BU HİKÂYELER NEYİ ANLATIYOR
| |
Kafese beş maymunu koyarlar, ortaya da bir merdiven ve tepesine
de iple muzları asarlar. Her bir maymun merdivenleri çıkarak muzlara ulaşmak
istediğinde dışarıdan üzerine soğuk su sıkarlar. Her bir maymun aynı denemeye
giriştiğinde çok soğuk suyla ıslatılır, bütün maymunlar bu denemeler sonunda
sırılsıklam ıslanırlar, bir süre sonra muzlara hareketlenen maymunlar diğerleri
tarafından engellenmeye başlanır. Suyu kapatıp maymunlardan biri dışarı alınıp
yerine yeni bir maymun koyulur, ilk yaptığı iş muzlara ulaşmak için merdivene
tırmanmak olur fakat diğer dört maymun buna izin vermez ve yeni maymunu
döverler.
Daha sonra ıslanmış maymunlardan biri daha yeni bir maymunla
değiştirilir ve merdivene ilk yaptığı atakta dayak yer, bu ikinci yeni maymunu
en şiddetli ve istekli döven ilk yeni maymundur. Islak maymunlardan üçüncüsü de
değiştirilir.
En yeni gelen maymun da ilk atağında cezalandırılır, diğer dört
maymundan yeni gelen ikisinin en yeni gelen maymunu niye dövdükleri konusunda
hiç bir fikirleri yoktur. Son olarak en baştaki ıslanan maymunların dördüncüsü
ve beşincisi de yenileriyle değiştirilir. Tepelerinde bir salkım muz asılı
olduğu halde artık hiçbiri merdivene yaklaşmamaktadır. Neden mi? Çünkü burada
işler böyle gelmiş ve böyle gitmelidir. İşte bu nokta şirket politikalarının
başladığı yerdir.
Bir zamanlar herkesin hırsız olduğu bir ülke vardı. Geceleri
herkes bir fener ve levye ile silahlanıp komşularının evine girerdi. Tan
ağarırken çuvalını doldurmuş geri döndüğünde kendi evinin de soyulmuş olduğunu
görürdü.
Böylece herkes uyum içinde yaşardı, kimsenin durumu çok kötü
değildi. Biri birini, o öbürünü soyar, böylece son insana kadar gelinir,
sonuncu da o birinciyi soyardı. Bu ülkede ister sat, ister al sahtekârlık
demekti.
Hükümet insanlardan çalmak için kurulmuş bir suç örgütüydü,
insanlar da bütün zamanlarını hükümeti aldatarak geçirirlerdi. Yaşam hiçbir
sorun çıkmadan sürüyordu; orada yaşayanlar ne zengindiler ne de yoksul. Sonra
bir gün - nasıl olduğunu kimse bilmiyor - dürüst bir adam çıkageldi.
Geceleri çuvalını alıp hırsızlık etmek için dışarıya çıkmak
yerine evde oturuyor, piposunu tüttürüp roman okuyordu. Hırsızlar oraya gelip
de ışık görünce geriye dönüyorlardı. Ama bu böyle gitmedi. Dürüst adama böyle
rahat bir hayat yaşamakla havanın ona göre hoş olabileceğini, ama kimseyi
çalışmaktan alıkoymaya hakkı olmadığını söylediler. Evde oturduğu her gece bir
aile aç kalıyordu. Dürüst adam verecek yanıt bulamadı. O da tuttu tan yeri
ağarana kadar geceyi dışarıda geçirmeye başladı, ama hırsızlık etmeye eli
varmadı.
Dürüsttü işte o kadar. Köprüye kadar yürüyor, altından suyun
akışını izliyordu. Sonra evine geliyor evini soyulmuş buluyordu. Bir hafta
geçmeden dürüst adamın beş parası kalmadı, yiyeceği tükendi; ev soyulup soğana
çevrilmişti. Ama kendinden başka kimseyi suçlayamazdı. Sorun dürüstlüğüydü;
düzeni alt üst etmişti. Karşılığında
kimseyi soymadan kendini soymalarına izin vermişti. Böylece her sabah birisi geri
döndüğünde evini soyulmamış buluyordu - dürüst adamın bir gece önce soyması
gereken ev-. Çok geçmeden evleri soyulmayanlar kendilerinin öbürlerinden daha
zengin olduklarını gördüler elbette, onun için çalmak istemediler, öte yandan
dürüst adamın evini soymaya gelenler elleri boş döndüler, yoksullaştılar.
Zenginleşenler köprünün üzerinde dürüst adama katılmaya, onunla birlikte akan
suyu seyretmeye başladılar.
Bu karışıklığı daha da arttırdı. Zenginleşenlerin de,
yoksullaşanların da sayısı arttı. Bu kez zenginler geceleri köprünün üzerinde
geçirirlerse yoksullaşacaklarını gördüler.
"Neden yoksullara biraz para verip bizim için çalmalarını
sağlamıyoruz" diye düşündüler. Sözleşmeler imzalandı. Maaşlar, yüzdeler
belirlendi. Her iki taraf da pek çok sahtekarlıklar yaptı elbette; insanlar
hâlâ hırsızdılar. Ama sonuçta zenginler daha zengin, yoksullar daha yoksul
oldular.
Zenginlerin bir kısmı öylesine zenginleştiler ki, artık
çalmaları ya da kendileri için çaldırmaları gerekmiyordu. Ama çalmayı
bırakırlarsa çok geçmeden yoksullaşacaklardı; yoksullar bunu sağlardı. Onun
için yoksulların en yoksullarına mallarını öbür yoksullardan korumak için para
verdiler.
Böylece polis kuvvetleri kuruldu, hapishaneler açıldı. Dürüst
adamın oraya gelişinden birkaç yıl sonra kimse çalmaktan, soyulmaktan söz etmez
oldu, artık yalnızca ne kadar zengin ya da yoksul olduklarını konuşuyorlardı.
Gene de bir miktar hırsız kalmıştı. Bir de dürüst olan o bir tek adam vardı, o
da zaten çok geçmeden açlıktan öldü.
Italo Calvino
Evvel zaman içinde müreffeh bir arı kovanı varmış. Bu kovan
kendi tarihi içinde en parlak, en yüksek dönemlerinden birini yaşamaktaymış.
Ticaret ve endüstri alabildiğine gelişmiş, bilim ve sanatlar inanılmaz biçimde
ileri bir durumdaymış bu kovanda. Her tarafta bir hareket, bir canlılık
gözleniyormuş. Fakat bu kovanda ahlak adına, erdem adına hiç bir değer
yürürlükte değilmiş.
Hırs, açgözlülük, kendini beğenmişlik, aşırı lüks tutkusu, kumar,
zevk düşkünlüğü, dalavere, zulüm, kısaca aklınıza ne kadar ahlaksızlık
geliyorsa almış yürümüş bu kovanda.
Kovanı yöneten devlet kademeleri tam bir başıbozukluk
içindeymiş. Adalet denen şeyin bırakın kendisini ismi bile kalmamış. Hatta bu
arı kovanı bir kovan devleti olarak büyüklüğünü işlediği cinayetlere
borçluymuş. Sonuç alıcı politika hilelerine erdem gözüyle bakılıyor, zeki
hilekârlar el üstünde tutuluyormuş.
-Ne var ki bütün bunlara rağmen
arı toplumu örgütlenmiş bir biçimde gelişmeye ve ilerlemeye devam ediyormuş-
Tüm mesele bu gelişmeyle birlikte kovana akan servetten aslan
payını koparmakmış. Kovanın üyeleri bu payın sahibi olabilmek için yeni yatırım
alanları açtıklarından memleket ekonomisi biraz daha gelişmiş olmaktaymış.
Hırs, tamah, aç gözlülük, sınırsız tüketim iktidar hırsı gibi tutkular bu
gelişme ve ilerlemenin motor gücünü oluşturduğundan hiç kimse tutup da arı
toplumunu ahlaken ıslah etmeyi aklından geçirmiyormuş. Fakat bir gün hiç
beklenmedik bir felaket arı toplumunun kapısını çalmış. Namuslu olmayan
kazançlarla oldukça zenginleşmiş bir üye, bir eldivencinin kendisine koyun
derisi eldiven vereceği yerde, keçi derisinden bir eldivenle aldatmaya
kalkıştığını ileri sürerek, bu tür ahlaksızlıkların kovan toplumunu bir gün
mahvedeceği kehanetinde bulunmuş-
Diğer hilekar üyeler de bu sızlanmalara katılmışlar ve doğruluk
istemeye başlamışlar. Her tarafta, memleketin ahlaksızlıktan battığını ileri
süren sloganlar yükselmeye başlamış. Sonunda tüm kovan toplumu erdemli ve
ahlaklı olmaya karar vermiş. Fakat sonuçta hiç beklenmedik gelişmeler olmuş.
Mahkemelere garip bir ıssızlık çökmüş. Bir sürü devlet adamı
işsiz kalmış.
Herkes aza kanaat ettiği için yalnızca gerekli olan üretilmeye
ve gerekli olan tüketilmeye başlanmış.
Her tarafta işsizlik almış yürümüş. Sanatlar gerilemeye
başlamış- Hiç bir yükselme ve şöhret tutkusuna yer olmadığı için atılımcılık ve
girişimcilik ruhu ölmüş Ve topluma bir adalet hâkim olmuş. Ne var ki iş bu
kadarla bitmemiş. Arı soyu hakkında hep iyi duygular besleyen ve kovanlar arası
barıştan yana olan arı toplumu, bir gün düşmanlarının istilasına uğramış.
Yokluk, kayıtsızlık ve nüfusun azalması yüzünden bizim arı
kovanı düşmanlarına karşı hiç bir tedbir alacak gücü kendisinde bulamamış.
Birçok acı gelişmeden sonra felaket artıkları, bir ağaç kovuğuna
sığınmışlar ve ahlaklılıklarının tadını bol bol çıkarmışlar.
Fransız asıllı
bir İngiliz yazarı olan Bernard Mandeville
Bir yaz mevsiminde, bulundukları yerde aç kalan fareler bir
balıkçı teknesi vasıtasıyla bir adaya çıkarak orayı istila etmişler. Adada
bulunan hindistan cevizine fareler musallat olmaya başlamış. Ancak adada
bulunanlar bu farelerden kurtulmak için çeşitli çareler aramışlar. Bir benzin
bidonu bulup bunu kapana çevirip hindistan cevizine iple bağlamışlar. Fareler
hindistan cevizini almaya geldiklerinde kapana düşerek yakalanıp yok olmaya
başlamışlar. Bir müddet sonra adadakiler kuvvetli tüm fareleri yakalamışlar.
Sadece kıyıda köşede birkaç zayıf fareden başka hiç fare kalmamış.
Adadakiler fare sorunu bitti zannedip, kapanı okyanusa mı atalım
yoksa imha mı edelim diye düşünmüşler. Sonra vaz geçip kapanı öylece
bırakmışlar. Kalan birkaç zayıf fare ise ağaçlara saklanıp hayatlarını
sürdürmeyi başarmışlar.
Zayıf fareler yine çoğalmış ve acıkmaya başlayınca etrafa
saldırmaya başlamışlar. Bu sefer fareler
hindistan cevizi yemeyi unuttuklarından birer birer birbirlerini yemeye
başlamışlar.
Saldırmayı iyi öğrenenlerden iki tane fare sadece hayatta
kalmış. Yine tekrar çoğalmışlar. Bu seferki çoğalan fareler insanlara
saldırmaya başlamışlar.
Skyfall 007 Ajan James Bond [2012] filmindeki hikâyeden uyarlanmıştır.
Bu hikayelerin üzerinde düşünebilirsiniz.
Önceki Yazı
« Prev Post
« Prev Post
Sonraki Yazı
Next Post »
Next Post »
Yorumlar
Yorum Gönder