geliverdi. Biri, üvey çocuğu yatağı kirlettiği için çocuğun
edeb yerini biberle doldurmuştu. Ben bu üvey annenin adını bile unuttum. Belki
anlatırlarken adını da söylememişlerdi. Diğeri ise beş tane çocuğun başına
gelmiş ve onları kendi yavruları gibi bağrına basmıştı. Bu beş çocuktan en
büyüğü kendisinden (yani Remziye hanımdan) iki yaş küçük, en küçüğü 'se, henüz
süt emme devresinde, yaklaşık bir yaşındaydı. Bu kardeşlerden biri benden
büyüktü. Biriyle (İsmail ile) arkadaştık. Yıllar yılı mahallede beraberce oyun
oynamış, babasının harmanında döven sürmüştük[25]
Ölen ve ismi Nigar olan hanımın resmi, Remziye Hanımın yatağının başucunda duruyordu. Gelin olarak
geldiği gece, henüz damat odaya girmeden bir kadın geliyor ve yatağın üst
kısmında bulunan bu resmi alıp götürmek istiyor. Remziye hanım o resmin
rahmetli Nigar hanıma ait olduğunu öğrenince alıyor ve yine başucuna asıyor.
Eşimle ziyaretine gittiğim 2004 yılında bu
resmin yine yatağının başucunda durduğunu gördüm.
Remziye hanımın bir kızı olmuş, onun adını da Nigar koymuştu. Bugüne kadar
dinlediğimiz pek çok üvey anne, ölen hanımın isminin o evde anılmasına
bile izin vermemişti. Nasreddin Hoca, eski kocasının adını söyleyip duran
hanımını bir tekmeyle yataktan atıp, 'Üçümüz bir yatağa sığmıyoruz' dememiş
mi idi? Halbuki Remziye Hanım hem onun resmini aziz bir hatıra olarak
saklamış, hem de öz kızına onun ismini vermek gibi bir fazilet örneği olmuştu.
Ne yazık ki kızı olan Nigar da, evlendikten sonra ilk çocuğunu doğururken
vefat etmiştir. (Allah rahmet etsin)
Babamın mahalle imamı olması hasebiyle bakarsınız Remziye Hanım, elinde bir
bakraç yoğurt ile gelir;
-
Bunu alın, Nigar'a okuyun, der ve gider.
Bazen süt getirir, aynı arzuyu dile getirir. Her yıl mutlaka ölen hanım için
mevlit okuturdu.
Bu çocuklara öksüzlüğün acısını tattırmamak için bir insanın yapabileceği
her şeyi yapan, onlarla oyun oynayan, gül gibi yedirip giydiren Remziye Hanım,
ilkokul tahsili de olmayan, köy hayatı yaşamış ve köy kültürü ile büyümüştü.[26]
İyi bir üvey anne olmak için eğitim ve kültürden çok insan olmanın, İnsanî
duygular taşımanın önemli olduğunu bizzat yaşayarak bize anlatmıştı. Üvey
kızlarını gelin ettikten sonra çamaşır yıkamak, ekmek yapmak gibi işin çok
olduğu günlerde onlara yardıma gittiği, komşularımızın bildiği gerçeklerdi.
Çocuklardan biri Çorum dışında ev almış, gelin hanım ise kendi annesi dururken
evvela Remziye Hanımı davet etmişti. Bu ise gelinleri tarafından bile kendi
annelerinden daha önde tutulduğunun bir göstergesiydi.
Halen yaşayan (2008) bu hanım, bizim mahallemizin üvey annesi idi. Zaman
zaman eşimle birlikte gidip ellerini öptüğümüz Remziye hanım, yazacağım
bu kitapta "Fatma Hanım" ismiyle yer alacak, yazarken zaman zaman,
hüngür hüngür ağlata ağlata, benim içimde mükemmel bir "Üvey Anne
Saltanatı" kuracak, gönlümün derinliklerinden kopup gelen saygı, sevgi
ve iyilik selinin coşkun bir ırmağı halinde okuyanların gönüllerine
dolacaktı.
Bu defa Kaynana Münevver Hanım'da olduğu gibi tekrar tekrar yırtma yolu açılmadı.
Rahat rahat yazma imkanı doğdu. Öyle ki iznimi bitirip Siirt'e döndüğümden
itibaren teskere alıncaya kadar geçen bir buçuk aylık zamanda -ve tabii olarak
geceleri- kitabın yarıdan fazlası yazılmış oldu.
Üvey Anne'yi bitiremeden teskere aldım ve İsparta'ya geldim. Baktım ki
İsmail de İsparta'da yedek subay olarak görev yapıyor.
-
İsmail, ben böyle bir roman yazıyorum.
Bana Nigar'ın öz, sizin üvey gibi tutulduğunuza dair bir iki örnek
versen iyi olacak, dedim.
Düşündü ama bulamadı,
-
Abi, hiç yok. Biz öz kardeşler olarak
büyüdük. Aramızda böyle bir farkın bulunduğu hiç bir olayı hatırlamıyorum,
dedi. Daha sonra ilave etti;
-
Ben evleninceye kadar ne zaman yıkansam
annem geldi, sırtımı sürdü (keseledi).
-
Utanıyorum, derdim.
-
İnsan annesinden utanırsa ayıp olur. Güzel
yavrum, ben senin annen değil miyim? derdi.
Hâsılı Remziye Hanım (yani kitaptaki ismiyle Fatma Hanım) dört başı mamur
bir üvey anne olunabileceğini bizzat yaşayarak mahallemize öğretmiş oldu.
-Elin gülü koklanmaz diyenlere;
-
Evet elin gülü koklanmaz ama bu yavrular
benim güllerim, demesini bildi.
Bize göre her kadın şefkatli merhametli bir anne olabilir ama her kadın iyi
bir üvey anne olamaz, olamamıştır. Kendi yavrusuna karşı sevgiyle, merhamet ve
şefkatle dolu olan gönlünde, üvey evladına karşı kin ve nefretin kaynayıp
coştuğu kadınların sayısı hiç de az değildir. Ama önemli olan bir yetimi
bağrına basabilmek, bir öksüzün başını okşayabilmek onun mahzun yüzünde
gülücükler meydana getirebilmek, güldürebilmektir. Bu gerçekten zordur.
Ciddi gayretlere, bitmez ve tükenmez bir şefkate ve merhamete sahip olmak
gerekir. Arzuları kontrol altında tutmağa, niyyetleri Allah rızası
doğrultusunda eğitmeğe ihtiyaç vardır. Bu sebepledir ki Nebiyy-i Muhterem
(sallallâhü aleyhi ve sellem) Efendimiz, "Ben ve yetimin kefili olan,
cennette şöylece yakın olacağız" buyurmuş ve iki parmağım
göstermiştir.[27]
Bu ise her anne'nin değil, Remziye Hanım çeşidinden annelerin
yapabileceği bir iştir. Değilse önüne geleni parçalayan bir kaplan bile kendi
yavrusuna karşı sevgi ve şefkatle
doludur.
Kitabın yazılmasından sonraki bir zamanda Remziye Hanım bize gelmişti.
-
Bu kitapta seni anlattım, dedim.
Memnun oldu. Daha sonra;
-
Bu çocukları memnun edebilmek için yıllar
yılı eşimin yanına oturup da bir
kere yemek yemeye gönlümü razı edemedim. Sofrada her zaman onları babalarının yanı başına oturttum,
sofranın bir başına da ben oturdum. 'Üvey anne geldi, bizimle babamızın
arasına girdi' dedirtmedim. Böylece eşimle bir olduk ve onları
aramıza aldık, dedi.
Yüce Rabb'imden Remziye Hanıma, hayırlı ve sağlıklı bir ömür vermesini,
kapısından başka kapıya muhtaç etmemesini, dünya ve âhiretini mamur etmesini
niyaz ediyorum.
Şurasını kaydetmekte fayda var: Yazdığım romanlarda verilen bütün isimler
değişik isimlerdir. Bir tek Kaynana Münevver Hanımdaki gelin Emine asıl ismidir
ve öz Halamdır.
Bir Vicdan Uyanıyor:
Bu romanın konusu, babamın Tanrıvermiş [28]
köyünde imamlık yaptığı günlerde meydana gelen bir olayla ilgilidir. Babam
derdi ki;
Bir ikindi namazından çıkmış, caminin kapısının önünde üç-beş kişiyle
sohbet ediyorduk. Bu arada öğretmenin evinde bir feryat koptu. İster istemez
başlarımız o tarafa çevrildi. Bir kadın avaz avaz bağırıyor, yalvarıyordu. Nihayet
öğretmenin evinin kapısı açıldı. Öğretmen iki eliyle bir şeyi dışarı çekmeğe
uğraşıyordu. Meğer hanımının saçlarını eline dolamış olduğu anlaşıldı- Çeke
çeke dışarı çıkardı, Sokağın ortasına kadar gelince durdu ve bize döndü.
Muzaffer bir komutan edasıyla,
-
Şahit olun, ben eşimi başı açık dışarı
çıkardım, diye bağırdı.
Daha sonra kadıncağızı geri itti. Kadın arkası üstü devrildi. Kalktı,
feryat ederek evine koştu.
Bu olay, bir bakıma 28 Şubat'ta (1997) yaşanan olayların bir başka çeşididir.
Ya da 28 Şubat, o günlerin hasretini duyanların tekrar sahneye koymaktan zevk
aldıkları bir uygulamadır. O günlerde eşini başı açık gezdirmeyenlere
gelebilecek ve gönül hoşluğuyla kabul edilemeyecek olan tatsız uygulamalardan
kurtulabilmek için köy öğretmeni böyle bir yönteme başvurmuş ve başarılı
olmuştu. Babam bu olaydan fena şekilde etkilendiğini anlatırdı.
Yine babamın anlattığı bir başka olay: Ezanın Türkçe'ye çevrildiği 1932 yılında
idi. Bir akşam namazına pek dar bir vakitte yetiştim. Minareye çıkamadım,
hemen caminin önündeki taşın üzerine çıktım, ezanı okumağa başladım. Bu sırada
mahallemizde oturan ama camiye girmek gibi kötü alışkanlığı olmayan medeni bir
şahıs durdu, Ezanı sonuna kadar dinledi. Bitirdiğim zaman;
-Ha şöyle canım, biz de bilelim ne demek olduğunu. Bizim de anlamamız
lazım, dedi.
-
-Anladıysan içeri buyur!...İçeride seni
yemezler!...
-Tabi, hemen geliyorum.
Ve abdestini almak üzere gitti. Nedense bu abdest onun yıllarını aldı. Nihayet
başkalarının yardımıyla abdest aldırılmış olarak camiye gelmişti ama artık
tabutun içindeydi ve kaçmaması için iplerle bağlamayı ihmal etmemişlerdi.
İşte "Bir Vicdan Uyanıyor" un tohumu olan ya da bana bu romanı
yazma fikrini veren iki olay. Geri kalanı, yaşanılan bir takım tecrübelerin
zihnimde biriktirdiği süslemeler olarak kabul edilebilir.
Son Fırtına:
Babamın bir başka hatırası şöyle: Köyde bir zamanlar hırsızlık yaparak
hayatını kazanan bir şahıs vardır. Bu adam zamanla hırsızlığın fena bir şey olduğu
kanaatine vararak ya da ihtiyarladığı ve yeter derecede enerjisi kalmadığından
hırsızlığa tevbe eder. Dürüst bir hayat yaşama kararı alır. Ama gel gör ki bazı
gecelerde adamı uyku tutmaz. Rahatça uyuyabilmesi için mutlaka bir şeyler
çalması gerekir. Kalkar yatağından ve başlar köyün içinde dolaşmağa. Kendine
göre stratejik bulduğu, hüner göstermeğe değer saydığı bir yere başındaki
şapkasını atar. Daha sonra dolambaçlı yollardan uğraşa didine o şapkayı çalar.
Artık evine gelip rahatça uyuması için bir engel kalmamıştır. Bu romanın
çekirdeği de budur. Gerisi bana aittir.
Romanlardan ikisi hanımlara, ikisi erkeklere yönelik oldu ve ben bu dört
roman ile hedefime ulaştığıma inanıyorum. Okuyanlarla yaptığım görüşmelerde ve
zaman zaman aldığım mektuplarda bu memnuniyetin dile getirildiğini söyleme
imkânına sahibim. 'Bu romanları okudum ve yolumu şaşırdım,' diyen tek insanla
karşılaşmamanın mutluluğunu yaşıyorum.
Sh: 350-358
*
(14. 04.1990) tarihinde Üvey Anne, Kaynana, Bir Vicdan Uyanıyor isimli üç
romanı filme almak üzere bir firma ile anlaşma yapmıştık. Sözleşme süresi on üç
yıl idi. Bu müddet doldu, Hatta beş yıl daha geçti. Ama o müessese bu konuda
bir çalışma yapmış olmadı. Bana da bilgi verilmedi. Bundan böyle de hakları
olmaması gerekir.
Ama bir başka müessese ortaya çıkar da, kanadını kuyruğunu kesmeden, kitabı
tanınmaz hale getirmeden filme alma yolunu tutacak olursa buna da hayır demem.
'Saadet Devrinden' Serisi
Bu kitaplarla ilgili olarak bir hatıramı anlatmama izin verilir diye düşünüyorum:
Çorum İmam Hatip Okulunda öğretmen olduğum günlerde idi. Bir Bayram
namazını İmam Hatip Okulu Camisinde kılmak üzere gittim. Sabah namazı ile Bayram
namazı arasında Ulu Camiden yapılan konuşma diğer camilere de veriliyordu.
Birden elektriklerin kesilmesi huzursuzluk sebebi oldu. Bu arada bana,
“Kürsüye çık ve iki kelime söyle" dediler.
Hiç hazırlıklı değildim. Bununla beraber Yüce Rabb'im, kalbime bir ferahlık ve
dilime açıklık verir diyerek çıktım. Zaten tutulacak bir başka yol da yoktu.
İmanın değerini anlatmağa çalıştım. İman ve iyi niyyet olmayınca amelin değerinin
olmayacağını belirttim. Bugün bir otobüs firması, kendi biletinden başkasını
kabul etmiyor ve bileti aldığın firmanın otobüsüne bin diyerek yolcuyu
geri çeviriyorsa, elbet Yüce Allah da sadece kendi rızası için çalışana değer
verecek demeye çalıştım. Ahmed'in bağında çalıştıktan sonra Mehmet'ten ücret
istenilemeyeceğini anlattım. Kısacası dünya hayatım iyi değerlendirmek istiyorsak,
yarın huzuruna gideceğimiz Yüce Mevlâ'nın istediklerini hazırlamağa, değilse
elimizin boşa çıkacağı gerçeğini şimdiden kabullenmeğe hazır olmalıyız dedim.
Zannederim, aklımda kaldığı kadarıyla konuşmanın özeti bu idi.
Aradan on beş gün kadar bir zaman geçti. Bir gün ilaç almak üzere Büyük
Eczaneye girdim. Eczane sahibi Lütfi Ersoylar,
-Hâlâ o günkü yaptığınız konuşmanın tesiri altındayım, dedi.
-Teşekkür ederim, dua bekliyorum.
-Ama hocam Peygamber Efendimizin hayatı hakkında hazırlayacağınız eser var
ya, işte onu dört gözle bekliyorum.
-Peygamber Efendimizle ilgili bir kitap yazmayı bugüne kadar hiç düşünmemiştim,
dedim ve ayrıldım.
Aradan ne kadar zaman geçti bilmiyorum. Ama yine bir gün ilaç, belki de aspirin
almak üzere Lütfi beyin Büyük Eczanesinde idim.
-Hocam, Peygamber Efendimizin hayatı hakkında hazırlayacağınız eser var ya,
işte onu dört gözle bekliyorum.
Bu ifadeyi tuhaf karşıladım. Bir evvelki gibi yine, böyle bir düşünceye
sahip olmadığımı anlatmağa çalışhm.
Üçüncü bir defa o eczaneye girdiğimde aradan iki üç ay geçmiş olmalıydı.
Lütfi bey, dışa dönük dudakları ve yüzünden eksik etmediği gülümsemesi ile aynı
ifadeyi dile getirdi, ben aynı cevabı verdim.
Aradan üç beş yıl geçti. Bu arada biz 1977 Nisan'ından itibaren Bursa'da
göreve başladık. Mahmud Es'ad Efendi'nin "Tarih-i Din-i İslam" isimli
eserini sadeleştirme teklifi almış olduk. Sadeleştirmeyi yaparken "Sevgili
Peygamberimizin mübarek hayatım bir başka anlatışla versem ne olur ki..."
düşüncesi zihnimde belirmeğe başladı. Bu arada başta Buhari olmak üzere Müslim,
Ebu Davud, Tirmizi, Nesâî ve İbn Mace'den oluşan "Kütüb-i Sitte" yi
baştan sona okumuş, Efendimizin hayatını öğrenmek isteyen bir mü'minin, hadis
kitaplarından uzak kalmaması gerektiği görüşüne sahip olmuştum.
Yüce Rabb'imin yardım ve inayetine dayanarak başladım. İlk üç cildin
çıktığında idi. Çorum'a gittiğimde Büyük Eczane'ye uğradım. Bir kaç yıl önce
ardı ardına üç defa hatırlattığı arzunun gerçekleştiğini ve bu kitapların
ortaya çıktığını anlatarak "Özlenen Şafak, Aydınlıklara Doğru,
Doğuş" isimlerini verdiğim üç kitabı takdim ettim.
Lütfi bey, yine aynı haliyle,
-Böyle bir söz söylemiş olamam. Asla hatırlamıyorum, dedi.
İmam Hatip Okulu Camiindeki Bayram Namazını, orada kürsüye çıkıp
konuştuğumu... anlattım.
-Hayır dedi. Hatırımda böyle bir olayın yer almadığından eminim.
-Yine de bu kitaplarımı size hediyye edersem?
-Memnuniyetle kabul ederim.
Oradan ayrıldım. Bu adamla üç ayrı zamanda meydana gelen olay hakkında
tereddüt etmeden yemin edebilirdim. Ama Lütfi bey böyle bir olayı
hatırlamıyordu.
Acaba Yüce Rabb'im, Lütfi Bey görünümünde olan bir başka kulunu orada
hazır edip bu fakir kulunu yönlendirmiş olabilir miydi?
Yüce Allah her şeye kadirdir.
*
Rasulullah Efendimizin yaşadığı devire "Saadet Devri"
denilmiştir. Siyasi anlamda değil, tam anlamıyla dini ve ahlaki anlamda,
insanın gerçek insan olabilmesinin değişmez yolunun çizildiği, Allah'a ve onun
rızasına giden yolun Efendimiz tarafından yaşanarak gösterildiği zamana bu
isim verilmiştir.
Bugüne kadar Efendimizin hayatıyla, bir başka deyişle "Saadet
Devri" ile ilgili olarak pek çok kitap yazılmıştır. Bunca kitap varken bir
de senin bu konuyu ele almana ne diyelim denilebilir.
Derim ki, bu sorunun, benden önce yazanlara da sorulması gerekir. Eğer
Nebiyy-i Muhterem Efendimiz hakkında ilk yazılandan sonra ikinci defa, üçüncü
defa yazanlara bir şey denilmedi ise, bana da denilmemesi gerekir. Kaldı ki,
hangi konu olursa olsun, tek kitap ile yetinme insanlığın hiç bir devrinde
yaşanmamıştır.
Bu kitabı hazırlarken maksat ve gayemize gelince, bir başka anlatış tarzı ile
okuyucunun karşısına çıkmak ve Efendimizin sevgisi ile okuyanın gönlü arasında
bir bağlantı kurabilmek, "Bu kitabı okudum ve Sevgili Peygamberimizi
daha çok sever oldum" durumuna getirebilmektir. İstedim ki Efendimizden
on dört asır sonra dünyaya gelenler arasında ona karşı bitmez, tükenmez
bir sevgiyle bağlanan, Peygamberine dünyada iken 'Gönül Komşusu' olma
derdine düşen değerli insanlar bulunsun. Hayatın onu sevmekle, onun yolundan
gitmekle değer kazanacağını ruhuna sindiren ve bunun neticesi olarak Rasülullah
Efendimizin ardında yürüyormuş gibi, onun bulunduğu sofrada oturuyormuş
gibi, onun bindiği otobüste beraberce seyahat ediyormuş gibi... edeb
ölçüleri içinde hayatını değerlendiren insanlar yetişmesine vesile olayım.
Efendimiz Hz. Ali'ye, "Yüce Allah'ın bir insana, senin sebebinle hidayet
vermesi, senin için dünyanın en değerli nimetlerinden daha hayırlıdır" demişti.[29]
İmanın tadı ancak Allah'a ve Rasülüne karşı beslenen sevgi ve saygı derecesinde
hissedilir. Ne zaman onların sevgisi diğer sevgilerin önüne geçer ve diğer
sevgiler Allah ve Rasülünün rızaları doğrultusunda olur ve şekil alırsa o
zaman iman kemalini bulmuş, bir Müslüman için en yüce maksat gerçekleşmiş olur.
Efendimizin; 'İnsan sevdiği ile beraberdir' [30]müjdesi
tahakkuk eder ve bu insan özellikle âhirette göğsünden itilmez,
kucaklanır.
Yine istedik ki bu kitaplar, kuru bir anlatış tarzı ile verilmesin,
hadiselere canlılık ve renk katılmış olsun. Çünkü yaşanan hayat canlı ve
alabildiğine renkli bir hayattır. Meselâ; Hz. Bilal tarafından Medine'de okunan
ezan, normal ahvalde yerine getirilen bir vazife olarak kabul edilemez, Hz.
Peygamber emretti, Bilal de yüksekçe bir yere çıkarak ezan okudu denilemezdi.
Denilirse kuru olmanın yanında eksik bir anlatım olurdu. Mekke'de yıllar
boyunca 'Allah birdir' dediği için dayanılmaz işkencelere göğüs geren bir
insanın 'Allahü Ekber!' diye haykırırken hissettiği pek derin duygular
olmalıydı. 'Hz. Peygamber Bedir muharebesine gitti, şu kadar adam öldürdü, şu
kadar esir aldı...' şeklinde kup kuru bir anlatımla Peygamber sevilmiş olamazdı.
Biz bu kitaplarda, bugüne kadar yapılmamış olanı yapmağa çalıştık.. Çünkü
yaşanan hayat kupkuru, cansız, robot hayatı değildir. Zevkin, sevincin mutluluğun
olduğu kadar derdin, elemin ve kederin yoğurduğu bir hayattır. Bu hayatta kin
vardır, intikam vardır, zulüm vardır. Ama bunun karşısında sabır, şükür, af ve
merhamet yer almıştır. Bu hayatın bir tarafından bakarsanız, ucu bucağı
olmayan sevgi, şefkat ve merhamet vardır. Diğer ucundan baktığınızda bitmez
tükenmez kin, nefret ve düşmanlıkla karşılaşırsınız. Bir tarafta Hz. Ebu
Bekirler, Hz. Ömerler yer alır. Diğer tarafın öncüleri arasında Ebu Cehiller,
Ebu Lehebler sıralanır. Kısacası anlatılacak olan ya da anlatılması lazım
gelen budur yani yaşanan bir hayattır.
Okuyanlardan yazılı ve sözlü aldığım bilgiler, bu maksadımızın geniş ölçüde
gerçekleştiğini göstermektedir. Nitekim okuyan pek çok insanın bu duruma
geldiğini öğrenme mutluluğuna ermiş bulunuyorum.
Bu kitaplar kesin olarak bir roman değildir. Çünkü roman üslûbunda ölçü
olmaz. Yazarın hayali nereye giderse kalem o yönde işler. Tasvirler yapar,
roman kahramanını düşündürür. Halbuki insan bırakın bir başka devirde yaşamış
olanı, yanındaki insanın neleri düşündüğünü bilemez. Ahmed'in, Mehmed'in,
Ayşe'nin, Zeyneb'in romanları yazılabilir. Hatta bu insanlar gerçek âlemde hiç
yaşamamış olabilir. Fakat bir Peygamber'in hayatı yazılırken yazar her yönüyle
bir sorumluluk altındadır. Bir Peygamber için, söylemediği bir sözü söyledi
demek, ya da yapmadığı bir işi yapmış gibi göstermek büyük sorumluluk getirir.
Onun için bu kitapların yazılışıyla alakalı olarak 'roman üslûbu ile yazılmış'
ifadesi yerine 'akıcı bir üslûpla yazılmış' tabirini kullanmak daha yerinde
olur diye düşünüyorum.
*
Bu kitaplar yazılırken imkân ölçüsünde kaynakları vermediğim için üzüntü
duyuyorum. Bu üslub ile yazılan kitaplarda kaynak gösterilmesi ve dipnot
verilmesi güzel olmuyor denildi. Öyle yaptık. Ancak bu kitaplarda Rasûlü Emin
Efendimizin yapmadığı bir işi 'yaptı', söylemediği bir sözü 'söyledi' deme
gibi bir hataya düşmemeğe son derece riayet ettiğime inanıyorum- 'Efendimiz
şöyle düşünüyordu...' gibi bir ifadeye yer vermemeğe çalıştım- Ancak Efendimiz
bizzat kendisi öyle düşündüğünü haber vermişse o zaman böyle bir yol tutulmuş
olabilir. Zannederim yeterince hadis kültürü almış olanlar, kitabı okurken bu
konuda oldukça hassas davranıldığını müşahede edeceklerdir.[31]
Efendimizin mübarek hayatını bir gün olarak düşündüm. Bu günü altı bölüm
olarak hesabettim. Doğumdan itibaren, Peygamberliğin gelişine kadar olan
bölümü "Özlenen Şafak" ismiyle verdim. Peygamberliğin gelişinden
hicrete kadar olan on üç yıl "Aydınlıklara Doğru " ismiyle
tanımlandı. Medine devri ise ardı ardına, "Doğuş, Yükseliş, Guruba
Yaklaşırken ve Kavuşma" adını almış oldu.
*
Öyle zannediyorum ki hayatımın en mutlu yıllarını "Saadet Devri"
ismiyle verdiğimiz bu kitapları yazarken yaşadım. İstiklal Marşımızın yazarı
Mehmet Akif Ersoy, Mekke ve Medine'ye gitmeyi, Arafat sahrasında oturup
"Veda Haccı ve Hutbesi" konusunda bir destan şiir yazmayı hayal etmiş
ama buna imkân olmamış. Ben de Efendimizin mübarek hayatını kaleme alırken bir
umre yapmayı, o mübarek topraklarda gezip dolaşmayı, oradan aldığım heyecan ile
bu eseri kaleme almayı düşündüm. Başvuru gününden sadece bir tek gün geçtiği
ama umre yolculuğu için önümüzde kırk beş gün bulunduğu halde izin alma imkanım
olmadı. Ankara'ya kadar gittim, çıkabileceğim en yüksek mercie kadar çıkarak
derdimi üç defa anlattım. Her birinde sadece "Olmaz!..." sözünün
muhatabı oldum. En sonunda,
-Beyefendi, bir Müslüman, köyünde çiftini çubuğunu bırakıp gidiyor,
geldiğinde ise köyündekilere anlatabileceği hiç bir şeyi bulunmuyor. Ben gideceğim,
gelince öğrencime hikaye değil orada gördüklerimi anlatacağım. Şayet biz
gitmezsek siz bizi döve döve götürün, dedim ve ayrıldım.
Üzüntülü idim. Çünkü Diyanet camiasının en üst kademesinde bulunan bu zat
ile 1960 yılından beri tanışıyorduk. Beni para almadan gönderin de dememiştim.
Başkasını silin de yerine beni yazın gibi çiğ bir teklifte bulunmamıştım.
Yapılacak iş, Türkiyenin her hangi bir şehrinden hareket edecek bir otobüse iki
kişi daha ilave edilmesini söyleyivermesi olacaktı. Zaten her otobüse otuz dört
kişi alınıyordu. İki kişinin fazla olması, elli kişiyi rahatça taşıyan bir
otobüsün belini kırmazdı. Nitekim bir yıl sonra Umre için kaydımızı yaptırırken
hareket için sadece bir haftalık zaman kalmıştı.[32]
*
Kitaplar piyasaya çıktığından bugüne kadar Olumsuz bir eleştiri ile
karşılaşmadım. Şöyle de denilebilir: 'İlmi bir kitap olmadığı için ilim âlemi
ilgilenmedi, geri kalan insanlar da aradıklarını geniş ölçüde bulmuş oldular.'
Özellikle hanımların toplantılarda okuduklarına dair haberler aldım. Çorum'da
görüştüğüm bir zat, yedinci defa okumakta olduğunu söylemişti. Bu zat aynı
zamanda, kızını İmam-Hatip Okulunda Kur'an-ı Kerim dersinden bütünlemeye
bıraktığımız için okula gelerek can ve gönülden teşekkür etmiş bir insandı.
Çocuğunu bütünlemeye bıraktığımız için teşekkür eden tek baba olarak onu
biliyorum. Özellikle bu altı cilt için tanımadığım bir zattan aldığım bir
mektup beni meftun etmişti. Onu buraya olduğu gibi almayı isterdim ama ne çare
ki muhafaza edemedim. Ya da nereye sakladığımı unuttum.
*
2002 yılında çıktığımız bir hacc yolculuğunda yaklaşık elli kişilik bir kafileye
karşı, bir fıkıh doçentinin yaptığı konuşmayı dinledim. Bu konuşmayı benim de
dinlediğimi bilmiyor ama hararetle Özlenen Şafak ile başlayan "Saadet
Devri" serisini mutlaka okumalarını tavsiye ediyordu.[33]
Hz. Âdemden Hâtemü'l-Enbiyaya (Peygamberler Tarihi)
Biraz önce söz konusu ettiğimiz 'Özlenen Şafak' diye başlayan Saadet Devri
yayınlanınca İzmir'deki Nil Yayınevi'ni temsil eden bir zat geldi ve bu altı
kitabı basmak istediklerini söyledi. 'Onu bir yayınevine verdiğimi ve ikinci
bir yayınevine vermemin söz konusu olmadığını' anlatmağa çalıştım. 'Bize de
Rasulullah Efendimizin hayatını yaz' dedi. 'İkinci defa yazılanın birinciye
göre daha uzun ya da daha kısa olacağını, her iki durumda da diğer yayınevine
zarar vermiş olacağımı' söyledim.
-
O halde biz senden mutlaka bir kitap
istiyoruz, dedi.
Düşündükleri bir konunun olup olmadığını sordum. 'Sen tayin et!' dedi. O
zaman Hz. Adem'den Hatemü'l-Enbiya'ya ismi altında bir Peygamberler tarihi
ister misiniz?' dedim. Kabul etti. Biz de yazmağa çalıştık.
Kitabı yazarken o büyük insanların, daha doğrusu insanlığın baş tacı olan
büyüklerimizin hayatlarını imkân nispetinde Kur'an'a ve Hadis kitaplarına
müracaat ederek verdim ama özellikle onların hayatlarında insanlığa ders
olacak, ibret almağa değer taraflarını bulmağa çalıştım. Çünkü Yüce Mevlâ'mız
Kur'an-ı Kerim'de onlar hakkında bilgi verirken "Yemin ederim ki onların
hayat hikâyelerinde, akıl sahibi insanlar için çeşit çeşit dersler ve ibret
almağa değer hadiseler vardır"[34]
buyurmuştur. Onun için bütün peygamberlerin hayatlarının insanların rahatlıkla
anlayabilecekleri üslûpla yazılması ve herkesin zevkle okuması gerektiği
kanaatindeyim.
Gerek Saadet Devri ismi altında toplanan altı kitapta, gerekse Hz. Adem'den
Hatemü'l- Enbiyaya isimli eserde, Peygamberleri ilgilendirmeyen hususlarda yer
yer roman üslubuna uygun ifadelere rastlamak mümkündür. Fakat Peygamberleri
anlatırken böyle bir yol tutulmamıştır. Tutuldu ise Rabb'imin mağfiretini
dilemekten ötede yapacağım bir şey yoktur.
Şunu da söylemem gerekiyor, Yüce Allah benim anlatışıma bir akıcılık verdi
ise, yazdığım kitapları zor okunur, zor anlaşılır hale getirmek için çaba sarf
etmem beklenmemelidir. Ben bu kitaplar için 'ilmi bir eserdir' demiyorum.
Ancak şuna inanıyorum ki, insanlara bir şeyler anlatabilmek ve faydalı
olabilmek için mutlaka ilmî üslûp yolunun tutulması lazım gelmez. İlim ayrıdır,
ilmi üslûp ayrıdır. 'İlmin kaidelerini, sonuçlarını anlatabilmek için mutlaka
ilmi üslûp kullanılmalıdır' diyenlere de katılmıyorum. Yüce Allah, elmanın,
üzümün vereceği fayda ve enerjiyi küçücük bir aspirin şeklinde de (yani rengi,
kokusu tadı olmadan) kullarına ulaştırmağa kadir idi. Ama o, aynı neticeyi
verirken bir şekil, bir güzellik, bir tat ve bir koku ile birlikte verdi ise
biz ne yapalım?..Tamamen ilmi bir eser olan 'Hz. Peygamber'in Hitabeti' isimli
kitabımızı okuyan bir zat; 'Bir doktora tezi olması hasebiyle çok sıkıcı
olacağım zannediyordum. Ama böyle olmadı, okudukça rahatlık hissettim' demişti.
Yazı yazarken mümkün olduğu kadar riayet ettiğim bir prensibim vardır:
Kendim rahatlıkla anlayabiliyorsam o cümleyi yazarım. Anlamak için zorlanacağım
bir cümleyi yazmamayı tercih ederim. Bugün Profesör olan bir öğrencim,
'asistanlık yıllarında bir makaleyi yedi defa okuduğunu ama yine de ciddi
şekilde anladım deme imkânını elde edemediğini' söylemişti.
Şunu da söylemek isterim: Ben anlama zorluğunu çektiğim bir yazıyı zevkle
okuyamıyorum. Bu durumda okuyucumun da zorlanmamasını istemek kadar tabii bir
şey olmamalıdır.
*
Kitap üçüncü baskısını yaptığında gazeteler, özellikle Hz. Âdem'in boyu ile
ilgili olarak ileri geri sözler söylediler. 'Boyu şu kadar olmayan cennete
giremeyecekmiş' gibi sözler ettiler. Ben bunları ciddiye almadım. Bir
televizyon programında, Hazreti Adem (aleyhisselâm) Efendimize secde etmediği
zamanı anlatırken Şeytan için 'Sırık gibi dimdik duruyordu' sözü bahis konusu
edildi. 'İlmi bir eserde bu çeşitten ifade olmaz' denildi. Kabul ediyorum,
ilmi bir eserde bu olmaz. Ama bu kitabı ilmi üslûp ile yazmadım ve böyle bir
iddiada bulunmadım. Ancak bu eserimde 'Şeytan hakları'na saygılı olamadığımı
itiraf ederim. 'Bütün melekler Hz. Âdem'e secde ederken, şeytan da -medeni
ölçülere uygun olarak- hazır ol vaziyeti almış, saygı duruşuna geçmişti'
diyemezdim.
Bunların dışında ciddi bir tenkit almadım. Belki de, tenkit etmeğe değmez
denilmişti. Kitabı okuyanlardan ise pek çok dua aldığıma inanıyorum.
Burada bir kısım insanları rahatsız eden cihet, şeytana dil uzatma suçunun
işlenmiş olmasıdır. Çünkü devir, suçsuzun değil, suçlunun itibarını koruma
devridir. Nitekim bugün insan hakları denilirken kesin olarak hırsızın,
katilin, yankesicinin, kapkaççının, ırz ve namus düşmanlarının... hakları akla
gelmektedir. Mağdur ve mazlum olanın hakkının ayaklar altına alınmış olması
hiç önemli değildir. Adı geçen canilerin haklarım koruma derdine düşen Avrupa
milletleri, hapishanelerde bulunanların durumlarını ciddi şekilde gözden
geçirip inceden inceye araştırmalar yaparlarken; öldürülen, evi soyulan,
namusu kirletilen bir tek aileye, bir defalığına da olsa 'geçmiş olsun
ziyareti' yapamamışlar ve bu durum onları asla rahatsız etmemiştir.[35]
Göstermelik de olsa, "Suçlular hak ettikleri cezalarını buldular mı?...
Çalman mallar sahiplerine iade edilebildi mi?... Namusu kirletilenin psikolojik
tedavisi konusunda neler yaptınız?... Haysiyeti ayaklar altına alman insanlara
gerekli ve yeterli tazminat ödendi mi?... soruları gündem dışı kalmıştır.
*
Kitabın son yani dördüncü baskısı tek ve büyük cilt halinde (basım yeri ve
tarihi konulmamış olarak) zannederim 2005 yılında İpek Yayınevi tarafından
yapıldı. Üçüncü baskıda doruğa ulaşan intizamsızlık belli ölçüde giderildi.
Ancak kitabın dizgisini yapanlarla baş edebilmek kolay değil. Çünkü siz imkân
ölçüsünde hataları sıfıra indirme gayretiyle tashih edip gönderiyorsunuz.
Fakat o yanlışlar tashih edilmeden, çoğu defa olduğu gibi baskıya giriyor.
Sizin sarf ettiğiniz bunca emek ve harcanan bunca zaman heba olup gidiyor.
Çünkü mes'ele olabildiğince basittir. Atalarımız bu gerçeği uzun yılların
tecrübesi olarak dile getirmişler, "Keçiye can kaygısı, kasaba yağ
kaygısı" demişlerdir. Siz kitabınızın imkan nispetinde hatasız
basılmasını, okuyanı rahatsız etmemesini arzu edersiniz. Bu sizin en tabii
hakkınız hatta görevinizdir. Okuyucuyu rahatsız etme gibi bir hakkınız yoktur.
Bir bakıma özürlü mal satma gibi bir duruma düşmüşsünüz demektir. Ama diğeri
yani basıma hazır vaziyete getirme göreviyle daktilonun başına geçen için durum
hiç de böyle değildir. Tek hata olmadan basılmakla her sahifede üç beş hata ile
basılmış olmak onu ilgilendirmez O, hangi şartlar altında olursa olsun iki
satır daha fazla yazıp üç kuruş daha almayı düşünmekte ama, okuyucu her hâlü
kârda hatayı size bulmaktadır.[36]
Hulefâ-i Râşidîn Serisi
Ben Rasulü Emin Efendimizin hayatı ile yazı hayatımı sona erdirmiş olayım
diye düşünüyordum. Arkadaşlarım, ısrar ettiler, Efendimizin ashabı ve özellikle
halifeleri var, dediler. Tekrar başladık, Hulefa-i Raşidîn serisi meydana
gelmiş oldu.
Burada şu açıklamayı yapmam gerekiyor: Hz. Ebu Bekir ve Hz. Ömer devrini
yazmak kolaydır, zevklidir. Çünkü olaylar daima olumlu yönde gelişmektedir.
Ama Hz. Osman ve Hz. Ali devirlerini yazmanın vereceği bir zevk yoktur. Zira
Hz. Peygamberin bin türlü emekle kurduğu, Hz. Ebu Bekir ve Hz. Ömer'in devam
ettirdiği devlet, temellerinden sarsılmağa başlamış ve Hz. Osman, yapılan bir suikastle
değil, evi kırk iki gün süren bir kuşatmadan sonra şehit edilmiştir. Acı olan
da Medine halkının günden güne sertleşen havayı seyretmenin ötesinde fazla bir
şey yapmamış ya da yapamamış olmasıdır. Hz. Osman'a cephe alanların arasında
Hz. Peygamberin ashabından olan insanların bulunması, hatta onu şehit etmek
üzere odasına girenlerin başında Hz. Ebu Bekir'in oğlunun mevcut olması hep
hikmetle, hep içtihad hatası ile değerlendirilirse sonu gelmeyen bir kavram
kargaşası olur. Zamanımızda veya bir başkası tarafından yapıldığı takdirde hata
olanın sırf o zamanda yapıldığı için fazilet ve sevap getiren bir davranış
olacağı düşüncesi hâkim olur. Çünkü okuyucu, genel olarak önceden bildiği yönde
gelişen olayları daha rahatlıkla takip ve kabul eder. Dün bildiğine muhalif
olanlar anlatıldığı takdirde aynı anlayış beklenmemelidir. Hele düne kadar
Ashab-ı Kiram hakkında "Hata etmeleri mümkün olmayan ve her yaptıklarında
hikmet bulunan bir toplum" olarak düşünülen bir neslin en üst seviyesini
oluşturan Hulefa-i Raşidin, bu kitaplarda bir başka yönden tanıtılmışlardır.
*
1977 yılında Bursa Yüksek İslam Enstitüsüne geldiğimiz sıralarda idi. İlim
yolcusu olan bir arkadaşa, "Rasulullah Efendimizin Ashabı hata edebilir
mi?..." şeklinde bir sual sordum. Ellerinin, hatta çenelerinin titremeğe
başladığını gördüm. Nasıl olur, böyle bir şey nasıl düşünülebilir, diyordu.
Bu arkadaş, ilim yoluna atılmış, Yüksek İslam Enstitüsü tahsili yapmış, bunun
ötesinde belli ölçüde çalışmalar yapmıştı. Onun durumu bu olunca, geride kalanların
durumu bir başka türlü olamazdı.
1977 yılından daha önceki devirlerde ise, Efendimizin ashabının
"İnsan" olduklarını söyleyebilmek bile ciddi sonuçlar doğurabilirdi.
Bunun sebebi ise, Mü'minlerin Kur'an ve hadis kültüründen uzak kalmaları,
menakıb kitaplarının, ve bu kitaplarla beslenen kişilerin zihinlere hakim
olmasıydı.[37]
İslam Dini hakkında araştırma yapabilmek için yeterli malzemeye imkan vermeyen
bir idarenin ağır baskısı altında sonucun bir başka şekilde tecelli etmesi de
düşünülemezdi.
Ashab-ı Kiramı en iyi şekilde Kur'an ve sünnet (Bir başka deyişle Yüce
Allah ve onun Büyük Peygamberi) tanıtabilirdi. Kur'an'ı ve Buhari, Müslim gibi
eserleri düşüne düşüne okuyan insanlar sadece "Normal insan hayatı
yaşayan" yani doğan, büyüyen ölen ve bu hayat içinde zaman zaman yanılan,
hata eden bir nesil ile karşılaşırlar. Bu nesil, iman ve itaat konusunda genel
bir değerlendirmeye tabi tutulursa, Muhammed (sallallâhü aleyhi ve sellem)
Ümmetinin en üst seviyesini oluşturur. Kur'an bunu söylemektedir, Efendimizin
hadisleri de bunu anlatmaktadır, Ancak ne Kur'an'da, ne de hadislerde onların
"hatasız" oldukları ile ilgili bir bilgi bulma imkanı yoktur.
Kısaca söylemek gerekirse, Enfal suresinin ilk sahifesinin tercemesini
okumak bile bu konuda ellerin alınlara konulup yeniden bir değerlendirme yapma
gereğini ortaya koymağa kafidir.
*
Hulefa-i Raşidin devrini okuyanların Hz. Ebu Bekir ve Hz. Ömer ile ilgili
düşünceleri tamamen müspettir. Hz. Osman ve Hz. Ali devirlerinin aynı şekilde
kabul gördüğü kanaatinde değilim. Sebebi ise; şimdiye kadar gerek Hz. Osman ve
gerekse Hz. Ali devirleri mümkün mertebe suya sabuna dokunulmadan
olabildiğince kısa verilmesidir. Bununla beraber işi biraz derinlemesine
inceleyen insanın karşısına çıkan bir kısım davranışlar vardır ki bunları
yazması zordur. Bugüne kadar hiç duymadığı hatta duymak istemediği olayların
karşısında kalan insanların bir sarsıntı geçirmeleri de normaldir. Ancak bundan
böyle her iki büyük zatın hakkında araştırmalar yapılacak, daha geniş, daha
muhtevalı eserler verilecek diye inanıyorum.
Bugüne kadar yazılı olarak yapılan bir tenkid olmadı ise de, ikinci hatta
üçüncü şahıslardan, özellikle Hz. Ali devri olayları konusunda rahat olmadıklarını
anlatır ifadeler duydum. Hatta yayınevi sahibi, bu kitap sebebiyle Hz.
Peygamberin hayatı kısmının bile satışlarında bir gerileme olduğundan bahsetti.
Bunun sebebi ise Muaviye'nin Hz. Ali karşısındaki durum ve tutumunu dile
getirmemizdir. Hz. Ali'ye minberlerde dil uzatması ve uzattırmasıdır. Onlara
göre bu dil uzatmanın bile bir hikmeti vardır. O, içtihadının bir gereği olarak
bunları yapmış hatta sevap kazanmıştır. Bu dil uzatmaların o zaman yaşayan insanlarda ne gibi
tesirler yaptığı, hatta Hz. Peygamberin ashabından olan insanların öldürüldüğü
gibi konular ise üzerinde durmağa bile değmez. Kötü yapmamış onları şehâdet
mertebesine ulaştırmıştır. Bu düşüncede olan bir insanın Hz. Ali kitabından
memnun olması düşünülemez.
Hâsılı özellikle Hz. Osman ve Hz. Ali devirlerini Yüce Allah'ın huzurunda
öğreninceye kadar insanların tek görüş etrafında birleşmeleri çok uzak bir
ihtimal gibi geliyor. Bu sebeple bu iki devri, kaynakların verdiği gibi yazan
bir insan bir takım oklara hedef olmaktan kurtulamayacaktır.
*
Burada ödemem gereken bir vefa borcumu dile getirmem gerekiyor:
Evet, yazı hayatına başlamamdan itibaren bugüne kadar bir şeyler yazılıp
çizilmiş oldu. Bunları, tafsilatlı şekilde verdim. Bu eserlerin üzerinde de
âdet olduğu üzere benim ismim yazılıdır. Ancak itiraf etmem gerekiyor ki, benim
yetişmem için sayıya hesaba gelmez emekler çekildi. Başta babam, annem, olmak
üzere büyüklerim yıllar yılı benim kahrımı çektiler, masrafımı yüklendiler.
Hocalarım beni adam edebilmek için yıllar boyu uğraşıp didindiler. Daha evvel
yaşayan büyüklerimiz hedefimizi belirlemek üzere kütüphaneler dolusu eserler
bıraktılar. En azından Yüce Rabb'im bana, evimde, ekmeğin gevreğini içine
dürmeyi beceren, dır dır etmeyi düşünmeyen, elde bulunanla yetinmesini ve mutlu
olmasını bilen bir eş nasip etti. O da bana hayatımın her devresinde iyi bir
destek oldu. Ben yemeğimi kendim hazırlasam, çamaşırımı, bulaşığımı kendim
yıkasam, evimi ocağımı kendim temizlemeğe çıksam... zannederim bu kitaplar
yazılmış olmazdı. Belki de yüzüme konacak sineği kovacak zamanı bile
bulamazdım. Büyüklerimiz öteden beri, "Yiğidi öldür lâkin hakkım
ketmetme" demişlerdir.[38]
Şunu kabul ederim:
Bir kısım eserler, gerçekten de ağır ve zor şartların meyvesidir. Derler
ki, Rus edebiyatçıları, Rusya'da hüküm süren sert, acımasız ve ezici şartlar
altında en olgun eserlerini vermişlerdir.[39]
Muhammed Hamidullah hocamız gibi büyüklerin hem de hiç evlenmeden tek
başına bir hayat yaşadıkları, pek değerli eserlerle hayatlarını süsledikleri
düşünülebilir. Ben de düşünüyorum. Ama benim adım hiç bir zaman Muhammed
Hamidullah olmadı. Onun yaşadığı hayatı yaşayıp onun bıraktığı eserleri
bırakabileceğimi söyleyebilmem için fırınlar dolusu ekmek yemem gerektiğini de
biliyorum.
Hal böyle olunca, büyüklerimin ve eşimin bana sağladığı huzur ortamında
bir şeyler yazdı ve çizdi isem ve bunun karşılığı olarak Yüce Rabb'im manevi
bir mükafat verecekse bu mükafatın yarısı benim yetişmemde emeği olanlara,
yarısı da bu satırları yazana olacaktır. Bunlar edebiyat değil, iltifat değil
ciddi anlamıyla bir hakikattir. Yüce Rabb'im, beni adam edebilmek için her
türlü çareye başvuran, bu kitapların yazılmasında emeği geçen, bana kitap
yazabilmek için gerekli huzuru temin eden herkese dünya ve ahiret saadeti,
iman selameti versin.
Zannederim artık basılan kitaplarımın bir listesini verme zamanı gelmiştir.
Kitap Listesi:
1-
İslam'da İrade Kaza ve Kader, İstanbul
1966
2-
İslam İmanı, İstanbul 1970
3-
Kur'an Işığında Peygamberlik ve
Peygamberler, İstanbul 1974
4-
Hz. Peygamberin Hitabeti, İstanbul 1980
5-
Nübüvvet Pınarından Kırk Hadis, İstanbul
1982
6-
Hz Peygamber'in Öğrettiği Dualar ve
Zikirler, İstanbul 1982
7-
Dini Bilgiler (Komisyon), Ankara 1982
8-
Tarih-i Dini İslam (Osman Kazana
ile-Sadeleştirme), İstanbul 1983
9-
Özlenen Şafak, İstanbul 1984 - Özbekçe'ye
terceme edildi.
10- Aydınlıklara Doğru, İstanbul 1986 - Özbekçe'ye terceme edildi.
11- Doğuş, İstanbull986 - Özbekçe'ye terceme edildi.
12- Yükseliş, İstanbul 1990 - Özbekçe'ye terceme edildi.
13- Guruba Yaklaşırken, İstanbul 1990 - Özbekçe'ye terceme edildi.
14- Kavuşma, İstanbul 1990 - Özbekçe'ye terceme edildi.
15- Hz. Ebu Bekir, İstanbul 1994
16- Hz. Ömer 1, İstanbul 1995
17- Hz. Ömer 2, İstanbul 1995
18- Hz. Osman 1, İstanbul 1997
19- Hz. Osman 2, İstanbul 1997
20- Hz. Ali 1, İstanbul 2002
21- Hz. Ali 2, İstanbul 2002
22- Çeşitli Yönleriyle Nübüvvet Kavramı, İstanbul 1997
23- Hz. Adem'den Hatemü'l-Enbiyaya 1, İzmir 1990 - Rusça'ya te edildi.
24- " " 2, İzmir
1990 - Rusça'ya terceme edildi.
25- " " 3, İzmir
1990 - Rusça'ya terceme edildi.
26- Peygamberimize Neden İnanmadılar?, İstanbul 1984
27- Zulmetten Nura (Osman Kazana ile-Sadeleştirme), İstanbul 1998
28- Maziden Atiye (Osman Kazana ile-Sadeleştirme), İstanbul 2000
29- Mervan b. Hakem, İstanbul 1998
30- Kaynana Münevver Hanım, İstanbul 1969
31- Üvey Anne, İstanbul 1971
32- Bir Vicdan Uyanıyor, İstanbul 1973
33- Son Fırtına, İstanbul 1976
34- Bizim Sevgili Peygamberimiz, İstanbul 2009
35- Dört Ulu Çınar (Peygamberimizin Halifeleri), İstanbul 2009
36- Kendimi Anlatayım Dedim..., İstanbul 2009
*
Sh: 364-378
Buraya, 26 Temmuz 1992 tarihinde hazırladığım vasıyyetimi alıyorum. Olur ki
bir kısım insanlara faydalı olur.
Ben, Mehmed Nuri - Pakize Hatice oğlu
Ahmed Liitfi KAZANCI, elli altı yaşımı doldurduğum şu 1992 yılında vasıyyetimi
hazırlarken özellikle çocuklarıma bazı düşünce ve beklentilerimi aktarmakta
fayda umuyorum.
1-Hayatta olduğum müddetçe mü’min ve
Müslüman olarak yaşamak ve bu iman ile ölmek en büyük emelimdir. Ben şehadet
ederim ki, Yüce Allah’tan başka hiçbir ilâh ve mabûd yoktur. Yine şehadet
ederim ki Hz. Muhammed (sallallâhü aleyhi ve sellem) onun kulu ve Rasulüdür.
2-Hastalandığım zaman kendiliğimden bu mübarek sözleri tekrarlamazsam
hatırlatmanızı isterim. Bu konuda sizi hiçbir şey engellemesin. Öleceğini
zanneder, korkar, üzülür gibi duygu ve düşüncelere asla yer vermeyin. Bana
yapabileceğiniz son ve değerli hizmet bu olmalıdır.
Şayet hastalanırım da hastaneye
kaldırırsanız, durumumun iyiye gitmediğini öğrendiğiniz takdirde hemen çıkarın
ve evime getirin. Hastane köşelerinde ölmek istemiyorum. Hayatta olduğum
müddetçe sırtüstü yatırmayın.
Öldüğüm zaman bağıra çağıra feryat
etmenize, bir mü’mine yakışmayan sözler sarfetmenize asla razı değilim.
Canınınz ne kadar istiyorsa o kadar ağlayın. İçinizi boşaltıncaya kadar göz
yaşı dökün. Buna benim bir diyeceğim yoktur.
Dışarıdan hafızlar getirip hatim
okutmayın. Fakültedeki arkadaşlarım kendiliklerinden okurlar da evde duasını
yapalım derlerse engel olmayın. Fakat kendiniz hatırlatmayın. Şayet Bursa’da
ölürsem namazımı (Şayet kendisi de vefat ettiğim şehirde ise) arkadaşım Mustafa
Öztürk’ün kıldırmasını arzu ederim. Çorum’da ölürsem Hafız Recep Camcı hocam
kıldırsın.
Fidye miktarını müftülükten öğrendikten
sonra altmış tane oruç keffareti ve on tane de yemin keffareti için ayırdedin.
Bunları ya bir fakire her gün birer tane verin.Ya da hiçbir fakire her gün
birer tane verin. Fidye miktarı mesela altı lira ise siz bunu on liradan hesaplayın
Cenazemi Çorum’a götürmek zor gelecekse,
kendi aranızda bir yer tayin edin. Ancak nedense Hamitler Mezarlığı benim
içime yatmıyor. Mesela İlahiyat Fakültesinin yanındaki mezarlıkta ya da
Orhaneli’nde, Kestel’de veya bir başka yerde olabilir. Eşim de benim
defnedileceğim yerde defnedilmeyi istemektedir.
Ben anam, babam, kardeşlerim hakkında
her gün Rabb’ime yalvardım. Bağışlanmalarım niyaz ettim. Onların üzerlerinde
hakkı bulunanları da bağışlaması için Yüce Rabb’ime yalvardım. Sizlerden beklediğim
de budur. Benim için hiçbir maddi külfete girmenizi istemiyorum.
3-Eşim Sacide'ye, evlendiğimiz ilk
gecede, ölünceye kadar olacak haklarımın tamamını, Allah Teâlâ’yı ve Rasûlü
Emin Efendimizi şahit tutarak helal etmiştim. Aynı duygu ve karar üzere
olduğumu bir defa daha tekrar ediyorum. Kendisinde hiç bir hakkım yoktur. Yüce
Rabb'im onu, dünyada ve ahirette mutlu etsin, cennetine ve cemaline
kavuştursun.
Annenizi gül gibi geçindirmek sizlerin
görevi olmalıdır. Hatırını kırmak, huzur evine kapatmak gibi yolları
denemenize razı değilim. Şayet böyle bir yol tutarsanız cezanızı bulacağınızı
da bilin.
Sizlere gelince Ayşe, Abdullah ve
İbrahim:
Sizler için de dileğim dünya ve ahirette
mutlu olmanız, dünyadan ahirete kamil bir iman ile göçmenizdir. Rabb'im sizi
razı olduğu niyyetlere ve amellere yöneltsin, huzuruna razı olduğu ve beğendiği
kullar olarak alsın. Kendi kapısından başka kapıya muhtaç etmesin.
Çocuklarınıza da aynı mutluluğu tattırsın. Allah şahittir ki sizleri hep
kendimden üstün görme arzusunu taşıdım. Aşağıya sıralayacağım bazı
tecrübelerimi de sırf sizin daha iyi durumda, daha mutlu halde yaşamanız
maksadıyla yazmış bulunuyorum.
4-Ben filanın oğluyum, kızıyım gibi
sözlerle övünmenize asla razı değilim. Geçmişiyle övünmek hiç kimseye dünyada
fayda getirmemiştir. Ahirette hiç olmayacaktır. Evet en azından “Filan soysuzun
oğlu/ kızı, filanca din düşmanının oğlu/ kızı…” dedirmedim. Kimin oğlusun,
kızısın denildiğinde yüzünüzün kızaracağı bir ad bırakmadım. Ancak bu, karın
doyuracak bir şey değildir.
Kendiniz yapabilirseniz bir şeyler
yapın. Kimseden fayda beklemeyin. Başkasından gelecek olanla iş yapacağım
derdine düşenler ellerinin boşa çıkacağını önceden kabul etmelidirler.
Evlerinizde ibadet kokusu, yüzlerinizde
ibadet nuru bulunmalıdır. En değerli sermayeniz, Allah’a ve Peygamberine saygı
ve sevgi olmalıdır. Kendinizi Yüce Allah’a ve Peygamberine iyice tanıtmış
olarak dünyadan ayrılmış olmalısınız.
Dedelerimden beri devam edip gelen
hafızlık şerefini ben çocuklarıma ulaştıramadım. Torunlarımdan olsun hafızlığı
yeniden devam ettiren birinin bulunmasını pek arzu ederim.
İslam’ın şartlarım yerine getirmek ilk
hedefiniz olmalıdır. Namazdan sonra zekat vazifesini hiç unutmayın, ihmal
etmeyin. Belli bir iki aile tespit
edin, verdiğinizi daima zekât niyyeti ile verin. Ben bu konuda kusurlu
davrandığıma kanaat getirmiş durumdayım. İnşaallah ölmeden evvel telafi ederim
Yarın kıyamet gününde ne yapacağız?
Birbirimizi arayıp yardımcı mı olacağız.
Bunu pek isterdim. El ele tutuşup Rabb’imizin huzuruna varmayı, “Allah’ım,
işte senin istediğin gibi bir ailenin fertleri olarak geldik, bağışlamanı ve
ikramını diliyoruz” diyebilme mutluluğunu arzu ederdim. Böyle olmayacak diye
korkuyorum.
Yoksa birbirimizden kaçacak mıyız?...
Bir kısmımız bir tarafa, diğer kısmımız diğer tarafa mı gidecek? Hz. İbrahim
(aleyhisselâm) in, babasına fayda veremeyeceği günde [40]
hangimizin bir başkasına faydası olacak dersiniz?... Kıyamet gününün
dehşetinden küçücük yavruların saçlarının ağaracağı Kur’an’da belirtilmiş.[41] Yeryüzü dolusu, hatta bir o
kadar malı olanın, kendini kurtarmak için hepsini de kurtuluş akçeşi olarak
vermeğe razı olacağı ama fayda vermeyeceği yine Kur’an’da bildirilmiş. [42] O halde yarın mahşerde,
“Allah’ın has kulu, Rasulullah’ın has ümmeti” olma yolunda biriktireceğiniz
sermaye ile gelmeye gayret edin. O gün pişman olmamağa bakın. Çünkü oradaki
pişmanlık insana hiçbir fayda temin etmeyecektir.
5-Geveze olmamağa gayret edin. "Bu
adam ne zaman susacak?" denilmesini beklemeyin. Üzerinize düşmeyen sözü
söylemeyin. Bilmediğiniz konularda konuşarak başkalarını kendinize
güldürmeyin. Dinlemeyi konuşmaktan üstün tutun. Bir sırrınız varsa sırdaşınız
yine siz olun. Başkalarına söylediğiniz sırrınız etrafa yayılırsa sadece
kendinizi kınayın. Söylemediğiniz sırrınız sizin esirinizdir. Söyledikten sonra
siz onun esiri olursunuz.
6-Kimsenin hakkını çiğnememek, hakkınızı
da kimseye çiğnetmemek, sizin ömür boyu göz önünde bulunduracağınız bir prensip
olsun. Zalimin hasmı Yüce Mevlâdır, Mazlum olmakta da bir fayda yoktur. Bir
başkasının hakkını yemeyelim, ama hakkımızı da yedirmeyelim.
7-Sakın bir kimseye kefil olmayın. Çünkü
borçlu olan "Ödeme imkanım yok" dediği zaman kimse ona, "Öyle
şey olmaz. Ödeyemeyeceğin borcun altına girmeyeydin" demiyor. Bütün
sorumluluklar kefil olana yükleniyor. Sırf başkasına kefil olduğu için borçlu
elini kolunu sallayıp keyf içinde gezerken hapishanede yıllarca yatanları
biliyorum. On tane insanı zengin edecek durumda iken, sırf kefil olduğu için
bütün mal varlığı elinden alınan hatta sadece bir tek sigorta emekli maaşı ile
geçinmeğe mecbur kalanları biliyorum. Pırıl pırıl üç beş daire sahibi iken
hepsi de elinden çıkan kirada oturmaktan başka çaresi kalmayanları biliyorum.
Kısacası kefil olmanın getirdiği zararları gözleri ile görmüş bir insan
olarak, eğer beş paraya muhtaç, onun bunun vereceği sadaka ile geçinmeğe mecbur
duruma düşmek istemiyorsanız hiç kimseye kefil olmayın.
8-Gece yarısına doğru bir eve müsafir
gitmekten daima çekinin. Başkalarının zamanını almak, uykusuz bırakmak ve
ardınızdan dedi kodu ettirmek sizin vazifeniz değildir.
Uygun bir vakitte gittiğiniz yerde de,
"Daha ne zaman kalkıp gidecekler?" denilmesini beklemeyin. Çünkü siz
ayrıldıktan sonra o evin, kendi halinde iken yapacağı bir çok işi olabilir. En
azından uykusuz kalacaklardır. Yarın erkenden işe gideceklerdir. Hiç değilse
başlarını dinlemeğe, istirahate ihtiyaçları vardır.
Özellikle hastaları ziyaret edin ve
hasta ziyaretini on beş dakikadan fazlasına taşırmamağa gayret edin.
Müsafir iken sofradaki yemeğe görmemiş
gibi saldırmayın. Evinizde hiç yemediğiniz, bir daha yemeyeceğiniz çeşitten bir
yemek de olsa kendinize hakim olmasını bilin, ölçüyü kaçırmayın. Bunu
çocuklarınıza da iyice anlatın. O yemek sizi bir kerre doyurur, fakat o günkü
hareketiniz yıllarca zihinlerden silinmez. Kırk yıl kendinizi diyete çekseniz
onu insanlara unutturma imkanını bulamazsınız. Bu konuda benim de unutamadığım
hatıralarım vardır.
9-Başkalarının ayıp ve kusurlarım
dilinize dolamayın. Yapabilirseniz kendi ayıp ve kusurlarınız ile meşgul olun.
Kendi kusurlarınız için mazeret bulmağa alışkın olan zihinlerinizi başkası
için de mazeret bulmağa alıştırın. Gücünüz yeterse gördüğünüz kusuru, kırıcı
olmaksızın ve kimsenin bulunmadığı yerlerde anlatmağa düzeltmeğe gayret edin ve
o olayı unutup gidin. Ben şahsen kusurumu anlatanlara minnettar oldum.
10-Mecbur kalmadıkça kimseden emanet bir
şey almayın. Aldığınız takdirde işi bitince teslim edin. Sahibi tarafından
istenmesini beklemeyin. Söz gelimi bir kitap aldınızsa onu, bir gazete kâğıdına
da olsa kaplayıp kullanın. Verdiğiniz emaneti vakti gelince istemekten
çekinmeyin. Böyle yapmanız, ötede beride bunun dedikodusunu yapıp günaha
girmekten daha iyidir. Ben bunu yapamadığım için giden bir çok kitabımın geri
gelmediğini üzülerek söylemek zorundayım.
11-Ödünç para aldı iseniz mutlaka bir
yere yazın. Ödedikçe ödediğiniz miktarı düşün. Alacağınızı da yazın. Vaktinde
ödenmediği takdirde isteyin. Almak için meşru olan yolları denemekten
çekinmeyin. İşlerinizde, iş yerlerinizde tertip ve düzene dikkat edin.
Okuduğunuz bir kitap, kullandığınız bir alet, sırtınızdan çıkan bir gömlek
bıraktığınız yerde kalmasın. Eviniz ve işyeriniz "Aslan yatağı gibi"
olsun ama "Hayvan yatağı gibi" olmasın.
12-Veresiye alış veriş yapmamağa gayret
edin. Hayatım boyunca bakkala, kasaba... borç yapmadan yaşadım. Elimde varsa
aldım, yoksa olmasını bekledim. Pek mecbur kalmadıkça kimseden borç istememeğe
gayret edin. İstediğiniz zaman, "Para isteme benden, buz gibi soğurum
senden" diyen atalarımızı hatırlayın. Bu konuda yaşanan acı tecrübeler
gözlerimin önünde duruyor.
13-Kardeşler arasında iyi geçim olması
benim, rüyada görmeğe bile razı olduğum bir mutluluktur. Sizden istediğim,
birbirinize, kardeşe yakışır şekilde muamele etmeniz, kardeşlik bağlarını son nefesinize
kadar güzel bir şekilde devam ettirmenizdir. Herkesin geçmişinde ufak tefek kusurları
bulunabilir. Bunlar "Çocukluk günleri idi, geldi geçti" cümlesi ile
rahatça halledilebilir. Kısacası:
Mezarıma, el ele tutuşmuş, birbirini
seven, sayan kardeşler olarak gelin. Şayet, kardeşlik bağlarını -gayri meşru
şekilde- kopardınızsa mezarıma yaklaşıp da beni rahatsız etmeyin.
14-Annenizi evvela Yüce Allah'a, sonra
size emanet ediyorum. Yanınızda kaldığı müddetçe her türlü hizmetinde
bulunmayı kendiniz için bir şeref ve mutluluk sayın. Ben nice defa, "Annem
şurada olsa da hizmetini görseydim, ayaklarının altını öpseydim, yüzlerimi
sürseydim" diye hasretle kıvranmışımdır.
Dünyada kaybedilen para tekrar
kazanılabilir. Evi yanan ya da yıkılan tekrar yenisini ve daha güzelini
yaptırabilir. Pek çok sevdiği arkadaşından ayrılan, daha samimi, daha cana
yakın arkadaş bulabilir. Ama anne bir defa elden çıktı mı bir daha gelmiyor.
Onun yerini bir başka varlık dolduramıyor. Bir defa rüyamda gördüğüm zaman on
beş gün onun sevinci ile kıvranıyorum. Şunu iyi bilesiniz ki terazinin bir
tarafına anne hakkı konulduğu takdirde diğer tarafa neyi koyarsanız koyun o
hakka müsavi olmayacaktır.
15-Parayı, "Başkasına muhtaç
etmiyor" diyerek sevin. Fakat kendinize efendi yapmayın. İki kuruş
mukabilinde şerefinizi ayaklar altına almayın. Hileli yollara, utanç verici
usullere başvurmayın. Çünkü sonu, o paranın dünyada bırakıp gidilmesi olan bir
hayatı yaşamaktayız.
Mezarlıklarda "Filan çiftliğin
sahibi - falan makamın sahibi" gibi ifadelerle karşılaşıyorum. Bu
sözlerle orada yatanlar arasında ne gibi bir bağlantının kaldığım da
bilemiyorum. Dünyanın bir ucundan diğer ucuna söz geçiren kimseler bugün
üzerlerinde dolaşan köpeklere "Hadi, ötede dolaşın" diyemiyorlarsa,
o çiftliklerin de, o makamların da getireceği faydadan söz etmek budalalık
olur.
16-Evlilik hayatınızda kendinizi olduğu
kadar eşlerinizi de düşünmenizi isterim. İyilik yapmadan iyiliği, hoşgörülü
olmadan hoşgörülmeyi beklemeyin. Yumuşak yoldan yürününce elde edilecek olanı
sert bir tutumla yaptırma yollarını denemeyin.
Çocuklarınızın eğitiminde dinin ve
maneviyatın mutlaka yeri bulunsun. Bundan böyle başlamakta olan "Robot
devri" onları kalpsiz, duygusuz hele imansız, ahlaksız, vicdansız hale
düşürmesin.
Sizlere, kardeşlerime, yeğenlerime,
öğrencilerime, üzerimde hakkı bulunanlara haklarımı helal ediyor, dualarınızı
bekliyorum.
***
Vasıyyetimi de böylece takdim ettikten
sonra artık yazacak fazla bir şey kalmamış olmalıdır. Hiç de kısa bir hayat
yaşamış değilim. Bununla beraber hayat, benim ve genelde bütün insanlar için
"Dün ve Bugün" den ibaret olmalı. Dün geçip gitmiştir, tekrarlayıp
bir defa daha yaşama imkanı yoktur. Bugüne gelince onu da elime, yüzüme
bulaştırmaktan ötede bir şey yapmış olmadım. Yüce Rabb'im yarın, "Biz
size, düşünecek bir insanın düşüneceği kadar bir ömür vermedik mi?..."[43] ayetini hatırlattığı zaman,
"Hayır vermedin!..." deme imkanına sahip değilim.
-Dünyaya hiç gelmemiş olmayı ister
miydin?
Bu gibi soruların da, cevaplarının da
insana fayda getireceği inancında değilim.
-Peki ömrünü daha güzel, daha değerli
bir şekilde geçirmeyi ister miydin?
Böyle bir suale hayır demek için aptal
olmak bile yetmez. Ama, evet demenin getireceği fayda ne?
Hasılı, tafsilatını Yüce Rabb'imin
bildiği, benim ise yüzde doksandan fazlasını unuttuğum ya da kendime göre
değerlendirdiğim bir hayat yaşadım, Karşıma ne çıkacak, Yüce Rabb'imin affı mı,
azabı mı?... Bunu kestirebilmem çok zor hatta imkansız. Onun rahmetinin,
mağfiretinin hudutsuz olduğunu biliyorum, azabının çetin olacağını da
biliyorum. Rahmetine güvenirken, gazabından yine Yüce Rabb'imin rahmet ve
mağfiretine sığınıyorum.
Sh: 614-620
**********************
Hayatımla ilgili olarak yazdıklarım, yazmak istediklerimin tamamı mı?
Bu soruya evet diyemiyorum.
Acaba kendimi, olduğumdan fazla gösterdiğim oldu mu diyorum. Oldu ise
normaldir. Çünkü öteden beri kaidedir: "Keser kendi tarafına
yontar."
Bunlar benim kendi açımdan dile getirdiğim hayatım. Acaba başkaları beni
nasıl ve ne halde gördüler?.. Benim gibi görmediklerinde şüphe etmiyorum.
Bununla beraber önemli olan ne benim, ne başkalarının bakış açıları. Değil mi
ki yarın Yüce Rabb'imizin şaşması mümkün olmayan, yanlış netice vermesi
düşünülemeyen terazisine gireceğiz ve kaç okka geleceğimiz orada belli
olacak?... o halde bu konuda fazla yorulmağa, öyle değildi, şöyleydi demeğe de
lüzum yok. Bir Arap şairinin dediği gibi problem orada çözülecek, herkes
bineğinin at mı, eşek mi olduğunu, adalet terazilerinin kurulduğu günde
öğrenecek.[44]
Atalarımız da bu gerçeği "Berber, saçım ak mı, kara mı?..." sorusuna
verilen cevap ile halletmişler ya. Bu saçlar bir gün önümüze dökülecek,
değirmende mi ağartıldı yoksa yüz ağartacak bir yol mu tutuldu belli olacak.
Gün gelecek, üzerimize atılan üç beş kürek topraktan başka bu dünyada
yaşadığımıza delalet eden bir şey kalmayacak. Ya da yazdıklarımızdan memnun
olan bir kısım insanlar "Allah razı olsun," diyecek ve bir Fatiha
gönderecekler.
*
Hatıralarımı takdim ederken Dolmabahçe sarayını ziyaretimden bahsetmiş ve
yer yer, "Buradan ötesi yasak" şeklinde levhalarla
karşılaştığımızı anlatmıştım. İçime gömdüğüm, açıkça anlatamadığım, anlattığım
takdirde havanın bulanacağından, bir kısım rahatsızlıkların baş
göstereceğinden endişe ettiğim hatıralar var ki onlar benim içimi yakıp kavursa
da benimle birlikte mezara kadar gidecek. Bu hatıralardan bir kısmı da sırf
sözü uzatmamak için terkedilmiştir.[45]
*
Şeyh Sadi-i Şirazi, Gülistan isimli değerli eserinin sunuş kısmında, "Meclis
temâm şüd ve omr be âhır resid" sohbet meclisi tamamlandı ve ömür
nihayete erdi, der. Ben de bu sözlerle hatıralarımı bitirmek istiyorum. Bundan
böyle hayat nasıl devam edecek ve ne zaman ilahi davet gelecek?... Herkes gibi
ben de bilmiyorum. Ancak ben Yüce Rabb'imin "Ey iman edenler, Allah'a
karşı gereği gibi saygılı olun ve ancak Müslümanlar olarak ölün" [Al-i Imran suresi, 3/ 102] emrine uyarak, Nuh
(aleyhisselâm) ömrü yaşasam da İslam Dini üzere yaşamayı İslam Dini üzere,
kelime-i şehadeti söyleye söyleye ölmeyi arzu ediyorum. Dünya hayatından
beklediğim en büyük mutluluk budur. Bunun ötesinde mutluluğun bulunduğuna da
inanmıyorum.
*
Kardeşlerime, arkadaşlarıma, eşim ve dostuma, öğrencilerime, kitaplarımla
beni tanıyan ve dua eden insanlara sıhhat ve afiyetle geçen, iman ve İslam
nuru ile süslenen, Allah ve Rasulüne sevgi ve hürmetle bezenen bir ömür
diliyorum. Dualarını bekliyorum,
Allah'ım bizi gerçek anlamıyla tevbe eden kullarından kıl.
Allah'ım bizi maddi ve manevi temizliğe kavuşturduğun kullarından kıl
Allah'ım bizi, sevdiğin, razı olduğun, beğendiğin kullar haline getir.
Allah'ım bizi, "kıyamet gününde korku duymayan, mahzun olmayan"
kullarından yap.
Allah'ım son nefesimizi şehadet kelimeleriyle vermeyi, cennet ve cemaline
kavuşmayı nasip et. Cehennem azabından muhafaza buyur. (Âmîn, bi hürmeti
Seyyidi'l-Mürselin)
BİR GARİB İLE TANIŞMAK
İSTER MİYDİNİZ?...
Bir garibi
anlatırlar, dert yüküyle dolu imiş.
Hayat boyu ezilmiş
hep, hor görülmüş, sevilmemiş.
*
"Domuz
Çollu" imiş adı. Kırıkmış kolu kanadı.
Çarıkçılıkmış
san'atı, ondan kadri bilinmemiş.[46]
*
"Börtük"
derler imiş ona, kıvranırmış yana yana,
Saç sakal ağarmış
ama, gönlü delik deşik imiş.
*
Ayrı düşmüş
vatanından, saçı ağarmış ahmdan.
Habersizmiş
günahından, felekten hep sille yemiş.
*
Aklı ermezmiş çok
şeye, çekilirmiş bir köşeye,
Bir ağlaya, bir
inleye, "Neden sevenim yok?..." dermiş.
*
Bir gün çalınmış
kapısı, "Hadi, gidiyoruz!..." denmiş,
Söyletmeden
götürmüşler, öldüğünü bilememiş.[47]
***
*
Allahümme salli alâ Seyyidinâ ve Nebiyyinâ
ve Şefîınâ Muhammedin ve alâ âlihî ve ashabihî ecmaîn.
Emirsultan, 29 Safer 1430 / 24 Şubat 2009
Salı
Kaynak: Ahmet Lütfi KAZANCI, Kendimi Anlatayım
Dedim- (Hayy'dan Geldim Hû'ya Gidiyorum), Kasım, 2009, İstanbul
|
[1] Bunun en açık misalini görmek
isteyenler, Adnan Menderes ve Ethem Menderes arasındaki dostluğu gözden
geçirebilirler. Soyadı bir ama arada hiç bir akrabalık bağı mevcut olmayan bu
iki dost, küçüklükten beri hep yan yana yürümüş, sanki ikiz kardeşmiş gibi bir
görüntü vermişlerdir. Aydın'ın Çakırbeyli çiftliğinde kırk bin dönüm tutan ve
tamamı da Adnan Menderes'e ait olan (Taşkın Tuna, Adnan Menderesin Günlüğü, 89)
arazi, Ethem Menderes'i de yeterince doyurmuş olmalıydı. Başbakan'a göre en
sevdiği arkadaşı Ethem Menderes'ti. Bu dostluk dillere destan olmuştu. (Samet
Ağaoğlu, Marmara'da Bir Ada, İstanbul 1972, s. 36) 27 Mayıs 1960 ihtilali bu
dostluğun sadece tek taraflı olduğunu, Ethem Menderes'in, rahmetli Başbakan'a
içten içe pek derin bir kin ve nefret besleyen ve bunu gününe gün tuttuğu
defterine işleyen, gerçekten saygı değer bir insan olan Başbakanı samimiyetten
mahrum gülücüklerle aldatan biri olduğunu ortaya çıkardı.
Konuyu
anlatırken Samet Ağaoğlu der ki: "...Mahkemede hatıra defterleri okunduğu zaman
herkes önce şaştı., sonra irkildi, sonra iğrendi. Fakat heyhat!... Adnan
Menderes'i ölüme götüren yol bu hatıra defterlerinden başlıyordu. Bu
defterlerde daha başka öyle yapraklar vardı ki akla türlü şüpheler
getiriyorlardı. Bu şüpheler Cemal Gürsel Paşanın ihtilalden 23 gün önce yazdığı
meşhur mektubu Bayar'a asla göstermemiş, hükümet ve partinin sorumlu
heyetlerine insanlarına haber vermemiş olması ile daha ileri ihtimallere yol
açıyordu. İşte yine insan muamması ile karşı karşıyayız. Hayatta her şeyini
borçlu olduğu adama karşı neden bu hareket? Cevabı basit! Her şeyini (ona)
borçlu olduğu için. (Samet
Ağaoğlu, Marmara'da Bir Ada, 37, 38)
[2] Ahmed b. Hanbel, 4/ 134; Deylemi, Cihad 11
[3] Mehmet Akif Ersoy, Safahât'ı takdim etmek
üzere yazdığı beş beyte bakınız.
[4] İsmi lazım olmayan milletten bir adam
müsafirine buyur etmiş. İzzet ve ikramda bulunmuş. O gece, ertesi gece derken geceler
geceleri, günler günleri takip etmiş hatta haftalar birbirine eklenmiş. Bu
müddet içinde adam, müsafirliği iyice pekiştirmiş hatta perçinlemiş. "Bu
adam ne zaman gider ki?..." düşüncesi ev sahiplerine bir hayır getirmemiş.
Kendi milletlerinden olan birine de, "Arkadaş,
senin gidecek bir başka kapın yok mu?... Üç beş gün için bir başka aileyi
şereflendirsen de nefesimizi tazelesek!..." diyememişler.
Fakat adam az çok insaf sahibi imiş, bir sabah yatağını toplamış, heybesini
hazırlamış, atına binmiş.
-Sizi çok rahatsız ettik. Artık
gitmek gerek, demiş.
Ev
sahibi, "Hadi
güle güle, bir daha yolculuğa çıkarsan bizim köye uğramayı sakın düşünme!!!..."
diyememiş. Ne de olsa kendi milleti. Kökten ayıp etmiş olmamak
için, yarım ağız,
-Bir iki
gün kalsan olurdu, demiş.
Demiş
ama, hayatının en büyük hatasını yaptığını da anlamış, Çünkü adam atladığı gibi
yere inip,
-Allah
razı olsun. Atı nereye bağlayayım, demez mi?...
Ev
sahibi, dilini çıkarabildiği kadarıyla uzatmış,
-İşte
şuna bağla demiş.
(Bu
milleti tanıyamadık diyenler olabilir. Dolmabahçe'den öteye gidiversinler)
[5] Âşık Dertli diye bilinen zatın asıl
adı İbrahim'dir, Geredelidir. 1772 -1846 yılları arasında yaşamıştır.
[7] Bakara suresi, 2/ 156
[8] Gençlik günlerimde bu uğursuz sözü, göğsünü
gere gere, ağzı köpüre köpüre söyleyen medeni kişileri dinlediğim oldu. Bu
adamlar kendi canlarını, akıllarını görmemişlerdi. Hele varlığını hiç
hissetmedikleri vicdanlarıyla, namus duygularıyla da tanışmış olamazlardı.
[9]
http://muratdursuntosun.wordpress.com/2012/03/09/seyhi-seyrani-corumi-haci-mustafa-rumi-faruk-i-sirani-nami-diger-kara-seyh/
[10] Öyle kelimesinden sonraki üç noktanın
yerini tutan kelimeyi yazmak istemiyorum. Ancak babam bu kelimeyi telaffuz
ederken, fena anlamda kullanmaz, "Okka döver, terazide gerçek anlamıyla
ağır basar" manasında kullanırdı.
Şunu
söylemem gerekiyor: Babamın bir ilim adamı olmaması sebebiyle adı geçen
zatların ilmi sevileri hakkında söz söylemesi mümkün değildi. Özellikle onların
Yüce Rabb'imizin yanındaki derecelerine gelince bu konuda ne babamın, ne de bir
ilim adamının söz hakkı olamazdı.
[11] Ruslara mağlup olduğumuz ve o mel'unlann
ordularının Yeşilköy'e kadar ilerlediği 1873 yılı, hicretin 1290 yılma
rastlıyordu. Bir taraftan savaşın ağır baskısı, diğer taraftan mevsimin kurak
gitmesi gibi sebepler bir araya toplanınca, görülmemiş bir kıtlık yaşanmış ve o
felaket yılı, "Doksan'ın
kıtlığı" adıyla bilinir olmuştu.
[12] Haklâ kelimesinin son hecesi kalın ve
uzatılarak söylenir. Yukarıda yazılı şekli ile bu okuyuşu verebilme imkansız.
Çünkü kendim doğru dürüst okuyamadım.
[13] Çorumlular Kellegöz Camiini iyi bilirler.
Dedemin evi, Vali konağından (şimdiki Zafer okulundan) Kellegöze giden yol
üzerinde ve camiyi de geçtikten sonra sol tarafta idi. Şeyh Efendinin evi ise
aynı cadde üzerinde ve camiden vali konağına gelirken sol tarafta idi. Bildiğim
kadarıyla bir Çerkez Şeyhi Ömer Lütfi Efendinin, bir de Şiranlı Şeyh Mustafa
Efendinin evlerinin kapıları, dikkat çekecek derecede büyük ve iki kanatlı
idi. Şiranlı'nın kapısı değiştirilerek alelade demir kapı konuldu. Şu
satırların yazıldığı günlere kadar (09.01. 2008) Çerkez Şeyhi'nin kapısı eski
haliyle durmaktadır.(Alaybey sokağında, Katipler Konağı yanında)
[14] Şiranlı Şeyh Efendi, iki kızından birini Kürt
hocaya nikahlamıştır. Diğer kızı ise, yakın arkadaşım Mehmet Aksu'nun
annesinin annesidir,
[15] Milönü, Çorum'un güney- doğu cihetinde,
eski Medtözü caddesinin geçtiği tarafta idi. Milönü'nden itibaren Hacı Kerim
bağlarına giderken yükselen tepeye Şehir Doruğu denilirdi. Bugün bu isimler
geçerli mi yoksa sadece eskilerin hatıralarında mı kaldı bilmiyorum.
[16] ’Ahmed Davudoğlu Hocamız, Hayrettin Karaman
ağabeyimizi pek sever, pek takdir ederdi. Enstitüde bulunduğu gecelerde mutlaka
odasına çağırır, mütalaasını kendinin yanında yapmasını ister ve onunla sohbet
ederdi. Fakat daha sonra araya giren ve bu samimiyetini çekemeyen bir takım
müfsitler birbirini pek seven bu iki ilim adamını birbirinden ayırmışlar hoca
bu derece sevdiği hatta hürmet ettiği öğrencisine karşı alabildiğine soğuk
duygularla doldurulmuştu. İlim adına, edeb adına bu olayı kabul edemediğimi
ifade etmek istiyorum. Yüce Allah, müfsitlerin cezasını mutlaka
verecektir.
[18] Bilindiği üzere Denizli'den gelen arkadaşlar
"Seni tenkit edeceğim" yerine yukarıdaki ifade şeklini tercih
ederlerdi. Rahmetli Mehmet Sofuoğlu hocamız, bu çeşitten bir sohbet olduğunda,
şöyle anlatırdı: Adam gider, "Beni bir kebap yap" der. Kebapçı bu
sözü, "Bana bir kebap yap" şeklinde anlar.
[19] Ama bu derslere kimi getirebilirdiniz? Kök
kurutulmuş, cenaze yıkayacak insanı mum yakıp arama devrine girilmişti. Şöyle
on beş yirmi yıl daha geçse Türkiye'de kelime-i şehadeti bilen kimse
kalmayacak, "Mabedi
ve ezan sesi olmayan bir ülke" oluşturma başarısı yakalanacaktı.
İstanbul gibi, Türkiye'nin gözbebeği olan bir şehirde bile bu ilimleri
okutabilecek hocalar bulma imkanı maalesef yoktu..
[20] Bu beyit, rahmetli hocamızın, Seyyidü'l-Enbiya
Efendimiz için yazdığı bir na'tin son beytidir. Tamamı hocamız tarafından
kaleme alman Büyük İslam İlmihalinin sonundadır. (Na't, güzel sıfatların
anlatılarak medhedilmesi demektir. Na't ile sıfat arasında fark vardır. Sıfat
hem iyi, hem fena olan özellikler için kullanılır. Na't ise sadece iyi anlamda
olanlar içindir.)
[21]
Menderes
ona: "Bir Başbakanın yakasını toparlayıp bunları söyleyebiliyorken daha
hangi demokrasiden söz ettiğinizi anlamıyorum," cevabıyla mukabele
etmişti.
[22] Bu haber o günlerde dilden dile dolaşmışta.
Çirkin demek için bile insanın utanç duyacağı bu sefil davranış, bizzat
Menderes'in küçük oğlu Aydın Menderes tarafından açıklandı. Babasının
asılmasından birkaç gün sonra icra yoluyla ve yazılı olarak kendilerine tebliğ
edilen üç kalem masraf (Cellat, darağacı ve yağlı ip parası) istenmişti. (BUGÜN
Gazatesi 25 Mayıs 2009 Pazartesi) Türk insanı bu çeşit bir uygulamayı tarihinde
ilk defa görmüş oluyordu. Hangi dereceden bir cinayetin faili olursa olsun idam
edilen bir cani için ailesi bu anlamda rahatsız edilmiş değildi.
Bu tebliğ
ile iki gerçek vurgulanmak isteniliyordu: İlki, bu aileyi olabildiğince
çökertmek diğeri ise: Bizim ne kalitede kişiler olduğumuzu şimdiye kadar
öğrenemedinizse öğrenin, demiş olmaktı.
Gönül
kapım açıktır, çalmadan gir içeri.
(Söz Ayhan İlter, beste İrfan Özbakır, makam Hüzzam)
(Söz Ayhan İlter, beste İrfan Özbakır, makam Hüzzam)
[24] Hastanedeki
hanım gerçekten böyle biri mi idi? Bu konuda söyleyebileceğim hiçbir şey yok.
Rahmetli annem, bu hastabakıcı hanım hakkında bir şeyler söylemiş mi idi? Bunu
da hatırlamıyorum. Onu sadece anneme ve diğer hastalara hizmet ederken
görmüşlüğüm vardı.
[25] Yardımcı Doçent Doktor Mustafa Öcal tarafından
hazırlanan Cumhuriyet
Dönemi Din Eğitimi ve Dini Hayat (Ensar
Neşriyat, İstanbul 2008) isimli kitapta hatıralarımı anlatırken beş yerine altı
kardeş demişim. (Cilt 2/ 90) Düzeltir ve okuyuculardan özür dilerim. Beş
kardeşin üçü oğlan, ikisi kız idi.
[28] Çorum tabiri ile söylendiğinde Tânıvermiş. (Özellikle kadınlar
Tanrı kelimesini Tânı şeklinde söylerler. Tânı misafiri derler)
[31] Vaktiyle her Peygamber adına ayrı bir cilt
olmak üzere kitaplar yazılmıştı. Bir Peygamber hakkında kitap yazılırken Yüce
Rabb'imizin kitabına, Server-i Enbiya Efendimizin sünnetini ihtiva eden hadis
kitaplarına bakılır ve onlara dayanılarak, onlara muhalif olmayan rivayetler
değerlendirilir. Kitap ancak bu bilgilerin ışığında ortaya çıkar. Ama Kur'anda
ve sünnette yeterince bilgi bulunmayan bir Peygamber hakkında bir kitap yazıldı
ise bu ancak hayal mahsulü olan bir roman olmanın ötesine geçemez. Sözgelimi
Zülkifl, El-Yesea... gibi Peygamberler hakkında bilgilerimiz üç beş satırı
geçecek durumda değilken onların hakkında başlı başına bir kitap nasıl te'lif
edilebilir?
[32] Bursa Erkek Lisesi öğretmen ve öğrencileri
tarafından tertip edilen bir Umre seyahati idi. Her türlü hazırlık yapılmış
ancak iki kişinin daha varlığına ihtiyaç duyulmuştu. Hemen yazıldık. Arkadaşım
Osman Aşçıoğlu, diyanetteki bir arkadaşına telefon etmiş ve ismimiz, orada
bulunan listeye alınmıştı.
[33] Bu zat, Rize İlahiyat Fakültesi öğretim üyesi
Doç. Dr. Kemal Yılmaz idi. Hac mevsiminde hastalandığım günlerde şahsıma karşı
samimiyetle yaptığı hizmetleri Yüce Rabb'imin ecr-i cezil ile karşılamasını
niyaz ediyorum. İlk tanıştığımızda pek memnun olmuş, hemen elimden tuttuğu
gibi, hanımının yanma götürmüş "Bak S... bu hocam Ahmet Lütfi Kazancı'dır,
demişti..
[35] Nitekim Eylül 2006'da İstanbul'daki İsmail Ağa
Camiinde saldırıya uğrayıp öldürülen Hoca Efendi tamamen unutulmuş, zaten
öldürülmesi gerekiyormuş gibi bir tavır takınılmış, katilin öldürülmesi ön
plana geçmiştir. Onun pek saygın ve değerli olan haklarının peşine düşülmüş,
fakat 'Bir de öldürülen hoca vardı, o ne olacak?' demek gibi bir sual hiç
kimsenin hatırından bile geçmemiştir. Bir kaç münasebetsiz yazarın, bu konuyu,
"Öldürülen imam insan değil miydi?..." şeklinde dile getirmesi,
savsaklanmış, asıl katilin hakkı dururken, hoca Efendinin ölümüyle uğraşma gibi
anlamsız bir yol tutulmamıştır..
[36] Böyle olduğu içindir ki, tashih edilmek üzere
önüme gelen ilk nüshada, çıldırtacak, beddua ettirecek derecede fahiş, her
sahifede ortalama yedi sekiz yanlışla karşılaşma mutsuzluğunu yaşadım. Üstelik
mesela benim, bir Peygamber'in ism-i şerifi geçtiği zaman (s.a.v.) yani sallallahü
aleyhi vesellem yazdığım yerlerde (r.a.) yani radıyallahü anh ibaresini koyan,
adam, "Neden böyle yaptın?" denildiğinde, "Kötü mü ettim?
Peygamber adı geçince böyle denilir, kitabını düzelttim" demez mi?
Şurasını hatırlatalım: Yazılı eserlerde Peygamber ismi geçtiğinde (s.a.v.)
sallallahü aleyhi vesellem veya (a.s.) aleyhisselam şeklinde işaret koymak,
şayet Rasulullah Efendimizin ashabından ise (r.a.) radıyallahü anh diye
göstermek bir adet olarak yerleşmiştir.
Ashab-ı Kiram'ın dışında kalan bir büyük için rahmetüllahi aleyh denilir.
[37] 2006 yılında idi. Bursa haricinde bir yerleşim
merkezinde namazımı kılıp mescitten çıktığımda, altmış beş yaşlarında, uzun
sakallı bir kişinin, ayaküzeri sohbet yaptığım gördüm. Hz. Ali'nin evlenmesi
konusunu anlatmakta idi. Sevgili Peygamberimiz, kızı Hz. Fatıma ile Hz. Ali'yi
nikahlayıp evlerine yerleştirdikten sonra Hz. Ali'nin, kılıcını kuşanıp dışarı
çıktığını görür. Sebebini sorar. Hz. Ali,
-Allah
yolunda yetmiş bin kafirin boynunu vurmadıkça Fatıma'nın odasına girmeme kararını
verdiğini söyler.
Bu
cahil adam bunları söylerken, etrafındakiler de, Kur'an ayeti dinler gibi
heyecanlı idiler. Ortada ciddi bir sebep yokken kafir ya da müşrik bir şahsın
öldürülmesi meşru ölçüler içinde düşünülemezdi. Ayrıca o günkü durumda,
Medine, Mekke ve etraftaki yaşayan insan sayısı yetmiş bine ulaşamazdı. Bu gibi
cahillerin anlattıklarıyla beslenen insanların bilgi dereceleri konusunda ne
denilebilir?.
[38] Bu sözün anlamı, kazansan da karşındaki
insanın hakkını ver. Onu bir vuruşta öldürdüm. Zaten bir vuruşluk canı vardı
deme, o da gerçekten iyi vuruyor, yaman kılıç kullanıyordu. Fakat Rabb'imin
yardımıyla ben galib geldim demeye alış, demektir. Bu sebeple, başımı dik
tutmağa, "Bunları
ben yazdım. Bunların hepsi benim eserim," demeğe
dilim varmıyor, hayatım boyunca kazandığımı zannettiğim edebim buna izin
vermiyor.
[39] Şunu da kaydetmem gerekiyor, ne zaman bir Rus
edibinin kitabını okuyayım dedi isem, (Misal: Kanser Koğuşu) onların ruhlarının
ağırlığı çöktü üzerime. Viktor Hügo'nun Sefillerindeki tadı, Rus yazarlarında
bulamadım. Viktor Kravçenko'nun "Hürriyeti Seçtim" isimli eserini
seve seve okuduğumu söylemem, bütün Rus yazarları için geçerli olmamalı.
Eferesün
tahteke em hımâru" (Toz açılıp göz gözü görür hale geldiği zaman,
bineğinin at mı eşek mi olduğunu görürsün. - Beytin yazarını bilmiyorum.
Rahmetli Server hocam sık sık bu beyti tekrar ederdi.) (Şeyh Bedreddin’in
Varidatında geçiyor.)
[45] Hiç düşünmediğim bir anda hayatımı kaleme
almamı hatırlatan Prof. Dr. İsmail KARA beye tekrar teşekkür etmeyi bir borç
biliyorum. Rabb'im kendisinden razı olsun, dünyada mutluluklar versin, Ahirette
cennet ve cemaline kavuştursun.
[46] Çollu, benzi soluk, sararmış, güçsüz demek
oluyor. Aynı anlamda Börtük de kullanılıyor, Taze fasulyeyi suya koyup bir
müddet kaynattığınız zaman henüz pişmemiş ama rengi değişmiş halini anlatırken
"börtlettim" derler. Börtük de yüzünün rengi iyice solmuş, buruşmuş
olana verilen bir sıfattır. Hoşa giden bir sıfat olmadığını söylemeğe lüzum
görmüyorum.
Önceki Yazı
« Prev Post
« Prev Post
Sonraki Yazı
Next Post »
Next Post »
Yorumlar
Yorum Gönder